17 Ocak 2012 günü, Hrant Dink’in öldürülmesinin (19 Ocak 2007) beşinci yılına iki gün kala İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi “Hrant Dink davası”nı karara bağladı.
Herhangi bir ceza mahkemesi olmayıp, ünlü “CMK. 250. maddesi ile görevli”, yani “özel yetkili” mahkeme olan 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin, tutuklu “şüpheliler”in “azami” tutukluluk süresinin bitimine dört gün kala açıkladığı kararında, “şüpheli” Yasin Hayal, “cinayete azmettirmek”ten ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırırken, “resmi polis muhbiri” Erhan Tuncel’e ise, Trabzon’daki McDonalds’ı bombalaması nedeniyle 10 yıl ceza verdi. Ama cinayette “örgüt şüphesi” olsa da, bunun kanıtlanamadığı doğrudan “özel yetkili mahkeme” başkanı tarafından açıklandı. Böylece “birinci derece mahkemesi”nde görülen “Hrant Dink davası” bitmiş oldu. (Hemen belirtelim, Hrant Dink’i öldüren Ogün Samast, 25 Temmuz 2011 tarihinde İstanbul 2. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nde 22 yıl 10 gün hapis cezasına çarptırıldı.)
Ancak “CMK. 250. maddesi ile görevli” mahkemenin kararı, “medyatik” söylemle, yediden yetmişe, sıradan vatandaştan başbakana ve cumhurbaşkanına kadar hiç kimseyi “tatmin etmedi”, Bülent Arınç’ın sözleriyle “vicdanlar tatmin olmadı”.
Kararın ardından Hrant Dink’in avukatları, cinayetin tam olarak aydınlatılmadığını, “gerçek suçluların” açığa çıkartılmadığını, cinayetin birkaç “gencin kendi kafalarına göre” işledikleri bir suç olmadığını, olayın arkasında “derin devletin” ve hatta “Ergenekon terör örgütünün” olduğunu açıkladılar. Ve Hrant Dink’in öldürülmesinin beşinci yılında, bir kez daha “Hepimiz Ermeniyiz” pankartları altında binlerce kişi, hem cinayeti hem de mahkeme kararını protesto etti. Böylece “derin devlet”, “Ergenekon” ve “Hepimiz Ermeni miyiz?” tartışmaları yeniden gündemin ilk sırasına oturdu.
Bir kez daha “derin devlet” edebiyatı ortalığı kırıp geçirirken, “Hrant Dink’in arkadaşları”nın, cinayetin “Ergenekon terör örgütü” tarafından işlendiği yönündeki kesin kanaatı da açıkça dile getirildi. Bu kanaat, Trabzon İl Jandarma Komutanı’nın Hrant Dink’in öldürülmesi olayının “üstünü örttüğü”nden yola çıkarak ve “Ergenekon terör örgütü”nün “başı” kabul edilen ve JİTEM “kurucusu” olan Veli Küçük’ün de Jandarma Tuğgenerali olmasıyla bağlantılandırılarak oluşturuluyordu. Zaten komplo teorilerine açık olan toplum kesimleri, özellikle legalist ve neo-liberal sol bu kanaatı olduğu gibi benimsedi. Ama Ogün Samast, Yasin Hayal ve “polis muhbiri” Erhan Tuncel’in
Alperen Ocakları ve
BBP ile ilişkisine fazlaca değinen olmadı.
Bilindiği gibi,
Alperen Ocakları (eski adıyla
Nizam-ı Alem Ocakları), “derin suikast”e “kurban” giden ve “Ergenekon” davası “muhbiri” Muhsin Yazıcıoğlu’nun BBP’nin (Büyük Birlik Partisi) “gençlik kolu” olarak faaliyet yürütmektedir. BBP’nin temel “görüşü” “Türk-İslam Sentezi” olmakla birlikte, MHP’nin aksine, bu sentezde “İslam” yönüne daha fazla vurgu yapmaktadır. Bu nedenle, BBP’nin “gençlik kolu” olan Alperen Ocakları, “İslam dinine aykırı” olarak gördükleri her olayın içinde yer almışlardır. Örneğin “cami” yapılması için Ayasofya’da namaz kılınması, İdil Biret’in Topkapı Sarayı’ndaki konserinin “mukaddes avluda şarap içilmesi” bahenesiyle basılması, yine “içki içiliyor” bahanesiyle Tophane’deki bir serginin basılması, Alperen Ocakları’nın küçük icraatlarından bazılarıdır.
Bugün “medya”da yer almasa da, 5 Şubat 2006’da İtalyan Katolik Kilisesi rahibi Andrea Santoro’nın öldürülmesi, 17 Mayıs 2006’da Danıştay 2. Dairesi üyelerine Alparslan Arslan tarafından yapılan saldırı ve 18 Nisan 2007’de Malatya’daki Zirve katliamının “arkasındaki gerçek”, bir yanıyla “derin devlet”i, diğer yanıyla BBP ve Alperen Ocakları’nı gösterdiği de açıktır.
Ancak “komplo” teorilerine güçlü biçimde inanıldığı bir ortamda, “gerçekler”, hiç şüphesiz belli bir “komplo mantığı” içinde ortaya konulmak durumundadır. Eğer bu “komplo mantığı”na göre gerçekler ortaya konulmazsa, bu gerçeğin gerçekliğinden hemen herkes “şüphe” etmektedir.
“Komplo mantığı”nın “ilk ölçütü”, meydana gelen olayın “en çok kimin işine yaradığı” olarak kabul edilmektedir. Bu mantıktan hareketle, örneğin Danıştay saldırısından “en çok” “laikçiler yarar sağladığı” söylenerek, “işin içinde iş” olduğu ve bunun da “Ergenekon işi” olduğu kolayca kabul görebilmektedir (ki aynı “mantık”la Danıştay davası “Ergenekon” davasıyla birleştirilmiştir).
Bu “ölçüt”le BBP ve Alperen Ocakları tarafından gerçekleştirildiği “muhtemel” olaylara bakıldığında, bunların “başkalarının işine yaradığı” söylenerek, en iyi olasılıkla, “Alperen Ocaklı gençler”in bu “başkaları” tarafından “kullanılmış” olabileceği kabul edilmektedir.
Oysa aynı “mantık”tan yola çıkarak, meydana gelen siyasal olayların
uzun dönemde “en çok kimin işine yaradığı” sorusuna yanıt arandığında, kuşkusuz herkesin karşısına “AKP” çıkacaktır. Ama AKP’nin böyle eylemleri yönlendirebilecek bir “yapılanması” olmadığı kabul edildiğinden, bu olasılık hemen bir yana itilmektedir. (“Çok komplocu” ya da “çok şüpheci” olanlar, ki genellikle “ulusalcı” denilen kesim olmaktadır, AKP’nin böyle bir “yapılanması” olmasa da, Fethullahçı polis örgütlenmesinin olduğunu söyleyeceklerdir.)
Böylece, bir kez daha “sapla saman”, “at izi ile it izi” birbirine karışmaktadır.
Eğer 2006 yılında “misyonerler” tartışmasının yoğunlaştığı ve her türden “İslamcı”nın hıristiyan misyoner faaliyetleri karşısında “din elden gidiyor” diye nasıl bağırdıkları düşünülecek olursa, Santoro cinayetinin de, Zirve katliamının da neden gerçekleştirildiği kolayca anlaşılabilir. Bu olaylarda “büyük komplolar” aramak, boş çabadır, eski deyimle “abesle iştigal”dir. Çünkü “misyonerlik faaliyetleri” (ki “Kurtlar Vadisi” dizisinde bolca işlenmiştir) “
Hira Dağı kadar müslüman”ların mutlak düşmanı oldukları bir olaydır. “
Hira Dağı kadar müslüman” olanlar, aynı zamanda “
Tanrı Dağı kadar Türk”türler. Dolayısıyla, “Ermeni meselesi”nde de Ermenilerin mutlak düşmanıdırlar.
Bu mutlak düşmanlık durumu, açıktır ki, adı ister Alperen Ocakları olsun, ister Ülkü Ocakları olsun, her türden ve cinsten faşist milislerin ortak özelliğidir. Bu faşist milislerin, şu ya da bu olayda “kullanıldıkları”nı düşünmek ise, bu faşistlerin bir “fikri” olmadığını söylemekle özdeştir.
Elbette “komplo teorisi” merakı yüzünden, faşist milislerin bu türden olayların içinde yer almasının ve cinayetler işlemesinin “nedeni” de açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.
“Neden”, “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar müslüman”, “müslüman mahallesinde salyangoz satmak” vb. sözlerde yatmaktadır. AKP’nin iktidar olmasıyla, “müslüman bir hükümet”e sahip olunması, bu kesimlerin daha rahat ve pervasız hareket etmeleri için uygun bir ortam yaratmıştır. Böylece, “Türk-İslam Sentezi” eylemleri yoğunlaşmıştır.
BBP’nin ve Alperen Ocakları’nın doğrudan işin içinde yer aldığı olaylar, “büyük bir komplo”nun parçaları olmayıp, bizatihi bu kesimin ideolojik-dinsel görüşlerinin ürünüdür. Hiç şüphesiz, bu ideolojik-dinsel görüşler sadece BBP’ye ait değildir. MHP’sinden “bağımsız ülkücüler”e kadar eski ve yeni tüm faşist milislerin ortak görüşüdür. Zaten “at izi ile it izi”nin birbirine karışması da bu “ortak”lıktan kaynaklanmaktadır.
“Bağımsız ülkücüler”, MHP ve BBP saflarında yer almayan, ağırlıklı olarak “Türki cumhuriyetler”de faaliyet göstermiş olan ve hatta buralarda “darbe” yapmaya kalkışan 12 Eylül öncesinin faşist katillerinden ve onların “reis”lerinden oluşmuştur. Bunların “en büyük girişimi”, Mart 1995’te Azerbaycan’da Aliyev’e karşı darbe girişimidir.
[1*] (Aynı boyutlarda olmasa da, Kazakistan ve Türkmenistan’da da benzer darbe hazırlıkları yapılmıştır.) “Medya”ya da yansıdığı gibi, bu darbe girişimi, doğrudan Süleyman Demirel’in “ihbar”ıyla önlenmiştir. Bu dönemde Tansu Çiller başbakandır ve danışmanlarından birisi de Mümtaz’er Türköne’dir.
Bu dönemde “Türki cumhuriyetler”de faaliyet gösteren “ülkücü işadamları” ve “ülkücü mafya”, 1990’ların sonuna doğru tümüyle geri dönmüşlerdir. Bu geri dönen “ülkücüler”, büyük ölçüde MHP ve BBP’nin dışında kalmışlardır. Ancak “ülküdaş” oldukları için birbirleriyle ilişkilerini sürdürmüşlerdir. İşte “Ergenekon” olayında ortalığın karışmasına yol açan da, bu “ülküdaş”lıktan türeyen ilişkiler zinciridir. Bu ilişkiler zincirinin en tipik örneği ise, Danıştay saldırısını gerçekleştiren Alparslan Arslan’dır.
Bu “bağımsız ülkücüler”in diğer bir özellikleri de, Türki cumhuriyetlerde faaliyet gösterdikleri dönemde, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar” bir “Türk dünyası” oluşturmak amacıyla “sivil toplum örgütü” olarak faaliyet gösteren Fethullah okullarıyla birlikte hareket etmeleridir.
Bu faaliyetlerde Fethullahçılar, CIA’ya bağlı olarak çalışmışlar (ve halen çalışmayı sürdürmektedirler) ve Türki cumhuriyetlerde “Rus ve komünist etkisini” temizleme “misyonu” ile hareket etmişlerdir. (Fethullah Gülen’in bugün ABD’de özel koruma altına alınmasının arka planında bu “hizmet” bulunmaktadır.)
Fethullahçıların bu “misyonerlik” faaliyetleri ile bulundukları ülkede “darbe” yapmaya bile cüret edebilecek kadar ileri giden “bağımsız ülkücüler” arasındaki ilişki öylesine belirginleşmiştir ki, sonuçta Kazakistan ve Türkmenistan Fethullah okullarını kapatmak durumunda kalmışlardır.
Kısacası, Türki cumhuriyetlerde “bağımsız ülkücüler” “silahlı güç” olarak, Fethullahçılar “sivil güç” olarak birlikte hareket etmişlerdir. Bu nedenle de, pek çok açıdan ilişkiler birbirinin içine geçmiştir. Ama asıl sorun, “bağımsız ülkücüler”in (ki “işadamı” ve “mafya” olarak faaliyet göstermişlerdir) Türki cumhuriyetlerden çıkartılıp Türkiye’ye geri dönmeleriyle başlamıştır.
Bu tarihe kadar hiçbir faşist, devlet ya da “derin devlet” tarafından “kullanıldıkları” kanısında değillerdir. Kendilerini, şimdi “prof. dr.” ünvanı almış olan Mümtaz’er Türköne’nin danışmanlığında Tansu Çiller’in söylediği, “devlet için kurşun atan ve kurşun yiyen şerefli” kişiler olarak görmüşlerdir. Ama Türkiye’ye geri döndüklerinde, daha doğrusu geri dönmek zorunda bırakıldıklarında, “şan ve şerefle” karşılanmamışlardır.
Öte yandan, MHP yönetimi de bu “ülküdaşlar”a çok sıcak yaklaşmamış ve arasına belli bir mesafe koymuştur. Kendilerine sıcak davranan, bugün “derin devlet” demenin alışkanlık haline getirildiği eski kontra-gerilla unsurları ve istihbarat elemanları olmuştur.
Diğer taraftan, Muhsin Yazıcıoğlu’nun BBP’si ve Alperen Ocakları MHP’nin boşalttığı alanlarda faaliyetlerini yoğunlaştırmışlardır. Bu da, “bağımsız ülkücüler”le yakın bir ilişkiye girilmesine yol açmıştır. 12 Eylül öncesinde “komünizme karşı devlete yardımcı olan” bu faşist gruplar, hemen her zaman “durumdan vazife çıkararak” belli faaliyetler yürütmüşlerdir.
Gerek “misyoner cinayetleri”, gerekse Hrant Dink cinayeti, bu kesimlerin “devlete sahip çıkma” düşüncelerinin bir ürünüdür.
Ancak bu, onların kendi başlarına, “devletin bilgisi dışında” hareket ettikleri anlamına gelmemektedir. Devlet, isterse adına “derin devlet” denilsin, her zaman bu hareketlerin doğrudan içinde yer almış ve her zaman bu hareketleri denetlemiştir. Bu nedenle, bunların eylemlerinin devletin “bilgisi dahilinde” yapıldığını söylemek pek yanlış değildir. Ama bunların devlet tarafından bilinmesi ve denetlenmesi ile kendilerinin belli bir ideolojiye sahip olmaları birbirine karıştırılmamalıdır.
Türkiye’deki faşist hareketin amacı, “ortalığı karıştırarak” birilerinin “darbe yapması” için uygun ortam yaratmak olmamıştır. Her zaman “devletin bekası” ve kendi ideolojilerine uygun bir devlet yapısının oluşması için faaliyet yürütmüşlerdir. Bu faaliyetleri de, her zaman devletin “kolluk güçleri” tarafından desteklenmiştir. Kendileri açısından, “devletin kendilerini kullanması” diye bir kaygı yoktur. “Söz konusu olan vatansa, gerisi teferruattır”.
Hrant Dink olayı, devletin resmi güçleri ile bu kesimlerin ne kadar “duygudaş” olduklarını da açıkça ortaya koymuştur.
Burada en büyük yanılgı, Türkiye devlet bürokrasisinin, Holywood filmlerinde çizilen ABD “derin devleti” gibi planlı, gizli ve çok iyi düşünülmüş komplolar yapabileceği sanısıdır. Gerçekte ise, böylesi bir devlet Türkiye’de ne olmuştur, ne de olmaya çalışmıştır. Osmanlı’dan bugüne kadar Türkiye toplumunun devlet karşısındaki tutumu, yani devletin “karşı-konulmaz, yenilmez ve yıkılmaz” bir güç olduğuna ilişkin yüzyılların yerleşmiş düşüncesi, devlet gücünün padişahlık düzeniyle özdeş olduğu dönemdekine benzer bir zihniyetle yönetilmesine yol açmıştır. Nasıl ki, padişah, “allahtan başka kimseye hesap vermez” ise, bu devletin yöneticileri de benzer bir düşünceye sahiptirler. Bu nedenle de, “ince eleyip, sık dokumak” diye bir alışkanlıkları ve tutumları yoktur.
Bu zihniyet ile faşist zihniyet bir araya geldiğinde, heryerde herşeyi yapabileceklerini düşünen bir ilişkiler ağı ortaya çıkmaktadır. Bugün “Ergenekon” davasından “içeri tıkılanların” çok farklı siyasal görüşlere sahip olmalarına rağmen, birbirleriyle ilişkilerinin öylesine iç içe geçmiş olması da, bu ilişki ağının bir ürünüdür.
Burada altı çizilmesi gereken olgu, “misyoner cinayetleri” ile Hrant Dink cinayeti karşısında “ülküdaşlar” ile “derin devlet” ne kadar “duygudaş” ise, AKP’nin de onlarla o kadar “duygudaş” olduklarıdır. Buraya kadar aralarında “özel” bir sorun bulunmamaktadır. Sorunun baş gösterdiği yer, “ülküdaşlar”ın giderek pervasızlaşması ve AKP’ye karşı tutum takınmalarıdır. Bunun “kırılma noktası” da 27 Nisan “muhtırası” sonrasında, özellikle cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında Ankara’da yapılan AKP karşıtı kulisler olmuştur. Böylece “ülküdaşlar” ile “duygudaşlar” birbirine hasım haline gelmişlerdir.
Bu hasımlıkta, ABD’nin “misyoner cinayetleri” ile “Ermeni sorunu” konusundaki “hassasiyeti” ve bu konuda AKP’ye yaptığı baskı (ya da verdiği destek) etkin bir unsur olmuştur. Sonuçta, “Ergenekon” operasyonuyla “ülküdaşlar” ile “duygudaşlar” arasındaki çatışma yeni bir evreye girmiştir.
Bu çatışmada Muhsin Yazıcıoğlu, AKP’yle (özel olarak Fethullahçılarla) uzlaşmış ve onların safında yer almıştır. Cinayetlerin faillerinin “aidiyetleri” açıkça bilinmesine rağmen, BBP’nin ve Alperen Ocakları’nın üzerine gidilmemesinin arkasında yatan neden de bu saflaşmadır.
Sözün özü, geri kalmış bir ülkenin, padişahlık düzeninden kalma geri kalmış devletinin “allahtan başka kimseye hesap vermez” tutumu, “Hrant’ın arkadaşları”nın sürekli dile getirdikleri “gerçek suçlu”dur. Ancak bu “gerçek suçlu”nun, neo-liberal söylemle, “bir bebekten bir katil yaratmak” türünden demagojik bir boyuta taşınmış olması, temel sorunun geri kalmış bir ülkenin geri kalmış devlet sistemi olduğu gerçeğini çarpıtmaktadır. Bu da, AKP’nin, kendi zihniyetini gizleyerek, kendi hasımlarıyla hesaplaşmasını meşrulaştırmaktan başka bir sonuç vermemektedir.
Açıktır ki, Türkiye toplumunun demokratik dönüşümü gerçekleşmeksizin devletin demokratik bir yapıya kavuşturulması olanaksızdır. Bu da, “ezbere” söylenebileceği gibi, gerçek bir halk devrimi olmaksızın gerçekleştirilemez. Böyle bir devrim de, faşist-milliyetçilikle olduğu kadar şeriatçılıkla da hesaplaşmaksızın gerçek bir halk devrimi olmayacaktır.
Dipnotlar
[1*] Bu darbe girişiminin içinde, zamanın Azerbaycan Büyükelçisi Altan Karamanoğlu, MİT müsteşarı Ertuğrul Güven, Elçilik Din Müşaviri Abdülkadir Sezgin, daha sonra Özel Kuvvetler Komutanı olan Askeri Ataşe Engin Alan, Azerbaycan Milli Meclis Danışmanı ve MİT ajanı Ferman Demirkol, MİT Dış İstihbarat Daire Başkanı Yalçın Ertan, Başbakan Müsteşarı Ali Naci Tuncer, Korkut Eken ve Abdullah Çatlı yer almıştır.