"Medya"nın "milli katil" olarak lanse ettiği M. Ali Ağca, tahliye edilmesiyle birlikte Abdi İpekçi cinayetinden Papa suikastine kadar "milli katil" sıfatıyla yer aldığı olaylar bir kez daha gündeme getirildi. Abdi İpekçi'nin kızı Nükhet İpekçi'nin ağzından cinayetin "sır" olarak kaldığı, hala "sır"ın çözülemediği yine "medya" sayfalarında yer aldı.
Diğer taraftan ise, "milli katil"in birden bire nasıl tahliye edildiğine ilişkin "derin devlet" edebiyatına dayalı yorumlar yapılmaya başlandı. Her önüne gelen, birer "infaz koruma memuru" sıfatıyla "milli katil"in nasıl tahliye edildiğine ilişkin değerlendirmeler yaparken, herşeyin arkasında "derin devlet"in yer aldığını yineleyip durdular.
Böylece "milli katil", "derin devlet" ve Abdi İpekçi cinayetinin "sır"rı günlerce yazılıp çizildi.
Tüm bu "medya" yayınları içinde söylenmeyen, söylenmekten özenle kaçınılan ise, M. Ali Ağca'nın faşist olduğu, MHP'li faşistlerden olduğu, oligarşinin faşist milis gücünün bir elemanı olarak faaliyet yürüttüğüydü.
M. Ali Ağca'ya "faşist katil" demekten özenle kaçınan "medya"nın eski "solcu"larından "globalist" liberallerine kadar herkesin korkuları ise, Yalçın Doğan'ın "Böyle vatanda yaşamak istemiyorum" sözlerinde ifadesini buluyordu.[1*]
Abdi İpekçi cinayetinin de, Papa suikastinin de hiçbir "sır"ra sahip olmadığı açıktır. Bunun için öncelikle "derin devlet" edebiyatıyla üstü örtülen, Kurtlar Vadisi dizisiyle meşrulaştırılan "derin devlet"in, olağan devletin kendisinden başka bir şey olmadığının anlaşılmış olması gerekir.
En bilinen tanımıyla devlet, her sınıflı toplumda varolan, egemen sınıfın kendi varlığını korumak ve kollamak için hareket eden baskı aygıtıdır. "... devlet, bir sınıf egemenliği organı, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki baskı organıdır; sınıflar arasındaki çatışmayı hafifleterek, bu baskıyı yasallaştırıp pekiştiren bir 'düzen'in kurulmasıdır."[2*] Devlet, bir kamu gücüdür. Bu güç, elleri altında hapishaneler vb. bulunan özel silahlı adam müfrezelerine dayanır.
Bunları bilmeyen neredeyse hiç kimse yok gibidir. Ancak bilinmesine karşın, tümüyle görmezlikten gelinen, çarpıtılan gerçek de budur.
Evet, devlet, ellerinin altında hapishaneler vb. bulunan özel silahlı adam müfrezelerine dayanır. Bu özel silahlı adam müfrezeleri, devlet baskısını yerine getirirler. Bir diğer ifadeyle, devletin baskısını, şiddet uygulamasını özel silahlı adam müfrezeleri yerine getirir.
Kimi zaman polis üniforması altında, kimi zaman askeri üniforma altında, kimi zaman "gizli" birimler olarak faaliyet gösteren bu özel silahlı adam müfrezelerinin görevi, egemen sınıfın egemenliğini korumak ve kollamaktır. Bu bağlamda, mevcut düzene karşı olan her toplumsal ve siyasal muhalefet, şu ya da bu biçimde özel silahlı adam müfrezeleriyle karşı karşıya gelir. Bir toplumsal ve siyasal hareketin ne ölçüde düzenin yasalarına uyup uymadığı değil, düzenin işleyişini ne ölçüde engellediğine bağlı olarak özel silahlı adam müfrezelerinin şiddetine mazur kalır. Herhangi bir toplumsal ve siyasal hareket, burjuva anlamda "liberal" bir niteliğe sahip olsa da, mevcut düzenin işleyişini engellediği kabul edildiği her durumda devletin baskı gücüyle karşı karşıya gelir.
İşte Abdi İpekçi, ülkemiz koşullarında "liberal burjuva" diyebileceğimiz bir kesimin "medya"daki temsilcisi olarak ortaya çıkmıştır. Abdi İpekçi'nin yönetimi altındaki Milliyet gazetesi, bu dönemde emperyalizmin ve işbirlikçi-tekelci burjuvazinin teorisinin yapıldığı bir yayın organı durumunda olmuştur. Abdi İpekçi'nin Milliyet gazetesinin "liberal burjuva" düşünceleri ise, feodal kalıntıların oligarşi içinden tasfiye edilmesine yönelik "reformlar"ın savunulmasından ibarettir.
12 Mart döneminde I. Erim hükümeti aracılığıyla uygulamaya sokulmaya çalışılan "ilerici, Atatürkçü, reformist" politikaların en büyük destekçisi Abdi İpekçi ve onun yönetimindeki Milliyet gazetesi olmuştur. Bu dönemde Abdi İpekçi ve Milliyet gazetesinin temel işlevi, küçük-burjuva aydınlarının, özellikle "kontrol kulesinde" yer alan orta kesimlerinin emperyalizme ve işbirlikçi burjuvaziye yedeklenmesini sağlamaktan ibaretti. Ancak silahlı devrimci mücadele, Erim hükümetinin gerçek yüzünü ve amaçlarını açığa çıkartmış, maskesini alaşağı etmiş, kademeli planını bozmuştur. "İlerici, reformist, Atatürkçü" görünümü altındaki açık faşizmin erken doğum yapmasını sağlayarak, küçük-burjuva aydın çevreler de dahil olmak üzere kamuoyunun gözlerini açmıştır.
Bu gelişme karşısında Abdi İpekçi yönetimindeki Milliyet gazetesi "İlerici, reformist, Atatürkçü" "liberalizm"in sözcüsü olarak 12 Mart yönetimiyle arasına belli bir mesafe koymuş, ancak işbirlikçi tekelci burjuvazinin yayın organı olarak yayınını sürdürmüştür. Özellikle Dünya Bankası'nın geri-bıraktırılmış ülkelerde kır gerillasının toplumsal ve siyasal temelini ortadan kaldırmak amacıyla geliştirdiği "küçük üreticiliği destekleme politikaları"nın en hararetli savunucusu olmuştur.
Ancak 12 Mart döneminde işbirlikçi-tekelci burjuvazi, iktidarı paylaştığı feodal sınıfları tasfiye edememiş, yeniden bu sınıflarla "uzlaşma"ya gitmek zorunda kalmıştır. Feodal kalıntılar, geçmişe göre gücü önemli ölçüde zayıflamış da olsa, oligarşi içinde varlıklarını sürdürmüşlerdir.
1975-1977 yılları arasında Milliyetçi Cephe (I. MC) hükümeti karşısında "liberal" tutumunu sürdüren Abdi İpekçi ve Milliyet gazetesi, özellikle 1976 yılından itibaren giderek artan faşist milis saldırılar karşısında "toplumsal uzlaşma"nın savunuculuğunu üstlenmiştir. Bu çerçevede 1978 yılından itibaren Ecevit'in azınlık hükümetinin destekçisi olmuştur. Ecevit hükümetinin "toplumsal uzlaşma" sağlamak amacıyla MESS ve DİSK arasında görüşmeler başlatmasının en hararetli savunucusu yine Abdi İpekçi ve Milliyet gazetesidir.
Sınıf mücadelesinin giderek keskinleştiği, faşist milis saldırıların katliam boyutlarına ulaştığı ve Maraş katliamı ile en üst boyuta tırmandığı tarihte Abdi İpekçi, Ecevit hükümetine mesafeli duran küçük-burjuvazinin sağ ve orta kesimleri ile Ecevit hükümeti arasında "arabulucu" olarak ortaya çıkmıştır. Abdi İpekçi'nin bu "arabuluculuğu", giderek "liberal düşünce" sahibi küçük ve orta sermaye kesimlerini içine alacak geniş bir ittifak kurmaya yönelmiştir.
İşte bu aşamada Abdi İpekçi öldürülmüştür. Abdi İpekçi cinayetinin ardındaki "sır" budur.
Abdi İpekçi cinayeti, oligarşi ve oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasındaki çelişkinin keskinleştiği bir evrede işlenmiştir. Sömürücü sınıflar içindeki ayrışmanın ve parçalanmanın bir ürünüdür.
Dönemin en tipik özelliği, sömürücü sınıfların kendi içindeki parçalanmışlığı ve her bir parçanın kendi özel çıkarları için sonuna kadar çatışmaya girişmiş olmalarıdır.
Abdi İpekçi'nin tüm "günahı", bu parçalanmışlık ve çatışma ortamında, belli kesimlerin ittifakı için aktif olarak devreye girmesidir.
Abdi İpekçi'nin girişimi, ağırlıklı olarak küçük-burjuvazinin sağ ve orta kesimleri ile işbirlikçi-tekelci burjuvazinin bir bölümü arasında ittifak kurmayı amaçlamıştır. Özellikle Milliyet gazetesinin finansmanını sağlayan Koçlar bu girişimin odak noktasında yer almışlardır.
Ancak Abdi İpekçi'nin girişiminde yer almayan ve dışlanan tekelleşememiş burjuva kesimler ile küçük sermaye kesimleri, devlet kurumlarındaki adamları ve MHP aracılığıyla bu girişimi engellemeye yönelmişlerdir.
Bugün adına "derin devlet" denilen, sömürücü sınıfların devlet kurumlarındaki "özel adamları"ndan başka bir şey değildir. Ve bu durum, sınıf mücadelesinin yükseldiği, sınıflar arasındaki çelişkilerin keskinleştiği her durumda, devlet kurumlarının parçalanmışlığının bir yansısı olmuştur.
Abdi İpekçi cinayetini "sır" haline getiren ise, bu dönemde kamuoyundan gizli olarak yürütülen siyasal ittifak arayışlarıdır. Bu ittifak arayışları ve bunun içinde yer alanlar kamuoyundan gizlendiği için, Abdi İpekçi, "uzlaşmacı kişiliğe" sahip bir gazeteci olarak sunulabilmektedir.
Abdi İpekçi cinayetinin "sır" haline dönüştürülmesini sağlayan diğer bir olgu ise, bu dönemdeki siyasal olaylar içinde Amerikan emperyalizminin yeri ve rolüdür.
Bilinen sözlerle ifade edersek, Amerikan emperyalizmi doğrudan CIA aracılığıyla ülkedeki siyasal olayların içinde yer almıştır. CIA'nın "düşük yoğunluklu çatışma" konsepti çerçevesinde yürütülen kitle pasifikasyonunun ana unsuru MHP'li faşist milisler olmuştur. Dolayısıyla Abdi İpekçi'nin girişimini "zararlı" bulan kesimler için "vurucu güç"ün, yine MHP'li faşist milislerden başkası olması beklenemez.
Abdi İpekçi, küçük-burjuva muhalefeti zayıflatmak ve bu muhalefete gözdağı vermek için öldürülmüştür. Bu sayede, olayları "kontrol kulesi"nden izleyen küçük-burjuvazinin orta kesiminin siyasal güç dengesini değiştirebilecek hareketi engellenilmiş ve sindirilmiştir.[3*]
Görüldüğü gibi ortada bir "sır" yoktur. Ortada "sır" gibi görünen, Abdi İpekçi'nin girişimlerini yakından izleyen ve "zararlı" olduğu değerlendirmesini kimlerin yaptığıdır. Bunların Abdi İpekçi'nin öldürülmeden önce Ankara'da Bülent Ecevit'le görüşme yaptığını da bildikleri açıktır.[4*] Bu nedenle, İstanbul'daki "tetikçiler"e Abdi İpekçi'ye ilişkin bilgi ve "talimatı" gönderenlerin Ankara'da oldukları kesindir. Ancak bu bilgiler için "derin devlet"e de hiç ihtiyaç yoktur. Bunlar Ankara'da "muhkim" herhangi bir gazeteci ve politikacının çok iyi bildiği olaylardır.
"Sır" olarak sunulan Abdi İpekçi'nin girişimlerinin "zararlı" olduğu değerlendirmesini kimlerin yaptığı konusu ise, dönemin Tercüman gazetesinde yazılanlara, Nazlı Ilıcak, Güneri Civaoğlu, Rauf Tamer vb. kişilerin Halit Narin, Murat Bayrak vb. faşist işadamlarıyla yaptıkları "sohbetler"e bakılınca kolayca anlaşılabilir.
Papa suikastine gelince, burada da anlaşılmaz ve bilinmeyen bir "sır" mevcut değildir.
Papa suikasti, doğrudan doğruya Vatikan üst yönetimi ile üst düzey İtalyan yöneticilerinin içinde yer aldıkları P2 (Propaganda Due) mason locası adı verilen bir örgütün darbe girişimiyle bağlantılı olduğu açıkça kanıtlanmasına rağmen, kamuoyundan gizlenmeye çalışılmıştır. Darbe girişiminin içinde NATO bünyesinde faaliyet gösteren ve doğrudan CIA'e bağlı Gladio adlı örgütün de yer aldığı pek çok araştırmada açıkça saptanmıştır.
Papa suikastinin "sır"laştırılmasının nedeni ise, hıristiyanlar için kutsal olan bir kurumun, Papalığın "yıpratılmaması"dır. Bu gerekçeyle, tüm ilişkiler Avrupa'nın tüm emperyalist ülkelerinin çabalarıyla gizlenmiştir. (Bu darbe girişiminde yer alan bazı kişiler, özellikle Vatikan bankası olarak bilinen Banco Ambrosiano'nun yöneticileri, Avrupa'nın değişik kentlerinde "faili meçhul" bir biçimde öldürülmüşlerdir.)
P2 mason locasına yönelik ilk operasyon Mart 1981'de yapılmış, ancak locanın başkanı Licio Gelli yakalanamamıştır. Daha sonraki aylarda darbe çalışmaları sürdürülmüş ve bunun için 8 Mayıs 1981'de C-locası kurulmuştur. Ağca'nın Papa'yı vurduğu tarih ise 13 Mayıs 1981'dir.
Papa suikastinden sonra P2 mason locasına yönelik operasyon başlatılmış ve "Büyük İtalya" kurmayı amaçlayan darbeciler yakalanmıştır. Darbeciler arasında 175 yüksek rütbeli subay yanında pek çok politikacı ve bürokratın da yer aldığı saptanmıştır.
Ağca'nın Papa'ya yönelik saldırısı, doğrudan MİT tarafından icra edilmiştir. Öyle ki, MİT burada "taşeron" olarak devreye girmiş ve saldırıyı gerçekleştirmeyi üstlenmiştir. Saldırının hedefi, İtalya'da anti-komünist bir iktidarın işbaşına getirilmesidir. İtalyan Komünist Partisi'nin güçlendiği ve oy oranlarını artırdığı bir dönemde gerçekleştirilmiş olmasının yanında, Sovyetler Birliği'ne yönelik topyekün saldırının yeniden yükseltildiği Regan döneminde yapılması bu gerçeği açık biçimde ortaya koymaktadır.
Gerek Abdi İpekçi cinayetinde, gerekse Papa suikastinde "sır" arayanların bir bölümü dikkatlerini daha çok "mafya" ilişkilerine yöneltmişlerdir.
Susurluk olayıyla birlikte kontra-gerilla örgütlenmesinin polis yapılanmasıyla bağlantılı olarak oluşturulduğu ve parasal kaynaklarını yasadışı ilişkilerden sağladığı açığa çıkmıştır. Adına "mafya" denilen yasadışı faaliyetlerden elde edilen paralar, gerçekleştirilen bir dizi faşist milis cinayetlerin finansmanında kullanılmıştır.
Yasadışı "operasyonları" yasadışı ilişkilerden sağlanan paralarla finanse etmek, FBI ve CIA'in klâsik yöntemlerinden birisidir. FBI ve CIA'in Amerikan "mafya"sı ile kurduğu ilişkiler ve onları çeşitli anti-komünist faaliyetlerde kullanması öylesine uzun bir tarihe sahiptir ki, bu süreçte büyük deneyimler kazanmışlar ve yöntemlerini geliştirmişlerdir. Daha 1930'larda işçi sendikalarına yönelik saldırılarda polis (FBI) "mafya"yı geniş ölçüde kullanmış ve pek çok grevin kırılmasında bunlardan yararlanmıştır. Böylece kendilerinin ne denli "yasalar"a "saygılı" olduklarını göstermişlerdir. Öte yandan, CIA, aynı yasadışı kesimleri Küba'ya yönelik saldırılarda ve komplolarda kullanmış ve bunların finansmanını bu kesimlerden sağlamıştır.
Bu konuda en popüler olay ise, ABD'li yarbay Oliver Nord olayıdır.
Oliver Nord, Nikaragua'daki kontraların örgütlenmesinden ve finansmanından görevli bir Amerikan subayıdır. Nikaragua'daki FSLN iktidarına karşı oluşturulan kontralar, dünya kamuoyunun tepkisini çekmemek için Amerikan hükümeti tarafından doğrudan finanse edilmemiştir. Bunun için buldukları finansman yolu ise, uluslararası silah kaçakçılığı olmuştur. Amerikan ambargosu karşısında Irak'a karşı sürdürdüğü savaş için gerekli silahları uluslararası silah kaçakçılarından temin eden İran'a, çeşitli Amerikan silahlarının yedek parçaları Oliver Nord tarafından satılarak büyük bir para sağlanmıştır. Bu parçalar, doğrudan Amerika'dan değil, İsrail üzerinden sağlanmış ve böylece ABD kamuoyunun, özellikle de basınının dikkatleri başka yöne çekilmiştir. Elde edilen parayla, yine uluslararası silah kaçakçıları aracılığıyla büyük oranda Sovyet yapısı silahlar alınarak Nikaragua'daki kontralara aktarılmıştır. Olay, bir süre sonra açığa çıktığında, Oliver Nord görevden alınmış ve yargılanmıştır. Ancak yine de ABD'de Regan yönetimi tarafından "ulusal kahraman" ilan edilmiştir.
Burada önemli olan "sır" olduğu söylenenler değil, kendisini "hukuk devleti" olarak tanımlayan bir devletin bu türden gizli ve yasadışı örgütler aracılığıyla, hukuk dışına çıkmasının getireceği sonuçlardır. Böyle bir devlette, hiç kimsenin "can güvenliği" yoktur. Herhangi bir kesimin çıkarına gelmediği sürece, herkes devlet tarafından kurulmuş ve yönetilen bu yasadışı örgütün hedefi olmak durumundadır. Özellikle politik faaliyet içinde bulunan herkes, bu yasadışı örgütün hedefi olacaktır. Hedef olabilmek için, kişinin devrimci bir ilişki içinde olması bile gerekli değildir. Yaptığı herhangi bir açıklama ya da girişimin, bu örgüt yöneticileri tarafından benimsenmemesi ya da hoşlanılmaması bile hedef olmak için yeterlidir. Bu da, siyasal iktidarların kendi keyfi yönetimlerini önemli bir muhalefetle karşılaşmaksızın sürdürmeleri için uygun bir zemin oluşturmaktadır.
Bu koşullar altında, değil ilerici, devrimci bir politik faaliyet içinde bulunmak, mevcut hükümete muhalif konumda bulunmak bile, bireyler için önemli bir tehlike taşıyabilmektedir. Bu tehlikenin, ister politikacı olsunlar, ister "medya" mensubu olsunlar, her türden düzen içi kurum ve kuruluş mensubu bireyleri kapsaması, aynı zamanda, mevcut düzenin ne denli çaresiz ve tecrit olma koşulları içinde olduğunun göstergesidir.
İster istemez, böyle bir tehdit ve tehlike altında bulunan bireyler için fazla bir seçenek bulunmamaktadır: Ya düzen içinde bile olsalar, siyasal iktidarla ters düşmeyi göze almayacaklardır; ya da bu tehlikeye karşı örgütleneceklerdir. Küçük-burjuva aydınlarının ve politikacılarının böylesine silahlı bir tehdide karşı örgütlenme yetenekleri yoktur. Dolayısıyla bu tehdit karşısında, ya ülkeyi terk etmek ya da sessiz sedasız bir kenarda oturmak durumundadırlar. Başka seçenekleri yoktur.
Ağca'nın sekiz günlük "tahliye" günlerinde görüldüğü gibi, küçük-burjuvazinin sadece sol kesimi değil, orta ve sağ kanatları da büyük bir korkuya kapılmışlardır. Pek çok "medya" mensubu, özellikle "neo-liberal" ve "globalizm" yandaşı olanlar "kısa tatil" adı altında kapağı yurtdışına atmışlardır.
Devrimci örgüt, böylesine bir tehdit altında olan bireyleri korumayı görev olarak üstlenmez.
Devrimci örgütler, her zaman, devletin her türlü yasadışı faaliyetleriyle yüzyüze olmuşlardır. Devletin her türlü zor aygıtı, her zaman devrimcilere karşı kullanılmış ve bunda hiçbir yasallık gözetilmemiştir. Devrimci örgütler, bu yasatanımaz güce karşı mücadelelerini sürdürürken, binlerce insanını yitirmiştir. Yapılan polis operasyonlarında devrimciler sorgusuz sualsiz katledilmiş, kaybedilmiş, işkencelere maruz bırakılmıştır. Bütün bunlar olurken, küçük-burjuva aydınları, ülkemizin demokratikleşmesini beklemiş ve katledilen devrimciler için "onlar da silaha sarılmasalardı" diyerek operasyonları haklı ve mazur göstermeye çalışmışlardır. Ama bunların da kendilerini kurtarmadığı açıktır.
Susurluk olayından sonra Ağca'nın "tahliye" edilmesi, bir kez daha küçük-burjuvaları korkutmuştur. Yeniden "eski" günleri anımsamışlar, "yükselen milliyetçilik" dalgası karşısında korkuları daha da büyük olmuştur.
Bugün için Ağca yeniden tutuklanarak cezaevine konulmuştur. Böylece küçük-burjuvaların korkuları bir ölçüde giderilmiş ve rahatlatılmışlardır. Ama Ağca'nın sekiz günlük "tahliyesi", küçük-burjuvalara "aba altından sopa" gösterilmesi için yeterli olmuştur. Gelecek günler, bu "sopa"nın ne kadar "eğitici" olduğunu gösterecektir.
Herkesin görmek zorunda olduğu gerçek, yasadışı devlet, ancak bir devrimle devrilebilir ve ancak bir devrimle demokratikleşebilir. Bunun dışındaki herşey hayaldir, aldatmacadır.
[1*] Yalçın Doğan, Milliyet, 14 Ocak 2006. [2*] Lenin, Devlet ve Devrim, s. 16. [3*] Abdi İpekçi cinayeti ile 10 Ocak 1978'de Nikaragua'da La Prensa gazetesinin yazarı ve sahibi Chamorro'nun öldürülmesi büyük bir benzerlik taşımaktadır. Chamorro, Somoza'ya karşı burjuva muhalefetin birleştirici bir unsuru olması nedeniyle ölüm mangaları tarafından öldürülmüştür. Nikaragua'da FSLN, bu oyunu bozmuş ve devrimci mücadelenin gelişmesini sağlamıştır. Aynı gelişme ülkemizde gerçekleşmemiş ve pek çok küçük-burjuva aydını Abdi İpekçi, Tütengil, Doğanay vb. cinayetlerinden sonra politik alandan çekilmişler ve hatta bir kısmı (Yaşar Kemal gibi) ülke dışına kaçmıştır. [4*] Can Dündar, Abdi İpekçi'nin öldürülmesine ilişkin "yazı dizisi"nde şöyle yazmaktadır: "Ankara'da Başbakan Bülent Ecevit'le bir görüşme yaptıktan sonra İstanbul'a dönmüş, gazeteye uğramış ve evine doğru yola çıkmıştı. Nişantaşı'nda eve 300 metre kala arabası yavaşladığında sağ camda beliren bir karaltı zamanı durdurdu. Ve İpekçi'yi vurdu. Suikastçı, 20 yaşındaki Mehmet Ali Ağca'ydı." (Milliyet, 18 Ocak 2006.) Aynı Can Dündar, dokuz yıl önce olayı şöyle aktarmaktadır: "Usta gazeteci 18 yıl önce bugün saat 15.00 sıralarında evinden AP lideri Demirel'i aramış ve bir süre konuşmuştu. Karşılıklı hal hatır sormuş ve şakalaşmışlardı... Bu konuşmadan tam 5 saat sonra evine 300 metre kala arabasının camından sıkılan bir kurşun, sol iç cebindeki kalemi ikiye bölüp, İpekçi'nin kalbine -Türkiye'nin kalbine- saplandı." (Milliyet, 1 Şubat 1997.) İşte bu ve benzeri yayınlar yoluyla Abdi İpekçi cinayeti karmakarışık edilerek "sır"laştırılmıştır.