Stalin'in bu sözünü bilmeyen ya da duymamış bir devrimci tasarlayabilmek olanaksızdır. Her devrimci, devrim sempatizanı, bu belirlemeyi, eyleminin temeline koymak durumundadır.
Marksizm-Leninizmde kadro sorunu, doğrudan örgütlenme sorunu olarak ortaya konulur ve proletarya partisinin örgütlenmesi olarak somutlaşır. Kadroların devrim mücadelesindeki belirleyiciliği, kaçınılmaz olarak kadroların devrim mücadelesinin gereklerine uygun bir bilince ve bunun somutluğu olarak belirli bir pratiğe sahip olmalarını gerektirir. Her devrim mücadelesinde ve proletarya partisinde, kadronun belirleyiciliği, mücadelenin gerektirdiği bilince, ustalığa ve kararlılığa sahip kadroların varlığı ile tanımlanır. Bir başka deyişle, devrimci çizginin belirlediği mücadeleyi sürdürmeye uygun kadroların oluşturulması devrimci mücadelenin olmaz-sa-olmaz koşuludur. Böylece belirli bir niteliğe sahip kadroların oluşturulması, proletarya partisinin temel bir görevi olarak belirginleşir.
Sözcüğün tam anlamıyla, devrim mücadelesinde yer alan kadroların sayısı, niceliği; bu kadroların devrim mücadelesinin gereklerine uygun olmaları, niteliği ifade eder. Bunların karşılıklı ilişkisi, devrimci görevlerin yerine getirilmesinde belirleyicidir. Örgütlenmede nicelik-nitelik ilişkisi olarak da ifade edilen bu durum, Stalin'in ifade ettiği gibi, kadroların belirleyiciliği bağlamında tüm mücadeleyi belirler. Belirlenmiş devrimci çizgiyi pratiğe uygulayacak yeterli sayıda kadroya sahip olmak nicelik düzeyini tanımlarken; bu devrimci çizginin gerektirdiği özelliklere sahip kadroların varlığı nitelik düzeyini tanımlar. Bu nedenle, hemen her durumda, devrimci çizgiyi pratiğe uygulayacak yeterde ve yeterlilikte kadroların yaratılması, devrimci örgütün birincil sorunu olmaktadır.
Buraya kadar sorun, salt örgütlenme sorunu olarak ortaya çıkar. Eğer böyle bir örgütlenme sağlanabiliyorsa, yani gerekli nitelikte ve yeterli sayıda kadro mevcut ise, mücadelenin planlandığı doğrultuda sürdürülmesi olanaklıdır. Ancak devrim mücadelesinin, karşı-devrimin zoru, şiddeti koşullarında sürdürülen bir mücadele olması, kaçınılmaz olarak, bu süreçte kadroların yitirilmesine neden olur. Böylece, yeni kadroların oluşturulması ve eski kadroların yerlerinin doldurulması gündeme gelerek, kadro sorununu sürekli kılar. Bu zorunluluk, devrimin bir Halk Savaşı ile zafere ulaşacağı bizim gibi ülkelerde çok daha büyüktür. Hele ki, Öncü Savaşının verilme zorunluluğu, kadro sorununu, eşi görülmedik düzeyde önemli hale getirir. Böyle bir savaşta, kaçınılmaz olarak kadroların üstlendikleri görevler ve yerine getirmeleri gereken fedakârlıklar öylesine yoğundur ki, kadroların niteliğinin temel belirleyiciliği en yakıcı bir biçimde ortaya çıkar. Bu, aynı zamanda, karşı-devrimin kadro pasifikasyonuna yönelik tüm girişimlerinin nedeni olmaktadır.
Buraya kadar söylediklerimiz, her devrimcinin bildiği ve bilmek zorunda olduğu gerçeklerdir. Ancak, sorun pratik olarak ele alındığında, karşılaşılan sorunların boyutları, hiç de konunun bu denli örgüt içi bir sorun olmadığını ortaya koyar. Salt emperyalizmin kadro pasifikasyonu için geliştirmiş olduğu yöntemleri ve bunların uygulanması için kullandığı araçları ele almak bile, bunun nerelere kadar uzandığını göstermeye yetecektir.
Zaman zaman yinelenen eski bir tekerleme vardır: Politika, güç demektir. İşte bu söz, bizim gibi ülkelerde kadro sorunun en yakıcı yönünü ortaya koyar.
Marksizm-Leninizmin devrim mücadelesinde belirleyici olarak kitleleri ve onların öncüsü olarak kadroları almasının, küçük-burjuva dünya görüşü ile çarpıtılmış biçimi, "politika, güç demektir" sözü ile ortaya çıkar.
Küçük-burjuvazinin devrim karşısındaki tutumu, her zaman kendi sınıfsal konumuna uygundur. Kapitalizm tarafından sürekli olarak yoksullaştırılan ve mülksüzleştirilen küçük-burjuvazi, bu yanı ile proletaryaya yaklaşırken; diğer yandan karşısına çıkacak fırsatlardan yararlanarak büyük burjuvalar arasına girmeyi umut eder. Bu sınıfsal özelliği, küçük-burjuvaziyi sürekli olarak güçler dengesini gözetmeye ve buna uygun olarak tavır belirlemeye yöneltmektedir. Bu sınıfsal konumu küçük-burjuvazinin politik tutumunu belirler. Bu politik tutum, güçler dengesi kimin lehineyse ondan yana tutum belirlemek şeklinde olup, "politika, güç demektir" sözü ile ifade edilir.
Küçük-burjuvazinin bu güç fetişizmi, aynı zamanda burjuvazinin politik faaliyetlerinin ve ideolojik saldırılarının yönünü belirlemektedir. Nüfus içinde çoğunluğu küçük-burjuvazinin oluşturduğu her ülkede, "politik güç", her zaman küçük-burjuvazinin tavrını belirlediği için, devletin zor faaliyetinin de konusunu ve hedefini belirler. Mahir Çayan yoldaşın deyişiyle, oligarşinin "göründüğü kadar güçlü olmaması"na rağmen, kendisini sürekli olarak "dev gibi güçlü" göstermeye çalışmasının arkasında bu küçük-burjuva tutum yatar. Amaç, küçük-burjuvazinin devrim mücadelesinden uzak tutulmasıdır.[1*] Küçük-burjuvazinin politik tutumunu tanımlayan "politika, güç demektir" ifadesi, doğrudan küçük-burjuvaziyi kazanmaya yönelik politikalarda kendi gerçekliğini bulur. Bunun soldaki yansısı ise, belli bir güç olmak için belirli bir niceliğe, "sayıya" sahip olmak ve bunun aracılığı ile politika yapmak şeklinde olmaktadır. Ülkemizde her hangi bir sol örgütün ya da oluşumun, her faaliyetini katılımın sayısı ile ölçmesinin gerçekliği burada yatmaktadır. Bu, diğer yandan soldaki faaliyetin yönünü de belirlemektedir. Bu yön, olabildiğince çok sayıda "insana" sahip olmaktır. Eski deyişle, "kafa sayısı", neredeyse soldaki tüm faaliyeti belirlemektedir. Böylece de, devrimci faaliyetin sürdürülmesi, "sayıya", yani niceliğe indirgenmektedir ve "güç" kavramının ölçütü burada aranmaktadır. (Hemen her sol hareketin, kendi faaliyetleri hakkındaki yayınlarına bakılacak olursa, bu nicelik ölçütünün ne denli yaygın olduğu görülecektir. Öyle ki, hemen her faaliyet, buna katılanların sayısıyla birlikte ifade edilmekte ya da asılan pankartlar metresi ile yazılmaktadır.)
Pratikte çalışan devrimci örgüt kadrolarının sürekli olarak duydukları söz, "siz kaç kişisiniz?", "nerede varsınız?" türünden olmaktadır. Devrimci mücadeleyle az çok tanışıklığı olan her kişinin, illegal bir mücadele söz konusu olduğunda, bu türden soruların sorulamayacağını bilmesine karşın, soruyor olmaları ülkemiz solunun bir olgusudur. Geçmiş dönemde, "PKK'nin şu kadar gerillası var, sizin kaç gerillanız var?" türünden sorularla desteklenen ve seçim sonralarında görüldüğü gibi, "HADEP bir milyon oy aldı, sizin kaç oyunuz var?" sözleri, hep devrim mücadelesinde niceliğin nasıl öne geçtiğinin göstergeleridir.
Güç-nicelik ilişkisi üzerine söylenebilecek çok şey vardır. Bunlara ilişkin sayısız örnekler verilebilir ve hatta tüm politika "sanatı"nın, örgütlenme amacının ve yöneticiliğin niteliğini, bu niceliği bulma sanatı olduğu bile söylenebilir. Doğal olarak, her türlü fırsattan yararlanmak, güvenilmez kişi ve gruplarla işbirliği yapmak, bu "sanatın" pratiği olarak algılanmakta ve bir "ustalık" olarak düşünülmektedir.
Elbetteki, pratik faaliyetlerde nicelik belli bir etkinlik demektir. Örneğin, bir protesto eyleminde ya da bir grevde yer alanların sayısının (sol yayınlarda görüldüğü gibi) 100 kişi olması ile binlerce kişi olmasının etkisi kıyaslanamaz ve kıyaslanamayacak kadar "elle tutulur, gözle görülür" sonuçlar ortaya çıkarır. Bunları anlamamak ya da görmezlikten gelmek elbette olanaksızdır. Zaten pratikte çalışan kadronun çok iyi bildiği gibi, her zaman "zaten kaç kişisinizki, etkiniz ne olacak" sözleri, bunun sonucu söylenmektedir. Yine aynı sözleri yineleyenlerin, "aslında doğru söylüyorsunuz, ama sayınız yetersiz, bu nedenle sizin başarılı olacağınıza inanmıyorum" diyerek, "iyiniyetli", ancak niceliği esas alan beyanlarda bulundukları sıkça görülür. Yine, bir bağış kampanyası söz konusu olduğunda, sık sık şu sözler yinelenir: "Aslında size vermek isterdim, ama fazla gücünüz yok". Bu sözlerde ifadesini bulan, her zaman "güç-nicelik" kavrayışıdır. Denilmek istenen hep aynıdır: Hele bir güç olun, o zaman biz de varız!
Şüphesiz, "güç-nicelik" kavrayışı, kendisini sol içersinde ortaya koyduğu boyutta, çok fazla önemsenmez. Çünkü, sonal olarak, bu kavrayış, sol içersinde şu ya da bu örgütlenmeyi tercih etmek şeklinde somutlaşır. Bunun tek sonucu, bu kavrayışın sürdürücüsü ve kendi faaliyetinin temeli yapan sol örgütlenmelerin kendilerini bir "güç" olarak gösterecek eylemlere girişmeleri ve bu eylemlerin yaratacağı varsayılan "fırsatlardan" yararlanmaya çalışmaları olmaktadır.
Ancak kitlelerin arasına girildiğinde, aynı kavrayışın, yani küçük-burjuvazinin güce yönelik tutumunun belirlediği kavrayış, kaçınılmaz olarak tüm pratik faaliyetin karşısına çıkacaktır. Bunu gördüklerinde de, iş işten geçmiş olmaktadır.
Gerçek gerçeklikte, güç-nicelik ilişkisi, egemen sınıfların yüzyıllardır egemenliklerini sürdürmek için kullandıkları ve her türlü propaganda aracı ile sürekli olarak işledikleri bir konudur. "Oligarşi çok güçlü, siz çok güçsüzsünüz", "devletle baş edilmez", "devletin milyonlarca silahı, milyarlarca doları var, sizin neyiniz var ki" gibi sözlerin, her zaman güç-nicelik kavrayışının üzerinde yükseldiğini herkes görebilecektir.
Güç-nicelik kavrayışı, toplumsal ilişkiler alanında öylesine geniş bir etkiye sahiptir ki, günlük yaşamda sıkça kullanılan "paran kadar konuş" türünden söz ve davranışlarda da kendisini dışa vurur.
Daha önce de belittiğimiz gibi, güç-nicelik kavrayışı, solda kendisini yeniden üreten ideolojik bir kavrayıştır. Ancak egemen sınıflar açısından bu ideolojik kavrayış, salt ideolojik araçlarla sürdürülen bir propagandanın ürünü olarak yaygınlaşmamaktadır. Bu kavrayış, bir yandan toplumda geniş bir nüfusu oluşturan küçük-burjuvazinin sınıfsal tutumu ile belirlenirken, diğer yandan günlük yaşamda (maişet derdi içinde) yeniden üretilmektedir. Doğal olarak, kendi günlük yaşamında somut olarak ortaya çıkan güç-nicelik ilişkisi, bireyler için doğal karşılanabilen ve sorgulanmayan bir kavrayış durumundadır. Bu sorgulanmama, yani kavrayışın toplumsal ilişkiler alanı içersinde sürekli yeniden üretimi ile ortaya çıkan kendiliğinden varoluyormuş duygusu, bu kavrayışı, neredeyse "sağduyu"nun bir ifadesi olarak sunmaktadır. (Hemen her düzen politikacısının "halkımızın sağduyusu"yla başlayan değerlendirmelerinin bunca yaygın oluşunun nedeni de budur.) Böylece, bilince ve bilgiye değil, sezgilere ve bireysel yaşam koşullarına dayanan ölçü, ölçüt ve kavrayışlar öne geçmektedir. Özellikle kent küçük-burjuvazisi ile köylülüğün proletarya ile olan devrimci ilişkilerinde, bu bireysel yaşam koşullarının getirdiği kavrayışlar önemli bir yer tutar. Lenin'in yazılarında bu konuya geniş yer vermesinin nedeni de budur.
Devrimcilerin, bu kavrayış karşısında ödedikleri bedel, öncelikle devrimci mücadeleye katılımda karşımıza çıkar. Genellikle devrim mücadelesini belli bir güç olana kadar olayları izleme yönündeki "pasif" kitlesel eğilim, ödenen bedelin büyüklüğünü göstermektedir. En basit bir mantık bile, bir ile birin toplanmasının iki ettiğini, bir elin tek başına bir işe yaramadığını ama iki elin "sesi" olduğunu bilir. Oysa güç-nicelik kavrayışı, birin kendi kendine ve kendi içinde iki olmasını bekler. Bu da, devrimci mücadeleden uzak durmayı getirdiği gibi, herşeyin devrimcilerin iradi müdahalesi olmaksızın gelişebileceği kavrayışına ulaşır. Bunun sonucu ise, mistisizm, pasifizm ve oblomovculuktur.
"Hele şöyle bir güç olun, o zaman biz de varız" türünden sözlerin, salt nicelik yönünden ele alındığında bile, devrimci mücadele açısından ne denli anlamsız olduğu görülecektir. Çünkü, devrimci mücadele, kitleleri bilinçlendirme ve devrimci bir güç haline getirme mücadelesidir. Eğer devrimci mücadelede yer alınacaksa, devrim mücadelesini bir "güç" haline getirmek için, oligarşiye karşı bir "alternatif" güç haline getirmek için yer alınacaktır. Yoksa böyle bir güç kendiliğinden oluşmayacaktır ve şans eseri böyle bir güç kendiliğinden oluşsa bile, o zaman, bugün devrimci mücadeleden uzak duran "bilinçli" insanları değil, bugünün bilinçsiz, ama yarının bilinçli kitlesini kapsayacağı açıktır. Şayet belirleyici olan güç-nicelik ilişkisi ise, o zaman devrimci mücadeleye her katılım, niceliği artıracaktır ve (bu ilişkinin kavrayışı çerçevesinde söylersek) her nicelik artışı, güç olunduğunu göstereceği anlamda, yeni niceliklere yol açacaktır. Bu da, bu kavrayışın kendi içersinde ne denli çelişik olduğunu gösterir.
"Güç-nicelik" kavrayışının ideolojik niteliği bu çelişkide kendini yeniden ortaya koyar. Bilindiği gibi, burjuva ideolojisi, pratiğin "haklı çıkartılması" temelinde, gerçekliğin yalanlaştırılmış ifadesi durumundadır. Bu kavrayışda da görüleceği gibi, kişi, kendi kavrayışı ile kendi gerçekliğine yabancılaşmaktadır. Sanki kendisinin (integral olarak tüm insanların) dışında bir varlık varmış gibi, bu varlığın, kendi dışında önce bir araya gelmesini ve kendilerini "güç" haline getirmesini beklemek, bu yabancılaşmanın en son sınırını oluşturur.
"Tamam, sizin söyledikleriniz çok doğru, sizinle çalışmak isterim ya da en azından sizlere yardımcı olmak isterim, ancak siz de önce birşeyler yapın" şeklinde ifade edilebilen görüşler, aynı zamanda bireyin kapitalist ilişkiler içersinde kendi emeğine yabancılaşmasının bir yansısı durumundadır. Eğer bu sözü eden kişi ya da kişilerin devrimci mücadeleye katkısı, aynı zamanda devrimci mücadelenin gelişmesi demek olmayacaksa, yani kendilerinin dışında bir gelişim ortaya çıkıyorsa, kendileri dışında "birşeyler" yapılıyorsa, kendilerine neden gereksinme duyulacağının da anlamı kalmamaktadır. Herkes bilir ki, bir kişi için geçerli olduğu ileri sürülen bir ölçüt, herkes için de geçerli olabilir. Bu durumda, devrim mücadelesini sürdüren tek kişi bile kalmayacaktır. Çünkü herkes, kendi dışında birşeyin varolmasını beklemek durumunda olacaktır. Oysa hiçbir şey yoktan var olmaz. ("İman" sahiplerine bunu bile anlatabilmek çok zordur.)
Diyebiliriz ki, "güç-nicelik" kavrayışı, sadece pratik devrimci mücadelenin engeli değil, aynı zamanda devrimci olunmasının da engeli olan bir ideolojik kavrayıştır. Küçük-burjuva dünya görüşünün ürünü olan bu kavrayış karşısında proletaryanın sınıfsal tavrı, tümüyle nesneldir, bilimseldir.
Proletarya, sınıf olarak, sadece kendisinin niceliğini değil, aynı zamanda burjuvazinin zıttı olarak bir niteliği ifade eder. Üretimdeki yeri, onu, sadece nicelik olarak değil, niceliğin belli bir nitelikle birleşmesinin ürünü olarak belirlemiştir. Tek tek işçilerin (nicelik) birleşik ve kollektif eylemi (nitelik), proletaryanın sınıf niteliğini ortaya çıkarır. Proletaryanın kendi günlük pratiği ile sürekli olarak sergilediği ve sürekli olarak yeniden ürettiği bu ilişki, birleşik ve örgütlü bir niceliğin nasıl bir güç ortaya çıkardığını gösterir. Bunun somut gerçekliğini ise, toplumsal işbölümünün en gelişkin olduğu yerde, fabrikada görmek olanaklıdır.
"Güç-nicelik" ilişkisi doğru kavranamaz ve küçük-burjuvazinin bu konudaki kavrayışı esas alınırsa, devrimci mücadelede bir dizi sapma kaçınılmaz hale gelir. Kendisini belli bir "güç" olarak göstermek isteyen ve bu yolla güçlenmeyi uman pek çok devrimci örgüt, kendi gücünü aşan ve somut-tarihsel koşullara uygun düşmeyen bir dizi eylem içersine girmişlerdir. Sonuçları ise, devrimci mücadelenin verdiği kayıplar ve yitirilen zamandır.
Tüm bu belirlemelerin ışığında, belli bir niteliği ifade eden devrimci insanı, kadroyu şu şekilde belirleyebiliriz:
Tarihin belirli bir döneminde, mevcut ekonomik, sosyal ve siyasal sistemin insanlığın ileriye doğru gelişiminin ve tarihsel ilerlemenin engeli olduğu bir dönemde, yani mevcut üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişimini engellediği ve yer yer durduğu bir tarihsel dönemde, bu koşulların bilincinde olan ve bu koşulları ortadan kaldırarak, insanlığın tarihsel gelişiminin önünü açan, bu süreci hızlandıran insanlar, o tarihsel dönemin görev ve sorumluluğu ile hareket ederek, kendilerini devrimci olarak tarih karşısına koyarlar. Bu nitelikteki bir birey, ister politik iktidarın ele geçirilmesi sürecinde olsun, ister politik iktidar ele geçirildikten sonra olsun, yaptığı her eylemi ile devrimci niteliğini yeniden üretir ve kendini aşar. Yerinde sayan, değişmeyen bir nitelik, her zaman çürümeye ve bozulmaya uğrayacaktır. Bu nedenle de, devrimci insan, kendisini sürekli olarak geliştiren, yenileyen ve devrimci mücadele sürecinin öne koyduğu görev ve sorumluluğun bilincinde ve ona göre faaliyet yürüten insandır.
Bu görev ve sorumluluk, kimi zaman, kırsal bir alanda yıllar süren sabırlı ve inatçı bir ön örgütlenme faaliyeti olarak ortaya çıkabileceği gibi, kimi zaman, bir şehir gerillasının karşılaşabileceği en zor koşullar altında savaşmak olarak somutlaşacaktır.
Gün olacak, emperyalizmin ve oligarşinin en azgın saldırıları karşısında, salt devrimci niteliğini korumak için yürütülen bir mücadele haline dönüşecektir. Gün olacak, tutsaklık koşullarında, düşmanın her türlü pasifikasyon ve baskı uygulamalarının en yoğunlaştığı bir ortamda, devrimci onuru ve kişiliği korumak için direniş olarak karşımıza çıkacaktır. Kimi dönemlerde, polis operasyonlarının en yoğun yaşandığı koşullarda, tüm yoldaşlarıyla bağları kesilmiş olarak yaşamak zorunda kalınacaktır. Kimi dönemler gelecek, salt devrimci olduğunuzu söylemenin bile bir yüreklilik, bir onur olduğu günler yaşanacaktır. Gün olacak, devrim saflarında yılgınlık, panik ortaya çıktığını, pek çok eski ve deneyimli insanların teker teker yitirildiğini, kimilerinin korku ve panik halinde devrim saflarını terk ettiklerini görülecektir. En iyi ve en cesur yoldaşların, kimi zaman belki sizin basit bir dikkatsizliğiniz ya da düşüncesizliğiniz yüzünden yitirilmesi sözkonusu olacaktır.
İşte tüm bu koşullar ve somutluk içinde, devrimci olmak ve devrimci olarak varolabilmek, devrimciliğin gerektirdiği görev ve sorumluluğu taşımak, koşullara meydan okuyarak, koşulları devrim lehine çevirmek için, bıkmadan, usanmadan mücadele etmek, devrimci niteliğin ifadeleri olacaktır. Niceliğin azlığına bakarak, uzlaşıcı olmak, politik esneklik adı altında tavizler vermek, devrim saflarından uzaklaştırılması gerekenleri uzaklaştırmaktan kaçınmak, devrim mücadelesine zarar veren unsurları görmezlikten gelmek, devrimci görevin ve sorumluluğun gerektirdiklerini yerine getirmekten kaçınmak bir devrimci için ölüm demektir. Aynı şekilde, nicelik artışı olduğu zaman, kendisini bir güç olarak tanımlayarak, her türlü devrimci ilişki ve ittifakı bir yana bırakmak, tüm ilişkilerde buyurucu olmak, devrimci niteliğin yeterince gelişmemiş olduğunu gösterecektir.
Devrimcilik, bireyin, tarih karşısında, içinde yaşadığı tarihsel koşullar karşısında, kendi bilinci ile belirlenen sorumluluk ve görev demektir. Bu sorumluluk, bireyin diğer bireylere göre belirlediği, ya da bu tarihsel koşulların sorumluluğunu taşıması gereken bireylerin tavırlarına göre şekillenen bir bireysel sorumluluk değildir. Her bireyin, kendi tarih bilinci ile belirlenen, insanlığın kurtuluşuna yönelik bir savaşın getirdiği sorumluluktur. Bu sorumluluğun gereklerinin yerine getirilmesi ve buna uygun görevleri başarmak için her türlü özverinin gösterilmesi, devrimci bir kişinin, doğal, kaçınılmaz bir niteliği olarak ortaya çıkar. Bu açıdan, düşman karşısında teslim olmamak, işkencelerde direnmek, gerektiğinde ölümü gülerek karşılamak, bir devrimcide olması gereken doğal niteliklerdir. Bu nedenle, bu niteliklerin, tek tek yüceltilmesi ya da devrimcilerin değil de, belli bireylerin niteliğiymiş gibi ortaya konulması yanıltıcı sonuçlar doğuracaktır. Her devrimciden beklenilen ve kendisinde olması gereken bu özellikler, yani devrimci olmanın ifadesi ve görünümü olan, özveri, kararlılık, sabır, işkenceye direnme ve düşmana asla teslim olmama, üstlendiği görevleri yerine getirme gibi özellikler, devrimci kişiliğin ayrılmaz ve ayrılması olanaksız özellikleridir. Bu özelliklere sahip olmak, sadece devrimci olmayı getirecektir.
Ve belki bir gün, bir kentin bir evinde oligarşinin zor güçleri tarafından kuşatılıp katledileceksiniz. Ve belki, bir buluşmada yakalanacak, günlerce süren işkencelerden geçeceksiniz. Ve belki, en kolay yerine getirilebilir bir görevi, eylemi yerine getirmekte zorlanacak ve hatta başaramayacaksınız. Ve belki, hiç beklemediğiniz anda, en güvendiğiniz yoldaşlarınızın korku ve panik içinde kaçtıklarını göreceksiniz. Ve belki, dağın başında yapayalnız, tek başınıza kalacaksınız. Üstelik tüm bunlar, sizin en iyi bildiğiniz ve her devrimcinin en iyi bilmesi gereken en basit kuralların yerine getirilmemesinden ya da dikkatsız davranılmasından, yahut küçük-burjuva alışkanlık ve zaafların ürünü olarak başınıza gelebilecektir. Hatta sizi bu duruma düşüren, sizin yerinizi deşifre eden, bir buluşmada sizin yakalanmanızı sağlayan, yoldaş dediğiniz kişi olabilecektir. İşte tüm bu koşullara rağmen, hâlâ devrimci olarak ayakta kalabiliyor, devrimci olarak tarihsel görevlerinizi yerine getirmek için mücadele ediyorsanız, devrimci bir niteliğe, kadro denilmeye layık bir niteliğe sahipsiniz demektir. Yoksa, devrimci, karşılaştığı olumsuzluklar karşısında yılgınlığa, umutsuzluğa düşen, olumsuzluklar karşısında paniğe kapılan, olumsuzlukları aşmak yerine onların kendiliğinden ortadan kalkmasını bekleyen, bu nedenle kenara çekilen kişi değildir. Devrimci kişi, kurtuluşa kadar savaşma kararlılığına sahip, her türlü olumsuz koşullara rağmen mücadele etmekten bir an bile uzak durmayan ve belki o an geldiğinde, son nefesini vermek için duraksamayan, içinde yaşadığı tarihsel dönemin en ileri, en nitelikli insanıdır. Ve tarih, onlar tarafından ve onların eylemi ile yapılır.
[1*] Burada ülkemizdeki bir yanlış anlamayı da düzeltmek gerekmektedir. Küçük-burjuvazi, sınıf olarak, küçük mülkiyeti ve küçük sermayeyi ifade eder. Ancak ülkemiz solunda genellikle küçük-burjuva sözcüğü, öğretmen, öğrenci, memur gibi toplumsal tabakaları tanımlamak için kullanılmaktadır. Bu toplumsal tabakaların sergiledikleri sınıf özellikleri, elbette ki küçük-burjuva sınıf özellikleridir. Ama bu sınıfın gerçek ifadesi değildirler. Küçük-burjuvazi, kesinkes küçük mülkiyet ve küçük sermaye ile nitelenir ve tüm sınıfsal özelliği bu küçük mülkiyeti ve sermayesi tarafından belirlenmektedir.