Seçim sath-ı mailine girildiğinde "sol", ülkemizin sınıfsal yapısına ve bu yapıdaki gelişmelere bağlı olarak "sağlaşma" sürecinde hızla ilerlemektedir. Daha tam deyişle, küçük-burjuvazinin sol kanadında 12 Eylül askeri darbesiyle başlayan "sağcılaşma" süreci devam etmektedir. Amerikan emperyalizminin "globalizm"i ile Avrupa Birliği konusunda ortaya çıkan ayrışmalar, giderek AB konusunda yoğunlaşan ayrışmalara yerini bırakmıştır.
Şüphesiz burada içeriği boşaltılmış ve ne olduğu belirsizleştirilmiş "sol" kavramının ne anlama geldiği ortaya konulmadan, "sol"da meydana gelen gelişmeleri anlamak ve izlemek de olanaksızdır.
Devrim, devrimci mücadele, sosyalizm, emperyalizm, faşizm vb. kavramların içerikleri boşaltıldığı gibi, "sol" sözcüğünün de içeriği boşaltılmıştır. "Medyatik" dilde "sol", sosyal-demokratlardan sol-liberallere ve "radikal sol"dan legal "sol"a kadar değişik anlamlarda kullanılmaktadır. Bu dile göre, CHP, SHP, DSP, BCP, CDP, SİP, İP, ÖDP, EMEP, HADEP, YTP, YOH "sol" olduğu gibi, SODEV, ADD gibi "sivil toplum kuruluşları" da "sol"u temsil etmektedir.[1*] "Medya"nın "sol" kavramı içinde devrimci örgütler yer almadığından ("aşırı sol"), tüm bunların ortak özelliği mevcut düzenin yasallığı çerçevesinde oluşturulmuş ve faaliyet yürüten siyasal parti ve hareketler olmasıdır. Bunlara eklenen "sol" sıfatı, ne tarihsel anlamda "sol"u, ne de sosyalist anlamda "sol"u ifade etmemektedir. İçlerinde İP, SİP, ÖDP, EMEP gibi "sosyalist" olduğunu söyleyenler olmakla birlikte, "medyatik sol", sosyalizm sözcüğünün dışında kalan, ama "sağcı" olduğunu söylemeyen herkesi kapsamaktadır. Bu tanımlama, aynı zamanda geniş halk kitlelerinin "sol" kavrayışına denk düşmektedir.
CHP ve DSP, 1960 sonlarında ortaya çıkan "sosyal-demokrat" kitle partileri olduklarından, hemen her durumda seçim sath-ı mailine girildiğinde "sol"un partisi olarak kabul edilmişlerdir. Devrimci mücadelenin yükseldiği dönemlerde "sosyal-demokratlar" ile devrimciler ("solcular") arasındaki sınır çizgileri belirginleşmiş olmasına rağmen, 12 Eylül sonrasında bu sınır çizgisi giderek silikleşmiş ve "sol", "solculuk" sosyal-demokrasi ile özdeşleşir hale gelmiştir. Özellikle "eski solcular"ın devrimci mücadeleyi terk ederek düzen içinde yaşamaya başlamalarıyla birlikte, bu özdeşleştirme daha da yaygınlaşmıştır.
ÖD Partisi, EMEP gibi "eski radikal solcular"ın kurduğu partiler ise, "medya" ile olan mesafelerine göre "sol" kapsamına alınmışlardır. Ancak "solcular" içinde meydana gelen ayrışmalara paralel olarak, ÖD Partisi, "medya"nın "sol" partiler kategorisinde CHP ve DSP'nin yanında yer almıştır.
Sözün özü, bugün "sol" kavramı, alabildiğine muğlak ve şekilsizdir. "Sağ"da meydana gelen ayrışmalara benzer ayrışmalarla bu muğlak ve şekilsiz "sol" kavramı, giderek ne olduğu bilinmeyen, sadece "sol" olarak sözü edilen oluşumları ifade eder hale gelmiştir. Ve "sağ"da olduğu gibi, bu muğlak ve şekilsiz "sol"da da ayrışmanın ağırlık noktasını küçük ve orta sermaye kesimleri içindeki ayrışma oluşturmaktadır.
"Eskimiş" kavramla ifade edersek, küçük ve orta sermayenin "liberal burjuva" diyebileceğimiz kesimlerinin siyasal temsilcisi olan CHP, heterojen yapısıyla, işbirlikçi-tekelci burjuvaziden büyük toprak sahiplerine kadar değişik kesimlerin partisi olarak "sosyal-demokrasi"ye evrilmiştir. Ancak emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesine paralel olarak ortaya çıkan sınıfsal farklılaşmalar ve zümreleşmeler, CHP içinde ayrışmalara neden olmuştur.
1980'lerde CHP içindeki ilk büyük ayrışma, küçük ve orta ticaret ve sanayi sermayesinin birbirinden farklılaşmasıyla ortaya çıkmıştır. Özellikle T. Özal döneminde başlayan "ihracat hamlesi"yle gelişen tekelleşememiş ticaret burjuvazisi ile yeni emperyalist tüketim malları ithalatcısı kesimler, "dört eğilimi" birleştiren ANAP içinde yeterince etkin olmadıklarını düşünerek Erdal İnonü' nün başkanlığında kurulan SHP'ye yönelmişlerdir. Kalanlar ise, Bülent Ecevit'in DSP' si ile Deniz Baykal çevresinde toplanmışlardır.
SHP'nin 1989 yerel seçimlerinden birinci parti olarak çıkması bu yönelimi hızlandırmıştır. Özellikle 1923'den beri devlet bürokrasisiyle kendi çıkarlarını korumaya alışmış olan küçük ve orta sermaye kesimleri, 1991 seçimlerinden sonra "çağdaş" ve "yenilikçi" "bürokratları" (Murat Karayalçın) SHP'nin yönetimine getirmişlerdir. Özellikle Tansu Çiller'in başbakanlığı döneminde "Toplu Konut Fonu" aracılığıyla ticaretten müteahhitliğe sıçrama yapanlar, SHP içindeki ayrışmanın temel unsuru olmuşlardır. (Aynı dönemde, sağ partilerdeki müteahhitler ticarete sıçramışlardır.)
1995'de SHP ile yeniden açılan CHP'nin birleşmesiyle ortaya çıkan "yeni" CHP'nin genel başkanlığına Deniz Baykal'ın getirilmesi, "çağdaş" "solcular"ın partiden ayrılmasına ve küçük "sosyal-demokrat fikir kulüpleri" şeklinde faaliyet yürütmelerine yol açmıştır. Bu ayrışma, "sosyal-demokrat" hareket içinde yer alan "daha sol" küçük-burjuva aydınlarının da partiyi terk etmesiyle sonuçlanmıştır. Ayrılan bu "daha sol" küçük-burjuva aydınlarının küçük bir kısmı ÖD Partisi'ne geçerken, diğerleri İHV, Barolar Birliği, TMMOB gibi kuruluşların bürolarında politik kulis faaliyetlerine yönelmişlerdir.
1999 seçimlerinde CHP'nin barajı aşamayarak TBMM dışında kalmasıyla birlikte CHP içinde ve dışında iktidar mücadelesi keskinleşmiş ve her kesim kendi ilişkisine göre yönetimi ele geçirmeye çalışmıştır. Ancak küçük ve orta sermayenin "liberal" kesimleri, gerek 1994 krizinden, gerekse 1997 Asya krizinden büyük ölçüde etkilendiklerinden ve çıkış yolu olarak "globalizmi" gördüklerinden, "yeni vizyon"lu Deniz Baykal safında yer almışlar ve Deniz Baykal yeniden partiye egemen olmuştur.
Deniz Baykal'ın "globalizm"e yönelen "yeni vizyonu" karşısında parti dışında kalan "sosyal-demokratlar" hızla "globalizm"e yönelmişlerse de, ortada boşluk olmadığından etkili olamamışlardır. 2000 yılında derinleşen ekonomik krize paralel olarak "globalizm"in Avrupa Birliği cephesini öne çıkaran yeni bir "sosyal-demokrat" oluşum ortaya çıkmaya başlamıştır.
Başını Murat Karayalçın, Fikri Sağlar, Ercan Karakaş'ın çektiği bu AB temelli "çağdaşlaşma projesi" sahipleri, mühendisler, mimarlar vb. aracılığıyla ticari ilişkiler içinde bulunulan "sol" küçük ve orta sermaye kesimlerinin ekonomik krizle içine düştükleri durumdan "kurtaracak tek akıllı seçenek" oldukları propagandasına ağırlık vermişlerdir. Bu sayede, 1991-1993 döneminde kendilerine verilen desteği yeniden kazanmayı ummuşlardır. Ancak inşaat sektörünün tümüyle çökmesi, "Toplu Konut Fonu"nun işlevlerini yitirmiş olması, CHP'li belediyeler aracılığıyla sürdürülen müteahhit ilişkilerinin desteğini almalarını olanaksız kılmıştır. SODEV aracılığıyla yürütülen faaliyetler, "yeni oluşum hareketi" vb. ekonomik krizle birlikte küçük "baskı grubu" oluşturma çabasından öteye geçememiştir. "Solda birlik", "yeni sol", "yeni oluşum", "çağdaş sol" vb. söylemlerle yürütülen çalışmalar seçim sath-ı mailine girildiğinde Murat Karayalçın'ın SHP'yi kurmasıyla bitmiştir.
Erdal İnönü'nün deyişiyle, "aslan sosyal-demokratlar" içindeki ayrışmanın diğer büyük kolu olan Bülent Ecevit'in DSP'si, 1995 sonrasında, özellikle de 28 Şubat sonrasında TÜSİAD'ın açık desteği ile güçlenmeye başlamış ve 1999 seçimlerinden birinci parti olarak çıkmıştır.
1997 sonrasında işbirlikçi-tekelci burjuvazinin TÜSİAD aracılığıyla DSP'ye verdiği destek, 1997 Asya kriziyle belirlenmiştir. DSP' den istenen, iç pazarda belli bir istikrar sağlayıcı tedbirler alınması ve "dış pazarlarda", yani "Türki cumhuriyetler"le kurulan ilişkilerin disipline edilmesi olmuştur. İç pazar konusunda politikalarda ANAP'a yaklaşan DSP, "dış pazarlar" konusunda MHP ile birlikte hareket etmek durumuna gelmiştir. Ve herkesin bildiği gibi, sonuç ANAP-MHP-DSP koalisyonunun kurulmasıdır.
Böylece DSP'nin iktidar oluşu kadar, iktidarda kalışı da, oligarşinin elinde olmuştur. Mayıs ayında TÜSİAD ilanıyla birlikte başlayan süreç, oligarşinin DSP'ye verdiği desteği kestiğinin açık ifadesidir.
Oligarşinin DSP'ye, daha açık ifadeyle, Bülent Ecevit'e verdiği desteği kesmesiyle birlikte, bu desteği kazanmak için sosyal-demokratlar arasında hızlı bir yarış başlamıştır.
Aynı süreçte, başını Mümtaz Soysal gibi "eski solcu profesörler"in çektiği "sol" hareket, 1997-1999 arasında iç pazarda istikrar sağlamaya yönelik uygulamalar sırasında DSP içinde yer almışken, "dış pazarlar"a yönelik disiplin hareketinde MHP ile işbirliği yapılması ve yeni "yükselen pazar" olarak AB'nin belirlenmesi ile DSP ile yollarını ayırmıştır. 1997-1999 döneminde TÜSİAD'ın DSP'ye verdiği desteği "ulusal burjuvazinin" "ulusal refleksi" gibi algılayacak kadar körleşmiş olan bu kesim, varolduklarını sandıkları "ulusal burjuvazi"nin partisini kurmak için yola çıkmışlar ve Temmuz sonunda "Bağımsız Cumhuriyet Partisi"ni kurarak gündemin dışına çıkmışlardır. (Benzer anlayışla Yekta Güngör Özden "Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi'ni kurmuştur. Ancak Mümtaz Soysal'lardan daha sığ ve daha aptalca bir girişim olarak kalmaktan başka bir geleceğe sahip değildir. Ellerinde kalan tek umutları, "atatürkçü askeri darbe"yle hükümet olmaktır.)
Kendilerini sosyal-demokrat olarak tanımlayan kesimlerde meydana gelen bu gelişme yanında, kitlesel hiç bir güce sahip olmamakla birlikte, "medyatik" ve "düşünsel" etkinliğe sahip olan "radikal sol"dan "makul sol"a ve "makul sol"dan "merkez sağa" doğru evrilen "marksist-liberaller" "sol" olarak ortaya çıkmıştır.[2*] "Eski solcular", medyatik dilde ifade edersek "eski radikal solcular" hayatlarını "idame ettirmek" amacıyla girdikleri iş ilişkilerine bağlı olan ÖD Partisi içinde toplaşmış olmakla birlikte, Avrupa Birliği'ne karşı tutum konusunda anlaşmazlığa düşerek ayrışmışlardır. ÖD Partisi'ni tümüyle eline geçiren eski "DY"liler, "Emeğin Avrupası ile birleşmek" için AB'ye "evet" derken, diğerleri "hayır" demişlerdir. "İnsancıl küreselleşme" yanlısı olmakta anlaşan bu kesimlerin AB konusunda, üstelik "Emeğin Avrupası ile birleşmek" gibi "küresel" ve "çoklukcu" söylemde ayrışmaları AİHM'den para kazananlar ile kazanamayanların ayrışmasına benzer bir tablo oluşturmuştur. Bir başka deyişle, AB tarafından "fonlananlar" ile "fonlanamayanlar" ayrışmıştır.[3*] AB tarafından "fonlanamayanlar" Akın Birdal, vb.'nin öncülüğünde yeni parti kurmaya yönelmişlerse de, seçim sath-ı mailine girildiği şu aşamada, henüz kuruluşu tamamlayamamışlardır.
AB "yandaşlığı" konusunda sağ ve "sol" ile birlikte anılan diğer kesim ise HADEP'tir.
HADEP, PKK hareketinin evrimine uygun bir evrim izlemiştir. DEP'le başlayan "radikallik" giderek legalizme ve uzlaşmacılığa doğru evrilerek bugünkü HADEP'e ulaşırken, PKK'nin aynı yöndeki evrimiyle paralellik oluşturmuştur.
Sınıfsal olarak "Türk" oligarşisi[4*] ile işbirliği geliştirememiş ve 12 Mart sonrasında uygulanan politikalarla sürekli güç kaybeden Kürt feodal aşiret reislerine dayanan HADEP, 1990 sonrasında gelişen "küreselleşme"yle birlikte ortaya çıkan yeni Kürt küçük ve orta sermayesinin artan etkinliğine sahne olmuştur. İlk dönemde Irak'la "sınır ticareti" yapan "ihracatçı" Kürt tüccarlarının etkinliği, 1991 Körfez Savaşı'yla birlikte azalmaya başlamış ve İstanbul-Bursa temelli ticari ilişkiler öne geçmeye başlamıştır. Kürt köylerinin boşaltılmasıyla Batı Anadolu'ya göç eden nüfustaki büyük artış, aynı zamanda ucuz işgücü kaynağı yaratmıştır. Bu ucuz işgücü, "Kürt kimliği" söylemiyle istihdam edilirken, ticari ilişkilerin Avrupa'ya yönelmiştir. Avrupa'daki yarım milyona yakın Kürt ilticacılarının varlığıyla kendi "pazarını" oluşturan ve bu "pazarda" sermaye birikimi sağlayan yeni "kuşak" Kürt burjuvazisi, kaçınılmaz olarak "Türk" oligarşisi ile uzlaşmaya yönelmiştir. Para ve meta ilişkilerinin zorunlu kıldığı yasallık ve devlet ilişkileriyle belirlenen bu uzlaşma, AB konusunda öne çıkan "Türk" küçük ve orta sermaye kesimleri ile uzlaşmaya dönüşmüştür. Artan "Türk-Kürt" limited şirket ortaklıkları, bu "uzlaşmanın" mekanları olarak ortaya çıkmıştır.
Ancak sermaye birikiminin temel kaynağı, "Türkler"den tecrit edilmiş Kürt nüfusu olduğu için, bu "uzlaşma", hiç bir biçimde "Kürt kimliği"nin terk edilmesi yönünde bir eğilim ortaya çıkarmamıştır. Bir dönem "dağdaki gerilla"yı bir "pazarlık kozu" olarak kullanan bu "yeni" Kürt işadamları, dönüşüme bağlı olarak "Kürt kimliği"ni "pazarlık kozu" haline getirmişlerdir. HADEP'in "Kürt kimliği"ne bağlılığını sürdüren Kürtler üzerindeki kesin ve mutlak egemenliği seçim sath-ı mailine girildiğinde "TBMM'de dengeleri değiştirecek" bir özelliğe sahip görüldüğünden, daha büyük bir "pazarlık kozu" haline gelmektedir.
ÖD Partisi başta olmak üzere legalist "sol"un büyük iştahla "seçim ittifakı" kurmaya çalıştığı HADEP'in, "Kürt kimliği" etrafında toplanmış Kürt nüfusu üzerindeki mutlak etkisini kullanarak, daha büyük ticari ilişkiler geliştirmenin bir aracı haline geldiği ise hiç hesaba katılmamıştır.
Görüleceği gibi, "sağ"da olduğu gibi, "sol"da da meydana gelen siyasal ayrışmalar ve politikaların temelinde (ulusal köken ayrımı yapılmaksızın) küçük ve orta sermaye kesimleri bulunmaktadır. "Reel sektör" olarak muğlaklaştırılan bu sermaye kesimlerinin sanayi ve ticaret alanlarında faaliyet yürütenlerinin ekonomik kriz koşullarında ortaya çıkan varlık sorunu, mali kaynak ve pazar sorununu her şeyin önüne geçirmiştir.
Mali kaynak (ucuz kredi) ve pazar sorununu çözemeyen küçük ve orta sermaye kesimlerinin uygulanan IMF politikaları ile kesin ve mutlak olarak mülksüzleştirilmeleri AB'yi bir "kurtarıcı" haline getirmiştir. Onlara ve "akıl hocalarına" göre, AB ortaklığı, IMF koşullarından kurtulmanın da bir aracı olacaktır. ("Kürt işadamları", AB'nin, aynı zamanda Kürt "pazarı"nın "özerklik" çerçevesinde sürekli hale getirilmesini sağlayacağını varsaymaktadırlar.) Bir bakıma, üstü örtük bir "ABD'li IMF'ye karşı IMF'siz AB" mantığı egemendir.
"İyi eğitim görmüş, bir kaç yabancı dil bilen, Avrupa kültür değerlerini özümsemiş entelektüel aydınlar"ın eski "sol" görünümlerinin böyle bir ortamda yüksek kazanç aracı olacağı varsayılmaktadır. Sağcısından solcusuna, her türden "işadamı"nın "kültürel faaliyetler"de gösterdikleri "performans" ın ardında yatan da budur. Deyim uygun düşerse, "kırk yıllık" MHP'li Karamehmetler "eski solcular"ın hızlı bir "sponsoru" haline gelirken, Erbakan şeriatçılarının Kanal 7'si bu solcuların "platformu" görünümü kazanabilmiştir. Aydın Doğan'ın Radikal gazetesi etrafında topladığı ve bu gazetenin "yazarlığı" ile para kazanan "globalist" küçük-burjuva "sol geçmişli" aydınların yanında kolayca diğer "solcular"ın yer almasının nedeni de aynıdır.
Kendilerine yönelik bu "teveccühü" gören "sol geçmişli" küçük-burjuva aydınları ise, tüm zamanların en "aranılan ve bulunmaz hint kumaşı" oldukları düşüncesine iyice saplanıp kalmışlardır. Onlar, dünyanın kendi etrafılarında döndüğünü düşünerek, nereye el atsalar orayı "altına" çevireceklerini düşündüklerinden, kendilerini "simyacı" sanmaktadırlar. Bu da, onların dünü ve yarını hesaplamaksızın yaşama ve "fikir üretme" hastalığının nedeni olmuştur.
Bugün seçim sath-ı mailine girildiğinde, büyük ölçüde "sosyal-liberal" temelde "sol birlik" yanlısı ilan edilen Kemal Derviş'in etrafında toplanma eğilimindedirler. Böylece "marksist-liberaller", "sol liberaller", "sosyal-liberaller" ve "sağ-liberaller" olarak "çağdaş çoğunluk"tan "makul çoğunluğa" kadar her kesimi toplayan bir "sosyal-liberal çoğunluk" oluşturacaklarını düşünmektedirler.
Gerçekte ise, tüm sözcük ve kavram kalabalığı ve keşmekeşi içinde varabildikleri tek ortak yer "neo-liberalizm" olmaktadır.
Onlar, "neo-liberalizm"in 1980'lerdeki "altın çağı"nda T. Özal'ın gerçekleştirdiği "birliği" Kemal Derviş'in etrafında yeniden gerçekleştirebileceklerini sanmaktadırlar. IMF uygulamalarıyla sürekli mülksüzleşen küçük ve orta sermayenin "ideologsuz" oluşlarından yola çıkarak kendi etraflarında toplanacağını düşünmektedirler. PKK'nin tasfiye sürecini tamamlamasıyla HADEP'in daha "özerk" hareket edeceğini hesaplayarak, "AB" temelinde "neo-liberal ittifak"a katma planları yapmaktadırlar.
Ankara'daki mühendis ve mimar büroları ile "Toplu Konut Fonu"ndan "fonlanan" inşaat şirketlerinde ortaya çıkan, giderek "İstanbul yaklaşımı"yla genişleyen ve Kemal Derviş'in "yakın arkadaşları" ve "meclis muhabirleri" aracılığıyla Ankara Hilton kulislerine taşınan bu "neo-liberal ittifak", küçük-burjuva aydınlarının kaypak sınıf özellikleriyle varolmaya çalışmaktadır.
Bunların tüm ekonomi-politikası, Kemal Derviş'le birlikte arkalarında olacağını varsaydıkları IMF ile "sosyal-liberal stand-by anlaşması" yaparak ve "AB uyum yasaları" aracılığıyla "katı, hantal merkezi devleti", "yerel yönetimlere" geniş yetkiler tanıyan "adem-i merkeziyetçi" bir yapıya dönüştürerek, "yerel yönetimlere" (belediyelere) daha fazla kaynak aktarmaya dayanmaktadır. Bu yolla, hem inşaat alanında faaliyet gösteren "reel sektör"e "talep" yaratabileceklerini, hem de kendilerini, SHP döneminde olduğu gibi, "yerel yönetimler" aracılığıyla beslemeyi hesaplamaktadırlar. HADEP içinde "belediye başkanları"nın gücünü bildiklerinden, bu planlarının destekleneceği kanısındadırlar.
Bütün sorun, "kerameti kendinden menkul" sayan bu küçük-burjuva aydınları ile küçük ve orta sermaye kesimlerini bir araya getirmektir. Bunun için ise, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin "büyük patron"luğuna ihtiyaçları vardır. Bülent Eczacıbaşı'nın Kemal Derviş'le birlikte siyasete gireceği söylentileri bu "büyük patron" ihtiyacının bir yansısı durumundadır. Böylece küçük ve orta burjuvazinin "makus talihi" olan oligarşiye yedeklenmekten kurtularak, yaşamlarında ilk kez oligarşiyi yedekleyebilecekleri bir "tarihi fırsat" yakaladıklarını düşünerek gözleri kamaşmıştır, bir adım ötesini göremeyecek hale gelmişlerdir. Bu "tarihi fırsatı" kaçırmamak için, yapamayacakları ve satamayacakları hiç bir şey yoktur. Ama tek unuttukları şey, yine tarihtir. "Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak. Danton'a göre Caussidiére, Robespierre'e göre Louis Blanc, 1793-1795'in Montagne'ına göre 1848-1851'in Montagne'ı, amcasına göre yeğeni. Ve, 18 Brumaire'in ikinci baskısına eşlik eden koşullarda gene aynı karikatürü görüyoruz.
İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve, onlar kendilerini ve şeyleri, bir başka biçime dönüştürmekle, tamamıyla yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar."[5*] Ve bugün küçük-burjuva aydınlarının desteğinde Kemal Derviş, "misyonu"yla, "vizyonu"yla, söylemiyle ve yöntemiyle "ekonomiden sorumlu devlet bakanlığı"ndan başbakanlığa ve nihayet cumhurbaşkanlığına giden T. Özal kılığında ortaya çıkartılmıştır.
Kemal Derviş, "II. Özal" olarak sahneye çıkarken, I.'sinin yaptığı gibi, devlet iç borç stoğunu artırarak işe başlamıştır.
Küçük bir kıyaslama yapmak gerekirse, I. Özal döneminde (1984-1991) devlet iç borç stoğu, 3.173 milyar TL'den (12 milyar $) 97.647 milyar TL'ye (24 milyar $) çıkmıştır.
Kemal Derviş döneminde ise (2001-2002), iç borçlar, 36 katrilyon TL'den 126 katrilyon TL'ye çıkmıştır. Yani 36 milyar dolardan 93 milyar dolara çıkmıştır.[6*] İç borçların GSMH'ya oranı ise, %29'dan %90'a ulaşmıştır.
Görüldüğü gibi, "I. ve II. Özal" dönemlerinde devletin artan iç borçlanması temel bir olgudur ve bu iç borçlanmanın faizleriyle sağlanan bir değer transferi, "kâr" sözkonusudur. Ekonomik dilden ifade edersek, bütün sermaye kesimleri, her iki dönemde de, faaliyet dışı gelirlerinde (hazine bonosu faizleri) büyük artışlar sağlamışlardır. Bir diğer deyişle, para ile para kazanılmıştır.
Küçük ve orta sermaye kesimlerinin T. Özal dönemindeki "altın çağı" bu sayede yaratılmıştır. Ancak Kemal Derviş döneminde ise, artan iç borçlanmadan büyük kâr sağlayan kesimler "büyük bankalar" ve bunların sahibi tekelci burjuvazi olmuştur. İşte bu nedenden dolayı, Kemal Derviş'in üzerine giymeye çalıştığı II. Özal elbisesi, tüm söylemine karşın, eğreti durmaktadır ve küçük ve orta sermaye kesimlerinin bütünsel bir desteğini alması sözkonusu değildir.
"Genel olarak, devlet kredisinin oynaklığı, devlet sırlarını bilmek, bankacılara olduğu gibi onların meclislerdeki ve tahttaki yandaşlarına da, devlet tahvillerinin geçerli fiyatında görülmemiş ve ani dalgalanmalar yaratma olanağını veriyordu, ve dalgalanmaların değişmez, sürekli sonucu, ancak bir küçük sermayedarlar yığınının yıkımı ve büyük spekülatörlerin akıl almaz bir hızla zenginleşmesi"ni[7*] sağladığından, Kemal Derviş'e yakın duranlar, bu zenginleşme yolunun yolcularıdırlar. Sağda yer alan küçük ve orta sermaye kesimleri bu durumu yaşayarak öğrendikleri için, "sağ-liberaller" olarak bile Kemal Derviş'e destek vermek durumunda değillerdir.
İşte seçim sath-ı mailine girildiğinde "sol" görünüm altında "politika" yapan küçük ve orta burjuvazinin siyasal görünümü budur. Bu görünüm, bürolarda, otel lobilerinde yapılan planlar, gizli görüşmeler ve pazarlıklarla aday listelerinin Yüksek Seçim Kurulu'na verileceği son güne kadar devam edecektir. Herkesin bilip hiç konuşmadığı 2003 yılında yapılacak büyük dış borç ödemelerinin gereği olarak ortaya çıkacak olan yeni mülksüzleşme dalgasından kurtulma çabalarının ne kadar belirleyici olacağını ise zaman gösterecektir.
[1*] SHP: Sosyal-Demokrat Halk Partisi (Murat Karayalçın), BCP: Bağımsız Cumhuriyet Partisi (Mümtaz Soysal), CDP: Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi (Yekta Güngör Özden), SİP: Sosyalist İktidar Partisi (nam-ı diğer "TKP"), İP: İşçi Partisi, ÖDP: Özgürlük ve Dayanışma Partisi, EMEP: Emeğin Partisi, HADEP: Halkın Demokrasi Partisi, YTP: Yeni Türkiye Partisi (İsmail Cem-Hüsamettin Özkan), SODEV: Sosyal-Demokrasi Vakfı: (Ercan Karakaş), ADD: Atatürkçü Düşünce Derneği, YOH: Yeni Oluşum Hareketi (Yiğit Gülöksüz, İlhan Tekeli, Tarhan Erdem) vs. vs... [2*] Doğan Medya Grubu'nun "entelektüel" gazetesi Radikal çevresinde toplanmış olan "eski marksist", yeni "globalist" küçük-burjuva aydınları arasında ortaya atılan bu "marksist-liberaller" tanımına, kimi "eski solcu" olabilir derken, kimileri "kuru su" diyerek dalga geçmekle yetinmişlerdir. Burada "marksist-liberal" diye birşeyin olup olmaması önemli değildir. Yapılmak istenen solda kavram kargaşası yaratmaktan ibarettir. [3*] ÖD Partisi'nden ayrılanlar arasında bulunan Filiz Koçali'nin içinde yer aldığı Pazartesi kadın dergisi konusunda Evrensel gazetesinde şöyle bir haber yayınlanmıştır:
"Pazartesi projesi, 1993'te, daha sonra başka iki vakıfla birleşerek Heinrich Böll Vakfı adını alan Frauenanstiftung (FAS) adlı feminist vakfa sunulan 'proje'nin kabul edilmesi ile hayat buluyor... Nisan 1995' ten itibaren yayınını sürdüren derginin, başlangıcından itibaren hemen tüm bütçesini karşılayan Alman Heinrich Böll Vakfı'nın desteğini, cezaevlerine yönelik 'Hayata Dönüş' operasyonunda vücudu yanan kadın mahkumlardan birinin dergi kapağına taşınması üzerine kestiği belirtiliyor." (Evrensel, 26 Haziran 2002)
Evrensel bu olayı şöyle yorumluyor:
"Pazartesi'nin başına gelenler, AB'ye girişin en önemli vaatlerinden olan ifade özgürlüğünün, Avrupa'daki sınırlarını da görmek bakımından hayli önemli. E, hiçbir yardım karşılıksız olmuyor! Muhalefet iddiasındaki bir yayının düştüğü hal ise holdinglerin güvenli kanatları altında palazlanan medyamızla acı bir benzerlik sergiliyor. Çok eski bir deyimle tescillendiği gibi, parayı veren düdüğü çalıyor..." (agy) [4*] Ülkemizde ya da başka bir geri-bıraktırılmış ülkede ulusal kökene göre oluşmuş farklı oligarşiler ve oligarşik yönetimler sözkonusu değildir. Ancak Kürt hareketinin içinde egemen unsur durumunda bulunan küçük-burjuva milliyetçiliği, Türkiye'deki her şeyin önüne "Türk" ya da "Kürt" sözcüklerini eklemektedir. Bu yolla "Kürt kimliği"ni ve ulusal kökene göre ayrışmayı koruyabileceklerini sanmaktadırlar. Bugün için, bu konuda başarılı sayılsalar bile, bu "başarı" bugünün değil, geçmişin ürünüdür. [5*] Marks, Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i, Seçme Yapıtlar, Cilt: I, s. 477-478. [6*] Ortalama dolar fiyatı, 2000 için1.000.000 TL ve 2002 için 1.350.000 TL olarak alınmıştır. [7*] Marks, Fransa'da Sınıf Savaşımıları (1848-50), Seçme Yapıtlar, Cilt: I, s. 251.