Tarihin Sonu ya da
Lise Tarih Kitaplarıyla
Tarih Yapmak
"Resmi tarih", yani burjuva ideolog-tarihçilerinin tarihi, herhangi bir okul kitabından, ilköğretim ve lise kitaplarından kolayca öğrenilebilir. Bu "resmi tarih", "resmi ideoloji"nin tarihi olarak burjuvaziyi tarihin merkezine yerleştiren bir tarih anlayışına denk düşer.
Merkantilist-tüccar "tarihçisi" için, tarihin tüm seyri ve "tarihsel çağlar", ticaretle ilgilidir. Bu yüzden "ticari tarih", ilkçağ, ortaçağ, yeniçağ ve yakınçağ alt bölümleriyle, Batı Avrupa ticaretinin gelişimi, dönüşümü ve bunalımlarıyla belirlenir. Merkezi Roma imparatorluğunun çöküşü "ilkçağ"ın sonu olarak ilan edilirken, Avrupa'nın "tarihi ipek ve baharat yolu"nun merkezinde bulunan İstanbul'un Türkler tarafından fethi "yeniçağ"ın başlangıcı olarak ilan edilir.
Kapitalist tüccar ve sanayi burjuvazisi için "tarih", sadece kendilerinin egemen oldukları birleşik, mümkün olduğunca büyük bir pazarın oluşmasıyla başlar. Kendi egemenliklerini de, kendi sınıf çıkarlarını "ortak çıkar" olarak sundukları bir "ulusal" temel üzerinde inşa ederler. Bu yüzden kapitalistler için tarih, ulus temelinde kapitalist bir pazarın (iktisadi yaşam birliği) oluşmasının tarihidir. Bu "tarih", kaçınılmaz olarak ulus temelinde pazarın gelişimi, dönüşümü ve bunalımlarıyla belirlenen bir "tarihsel dönemleme"ye sahiptir.
Burjuva tarihçiliği ve burjuva tarihi, pazarın (piyasa) birliğinden yola çıktığından, her durumda feodal dönemin yerel bölünmüşlüğe denk düşen "feodal devletçikler" sistemine karşı merkezi devletin kurulması ve burjuva ulusal devlete dönüşmesini esas alır. Bu nedenle, merkantilist-tüccar tarihçilerinden farklı olarak, feodalizme karşı her türlü mücadele ve ilerlemeyi tarihin "dönemeçleri" olarak kabul eder. Bu tarih anlayışının tarihi , Magna Carta'yla başlar ve Avrupa tarihini "evrensel tarih" olarak ilan eder. Burjuva tarihçiliği açısından, Avrupa "çapında" ortaya çıkan her olay bir "tarihsel dönemeçtir", her dönemeç daha sonraki tarihin üzerinde yükseldiği temeli oluşturur. Bu tarih, ulusal tarihtir, Avrupa'da ulusal devletlerin kuruluş tarihidir ve nihayetinde burjuvazinin egemenliğinin tarihidir.
Bugün liselerde, üniversitelerin "uluslar-arası ilişkiler tarihi" bölümlerinde ve derslerinde okutulan tarih, bu tarihtir.
Bu tarihçilik ve tarih anlayışı, "resmi ideoloji"nin tarihçiliği ve tarih anlayışı olduğundan, resmi eğitim sistemi içinde öğrenilir ve önsel olarak "doğru" kabul edilir. Magna Carta ile başlayan bu tarihciliğin "tarih dönemlemesi"nde, feodal imparatorlukların parçalanması ve dağılması, yerlerine ulusal devletlerin kurulması "tarihsel dönüm noktası" olarak ilan edilirken, I. ve II. Dünya Savaşları "yeni çağ"ın başlangıcı olurken, Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı "tarihin sonu" olarak ilan edilir.
Ancak burjuva tarihçisi aynı zamanda bir ideologtur. Bu yüzden, tarihin "sınıf mücadelelerin tarihi" olduğunu saptayan "tarihsel materyalizmi" "baş düşman" olarak görürler ve tarih alanında savaşa girerler. Burjuva tarihçiliğinden sapma pahasına, "tarihsel materyalizmin defterini dürmek" için ideoloji yaparlar. Burjuva resmi ideolojisinin bu tarihçi-ideologları, kapitalizmin ulusal açıdan "ikinci dönemi"nin[1] tarihini kurgularlar. Bu dönem, "sermayenin uluslararası birliğinin yaratılması" dönemi ve sosyalizmin de arifesidir. Burjuva resmi tarihçileri "tarih"i yeniden kurgularken tek amaçları kapitalizmden öte bir tarihin mevcut olmayacağı inancını yaymaktır.
Bu resmi tarih olağan kabul edilir, eğitim sistemi içinde öğrenilir, dolayısıyla "akla uygun" tarih olarak kabul edilir.
Ulusal sorunlar gibi, yüzlerce yıla yayılmış tarihsel sorunlar karşısında bu tarihçilik ve tarih anlayışı, burjuva ve küçük-burjuva milliyetçileri için de kullanışlı bir tarih oluşturduğu gibi, ulusal kavgalardan bıkmış-usanmış küçük-burjuva liberal aydınları için de "yeni teoriler" ortaya atmaları için "tarihi örnekler" uydurmalarına olanak sağlar. Tarihin materyalist anlayışına sahip olmayanlar da bu kurgusal ve ideolojik tarihin arkasına takılırlar. "Avrupa üç yüzyıl ulus-devlet içinde boğuştu. En son ikinci dünya savaşı da dahil, yüz milyon insanın hayatına mal oldu. 1648 Westfalya Antlaşması ile girilen ulus-devlet süreci Avrupa'yı kan deryasına dönüştürdü. 1950'den sonra Avrupa dersini aldı. Ulus-devlet çözümsüzlüğünden ders çıkardı. Vardığı çözüm bugünkü güvenlik stratejisi oldu. Güce dayalı güvenlik anlayışı ile, kapitalist hegemonyanın güvenlik anlayışı ile güvenlik getirilemez. Avrupa'nın güvenlik stratejisi demokratik uluslar topluluğunu birbirine bağladı. Avrupa Birliği budur." (A. Öcalan, 13 Mayıs 2005 tarihli "Görüşme Notları")
"Westfalya antlaşmasından sonra başlayan ulus devlet süreci amaç olarak tek tip vatandaş yaratmayı ve buna dayalı bir kültürel yapıyı hedeflemiştir. Bu sistem, egemen kültür dışındaki diğer kültürleri yok etti. Bu da inanılmaz bir kültür katliamına yol açtı. Yine bu süre zarfında iki dünya savaşı, binlerce bölgesel ve yerel savaş yaşandı. En nihayetinde ulus devlet süreci Hitler faşizmine kadar vardı. İkinci dünya savaşından sonra Avrupa devletleri bu gidişatı gördükleri için bir kısmı kendini federalizme uyarladı, zaten Avrupa Birliği de bunun sonucunda ortaya çıktı. ABD de yine bu tehlikeyi bertaraf eden bir idari yapılanmayı esas aldı." (DTP Siyasi Tutum Belgesi, 8 Kasım 2007) Bunlar bir iddia değildir, bir "tarih saptaması" olarak sunulmaktadır.
Bu "saptama"ya göre, ulus-devlet süreci "Westfalya anlaşma"sıyla[2] başlamış, "üçyüz yıl... Avrupa'yı kan deryasına dönüştür"müştür. Denilmek istenmektedir ki, "kan deryası"ndan kurtulmanın "tek yol"u ulus-devletten vazgeçmektir, AB'nin yaptığı gibi "yapmaktır".
Bu "tarih saptaması"nı "doğrulatmak" için fazla çaba göstermeye gerek yoktur. Herhangi bir lise tarih kitabında ya da üniversitelerin "uluslararası ilişkiler" dersinde benzer bir tarihçilik kolayca bulunabilir.
Tarihin materyalist kavranışı ise, ulusların, "yalnızca tarihsel bir kategori değil, ama belirli bir çağın, yükselen kapitalizm çağının tarihsel bir kategorisi" olduğunu, "feodalizmin tasfiye ve kapitalizmin gelişme süreci, aynı zamanda insanların uluslar biçiminde kuruluş süreci" olduğunu, "ulusların oluşması"nın da "aynı zamanda onların bağımsız ulusal devletler durumuna dönüşmeleri anlamına geldiğini" gösterir.[3] Tarihin materyalist anlayışı, kapitalizmle birlikte halkların uluslaşma sürecinin ve buna uygun düşen ulusal devlet üstyapı kurumlarının oluşumunun sonucunda "homojen", yani tek bir ulusa ait devlet ve devlet sınırlarının ortaya çıktığını saptar. Bu uluslaşma ve ulusal devletlerin oluşmasıyla birlikte, kapitalizmin tarihi, uluslararası pazarların paylaşımı ve yeniden paylaşımının tarihidir.
Her ulusal devlet, gelişmiş kapitalist bir ülke olarak daha geniş pazarlara ihtiyaç duyar. Kapitalist pazar ve bu pazarları sürekli genişletme ihtiyacı, bizzat kapitalist-ulusal devlet tarafından, onun "zor gücü" aracılığıyla sağlanmaya çalışılır. Artık, aynı topraklar üzerindeki değişik ulusal toplulukların birbirleriyle "kanlı" savaşlara giriştikleri ulusal hareketler dönemi sona ermiş, "bağımsız ulusal devletler"in kapitalist pazar için birbirlerinin topraklarını ele geçirmeye yöneldikleri bu uluslararası savaş dönemi başlamıştır.
I. ve II. "dünya savaşı", kendisini ulusal devlet olarak örgütlemiş kapitalist ulusların dünya pazarlarını "yeniden paylaşım savaşı" olarak tarihte yerini almıştır. Bunlar, sözcüğün tam anlamıyla emperyalist savaşlardır.
Bu emperyalist savaş döneminde, emperyalist savaşın parçası olan ya da olmayan "binlerce bölgesel ve yerel savaş yaşan"mıştır. Ama tarihin materyalist kavranışının ortaya koyduğu gibi, bu "bölgesel ve yerel savaş"lar, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin savaşlarıdır ve büyük çoğunlukla emperyalist sömürüden kurtuluş için verilen savaşlardır.
Bu nedenle, emperyalist dönem, emperyalistler arası yeniden paylaşım savaşları ile sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin emperyalist sömürüden kurtuluş savaşları dönemidir. Sömürge ve yarı-sömürge ülke halklarının emperyalist sömürüden kurtuluş savaşları, aynı zamanda ulusal devletlerine sahip olma savaşı olmuştur. Bu yüzden, bu savaşlar ulusal kurtuluş savaşları olarak tanımlanır. Bugün Irak'ta, Afganistan'da olduğu gibi, emperyalist işgale karşı kurtuluş savaşlarıdır.
Ama burjuva resmi tarihine göre, ulusal kurtuluş savaşları "dünyayı istikrarsızlaştıran" "kan dökücülük"tür. "Barışçıl" olarak sömürüye, emperyalist sömürüye boyun eğmedikleri için "çağdışı" ilan edilirler. "Globalizm" de, bu "barışçıl sömürü"nün yeni söylemi olarak ortaya atılır. "Merkeziyetçi ulus devlet sisteminin karşılaştığı hazin sonuçlardan biri de Irak'tır. Bugün Arap milliyetçiliği esasına dayanan Saddam rejiminin Irak coğrafyasında yaşanan etnik boğazlaşmanın en büyük nedeni olduğu ortaya çıkmıştır. Irak'ı bugünkü duruma düşüren şey, farklıkları demokratik bir ulus anlayışı etrafında örgütlemek yerine merkeziyetçi ulus yaklaşımı ile devlet yönetme anlayışındaki ısrardır." (DTP Siyasi Tutum Belgesi, 8 Kasım 2007) (abç) "Demokratik özerklik" talebinde bulunan bir "ezilen ulus"un siyasal temsilcileri, "bugünkü" Irak'ın Amerikan emperyalizminin açık askeri işgali altında olduğu gerçeğini görmezlikten gelerek, burjuva resmi tarih anlayışının "globalist" kurgusuyla böyle söylemektedirler.
Ve tarihin materyalist kavranışı çok açık biçimde ortaya koymuştur ki, ulusal devletler dahil olmak üzere tarihteki tüm devletler sınıf devletleridir ve devlet, egemen sınıfın baskı aygıtıdır, onun örgütlü zor gücüdür.
"Ulus", burjuvazinin kendi sınıf çıkarını "tüm halkın ortak çıkarı" olarak tanımlanışıdır. Dolayısıyla "ulus", her zaman burjuvaziyle birlikte ortaya çıkar ve kapitalizmle birlikte oluşur. Kapitalizm olmaksızın ulus, burjuvazi olmaksızın ulusal devlet kavranamaz, anlaşılamaz, açıklanamaz.
Herşeyin "sorumlusu" olarak ilan edilen ulusal devlet, kapitalizmin ürünü ve burjuvazinin devletidir. "Globalizm" propagandasıyla "ulusal devletler döneminin sona erdiği" ilan edilirken, hiçbir emperyalist ülkenin kendi ulusal devletini tasfiye etmediği ise "gizlenmiş" bir gerçektir.
Savlandığı, söylendiği, inanıldığı ve inandırıldığı gibi AB, ulusal devletlerin sonu değil, ulusal devletler arasında yapılmış "özel bir anlaşma"nın ifadesidir. Tıpkı ulusal federasyonlar gibi, karşılıklı anlaşmadan ibarettir ve her durumda, Batı-Avrupa'nın emperyalist ülkelerinin kendi pazarlarını korumak ve yeni pazarlara sahip olmak amacının gerçekliğidir.
Bunlar yokmuşcasına, AB'nin emperyalist ülkelerinin "ulus-devlet"ten vazgeçtikleri "imanı" ve "ezberi" ile, ulusal devleti her türlü ulusal, bölgesel, yerel, bireysel baskının nedeni olarak göstermek, tarihi burjuva globalist ideologlarının bakış açısından "okumak"tan başka bir şey değildir.
Avrupa'nın emperyalist ülkelerinin "barışçıl ve gönüllü" pazarı haline getirmek için uydurulmuş, yalanlaştırılmış AB "görüntüleri"yle Türkiye'de neler yaşandığını, "AB pasaportunu cebine koyan"ın "batsın bu ülke, bana ne" diyerek Avrupa'nın yolunu tutmaya nasıl hazır hale getirildiğini ve ardından milliyetçiliğin, AB karşıtlığının "birden bire" nasıl yükselişe geçtiğini anımsamak için, materyalist bakış açısıyla tarihe bakmak bile gereksizdir.
Bugün açık bir gerçek ortada durmaktadır: "bağımsız Kürdistan" amacına yönelik Kürt ulusal hareketi yorulmuş ve büyük ölçüde yenik düşmüştür. Bu yüzden "umutsuzluğa kapılmış ... burjuvazinin ulusal kavgalarından kurtulmaya çalışan kişilerin oportünist düşü" olan "kültürel ulusal özerklik"e dört elle sarılınmış, "globalizm"den emekliye ayrılmış, dolayısıyla "işsiz" kalmış neo-liberal solcu "aydınlar" işbaşı yapmış ve "demokratik özerklik"e ulaşılmıştır.
Materyalist tarih anlayışı ise şöyle söyler: "'Kültürde ulusal özerklik' en incelmiş, bu nedenle de en tehlikeli milliyetçilik demektir; ulusal-kültür sloganıyla ve okulların çok tehlikeli, hatta anti-demokratik bir biçimde ulusal topluluklara göre bölünmesi propagandasıyla işçilerin yozlaştırılması demektir. Kısacası bu program, hiç kuşku yok, proletarya enternasyonalizmiyle çelişir; yalnızca milliyetçi küçük-burjuvazinin ülkülerine uygundur."[4] Evet, bugün, Türkiye'de, Irak'ta, İran'da, Suriye'de bir "kürt ulusal sorunu" vardır. Bu ülkelerde sorun, demokratik devrim sorunudur. Bu nedenle, sözcüğün burjuva anlamında uluslaşma sürecini tamamlayamamışlardır. Türkiye dışındaki diğer ülkeler kolonyalizmin (eski sömürgecilik) tasfiyesiyle birlikte ortaya çıkartılmış görüntüsel "ulusal devlet"lerdir. Mısır, Suriye ve Irak'ta ortaya çıkan küçük-burjuva devrimci-milliyetçi Baas hareketleri, "arap ulusu"nun uluslaşma iradesinin, görüntüsel "ulusal devlet"i reddedişin temsilcileri olmuşlardır.
Türkiye, kolonileştirilememiş bir ülke olarak, 1919-23 ulusal kurtuluş savaşının özgünlüğü içinde diğerlerinden farklı bir yol izlemişse de, sonuçta emperyalizme bağımlı bir "ulusal devlet"tir. 1965'den itibaren gelişen devrimci mücadele, bağımsız ve demokratik bir ülke yaratma iradesi ve isteminin ürünü olmuştur.
Bugün Irak işgalinde açıkça ortaya çıktığı gibi, emperyalizm, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, her ulusun ayrı devlete sahip olma hakkını pervasızca ayaklar altına almıştır. Bu durum, 1990'lar boyunca sürdürülen "globalizm" propagandalarıyla "ulusal devletler çağı"nın, "bağımsızlık" döneminin sona erdiği demagojileriyle hazırlanmıştır. Ulusların kaderlerini tayin hakkı, DTP'nin "Siyasi Tutum Belgesi"nde ifade edildiği gibi, "her ulus için ayrı bir devlet talep etme gibi felsefik ve konjönktürel gerçeklikten uzak ve halkların birbirini boğazlamasına kadar gidebilecek bir süreci tetikleyecek siyaset anlayışı"na indirgenmiştir.
Gerçeklikte ve gerçek tarihte, uluslar arasında "boğazlaşma"yı ortadan kaldıracak tek şey, ulusların kaderlerini tayin hakkının tanınmasıdır. Bu, her ulusun, kendi devletine sahip olma hakkından, ulusal devlet kurma hakkından başka bir şey değildir. Bu hak tanındığı sürece, uluslar arasındaki düşmanlıklar, çatışmalar sona erer ve uluslar arasında, kendi ulusal iradeleriyle birlikte yaşama koşulları ortaya çıkar.
Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı ve ardından başlatılan yoğun "globalizm" propagandalarıyla "tarihin sonu" ilan edilmiş, "karşılıklı bağımlılık" döneminin başladığı inancı yaygınlaştırılmış ve buna uygun olarak tarih yeniden kurgulanmıştır. Ulusların kaderlerini tayin hakkı, bu yeni tarih kurgusunda emperyalist yayılmacılığın en büyük engeli olarak görülmüştür.
"Yükselen Türk milliyetçiliği", ulusların kaderlerini tayin hakkını "bölücülük" olarak "en büyük düşman" kabul etmektedir. Böylesi bir ortamda, devrimcilerin ulusların kaderlerini tayin hakkının tanınmasının tek çözüm olduğuna ilişkin sözleri duyulmaz olmuş, sadece bu haktan söz etmek bile "tehlikeli" hale gelmiştir.
Dün, ulusların kaderlerini tayin hakkını, mutlak olarak "ayrılma", "ayrı devlet kurma" olarak kullanma "iradesi" gösteren Kürt ulusalcılığı, bugün "demokratik özerklik" söylemiyle "kültürel özerklik" düzeyine gerilemiştir. Bugün Türkiye'de hiçbir Kürt uluscusu ve ulusalcısı, ulusların kaderlerini tayin hakkından söz etmez hale gelmiştir.
Türkiye solu ise, PKK'nin silahlı mücadelesinin "aktivizmi"yle 12 Eylül pasifikasyonunu aşacağı umutlarıyla izlediği tutarsızlıkların günahı olarak, artık ulusların kaderlerini tayin hakkını savunamaz hale gelmiştir.[5] Oysa, tarihin materyalist kavranışı sorunu şöyle ortaya koyar: "Liberaller tarafından (ve saflıklarıyla onların dediklerini yineleyenler tarafından) bu ölçüde karışık hale getirilmiş olan bu sorunu biraz açıklığa kavuşturmak için, çok basit bir örnek vereceğiz. Boşanma sorununu ele alalım... Gericiler, boşanma serbestliğine karşıdırlar; onlar, bu konunun 'dikkatle ele alınması' gerektiğini söylerler ve yüksek sesle bunun 'ailenin çözülüp dağılması' olacağını ilân ederler. Demokratlar ise, gericilerin ikiyüzlülük ettiklerine, gerçekte polisin ve bürokrasinin baskısını, bir cinsin ötekine kıyasla ayrıcalıklı durumunu ve kadınların en kötü biçimde haksızlığa uğratılmasını savunduklarına inanırlar. Onlar, boşanma serbestliğinin, ailenin 'çözülüp dağılmasına' neden olmayacağına, tersine, uygar bir toplumda, biricik olanaklı ve sağlam temel olan demokratik temel üzerinde aileyi güçlendireceğine inanırlar.
Boşanma serbestliğini savunan bir kimseyi, aile bağlarını yıkmak istemekle suçlamak ne kadar ahmakça ve ne kadar ikiyüzlüce bir davranışsa, ulusların kendi kaderlerini tayin etme özgürlüğünü savunanları da, yani ayrılma özgürlüğünü savunanları da, ayrılmayı isteklendirmeyle suçlamak, o ölçüde ahmakça ve ikiyüzlü bir davranıştır. Tıpkı burjuva toplumda, burjuva evlenme kurumunun üzerine kurulu bulunduğu ayrıcalıkların ve ahlâksızlıkların savunucuları boşanma özgürlüğüne karşı çıktıkları gibi, aynı şekilde, kapitalist devlette, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını, yani ulusların ayrılma hakkını reddetmek, egemen ulusun ayrıcalıklarını ve demokratik yöntemlere karşı polis yöntemlerini savunmaya eşittir.
... Halk her günkü deneyiminden, coğrafi ve iktisadi bağların, değerini ve büyük bir pazarla büyük bir devletin üstünlüklerini bilir. Onun için halk, ancak ulusal zulüm ve ulusal sürtüşme, yaşamı dayanılmaz hale getirdiği zaman ve iktisadi ilişkileri baltaladığı zaman, ayrılmaya, bir çare olarak başvurur. Böyle bir durumda kapitalist gelişmenin ve sınıf savaşımının özgürlüğünün çıkarlarına en iyi şekilde hizmet, ancak ayrılmayla sağlanabilir."[6] Bu gerçek ve kalıcı çözüm yolu varken, sonal olarak ayrılmayı kaçınılmaz hale getirecek olan küçük-burjuva milliyetçiliğin "orta yolcu" "demokratik özerklik"inden medet ummak, olsa olsa sorunu geçiştirmekten ve ötelemekten başka bir çare bulamayanların işidir. "Toplumsal eşitsizlikler kaynağını kadın-erkek eşitsizliğinden almaktadır. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği sağlanmadan hiçbir eşitlik ve özgürlük talebi gerçek anlamda ifadesini bulmayacaktır."[7] diye "fetva" verenlerin başka çareleri de olmadığı kesindir.
[1] "Kapitalizm, gelişmesi sırasında, ulusal sorun konusunda iki tarihsel eğilim gösterir. Birincisi, ulusal yaşamın ve ulusal hareketlerin uyanışıdır, her türlü ulusal baskıya karşı savaşım, ulusal devletlerin yaratılmasıdır. İkincisi, uluslar arasında her türlü ilişkilerin gelişmesi ve çoğalmasıdır, ulusal çitlerin yıkılması ve sermayenin, genel olarak iktisadi yaşamın, siyasetin, bilimin vb. enternasyonal birliğinin yaratılmasıdır. Bu iki eğilim, kapitalizmin evrensel yasasını oluşturur." (Lenin) [2] Konunun en "ilginç" yanı, ulus-devlet sürecinin başlangıcı olarak ilan edilen Westfalya anlaşması, katolikler ile protestanlar arasında süregiden "otuz yıl" savaşının sona erdirilmesine ilişkin bir anlaşma oluşudur. Bu anlaşmayla protestanlık, katoliklik gibi resmi bir "mezhep" olarak tanınmış ve meşrulaşmıştır. [3] Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun, 1913. [4] Lenin, RSDİP’in Ulusal Programı, 1913. [5] Şüphesiz bu tutarsızlıklar sadece "hak"ka ilişkin değildir. Kimi durumda "halk" ile "ulus", kimi durumda "işçi" ile "emekçi" birbirine karıştırılarak, ne olduğu belirsiz "çözüm" önerileri de ortaya atılabilmektedir. Bunun son örneği Atılım'da şöyle yer almıştır:
"Türk burjuvazisinin Kürdistan üzerindeki sömürgeci egemenliği, Türkiye'yi emperyalizme bağlayan en sağlam zincirlerden birisidir. Washington Zirvesi, bunu bir kez daha kanıtlamıştır. Her kim ki, Kürdistan'daki sömürgeci boyunduruğu savunur, o aynı zamanda emperyalizmin de uşağıdır, olmak zorundadır. Komünistlerin programı; sömürgeciliğin tasfiye edileceği, Türkiye ve Kuzey Kürdistan halklarının eşit ulusal haklara sahip olacağı ve emperyalizme karşı devrimci bir çatı altında birleşeceği, İşçi Emekçi Sovyet Cumhuriyetleri Federasyonu'dur." (Atılım, 10 Kasım 2007)
Bir başka "sol" daha da "globalist"tir:
"Tuhaf bir ikizler aleminde yaşıyoruz. Ama böyle. Ufuk Uras, Ali Babacan'ın ruh ikizidir. Baskın Oran Abdullah Gül'ün, piyasadaki küçük sol partilerin çoğu AKP'nin kenarındaki oluşumların ruh ikizidirler. Kürt etnikçiliği ile Türk etnikçiliği birbirinin ruh ikizidir. Kimse 'ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı' diye dinselleştirilmiş bir tarih üstü saçmalığı önümüze koymaya çalışmasın. DTP, içindeki birkaç solcu bir yana, sorunlu AKP-AsParti koalisyonunun ruh ikizidir. Bunların hepsi birbirinin ruh ikizidir." ("Sol", SİP-TKP'sinin "sanal gazetesi", 9 Kasım 2007) (abç) [6] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 74-75. [7] DTP Siyasi Tutum Belgesi, 8 Kasım 2007.