Faşist Milis Saldırılar
ve Anti-Faşist Mücadelenin Sorunları
Mart 2005'de Mersin'de başlayan "bayrak krizi" sonrasında faşist milislerin saldırıları giderek artmaya ve yaygınlaşmaya başladı. Trabzon'da TAYAD'lıların "linç" girişimiyle başlayan bu yeni faşist saldırı dalgası, giderek tüm Karadeniz bölgesini ve ardından üniversiteleri kapsamaya başladı. Özellikle 2006-2007 öğretim yılının açılmasıyla birlikte faşist milis saldırılar sadece yoğunlaşmak ve yaygınlaşmakla kalmadı, artan oranda planlı ve sistematik hale geldi.
2006'nın son iki ayında, gerek MHP ve Ülkü Ocakları'na mensup faşist milisler, gerekse BBP ve Alperen Ocaklarına bağlı faşist milislerin üniversitelerde yoğunlaştırdıkları saldırıların planlı ve sistematik hale gelişi öylesine belirgin bir hal almaya başladı ki, düne kadar MHP kökenli faşistlerin "değiştiği"ne inanmış pek çok ilerici ve demokrat insan ("medya"nın korku propagandasının da etkisiyle) kaygılanmaya ve korkmaya başladılar. Ancak korku ve kaygılar ne denli artarsa artsın, faşist milislere ve onların saldırılarına karşı gösterilen tepkiler sınırlı ve yasak savma şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bundan daha da önemlisi, "neo-liberaller"den "globalizm" ve AB yandaşlarına, "ılımlı islamcı" gazetelerden şeriatçı "medya"ya kadar her kesim faşist milislerin saldırılarını önemsizleştirmek ve sıradan birer "polisiye" olay olarak göstermek için işbirliği yapmaktadır.
Uzun yıllar faşist MHP'nin "değiştiği" söylemleriyle içi boşaltılmış olan anti-faşist tepkiler ve bilinçler, legal solun "provokasyona gelmeyelim", "şiddete şiddetle karşılık vermeyelim" pasifizmiyle de sürekli ve kalıcı hale getirilmeye çalışılmıştır.
Özellikle Gazi Üniversitesinde, faşist milislerin Özel Güvenlik Birimleri'nin de yardımıyla kurdukları egemenliğe karşı seslerini çıkarmayan öğretim üyeleri ve ilerici-demokrat öğrencilerin, saldırıların yoğunlaşması ve giderek sistematik hale gelmesi karşısında gösterdikleri tepkiler ise, "aman provokasyona gelmeyelim" mantığının bir ifadesi olmuştur.
Nitekim Gazi Üniversitesinde öğretim üyesi Prof. Cangızbay'ın faşistler tarafından tehdit edilmesi ve okulu terk etmesinin ardından, faşist saldırılar karşısında bazı "akademisyenler"in "öğrencime dokunma" pankartı eşliğinde Ankara Yüksel Caddesinde yaptıkları "faşist saldırıları kınama eylemi", faşist saldırılara karşı gösterilen tepkinin ne denli pasifist ve yasak savma nitelikte olduğunu göstermiştir. Özellikle "protesto eylemi"nde taşınan "sokakta, üniversitede, ülkede, dünyada şiddete hayır" ve "üniversitede sopa değil söz konuşsun" yazılı dövizler, faşizmin ve faşist milislerin niteliği konusunda kafa karışıklığının ve pasifliğin ifadesidir.
Ancak faşizm ve faşizme karşı mücadele konusunda kafa karışıklığı sadece "akademisyen"lere ait bir olgu değildir. Solun legalist kesimleri, ya bu saldırıları ayrıksı ve sıradan olaylar olarak ele alıp geçiştirmekte, ya da klasik revizyonist ve oportünist kafa yapılarına uygun olarak "aman provokasyona gelmeyelim" mantığı içinde değerlendirmektedirler.
Her taşın altından çıkmayı, her durumda bir şeyler söylemeyi bir marifet ve meziyet haline getirmiş olan eski dönemin modern revizyonizminin günümüzdeki "ardıcıl" temsilcilerinden olan SİP-TKP'nin son faşist milis saldırılar karşısındaki tutumu ibret vericidir.
Bu revizyonist ve legalizmin çok "aktivist" temsilcileri "saldırıların tekil olarak 'faşizme karşı mücadele' retoriği içerisinde ele alınması ve asıl saldırının gözden kaçırılması anlamına geliyor" diyerek, faşist saldırıların "neyi hedeflediği"ni şöyle açıklamaya kalkışmaktadırlar: "Uzun süredir yayınlarımızda devletin çözülmesinden, çözülme süreciyle iç içe işleyen sermaye egemenliğinin dolayımsızlaşması sürecinden bahsediyoruz. Diğer başlıkları bir yana, bu sürecin doğal uzantısı, sermaye devletinin, kontrol mekanizmalarını artırma ihtiyacı duymasıdır. Ve bugün burjuva aktörlerin konumlanışlarının Türkiye'deki genel seçime endekslenmiş olması, kontrol güdüsünü özellikle artırmıştır.
Üniversiteler de kendi payına düşeni almaktadır. Yıllardır devletin beslemesi olarak yetiştirilen, geleneksel olarak pis işlerin öznesi olan faşist hareket bir kez daha sahaya sürülmüştür. Ne yükselen bir faşizm ne de kontrolsüz tepkilerden kaynaklanan saldırılar söz konusudur. Söz konusu olan, planlı bir saldırıdır. Söz konusu olan, sermaye devletinin provokasyonudur." Evet, bu legalist-revizyonistlere göre, faşist milis saldırılar, tıpkı 1965-71 ve 1974-80 döneminde de iddia ettikleri gibi "provokasyon"dan ibarettir. Üstelik faşist milisler "sermaye devletinin" "geleneksel olarak pis işlerin öznesi" olarak tanımlanarak, basitçesinden "çek-senet mafyası" olarak sunulmakta ve hatta faşist milislerin bu türden planlı ve sistematik saldırılar düzenleyemeyeceğini ileri sürmektedirler.
Böylece sistemli ve planlı bir saldırı düzenlemeyi "akıl edemeyecek" kadar "aptal" oldukları söylenen faşist milisler, "derin devletin" provokasyonunun aleti olarak sunulurken, aynı zamanda faşist saldırılara karşı mücadele de basitçe "provokasyona gelmek" olarak sunulmaktadır.
Revizyonist-legalizmin klasik şablonu olan "aman provokasyona gelmeyelim" söylemi bir kez daha hortlatılırken, anti-faşist mücadeleden uzak durulması gerekliliği (kendi deyişleriyle "faşizme karşı mücadele retoriği"nden uzak durma) şöyle gerekçelendirilmektedir: "... faşistlerin saldırılarına üniversite içinde fiziksel müdahalelerle 'cevap' veren sol hareketin ya da Kürt siyasi öznelerinin, üniversite kamuoyunda faşist hareketle eş tutulması tehlikesi ortaya çıkmaktadır.
... üniversitelerde şu an meydana gelecek fiziksel karşı karşıya gelişlerin sermaye devletinin amacına hizmet edeceğidir. Bir süredir sözünü ettiğimiz konformizm, üniversite öğrencileri için daha fazla geçerlidir. Üniversiteliler rahatlarının kaçmasından korkmakta, rahatlarını kaçıran durumlara 'tavır' almaktadır. Düzen bu hassasiyete oynamaya, 'dinginlik arayışını' körüklemeye karar vermiştir." Şüphesiz bu "illegal TKP"nin şahsına münhasır "ardıcıl"ı SİP-TKP legalistleri, yaygınlaşan ve yoğunlaşan faşist saldırıları görmezlikten gelemezlerdi. Ama her etkinin bir tepkiye yol açtığını, dolayısıyla da faşist saldırıların giderek anti-faşist bir mücadeleyi yükselteceğini çok iyi bilmektedirler. Bunun ise, karşı-devrimci şiddete karşı devrimci şiddetin uygulanmasından başka bir şey olmayacağını da çok iyi bilmektedirler.
Ama onlar legalisttirler, tüm varoluşları "dinginlik"e, "aktivizm" görünümü altında hareketsizliğe, kısacası pasifizme bağlıdır. Devrim yapmak diye bir sorunları da olmadığından kendi varoluşlarını sağlayan koşulların değişmesini istemezler, değişikliğe yol açacak her türlü eyleme karşıdırlar. Rahatları, huzurları kaçacak, legalist çalışmaları bundan büyük zarar görecektir. Öyle ise, ne yapıp yapıp, faşist saldırılar karşısında direnmeyi, mücadeleyi engellemek, anti-faşist mücadelenin gelişmesini durdurmak zorundadırlar.
Ancak bunun çok basit, adi bir karşı-devrimci tutum olacağını da çok iyi bilmektedirler. Bu durumun görülmemesi, anlaşılmaması için bin dereden su getirerek, faşist milislerin yoğunlaşan saldırılarını "provokasyon", "bir oyun" olarak sunma gayretlerinin yanında, etkileri altındaki insanları başka yönlere yönelterek pasifize etmeyi amaçlarlar.
Şüphesiz SİP-TKP'lilerin legalizminin ve oportünizminin niteliğini henüz görmemiş, onların "komünist" olabileceklerine inanmış insanlar vardır. Bunların bir bölümü, şu ya da bu ölçüde devrimci bir ruha, mücadele etme isteğine sahiptirler. Bunları elde ve safta tutabilmek için, dün kendilerine yönelik birkaç küçük saldırı karşısında "aslan" gibi kükreyerek onların güvenini kazanmaya çalışırlarken[*], bugün faşist milis saldırıların ülke çapında yaygınlaşması karşısında yelkenleri suya indirmişler ve "oyuna gelmeyelim" söylemi ile faşist milislere karşı mücadeleyi geçiştirmeye çalışmaktadırlar.
Faşist saldırılar karşısında "ne yapmalı"ya ilişkin şunları söylüyor SİP-TKP pasifistleri: "Sorunun kendisi bizler için çok önemli. Çünkü, soru doğrudan devrimci özneye işaret ediyor. Bir yandan olayların akışına kendini kaptırmadan tavır alabilmeyi, bir yandan da sadece tarihsellik vurgusu yapmadan güncel müdahaleyi zorunlu kılıyor. Sorunun cevabı da bu nedenle önemli hale geliyor.
Yurtsever Cepheli Öğrenciler sabırla, inatla ve militanlıkla çalışmalarını sürdürmeli, en kısa zamanda üniversitelerde gündemi belirleyen, gündeme müdahale eden bir güce ulaşmalıdır. Sınıflarında, yurt odalarında, topluluklarda... gündelik olarak siyaset taşıyabilmeli, birebir ilişkiye eskisinden daha çok önem vermelidirler.
Bütün bunlara yardımcı olacak önemli bir araç bulunmaktadır elimizde: Yurtsever!
Yurtsever gazetesinin dağıtım ağı olabildiğince yaygınlaştırılmalı, her kampusta kurduğumuz inisiyatiflerimizin toplantıları bu ağ üzerinden genişlemelidir." Evet, "provokasyona" da, "oyuna" da gelmemeye azmetmiş SİP-TKP pasifistlerinin faşist milis saldırılar karşısındaki tutumları "Yurtsever" başlıklı dört sayfalık kağıtları dağıtmaktan ibaret olacaktır.
Böylece kendilerini faşist milislerin saldırılarından koruyabileceklerini sanmaktadırlar. 12 mart ve 12 Eylül öncesinde olduğu gibi, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" tarzı bir pasifizmdir bu.
Ancak bu pasifistler, artık varolmayan eski illegal TKP'nin "ardılı"dırlar, bu nedenle sadece insanları pasifize etmekle yetinmezler, aynı zamanda faşist milislere karşı mücadeleyi basit bir biçimde "devletin güvenlik güçlerinin görevi" olarak ilan ederler. Nasıl olsa faşist milisler devletin "beslemesi"dir, devletin "kirli işlerini yapan" kişilerdir, öyle ise "iti ite kırdırmak" ve bu amaçla "hak, hukuk"tan söz etmek, "devletin güvenlik güçleri"ni göreve çağırmak, kısacası anti-faşist mücadeleyi devletin resmi faşist güçlerine ihale edivereceklerdir.
Gerek legalist-pasifistlerin çabaları, gerek "her yerde barış" söylemcileri ne kadar faşist milis saldırıları sıradan bir "kolluk güçlerinin görev"ine dönüştürmeye çalışırlarsa çalışsınlar, saldırılar, her dönemde olduğu gibi, faşist milislerin üniversitelerdeki egemenliklerini pekiştirmek ve güçlendirmek amacına yöneliktir. Faşist saldırılar, gelişen ekonomik, toplumsal ve siyasal olayların üniversite gençliğinde ortaya çıkartacağı tepkileri pasifize etmeyi hedefleyen pasifikasyon eylemleridir. Üniversite gençliği arasında artan AB ve ABD karşıtlığı, bir yandan "milliyetçilik" söylemi ile ideolojik olarak saptırılmaya çalışılırken, diğer yandan saldırılar yoluyla pasifize edilmeye çalışılmaktadır.
Bugün de, geçmişte olduğu gibi, MHP ve BBP'li faşistler oligarşik devletin milis kuvvetleri olarak gençlik üzerine saldırmakta, terör yaratmaktadırlar. Göz ardı edilmemesi gereken esas sorun, kitlelerin, özellikle gelişen siyasal olaylarla politize olma olasılığı artan gençlik kitlesinin pasifleştirilmesidir. Hedef, kitlelerin pasifleştirilmesidir. Sistematik bir biçimde yürütülen sindirme politikası, basit oyunlar dizisi olmayıp, siyasal zorun sistemleştirilmesidir.
Siyasal zor ise, oligarşik devletin asli işlevidir. Dolayısıyla faşist milislere karşı mücadele, her durumda oligarşinin siyasal zoruna karşı yürütülecek mücadelenin içinde yer alır. Bu yüzden, anti-faşist mücadele, anti-emperyalist ve anti-oligarşik mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır.
Bugün faşist milis saldırılar karşısında devrimcilerin görevi, bu saldırıları püskürtmek, faşist milislerin emperyalizm ve oligarşi ile olan işbirliğini açığa çıkarmak ve faşistlerin "yükselen milliyetçilik" temelindeki ideolojik etkisini kırmaktır.
Bu görev, oligarşinin ve emperyalizmin kitlelerden tecrit edilmesi görevinin, yani onların politikalarının gerçek niteliğinin kitlelere gösterilmesi görevinin bir parçasıdır. Ancak devrimci mücadelenin alabildiğine zayıflatılmış olduğu günümüz koşullarında, faşist milislerin ülke çapındaki saldırılarına karşı, anti-emperyalist ve anti-oligarşik mücadele temelinde birleşik, merkezi ve topyekün bir mücadele sürdürmek neredeyse olanaksızdır. Faşist milislerin saldırılarındaki pervasızlığın nedeni de, devrimci mücadelenin bu güçsüzlüğü ve olanaksızlığıdır.
Ülke çapında, merkezi ve birleşik anti-emperyalist ve anti-oligarşik mücadeleyi sürdüren bir devrimci hareketin etkin olmadığı günümüz koşullarında faşist milis saldırılara karşı, özellikle öğrenci gençliğin anti-faşist bilincinin geliştirilmesi ve her alanda birleşik ve birlikte hareket etmelerinin sağlanması esas alınmalıdır.
Şu çok açık bilinmeli ve bilince çıkartılmalıdır: faşistler (ve de şeriatçılar) değişmemiştir, her zamanki ve her dönemdeki nitelikleriyle ve amaçlarıyla varlıklarını sürdürmektedirler. Düne kadar "globalizm" ve "neo-liberalizm" söylemleriyle pasifize edilmiş olan öğrenci gençlik, artık bu söylemlerin etkisinden hızla çıkmakta ve politize olmaya yönelmektedir. İşte faşist milis saldırılar bu koşullarda ve yönelim ortamında yoğunlaştırılmıştır. Amaç, pasifikasyondur; amaç, depolitizasyonun sürdürülmesidir. Çok yalın ifadeyle, oligarşi ile halk kitleleri arasında kurulmuş olan suni denge, artık eskisi gibi sürdürülebilir olmaktan hızla çıkmaktadır. Gerek cumhurbaşkanlığı seçimi çevresinde, gerek Amerikan emperyalizminin bölgesel çıkarları doğrultusunda gelişecek olan tepkiler ve bunun ortaya çıkartacağı politizasyona karşı şimdiden önlemler alınmaktadır. Emperyalizm ve oligarşinin bildiği tek önlem ise, siyasal zordur.
TMY'sında yapılan değişiklik sonrasında legalize olmuş sol hareketlere yönelik polis operasyonları da bu amaca yöneliktir.
Bir kez daha yineleyelim:
Son dönemde yoğunlaşan faşist saldırıların temel amacı, halk kitlelerinin, özel olarak gençliğin gelişen olaylar karşısında yükselecek tepkisini bugünden pasifize etmek ve politizasyonunu engellemektir. Faşist milis saldırılar, özellikle üniversite gençliğinin gelişen olaylar karşısında sessiz ve edilgen kalmasını sağlamak amacıyla üniversitelerin mutlak denetim altına alınmasına yönelmiştir. Bu amaç gerçekleştirilirken, 12 Eylül öncesi ve sonrasındaki oligarşinin resmi ve sivil faşist terörünün anıları da canlandırılmaya çalışılmaktadır. Özellikle "medya" ve köşe yazarları bu yönde büyük çaba göstermektedirler.
Devrimciler, anti-faşist ilerici ve demokrat herkes, bu koşullarda, gerek faşist milis saldırıların küçümsenmesine yönelik söylemlere, gerekse "provokasyona gelmeyelim, kendi işimize bakalım" söylemlerine karşı durmalı, her düzeyde ve her yerde faşist saldırılara karşı direnme ve mücadele etme bilincini geliştirmeli ve anti-faşist örgütlenmeler oluşturmalıdırlar. Bu örgütlenmeler, bir taraftan faşist saldırıları püskürtme ve bu saldırıları etkisizleştirmeye yönelik örgütlenmeler olurken, diğer yandan faşist milislerin gerçek yüzlerini en geniş kesimlere göstermeyi amaçlayan örgütlenmeler olmalıdırlar.
Bugün ülke çapında, merkezi ve birleşik bir devrimci mücadelenin güçsüzlüğü, faşist saldırılar karşısında pek çok yerde uygun örgütlenmeler oluşturulmasını engelleyecek niteliktedir. Özellikle gençlik kitlesini "üniversite hayalleri"yle apolitikleştirmek amacıyla kurulmuş olan üniversitelerin sayısı ve bulundukları kentlerin yapısı, devrimci mücadelenin güçsüzlüğü ile birleşerek, pek çok yerde anti-faşist örgütlenmelerin yaratılmasını ve mücadelesini olumsuz yönde etkilenmektedir. Kimi durumda aynı kentin ayrı üniversitelerinde anti-faşist örgütlenmelerin ortaya çıkartılması bile olanaksız olacaktır. Bu da, devrimci öğrencilerin etkin oldukları üniversite ve bölümlerin dışındaki yerlerdeki faşist saldırılar karşısında çaresiz kalınmasına, boyuneğilmesine yol açabilecektir.
Bundan çok daha olumsuz olanı ise, faşist saldırılara karşı mücadelenin salt devrimci mücadelenin kadrosal eylemlerine indirgenmesi ve bu yönde beklentinin oluşmasıdır. Bu beklentilerin karşılanamaması, çoğu durumda devrimcilere karşı güvensizliğe ve giderek de faşist saldırılar karşısında bir şey yapılamayacağı düşüncesine yol açacaktır.
Bugün devrimci mücadele, tarihsel olarak bir dönemi sonlandırmak ve yeni bir mücadele dönemine geçmenin arifesindedir. Bu geçiş aşamasında, devrimci mücadele, bir yandan mücadelenin sürekli ve kalıcı hale gelmesi yönündeki çalışmaları sürdürürken, diğer yandan uzun yıllardır sola egemen olmuş olan legalizmin ve eklektizmin etkisinin kırılması göreviyle yüzyüzedir. Bu koşullar altında ülke çapında yaygınlaşan faşist milis saldırılara karşı eylemli olarak mücadele etme olanakları çok sınırlıdır.
Bu nedenle, legalizmin "provokasyona gelmeyelim" mantığını teşhir ederek ve sol oportünizmin fırsatçılığına meydan vermeden, olanaklı her yerde anti-faşist bilincin ve örgütlenmenin geliştirilmesi için çalışılmalıdır. Bunun için, varolan her türden ilerici, demokrat ve anti-emperyalist öğrenci örgütlenmeleri, hızla faşist saldırılara karşı mücadele edebilecek bir esnekliğe kavuşturulmalıdır. Bu esneklik içinde, aynı kentte bulunan okullardaki anti-faşist güçler, saldırı anında güçlerini saldırı yerlerinde toplayabilmeli ve anında tepki gösterebilmelidirler. Faşist saldırılara karşı ilerici, demokrat ve anti-faşist öğrencilerin birlikte ve topluca okullara gidip gelmeleri ilk anda atılması gereken bir adım olmakla birlikte, bu birlikte ve toplu hareketlerin tek başına faşist şiddeti durdurmayacağı unutulmamalıdır.
Diğer yandan, üniversite öğrencilerinin çoğunluğunu oluşturan "okullular" kitlesinin gelişecek çatışmalar karşısında göstereceği tepkiler gözönünde bulundurulmalıdır. Bu nedenle, faşist milislerin sadece "solcu" öğrencilere değil, aynı zamanda yaşam tarzlarına yönelik saldırıları gösterilerek, bu kitlenin faşist saldırıların gerçek amaçlarını görmeleri sağlanmalıdır.[**]
Baskıyı baskı yapanlar değil, baskıya boyun eğenler getirir.
KAHROLSUN FAŞİZM!
YAŞASIN ÖĞRENCİ GENÇLİĞİN ANTİ-FAŞİST MÜCADELESİ!
KURTULUŞA KADAR SAVAŞ!
[*] 2005 yılında meydana gelen bir olaya ilişkin bu pasifistlerin açıklaması şöyledir:
"Üsküdar'da 5 TKP üyesine saldırıldı
3 Eylül Cumartesi günü TKP 85. yıl afişlerini asan 5 TKP üyesi, Üsküdar'da içlerinde bir sivil polisin de olduğu zengin oto galericilerinin saldırısına uğradı ve yaralandı. Gerici-faşist güruhun yaptığı saldırı karşılıksız bırakılmadı. Parti avukatları saldırıyla ilgili suç duyurusunda bulunurken , afişleri ve bildirileri ile saldırının yapıldığı yere giden partililer de hem TKP'ye yönelik saldırıların karşılıksız bırakılmayacağını hem de bu tür saldırıların eşitlik özgürlük kavgasının hızını kesemeyeceğini dosta düşmana anlatarak, Üsküdar'daki duvarları 85. yıl afişleri ile donattılar...
Saldırıyı gerçekleştirenlerin anlamadığı ve beklemediği şey ise komünistlerin bu saldırıyı yanıtsız bırakacaklarını zannetmeleridir. Tüm insanlığın eşit, özgür ve insanca yaşayacakları bir düzen için mücadele edenler bu saldırıya elbette ki pabuç bırakmadılar ve bundan sonra da bırakmayacaklar. Son zamanlarda ülkede yaşanan esnaf provokasyonlarını ve linç girişimlerini kendilerine örnek alarak TKP üyelerine saldıranlar karşılarında kimlerin olduğunu saldırdıkları zaman bilmiyor olsalar da, sonrasında öğrenmişlerdir. Memleketi satanların tetikçiliğini yapanlar karşılarında yurtseverlerin örgütlü gücünü gördüklerinde ya arabalarına atlayıp kaçmış ya da kuyruklarını kıstırıp ellerine tutuşturulan bildiriyi okumuşlardır."
Bunları okuyan her kişi, bu pasifistlerin ne kadar "direngen" olduklarını hemen anlayacaktır. Hem onlar başkalarına, şu Trabzon'da linç edilmeye çalışılanlara hiç benzemezler, benzetenleri "benzetirler", bilmeyenlere "öğretirler". İşte pasifizmin yiğitliği böyle gerçekleşir. [**] Bugün BBP genel başkanlığını yapan eski Ülkü Ocakları başkanı M. Yazıcıoğlu şöyle söylemektedir:
"Müslümanın iki ayrı hayatı olamaz. Maddi hayatını düzenlerken başka, manevi hayatını düzenlerken de başka bir felsefeye göre davranamaz . Sadece din ve ibadet konularına Allah'a yönelik bir şahsi ve nefsi mesele olarak görmenin, ama siyasi, içtimai ve iktisadi meselelerde 'Allah'ı işe karıştırmamak' felsefesiyle hareket etmenin insanı iki ruhlu, iki yüzlü bir hayat anlayışına götüreceğini söylersek herhalde yalnızca gerçeği belirtmiş oluruz. Müslümanın maddi ve manevi hayatında tam bir uyum ve ahenk olmalıdır."