Kuzey Irak Operasyonunun
Politik Çehresi
[Kurtuluş Cephesi, Sayı: 25, Mayıs-Haziran 1995]
"Savaş, politikanın başka araçlarla (şiddet araçlarıyla) devamıdır."
Ülkemizde Mart ayının en çok izlenilen ve tartışılan konularının başında oligarşinin Kuzey Irak'a yönelik askeri operasyonu olmuştur. Hemen herkes bu operasyona katılan asker sayısının 35.000 olarak açıklanmasıyla birlikte, bu kez ne yapılacak diye sormaya başlamıştır. Operasyonda zırhlı araçların yanında, çok sayıda tankın yer alması ve bu tankların son yılların modernize edilmiş tanklarından oluşması, ister istemez, oligarşinin bu askeri operasyonunun çerçevesi hakkında soruların daha da yoğunlaşmasını getirmiştir.
Bütün bunlara, başta Almanya olmak üzere, Avrupa'nın emperyalist ülkelerinin, kitlelerin beklentilerinden öte tavır almaları ve karşı çıkmaları eklenince, Irak operasyonu üzerine olan sorular ve tartışmalar daha da yoğunlaşmıştır. Mayıs ayında operasyonun tamamlandığı açıklandığında bile, sorular hâlâ soruluyordu.
Bu operasyonun, başlamasından haftalar önce basına yansıması ve büyük bir askeri gücün sınır kesimlerine yığılıyor olmasının fotoğraflarının yayınlanması, ilk bakışta hiç kimseyi şaşırtmamıştı. Hemen herkes, bir askeri operasyonun yapılacağını biliyor ve bekliyordu. Ancak askeri operasyonun başlamasıyla, yukarda ortaya koyduğumuz tablonun ortaya çıkması, tüm beklentilere rağmen bir şaşkınlık yaratmıştır. Özellikle Demirel'in Fransız ve Alman dışişleri bakanlarına, askeri harekâtın 1 yıl kadar sürebileceği şeklindeki açıklamaları, bir yandan şaşkınlığı artırırken, diğer yandan bugüne kadar açık biçimde yanıtlanılmamış soruların yeniden ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Bu ortam içinde Irak operasyonu üzerine bir dizi senaryolar ortaya atılmış ve çeşitli spekülasyonlar yapılmaya başlanmıştır. İlgili ilgisiz herkesin birşeyler söyleyip yazdığı operasyon, başlangıcındaki büyük gürültüsünü, giderek TRT'nin düzenlediği "Mehmetçikle El Ele" kampanyasına bırakmıştır. Bir de buna, Hollanda'da kurulduğu ilan edilen "Sürgünde Kürt Parlamentosu" ve İngiltere'den yayın yapan MED Tv eklendiğinde, Kuzey Irak operasyonunun, askeri olmaktan öte, politik bir operasyon olduğu ortaya çıkmaya başlamıştır.
Irak operasyonuyla birlikte değişik kesimlerin ortaya attıkları yorumlar, senaryolar ve kurgular, aynı zamanda bu operasyonun politik hedeflerini ve neleri içerdiğini de açık biçimde sergilemektedir. Biz burada, özellikle operasyonun politik amaçlarını ve bu amaçları içersinde, değişik politik hesapları ele alacağız.
Kuzey Irak operasyonunun ilk politik kesimi, doğrudan doğruya Amerikan emperyalizmi ve oligarşi olmaktadır.
Amerikan emperyalizminin oligarşinin askeri harekâtına verdiğini ilân ettiği destek, sanılanın ötesinde, doğrudan doğruya sonuç alıcı bir askeri operasyon için değil, politik hedefleri açısındandır. Ancak Türkiye oligarşisinin kendisi açısından önemsediğinden öte ve daha geniş bir düzeyde ele almaktadır.
Oligarşi, bu askeri operasyonla doğrudan politik bir eylem gerçekleştirmek ve bu eyleme bağlı olarak, emperyalist ülkelerin belirli bir tutum almasını sağlamayı hedeflemiştir. Bu hedef çerçevesinde, operasyonla, bir yandan PKK'nın Kuzey Irak'a kalıcı bir biçimde yerleşme planlarını engellemek ve bu plana karşı Barzani ve Talabani'yi bir güç olarak eyleme sürüklemek istenmiştir. Bu açıdan operasyonun bir yanı PKK iken, diğer yanı Barzani ve özellikle de Talabani olmuştur.
Oligarşinin askeri operasyonunun kesin olan birincil politik hedefi, PKK'nin açık biçimde A. Öcalan ağzından ifade ettiği ve Özgür Ülke'de yayınlanan Kuzey Irak'a kesin yerleşme kararını işlemez hale getirmektir.
Bilindiği gibi PKK'nin 1993 ateş-kes kararından beri sürekli ve sistemli olarak emperyalist ülkelerle geliştirdiği ilişkiler, emperyalist ülkelerin desteği ile belirli bir politik-askeri güç olarak ortaya çıkma amacını gütmektedir. Bu bağlamda Kürdistan Ulusal Meclisi girişiminde bulunmuştur. Ancak bu girişimi, doğrudan doğruya PKK'nin sürekli kadroları tarafından yönetildiğinden emperyalist ülkeler tarafından ciddiye alınmamış ve kendi içinde taşıdığı emperyalizmle açık uzlaşma amacı nedeniyle parçalanmış ve sonuçsuz kalmıştır.
1994 yılında Talabani'nin Amerikan emperyalizmi ile görüşmeleri sonucunda Kuzey Irak'ta bulunan PKK güçlerinin belirli bir merkezde toplanması ve buralarda belli bir güç olarak yönetim oluşturması gündeme gelmiştir. Özellikle Türkiye'de üstlenen Çekiç Güç çerçevesinde ve Birleşmiş Milletlerin Kuzey Irak'a "İnsani Yardım" programı içinde, buraya yerleşecek olan PKK güçlerinin barınma ve yiyecek sorunlarının çözümlenmesi gündeme gelmiştir. Bunun için gerekli formaliteler de Türkiye kesiminden Kuzey Irak'a belirli sayıda halkın göç ettirilmesiyle tamamlanmıştır. Bugün Atruş Kampında bulunan bu göçmenler kanalıyla Kuzey Irak'ta bulunan PKK güçlerine yiyecek yardımı aktarılmaya başlanılmıştır.[1]
Amerikan emperyalizminin bundaki temel amacı, PKK'nin "evcilleştirilmesi", yani kendisine bağlı bir güç olarak faaliyet yürütmesidir. Bu faaliyeti ortaya çıkarılabilindiği oranda PKK, dolaylı bir biçimde de olsa, Amerikan emperyalizmi tarafından yaşamasına izin verilen bir güç olarak var edilmesi düşünülmektedir. Bu ise, PKK açısından, gerçek bir çözülme anlamına gelmektedir. PKK, bir yandan Marksizm-Leninizmle olan ilişkisini, her düzeyde ortadan kaldırırken, diğer yandan emperyalizmle uzlaşmanın en uç noktalarına kadar gidebileceğini söylemektedir. Özellikle bir yıl önce, "Türkiye halkı ile devrime de varız, devletle siyasi çözüme de" şeklinde A. Öcalan'ın yaptığı açıklama, bu konuda verilmiş ilk açık mesaj niteliğindedir.
Amerikan emperyalizmi, Kuzey Irak'ta ana gücünü bulunduran bir PKK'den belirli bir süre yararlanmayı hesaplamaktadır. Bu hesabı, aynı zamanda Amerikan emperyalizminin İran'a yönelik yeni girişimlerinin ön hazırlığı durumundadır. Bugün Amerikan emperyalizminin açık biçimde İran'a ambargo koyma kararı alması, bu hazırlıkların belirli bir noktaya ulaştığını göstermektedir.
Şüphesiz burada Amerikan emperyalizminin PKK'yi neden bu kadar önemsediği sorusu sorulabilir.
PKK'nin silahlı güçlerinin bölgesel olarak kullanılabilme olasılığı, Amerikan emperyalizminin ilgisinin nedeni olmaktadır. Amerikan emperyalizminin İran'a yönelik bir girişimi (özellikle sonuç almayı hedefleyen, yani molla rejimini yıkmayı ya da kendisi ile uzlaşmaya zorlamayı hedefleyen bir girişimi), kaçınılmaz olarak İran'ın Saddam Hüseyin ile ilişkilerinin gelişmesine neden olacaktır. Bu nedenle, Amerikan emperyalizmi, öncelikle Irak Kürtlerini bir güç olarak var etmek istemiştir. Talabani'nin son dönemde İran ile sürdürdüğü görüşmeler sonuçlanmış ve karşılıklı bir protokol imzalanmıştır. Bu protokol, doğrudan doğruya İran'ın Kuzey Irak'a yönelmemesini ve karşılık olarak da İran KDP'sinin faaliyetlerinin Talabani tarafından denetlenmesini içermektedir. Böylece İran, arkasından gelecek bir Amerikan girişimine karşı kendince hazırlık yaparken, Amerika elini daha çabuk tutmuştur.
Aynı şekilde Amerikan emperyalizminin İran'a yönelik girişimi (bugün için ambargo olarak sürmektedir) Saddam Hüseyin'in faaliyetlerini artırmasına neden olabilecektir. İşte, bu noktada PKK güçleri, olası bir Irak harekâtına karşı, Kuzey'in korunması için bir güç durumunda tutulması gerekmektedir. Bunun en kesin yolu ise, doğrudan doğruya PKK'nin Kuzey Irak'a kalıcı olarak yerleştirilmesi olmaktadır. Kendilerine burada belirli bir bölgenin verilmesi ve burada isterlerse kendi parlamentolarını ilân etmelerinin sağlanması, karşılık olarak verilmektedir.
Amerikan emperyalizminin bu çok yönlü politikası karşısında PKK'nin tutumu, bir yandan örgüt saflarındaki Marksist eğilimli unsurları tasfiye etmek, diğer yandan Kuzey Irak'ta bulunan ve gittikçe gerilla niteliğini yitiren güçlerini kalıcılaştırmak olmuştur. Ancak PKK şu an Amerikan emperyalizminin kendisini bir süre kullandıktan sonra tasfiye edeceğinden çekinmektedir. Görüldüğü kadarıyla Amerikan emperyalizmi ile sürdürülen gayrı resmi görüşmelerde, özellikle bu konu konuşulmaktadır. A. Öcalan'ın ağzından, açık biçimde Amerikan emperyalizminden garanti istenmektedir.
Talabani'nin bu operasyonun en açık politik hedefi olarak ortaya çıkması ise, aynı zamanda, son yıllarda oligarşi ile PKK arasındaki ilişkiyi sürdürüyor olmasından kaynaklanmaktadır. Ancak Talabani, özellikle Amerikan emperyalizmiyle kurduğu doğrudan ilişkiler sonucunda, özellikle Avrupa'da kendisinin politik ve diplomatik ilişkilerini büyük oranda PKK'nın faaliyetleri için açmıştır. Gerek MED Tv'nin oluşturulmasında ve PKK'nin değişik devletlerle ilişkiler kurmasında çok açık biçimde ortaya çıkan bu faaliyeti, kaçınılmaz olarak oligarşi için tavır alınmasını gerektiren bir durum yaratmıştır.
İşte Kuzey Irak operasyonunun süresi hakkında devletin yaptığı açıklamalarda ifadesini bulan "süre" sorunu, açık biçimde Talabani'yi hedeflemiştir. Hatta askeri operasyonda kullanılan gücün büyüklüğü, bu operasyonun Talabani güçlerinin olası bir karşı duruşuna göre planlandığı ve Talabani güçleriyle meydana gelecek bir çatışmanın kesin sonuçlu bir çatışma olmasına göre düzenlendiğine ilişkin önemli belirtiler olarak görülmektedir. Doğrudan operasyon için çizilen sınırlar içersinde önemli bir sayıda Talabani'ye bağlı bir gücün bulunmamasına karşın, böyle bir planlama yapılması ve buna bağlı olarak büyük bir gücün kullanılması, ister istemez operasyonun askeri değil, askeri bir gözdağı verme temelinde politik bir operasyon olduğunu ortaya koymaktadır. Talabani'nin, Türkiye oligarşisinin diplomatları aracılığıyla doğrudan yaptığı görüşme çağrısından uzak durmasının temelinde de bu yatmaktadır. Zaten daha sonraki günlerde gazetecilerle yaptığı görüşmelerde, Talabani'nin sürekli olarak, Türkiye'nin, açıkladığı amaçlarının ötesinde "bir başka amacı olduğu" şeklinde yaptığı açıklamalar, karşılıklı bir mesaj alışverişi olarak ortaya çıkmıştır. Bir bakıma, bu görüşmeler, oligarşi ile Talabani arasında dolaylı bir görüşme olarak ortaya çıkmıştır. (Ve oligarşi gazetecilerin ve televizyoncuların bu röportajlarının yayınlanmasını bir süre engellemiş ve operasyonun bitmek üzere olduğunu açıklayıp, ilk 3000 askeri çekmesiyle birlikte yayınlatmıştır. Üstelik bunların yayınlandığı saatler, televizyonların "ölü saatleri" olmuş ve önceden programlarda yer almamıştır.)
Bugün operasyonun tamamen sona erdirildiği koşullarda, oligarşi ile Talabani'nin nelerde ve nasıl anlaştıkları konusunda açık bir sonuç ortaya çıkmamıştır. Sanırız bu sonucun ortaya çıkması için bir süre beklemek gerekecektir. Türkiye devletinin de yaptığı açıklamalar hemen hemen benzer tarzdadır. ("Gerekirse tekrar gireriz" türünden açıklamalarda olduğu gibi.)
Bütün bu olayların içersinde, diğer bir güç ise AB olmaktadır. AB, Amerikan emperyalizminin Irak ve İran çerçevesinde yapmayı planladığı yeni girişimler karşısında etkisiz kalmak istememektedir. Özellikle bölgenin petrol bölgesi olması, kaçınılmaz olarak Avrupa'nın emperyalist ülkeleri için özel bir çıkar alanı oluşturmaktadır. Amerikan emperyalizminin Azerbaycan petrolleriyle ilgili anlaşmayı tamamlaması ve buna ilişkin boru hatlarının Türkiye'den geçirilmesi konusunda ağırlıklı bir eğilim ortaya koymasına paralel olarak İran'a yönelik ambargo kararı alması, Avrupa için önemli bir petrol sorunu ortaya çıkarmak durumundadır. 1974'den bugüne kadar, Orta-Doğu'daki sürekli değişen politik ilişkiler ortamı içersinde gerekli petrolü, şu ya da bu biçimde sağlayabilen Avrupa'nın emperyalist ülkeleri, bu yeni girişimle birlikte yeni sorunlarla karşı karşıya kalacağını görmektedir. Bunun sonucu olarak, doğrudan Amerikan emperyalizminin İran'a yönelik girişimine karşı çıkmak yerine, bu bölgedeki güçler üzerinde etkin olmayı hedeflemiştir. Bunun kaçınılmaz ilişkilerinden birisi de PKK olmaktadır.
Zaten Hollanda kökenli petrol tekeli SHELL'in Azerbaycan petrolünden dışlanması, özellikle Avrupa'yı tedirgin etmiştir.
Shell, bilindiği gibi, uluslararası petrol tekellerinden birisidir. Hollanda petrol şirketi olarak 1890'da "Royal Dutch" olarak kurulan şirket, 1907 yılında İngiliz Shell şirketi ile birleşerek, bugünkü Royal Dutch-Shell Group adını almıştır. Bugün dünya petrol pazarında %10'luk bir paya sahip olan Shell'in yönetim merkezi Hollanda'nın Lahey kentindedir. Pek çok ülkede faaliyet gösteren Shell'in Türkiye' de akaryakıt dağıtımı yanında, bir dizi petrol arama ve üretim şirketi bulunmaktadır. Bunların hemen hemen tamamı doğu ve güney doğu bölgesinde, yani Kuzey Kürdistan'da faaliyet göstermektedir. Geçen yıla kadar Türkiye'deki yönetim merkezi İstanbul'da bulunan Shell gurubu, bir süre öncesinde Diyarbakır'a taşınmış bulunmaktadır. Bugün Shell'in Türkiye'deki yönetim merkezini Diyarbakır'a taşıması oldukça ilginç gelişmelerden birisidir. Bu bölgede uzun süredir, hemen hemen hiçbir yatırım yapılmazken, Shell'in yönetim merkezini Diyarbakır'a taşıyabilmesi, kendilerinin pek fazla "anarşi ve terör"den "korkmadıklarını" göstermektedir!
Ancak olayın diğer önemli bir yanı da, Shell grubunun Azerbaycan petrollerinden pay alamamış olmasıdır. Azerbaycan petrolünün çıkartılıp, satılması konusunda oluşturulan konsorsiyum, %80'lik hisse ile Amaco, BP, Unocal, Pennzoil, Delta, Lukoil ve TPAO arasında paylaşılmıştır. Geçen aylarda Azerbaycan hükümetinin nakit para gereksinmesi için %5'lik payını satışa çıkardığında, Shell yine dışta tutulmuş ve politik baskı ile Türkiye'ye satılmıştır. Böylece Hollanda merkezli ve Hollanda'nın Lahey kentinden yönetilen bir emperyalist tekel ile diğer tekeller arasındaki çelişki belirgin bir biçimde politik alanda kendi ifadelerini bulmuş görünmektedir.
İşte bu ortamda Amerikan emperyalizminin PKK üzerindeki hesapları karşısında Avrupa'nın emperyalist ülkeleri harekete geçme kararı almışlardır. Bunun sonucu olarak bir yandan İngiltere üzerinden MED Tv yayınları başlatılmış, diğer yandan Hollanda'da Sürgünde Kürt Parlamentosu'nun toplanması sağlanmıştır. Böylece Avrupa'nın emperyalist ülkeleri, Amerikan emperyalizminin PKK üzerindeki askeri ilişki ve planlarına karşı, PKK'ye siyasi ilişki sağlayarak yanıt vermişlerdir. Böylece PKK'nin hangi ilişkiye doğru kaydırılacağı sorunu ortaya çıkmıştır. Avrupa'nın emperyalist ülkeleri PKK'nin elinde bulundurduğunu iddia ettiği 15.000 ile 20.000 arasındaki silahlı gücün politik olarak denetlenmesi aracılığıyla, Amerikan emperyalizmi ile pazarlık etmek istemektedirler. Amerikan emperyalizmi için bölgede "sürekli ve kalıcı bir barış" sağlayabilmek için İran'daki molla rejiminin denetime alınması ya da ortadan kaldırılması gerekmektedir. Böyle bir amaç karşısında PKK küçük bir güç durumunda olmasına rağmen, konjonktürel olarak önemli bir koz durumundadır. İran'a yönelik olası bir Amerikan askeri müdahalesi durumunda, Kuzey ve Batı İran sınırlarında şu ya da bu oranda bir askeri gücün bulundurulabilmesi önemli olmaktadır. En azından bu güç, Saddam rejimine karşı bir güç olarak, İran'a yönelecek bir Irak askeri desteğini önemli ölçüde frenleyebilecektir. Bu nedenle PKK'nin elinde bulundurduğu silahlı güçler önemli bir teknik işleve sahip olma durumundadırlar. İşte bu teknik işlev, ilk bakışta önemli bir taktik işlev olarak ortaya çıkmakta ve Avrupa'nın emperyalist ülkeleri bu bağlamda PKK'ye siyasi destek vermek ve kendisini Avrupa'ya bağlı bir siyasi güç haline getirmek istemektedirler.
Oysa bütün bu teknik işlevler Amerikan emperyalizminin Orta-Doğu bölgesinde düşündüğü "yeni düzen" çerçevesinde sıradan ve çok önemsiz bir işlev durumundadır. Bugün için Avrupa ile Amerika arasında bütünsel planın bir giriş pazarlığı durumundadır.
Amerikan emperyalizminin Orta-Doğu'nun kuzeyi ve Kafkas Bölgesi için düşündüğü "yeni düzen"in çerçevesi içersine giren ve asıl amacı oluşturan petrol, aynı zamanda, gelişmelerin yönünü de ortaya koyacak durumdadır. İşte bu noktada, Irak ve İran petrolü yanında, Azerbaycan petrolü de özel bir önem kazanmıştır. Azerbaycan petrolünün çıkartılmasına ilişkin anlaşmalar tamamlanmış olmakla birlikte, henüz bu petrolün taşınması konusu kesinleşmiş değildir. Kendi içersinde bir dizi çelişki ve çatışma içeren bu petrol taşıması için iki seçenek ortaya konulmaktadır.
Birinci seçenek, Bakü petrolünün Gürcistan üzerinden Karadeniz'e aktarılması ve buradan süper tankerler aracılığıyla taşınmasıdır.
İkinci seçenek ise, Azerbaycan-Ermenistan-Türkiye üzerinden Akdeniz'e taşınması ve buradan tankerlere yüklenmesidir,
İşte bu iki yol, aynı zamanda Bakü petrol yolunun denetiminin elde tutulması ve olası durumlarda bu yolun denetimi sayesinde petrolü bir politik araç olarak kullanabilmeyle bağlantılıdır. Bu nedenle de, her iki yol, kendi içersinde, uzun dönemli bir politik tercihler ve ittifaklar ilişkisini kapsamaktadır.
Rusya'nın temel istemi birinci yoldur. Bu yolla, bir yandan petrolün denetimini elinde tutarken, aynı zamanda, Kafkasya bölgesindeki varlığını da sürekli kılabilmeyi hesaplamaktadır. Ayrıca, aynı petrol dolum tesislerini, daha sonraki süreçte Kazakistan petrolünün dağıtımı için de kullanmayı tasarlamaktadır. Bu konuda, Rusya, Çeçenistan'da sürdürdüğü askeri saldırılarla ne denli ciddi olduğunu ortaya koymak istemektedir.
İkinci yol ise, doğrudan doğruya Türkiye' yi ilgilendirmektedir. Özellikle Irak ambargosuyla kullanılmaz hale gelmiş olan Yumurtalık dolum tesisleri, Bakü-Yumurtalık boru hattının inşa edilmesiyle birlikte, daha kârlı hale gelecektir. Bu yolla, Türkiye, petrol taşımacılığı üzerinden kâr etmek ve Rusya gibi, boru hattını denetimde tutarak belli bir politik güç sahibi olmak istemektedir. Bu amaçla, bir yandan Amerikan emperyalizmini bu yönde hareket etmeye zorlarken, diğer yandan Azerbaycan hükümeti üzerinde politik baskı uygulamaktadır. Özellikle, söz konusu olan petrol boru hattının Ermenistan üzerinden geçirilme olasılığını, Ermenistan'ın Azerbaycan'la olan savaşın bitirilmesi için bir koz olarak kullanmak istemektedir. Bir başka deyişle, Türkiye oligarşisi, Azerbaycan hükümetini, Bakü-Yumurtalık boru hattı için kesin tavır alması karşılığında, Ermenistan'ın işgal ettiği toprakları geri alabileceğini söylemektedir. (Bu arada, bu boru hattının Ermenistan'ın "uzlaşmaz" tavır takınması halinde İran üzerinden geçirilmesi planları yapılmakta ve bu amaçla İran'la ikinci bir boru hattı anlaşması imzalama durumundadırlar. Özellikle bu ay İran'la imzalanan doğal gaz alımı ve boru hatları anlaşması ile, bu yönde önemli adımlar atılmış bulunmaktadır.)
İşte bir ucunda Shell gibi çokuluslu bir petrol tekeli, diğer ucunda Rusya gibi askeri gücü tartışılmaz bir devlet bulunan bir ilişkiler ve çelişkiler ağı böyle oluşmaktadır. Ancak bu ağın en önemli halkası kaçınılmaz olarak Kürdistan olmaktadır. Eğer Bakü petrollerinin Yumurtalık'a aktarılması söz konusu olacaksa, bu boru hattı kaçınılmaz olarak Kuzey Kürdistan'dan geçecektir. Aynı şekilde, bu ay imzalanan İran-Türkiye doğal gaz anlaşması gereği yapılacak boru hatları da aynı bölgeden geçmek durumundadır. Böylece, Kuzey Kürdistan'daki gerilla savaşı işin içine girmektedir.
Bu ilişkiler içinde, Türkiye, Rusya'nın istemini, İstanbul ve Çanakkale boğazından geçecek tankerlerin büyük bir tehlike oluşturacağını ileri sürerek, kendi çıkarları yönünde kamuoyu oluştururken; Rusya, Kuzey Kürdistan'daki gerilla savaşını büyük bir tehlike olarak ortaya koyarak, kendi tercihinin daha akılcı olacağını söylemektedir. Böylece, karşılıklı "tehlikeler" sergilenirken, maliyet hesapları da buna göre yapılmaktadır.[2]
İşte, bir yanda İran'daki molla rejimi ve bunun ortaya çıkardığı önemli bir askeri güç, diğer yanda petrol, karmaşık ilişkiler ve çelişkiler ağını daha da karmaşıklaştırmıştır. Ama tümünde ortaya çıkan gerçek, Kürtlerden her durumun içinde, kendi niceliklerinin ötesinde bir güç olarak bu ilişki ve çelişkiler içersinde bir rol oynamaları istenmekte olmasıdır. Bu öylesine bir roldür ki, her durumda, Kürtler emperyalistlerin şu ya da bu çıkarlarının bölgesel savunucusu ve kozu olmak durumunda kalacaklardır.
Bütün bunlar, bir yandan Rusya'nın PKK ile ilişki kurması olarak, diğer yandan Yunanistan'ın açık politik destekleri olarak da değişik yansılar ortaya çıkarmaktadır. Ankara'nın bugün bütün ülkelerin ajanlarının cirit attığı yer olarak tanımlanmasının arkasında yatan gerçek de bunlardır.[3]
Bu ilişki ve çelişkiler içersinde, genel olarak Orta-Doğu halklarının birleşik ve genel bir hareketi önemli bir sonuç ortaya çıkaracaksa da, kısa ve orta vadede, belirleyici olacak olan Kürt halkıdır. Bu noktada, Kürt halkının açık bir anti-emperyalist tutum içersinde olması, aynı zamanda devrimci mücadelenin gelişimine önemli bir katkı getirebileceği görülebilmektedir. Ancak, bugün PKK içersinde meydana gelen değişimler ve PKK'nin kendi yönünü emperyalizme doğru çevirmesi, böyle bir gelişmenin önemli bir engeli durumundadır. PKK'nin Kürt halkı üzerinde son 4-5 yıldır sürekli olarak "her nasıl olursa olsun, kendi devletimizi kuracağız" propagandası yaparak sağladığı politik etkinlik, aynı zamanda kitlelerin anti-emperyalist bilincini köreltmiş durumdadır. Böylece bir yandan anti-emperyalist yan ortadan kalkarken, diğer yandan her ulusal hareketin kendi içersinde barındırmak durumunda olduğu demokratik yan da ortadan kalkmaktadır. Daha mücadelenin başlangıcında "ayrı örgütlenme" iddiaları ile ortaya çıkarak, bütünsel ve birleşik devrimci bir halk savaşının önünü kesenler, kaçınılmaz olarak, yukarda ortaya koyduğumuz ilişki ve çelişki içinde boğulup gideceklerdir.
Tabi burada, bütün bu emperyalist güçler karşısında, SSCB'nin dağıtılmışlığı koşullarında daha "akıllı" bir politika izlenmesi daha "mantıklı" değil mi türünden bir yaklaşım ortaya atılacaktır.
Hemen belirtelim ki, böyle bir yaklaşım, önümüzdeki tüm süreçlerde, değişmeden kaldığı sürece, her ulusal ya da halk kurtuluş hareketi için de geçerli olacaktır. Önemli olan, bu süreci, yani emperyalizmin dünya çapında kendi hegemonyasını istediği gibi sürdürebildiği bir dönemi bitirmektir. Devrimcilerin görevi de budur. Böyle bir sürece karşı savaşa girecek her halk, tarihsel olarak büyük bir devrimci görev yerine getirmiş olacaktır. Ama böyle bir tarihsel görev, kaçınılmaz olarak büyük fedakârlıklar isteyecektir. Dünya çapında herşeye egemen olduğunu düşünen emperyalizme karşı, böyle bir tarihsel görevin, kolayca başarılacağını sanmak elbette olanaksızdır. Böyle bir görevi yerine getirecek olan, ilk halk kurtuluş hareketi, hemen hemen tüm emperyalist ülkeler ve onların işbirlikçileri devletlerle girişeceği uzun ve kanlı bir savaşı göze almak durumundadır. Ve ancak böyle bir savaşı göze alabilen bir halk kurtuluş hareketi, böyle bir tarihsel görevi yerine getirebilecektir. Bu olmadığı durumda, emperyalizmin dünya çapındaki hegemonyasına ve güçlerine bakarak, emperyalizmle uzlaşmanın daha "akılcı" olacağını düşünenler, sürekli olarak emperyalizmin denetimi altında kalmak zorunda kalacaklarını unutmamalıdırlar. Onların emperyalizmin hegemonyasından kurtuluşları da, sözünü etmiş olduğumuz bir halk kurtuluş hareketinin emperyalizme karşı durması ile olanaklı olacağı kesin bir gerçektir. Bu nedenle, en azından "şimdilik", yani emperyalizm dünya çapında daha da güçlenmişken, emperyalizmle uzlaşalım diyenler, bu "şimdinin" hiç bitemeyeceğini de bilmelidirler.
Tarihsel süreçler, hiçbir zaman tersine çevrilemez. Emperyalizm, hemen her zaman dünya çapındaki egemenliğini sürekli ve kalıcı hale getirmek yönünde girişimlerde bulunmuş ve bunun için bir dizi katliam, işkence ve savaşlar yaratmıştır. Dönek Kautsky'nin "ultra-emperyalizm" teorisinde ifadesini bulan haliyle emperyalistlerin kendi aralarındaki mücadeleleri bırakarak birleştikleri, kapitalist düzen içersinde savaşların bittiği bir evre, uluslararası ölçüde birleşmiş finans-kapitalin, tekellerin, "yeryüzünü hep birlikte, ortaklaşa sömürdükleri" bir evre nasıl olanaksızsa, emperyalizmin bugünkü gücü de içi boş ve geçicidir. Tarihsel evrim her zaman ileriye doğru olmuştur ve emperyalizm kendi planları içersinde boğulmuştur.Bugün dünya çapında gelişen ve yükselen bir proletarya hareketi ve halk kurtuluş hareketleri bulunmamaktadır. Buna bakarak, emperyalizmin, bu kez, en azından görece kalıcı bir düzen kurabileceği sanısı uyanabilmektedir. Ancak, az da olsa tarih bilinci olan herkesin kolayca görebileceği gibi, bu sadece bir sanıdır ve Amerikan emperyalizminin senaryolarından başka birşey değildir.
PAN-TÜRKİZM VE PAN-İSLAMİZM'LE
BİRLİKE SUNULAN
EMPERYALİST POLİTİKALAR
Tüm bu süreçte geleceğe dönük kimi politikalar ve eğilimler de kendisini açığa vurmuştur. Y. Küçük'ün Kuzey Irak operasyonuna ilişkin olarak "Turgut beyin politikaları terk edilerek, eski Kemalist politikalara geri dönüldü" şeklindeki ifadesinde kendisini dışavuran politik düşünce ve eğiliminin bunlar arasında özel bir yer tuttuğu da görülmüştür.
Özellikle "Turgut bey" tarafından açıklanan ve giderek dönekler tarafından işlenilen ve bugün de YDH tarafından şu ya da bu biçimde savunulan politik düşünce, Türkiye'nin "Türki Cumhuriyetler"in ortaya çıkmasından yararlanarak emperyalist bir politika izlemesi gerektiği şeklinde özetlenebilir. Bir başka deyişle, bu düşünce, Türkiye'nin "büyük devlet politikası" izlemesi gerektiğini söyleyerek, yayılmacı ve hegemonyacı bir dış politika izlemesi gerektiğini ileri sürmektedirler. Bunun açık anlamı, Türkiye'nin emperyalist dış politikalara yönelmesi ve "Türki Cumhuriyetler" ile Bosna'yı çıkış noktası alarak bu politikasını genişletmesidir. İlkin "Adriyatik'ten Çin Seddi' ne kadar Türk dünyası" söylemi ile başlayan bu politik düşünce ve eğilim, Kuzey Irak operasyonundaki uluslararası tepkilerin de arka fonunu oluşturmaktadır. Çünkü Türkiye böyle bir politikaya yöneldiği andan itibaren, Kerkük-Musul konusu da devreye girecektir.
Biz, burada, bu politikanın genel bir değerlendirmesini yapmayacağız. Zaten böyle bir değerlendirme yapmak için, ciddiye alınabilecek gelişmeler de söz konusu değildir. Ancak çeşitli çevreler tarafından sürekli olarak propagandası yapılan ve hatta bir ara A. Öcalan tarafından da benimsendiği yönünde açıklamalar yapılan bu politikaların sahipleri kesinkes bilinmek zorundadır.
Y. Küçük'ün ifade ettiği gibi, bu politikanın açık savunucusu "Turgut bey"di. Ama bu politikanın gerçek temsilcisi, Pantürkistler ve Pan-islamistlerdir. Bu bağlamda, faşist MHP ile şeriatçı kesim, bu politikanın asıl sahipleri durumundadır.
Yukarda da ifade ettiğimiz gibi, bu politikanın amacı, Türkiye'nin kendi ulusal sınırlarının ötesinde kendisine yeni ekonomik kaynaklar bulmak ve bu yolla ulusal sınırlar içersinde karşılaşılan ekonomik, sosyal ve siyasal sorunları aşmaktır. Sözcüğün politik anlamıyla, emperyalist bir dış politika uygulamak olarak tanımlanabilecek bu düşünce, bir yandan "tüm Türklerin birliği" propagandası ile üstü örtülürken, diğer yandan "tüm müslümanların birliği" propagandası ile gizlenmektedir. "Turgut bey" ise, emperyalizmin ve oligarşinin çıkarlarının öz temsilcisi olarak, bu yayılma ve genişleme ile ortaya çıkacak pazar sorunu ile ilgili olarak bu politikanın açık savunucusu olmuştur.
Med Tv'de geçen ay yapılan açık oturuma katılan M. Kaynak ve Altan Tan, açık biçimde olmasa da bu politikanın gerekliliğini savunmuş ve Y. Küçük tarafından da desteklenilmiştir. PKK'nin bizzat A. Öcalan tarafından verdiği gözlenen destek de, bir bakıma, Kürt sorununun PKK ile çözümlenmesi durumunda Musul-Kerkük petrolünün denetiminin sağlanabileceği mesajı ile birlikte sunulmuştur.
Görüldüğü gibi, MİT ajanından (M. Kaynak) şeriatçısına (A. Tan) kadar ortak bir nokta olarak ortaya çıkan, Türkiye'nin "büyük devlet" olması ve buna uygun siyasal bir yönetime sahip olması düşüncesi, doğrudan emperyalist yayılmacılık ve bununla elde edilecek ekonomik sömürü ile bağlantılı olarak ifade edilmektedir. Kendi içinde ne denli "akılcı" görünürse görünsün, Osmanlı İmparatorluğu'nun tarihi üzerinde yükselen bir devletin böylesine bir politikaya kolay kolay geçemeyeceği de ortadadır. Bugün Y. Küçük'ün "Turgut beyin politikaları terk edilerek eski Kemalist politikalara dönüldü" şeklinde ifade ettiği durum da bundan başka birşey değildir. Cem Boyner'in ağzından ifade edilmeye çalışılan politikalar da, bu "dönüş"e karşı politikalardır ve genellikle de tekelleşememiş burjuvazi tarafından desteklenmektedir.
İşte Kuzey Irak operasyonu ile ortaya yeniden çıkan bu türden politik eğilimler ve düşünceler, Türkiye'nin emperyalist bir dış politika izlemesi düşüncesi olarak belirginleşmektedir. Bu bağlamda önerilen "federasyon", bu politikanın içsel yapılanışı olarak ortaya atılmaktadır.
Böyle bir politikanın oligarşi ve Amerikan emperyalizmi tarafından benimsenip benimsenmeyeceği, bugün için anlamsız bir soru durumundadır. Ancak böyle bir politikanın, emperyalizmden bağımsız olarak icra edilemeyeceği kesindir. Emperyalizme bağımlı olarak ortaya çıkacak politik uygulama ise, doğrudan doğruya emperyalizm adına jandarmalık yapmaktan öte bir anlamı olmayacaktır ve sonal olarak bir dönemlerin "alt-emperyalizm" konusu ile sınırlı bir çerçevesi olacaktır. Buna rağmen, emperyalizmden bağımsız olarak böyle bir politika izlenebilinmesi için, öncelikle geçmiş dönemlerin İspanya ve Portekiz'i gibi özel bir durumun ortaya çıkması gerekir ki, bu durum da emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki çelişkilerinin Türkiye'nin böyle bir politika izleyebilmesi için uygun bir ortamın doğması ve desteklenmesi ile olanaklıdır. Ve Portekiz ve İspanya halkının çok iyi bildiği gibi, bu da uzun süreli olamamakta ve ortaya çıkardığı sorunlar, sağlayacağı düşünülen ekonomik çıkardan çok daha ağır olmaktadır.
İşte Kuzey Irak operasyonu ile ortaya çıkan ilişkilerin, çelişkilerin ve geleceğe dönük planların politik çehresi böyledir. Bu politik çehrenin ortaya koyduğu tek gerçek ise, bölge halklarının hesapların içinde yer almamasıdır. Bu da, her koşulun altında devrimci mücadelelerin gelişmesi için önemli konjonktürlerin ortaya çıkabileceğini göstermektedir. Devrimciler için sorun, her durum içinde, devrim mücadelesini sürdürmek ve ortaya çıkabilecek konjonktürel dalgalanmalara değil, stratejik hedefler doğrultusunda kitleleri örgütlemek olmalıdır. Bu yapılabilindiği oranda, elverişli konjonktürel dalgalanmalardan yararlanabilmek olanaklıdır. Aksi halde, konjonktürel hareketlere bakarak yürütülecek politikalar, pragmatizmin ifadesi olacaktır ve sonal olarak devrim mücadelesinin tasfiyesi anlamına gelecektir. Fırsatlardan yararlanalım derken, fırsatçılığın (oportünizmin) çarkları orasında kaybolmak söz konusudur.
Dipnotlar
[1] RP tarafından bu türden ilişkinin 2-3 yıllık bir geçmişe sahip olduğu iddia edilmektedir. RP, son iki-üç yıldır sürekli olarak Amerikan Çekiç Gücü'nün PKK'lilere yiyecek ve istihbarat sağladığını iddia etmektedir. Bu konuda TBMM'de verilen soru önergelerine, hükümet adına verilen bir yanıtta, "Kuzey Irak Kürtlerine yapılan insani yardımın havadan atıldığı ve bunların kötü hava koşulları nedeniyle PKK'nin eline geçmiş olabileceği" söylenerek böyle bir durumun olabileceği zımnen kabul edilmiştir. Aynı şekilde E. Bitlis'in helikopterinin Çekiç Güç tarafından yere indirildiği bugün kamuoyuna açıklanan bilgilerdendir.
[2] Türkiye'nin 1936 tarihli Montre Boğazlar anlaşması gereğince, boğazlardan geçecek ticari gemilere karşı yapabileceği hiçbir şey bulunmamaktadır. Bu nedenle, petrol üzerinde sadece aldığı %5'lik pay ile yetinmek durumunda kalacaktır. Bu da önemli bir kazanç olarak ortaya çıkmamaktadır.
[3] Burada ister istemez Yunanistan'ın neden yer aldığı sorusu akla gelecektir. Bilindiği gibi Yunanistan'ın PKK ile ilişkisi ve ilgisi yeni değildir. Yunanistan açısından Kürt halkının durumu ya da Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına sahip olup olmaması hiç de önemli değildir. Olayın içersinde yer alışı Kıbrıs konusunda Türkiye'den daha fazla tavizler koparmak ve kendisi için sürekli bir askeri tehdidi zayıflatmaktır. En azından son Kuzey Irak operasyonunda kullanılan askeri birimlerin niteliği ve ülkedeki ana karargâhlarının yeri, bu konunun ne denli önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Örneğin Kuzey Irak'a gönderilen tanklar -ki gece savaşına uygun olan tanklardır- Trakya bölgesinden sevk edilmiştir. Aynı şekilde "SAS" komandolarının karargâhı İzmir'dedir. Tabi bu son operasyon Yunanistan'ın pek de istemediği bir sonucu da olmuştur: Yunanistan'a karşı konuşlandırılmış birliklerin savaş alanında eğitilmeleri. (Somali ve Bosna' ya gönderilen Türk birlikleri de aynı amaç için düşünülmüştür.) Diğer yön ise, doğrudan diplomatik ilişkilere ilişkindir. Taraflar ellerindeki kozları -eğer varsa- masaya koyup pazarlık edeceklerdir. Türkiye'nin kozu Denktaş iken, Yunanistan'ın kozu PKK olmaktadır. Ve bugün Türkiye oligarşisi "Batı-Trakya Türkleri"ni güncelleştirerek yeni bir hamle yapmıştır. Y. Aktuna'nın son Yunanistan gezisi, bir anlamda bu kozun ve hamlenin denenmesi olmuştur.