Yükselen Milliyetçilik,
Türkçü-Faşistler
ve İslamcı-Faşistler
2004 Aralık ortasında AB zirvesinden "müzakere sürecinin başlatılması" kararının çıkmasına paralel olarak gelişen siyasal olaylar "milliyetçiliğin yükselişi" olarak sunuldu. Amerikan emperyalizminin Irak işgaliyle başlayan anti-emperyalist ve anti-amerikancı toplumsal tepkilerin AB karşıtlığına dönüşmesi doğal ve kaçınılmazken, bu tepkilerin "milliyetçilik" dalgası haline dönüşmesi, 2005 Martında Mersin'de meydana gelen "bayrak provokasyonu"yla gerçekleşti.
2005 Martından itibaren Trabzon'da TAYAD'lılara yönelik linç girişimiyle başlayan "milliyetçiliğin yükselişi", tüm Karadeniz bölgesinde "milliyetçilerin" mutlak egemenliğini ilan edişiyle perçinlendi. Artık "milliyetçilik" "in" olmuş, onun dışındaki herşey "out"laşmıştı.
Oysa "milliyetçiliğin yükselişi" denilen olgu, bir yanıyla ABD ve AB karşıtlığını ifade ederken, diğer yanıyla oligarşinin faşist milis örgütlenmesinin etkinliğini artırmasından başka bir şey değildir.
1999 yılından itibaren, neredeyse tüm üniversitelerde, "özel güvenlik birimi"nin desteğinde egemenlik kuran faşistler, 2005 sonrasında "yükselen milliyetçilik" söylemleriyle meşruiyet kazanırken, aynı zamanda 12 Martzede eski "kemalistler"in "ulusalcı" adıyla siyasete girişleri ve D. Perinçek kesiminin "millici" eylemleri, faşistlerin meşruiyetine "sol" bir görünüm de kazandırmıştır.
Adı tam ve doğru olarak ifade edilmelidir:
Ülkemizde kendisini "milliyetçi" olarak tanımlayan geniş bir halk kitlesi mevcuttur. İşçilerden köylülere, kent küçük-burjuvazisinden orta burjuvaziye kadar her sınıftan insanlar, gerek Irak işgali, gerek AB yaptırımları, gerekse IMF dayatmaları karşısında duydukları tepkiyi "milliyetçilik" olarak algılamakta ve tanımlamaktadırlar.
Oysa "yükselen milliyetçilik" dalgasını sahiplenen, söylem ve eylemleriyle "her zaman milliyetçi" olduğunu ilan edenler, oligarşinin beslediği ve yaşattığı faşist milis örgütlenmeden ve bunun siyasal partilerinden başkası değildir. Büyük gövdesini MHP'nin "M"sinden alan bu faşist örgütlenme, M. Yazıcıoğlu'nun BBP'si ve T. Türkeş'in ATP'si olarak bir büyük, iki küçük örgütlenmeye sahiptir.
Her dönemde kendilerini "siyasal partiler yasası"na uygun "parti" olarak sunmaya özen göstermiş olan MHP, tüm faşist ideolojisini ve örgütlenmesini Ülkü Ocakları aracılığıyla pratiğe geçirmiştir. Faşist hareketin içinde ortaya çıkan bölünmenin ürünü BBP ise, önce Nizamı Alem örgütlenmesiyle, daha sonra Alperen Ocakları aracılığıyla aynı işlevi yerine getirmektedir. T. Türkeş'in ATP'sinin parti-dışı faşist milis örgütlenmesi ise, Ata Ocakları olmuştur.
Günümüzdeki faşist milis örgütlenmesinin 12 Eylül öncesindeki faşist milis örgütlenmesinden en temel farklılığı ise, PKK'ye karşı yürütülen kontra-gerilla faaliyetlerinde yer almış olan eski askerleri bünyelerinde toplayabilmeleri ve bunlara iş olanağı sağlayabilmeleridir. Özellikle "yakın koruma" ve "özel güvenlik" şirketleri aracılığıyla istihdam edilen bu "eski asker" faşist milisler, silah ruhsatları aracılığıyla sürekli silah taşıyabilir hale gelmişlerdir. "Çek-senet tahsilatı" işleriyle uğraşan faşist milislerin "mafya" görüntüleri de, terörize edici bir özellik haline gelmiştir.
ABD ve AB karşıtlığına dayanan "yükselen milliyetçilik", bu faşist örgütlenmeler tarafından kendi hesaplarına yazılan bir gelişme olarak sunulmakla birlikte, ABD ve AB karşıtlığında daha etkin olan kesim şeriatçılar olmaktadır. Özellikle Erbakan'ın SP' si, bu "yükselen milliyetçilik" dalgasını şeriatçılık ekseninde, "milli görüş" temelinde örgütlemeye çalışmaktadır. Ancak bu alanda "rakipsiz" değildir. Değişik zamanlarda Erbakan kesiminin ittifak kurduğu BBP, faşist geçmişlerine dayanarak "yükselen milliyetçilik" dalgasının islamcı-faşist örgütlenmesini geliştirmeye çalışmaktadır. Son dönemde Gazi Üniversitesi'ndeki faşist saldırıları gerçekleştiren Alperen Ocakları bu islamcı-faşist örgütlenmedir.
"Yasal parti" olarak islamcı-faşist saldırılardan "sorumlu" tutulmayan BBP'nin, Alperen Ocaklarıyla gerçekleştirdiği saldırılar ve eylemler, her durumda "Türk-İslam Sentezi"nin faşist örgütlenmesinin saldırı ve eylemleri olmuştur. Bu öylesine açıktır ki, M. Yazıcıoğlu, Alperen Ocaklarının "genç kurt" sürüsüne hitap ederken şöyle söylemekte hiçbir sakınca görmemektedir: "Müslümanın iki ayrı hayatı olamaz. Maddi hayatını düzenlerken başka, manevi hayatını düzenlerken de başka bir felsefeye göre davranamaz . Sadece din ve ibadet konularına Allah'a yönelik bir şahsi ve nefsi mesele olarak görmenin, ama siyasi, içtimai ve iktisadi meselelerde 'Allah'ı işe karıştırmamak' felsefesiyle hareket etmenin insanı iki ruhlu, iki yüzlü bir hayat anlayışına götüreceğini söylersek herhalde yalnızca gerçeği belirtmiş oluruz. Müslümanın maddi ve manevi hayatında tam bir uyum ve ahenk olmalıdır." Herhangi bir şeriatçının alenen söylemeye cesaret edemeyeceği bu sözler, açık biçimde şeriat devletini dile getirmektedir. AB yandaşı "neo-liberal" propagandistlerin ve "aktivistler"in doğal müttefiki olan şeriatçıların bu faşist versiyonu, aynı zamanda faşist milis örgütlenmesinin kime hizmet ettiğinin de açık göstergesidir.
Devlet Bahçeli'nin MHP'si ise, "yükselen milliyetçilik" dalgasında "Türkçü-milliyetçi" ideolojinin örgütlenmesi olarak varolmaktadır.
Yaklaşan seçim ortamında "türkçü-faşistler" ile "islamcı-faşistler", "yükselen milliyetçilik" dalgasından pay kapma yarışına girmişlerdir. Bu da, özellikle BBP ve Alperen Ocaklarının saldırganlıklarını artırmalarına yol açmıştır.
Son MHP kongresinde "başkan adayı" olarak ortaya çıkan, eski ASAM başkanı, kontra-gerilla "prof."u Ümit Özdağ, bu pay kapma yarışında MHP'nin "pasif" kaldığını, Ülkü Ocaklarının pasifize edildiğini, "türkçü-faşistler"in tarihlerinde ilk kez büyük bir gelişme dinamiği yakaladığını ileri sürerken, aynı zamanda faşist milis örgütlenmesinin daha etkin ve saldırgan bir konuma getirilmesini talep etmiştir.
Şurası açıktır ki, gerek MHP, gerekse BBP (çok küçük bir parça olarak ATP), dün oldukları gibi, bugün de ülkemizdeki faşist örgütlenmenin partileridirler. Ülkü Ocakları ile Alperen Ocakları arasında meydana gelen çatışmalar, her ne kadar farklı ideolojik söylemlere dayanıyor görünseler de, önemsenmeyecek bir "pazar" paylaşım kavgasından ibarettir. Yer yer "türkçü-faşistler" ile "islamcı-faşistler" birbirleriyle çatışmakla birlikte, bu çatışmalar mutlak egemenliği sağladıkları yerlerde ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla faşistlerin egemenliklerini genişletme ve yaygınlaştırma faaliyetlerinde, bu faşist örgütlenmeler arasında ayrılık mevcut değildir.
Bugün faşistler, birkaç üniversitenin birkaç bölümü dışında, neredeyse tüm üniversitelerde ve öğrenci yurtlarında mutlak egemenliğe sahiptirler. Mafya bozuntusu zorbalıklarıyla, faşist milis örgütlenmesinden aldıkları "yasal" dayanakla ve "özel güvenlik birimleri"nin desteği ile sağlanan bu egemenlik, öğrenci kitlesinin yıldırılması ve sindirilmesiyle gerçekleştirilmiştir. Gazi Üniversitesindeki olaylarda görüldüğü gibi, bu faşist egemenlik, hemen her durumda "siyasi, içtimai ve iktisadi meselelerde" müdahale etme ve terör estirme olarak kendisini varetmektedir.
Bu faşist milis egemenlik ve terör fazla dikkat çekmemekte ve buna karşı tepkiler de aynı oranda çok zayıf kalmaktadır. Bunun temel nedeni, AB ve ABD karşıtlığına dayanan halkın "milliyetçi tepkileri"nin anti-emperyalist niteliğinin yanında anti-faşist bir niteliğe sahip olmayışıdır. Legalize ve legalist sol da, bu durumun sürekliliğini sağlayan küçümsenmeyecek bir etmen durumundadır.
Halk kitlelerinin "milliyetçilik" tabanında AB ve ABD emperyalizmine karşı tepkileri, kimi zaman "kemalizm" temelinde "ulusalcı" tepkiler, kimi zaman legalist sol söylemlerle "anti-emperyalist" tepkiler olarak sunulduğundan, ister "türkçü", ister "türk-islamcı" olsun her türden faşist örgütlenmenin "milliyetçi"liğinden ayrışmasını engellemektedir.
Örneğin, kendilerine "emperyalistlerden ve işbirlikçilerden daha atak" olma "misyonu" biçen "Yurtsever Cephe"nin programına bakıldığında, faşizme ve anti-faşist mücadeleye ilişkin tek bir sözcük bulmak olanaksızdır.
Adı tam ve doğru olarak konulmalıdır: Ülkemizde AB ve ABD emperyalizminin dayatmalarına ve faaliyetlerine karşı büyük bir halk tepkisi mevcuttur. Bu tepkiler devrimci nitelikte değil, eski ulusal-devletin emperyalistler tarafından aşağılanmasına, horlanmasına karşı duyulan tepkilerdir. "Türkçü" ve "islamcı" faşistler, geleneksel "milliyetçi" söylemleriyle bu tepkileri bünyelerinde toplamaya çalışmaktadırlar. Bunlardan çok daha etkin olan kesim ise, Erbakan çizgisinde ifadesini bulan "milli görüş"çü şeriatçılardır.
Bu nedenle, anti-emperyalist mücadele, anti-faşist ve laikçi bir mücadele olmaksızın devrimci bir mücadeleye dönüşemez. Özellikle üniversitelerde terör estiren her çeşitten faşist milislerin egemenlikleri kırılmadığı sürece, anti-emperyalist devrimci bir mücadelenin geliştirilmesinden de söz edilemez.
Bu koşullarda devrimcilerin görevi, anti-emperyalist mücadeleyi anti-faşist ve laikçi mücadeleyle, daha tam ifadeyle anti-oligarşik mücadeleyle birleştirmek ve bütünlemektir. Anti-oligarşik niteliğe sahip olmayan anti-emperyalist mücadele, halk kitlelerini faşist milisler ile şeriatçılar arasına sıkıştıran boş bir söylemden başka bir şey olmayacaktır.