"Bu Birahane Kadın Çalıştırıyor.
Cemil Bundan Vazgeç"[1*]
Son dönemlerde solda yeni bir söylem gelişti: Çeteleşmeye ve yozlaşmaya karşı savaş!
Özellikle Yürüyüş çevresinin öne çıkarttığı bu "savaş" söylemi, "kültürel yozlaşma"ya karşı "mücadele"den çok farklı olarak, "pratik müdahaleler" adı altında "eylem"e dönüştürülmüştür.
"Küçükarmutlu halkı, bu konuda da hemen her zaman belli bir mücadele sürdürdü, bir buçuk aydır ise daha yoğun bir çaba ve örgütlenmeyle mahallesini yozlaşmaya karşı korumaya çalışıyor.
1,5 aydır her akşam 50-100 kişilik gruplar halinde mahallenin genelinde devriyeler gezerek, kontroller yapıyor. Mahallede uyuşturucu satan, gençleri özendiren, fuhuş yapan, yaptırdıkları tespit edilen, hırsızlık yapan kişiler, halkın karşısına çıkarılıp teşhir edilerek yine halk tarafından dövülerek cezalandırılıyor."[2*] (abç) Oysa "legal olanaklardan yararlanmak" gerekçesiyle birbiri ardına açılan "kültür merkezleri"ndeki "kültürel etkinliklerin" gerekçesi olarak sunulan "yozlaşma", hemen her durumda 12 Eylül sonrasındaki depolitizasyon ve ideolojisizleşmeye karşı "mücadele"ye dayandırılmıştır. Bu boyutuyla, burjuva ve küçük-burjuva ideolojilerine karşı mücadele ile gerekçelendirilen "yozlaşmaya karşı mücadele", son tahlilde "yoz kültüre karşı devrimci (ya da sosyalist vb.) kültür" olarak solun pratik faaliyetinin ağırlık noktasını oluşturmuştur.
Kimi durumda yalın biçimde "ideolojik mücadele" içinde ele alınan, kimi durumda "globalizm" propagandalarıyla birlikte yaygınlaştırılan "beyaz Türkler"in "life style"ne "karşı duruş" olarak sunulan "yozlaşmaya karşı mücadele", her durumda "kültür merkezleri"nin varlığının meşruiyeti olarak kullanılmıştır.
Başlangıçta ekonomik, politik, felsefik konularda "seminerler", "kurslar" şeklinde yürütülen "kültürel etkinlikler", giderek değişik sanat alanlarında "atölyeler", "insiyatifler" oluşturulmasına dönüşmüş ve nihayetinde "pırıl pırıl", "deniz manzaralı" "sanat ve kültür mekanları" halini almıştır.
Gelişim öylesine bir noktaya ulaşmıştır ki, artık bu "mekanlar" "beyaz Türkler"in "elit mekanlar"ıyla yarış eder hale gelmiştir. Salsa, perküsyon kurslarının yapıldığı NKM, Beksav'ın "deniz manzaralı" son "mekan"ı bunun tipik örnekleridir.[3*]
Neyin neden yapıldığı, nereden yola çıkıldığı, nereye gidilmek istendiğinin önemi kalmamış, sadece bir "kültür merkezi"ne sahip olmak tek amaç haline gelmiştir. Bir bakıma, 1980 öncesinin "dernekler" etrafındaki örgütlenme anlayışı[4*] "kültür merkezleri" etrafında örgütlenmeye dönüşmüştür. Bu öylesine yaygınlaşmıştır ki, mahalle "festivalleri", film "festivalleri", konserler ve nihayetinde "yaz kampları", başlı başına "sol" faaliyet haline gelmiştir.
Sürece yakından bakıldığında, tüm yapılanlar, her görüşten sol oluşumun kendi örgütlenmesini geliştirmek amacıyla kendiliğindenciliğe boyun eğişi, daha tam ifadeyle somut koşulların "modasallık"ına kapılıp gitmesinden başka bir şey değildir.
Sorun, dünyada ve ülkede nesnel koşullar alabildiğine olgunlaşırken, öznel koşulların (tek tek siyasal yapıların kendi örgütsel koşulları dahil) bu gelişime ters orantılı olarak sürekli gerilemesi karşısında ortaya çıkan çaresizliktir.
Kendilerince ve bildiklerince her yol denenmiştir.
Her sol örgütlenme, ilk başlangıçta sendikal çalışmalar içinde yer alarak, Türk-İş içinde örgütlenerek "işçi sınıfı içinde kök salmak" peşinde koşmuştur. Çoğu durumda herhangi bir sendikanın herhangi bir kentteki (çokluk ve neredeyse tümüyle İstanbul) bir şubesini ele geçirmekten öteye geçilememiştir.
Türk-İş'in "sendika ağaları" bu durumun en büyük engeli olarak görülmüş, "sendika ağalarına karşı mücadele" söylemleri geliştirilmiş, "devrimci sendika" kurmak için "işçi kurultayları" düzenlenmiş, ama yine de bir adım öteye geçilememiştir.
Ardından "kamu emekçileri" ortaya çıkmıştır. KESK bu gelişmenin adı olurken, tüm umutlar "kamu emekçilerinin mücadelesi"ne bağlanmıştır. Bu kez de KESK yönetimini ele geçirmiş olan ÖDP'liler (özel olarak 1980 öncesinin DY artıkları) engel olarak ortaya çıkmıştır.
Yine de KESK ve "kamu emekçilerinin mücadelesi", legalist ve legalize olmuş sol örgütlenmelerden "bireysel solcu"lara kadar her kesim ve kişinin "mücadele" alanı olarak uzun süre solun gündeminde yer almıştır. Bu "mücadele"nin ağırlığını ÖDP'de yer alan "eskiler"in kendi iç mücadeleleri ve çekişmeleri oluşturmuştur. Zaman zaman "solun birliği" paravanasıyla gizlenen bu iç çekişmeler ve çatışmalar, bir süre sonra ÖDP içindeki "eskiler"in bir bölümünün ayrılmasıyla sonuçlanırken, KESK "kamu emekçileri" örgütlenmesinde toplu sözleşme görüşmelerinde güçsüz ve yetkisiz bir sendika haline gelmiştir.
Bu "mücadele"den geriye kalan, KESK'in önemsizleşmesi ve "kamu emekçileri" hareketinin Memur-Sen vb. sağ sendikaların egemenliğine geçmesi olmuştur.
1996 Gazi olayları (solun bir bölümünün söylemiyle "Gazi ayaklanması"), 1 Mayıs'lardaki kitlesellik, bu aşamada "yeni" bir çalışma tarzının ve örgütlenme alanının ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Kimilerinin "varoşlar" dediği gecekondu bölgelerinde, özellikle liselilere dayanan "mücadele"ler, hemen her olayda bu bölgelerde düzenlenen barikatlı, molotoflu eylemlerle sürdürülmüştür. Bu eylemler, belediye otobüslerinin yakılması eylemleriyle en üst boyutuna ulaşmıştır. Sadece İstanbul'un bazı gecekondu mahallelerinde sürdürülen bu "mücadeleler" de bir süre sonra yavaşlamaya ve giderek durma noktasına gelmiştir.
Solun "bürokratik yapılanmaya" sahip kesimlerinin sendikal alanlardaki sıkışmasına ve küçülmesine benzer bir durum bu mahallelerde örgütlenen sol kesimler için de ortaya çıkmıştır. Gecekondu eylemlerine katılım gittikçe düşmüş, polisin yoğun baskısı ve diğer başka nedenlerle 5-10 kişilik "korsan"ların dışında bir şey yapılamaz hale gelmiştir.
Bu gelişme karşısında gecekondu mahallelerine dayanan ve tüm varoluşunu buna bağlamış olan sol örgütlenmeler, çareyi "kültür merkezleri" oluşturmakta ya da varolan derneklerde "kültürel etkinlik"ler örgütlemekte bulmuşlardır. Artık sokaklardan dernek binalarına geri çekilinmiştir. Yapılanlar ise, "eğitim, dil kursu, üniversite hazırlık, müzik, saz, gitar, koro, halk oyunları, tiyatro, şiir, panel, film gösterimleri, müzik dinletileri"nden ibarettir.
İşte böylesine bir geri çekilişte "yaz tatili" "bulunmaz fırsat" olarak ortaya çıkmıştır. "Yaz kampları" bu durumun ve gelişimin ürünü olmuştur.
1990 başlarında silahlı mücadeleyi savunduğunu söyleyen örgütlerin "eğitim aracı" olarak keşfedilmiş olan "yaz kampları", bu kesimlerin giderek legalizasyonuyla birlikte önemsizleşmişken, yeni dönemde "alternatif tatil olanağı" olarak yeniden keşfedilmiştir.
Böylece "varoşlar"da "yoz kültür" olarak anlatılan su katılmamış küçük-burjuva yaşam tarzı ve ideolojisi, solun "alternatif kültür" faaliyetlerinin gerçekliği halini almıştır.
Amacımız, içinde bulunulan somut koşullarda ya da geçmişte solun ne yaptığını anlatmak değildir. Ortaya koymaya çalıştığımız, kendilerini nasıl tanımlarlarsa tanımlasınlar, her durumda solun örgütlenme çalışmalarının kısır döngüye girdiği, bu döngüyü kırmak için yapılan her girişimin bir başka kısır döngüye yol açtığı ve bu kısır döngü içinde eski görüşlerin ve söylemlerin tam tersi olan yeni görüşler ve söylemler ortaya atıldığıdır. Bu öylesine sorunlar doğurabilmektedir ki, kimi örgütlenmeleri kendi çizgilerinin öngörmediği, hatta "küçük burjuva maceracılığı" olarak ilan ettiği silahlı devrimci örgütlerin basit ve sıradan bir taklidi olan "silahlı kuvvetler" oluşturmaya itebilmiştir. Bugün varlığından bile söz edilemeyecek "geleneksel" çizgilerinin şehir gerilla eylemlerini dışladığı bu legalist örgütlenmeler, bu itme içinde silahlı eylemlere (ki kesinkes şehir gerillası olarak tanımlanamaz) yönelmişlerdir. Kendi çizgilerinin öngörmediği bir yöne savrulduklarından, bir süre görece baskı koşullarının dışında bu eylemleri sürdürebilmişlerdir.
THKP-C ya da TKP/ML "mirasçısı" olarak ortaya çıkan bazı örgütler ise, "miras"ına sahip oldukları çizgiyi sürdürebilmekten uzaklaştıkları oranda, kendilerini legalize etmişler ve tüm diğer legalize olmuş hareketlerin bir benzerine dönüşmüşlerdir.
İşte "çeteleşmeye ve yozlaşmaya karşı savaş" adı altında İstanbul "varoşlarında" bu yaz ortaya çıkan "eylemler", bu çaresizliğin, kendiliğindenciliğin ve daha da önemlisi kitle kuyrukçuluğunun, popülizmin ifadesi olmaktadır.
Gerçeklik böylesine yalın ve açık olmakla birlikte, bunların bu şekilde ortaya konulması fazlaca da etkili olmamaktadır.
Herşeyden önce bu türden "eylemler"in içinde yer alan ya da bunların yapılmasını "doğru ve haklı" bulanlar açısından kendiliğindencilik, kitle kuyrukçuluğu gibi "hakaret unsuru" taşıdığı kabul edilen belirlemeler, ne kadar bilimsel olurlarsa olsunlar, ne kadar nesnel gerçekliği ifade ederse etsinler, her durumda "hakaret" olarak algılanacak, söylenenler sadece bu nedenle dışlanacaktır. (Burada "hep konuşuyorsunuz, siz de yapın da görelim"ci demagojileri ayrıca belirtmeye gerek yoktur.)
Yaz tatili döneminde bazı gecekondu mahallelerindeki "yozlaşmaya karşı savaş" şöyle gerekçelendirilmiştir: "Okmeydanı'ndaki esnaf, 12 Eylül öncesine dönmek istiyor. Çünkü o yoksul semtlerin apolitikleştirmeyle, yozlaştırma politikalarıyla bozulmamış halini istiyor ve şöyle diyor: 'Ben 12 Eylül öncesindeki mahallemi istiyorum. Her gün her gece birinin evine hırsız giriyor. Güpegündüz biz kendimizden korkuyoruz. Nasıl bir mahalle olmuş burası, eskiden insanların birbirine saygısı sevgisi vardı. Tekrar öyle olması lazım. Siyasiler ve mahallenin büyükleri bu sorunların çözümüne öncülük etmeli.' Esnafın talebini karşılayamıyor yeterince devrimciler."[5*] (abç) Bu "kitle" isteminden yola çıkarak "yozlaşmış" kesimlere yönelik "döverek cezalandırma" eylemlerini eleştirenlere karşı da şunlar söylenmektedir: "Devrimcilerin halkın sosyal yaşamına müdahil olması gerekli ve önemlidir. Evet, 'namus bekçiliği' yapacağız, evet, zabıtalık yapacağız, evet, 'bizden sorulur burası' diyeceğiz. Nereden, hangi kılıf altında gelirse gelsin, yozlaştırmaya, apolitikleştirmeye dur diyeceğiz. Dur demek bir; yaşam biçimimizle örnek olmakla iki ideolojik ve kültürel faaliyetlerimizle hayatı doldurmakla üç pratik müdahalelerle mümkündür. Toplumsal çözülme ve çürüme, devrimin engelidir. Devrimci iddia, bu engeli aşmayı, en azından bulunduğu alanlarda etkisizleştirmeyi gerektirir."[6*] Bir yıl önce daha bilimsel, daha teorik görünüm altında konuşulduğunda ise şunlar söylenmiştir: "Yozlaşma, halkın geçmişten bu yana yarattığı, gelenekselleştirdiği olumlu gelenek, kültür, ahlaki özelliklerinin toplamı olan manevi değerlerinin bozulması, içinin boşaltılması ve bunların yerine emperyalist yoz kültürün geçmesidir.
Yozlaştırma politikası, bir yandan halkın asırlardan bu güne taşıdığı olumlu değerlerin içi boşaltılırken, diğer yandan da bunların yerine burjuvazinin kültürünün ve lümpen bir kültürün empoze edilmesinden oluşuyor."[7*] (abç) Ve son söz de şöyledir: "Halk açısından bakıldığında yozlaşma, mevcut ekonomik, siyasi koşulların ortaya çıkardığı bir nesnelliktir."[8*]
Burada sapla samanın, emperyalist "yoz kültür" ile "burjuva kültürü"nün birbirine karıştırılmış olmasının hiç önemi yoktur. Tıpkı "manevi değerler"in neler olduğunu, bunların "bozulması"dan kimlerin şikayetçi olduğunu tartışmanın, anlatmanın önemi olmadığı gibi.
Şüphesiz bu değerlendirmelere, gerekçelendirmelere karşı herkes bir şeyler söyleyebilir. Ve bunlara, "biz yaptık, oldu" diyerek karşı da çıkılabilir. Tıpkı İBDA-C'nin bir dönem "ahlaksızlık" yerleri olarak gördüğü birahaneleri bombalaması gibi, "ılımlı islamcı"ların kahvehaneleri, birahaneleri değişik gerekçelerle kapatması gibi.
Hatta "yozlaşma"ya karşı "döverek cezalandırma" yandaşlarının bir yıl önce söyledikleri gibi de söylenebilir: "... diyelim uyuşturucuya, kumara yönelen gençler var, kimi arkadaşlar hemen dövelim, mahalleden atalım diye 'kestirme' çözümler önerebiliyorlar. Elbette bu tür yöntemler de gerekli olabilir ama bu en son noktada ve uyuşturucunun, kumarın karşımıza çeteleşme şeklinde çıktığı durumlarda düşünülebilir."
"Yozlaşma dediğimiz şey, fuhuştan, uyuşturucudan ibaret değil, ki çoğunlukla böyle algılanıyor, bütün olarak halkçı değerlerin tahrifatıdır. Dolayısıyla da yozlaşmaya karşı mücadele daha kapsamlı bir mücadeledir."[8*] İster bilimsel ve teorik sözlerle "yozlaşma, halkın ... manevi değerlerinin bozulması, içinin boşaltılması ve bunların yerine emperyalist yoz kültürün geçmesidir." denilmiş olsun, ister "ekonomik ve politik hegemonyayı sürdürmek için, kültürel hegemonya da şarttır; ABD sisteminin bir dünya sistemi olması demek, Amerikan yaşam tarzının ve Amerikan kültürünün ve dolayısıyla Amerikan mallarının dünyaya taşınması demektir"[9*] diye açıklansın, konu her durumda "biz yaptık, oldu"yla karşı karşıya gelecektir.
İddia büyüktür: "Kim bugün yozlaştırma politikalarına karşı yapılan eylemleri 'namus bekçiliği', 'zabıtalık' diye görüyorsa, halkın durumundan da, kitle çalışmasından da bihaberdir. Ancak halkı örgütleme ve devrim diye bir derdi olmayanlar, eylemleri böyle görebilir."[10*] Bu nedenle, "manevi değerler"in ne olduğunu ele alıp, "manevi değerlerin bozulması, içinin boşaltılması ve bunların yerine emperyalist yoz kültürün geçirilmesi"ni tartışmak, değerlendirmeler yapmak ve çözümlerden söz etmek "boş çaba" olacaktır.
Oysa geçen yıl büyük laflar edilmiştir. "Ekonomik ve politik hegemonya sürdürmek için, kültürel hegemonya da şarttır"[11*] gibi "sivil toplumcu", Gramscici teorilerden alınma ağızlarla konuşulmuştur.
"Yozlaşmaya karşı devletin sözde çözümlerinin bir işe yaramadığı artık açıktır. Pisliği üreten sistemin kendisidir. Pislik işbirliği yaptıkları emperyalizmin yoz, bencil, bireyci kültürüdür... Fakat bizler hepimizi ilgilendiren, yaşamımızı doğrudan etkileyen yozlaşma karşısında çaresiz, çözümsüz değiliz. Çözüm; emperyalist, yoz kültüre karşı kendi değerlerimizi korumak, yaşatmak; açlığa, yoksulluğa karşı mücadele etmektir. Örgütlü olmak, paylaşımı, dayanışmayı, direnmeyi hayata geçirmek yozlaşmaya karşı yapabileceğimiz en güçlü savunmadır."[12*] denilmiş olması da önemli değildir.
Çünkü "kültür merkezleri" temelinde yürütülen "alternatif kültür etkinlikleri", derneklere kapanmayı getirmiş, 1 Mayıs'ta görüldüğü gibi, "gösteri" için gerekli "sayısallık" bile tutturulamamıştır. Öte yandan ise, sadece İstanbul ve İstanbul'un "varoşlar"ında, toplu konutlarda değil, ülkenin pek çok kentinde kapkaççılıktan, hırsızlıktan, fuhuştan, "televoleci kültür"den yakınmalar artmış, şikayetler yükselmiştir. Bunun sonucu olarak solun varolduğu küçük mahalle ilişkilerinde "sizler nasıl devrimcilersiniz, bu ahlaksızlara karşı neden bir şey yapmıyorsunuz" sözleri daha sık duyulur olmuştur.
Bir kez "yozlaşma" devletin, sistemin, düzenin (hangi sözcük uygun görülürse) kendisi tarafından teşvik edildiği, onların "politikası" olduğu kabul edildikten sonra, devlete, sisteme, düzene karşı mücadele kaçınılmaz olarak "yozlaşmaya" karşı mücadeleye, "savaş"a indirgenebilmektedir.
"Yozlaşma, halkın ... manevi değerlerinin bozulması" olarak bir kez kabul edildi miydi, kaçınılmaz olarak "manevi değerler"in savunucusu olunacaktır. Bunun hırsızlık, fuhuş, uyuşturucu, alkolizm vb. "pisliklere karşı savaş" haline getirilmesi çok da önemli değildir.
Bu çaresizliktir, ama perspektifsizliğin çaresizliğidir.
Okulların tatil olduğu yaz aylarında sokaklarda "boş" gezenlerin çoğaldığı, belediyelerin halk konserleri, solun "festivalleri" ile zamanın "öldürülemediğinde" "halkın talepleri"ne "kulak vermek" sıkça karşılaşılan bir durum olsa da, "emperyalist yoz kültür" tanımlanmadığı ve bilinmediği koşullarda, yapılanlar sadece "biz yaptık, oldu"dan ibarettir.
Yine de "sorun" varlığını sürdürecektir.
İddia edildiği gibi, "Kim bugün yozlaştırma politikalarına karşı yapılan eylemleri 'namus bekçiliği', 'zabıtalık' diye görüyorsa, halkın durumundan da, kitle çalışmasından da bihaberdir. Ancak halkı örgütleme ve devrim diye bir derdi olmayanlar, eylemleri böyle görebilir" olarak kalmaktadır.
Kendi pratiklerinden de bildikleri gibi, "yozlaşma"ya karşı "alternatif kültür etkinlikleri" hiçbir işe yaramamıştır. Yapılan tüm "etkinlikler"e karşın, derneklere gelenlerin sayısı sürekli azalmıştır. Grup Yorum konserleri, konser olmaktan bir adım öteye geçmemiştir. Kitlesel ölçekte 12 Eylülden bu yana süre giden depolitizasyon eksiksiz sürmeye devam etmiştir. 1996'da 1 Mayısta yakalandığı varsayılan "kitlesellik" her geçen gün azalmış, "kadro" çoğaltılamamış, eskiler giderken yerleri yeni katılımlarla doldurulamamıştır.
Bu durumda belirlenmiş bir siyasal çizgiyi, stratejik çizgiyi (eğer varsa) pratiğe geçirmek için gerekli "insan unsuru" da ortaya çıkmadığı için, giderek bir bütün olarak sol güçsüzleşmiş ve sol içindeki "güç oranları" değişiklik göstermiştir.
Kestirme çözüm bulunmuştur: "halkın taleplerine kulak vermek".
Bu "talep"lerin ne kadar devrimci talepler olduğunun da önemi kalmamıştır. Siyasal yazında "popülizm" denilen "çizgi", böylece kendi meşruiyetini yaratmaktadır.
Bugün örgütsel adları ne olursa olsun, legalize olmuş ve legalist sol tümüyle küçük-burjuva yaşam tarzının içinde ve ideolojisinin etkisi altındadır. Bu etki, gerek küçük-burjuva "aydını" gibi görünen "globalizm" yandaşlarıyla kurulan ilişkilerle, gerekse "medya"nın gündem belirlemesiyle sürekli hale gelmiştir. Bu küçük burjuva kesimler günlük yaşamlarında hangi sorunlardan etkileniyorlarsa, bu sorunlar "medya"nın gündem maddesi olmakta ve aynı biçimde legalize sol tarafından içselleştirilmektedir.
Evet, ister gecekondu bölgesindeki esnaf, ister herhangi bir ilçe ya da kasabadaki esnaf, her durumda esnaftır, sözcüğün tam ve gerçek anlamıyla küçük-burjuvaziyi oluşturur. Hırsızlıktan şikayet eden esnaf da, müşterisini kandırmaya çalışan, tartıda hile yapan, bozuk mal satan esnaf da bir ve aynı esnaftır. Perakendeci ticaretten toptan ticarete atlamayı, oradan da büyük ticaret burjuvası olmayı hayal eden de aynı esnaftır.
Kredi kartlı yaşam sürdüren, ithal malları tüketicisi "toplu konut" sakinleri de, çocuklarının kumara, uyuşturucuya, oyunlara tutsak olmasından şikayet edenler de bir ve aynıdır.
Maaşlarının yükselmesinden çok kredi kartının limitlerinin yükselmesini, faiz oranlarının düşmesini isteyen "kamu emekçileri" de, KESK'ten Memur-Sen vb. sağ sendikalara geçen "kamu emekçileri" de bir ve aynıdır.
Solun "yozlaşmaya karşı savaş"çılarının her fırsatta dile getirdikleri "yoz kültür"ün sürdürücüleri de, içselleştirenleri de aynı kesimlerdir.
Bugün biraz Marksizm-Leninizm bilgisine sahip olan herkesin bilebileceği gerçek, küçük-burjuvazinin bir yandan kapitalizm tarafından yoksullaştırılıp, mülksüzleştirilirken, diğer yandan burjuva olma hayalleri kurduğu gerçeğidir.
"Globalizm" ve AB propagandalarıyla nasıl bir yaşam tarzının pazarlandığını bugün bilmeyen kalmamış gibidir. Pazarlanan bu yaşam tarzının nasıl bir yozlaşmayı temsil ettiğini anlatmak bile gereksizdir. Ama bunların hiçbirisi fuhuştan hırsızlığa, kapkaççılıktan kumara kadar özel mülkiyet düzeninin kendi tortularını, bu tortular içinde yaşayan lümpen kesimlerin varlığını açıklayamaz.
Yine de dün, "mahallemizi güzelleştirelim" diyerek belediyenin temizlik işlerini "devrimci görev", "kitle çalışması" olarak sunan sol kesimlerin, bugün "zabıta" görevine talip olmalarında çok şaşırtıcı bir yan yoktur.
Geniş halk kesimleri 12 Eylülle birlikte apolitikleştirilmiştir.
Hemen herkes geleceği değil bugünü, yarınları değil yaşanılan anı yaşamakla yetinmektedir. Bir AB pasaportu uğruna kendi ülkesinden bile vazgeçmeye hazır bir kitle yaratılmıştır. Ulusal kalkınma çoktan unutulmuş, ekonomik büyüme sadece borsacıların, rantiyelerin "yatırım planlaması"nın unsuru haline getirilmiştir. "Kemalizm" olarak sunulan "atatürkçülük paradigması" yerle bir edilmiştir. "İmaj herşeydir" çığlıkları eşliğinde kozmetik sanayi ve estetik cerrahi "patlama" yaparken, lise birinci sınıfa kadar sorumlu tutulan öğrenciler üniversiteli olmuştur.
Bugün ister globalizm yandaşı olsun, ister kendisini "ulusalcı" olarak tanımlasın, hemen tüm küçük-burjuva "aydın"ı düzenin çivisinin çıktığından şikayet etmektedir. Aşk yazılarının unutulmaz belgesel yapımcı-yazarı Can Dündar bile, "aşk"tan "huzurlu sevgiye" geçiş yapmıştır. Milliyet'in köşe yazarları reklam spotlarıyla halkı düzeltmeye çalışmaktadır. Linç girişimlerini linç girişimleri ve linçler izlerken, hemen herkes kendi "adalet"ini kendisi vermeye başlamıştır. Tecavüz sanıkları linç edilmeye çalışılırken, cezaevlerinde "kendini asmış" olarak bulunabilmektedir.
Küçük-burjuvazinin korkusunu dile getiren "kapkaççı terörü" yayınlarıyla özellikle kadınlar terörize edilirken, kapkaççıların yakalandığı yerde "dövülerek cezalandırılması" toplumsal bir olgu haline gelmiştir.
Böylesi bir ortamda "benim genelkurmay başkanım kodu mu oturtmalı" sözleri daha fazla etkili olmaya başlamış, toplumun "zaptı rapt" altına alınması gerektiği düşüncesi yaygınlaşmıştır.
Ama legalize ve legalist sol içine kapandığı "deniz manzaralı" ya da manzarasız "lüks" kafeteryalarda kitleselleşemediğini gördükçe sokaklara yönelme ihtiyacı duymuştur. Ama sokağa her çıkışlarında, bir yandan polis baskısıyla, diğer taraftan apolitik kitlenin "duyarsızlığı" ile yüzyüze gelerek yeniden "kültür mekan"larına geri dönmek zorunda kalmıştır.
1 Mayıslarda, 8 Martlarda "kitlesel"leşmeyi herşeyin önüne koyan sol kesimler, geçen yaz başlattıkları "yozlaşmaya karşı kampanya"ları kış mevsimiyle birlikte "kitlesel final" yaparak sonlandırmışken, bu yıl "yozlaşmaya" karşı "döverek cezalandırma"ya ağırlık vermek durumunda kalmıştır.
Ama daha fazla yapabilecekleri pek bir şey yoktur.
Emperyalist eğitim sistemiyle üretilmiş "rehber öğretmen", "eğitim danışmanı" aklıyla yola çıkanların yapabilecekleri tek şey müzik grupları kurmak ve futbol turnuvası düzenlemek halini almıştır.[13*]
Gramsci'nin "sivil toplumda hegemonya kurmak" teorisinden türetilmiş olan "kültürevleri"nde "sol kitle üretme" çabaları nasıl işe yaramadıysa, "esnaf" istemleriyle, "manevi değerleri koruma" söylemleriyle yapılan "zabıta" işleri de işe yaramayacaktır. Yine de yapılan "döverek cezalandırmalar"dan hoşnut olan, bunları teşvik eden bir "kitle" hep varolacaktır. Hatta yaz günlerini boş geçirmenin "devrimcilik"le bağdaşmadığını düşünenlerin "sempati"si de kazanılabilecektir. Bu da "kitleselleşme özürlü"lüğünden bir "çıkış" olarak algılanacaktır.
Yine de şu soru yanıtlanmış olmamaktadır: Yozlaşmaya ve çeteleşmeye karşı ne yapmalı?
Sorun yanlış konulmuştur. Devrimci mücadelenin böyle bir sorunu yoktur ve olamaz.
Evet, "yozlaşmaya ve çeteleşmeye karşı mücadele" diye bir sorun devrimci mücadelenin sorunu değildir. Yozlaşma ve çeteleşme olarak ortaya konulan olgular, mevcut düzenin ürünleri olduğu kadar, bu düzenin devrilmesi gerekliliğinin de olgularıdır. Devrimciler, her durumda ve her yerde mevcut düzenin gerçeklerini teşhir ederler. Sözü edilen olgular bu teşhirin ayrılmaz parçasıdır.
Zaptiye görevi üstlenenlerin de kabul ettiği gibi, bu olguların yaygınlaşmasının temelinde, devrimin nesnel koşulları alabildiğine olgunlaşırken öznel koşullarının geri kalmışlığı yatmaktadır. Kendilerinin de ifade ettikleri gibi, devrimci mücadelenin geliştiği koşullarda bu türden olgular azalır.
Bundan çıkartılabilecek tek sonuç, devrimci mücadelenin geliştirilmesidir.
Sorun tam da bu noktada ortaya çıkar.
Devrimci mücadele nasıl geliştirilecektir?
Ana ve temel sorun budur.
"Medya"nın küçük burjuva yazarlarının yazlıklarındaki orman yangınlarıyla başlayan ağlaşmalarına bakarak "gönüllü itfaiyeciliğe" adaylığını koyan solun bu soruna verebilecek yanıtı yoktur.[14*]
Sol "perspektif yitimi"ne uğramıştır. Adları, geçmişleri ve dün savundukları çizgileri ne olursa olsun, legalize ve legalist solun bir bütün olarak kafasının bastığı tek şey "günü kurtarmak"tır.
Legalize ve legalist solun mantığı, "Özlemi duyulacak olan mücadele, mümkün olan mücadeledir, ve mümkün olan mücadele belli bir anda verilmekte olan mücadeledir."[15*] Her ne kadar Lenin, bu anlayışa, "kendini edilgen olarak kendiliğindenliğe uyduran sınırsız oportünizm eğiliminin ta kendisidir"[16*] demiş olsa da.
İçlerinde "evrim ve devrim aşamaları iç içe geçmiştir" saptamaları yapanları olsa bile (Yürüyüş dergisi çevresi), yapılanlar evrim ve devrim aşamalarının kesin çizgilerle birbirinden ayrıldığı, kapitalizmin iç dinamikle geliştiği emperyalist ülke solunun yaptıklarından başka bir şey değildir.
Daha da olumsuz olanı, yapılanların, emperyalist ülkelerin "globalist" solunun ya da klasik revizyonist komünist partilerinin yaptıklarıyla bir ve aynı olmasıdır.
Bir çaresizlik içine girilmiş, bir kısır döngüye düşülmüştür. Gelişmeler bir yerden sonra durma noktasına gelmektedir. Yapılan "atılım"lar, bir süre sonra "deniz manzaralı kafeterya"lara "sıçrama"ya dönüşmektedir. Yeni katılımlar, gidenlerin yerini doldurmayacak kadar azdır. Yapmak istediklerini yapacak "kadro"ya da sahip değillerdir.
Tüm bu kısır döngü, çaresizlik içinde "biz yaptık, oldu"culuk, "en büyük kitlesellik bizde" ajitasyonları ile ayakta kalmaya çalışılmaktadır. Kendi geçmişleriyle, kendi çizgileriyle hiçbir ilişkisi olmayan mücadeleler, mücadele yolları yüceltilerek, "Denizlerin yolundayız" söylemleriyle insanlarını "motive" ederek elde tutmaya, yeni birkaç kişinin aklını çelmeye çalışmaktadırlar.
Artık öyle bir noktaya gelinmiştir ki, herhangi bir mitingde, protesto eyleminde "bindirilmiş kıtalar"la "kitlesel"lik sağlanmaya çalışılmaktadır.
Böyle koşullarda kitlelerin en gerici kesimlerinin, en gerici istemleri bile solda yankı bulabilmektedir.
Özel mülkiyet düzeninde bir esnafın hırsızlıktan yakınması ile hırsızın neden hırsızlık yaptığı birbirine karıştırılabilmektedir. Her köşe başında birahaneler açılmasının üzerinden onlarca yıl geçmişken, "alkolizm yaygınlaşıyor" diye ortaya çıkmak ne kadar "devrimci" saptama ise, birahanede "kadın çalıştırılıyor" diyerek "fuhuş yaygınlaşıyor"a karşı "savaş" ilan etmek o kadar "devrimci" mücadele olacaktır.
Bugün solun "kitleselleşmek" adını taktığı amaç, ya mitinglerde, protesto eylemlerinde "kafa sayısı"dır ya da yapmayı düşündükleri işleri yapacak insan unsurudur.
Birincisi için söylenecek çok söz yoktur. Politikayı güçlü olanın her denileni yaptırdığı faaliyet olarak algılayanların, güçlü görünebilmek için her yola başvurmaktan kaçınmayacakları açıktır. Eğer devrim bilinçli ve örgütlü kitlelerin eseriyse, bu türden "güç" kavramının devrimci mücadeleyle ilgisi olmadığı da kesindir.
İkincisi ise, doğrudan kendi mantıkları içinde "kadro" sorunudur.
İster dernek binasında "nöbetçi" olarak telefonlara bakmak, gelen gidenle ilgilenmek gibi "sekreterlik" işi olsun, ister mitingler için pankart, afiş vb. hazırlama işleri olsun, her iş insan gerektirir. Bu yönüyle bakıldığında, legalist ve legalize sol açısından "kadro" sorunu, basın-yayın işlerinden pankart, afiş hazırlamaya, "kültür merkezleri"nin organizasyonundan konser-gece organizasyonuna, dernek binalarındaki temizlik işlerinden belli başlı yerlerde gazete satmaya, masa açmaya kadar pek çok iş için pek çok "kadro" ihtiyacı vardır. Her gelene yapacak iş verildiği sürece, "işsizlik" diye bir sorun da ortaya çıkmaz.
Ancak devrimci mücadelede kadro sorunu, doğru devrimci çizgiyi öngerektirir. Doğru bir devrimci çizgiye sahip olmayanların kadro sorunu, yukarda ifade ettiğimiz işlerin yapılması için gerekli "personel" sorunu olarak vardır.
Adı nasıl konulmuş olursa olsun, kitlelerin ekonomik, demokratik ve siyasi devrimci istemleri temelinde faaliyet yürütmek, dünyanın doğru bir tahliline ve bundan çıkartılmış doğru bir devrimci çizgiye sahip olmayı gerektirir. Sadece böyle bir çizgiye sahip olanlar, bu çizgiyi kavramış ve pratikte yürütme yeterliliğine sahip kadrolara sahip oldukları ölçüde devrimci mücadelenin geliştiricisi olabilirler.
Türkiye devrimci mücadelesi, bugün olduğu kadar, her dönemde, evrim ve devrim aşamalarının öne çıkardığı görevleri birlikte yerine getirmek durumundadır. Bu, temel ve tali mücadele biçimlerinin, legal ve illegal çalışmaların, silahlı ve barışçıl mücadele araçlarının birlikteliği demektir.
Bu mücadele anlayışına sahip devrimci örgütler, kitlelerin karşı karşıya oldukları sorunları devrimci mücadelenin amaçları çerçevesinde ele alırlar. Bu sorunlar, ister gecekondu yıkımları şeklinde olsun, ister "varoşlar"daki toplumsal sorunlar şeklinde olsun, her durumda "kitlelerin sorunlarına karşı duyarlılık" temelinde değil, devrimci mücadelenin amaçları temelinde ele alınır ve yerli yerine oturtulur.
Kendisini nasıl tanımlarsa tanımlasın, solda yer alan herkes bilmek zorundadır ki, "yozlaşma" adı verilen olgular, devrimin nesnel koşullarının olgunlaştığı bir aşamada düzenin kendi olağan işleyişinin bozulmasının olgularıdır.
Devrimci mücadele "yaşanılan an"ın somut sorunlarını çözerek değil, devrimci mücadelenin öne çıkardığı somut görevleri yerine getirerek geliştirilebilir. Devrimci mücadele, düzenin kendi içsel sorunlarının çözüm yeri değildir.
Tekil sorunlar, tekil insanları ve insan gruplarını ne kadar harekete geçirir görünürse görünsünler, her durumda sorunlar siyasal değişimler ve dönüşümlerle birleşir ve bütünleşir. Bu nedenle toplumun "manevi değerleri yozlaştırılıyor" denildiğinde, düzenin kendi içindeki alternatifleri de siyasal olarak ortaya çıkar. Bugün şeriatçılığın ve faşist milliyetçiliğin yükselişinde bunları görmek olanaklıdır.
Evet, bugün "yozlaşma" adı verilen olgular tümüyle mevcut düzenin kendisini yeniden üretememesinin, düzenini eskisi gibi sürdürememesinin olgularıdır. "Birahanede kadın çalıştıran Cemil"lere karşı "savaş" ilan etmek, boş geçen yaz akşamları için bir "iş" olarak görünse de, devrimci mücadeleye hiçbir katkısı olmayacaktır.
[1*]Yürüyüş, Sayı: 64, 6 Ağustos 2006. Dergide böyle yazılmış olmakla birlikte, fotoğrafta yer alan pankartta "Bu birahane kadın çalıştırarak suç işliyor! Cemil bundan vazgeç-Cephe" yazısı bulunmaktadır. [2*]Yürüyüş, Sayı: 67, 27 Ağustos 2006. [3*] "Yepyeni bir Beksav" başlıklı bir haberde şöyle yazılıdır: "Beksav'ın yeni binası, Kadıköy'ün en merkezi konumunda bulunuyor. Beşiktaş Vapur İskelesi'nin karşısında ve Kadıköy Postanesi sırasında bulunan binanın 2 ayrı katını kiralayan Beksav, deniz manzaralı ve teraslı modern kafeteryası, 150 kişilik çok amaçlı salonu, 30'ar kişilik derslikleri ve atölye odalarıyla 12 yılın birikim ve deneyimi üzerinden yeniden yapılanıyor." Bilmeyenler için ekleyelim, Beksav, "Bilim Eğitim Estetik Kültür Sanat Araştırmaları Vakfı"nın kısaltmasıdır. [4*] Bu anlayış, öz olarak, "Kitlelerin içine girerek, kitlelerin acil gereksinmeleri etrafında, kitleleri örgütleyip, eyleme sokma ve kitlelere siyasi bilinç götürüp örgütleme, yani emekçi kitlelerin ekonomik ve demokratik hak ve istemleri etrafında kitleleri örgütleyip, siyasi hedefe yönlendirme"yi düşünen revizyonist ve pasifist bir anlayıştır. Daha geniş bilgi için bkz. Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III. [5*]Yürüyüş, Sayı: 65, 13 Ağustos 2006. [6*]Yürüyüş, Sayı: 65, 13 Ağustos 2006. [7*]Yürüyüş, Hayatın İçindeki Teori: Yozlaşmanın Teorisi-1, Sayı: 21, 9 Ekim 2005. [8*]Yürüyüş, Hayatın İçindeki Teori: Yozlaşmanın Teorisi-2, Sayı: 22, 16 Ekim 2005. [9*]Yürüyüş, Sayı: 21, 9 Ekim 2005. [10*]Yürüyüş, Sayı: 65, 13 Ağustos 2006. [11*]Yürüyüş, Sayı: 21, 9 Ekim 2005. [12*] İdilcan Kültür Merkezi'nden Duyuru, 30 Mayıs 2005. [13*] Geçen yıldan kalma bir haber: "ESP ve SGD çağrısıyla düzenlenen Lise Kurultayları, 30 Ekim günü 13 yerde gerçekleşti. Lise Kurultayına Gazi Mahallesi'nde yaptıkları futbol turnuvası ve çeşitli ajitasyon çalışmaları ile hazırlanan, kurultaya hazırlık süresince müzik grubundan tiyatro grubuna kadar kendi alternatiflerini oluşturan gençler, yeteneklerini kurultayda da sergilediler. Skeç gösterimi, müzik ve şiir dinletisinin olduğu kurultayda, 1. Hasan Ocak Futbol Turnuvası'nın finalisti Özgür Gençlik Futbol Takımı'da kupasını aldı." [14*] Bu konuda Yürüyüş dergisinin 68. sayısında yer alan "Ormanlar yanıyor; iktidarlar seyrediyor" başlıklı yazı tipik örnektir. [15*] Lenin, Ne Yapmalı?, s. 83. [16*] Lenin, age, s. 83.