KURTULUŞ CEPHESİ - Kasım-Aralık 1996
Susurluk Olayının
Ortaya Çıkardığı Gerçekler
Bugün ülkemiz gündemini belirleyen en önemli olayı, Susurluk'ta meydana gelen bir kazanın ortaya çıkarmış olduğu yasadışı ilişkiler olmaktadır. Bucak aşıretinin reisi olarak lanse edilen ve aynı zamanda DYP milletvekili olan Sedat Bucak ile İstanbul Emniyet Müdür Yardımcılarından Hüseyin Kocadağ ve 1980 öncesi Ülkü Ocakları Başkan Yardımcısı Abdullah Çatlı'nın birlikteliği, Susurluk kazasıyla kamuoyunun önüne çıkmıştır. Yazılı ve görüntülü basının günlerce üzerinde durduğu ve durmaya devam ettiği, muhalefet partilerinin birbiri ardına demeçler verdiği olay, gerçek boyutlarıyla bilinmesine karşın, kamuoyundan gizlenmeye devam edilmektedir. Özellikle Sedat Bucak'ın sağ kalmasıyla birlikte, ilişkilerin milliyetçi söylemde işlenmesi, gerçeklerin gizlenmesi yönündeki çabaları daha da güçlendirmiştir.
Susurluk olayında ortaya çıkan üçlü ilişki, yani devlet, polis ve mafya ilişkisi olarak lanse edilen ilişki, oligarşinin kendi iktidarını koruyabilmek için her türlü yasadışı faaliyet içinde olacağını ve olduğunu açık biçimde sergilemiştir. Oligarşinin yasadışı örgütlenmeleri ve faaliyetlerine girmeden, Susurluk olayı sonrasında ortaya çıkan kimi gelişmelere de bakmakda yarar vardır.
Bilindiği gibi, Susurlukta ölen Hüseyin Kocadağ, Necdet Menzir'in İstanbul Emniyet Müdürü olduğu dönemde Müdür Yardımcısıdır. Ayrıca, 1980 başlarından itibaren Urfa ve Diyarbakır bölgesinde görev yapmış ve Özel Harekat Timlerinin kuruluşunda bulunmuştur. Ve alevidir. Cemevinde kendisine tören düzenlenmiştir. Açığa çıkan ilişkiler içersinde kendisinin pekçok devrimcinin katledilmesinde bizzat görev aldığı ve katliamı gerçekleştirdiği bilinmesine rağmen, kendilerini her zaman ilerici konumda tanımlayan Alevi kitlesi, böyle bir kişiye sahiplenme eğilimi göstermiştir. Cüzdanında "alevi dedesinin mezarından alınma kahverengi toprak" taşıdığı tüm televizyonlarda ilan edilen bir devrimci katili polisin dini inançlarının hiçbirşeyi değiştirmeyeceği, bu olayla açığa çıkmıştır. Ve bu olay göstermiştir ki, kişilerin dini inançları ya da mensup oldukları mezhepler, kendilerini "otomatikman" ilerici yapmaz. Ve yine Susurluk olayının bu boyutu göstermiştir ki, Aleviler, kendi sınıfsal konumlarını, uğradıkları baskıları ve bu baskıların yürütücüsü olanları görmezlikten gelmişler ve kendilerini katledenin kendilerinden çıkmış olmasını önemsememişlerdir.
Abdullah Çatlı, 1980 öncesinde Ülkü Ocakları Başkan Yardımcısıdır ve aynı dönemde Ülkü Ocakları Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu'dur. Ülkü Ocakları, MHP denetimindeki tüm faşist milislerin görüntüsel örgütü durumunda olup, ülkenin her yanındaki faşist saldırıların yürütülmesinde yönetim görevi üstlenmiştir. MİT'in yönlendirmesi altında faaliyet yürüten ve binlerce yurtsever ve devrimciyi katleden faşist milislerin belli başlı her eyleminde Abdullah Çatlı yer almıştır. Basında iddia edildiği gibi, A. Çatlı, faşist milislerin katliamlarına doğrudan katılıp katılmamasının hiçbir değeri yoktur. Yine de kendisinin doğrudan yer aldığı bazı eylemler açığa çıkartılmıştır. Bunların en önemlisi Balgat katliamı olarak bilinen 7 TİP'linin katledilmesidir. Balgat katliamının gerçekleştiriliş tarzı, ogün için ülkemizde görülmemiş bir vahşet örneğidir. Bugün hiçbir basın organı bu katliamın yapılış tarzını yayınlamaya bile cesaret edememektedir. Bu da, Çatlı'nın "masum" gösterilmesi için uygun bir zemin oluşturmaktadır. T. Çiller, bu durumdan yararlanarak, Çatlı'nın "suçlu olup olmadığının bilinmediğini, hakkında kesinleşmiş bir mahkumiyet kararının olmadığını" söyleme cesareti göstermektedir. Yıllardır aranan bir kişinin mahkemeye getirilemediği sürece hakkında karar verilemeyeceği bilinmesine rağmen, bunlar söylenebilmektedir. (İşin ilginç yanı, bir tek hukukcu çıkıp da, bu gerçeği ifade etmemektedir.)
Faşist Çatlı'ya ilişkin diğer bir olay da, 1980 sonrasında yurtdışına kaçması ve burada adı sıkca duyulan ve bilinen faşist katillerle birlikte faaliyet yürütmesidir. Bunlar arasında Oral Çelik, M. Ali Ağca gibi önemli faşist cinayetleri işleyenler bulunmaktadır. Aynı ilişkiler içersinde Alaaddin Çakıcı da yer almıştır. Bunların 1980 sonrasında MİT ile ilişkilerini sürdürdükleri ve ASALA'ya karşı eylemler gerçekleştirmek için görevlendirildikleri bizzat kendileri tarafından açıklanmıştır. Bu açıklamalarda öylesine cüret gösterilmiştir ki, ASALA yöneticilerinden Agop Agopyan'nın bizzat kendileri tarafından öldürüldüğünü söylemişlerdir. Böylece, "Ermeni terörünü" kendilerinin "durdurduğu" imajını yaratmak istemektedirler. Öte yandan Çatlı ve diğer faşist katiller, illegal faaliyetlerini Avrupa'da MİT'le bağlantılı olarak sürdürürken, M. Ali Ağca Papa'yı vurmuştur. Yıllarca süren her türlü araştırmaya rağmen, Ağca'nın neden Papa'yı vurduğu kamuoyuna açıklanmamıştır. Bilinen gerçekler ise, tüm bu ilişkilerin doğrudan MİT tarafından kontrol edildiği ve yönlendirildiğidir. Aynı şekilde Ağca'nın Abdi İpekçi'yi neden öldürdüğü de "sır" olarak bırakılmıştır.
Oysa tüm olaylar, Amerikan emperyalizminin devrimci mücadelelere karşı sürdürdüğü kontr-gerilla faaliyetlerinin bir uzantısı olduğunu açık biçimde göstermektedir.
Örneğin, 1979 Şubat başında Milliyet gazetesi başyazarı Abdi İpekçi'nin öldürülmesi ile 1978 Ocak başında Nikaragua'da La Prensa gazetesinin yazarı ve sahibi Chamorro'nun öldürülmesi büyük bir benzerlik taşımaktadır. Ve bugün herkesin çok iyi bildiği gibi, Chamorro, Somoza'ya karşı burjuva muhalefetin birleştirici bir unsuru olması nedeniyle ölüm mangaları tarafından öldürülmüştür. CIA'in mantığına göre, kendilerine bağlı bir iktidara karşı her türlü muhalefet sindirilmek zorundadır. Gerek muhalefeti zayıflatmak, gerekse burjuva muhalefete gözdağı vermek için bu cinayet işlenmiştir. Ülkemizde de, gerek Abdi İpekçi cinayeti, gerekse profesörlere (Doğanay, Tütengil, Cömert gibi) yönelik cinayetler aynı nedenlerle işlenmiştir. Nikaragua'da FSLN, bu oyunu bozmuş ve devrimci mücadelenin gelişmesini sağlamıştır. Aynı gelişme ülkemizde sağlanamamıştır. Pekçok küçük-burjuva aydını bu cinayetlerden sonra politik alandan çekilmişler ve hatta bir kısmı ülke dışına çıkmıştır. Bu bağlamda, ülkemizdeki faşist cinayetler, kendi hedeflerine ulaşmıştır.
Aynı şekilde M. Ali Ağca'nın Papa'ya yönelik saldırısı, doğrudan MİT tarafından planlanmıştır. Öyle ki, MİT burada CİA'nın bir kuryesi olarak devreye girmiş ve saldırıyı gerçekleştirmeyi üstlenmiştir. Saldırının tüm hedefi, İtalya'da anti-komünist bir iktidarın işbaşına getirilmesidir. İtalyan Komünist Partisi'nin güçlendiği ve oy oranlarını artırdığı bir dönemde gerçekleştirilmiş olmasının yanında, Sovyetler Birliği'ne yönelik topyekün saldırının yeniden yükseltildiği Regan döneminde yapılması bu gerçeği açık biçimde ortaya koymaktadır. İtalya özgülüne uygun bir darbe planının bir parçası olan Papa suikasti, doğrudan doğruya Vatikan üst yönetimi ile üst düzey İtalyan yöneticilerinin içinde yer aldıkları P2 Mason Locası adı verilen bir örgütün girişimiyle bağlantılı olduğu açıkca kanıtlanmasına rağmen, kamuoyundan gizlenmiştir. (Kimi araştırmacılar NATO bünyesinde faaliyet gösteren ve doğrudan CIA'e bağlı Gladyo adlı örgütün açığa çıkartılmasıyla bu olayları birbirine bağlamaya yönelmişlerse de, kısa sürede bu yönden saptırılmışlardır.) Bu gizlemenin gerekçesi de, hıristiyanlar için kutsal olan bir kurumun, Papalığın "yıpratılmaması"dır. Bu gerekçeyle, tüm ilişkiler Avrupa'nın tüm emperyalist ülkelerinin çabalarıyla gizlenmiştir. (Bu darbe girişiminde yer alan kişiler, Avrupa'nın değişik kentlerinde "faili meçhul" bir biçimde öldürülmüşlerdir.)
Ve Çatlı, son olarak 1990 başlarında ülkeye "getirtilmiş"tir. Birkaç yıl kendi ilişkileri içersinde bulunmuş ve 1993'den itibaren Sedat Bucak'la birlikte faaliyet göstermeye başlamıştır. Bu tarih, aynı zamanda, T. Çiller hükümetinin "özel ordu" kurma kararını verdiği tarihtir.
İşte Susurluk olayı ile ortaya çıkan ilişkilerdeki kişilerinin durumu böylesine açıktır. Bunlar, polis örgütlenmesi içinde oluşturulmuş olan kontr-gerilla birimlerinin "ölüm mangaları"dır ve görüldüğü kadarıyla Sedat Bucak ve diğerleri bu "ölüm mangaları"nın fiili yöneticileri durumundadır. Sedat Bucak'a karşı hiçbir şey yapılamamasının nedeni, silahlı bir aşirete sahip olduğundan değil, bu "ölüm mangaları"nın fiili yöneticisi olmasından kaynaklanmaktadır.
Bu gerçekler öylesine açık hale gelmiştir ki, neredeyse bu "ölüm mangaları"nın tüm mensuplarının ve gerçekleştirdikleri "faili meçhul cinayetler"in listesi yapılabilecek durumdadır. Özellikle 1994 ile 1996 arasında gerçekleştirilen ve "mafya hesaplaşması" olarak sunulan bir dizi cinayetin bunlar tarafından işlendiği ortaya çıkmıştır.
Ve bugün Susurluk olayıyla birlikte ortaya çıkan diğer bir gerçek de, bu kontr-gerilla örgütlenmesinin polis yapılanmasıyla bağlantılı olarak oluşturulduğu ve parasal kaynaklarını yasa-dışı ilişkilerden sağladığıdır. Adına "mafya" denilen yasa-dışı faaliyetlerden elde edilen paralar, gerçekleştirilen bir dizi öldürme eylemleriyle bu "özel ordu"ya aktarılmaya çalışılmıştır. Bu da, Çatlı'nın "mafya" olduğu ileri sürülerek kamuoyundan gizlenmektedir.
Yasa-dışı ilişkilerden parasal kaynaklar sağlayarak operasyonları finanse etme, FBI ve CIA'in klâsik yöntemlerinden birisidir. FBI ve CIA'in Amerikan "mafya"sı ile kurduğu ilişkiler ve onları çeşitli anti-komünist faaliyetlerde kullanması öylesine uzun bir tarihe sahiptir ki, bu süreçte büyük deneyimler kazanmışlar ve yöntemlerini geliştirmişlerdir. Daha 1930'larda işçi sendikalarına yönelik saldırılarda polis (FBI) "mafya"yı geniş ölçüde kullanmış ve pekçok grevin kırılmasında bunları kullanmıştır. Böylece kendilerinin ne denli "yasalar"a saygılı olduklarını göstermişlerdir. Öte yandan, CIA, aynı yasa-dışı kesimleri Küba'ya yönelik saldırılarda ve komplolarda kullanmış ve bunların finansmanını bu kesimlerden sağlamıştır.
Bu konuda en popüler olay ise, yarbay Oliver Nord olayıdır.
Anımsanacağı üzere, Oliver Nord, Nikaragu'daki kontraların örgütlenmesinden ve finansmanından görevli bir Amerikan subayıdır. Nikaragua'daki FSLN iktidarına karşı oluşturulan kontralar, dünya kamuoyunun tepkisini çekmemek için Amerikan hükümeti tarafından doğrudan finanse edilmemiştir. Bunun için buldukları finansman yolu ise, uluslararası silah kaçakcılığı olmuştur. Amerikan ambargosu karşısında Irak'a karşı sürdürdüğü savaş için gerekli silahları uluslararası silah kaçakcılarından temin eden İran'a çeşitli Amerikan silahlarının yedek parçaları Oliver Nord tarafından satılarak büyük bir para sağlanmıştır. Bu parçalar, doğrudan Amerika'dan değil, İsrail üzerinden sağlanmış ve böylece Amerikan kamuoyunun, özellikle de basınının dikkatleri başka yöne çekilmiştir. Elde edilen parayla, yine uluslararası silah kaçakcıları aracılığıyla büyük oranda Sovyet yapısı silahlar alınarak Nikaragua'daki kontralara aktadırmıştır. Olay, bir süre sonra açığa çıktığında, Oliver Nord görevden alınmış ve yargılanmıştır. Ancak yine de Amerika'da Regan yönetimi tarafından "ulusal kahraman" ilan edilmiştir.
Tüm bu olayların gösterdiği gerçek, Susurluk olayı ile ortaya çıkan ilişkilerin, birkaç kişinin kendi kendine kurdukları ve kendiliklerinden gerçekleştirdikleri ilişkiler olmadığıdır. Susurluk olayı ile ortaya çıkan ilişkiler, neredeyse FBI ve CIA'in el kitaplarında yazılı olanlara harfi harfine benzemektedir. T. Özal döneminde başlatılan polis teşkilatına ilişkin düzenlemeler, bu ilişkilerin başlangıcı olmuştur. T. Özal'ın MİT'in yanında polis teşkilatı bünyesinde bir istihbarat örgütü kurma girişimiyle başlayan ilişkiler, T. Çiller hükümeti döneminde polis içinde özel bir birimin kurulmasıyla tamamlanmıştır. Kimi basın organlarında açıklandığı gibi, bu özel örgüt, Amerikan FBI'dan örnek alınarak inşa edilmeye çalışılmıştır. Böylece, doğrudan hükümetin denetiminde faaliyet yürüten ve hükümetin illegal politik girişimlerini yerine getirecek özel bir örgüt ortaya çıkarılmıştır. Bu özel örgüt, 1993 yılında T. Çiller'in kararnamesini yayınladığı "özel ordu"dan başka birşey değildir. Bu özel birimin yasal ve açık yanı "özel harekat timleri" iken, yasadışı yanı, Susurluk olayı ile ortaya çıkan "ölüm mangaları" olmaktadır. D. Perinçek'in "Çillerin özel örgütü" olarak lanse etmeye çalıştığı bu örgütlenme, klâsik haline gelmiş karşı-devrimci bir örgütlenme tarzıdır. Dolayısıyla, herhangi bir kişiye ya da partiye ait bir örgütlenme değildir. İşlevi, devlet kurumlarının kendi yasallığını korumak zorunda kaldığı koşullarda -ki buna gizli faşizm dönemleri demek pek yanlış olmayacaktır-, yasal olarak ve yasallık çerçevesinde kalarak önleyemediği politik faaliyetleri ve politik ilişkileri tasfiye etmek ya da bu faaliyetler içindeki kişileri yok etmektir. 1980 öncesinde kitle hareketlerinin yükseldiği koşullarda doğrudan faşist milis örgütlenmeler aracılığıyla yerine getirilen bu işlev, günümüz koşullarında devlet içinde ve devlet tarafından örgütlenmiş bu tür özel örgütler aracılığıyla yerine getirilmektedir. Mehmet Ağar'ın istifa ederken söylediği gibi, bu örgütler "binlerce operasyon gerçekleştirmişlerdir".
Bugün ülkemizde herkesin üzerinde durması gereken, tepki göstermesi gereken nokta, kendisini "hukuk devleti" olarak tanımlayan bir devletin bu türden gizli ve yasadışı örgütler aracılığıyla, hukuk dışına çıkmasının getireceği sonuçlardır. Böyle bir devlette, hiç kimsenin "can güvenliği" kalmamıştır. Herhangi bir kesimin çıkarına gelmediği sürece, herkes devlet tarafından kurulmuş ve yönetilen bu yasadışı örgütün hedefi olmak durumundadır. Özellikle politik faaliyet içinde bulunan herkes, bu yasadışı örgütün hedefi olacaktır. Hedef olabilmek için, kişinin devrimci bir ilişki içinde olması bile gerekli değildir. Yaptığı herhangi bir açıklama ya da girişimin, bu örgüt yöneticileri tarafından benimsenmemesi ya da hoşlanılmaması bile hedef olmak için yeterli olacaktır. Bu da, siyasal iktidarların kendi keyfi yönetimlerini önemli bir muhalefetle karşılaşmaksızın sürdürmeleri için uygun bir zemin oluşturacaktır.
Bu koşullar altında, değil ilerici, devrimci bir politik faaliyet içinde bulunmak, mevcut hükümete muhalif konumda bulunmak bile, bireyler için önemli bir tehlike taşımaktadır. Bu tehlike, ister politikacı olsunlar, ister basın mensubu olsunlar, her türden düzen içi kurum ve kuruluş mensubu bireyleri kapsamasıyla, aynı zamanda, mevcut düzenin ne denli çaresiz ve tecrit olma koşulları içinde olduğunu göstermektedir. Özellikle küçük-burjuva aydınları açısından Susurluk olayı, tehlikenin ne denli ciddi olduğunu göstermektedir.
İster istemez, böyle bir tehdit ve tehlike altında bulunan bireyler için fazla bir seçenek bulunmamaktadır: Ya düzen içinde bile olsalar, siyasal iktidarla ters düşmeyi göze almayacaklardır; ya da bu tehlikeye karşı örgütleneceklerdir. Küçük-burjuva aydınlarının ve politikacılarının böylesine silahlı bir tehdite karşı örgütlenme yetenekleri yoktur. Bu nedenle, giderek pasifize olacaklardır. Onlar, böylesine bir yasadışı silahlı tehdite karşı kendilerini ve ülkeyi kurtaracak tek gücün silahlı devrimci örgütler olduğu gerçeğini kavramak zorundadırlar. Latin-Amerika'nın pek çok ülkesinde görüldüğü gibi, bu tür silahlı yasadışı devlet örgütlerine karşı, legal planda bir muhalefet hareketi başlatılamadığı sürece, küçük-burjuva aydınlarının ülke içinde varlıklarını sürdürmeleri olanaksızdır. Böyle bir muhalefet hareketinin, devrimci bir örgütle eşgüdümlü hareket etmediği sürece, etkili olabilmesi olanaksızdır.
Devrimci bir örgüt, böylesine bir tehdit altına giren bireyleri korumayı kendisine görev olarak veremez. Ancak, 1980 sonrasındaki her türlü kitle pasifikasyonu ve depolitizasyonunda özel bir görev üstlenmiş, dolayısıyla kitlelerin duyarsızlaşmasında önemli katkılarda bulunmuş ve kendilerini "ilerici" olarak tanımlayan küçük-burjuva aydınlarının, tüm bu süreçte devrimci örgütlere yönelik düşmanca tutum ve değerlendirmelerinin kendilerini bu düzenin hedefi olmaktan kurtarmadığını söylemek zorundayız. Son on yıl boyunca, bu küçük-burjuva aydınlarının, Marksist-Leninistlere saldırmalarının ve toplumsal yozlaşmanın yaratıcıları olmalarının kendilerini kurtarmadığı ve ülkeyi düzeltmediği görülmek zorundadır.
Devrimci örgütler, her zaman, devletin her türlü yasa-dışı faaliyetleriyle yüzyüze olmuşlardır. Devletin her türlü zor aygıtı, her zaman devrimcilere karşı kullanılmış ve bunda hiçbir yasallık gözetilmemiştir. Devrimci örgütler, bu yasatanımaz güce karşı mücadelelerini sürdürürken, binlerce insanını yitirmiştir. Yapılan polis operasyonlarında devrimciler sorgusuz sualsiz katledilmiş, kaybedilmiş, işkencelere maruz bırakılmıştır. Bütün bunlar olurken, küçük-burjuva aydınları, ülkemizin demokratikleşmesini beklemiş ve katledilen devrimciler için "onlarda silaha sarılmasalardı" diyerek operasyonları haklı ve mazur göstermeye çalışmışlardır. Ve Susurluk olayı ile, sıranın kendilerine de geleceğini ve gelmek üzere olduğunu görmüşlerdir. Artık son on yıldır devrimcilere yönelik düşmanca tutumlarının özeleştirisini yapmak zorundadırlar. Şeriatçılığın yükselişiyle karşı karşıya oldukları tehlikeyle birlikte, bu tehlike, kendilerini ne denli zor günlerin beklediğini göstermektedir. Artık Ahmet ya da Mehmet Altan'lar, M. Belgeler yahut "II. Cumhuriyetçiler" de tehlike altındadır. Hatta hükümetin aldığı herhangi bir ekonomik kararı eleştiren ve eleştirisini sert biçimde açıklayan bir ekonomist bile tehdit altındadır. Ve hepsi görmek zorundadır ki, bu yasadışı devlet, ancak bir devrimle devrilebilir ve ancak bir devrimle demokratikleştirilebilir. Bunun dışındaki herşey hayaldir, bir aldatmacadır.