Yeni [19.] Stand-by Anlaşması
ve [Son] Niyet Mektubu
"Hemen hemen her ay iki kez 'düze çıktık', 'krizi geçiştiriyoruz' türünden açıklamalar yapan Kemal Derviş'in en son 4 Aralık tarihli açıklamasına bakılacak olursa 2002 yılında enflasyon %35'lere indirilecek ve 'düze çıkılacaktır'. Böyle bir gelişme sağlanabilmesi için yapılması gereken ise IMF ile yeni bir stand-by anlaşması imzalamak olmaktadır. Basında yer alan haberlere göre, 20 kişilik IMF heyeti Ankara'da yeni stand-by anlaşmasını hazırlamaktadır. Maliye Bakanı Sümer Oral'ın açıklamasına göre, bu yeni stand-by anlaşması üç yıl süreli olacaktır. Bu yeni stand-by anlaşmasında nelerin yer alacağı henüz tam olarak bilinmemektedir...
Ancak kamuoyuna yansıyan bilgilere göre, yeni stand-by anlaşmasının ilk uygulamaları devlet yönetimine ilişkin olacaktır. 'Kamu harcamalarının azaltılması' paravanası altında devletin vergi dışı tüm ekonomik kaynakları ve faaliyetleri tasfiye edilecektir. Gelinen aşama, devletin 'küçültülmesi' değil, doğrudan tasfiyesi aşamasıdır. Bu nedenle, bugünden itibaren ekonomik yalan ve uydurma haber ve bilgi akışının ağırlık noktasını devlet ve devlet yönetimi oluşturacaktır. Böylece siyasal devlet ile ulusal devletin 'gereksiz' bir yük olduğu kanısı kitlelerde yaratılmaya çalışılacaktır. Bu ise, seçme ve seçilme hakkı başta olmak üzere tüm siyasal hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılması için uygun bir ortam hazırlayacaktır.
Diyebiliriz ki, IMF tarafından Ankara'da hazırlanan yeni stand-by anlaşması ile seçimler ve seçimlerle işbaşına gelen hükümetlerin yönettiği siyasal devlet tasfiye edilecek ve yerine 'atanmış' ekonomistler ve ekonomi geçirilecektir."
[Kurtuluş Cephesi, 64. Sayı, Kasım-Aralık 2001]
Ve tarihler B. Ecevit'in "tarihi ABD gezisi"ni gösterdiğinde (18 Ocak 2002) Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı sıfatıyla Kemal Derviş yeni stand-by anlaşmasıyla ilgili yeni "Niyet Mektubu"nu Washington'da imzalayarak IMF'ye "sunmuştur".
İmza günü Kemal Derviş, gazetecilere şu açıklamayı yapmıştır: "SAKLI BİR ŞEY YOK
Derviş, kabul edilmesinden sonra niyet mektubunun kamuoyuna açıklanacağını belirtti.
Derviş, 'Kabul edilen yasaların yürürlüğe girmesi, ondan sonra Bakanlar Kurulu'nun da üstünde çalıştığı yatırım ortamı ile ilgili, şeffaflaşmanın birtakım önlemleri ile ilgili, kamu bankalarındaki yapılanmayla ilgili bazı çalışmalar devam ediyor. Yani saklı bir şey yok. Ancak, ayrıntılar üzerinde kesin sonuca varmadan daha fazlasını söylemek yararlı olmaz. Niyet Mektubu'nu her zaman yaptığımız gibi bu seferde kamuoyuna açıklayacağız.'." Böylece hazırlıklarına Kasım 2001 ortalarında başlanan ve Aralık ayında hazırlandığı ilan edilen yeni stand-by anlaşmasının koşulları (ki "Niyet Mektubu" bu koşulların kabul edildiğini belirten bir anlaşma metnidir) Şubat ayına girilirken henüz ve yine kamuoyuna açıklanmamıştır. Nisan 2001 tarihinde "15 günde 15 yasa çıkmazsa IMF ile anlaşma olmaz" diyerek icraata başlayan Kemal Derviş'in yeni stand-by anlaşmasına ilişkin olarak yaptığı tek açıklama, IMF'nin 10 milyar dolar kredi vereceğini ve "10 milyar dolarlık kaynağı serbest bırakmak için ihale, tütün ve borçlanma kanunlarının yasalaşmasını şart koştuğunu" açıklaması olmuştur.
2002 yılına girildiğinde IMF'nin "başka şartlar" da koştuğu gazetelere yansıtılmaya başlanmıştır. Bunun ardından "Bankalar Yasası"nın çıkması ve Cumhurbaşkanı tarafından imzalanmasının gerekli olduğu dolaylı yollardan yazılıp çizilmeye başlanmıştır.
10 Ocak günü TBMM tarafından alelacele çıkartılarak Ecevit'in ABD gezisine yetiştirilen "Bankalar Yasası" değişikliğinin üç maddesinin 25 Ocak günü Cumhurbaşkanı tarafından veto edilmesi üzerine "havaalanında gazetecilerin sorularını yanıtlayan" Kemal Derviş, "Bu durum IMF ile ilişkileri olumsuz etkileyecektir" şeklinde "kısa bir açıklama" yaptıktan sonra "yakın arkadaşı "Prof. Dr." Asaf Savaş Akat'ın Yeniköy'deki evine gitmiştir".
Böylece IMF "İcra Kurulunun" 4 Şubat'ta toplanarak yeni stand-by anlaşmasını onaylayacağı bilgisinden başka hiç bir bilgi resmen kamuoyuna açıklanmamıştır.
Kamuoyuna "sızan" bilgilere bakıldığında, böylesine gizlilik ve ketumluk içinde hazırlanan yeni stand-by anlaşması okunduğunda "şok edici" olmasa bile, uygulamasıyla ülkeyi şok edeceğini, yani tümüyle hareketsiz ve işlevsiz bir yapıya sokacağı görülmektedir.
IMF'nin 2002-2004 arasında geçerli olacak olan stand-by anlaşmasıyla vereceği ilan edilen 10 milyar dolarlık kredi için "şart koştuğu" ilan edilen Tütün Yasası, bilindiği gibi, 3 Ocak günü eski haliyle meclisten geçirilmiş ve Cumhurbaşkanı tarafından zorunlu olarak onaylanarak yürürlüğe girmiştir.
Yeni tütün yasası, bir yandan Tekel'in özelleştirilmesini garanti altına alırken, diğer yandan "2002 ve sonraki yıllar tütün ürünü için destekleme alımı yapılmaz" hükmünü getirmektedir. Üzerinde en çok konuşulan ve bakanın istifasına yol açan yabancı sigara tekellerine ilişkin hüküm ise, "yıllık en az 2 milyar adet sigara üreten"ler "aynı markadan olmak üzere serbestçe ithalat yapabilecek, fiyatlandırabilecek ve satabilecekler" şeklinde yasalaştırılmıştır.
Tütün Yasası'nın bu yeni maddeleriyle yerli tütün üretimi tümüyle kendi kaderine terkedilmektedir. Destekleme alımının tümüyle kaldırılması, en açık biçimde tütün köylülerinin topraklarını ellerinden çıkarmalarına ve kentlere göç etmek zorunda kalmalarına neden olacaktır. Kalan ise, tüm sigara piyasasının Philip Morris-Sabancı ile R.J. Reynolds'ın tekeli altına sokulmasıdır.
Yeni stand-by anlaşması için Kemal Derviş'in "IMF şartı" olarak ileri sürdüğü Kamu İhale Yasası ise, 4 Ocak günü meclisten geçerek yasalaşmıştır.
Yeni Kamu İhale Yasası'yla, küçük bir kaç istisna dışında yabancı şirketlerin her türlü kamu ihalesine doğrudan katılmaları serbest hale getirilmiştir.
Yabancı şirketlerin kamu ihalelerine doğrudan katılmalarının önünün açılmasıyla, özellikle 1980 askeri darbesiyle birlikte "orta direk" yaratmak amacıyla en geniş ölçekte uygulanan "yerli ortak" uygulaması büyük ölçüde ortadan kaldırılmış olmaktadır. Genellikle küçük ve orta ölçekli müteahhit firmaları ile yabancı şirketlerin kağıt üzerinde ortağı görünerek komisyon alan T. Özal dönemi yeni "işbitiriciler" bu yolla tasfiye edilmektedir. Bu da, oligarşi dışındaki sömürücü sınıf ve tabakaların ekonomik gücünü önemli ölçüde zayıflatacaktır. Böylece, oligarşi dışındaki sömürücü sınıf ve tabakalar arasındaki ayrışmalar ve bölünmeler ve bunun siyasal yansıları, ekonomik tasfiye yoluyla ortadan kaldırılarak, oligarşinin (dolayısıyla emperyalist tekellerin) 1990 sonrasında bu nedenle zayıflayan siyasal otoritesi güçlendirilmiş olunacaktır. Hiç söylemeye gerek yoktur ki bu yasa, diğer yandan emperyalist tekellerin ülke içindeki siyasal ilişkilere doğrudan müdahalesinin yolunu da açmış olmaktadır.
Son yasa ise, Kemal Derviş'in "bu durum IMF ile ilişkileri olumsuz etkileyecektir" dediği Bankalar Yasası'dır. Tam adıyla "Mali Sektöre Olan Borçların Yeniden Yapılandırılması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun" olan bu yasa, daha önceki yazımızda değindiğimiz gibi, "özsermayesi olan, ancak gücünü yitirmiş" olan bankalara "sermayelerini güçlendirmek" görünümü altında para transferi yapılmasını içermektedir. Ancak yasa, sadece "özsermayesi olan, ancak gücünü yitirmiş" bankaların sermayelerini güçlendirmekle sınırlı olmayıp, kamu bankalarının (Ziraat Bankası, Halk Bankası ve Emlak Bankası) özelleştirilmesini de kapsamaktadır.
Doğal olarak her özelleştirme uygulamasında yapıldığı gibi, özelleştirilecek kamu bankalarının da, satın alacaklar için "uygun hale" getirilmesi yasal hale getirilmiştir. Kemal Derviş'in "çok önemli" diyerek aceleyle TBMM'den geçirttiği yasa, Ziraat Bankası ile Halk Bankası'nın 900 şubesinin kapatılarak 30.000 çalışanının işten çıkartılmasını en kolay yoldan halletmektedir.
Cumhurbaşkanı Sezer tarafından veto edilen yasanın 6. maddesinde şöyle denilmektedir: "Bankalarda 31.12.2002 tarihinden sonra özel hukuk hükümlerine tâbi olmayan personel çalıştırılamaz. Yeniden yapılandırma sürecinde bankaların yönetim kurullarınca gerek özel hukuk hükümlerine göre çalıştırılmak üzere kendisine sözleşme teklif edilen ancak özel hukuk hükümlerine göre çalışmayı kabul etmeyen gerekse özel hukuk hükümlerine göre çalışması uygun görülmeyip sözleşme imzalanmayan personel, bankaların yönetim kurullarınca Devlet Personel Başkanlığına bildirilir." Görüldüğü gibi, "bankalarda özel hukuk hükümlerine tâbi olmayan personel çalıştırılamaz" denilerek, daha özelleştirilmeden Ziraat ve Halk Bankası'nda çalışan memurların "kamu görevlisi" olma nitelikleri ellerinden alınmaktadır. Bu durum bir kez gerçekleştirildikten sonra, bu bankalarda çalışanlar "özel hukuk" kapsamında hızla işten çıkartılabilinecektir. IMF'nin koşullarından birisi olan kamu çalışanlarının sayısının azaltılması, böylece basit bir yasa tekniği oyunu ile kolayca uygulamaya sokulmak istenmektedir. Yasanın bu maddesi, bu haliyle yasalaştığı takdirde, Ziraat ve Halk Bankası'ndan ilk elde çıkartılması planlanmış olan 30.000 kişi, başka kamu kuruluşlarına atanmadan, doğrudan işten atılacaklardır.
Yine Cumhurbaşkanı Sezer tarafından şimdilik veto edilmiş olan 7. maddede ise şunlar yazılıdır: "Özel kanunlarla kurulmuş kamu tüzel kişiliğini ve idari ve malî özerkliği haiz kurul, üst kurul ve bunlara bağlı kurumların yıllık hesapları Başbakanlık tarafından belirlenen Başbakanlık müfettişi, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu denetçisi ve Maliye müfettişinden oluşan bir komisyon tarafından denetlenir.
Bu madde kapsamındaki kurul, üst kurul ve bunlara bağlı kurumların faaliyetleri hakkındaki yıllık rapor, her yılın Mayıs ayı sonuna kadar Bakanlar Kuruluna sunulur. Bu kurul ve kuruluşlar faaliyetlerine ilişkin olarak yılda bir defa TBMM Plan ve Bütçe Komisyonunu bilgilendirir.
Bu madde kapsamındaki kurul, üst kurul ve bunlara bağlı kurumlar 6245 sayılı Harcırah Kanunu, 1050 sayılı Muhasebei Umumiye Kanunu ve 832 sayılı Sayıştay Kanununa tâbi değildir.
Bu madde kapsamındaki kurul, üst kurul ve bunlara bağlı kurumların kanunlarındaki ve diğer kanunlardaki bu maddeye aykırı hükümler uygulanmaz." Basit, basit olduğu kadar kurnazca sözcük oyunlarıyla özelleştirme süreci içinde Ziraat ve Halk Bankası ile diğer kamu kuruluşların tüm denetim yolları ortadan kaldırılmaktadır.
Öyle ki, Cumhurbaşkanlığına bağlı Devlet Denetleme Kurulu ile "genel ve katma bütçeli dairelerin gelir ve giderleri ile mallarını TBMM adına denetlemekle görevli" Sayıştay devreden çıkartılmaktadır. Bu, doğrudan Cumhurbaşkanlığı ile TBMM'nin kurum olarak devreden çıkartılmasından başka birşey değildir.
Diğer yandan maddenin son paragrafıyla "özel kanunlarla kurulmuş kamu tüzel kişiliğini ve idari ve malî özerkliği haiz kurul, üst kurul ve bunlara bağlı kurumların" denetimi de ortadan kaldırılmaktadır. Bu kurumlar ise, Rekabet Kurumu, Telekomünikasyon Kurumu ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu'dur.
Kemal Derviş'in sözleriyle ifade edersek, "özsermayesi olan, ancak gücünü yitirmiş" bankalara sermaye desteği sağlamak amacıyla çıkartıldığı iddia edilen yasa, aynı zamanda kamu bankalarının özelleştirilmesi ve çalışanlarının işten çıkarılması yasası haline getirilmiştir. Daha da önemlisi, yine Kemal Derviş'in "şeffaf yapılacağı"nı ilan ettiği uygulamanın yasası bile, baştan sona "şeffaflık"tan kaçmanın, yapılacak işleri denetimden kaçırmanın yolları ile doludur. Bu öylesine yüzsüzce yapılmıştır ki, yasanın geçici maddesine şunlar kolayca yazılabilmiştir: "Ziraat Bankası, Türkiye Halk Bankası ve Türkiye Emlâk Bankası Yönetim, Denetim ve Tasfiye Kurulu üyelerinin bu Kanun ve 4603 sayılı Kanun hükümleri çerçevesinde yaptıkları işlemlerden dolayı hukuki sorumlulukları bankacılık sektöründe faaliyette bulunan özel bankaların yönetim, denetim ve tasfiye kurullarına uygulanan özel hukuk hükümlerine ve mevzuata tâbidir.
(Bu bankaların), Yönetim, Denetim ve Tasfiye Kurulu üyeleri ceza ve idare hukuku bakımından memur sayılmazlar." Kamu bankalarının özelleştirilmesi ve tasfiye edilmesiyle görevli yöneticiler, deneticiler ve tasfiye görevlilerinin daha sonraki zamanlarda (aylar ya da yıllar sonrasında) yaptıkları işlemlerden dolayı sorumlu tutulmamaları için "Bankalar Yasası"na eklenen bu hüküm, açık ve net biçimde, kamu bankalarının yönetici, denetici ve tasfiye görevlilerinin "kamu çıkarları"nı değil, özel çıkarları koruyacakları alenen ilan edilmektedir.[1*] Kemal Derviş'in övünerek, "Devlet desteği hala sermayesi olan yani sıfırın üstünde ancak bu sermayesinin bir kısmını kriz nedeniyle yitirmiş bankalara çok şeffaf ve aslında zor şartlarda verilecek. Birincisi, daha fazla sermaye koymak zorunda olacak banka sahibi. İkincisi hesapları üç aşamalı denetimden geçecek. Bir şimdiki denetim, iki bu denetime ek denetim,üç BDDK'nın denetimi. Bu şeffaflığa daha hiçbir zaman Türkiye'de ulaşamadık" dediği "şeffaflık" ise, "Enron olayı" ile birlikte daha "şeffaf" hale gelmiştir.
Bilineceği gibi, Enron, ABD'nin en büyük enerji sektörü şirketidir. Her Amerikan "dev" şirketi gibi, uluslararası tekel durumundadır. Türkiye de dahil olmak üzere, dünyanın hemen her yerinde elektrik santralleri, dağıtım şebekeleri, gaz boru hatları, rüzgar enerjisi santralleri gibi yüzlerce alanda faaliyet yürüten Enron, dünya ekonomik bunalımının en büyük iflası olarak "tarih" yazmıştır.
Enron'un varlık büyüklüğü 30 Eylül 2001 itibariyle 62 milyar doları aşmaktadır. Yıllık cirosu 111 milyar dolardır. Bu haliyle Enron'un iflası, "dünya mali tarihinin" en büyük iflası niteliğindedir. (İkinci sıradaki en büyük iflas 1987 yılında 51 milyar dolarla Texaco Inc. iflasıdır. Onları 1988 yılında 46.1 milyar dolarla Financial Corp. of Amerika izlemektedir.)
Böylesine büyük bir iflas olayı, bugün dünya emperyalist ekonomilerinin içinde bulunduğu bunalımın boyutlarını göstermekle birlikte, aynı zamanda yolsuzlukların kökeninin nerelerde yattığını da açıkça göstermektedir.
Enron iflası ile birlikte, şirketin ABD başkanı W. Bush'la olan parasal ilişkileri basında yer alırken, diğer yandan "bağımsız mali denetçisi"nin şirkete ait binlerce belgeyi ve bilgisayar kayıtlarını iflas ilanından kısa süre önce imha ettiği ortaya çıkmıştır.
Bu "bağımsız mali denetçi", Türkiye'deki gerçek adıyla "Yeminli Mali Müşavir" ise "ünlü" denetim ve danışmanlık şirketi Arthur Andersen'dir.
Arthur Andersen "denetim ve danışmanlık şirketi" ülkemizde de birçok kuruluşun mali denetmenidir. Kemal Derviş'in son "Bankalar Yasası"nda "şeffaflık" olarak ilan ettiği "üç aşamalı denetim"i gerçekleştirecek olan şirket de Arthur Andersen'dir.
Arthur Andersen'in ülkemizdeki faaliyetleri bununla sınırlı değildir.
Telekom'u özelleştirme sürecine hazırlayacak olan danışmanlık ihalesini 2.8 milyon dolara Arthur Andersen kazanmıştır. "Denetim ve danışmanlık" şirketi Arthur Andersen'in Türk Telekom'un özelleştirmeyle ilgili planları (kendi dillerinde stratejiyi) hazırlayacak ve yaklaşık bir yıl içinde de şirketi yeniden yapılandıracaktır. Ayrıca Fon'a alınan 19 bankanın bazılarının da "mali denetimi" bu şirket tarafından yapılmaktadır.
Diyebiliriz ki, Arthur Andersen, her türlü muhasebe hilelerini kullanarak "danışmanlık" yaptığı şirketlerin bilançolarında makyaj yapmakta uzmanlaşmış bir şirkettir. Dolayısıyla "denetim" işlemleri sırasında da, aynı "uzmanlığını" kullanarak, şişirilmiş bilançolarla şirketleri "iyi durumda" göstermektedir. Elbetteki, tüm bu "uzmanlıkları"nı, kim daha çok para verirse onun hizmetine sunmaktadırlar.
Ancak Arthur Andersen şirketinin kamuoyunca çok bilinmeyen bir başka "popüler" yanı daha bulunmaktadır: "İnsan kaynakları uzmanlığı".
Bir yazarın ifadesiyle söylersek, "insan kaynakları uzmanlığı", "yükselen meslekler"in başında gelmektedir. Asli işlevleri ise, yazar tarafından şöyle ifade edilmektedir: "'Kafa avcılığı', bilimsel adıyla 'insan kaynakları uzmanlığı' Türkiye'de de yükselen mesleklerden biri haline geldi.
Kafa avcılarının işi; doğru işe doğru kişiyi bularak başarıyı sağlamak; 10 kişinin yapacağı işi doğru seçimlerle 5 kişiye yaptırıp maliyet düşürmek. Bu uğurda gerekirse başka firmaların başarılı elemanlarını yeni işler için cazip tekliflerle ayartmaktan da kaçınmıyorlar. Veya bir yerlere transfer olmak isteyenler, onlara gizlice başvurup daha cazip işler bulmaya çalışıyorlar. Onlar da yüksek komisyonlarla aracılık yaparak, bazı elemanları firmalarından kopararak başka firmalara geçmelerini sağlıyorlar."[2*] İşte, Enron olayında muhasebe kayıtlarını ve belgelerini imha eden, ülkemizde Telekom'un özelleştirilmesini planlayan, Fona devredilen bankaların "yeminli mali müşaviri" olan ve son olarak "Bankalar Yasası" ile özel bankalara kaynak transferinde "denetçi" olarak görevlendirilen Arthur Andersen şirketi, böylesine her türlü ahlaki değerlerden uzak, sadece para için yaşayan ve her şeyi yapan insanlardan oluşan bir topluluktur.
Kemal Derviş'in IMF ile yapılacak olan 19. stand-by anlaşması için olmaz-sa-olmaz koşul olarak ileri sürdüğü yasaların neler getirdiği bu kısa bilgilerle bile anlaşılabilir olmaktadır.
Öyle görülmektedir ki, 19. stand-by anlaşmasının kısa vadeli ilk hedefi, orta burjuvazinin (tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisi) mülksüzleştirilmesi ve siyasal olarak tasfiye edilmesidir. Özellikle bu tasfiyede ilk planda "banka sahibi" kesim ile "yasal zorunluluk" nedeniyle yabancı şirketlerin "yerli ortağı" sıfatıyla komisyon alan kesim yer almaktadır. Kemal Derviş'in "doğrudan yabancı sermaye yatırımları için ortamı iyileştirme" söyleminin yeni içeriği de bu kesimlerin tasfiye edilerek yabancı sermaye için kâr oranlarını yükseltmek olmaktadır. Bu amaçla, her türlü demagoji, propaganda, yasa oyunları kullanılmaktadır.
Yeni stand-by anlaşmasında çalışan kesimler için "yeni bir şey" bulunmamaktadır. Onlar, dün olduğu gibi, bugün de %5-10 ücret ve maaş artışlarıyla ve reel olarak %50-70 ücret ve maaş azalmasıyla daha da yoksullaşarak yaşamlarını sürdürmeye devam edeceklerdir. Elbette onbinlerce yeni işsizler ordusuna katılmadıkları sürece.
Köylüler, destekleme alımlarının kaldırıldığı koşullarda, bir süre "doğrudan gelir desteği" söylemiyle avutulmaya devam edilecekler ve giderek topraksız köylü ya da kentlerin işsizler ordusunun yeni üyeleri olarak ortaya çıkmaya devam edeceklerdir.
Elinde hala biraz parası kalmış olan küçük-burjuva kesimler ise, dün olduğu gibi, borsa, repo, döviz, bono söylemleri arasında bu paralarını da yitirerek, "düşük gelirliler" kategorisine ineceklerdir.
"Hepimiz gerçekten Türkiye'nin iyiliği için çalışıyoruz. Türkiye'nin gücünü bu anlayış ve dayanışma artırıyor. Diğer önemli bir konu yasal çalışmalarla ilgili. Bir çok yasa çıktı. Aynı hızda sürmesi mümkün değil. Önümüzde yapılması gereken işler var. Mesela İhale Kanunu, şeffaflık açısından çok önemli. Bazı konularda belki yeterince tartışılmadı. Ama çok hızlı çalışmaya mecburduk, ekonomideki yeni gücünü siyasal alana taşıyabilen çok saygın bir Türkiye hepimizin önemini yansıtıyor. Güçlü bir ekonomi olmadan güçlü bir Türkiye olamaz. En büyük yurtseverlik güçlü ekonomiye destek vermektir." (15 Mayıs 2001, Kemal Derviş)
[1*] Elbetteki herkesin "kendi özel çıkarı" peşinde koşmasının bir "meziyet" ve "ahlak" olarak sunulduğu, "kamu çıkarları"ndan sözetmenin "aptallık" olarak kabul edildiği bir ortamda, "kamu"nun da böylesine bir yasa değişikliği karşısında tepki göstermesi beklenemez. [2*] Deniz Akın, Yeni Asır.