Türkiye'de bir şeyler oluyor.
Dünün en hızlı "globalizm" yandaşları, gönüldaşları hızla ağız değiştirmeye başladılar. Emperyalizm, kapitalizm gibi sözcüklerin hiç kullanılmadığı, kullananların dışlandığı ve aşağılandığı bir dönem sona ermiş görünüyor. Ülkenin üzerinde oynanan oyunlardan söz edenler, emperyalizmden, emperyalist sömürüden söz edenler gittikçe artıyor. Hemen herkes söze emperyalizmle başlıyor, emperyalizmle bitiriyor.
Türkiye'de bir şeyler oluyor.
Kendisini en "marjinal" konulara bağlamış sol kesimler de, her türden legalistler de "bir şeyler" olduğunu görüyor ve bir şeyler söylüyor. En "keskin" sloganlar üretiliyor, herkesten "hesap soruluyor", hatta silahlı "aktivite"ler bile işin içine giriyor.
Kendilerini ÖDP, SDP gibi yerlerde toplamış olan "liberal sol", "halkçı bütçe" sloganlarıyla "meydanlara" çıkıyor. Sol-legalistlerin her çeşidi "eylem" yapabilmek için hiç bir fırsatı kaçırmıyor. Politik olarak aktif kesimleri ve devrimci mücadeleye katılmak isteyenleri "kafakola" alabilmek için akla gelmedik yollar ve yöntemler geliştiriyorlar.
Türkiye'de bir şeyler oluyor.
Ve neler olduğuna ilişkin her türden tahlil ve yorum ortalıkta kol geziyor. "Medya"nın köşe yazarlarından legal solun tüm kalemşörlerine kadar herkes bir şeyler yazıp çiziyor. Ama bunların içinde en "derin"i ve en "keskin"i, adı "Komünist" olan bir tabloit gazetenin, adı "komünist" olan bir partinin "kıdemli teorisyeni" Metin Çulhaoğlu'nun eline su dökememiştir.
M. Çulhaoğlu, gelişen olaylarla ilgilenmemektedir, o "teorisyen" kimliği ile, gelişmelerin "kütlesel" sonuçlarıyla ilgilenmektedir. Bunun için de Marksizmi sosyoloji zannedenlerin anlayacağı bir dil kullanmaktadır: "Son dönem Türkiye toplumunun en belirgin özelliklerinden biri tempoculuktur. Türkiye halkı tempo tutmayı çok sevmekte, her vesileyle tempo tutmaktadır. Çoğu kez alkışlarla, zaman zaman da sloganlarla. Cenazeler, işçi eylemleri, futbol maçları ve elbette konserler halkımızın tempo tutma arzusunu sınırsız biçimde gerçekleştirdiği kimi etkinliklerdir."[1*] Ülkede gelişen son olayların "en belirgin özelliği"ni böyle tanımlamaktadır "komünist teorisyen". Ama burada kullandığı dilin, apolitik bir dil ve marksist terminolojiyle bir ilgisi olmadığının da bilincindedir. "Sınıflardan söz etmeden, 'toplum' gibi, 'halk' gibi genellemelere başvurmanın kimi durumlarda sakıncası olabilir. Ne var ki, tempoculuk artık sınıfları kesen bir alışkanlık haline gelmiştir. Tek bir açıklaması vardır: Halk, edilgenliğini, olup bitenlerin kendine giderek daha dışsal hale geldiğini bilmekte, ancak bunu örtbas etmeye çalışmaktadır. Tempo tutmak, edilgenliği ve dışlanmışlığı bilinç altına itecek, 'katılımı' ve 'aktivizmi' ön plana çıkaracak tek yol olarak görülmektedir."[2*] Bu apolitik, sosyolojik ve psikolojik sözlerden anlaşılan odur ki, Metin Çulhaoğlu'nun ülkede bir şeyler olduğu konusuna aklı pek yatmamaktadır. Ona göre, olan bir şey varsa, toplumun "tempo" tutmaktan başka bir şey yapmadığıdır. Bu yüzden, asıl vurguyu "tempocu toplumun" edilgenliğine (pasiflik) yapmaktadır.
Ama aynı "kıdemli teorisyen" şu saptamaya yıllar boyunca şiddetle karşı çıkmıştır: "Osmanlı feodal bünyenin ayırt edici özelliklerinden (katı merkeziyetçiliği, güçlü devlet aygıtı ve zayıf oto-dinamizmi) dolayı, Anadolu insanının kafasında devlet mefhumu karşı konulmaz, yıkılmaz bir kavram olarak yerleşmiştir. Keza ülkede 1950'ye kadar yönetimi elinde tutan küçük-burjuvazi diktatörlüğünün, geniş bürokratik mekanizması ve tek parti anlayışının küçük-burjuva yukardan aşağıya tahakkümü, devlet otoritesinin 'karşı-konulmaz, yenilmez ve yıkılmaz' bir güç olduğuna ilişkin yüzyılların yerleşmiş düşüncesini perçinlemiştir.
Ayrıca merkezi devlet otoritesinin baskısı altında ezilmiş, bunalmış Anadolu insanı, kaderci bir düşüncenin rijid kalıpları içinde, 'böyle gelmiş, böyle gider' düşüncesi ile politik pasiflik içindedir. (Emperyalizmin III. bunalım döneminde, geri-bıraktırılmış ülkelerde oligarşi ile halk kitlelerinin düzene karşı tepkileri arasında kurulmuş olan suni denge, ülkemizin tarihi, sosyal özelliklerinden dolayı, çok daha fazladır)."[3*] Ama bunun hiç önemi yoktur. O, "kıdemli teorisyen" olarak, halkın "edilgenliğini" yeni saptamıştır!
"Daha sınıfsal değinmeye başvuran" M. Çulhaoğlu, bu durumun "orta sınıflara özgü" olduğunu da keşfetmiştir: "Daha 'sınıfsal' değinmelere başvurursak, ön plana çıkacak kesim herhalde orta sınıflar olacaktır. Burada 'tempoculukla' örneklenen davranış ve tepki biçiminin daha ziyade orta sınıflara özgü olduğu düşünülebilir."[4*] Böylece meydana gelen gelişmelerin neredeyse "klasik" denilebilecek bir "orta sınıflar" davranışından başka bir şey olmadığını ortaya koyan "kıdemli teorisyen", yine de herşeyin eskisi gibi olduğu düşüncesine saplanıp, "umutsuzluğa" düşülmesini de istemez. "Ancak unutmamak gerekir: Türkiye'de orta sınıflar, başka toplumlarda olduğundan daha fazla geçirgen ve iletken özellikler taşır. Orta sınıflar, yozlaşmış kültürün veya kitle kültürünün saldırısına çok açık olduğu gibi, bu saldırının 'değerlerini' altına ve üstüne aktarma açısından da stratejik bir konumdadır. Bu, son dönemlerin bir gerçeğidir. Aynı sınıfların, bu kez emekten yana, eşitlikçi ve adaletçi değerleri toplayıp dışa yansıttığı dönemler de olabilir. Bir dönem Türkiye'de olduğu gibi."[5*] Buradan da anlıyoruz ki, "umutsuzluk" kötü bir şeydir. "Umut" vardır, yeter ki "orta sınıflar" "emekten yana, eşitlikçi ve adaletçi değerleri toplayıp dışa yansıt"sınlar! Bunun için de bir koşul getirir: "Gerekli olan, orta sınıfların sarsılması, deyim yerindeyse 'şok edilmesidir'."[6*] (abç) Herşey açıklığa kavuşmuştur: Orta sınıflar "iletken" özelliklere sahiptir, eğer onlar bir kez "emekten yana, eşitlikçi ve adaletçi değerleri toplayıp dışa yansıtır"larsa bir şeyler değişecektir ve bunun için de onların "sarsılması", "şok edilmesi" gerekmektedir!
Adında "komünist" sözcüğü yer alan tabloit bir gazetenin ve "parti"nin "kıdemli teorisyeni"nin işçi sınıfını bir tarafa bırakarak, "orta sınıflar"a böylesine önemli bir misyon biçmesinin ve bu misyonun yerine getirilmesini onların "şok edilmesi"ne bağlamasının elbette bir nedeni vardır: "... üretim süreci içindeki ayrıksı konumu bir yana, işçi sınıfı şu anda ideolojik ve kültürel açıdan büyük ölçüde orta sınıflaşmıştır."[7*] Dolayısıyla işçi sınıfından "umut" yoktur.[8*] Bütün "umut", "orta sınıflaşmış" işçilerin de içinde yer aldığı "orta sınıfları" sarsmakta, şok etmektedir.
Şimdi sorun, orta sınıfların nasıl "sarsılacağı", "şok edileceği"dir. Ama "kıdemli teorisyen" bu konuya girmek yerine, bu işi kimin yapacağını öne çıkarır: "Sarsıcı özneler kimler olabilir?
Türkiye, burjuva devrimlerini tamamlamıştır. Ne bir dönem bu devrimlerin öncülüğünü yapan seçkin bürokratların, ne de sınıfın (sermaye sınıfının) kendisinin bu sarsıcılık işlevini yerine getirecek hamlelere yönelmesi beklenemez. Kuramsal açıdan bakıldığında, orta sınıfları sarsacak tek öznenin işçi sınıfı ve onun eylemliliği olması gerekir. Ne var ki Türkiye'de işçi sınıfı 1989-91 döneminden bu yana bu anlamda sarsıcı bir eylemlilik içinde değildir. Dahası, üretim süreci içindeki ayrıksı konumu bir yana, işçi sınıfı şu anda ideolojik ve kültürel açıdan büyük ölçüde orta sınıflaşmıştır."[9*] "O halde sarsıntı nasıl gerçekleşecek?" diye sorar "kıdemli teorisyen".
Bunun yanıtını Lenin "devrimci durum"a ilişkin değerlendirmesinde ortaya koymuştur. "Devrimin temel yasası, bütün devrimler tarafından ve özellikle 20. yüzyıldaki üç Rus devrimi tarafından doğrulanan devrimin temel yasası şudur: devrim olabilmesi için sömürülen ve ezilen yığınların, eskiden olduğu gibi yaşamanın olanaksız olduğu bilincine varmaları ve değişiklik istemeleri yetmez. Devrimin olması için, sömürücülerin eskiden olduğu gibi yaşayamaz ve hükümeti yürütemez duruma düşmeleri gerekir. Ancak aşağıdakilerin, eskitarzdayaşamakistemedikleri ve yukarıdakilerinde eski tarzda yaşayamadıkları durumdadır ki, ancak bu durumdadır ki, devrim başarıya ulaşabilir. Bu gerçeği başka şekilde şöyle ifade edebiliriz: (sömürüleni de sömüreni de etkileyen) bir ulusal bunalım olmadan devrim olanaksızdır. Böylece bir devrimin olabilmesi için; ilkönce, işçilerin çoğunluğunun (hiç değilse, bilinçlenmiş olan ve aklı eren, siyasi bakımdan etkin işçilerin çoğunluğunun) devrimin gereğini tam olarak anlamış olmaları ve devrim uğruna hayatlarını feda etmeye hazır olmaları gerekir; bundan başka, yönetici sınıfların, en geri yığınları bile siyasi hayata sürükleyen, hükümeti zayıf düşüren ve devrimcilerin onu devirmesini mümkün kılan bir hükümet bunalımından geçmekte olması gerekir (her gerçek devrimi belirleyen şey, o zamana kadar bilinçsiz olan, ezilen emekçi yığınlar arasında siyasi mücadeleye atılmaya hazır insan sayısının hızla on misline ve belki de yüz misline yükselmesidir)."[10*] Görüldüğü gibi Lenin, ilkönce işçi sınıfının bilinçli ve örgütlü olması gerektiğinden ve bunun yanında "yönetici sınıfların, en geri yığınları bile siyasi hayata sürükleyen, hükümeti zayıf düşüren ve devrimcilerin onu devirmesini mümkün kılan bir hükümet bunalımından geçmekte olması"ndan söz eder. Bir başka ifadeyle, "barışta soyulmalarına hiç seslerini çıkartmadan katlanan ama, ortalığın karıştığı zamanlarda hem buhranın yarattığı şartlarla ve hem de bizzat 'üstteki sınıfların' bağımsız tarihi bir eyleme sürüklemeleriyle kitlelerin faaliyetinde oldukça büyük artış olduğu zaman"[11*] söz konusudur.
Metin Çulhaoğlu gibi "kıdemli teorisyen"in bunları bilmemesi elbette düşünülemez. Ama "devir", başka devirdir.
Her ne kadar Lenin, "alttakiler"in "üstteki sınıflar" tarafından "bağımsız tarihi bir eyleme sürüklenmelerinden" söz ediyorsa da, bizim yerli teorisyenimizi fazlaca ikna edememiş görünmektedir. Onun istediği "orta sınıflar"ın "sarsılması", "şok edilmesi"dir. "Alttakiler"i eyleme sürükleyecek olan "üsttekiler" değil, "ortadakiler"dir! "O halde sarsıntı nasıl gerçekleşecek?
Önce 'nesnel' koşullara bakalım. Türkiye şu anda örtük de olsa, alttan alta da gelişse bir toplumsal ve kültürel kriz yaşamaktadır. Ekonomik krizler döneminin artık geride bırakıldığı söylenmektedir; ama yeni bir ekonomik kriz hiç de uzak bir olasılık değildir. Siyasal kriz ise ondan da yakın görünmektedir. Bu krizlerin birbirini besleyen bir sarmalla toplumu sarsabileceğinden, geniş kesimleri tempo tutma dışında yeni aranışlara yöneltebileceğinden söz edebilir miyiz?
Salt kendi başlarına değil. Bu tür krizlerin, mutlaka ve mutlaka öne çıkan siyasal özneler ve somut hedeflerle eşleşmesi gerekiyor. Üstelik, bu öznelliğin ve hedeflerin çok ama çok büyük bir kitleselliğe ulaşması da gerekmiyor. 'Kritik kütle' kavramı ve bunun karşılığı, düne göre bugünün toplumlarında ve siyasetinde daha büyük önem kazanmıştır. O halde çözüm, kriz ortamlarına müdahale etmek üzere 'kritik kütleye' ulaşan bir siyasal öznenin etkinliğindedir."[12*] (abç) Görüldüğü gibi, "kıdemli teorisyen" açısından nesnel koşullar, yani ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel krizler "salt kendi başlarına" "iletken" orta sınıfları "şok edecek" bir sonuç yaratmamaktadır. Bunun yanında, "mutlaka ve mutlaka" "siyasal özneler ve somut hedefler"le nesnel koşulların "eşleşmesi" gerekmektedir. Üstelik bu "öznelliğin ve hedeflerin" "çok büyük bir kitleselliğe ulaşması da gerekmemektedir"! "Kritik kütle"nin hareketi yeterli olacaktır!
Artık "kriz ortamları"nda yapılacak tek şey, "kritik kütleye" ulaşan siyasal öznenin etkinliğidir. Bu "siyasal özne" ise, "kimsenin kulu olmayan özneler"den ibarettir.[13*]
Tüm bu boş ve apolitik sözleri bir yana bırakır, "kıdemli teorisyen"in "kıdem"ini dikkate alarak Marksist-Leninist dilden "devrim" durumunu ifade edersek:
Bir marksist için, devrimci bir durum olmadıkça devrimin olanaksız olduğu kuşkusuzdur, ama her devrimci durum da devrime yol açmaz. Nesnel değişikliklerin yanında öznel değişikliklerin de olması şarttır. Yani devrim, nesnel değişikliğe, "devrimci sınıfa ilişkin olarak, hatta bunalımlar çağında bile, eğer 'düşürülmez'se, hiçbir zaman 'düşmeyecek' olan eski hükümeti tamamen (ya da kısmen) yıkacak denli güçlü yığınsal devrimci eylemler yürütme yeteneğinin de gelip eklendiği durumdan doğar."[14*]
Ama "kıdemli teorisyen" kafayı "orta sınıflar"a takmıştır. Onun düşüncesine göre, eğer "orta sınıflar", "emekten yana, eşitlikçi ve adaletçi değerleri toplayıp dışa yansıttığı" bir sarsıntı geçirirlerse, şok edilirlerse "sorun" (devrim) halledilmiş olacaktır. Ne de olsa şok olan "orta sınıflar", şokun etkisiyle harekete geçecekler, yığınsal eylemlere girişeceklerdir. Bu sonucu doğurabilmek için ise, "kritik kütle"ye yönelik "kimsenin kulu olmayan" "siyasal öznelerin etkinliği" yeterli olacaktır. Bu "kimsenin kulu olmayan siyasal özne"nin görevi, "orta sınıflar"ı sarsmak, şok etmektir ve bu amaçla "kritik kütle"ye ulaşmaktır..
Burada yeni bir "kavram"la karşılaşıyoruz "kritik kütle"!
"Kıdemli teorisyen"e göre, işin "özü" bu kavramda yatmaktadır. "Siyasal özne"nin (ki bunun ne olduğuna ilişkin tek söylediği "kimsenin kulu olmayan özneler"dir), çok ama çok büyük bir kitleselliğe ulaşması da gerekmemektedir, "kritik kütleye" ulaşması yeterlidir. Bir kez "kritik kütle"ye ulaşıldı mı, "orta sınıfları sarsmak, şok etmek" işten bile değildir. Çünkü bu işi "siyasal özne"nin ulaştığı "kritik kütle" yapacaktır.
O halde "kritik kütle" nedir?
"Kritik kütle", fizikten burjuva iktisadına, özel olarak pazarlamacılığa ve şirket yönetimine devşirilmiş bir kavramdır.
En basit tanımıyla, bir patlamaya yol açmak için gerekli füzyonu yapabilen malzeme miktarına "kritik kütle" denir. Fizikteki diğer karşılığı ise "tetikleme miktarı"dır.
Nükleer fizikte bu durum şöyle açıklanmaktadır:
Uranyumdan (ya da plutonyum) oluşan kritik kütleden küçük bir parça (kurşun olarak adlandırılır) ayrılır ve bu küçük parça konvansiyonel bir patlayıcı ile büyük kütleye doğru ateşlenir. İki kütle bir araya geldiğinde kritik kütle oluşmuş olur.
1. TNT vb. konvansiyonel patlayıcı ateşlenerek bir şok dalgası yaratılır,
2. Şok dalgası içteki malzemeleri sıkıştırmasıyla kritik kütle bir araya gelir
3. Füzyon reaksiyonu başlar ve nükleer patlama gerçekleşir.
Pazarlamacıların ve şirket yöneticilerinin çok sevdikleri "kritik kütle", küçük parça ile büyük kütle arasındaki ara halkadır ve büyük kütlenin patlamasına yol açar.
Şimdi bu nükleer fizik dersinin bilgilerini "kıdemli teorisyen"in belirlemeleriyle birleştirelim.
"Siyasal özne", yani "küçük parça" ya da "kurşun", "büyük kütle", yani "orta sınıflar"ı sarsmak, şok etmek için harekete geçtiğinde hedef, "kritik kütle"dir. Eğer "kurşun" "kritik kütleyi" harekete geçirebilirse (füzyon) "büyük kütle" patlar, "orta sınıflar" sarsılır, şok olur.
Şok olan orta sınıflar, "emekten yana, eşitlikçi ve adaletçi değerleri toplar", "dışa yansıtır", "orta sınıflaşmış işçi sınıfı"nı etkiler ve "devrim" olur!
Biraz dünya devrimci mücadelelerinin tarihini bilen, biraz devrim stratejileri hakkında bilgisi olan her kişi, bu sözleri bir yerlerden anımsadığını düşünecektir.
Evet, bir yerlerde buna benzer tanımlama vardır. "Kıdemli teorisyen"in ve temsil ettiği çizginin yıllar boyunca tahrif ederek "goşizm" olarak suçladıkları bir tanımlamadır bu. "Bizlere düşen iş, silahı ateşlemek değildir. Onu ateşleyecek olan sizlersiniz. Bizim payımıza düşen daha az. Biz fünye görevini bile yüklenemeyiz. Fünye sizsiniz. Biz bu fünyenin içinde bulunan ve ateşlemeyi hızlandıran civa fülminat tabakasını teşkil edebiliriz ancak."[15*] Che'nin bu sözlerini fokoculuğun teorisyeni R. Debray şöyle açıklar: "Patlamayı 'başlatıcı' patlayıcı maddeler kategorisinden olan ve bakırdan imal edilmiş kapsüllerin içindeki civa fülminat, 'esas' patlayıcı madde olan tetril ya da heksojen'in dış yüzünü kaplar. Civa fülminat, onu doğrudan tahrik etmez, bizzat kapsülün patlamasını garantiler, sadece; o da sırası gelince, içine yerleştirilmiş bulunduğu patlayıcı madde yükünün patlamasını sağlar. Böylece, zincirleme bir reaksiyon meydana gelir."[16*] Görüldüğü gibi, M. Çulhaoğlu'nun "siyasal özne"si fünyenin içindeki civa fülminat tabakasıdır. "Kritik kütle" ise, fünyenin içindeki patlayıcı kütledir.
Ama bunlar "küçük-burjuva maceracısı" Che Guevara ile fokoculuğun teorisyeni R. Debray'a ait düşünce ve yorumlardır. Hiçbir zaman Che'nin düşünceleri ile Debray'ın fokocu yorumlarını birbirinden ayırt etmeye bile çalışmamış revizyonist "komünist" partilerin şiddetle karşı çıktıkları, "goşizm" diyerek suçladıkları düşünceler ve yorumlardır. "Kıdemli teorisyen" M. Çulhaoğlu'nun, bunca kıdeminden sonra birden bire "goşizm"in, özel olarak da fokoculuğun tanımlarını kullanıyor olması ise, hiç hayra alamet görünmemektedir.[17*]
Evet, Türkiye'de bir şeyler oluyor.
Yılların revizyonisti, legalizmin en sadık izleyicisi ve teorisyeni bile, fokocu bir teorinin dilini kullanmaya başlamıştır. Bu bile, Türkiye'de bir şeylerin olduğunu, olanların herşeyi ve herkesi değiştirmeye başladığını göstermeye yeterlidir.
M. Çulhaoğlu gibi, Yalçın Küçük'ün yanında tedrisat yapmış, "gelenek"çi, SİP teorisyeni, ÖDP müdavimi ve nihayetinde yeniden SİP'ten türetilme T"K"P'nin "şef" teorisyeninin fokocu söylemi ve "siyaset" yapmaya[18*] soyunması bile bir gelişme sayılır.
"Kıdemli teorisyen" "siyaset" yapmaktadır. Orta sınıfların "kritik kütle"si içinde çalışan "siyasal özne" üzerinden siyaset yapmaktadır. Tek eksiği, orta sınıfların "şok" olmasıdır. Bir kez orta sınıflar "şok" edildikten sonra, "kritik kütle" içinde çalışan "siyasal özne", şu "kimsenin kulu olmayan siyasal özne", devrim bile yapabilecektir. Ama tek sorun, orta sınıfların nasıl "şok" edileceğidir.
Ama "kıdemli teorisyen" için bu özel bir sorun değildir. O, yılların revizyonist ve oportünisti olarak, fırsatlardan yararlanma konusunda uzmanlaşmıştır. Nasıl olsa birileri orta sınıfları "şok" edecektir. Bundan hiç şüphesi yoktur, dolayısıyla bunu kimin yapacağıyla ilgilenmeye gerek duymamaktadır. "Bir dönem Türkiye'de olduğu gibi" birileri birşeyler yapacaktır ve "kıdemli teorisyen" için yeni fırsatlar ortaya çıkacaktır.
Bunun Türkçe'si, silahlı devrimci mücadelenin geliştiği koşullarda orta sınıfların karşı-devrimin terörü ile nasıl olsa "şok" olacakları ve "kritik kütle" içinde çalışan "siyasal özne"ye gün doğacağıdır. Tek yapmaları gereken, karşı-devrimci terörün sorumluluğunu silahlı devrimci mücadeleye yüklemekten ibarettir. "Eğer devrimciler silaha sarılmasalardı karşı-devrimci terör ortaya çıkmazdı" mantığıyla orta sınıflar "siyasal özne"nin saflarına çekilecektir! "Özne, verili formasyonun yansımalarını seçer, seçtiklerini kendince yeniden üretip başkalaştırarak geldikleri yere geri yansıtır, karmaşık yapının özelliklerini, kendi siyasal kurgusunda farklı bağlamlara yerleştirir".
Orta sınıflar bir kez "emekten yana, eşitlikçi ve adaletçi değerler"den yana geçti miydi, orta sınıflaşmış işçi sınıfı da "safa" gelecek ve devrim kapıyı çalacaktır!
Küçük-burjuvalara "küçük-burjuva" demekten korkan, onları "orta sınıflar" diye "onore" eden, bu sayede kendi saflarına katılmalarını sağlayacağını hesaplayan ve nihayetinde "terörün sağı solu olmaz" diyerek kendilerini "kurtarıcı" (mesih) olarak sunma hesapları yapan müzmin revizyonist kafa yapısı için her yol mübahtır. Yeter ki şu "goşistler" ortalığa çıksınlar, "sol terör" yapsınlar, orta sınıfların "şok" olması için koşulları oluştursunlar. Gerisi "kıdemli teorisyen"in siyaset yapma ustalığına kalmış olacaktır!
Yine de bu aşamaya gelene kadar boş durmamalıdırlar. Her bulunan fırsatta ortalığa çıkıp bir şeyler yapıyormuş gibi de görünmeleri gerekir. Burada "savaşıyormuş" gibi görünmenin özel bir önemi vardır. Galatasaray'dan Beyoğlu'na "eylem" yaparak boy göstermek yeterli olmazsa, Kadıköy belediyesinin tahsis ettiği "mekan"larda miting düzenlemek de gerekecektir. Ara sıra ucuz kabadayılık yapılması gerekirse bunu da yapacaklardır. Tek hedefleri vardır, orta sınıflar "şok" olduğunda sığınacakları "güvenli liman" olarak görünmek.
Ah! Bir de şu "goşistler" ülke çapında silahlı eylemlere bir başlasalar. İşler ne kadar da kolay olacak!
[1*] M. Çulhaoğlu, "Tempocu Toplum", "Komünist" (!), 6 Ocak 2006. [2*] M. Çulhaoğlu, "Tempocu Toplum", "Komünist" (!), 6 Ocak 2006. [3*] Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III.
Mahir Çayan yoldaş, halkın "politik pasiflik" içinde oluşunun ortadan kaldırılmasına ilişkin olarak da şöyle yazar: "Silahlı propaganda, herşeyden önce, günlük maişet derdi, vs. içinde kaybolan, emperyalist yayınla şartlanmış, düzenin şu veya bu partisine 'umudunu' bağlamış kitlelerin dikkatini devrim hareketine çeker, uyuşturulmuş, pasifize edilmiş kitlelerde kıpırdanma yaratır." [4*] M. Çulhaoğlu, agy. [5*] M. Çulhaoğlu, agy. [6*] M. Çulhaoğlu, agy. [7*] M. Çulhaoğlu, agy. [8*] Benzer bir değerlendirme Atılım çevresi tarafından da yapılmıştır: "Türk burjuvazisinin, Türk işçi ve emekçilerini 'bölücü terör' demagojisiyle zehirleyip kendine yedeklediğinden kimsenin kuşkusu yoktur." (Atılım, "An'ı yakalamak", Sayı: 70, 2 Eylül 2005.) [9*] M. Çulhaoğlu, agy.
Burada Çulhaoğlu, tamamlandığını iddia ettiği burjuva devrim"ler"inin kaç tane ve neler olduğunu belirtmemiştir. Umarız birgün bunları da yazacak zaman bulur. [10*] Lenin, "Sol" Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı, s. 91.
Lenin'in en çok bilinen devrimci durum saptaması II. Enternasyonalizmin İflası yazısında yer almaktadır. Ancak "Sol Komünizm", T"K"P'li ya da T"K"P geleneğinden olduklarını kabul edenlerin baş ucu kitabı durumundadır. Legalizmlerini ve oportünistliklerini gizlemek için her zaman Lenin'in bu kitabını kullanmışlardır. Bu nedenle Lenin'in "milli kriz" ve "devrimci durum"a ilişkin belirlemesini de bu kitaptan aktarmayı gerekli gördük. [11*] Lenin, II. Enternasyonalin İflası. [12*] M. Çulhaoğlu, agy. [13*] M. Çulhaoğlu, agy. [14*] Lenin, II. Enternasyonalin İflası. [15*] Akt. R. Debray, Che'nin Gerillası, s. 26. [16*] R. Debray, Che'nin Gerillası, s. 26. [17*] M. Çulhaoğlu'nun R. Debray'ın fokocu dilini kullanması ilk değildir. Evrensel Kültür'de yayınlanmış olan "Büyük Kentler ve Sınıf" başlıklı yazısında R. Debray'ın ünlü "kent burjuvalaştırır" sözlerine özel bir önem atfetmiştir. Bu yazısında işçi sınıfının "orta sınıflaşması"nı da Debray'ın bu değerlendirmesine dayandırmaktadır. (Bkz. Evrensel Kültür, Sayı: 129, Eylül 2003.) [18*] M. Çulhaoğlu "siyaset yapmak"ı şöyle tanımlamaktadır: "Özne, verili formasyonun yansımalarını seçer, seçtiklerini kendince yeniden üretip başkalaştırarak geldikleri yere geri yansıtır; karmaşık yapının özelliklerini, kendi siyasal kurgusunda farklı bağlamlara yerleştirir; varlık nedenini oluşturan ilkeleri ve doğruları somut durum ışığında zenginleştirerek ve ağırlık kaydırmalarıyla vurgular; özetle, kendini bu anlamda verili toplumsal formasyonun içine yerleştirir." ("Eşitsiz gelişme: Bir tartışma çerçevesi", Gelenek, Sayı: 84, Mayıs 2005.)