Faşist Saldırılar Üzerine
Eski Demagojiler
[12 Eylül Öncesine Dönmek ya da Sağ-Sol Çatışması]
Son aylarda "türban krizi"yle üniversitelerde beklenen "gerginlik" ve "çatışma" ortamı her ne kadar beklentileri karşılamamışsa da, MHP'li faşist milislerin üniversitelerdeki saldırıları sürüp gitmiştir.
Üniversitelerdeki faşist saldırılar karşısında yapılan haberlere bakıldığında, "sağ-sol çatışması"ndan söz edildiği; yorumlara bakıldığında ise, en sık göze çarpan sözün "eski günlere dönmek", yani "12 Eylül öncesine dönmek" olduğu görülür.
Liberalinden neo-liberaline, demokratından solcusuna hemen hemen tüm "medya kalemşörleri" ve "fikir adamları" 12 Eylül öncesindeki günlere dönmemekte hemfikirdirler. Onlara göre, 12 Eylül öncesi, "puslu, karanlık, kanlı ve acılarla dolu" bir dönemdir; sağ-sol çatışmasının ülkenin her yanına yayıldığı, "kardeş" kavgasının "provokatörler" aracılığıyla kanlı bir hesaplaşmaya itildiği, günde 30-40 kişinin öldürüldüğü bir dönemdir.
Turgut Özal'ın yükselen toplumsal muhalefeti sindirmek için sıkça dile getirdiği "12 Eylül öncesine dönmek isteniyor" sözü, tümüyle kanlı günlere geri dönmek olarak zihinlere yerleşmiştir.
Toplumsal muhalefetin biraz silkinmeye başladığı her dönemde aynı sözler yinelendi durdu.
Aradan 28 yıl geçti.
Yine aynı sözler, aynı biçimde edilmeye başlandı.
Deniliyor ki, insanlar artık 12 Eylül öncesine dönmek istemiyorlar; şiddet istemiyorlar, kan ve gözyaşı istemiyorlar.
Deniliyor ki, "orta sınıflar", artık rahat, huzur, istikrar istiyorlar.
Kimine göre "makul çoğunluk", kimine göre nüfusun %99,9'u, yani "marjinal ve terörist" kesimler hariç herkes aynı şeyi istiyor!
Böylece toplumun herhangi bir kesiminde ortaya çıkan her siyasal gerginlik, bu gerginliğe bağlı çatışma olasılığı ve çatışma durumları "Sonra 12 Eylül öncesine döneriz ha!" tehditleriyle yüzyüze getirildi.
Akdeniz Üniversitesi'nde 6 Nisan günü meydana gelen "olaylar"da MHP'li faşist milislerin silahlı oluşları ve silah kullanması bir kez daha "12 Eylül öncesi" edebiyatını hortlattı.
Hortlatılan sadece "12 Eylül öncesi" hayaleti değil, aynı zamanda "sağ-sol çatışması" hayaleti oldu.
"Medya" yazarlarının ve habercilerinin sürekli ortalıkta dolaştırarak insanları korkuttukları bu iki hayalet, "sol medya"da da sürekli bir hayalet olarak ortalıkta dolaşmaya başladı. Kimileri için "hayırla anılan" bir hayalet olarak, kimileri için "şerle anılan" bir hayalet olarak. "İslami" söylemle, "hayr da, şer de allahtan" geldiği için, nasıl anılırsa anılsın, her durumda "medya"nın hayaletlerle insanları korkutmasının bir başka açılımı olmaktan öteye geçmedi.
Korkunun ecele faydası yoktur!
İster "islamcı" faşistler (BBP ve Alperen Ocakları), ister "türkçü" faşistler (MHP ve Ülkü Ocakları) olsun, tüm faşistler, her zaman üniversitelerde, özel olarak da yurtlarda kendi egemenliklerini sağlamak ve pekiştirmek yönünde hareket etmişlerdir. Bu faşist egemenlik karşısında "okullu" öğrencilerin sessizliği, boyuneğmişliği, "bana ne"ciliği, özellikle Anadolu üniversitelerinde faşist ve şeriatçıların tam bir egemenlik kurmasını sağlamıştır.
Anadolu üniversitelerindeki faşist ve şeriatçı egemenlik, "mega kent"lerin sınırlarına doğru ilerledikçe çatışma dinamikleri giderek artmaya başlamıştır. Akdeniz ve Uludağ üniversitelerindeki son olaylar, geçen yılın Gazi Üniversitesi'ndeki olaylardan sonra en yoğun çatışmalara sahne olmuştur.
Daha düne kadar faşist milis saldırılar karşısında "husulet ve suhulet"ten söz eden, "oyuna gelmeyelim" diye itidal tavsiye eden ve faşist milislere karşı her türlü aktif mücadeleyi "provokasyon" olarak gören legalist-sol, ortaya silahın çıkmasıyla birlikte birden "dayanışma"dan söz etmeye başlamıştır.
Evet, 12 Eylül öncesinde bir iç savaş ortamı vardı.
Evet, 12 Eylül öncesinde, özellikle 1979-80 yıllarında günde 30-40 kişi yaşamını yitiriyordu.
Evet, 12 Eylül öncesinde "sağ-sol çatışması" denilen çatışmalar ülkenin her yanına yayılmıştı.
Ama, 12 Eylül öncesinde, gelişen ve yükselen bir devrimci mücadele ve bu mücadeleyi engellemek için halk kitlelerine saldıran, otobüsleri, kahveleri kurşunlayan, üniversite öğrencilerinin üzerine el bombası atan, Maraş katliamını yapan faşist milis saldırılar vardı.
Her devrim, şiddetli ve şiddeti giderek artan, örgütlü ve birleşik bir karşı-devrim cephesi doğurarak ilerler.
Bu tarihin diyalektiğidir.
1965'den itibaren gelişen ve yükselen devrimci mücadele, tarihin diyalektiğine uygun olarak örgütlü ve birleşik bir karşı-devrimci saldırıyla yüzyüze gelmiştir.
12 Mart askeri müdahalesi, I. ve II. MC ve nihayetinde 12 Eylül askeri darbesi bu karşı-devrimci cephenin devrimci mücadeleyle hesaplaşmasının dönüm noktaları olmuştur.
"12 Eylül öncesine dönmek", eğer devrimci mücadeleye karşı, karşı-devrimin kanlı saldırısı demekse, herşeyden önce bilinmesi gerekir ki böyle bir kanlı saldırganlık ancak devrim mücadelesinin gelişmesi koşullarında ortaya çıkar. Bu nedenle, 12 Eylül öncesine dönmek, gelişen ve yükselen devrim mücadelesi günlerine geri dönmektir.
Eğer 12 Eylül öncesinde dönmek, gelişen ve yükselen devrim mücadelesi günlerine geri dönmek ise, 12 Eylül öncesine dönmekten korkanlar sadece devrimden korkanlardır.
Mevcut sömürü düzenini koruma ve kollamayı kendileri için bir yaşam sorunu olarak görenlerin kendilerini "sağcı" olarak tanımladıkları, düzeni değiştirmek isteyenlerin "solcu" olarak bilindiği bir ülkede "sağ-sol çatışması" da açıktır ki, karşı-devrim ile devrimin çatışmasından başka bir şey değildir.
İster 12 Eylül öncesine dönüleceği korkusu yaratmak, ister siyasetten uzak, apolitik kitleyi tarafsızlaştırmak amacıyla "sağ-sol çatışması"ndan söz etmek, sıradan bir demagojidir.
Demagojidir, çünkü insanların "içgüdü"lerine, önyargılarına, bilinçsizliklerine hitap eder. Onların korkularını harekete geçirir.
12 Eylül'ün üzerinden yaklaşık 28 yıl geçmişken, 28 yılda apolitik yeni bir kuşak ortaya çıkartılmışken, hala 12 Eylül öncesine dönme tehditleri savurmak, hala "sağ-sol çatışması"ndan söz etmek, açıktır ki apolitik yeni kuşağı korkutmanın ötesinde, 12 Eylül öncesinin "devrimci gençler"ini (bugünün "eskimiş" solcularını) korkutmak içindir.
Bugün şeriat tehlikesi her zamankinden çok daha büyükken, şeriat tehlikesi karşısında kurtarıcı tek güç olarak "ordu", Türk Silahlı Kuvvetleri görülür ve gösterilirken, şeriatçılığın kanlı iktidarının ancak silahlı bir güçle durdurulabileceği inancı yayılmışken, devrimci mücadelenin silahlı bir mücadele olmasından duyulan korku anlaşılabilir bir şey değildir.
Geniş halk kitleleri, özellikle 12 Eylül sonrası kuşağı her türlü "medya" propagandalarıyla, demagojilerle aldatılmıştır.
Devrimciler hiçbir zaman ilk silaha sarılan taraf olmamıştır.
Marksizm-Leninizmin ustalarından Engels'in ünlü sözüyle "ilk ateşi siz açınız mösyö burjuvazi" diyen devrimciler, her durumda burjuvazinin silahlı karşı-devrime silahla yanıt vermenin tarihsel zorunluluk ve tarihsel bir meşruiyet olduğunu söylemişlerdir.
Eğer mevcut düzenin topyekün değiştirilmesinden, yani devrimden söz ediyorsanız, bu düzenin egemen sınıflarının kendi egemenliklerini, kendi düzenlerini, kendi zenginliklerini, kendi sömürü sistemlerini kendiliğinden bırakmayacağını da biliyorsunuz demektir.
Ne kadar "demokrasi"den söz edilirse edilsin, istenildiği kadar "demokratik örgütlenme" denilsin, her durumda düzeni gerçekten değiştirmeye yönelen her hareketin düzen tarafından "tehdit" olarak görüleceği ve görüldüğü bilinen gerçektir.
Ve düzeni "tehdit" eden herşey, eğer bilinen pasifikasyon yöntemleriyle ortadan kaldırılamıyorsa, mutlaka askeri zor kullanılarak bertaraf edilir.
Bu tarihsel bir gerçektir.
Karşı tarafın, karşı-devrimin, emperyalizm ve oligarşinin, kendi düzenlerini sürdürmek için silaha başvuracakları ne kadar tarihsel bir gerçek ise, bu gerçek karşısında hazırlanmak ve örgütlenmek de devrimcilerin tarihsel sorumluluğudur.
"Barışçıl ve hümanist" düşüncelerle, oligarşinin belirlediği sınırlar içinde "demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi" vermekle geçen uzun yıllar, 28 yıl, insanların bilincini, tarih bilincini yok etmiştir. İnsanlar ne denli devrimden söz ederlerse etsinler, her durumda bunun "barışçıl" olacağına, en azından belli bir aşamaya kadar "barışçıl" gelişeceğine inandırılmışlardır.
İşte böylesi bir "inandırma" ve "inanç" içinde üniversitelerde meydana gelen faşist saldırılar "adi zabıta vakası" haline getirilmekte, "yerel" olay olarak sunulmaktadır. Böylece ülke çapında faşist saldırılara karşı birleşik ve örgütlü bir mücadelenin önü kesilmeye çalışılmaktadır.
Bugün faşist saldırıların amacı, üniversitelerde kesin ve mutlak bir egemenlik kurmaktır.
AKP şeriatçılığı karşısında üniversitelerdeki faşist-milliyetçi egemenliğin önemli bir pazarlık kozu olacağı açıktır.
Devrimciler, ilericiler, yurtseverler ve demokratlar, bugün şeriat düzeni tehlikesiyle yüzyüze oldukları gibi, faşist-milliyetçilerin iktidar paylaşımı hesaplarıyla yürüttükleri saldırılarla da yüzyüzedir.
Her iki kesimin ortak düşmanı ise, devrimciler, ilericiler, yurtseverler ve demokratlardır.
Her iki kesimin ortak paydası ise, kendi amaçlarına ulaşmalarını engelleyen herşeye karşı zor kullanmaktır.
Bütün bunların arkasında, düzenin gerçek sahipleri, emperyalizm ve onun yerli işbirlikçileri vardır. Onlar da, kendi resmi silahlı güçlerini harekete geçirmeden, bu şeriatçı ve faşist güçlerle kendi düzenini korumak peşindedirler. Ve bilinmelidir ki, kendi düzenlerini korumak için şeriatçı ve faşist güçlerin etkisiz kaldıkları her yerde ve zamanda devletin resmi silahlı güçleri harekete geçirilecektir. 12 Eylül'de olduğu gibi.
Bugünden bu gerçekleri görmezlikten gelerek "o günlere" hazırlıklarını yapmayanların, günü geldiğinde devletin silahlı güçleri karşısında da, şeriatçı ve faşist güçler karşısında da teslim olmaktan başka çareleri kalmayacaktır.
Şeriatçılığa ve faşizme karşı mücadele, basit ve yalın bir "anti-faşist" ve "laik" bir cephe kurmakla, düzenin yasallığı içinde örgütlenmekle yürütülemez.
Bu mücadelenin temelinde devrimci mücadele, devrim mücadelesi ve devrimci örgütlülük olmak zorundadır. Bu olmadığı sürece, düzenin yasallığı içinde yapılacak her örgütlenme, devletin resmi güçleri tarafından kolayca etkisizleştirilecektir.
Hiç kimse kendisini 12 Eylül öncesinin anti-faşist mücadelesinin yalan-yanlış hikayeleri ile avutmamalıdır.
Eğer 12 Eylül öncesinde faşist milislere karşı mücadele etkin bir biçimde yürütülebilmişse, bunun temelinde silahlı devrimci mücadelenin yattığı bilinmek zorundadır.
Silahlı devrimci mücadele olmaksızın şeriatçılığa karşı "laiklik" savunulamaz.
Silahlı devrimci mücadele olmaksızın anti-faşist mücadele verilemez.
Devrimin "kanlı" olacağından söz ederek "barışçıl"lıktan söz edenlerin, karşı-devrimin kan dökücülüğünden korkarak silahlı devrimci mücadeleden uzak duranların, emperyalizmin ve oligarşinin resmi ve milis güçlerinin şiddeti karşısında boyuneğmekten, onursuz bir yaşam sürdürmekten başka seçenekleri yoktur.
Faşist milis saldırılara karşı mücadele, devrim mücadelesinin bir parçasıdır. Devrimci örgütlenme olmaksızın, faşist milis saldırılara karşı geliştirilecek her türlü mücadele mevcut düzenin yasallığı içinde sıkışıp kalacaktır.