12 Eylül, "yıldırım ve gökgürültüsü"yle geldi. Baskı, terör, işkence ülkenin her ilinde, ilçesinde, kasabasında görülmedik şiddette ve yoğunlukta sürdürüldü. İnsanlar sindirildi, pasifize edildi. Korku, düş kırıklığı ve yılgınlık insanların dört duvar arasına kapanmasını getirdi.
12 Eylül terörü insanların beyinlerinde derin izler bıraktı. İnsanlar devrimle ilgili hiçbir şey duymak istemez hale getirildi. Ve ardından boşaltılmış beyinlerin çeşitli söylemlerle, söylencelerle ve "yeni" ideolojilerle doldurulmasına sıra geldi.
Yine de insanların devrim isteği, devrimci mücadele çabası tümüyle sonlandırılamadı.
Ardından 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı geldi.
Amerikan emperyalizmi, dünya çapında yeni bir ideolojik saldırı başlattı. Doğrudan CIA tarafından finanse edilen "medya" ve "aydınlar" operasyonları düzenlendi. Kendilerini "sol"da kabul eden, hemen her durumda "marksist" olmakla övünen küçük-burjuva aydınları ile devrimci saflarda yer alıp yılgınlığa düşenler bu operasyonların öznesi olarak ortaya çıktılar.
Legalizm baş tacı edildi. Silahlı devrimci mücadele "adı söylenmezlerin mücadelesi" haline getirildi.
Öyle bir süreç başlatıldı ki, gerçekler tersyüz edildi. Bunun başarılamadığı yerde, yeni "gerçekler" uyduruldu. Söylenceleri söylenceler, rivayetleri rivayetler izledi. Demagoji başlı başına "bilimsel söylem" haline dönüştürüldü.
12 Eylül öncesindeki faşist milis saldırılarla yaşamını yitirme noktasına gelmiş bir "bilim adamı", faşist milislerin ilk finansatörü, destekçisi ve emperyalizmin işbirlikçi burjuvası Sakıp Sabancı'nın ardından şunları yazabildi: "Vehbi Koç gibi, Sakıp Sabancı'nın arkasında bıraktığı eser de, ulusal sınırları aşıp kimliğini ortaya koyduğu kadar, ülkemizde emeğe açtığı büyük olanaklar bakımından övgüye lâyıktır. Fabrikalar, teknik ve sosyal bir olgudur. Sakıp Sabancı'nın cenazesinde yürüyenlerin arasında, sıradan büyük bir halk kesimi de vardı: Çalışanlara 'ekmek kapısı' açmış bir kişinin ruhuna dua ediyorlardı. Ayrıca, 'alçakgönüllülüğü' de bağlamıştı halkı. Yaygın şöhreti, okulları ve üniversitesi ile, eğitime olan katkılarından da geliyordu. Sanat severliği, müzeciliği de unutulmaz... Özetle, sıradan bir sanayici değildi giden; topluma ve yaşamın güzelliklerine açılan bir kişi, bir 'kişilik'ti... Onuruyla yaşayıp ölen bir kuşaktandır o! Anısının önünde saygılarla eğilelim..." (Server Tanilli, Cumhuriyet, 23 Nisan 2004.) 12 Mart döneklerine 12 Eylül dönekleri eklendi. Devrimci mücadeleyi, silahlı devrimci mücadeleyi kötüleyen, karalayan her söz "medya"da geniş yer buldu. Legalistlerin katkılarıyla devrimci mücadelenin tarihi ve stratejisi bir "hilkat garibesi"ne dönüştürüldü. Devrimin adı "umut", devrimci mücadelenin adı "umudu büyütmek" oldu.
İnsanların tarih bilincinin silindiği, tarihin çarpıtıldığı ve yer yer tümüyle değiştirildiği bu ortamda, eline para sıkıştırılan her "eski solcu", geçmişe ilişkin, devrimci mücadelenin pratiğine ilişkin gerçekdışı ve çarpık "anılar"la ortaya çıktılar. Legalistler legalizmleri için, oportünistler oportünistlikleri için "en büyük tehlike" olarak gördükleri silahlı devrimci mücadelenin tarihinin ve teorisinin çarpıtılmasını yürekten desteklediler. Ellerinden geldiğince bu çarpıtma ve değiştirme operasyonlarına gönüllü olarak katıldılar.
İşte bu ortamda yetişen yeni kuşaklar, demagojilere alışkın kulaklarıyla devrimci mücadelenin tarihine ve gerçekliğine ilişkin çarpıtılmış ve değiştirilmiş bilgileri öğrendiler.
Ve tarihler 23 Mart 2007'yi gösterirken, silahlı devrimci mücadelenin ilk büyük eylemlerinden birisinin hedefi olan Kadir Has "hakkın rahmetine" kavuştu.
Kadir Has'ın ardından, yeni kuşakların "aşk yazarı", "unutulmaz belgesel yapımcısı", "araştırmacı-yazar" diye belledikleri Can Dündar, tüm pişkinliği ile şunları yazabildi: "Has, Coca Cola'nın Türkiye temsilcisiydi. Dev-Genç ise emperyalizmin simgesi olarak gördüğü Cola'ya karşı mücadele veriyordu. Trajikomik belki: O yıllarda Cola üretiminde olduğu kadar Cola'ya karşı mücadelede de Kadir Has'ın finans desteği vardı. Kendisine rahmet, ailesine başsağlığı diliyoruz." (Kadir Has ile Mahir Çayan, Milliyet, 24 Mart 2007.) Her ne kadar Can Dündar'ın yazısı "rahmet" ve "başsağlığı" ile bitirilmişse de, içinde Türkiye tarihinin en önemli eylemine ilişkin türlü "ayrıntılar" birbiri ardına sıralanmıştır.
Kadir Has'ın "moda"ya uygun olarak bir gazeteciye yazdırdığı "anıları"ndan uzun alıntılar yapan Can Dündar, gerçeğin ne olduğunu "araştırma" gereği bile duymamıştır.
Can Dündar, yazısında, bir yandan "Fezal Has yiğit kadındı. Kapıda 'Kocamın kılına halel gelirse silahla peşinize düşerim' diye bağırdı" diye yazarken, diğer yandan THKP-C'nin "işbirlikçi tekelci burjuvazinin en irilerinden, mülti milyoner Kadir Has, Mete Has ve büyük toprak mütegalibesi Talip Aksoy'un günlük hasılatlarının kamulaştırılması" eyleminde alınan 400.000 liranın "akıbeti"nin peşine düşmüştür: "Sonraki yıllarda hep karşılıksız yaptığı hayır işleriyle anılacaktı. Ancak hayatında verdiği en unutulmaz 'karşılıksız para' buydu. Diğer hayır işlerinin nereye gittiği belliyken, bu 400 bin liranın ne olduğu anlaşılmadı." Ancak "araştırmacı-yazar" Can Dündar paranın arkasını bırakmaya hiç niyetli değildir. Ve sahneye Kamil Dede'yi çıkartır: "O para başımıza bela oldu. Numaralarını almışlar. Bozdurmak istediğimizde her yerde liste vardı. 143 bin lirasını Hava Kuvvetleri'nde tanıdığımız mutemet kanalıyla değiştirdik. Ve parayı yayın çıkarmada, örgüt ihtiyaçlarında, evlerin kirasında kullandık." Evet, bugün D. Perinçek'in İP'inin "genel sekreter yardımcısı" Kamil Dede, eylemde alınan 400 bin liranın "akıbetini" böyle anlatmaktadır.
Kamil Dede'nin bu anlatımı, Necmi ve İlkay Demir'le birlikte "sosyal emperyalizm"i keşfederek THKP-C'yi karalamakta birbirleriyle yarışa giren döneklerin anlatımından başka bir şey değildir.
Kamil Dede'ye inanılırsa, eylemde elde edilen para "yayın çıkartmada, örgüt ihtiyaçlarında, evlerin kirasında" kullanılmıştır.
Doğrudur. Alınan para "örgüt ihtiyaçlarında" kullanılmıştır. Ancak Kamil Dede 4 Haziran 1971 tarihinde tutuklanmış olduğundan paranın "akıbeti"ni bilecek durumda değildir.
Her ne kadar bu "küçük ve önemsiz bir ayrıntı" olarak kabul edilebilse de, olayların içinde doğrudan yer almayanların uydurmalarının ya da üçüncü şahıslar ağzından öğrenilmiş rivayetlerinin gerçekmiş gibi sunulmasının bir örneğidir.
Askeri savcılığın iddianamesinde de yer aldığı gibi, "numaraları tespit edilmiş olan paralar" 200 bin lira olup, bunun 140 bin lirası Haziran ayında Yusuf Küpeli'ye teslim edilmiştir. Mahir'lerin yakalanmasından sonra, THKP-C'nin çizgisini "sol sapma" olarak ilan eden Yusuf Küpeli döneminde bu paralar, tümüyle saklanma için ev kiralanmasında ve işyerlerinin açılmasında kullanılmıştır. Böylece Yusuf Küpeli, örgüt parasıyla (silahlı eylemlerden ya da üye aidatlarından elde edilen paralarla) işyeri açma "geleneği"ni sola armağan etmiştir.
Tarih, tarihtir. "Küçük ve önemsiz ayrıntılar" kişiler tarafından "unutulmuş" ya da "doğru" anımsanmayabilir. Ancak tarihin yapıldığı zamanlarda, tarihin o bölümünde yer almamış insanların "bilen" kişi edasıyla konuşması, tarihin çarpıtılmasının basit araçları haline gelmiştir.
Evet, Türkiye tarihinin en önemli bir eylemine ilişkin Can Dündar'ın tanıklarından birisi "rahmetli" olmuş, diğeri bilmediği bir konuda konuşturulmuştur. Dün Sakıp Sabancı'nın ardından Server Tanilli "yağdanlık" yaparken, şimdi sıra Can Dündar'a gelmiştir.
Günümüzde "yükselen değer", işbirlikçi burjuvaların safında yer almak, onlara yaranmak, "yağdanlık" yapmaktır. Üstelik bu işi yapabilmek için, şöyle ya da böyle bir "sol" geçmişe ve görünüme ihtiyaç vardır. Her ne kadar Can Dündar'ın "geçmişi" lise yıllarında "sola bulaşmak" ve sonrasında sıkıyönetim mahkemelerinde DY duruşmalarını izlemekle sınırlıysa da, o, "sol kariyeri"ni "medya" aracılığıyla yapmıştır. Şimdi bu görevini, "bağımsız demokrat adaylar" listesine "şakacıktan" adını yazdırarak yerine getirmeye çalışmaktadır.
Ama bütün bu çarpıtmalar, çarpıklıklar Can Dündar'ın işbirlikçi burjuvaziye yaranma çabası olarak değerlendirilse de, Can Dündar'ı Alaattin Çakıcı'nın "akıllı ol" tehdidinden kurtarmaya yetmemiştir. Bakalım "bağımsız demokrat aday" olarak meclise girmek kurtaracak mı?