Fırsatlar Ülkesi
Türkiye
[Feodal-Tacirler Türkiye’yi Nasıl Pazarlıyor?]
Tayyip Erdoğan'ın "Türkiye'yi pazarlıyorum" sözünün üzerinden çok geçmeden YASED (Yabancı Sermaye Derneği) tarafından düzenlenen "Yabancı Yatırımcıların Yeni Gözdesi: Fırsatlar Ülkesi Türkiye" toplantısı 8-9 Kasım tarihlerinde İstanbul Ceylan İnterContinental otelinde yapıldı. 9 Kasım günü yapılan son oturum ise, AKP hükümetiyle birlikte palazlanan ve güçlenen "yeni gözdeler" ile "eski"lerin buluşması halini aldı.
TEB/BNP Paribas'ın yönetim kurulu başkanı, eski Merkez Bankası başkanı Yavuz Canevi'nin yönetiminde yapılan son toplantıda, "baş konuşmacı" olarak Tayyip Erdoğan "sahne" alırken, yeni ve eski "gözdeler"in en üst düzey yöneticileri podyumda yerlerini aldılar.
Jon Fredrik Baksaas (Telenor CEO'su),
John Fleming (Ford Avrupa Başkanı),
Mikhail Fridman (Alfa Group),
Mohammed Hariri (Saudi Oger),
Alfonso Di Ianni (Oracle),
Anders Igel (Telia Sonera),
Bram Klaeijsen (Cargill),
Mehmet Kutman (Global Yatırım),
Eyal Ofer (Carlyle MG Ltd.),
Bülent Özaydın (Koç Holding),
Stefano Pessina (Alliance UniChem),
Michael Philipp (CSFB),
Güler Sabancı (Sabancı Holding),
Ferit Şahenk (Doğuş Holding),
Jacques Vincent (Groupe Danone)
Böylesine "üst düzey" katılımın amacı, "Türkiye'yi pazarlama"yı bir marifet bellemiş feodal-tacir Tayyip Erdoğan ve mehteran takımının gönlünü hoş etmekten başka bir şey değildi. "Pazarlama dehası" olduğunu düşünen Tayyip Erdoğan ve mehteran takımını "mutlu" ettikçe kendilerine "yeni fırsatlar" çıkacağından emin oldukları için, sahnede figüran rolü oynamakta hiç sakınca görmemişlerdir.
Mevcut düzen sınırları içinde yabancı sermayenin Türkiye'ye pahalıya mal olduğunu söyleyenleri "sermaye ırkçılığı yapıyorsunuz" diye suçlayan Tayyip Erdoğan, "Türkiye'yi pazarlıyorum" sözlerine açıklık getirmiştir:
"Dünyada nasıl ekonomideki metanın pazarlaması gerekirse, siyasi, sosyal olayların pazarlaması vardır. Bunların böyle bilinmesi bilimsel bir gerçektir."
Böylece feodal-tacir zihniyetinin "tüccar"lığının nerelere kadar uzanabileceği daha anlaşılır olmuştur. Artık "islamcı sermaye"nin sözcüsü olarak, sadece metaları satmakla kalmadıklarını, siyasal ve sosyal olayları, bir bütün olarak ülkeyi satışa sunduklarını alenen söyleyebilecek "cesareti" göstermektedirler.
Tayyip Erdoğan'ın "yabancı sermaye" karşısında gösterdiği büyük "sevgi", özellikle yahudi işdünyası ile yakın ilişki kurmaya özen gösterişi, tümüyle "islami" feodal-tacirlik zihniyetiyle belirlenmiştir. Hz. Muhammed nasıl ki yahudi tüccarlarla ticaret yapmıştır, onlar da yapmalıdırlar. Hem peygamberin yaptığını yapmak "sünnet"tir. Böylece bir yandan para kazanırlarken, diğer yandan da bolca sevap işlemiş oluyorlardır. Hem dünyevi yaşamı garantiye almaktadırlar, hem ahireti!
Siyasi ve sosyal olayların pazarlamasının "bilimsel gerçek" olduğuna inanmış bir feodal-tacir için yapılamayacak hiçbir şey yoktur. Bir yerde bir siyasal ya da sosyal sorun olduğunda hemen ortaya çıkılır, tacir kafa yapısıyla insanlara bir şeyler söylenir ve sonra bunlar "pazarlanır". Yapılanın adı siyasal ve sosyal olayların üzerine gitmektir. Ama ticaret dünyasında bunun adı sadece "show"dur, siyaset dünyasında bunun adı ise propagandadır.
"Gücü" ellerine geçirdiklerine inandıklarından gittikçe pervasızlaşmışlardır. "Siyasette bir marketing var" diye konuşan Tayyip Erdoğan, Kürt sorununu "pazarlamak" için gittiği Diyarbakır'da ancak 600 kişilik dinleyici kitlesi bulabilmiştir. Şemdinli olayları sonrasındaki "marketing turu" ise, tam "Kasımpaşalıya yakışır" biçimde "çelik yeleksiz cesaret" pazarlaması olmuştur.
Türkiye şimdi "islamcı sermaye" için fırsatlar ülkesi olmuştur. Herşeyi pazarlamakta sakınca görmeyen "ılımlı islamcı" feodal-tacirler işbaşındayken, Türkiye'nin yağmalanmasından pay almak için tüm "islam alemi" kapıyı çalmaya başlamıştır.
Ne yazık ki, kapıdan girebilenler, Abdullah Gül'ün yıllarca birlikte çalıştığı Dubai prensi, Lübnanlı Hariri (Saudi Oger) olarak kalırken, arkadan Ülker'in "mısır şekeri" ortağı Amerikan Cargill, Milli Görüş ağalarının AB şirketleri gelmiştir.
Türkiye'yi pazarlamakla, siyasal ve sosyal olayları pazarlamakla övünen Tayyip Erdoğan, Kasımpaşa'da futbol oynamaktan, belediye başkanlığında komisyon toplamaktan ve sırt sıvazlanmasıyla "yağı" erimekten başka bir özelliği olmayan zeka özürlü, kendisini uyanık zanneden kasaba politikacısından başka bir şey değildir. İşin arkasında Abdullah Gül, Unakıtan gibi "uzmanlar", kendisi "bebek yüzlü gangster" rolüne soyunmuş, karısı "türban mankeni" rolünü üstlenmiş Ali Babacan gibi "teknisyenler" ve tercümanlık işinden ekonomistlere cevap yetiştirmeye kadar "her işi yaparım"cı danışmanlar vardır. Bunların en arkasında ise, tarikatlar içinde örgütlenmiş gerçek feodal-tacirler yer alır.
Bu feodal tacirler için, paranın dini ve imanı yoktur. Para, paradır ve Unakıtan'ın sözüyle paranın kokusu bile yoktur.
Onlar, Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa'nın kapitalist ülkelerinin yarı-sömürgesi haline dönüşme sürecinde, Avrupa sermayesi ile işbirliği yapan Batı ve Orta Anadolu çarşı esnafının günümüzdeki temsilcileridirler. Onlar için, bir malın nerede ve kim tarafından üretildiği, bu maldan kimin ne kadar kâr ettiği hiç önemli olmamıştır. Onlar, sadece kendilerinden mal alacak olanların "müslüman" olmasıyla ve bu "müslüman ahali"den elde ettikleri kâra bakmışlardır. Günümüzdeki temsilcileri de sadece bununla ilgilidirler.
1980 öncesinin "Akıncı"sı Tayyip Erdoğan ve mehteran takımı için "millet" değil, "ümmet" vardır. Bu nedenle "milli sınırlar" değil, "cemaat"ın yerleştiği yerler önemlidir. "Cemaat", "müslüman" olduktan sonra, nasıl olsa "gavura", "müslüman mahallesinde salyangoz sattırmayacaklarına" inanmışlardır. Bu nedenle "yabancı sermaye" karşısında hiçbir kaygı duymazlar.
Tayyip Erdoğan ve mehteran takımının siyasal ve sosyal olaylar karşısındaki tutumları da bir ve aynıdır.
Onları, "alt-kimlik/üst-kimlik" gibi "akademik" sözler fazlaca ilgilendirmez. Bunlar kendi "ümmet" ve "cemaat" düşüncelerine hizmet ettiği sürece vardırlar. Ulusal kimlikleri, tıpkı "ataları" Osmanlılar gibi "müslüman üst kimlik"te buluşturduklarında kolayca çözeceklerine inanırlar. Onların bildiği tek üst-kimlik "elhamdülillah müslümanız"dan ibarettir. Alt-kimlik ister Türk, ister Kürt olmuş onları ilgilendirmez.
Bu nedenle Tayyip Erdoğan "alt-kimlik/üst-kimlik"i "marketing" yapmaktadır. Bu pazarlamada ne denli başarılı olurlarsa, ulus yerine "ümmet"i kolayca geçirebileceklerini düşünmektedirler. Ondan sonra tüm islam dünyası ayaklarının altına İran halısı gibi seriliverecektir. Bu nedenle Amerikan emperyalizminin "Büyük Ortadoğu Projesi"nin üstüne atlamışlar, ancak "tabandan" gelen tepkiler üzerine hevesleri kursaklarında kalmıştır.
Şüphesiz birileri bir şeyleri "uygun fiyatlarla" pazarlayınca, bir başkaları da "uygun fiyat" verildiğini gördüklerinde satın almakta tereddüt etmeyeceklerdir. Feodal-tacirler karşısında uluslararası sermaye de bu fırsatı kaçırmaya pek niyetli değildir.
Ancak bu sermaye, "islami sermaye" kadar iştahlı da değildir. Çekinceleri vardır, satın aldıklarını hükümet değişikliğiyle kaybetmek istememektedirler. Tayyip Erdoğan ne kadar siyasi ve sosyal olayları pazarlamaya çalışırsa çalışsın, oyunun kurallarını koyan kendileri olduklarından bu türden "marketing" numaralarına inanacak kadar da "imanlı" değillerdir.
YASED'in düzenlediği toplantı bu açıdan ilgi görmüştür. Ancak YASED, yani Yabancı Sermaye Derneği'nin sorunu vardır: Yabancı sermaye karşıtlığı. Bu nedenle toplantı, "islami ve yahudi sermayesi"yle kapalı kapılar ardında pazarlık yapan yerli "islami sermaye"nin "medya" önüne çıkmasından başka bir işe yaramamıştır.
Uluslararası sermaye çekingendir. Gelişen siyasal ve sosyal olaylar onları "ürkütmektedir". Özellikle AKP dışındaki düzenin tüm partilerinin yabancı sermaye karşıtı tutum sergilemeleri, halkın yabancı düşmanlığının giderek yeniden yükselişe geçmesi başlı başına "yatırım sorunu" haline gelmiştir. Bu nedenle YASED yeni bir söylem geliştirmek ve bu söylemle yabancı sermayeyi "pazarlamak" istemektedir.
YASED başkanı Erdikler uluslararası sermayenin sorununu şöyle dile getirir:
"'Yabancı' kelimesi Türkiye'de olumsuz algılamaya yol açıyor. Sermayeyi 'yabancı' diye tanımlayınca, hemen bir başka 'sınıf'a itmiş gibi oluyoruz. Artık Türkiye çok değişti. Bizim de kendimize bu değişime uyacak yeni bir isim bulmamız gerekecek."
"Yabancı sermaye" yerine düşünülen isimler ise "Uluslararası Yatırımcılar", "Global Yatırımcılar" gibi isimler olmaktadır.
1980'den itibaren her türlü ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel sözcüklerin ve kavramların içeriklerinin boşaltılması ve yerlerine boş, anlamsız, isteyenin istediği gibi kullanabileceği sözcük ve kavramların geçirilmesi gibi, şimdi "yabancı sermaye" kavramının da içeriği boşaltılmaya çalışılmaktadır. Tıpkı "tekeller" ya da "emperyalist şirketler"in yerine "çokuluslu şirketler"in geçirilmesiyle ve ardından "çokuluslu şirketler"in yeni-sömürgecilikle özdeşleşmesiyle anti-emperyalist mücadelenin sloganı haline gelmesi karşısında "uluslarüstü şirketler" tanımına geçilmesi gibi.
Herkes fırsatların peşinde koşmaktadır, her fırsattan yararlanarak kısa vadeli çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Şeriatçılar da, uluslararası tekelci sermaye de, uluslararası para sermaye de aynı fırsatların peşinde koşarken ortaklık içindedirler.
"İslami sermaye", fırsatlardan yararlanarak yerli işbirlikçi tekelci burjuvazinin yanına yükselmeye çalışmaktadır. 12 Mart ve 12 Eylül holdingleri gibi, AB desteğinde oligarşinin içinde yer almanın fırsatını yakaladıklarını düşünmektedirler.
Şeriatçılar, buldukları fırsatlardan yararlanarak laikliğin içini boşaltmaya, değersizleştirmeye çalışmaktadırlar.
Tayyip Erdoğan ve mehteran takımı şeriatçıların ve "islami sermaye"nin hizmetkarları olarak oylarını korumanın peşine düşmüşlerdir. Buldukları her fırsatı değerlendirmeye çabalamaktadırlar. Türban konusundaki tutumları da bunun en açık örneğidir.
Bir taraftan AİHM'yi kullanarak türban yasağını kaldırtmaya çalışırken, diğer yandan ("konjonktürel" nedenlerle) AİHM'den istediklerini elde edemeyince "ulemaya sormak gerekir" diye "islama" dönüş yapmaktadırlar. Onlar için "türban" önemsiz bir olaydır. "Türban", "amaca varmak için kullanılan bir araç"tır. Amaç, oy toplamak, hükümet olmayı sürdürmektir.
"Türban", bir yandan "inananlar"ı saflarda tutmanın bir aracı olarak kullanılırken, diğer yandan "tesettür" olabildiğince modalaştırılarak yaygınlaştırılmaktadır. Bu yolla "inananlar"ın da, "tesettür modası"na kapılmış olanların da oyları garantilenmektedir.
AİHM'nin "türban yasağı"nı onaylayan kararı karşısında "bu işi ulemaya sormak gerekir" diyen Tayyip Erdoğan ve mehteran takımı, bugün "modalaşmış tesettür" ile Kuranın Ahzap ve Nur surelerinde geçen "tesettür"ün hiç bir alakasının olmadığını çok iyi bilmektedirler. Ama "ılımlı islam" görünümü altında hükümet olmayı sürdürebilmek için oya ihtiyaçları vardır ve oy alabildikleri sürece fırsatlardan yararlanabileceklerdir.
AKPnin Diyarbakır milletvekili ve de İnsan Hakları Komisyonu Başkanvekili Cavit Torun bu ikiyüzlülüğü şöyle anlatmaktadır:
"Okumayı bilenler, bilmeyi hazmedenler ve okuduklarından hüküm çıkarma yetenek ve becerisinde olanlar Kur'an-ı Kerimdeki örtünme ayetlerinin, şu anda Türkiye'de uygulanan biçimi ile Türbanı içermediğini anlamaktadırlar... Türban takmanın modern bir örtünme tarzı olacağı ileri sürüldü.
Ve insanlar, genç kızlarımız -okuyanı, okumayanı- bu giyim biçimini derhal kabullendiler. Omuzlara sarkıtılan baş örtüleri önceleri pardesülerin, sonraları ceketlerin altına alındı. Arkasından pardesüler çıkartıldı. Örtünmeden murat edilen anlam, tabir caiz ise ortadan kalktı.
Vücut hatları ortaya çıktı. Üstü kaval, altı şişhane diyeceğimiz görüntüler ile karşı karşıya kaldık. Hatta türbanlı genç kızlarımız erkek arkadaşları ile el ele, kol kola, hadi biraz daha ilerî gidelim, gönül gönüle yollarda yürümekten geri durmadılar.
Müsaadenizle biraz daha ileri gideyim, türbanlı genç kızlarımız düğünlerde erkeklerle halay çekmekten, televizyonların show programlarında göbek atmaktan geri durmadılar.
İşte o anlarda yer olsa da yarılsa da dibe girsem dediğim zamanlar oldu. Yüzüm kızardı ve keşke bu türbanı takmasalardı daha iyi olurdu dedim her zaman.
El hasılı türbanın nerede ise hiçbir getirisi olmadı."[*]
"Modalaştırılmış türban"ın artık "hiç bir getirisi olmadığı"nı düşünen şeriatçıların hislerine tercüman olan Cavit Torun yazısını şöyle sonlamaktadır:
"Örtünme Allah'ın emridir. Aksini düşünenler İslam ülkelerindeki uygulamalara baksınlar. Çok uzağa gitmeye gerek yok, Hac ibadeti yapılır iken her yıl 4 milyon hacının yarısını oluşturan hanımlarımızdan bir tekinin bile başının açık olduğunu gören var mı? Elma şekerlerine kanacak halimiz yok."
Şüphesiz Tayyip Erdoğan'ın "uleması" da "elma şekerleriyle kanacak" insanlar değillerdir. Onlar kendi çıkarlarına hizmet ettiği sürece "modalaştırılmış tesettür"den yanaymış gibi görünmektedirler. Amaca, yani şeriat düzenini kurabilecek koşullara ulaşıldığında bu "yüz kızartıcı" durumu sona erdirecekleri de kesindir. Onların istedikleri, nasıl olursa olsun kendilerine oy verilmesini sağlamaktır. "Ulema", günü gelince "Kur'an-ı Kerimdeki örtünme ayetlerinin" gereğini yaptıracaklarından emindirler.
Ama bunları bilmeyenler, "tesettür modası"na kapılmış her yaştan, her kesimden ve her düzeyden genç kızlar ve kadınlardan başkası değildir. Onlara "tesettür modası" pazarlanmıştır. Tayyip Erdoğan ve mehteran takımının ülkeyi pazarlarken dayanağı da, bu pazarlamadaki "üstün" başarıları olmaktadır.
Bir zamanların "küçük Amerikası", bugün "islami" söylemle "fırsatlar ülkesi" haline getirilmiştir. Herşeyin ve herşeyinin, en "kutsal" değerlerin bile "pazarlanır" olduğu bir ülke. Bu, T. Özal'ın Boğaz Köprüsü'nü "satışa" çıkarmasıyla başlayan sürecin son halkasıdır. Eğer bir ülke "meta" haline getirilmiş, ticarete konu olmuşsa, elbette bu "meta"yı satın alacaklar da çıkacaktır. Üstelik değerinin çok altında fiyatlarla. Bütün sorun, bu "metalaştırılmış" ve "pazarlanır" ülkenin insanlarının bu satış karşısında ne yapacaklarındadır.
Ülkenin pazarlanmasına ses çıkarmayanların, bir gün kendilerinin pazarlanmasından da yakınmaya hakları yoktur.
Dipnotlar
[*] Cavit Torun, Diyarbakır Olay, 18 Kasım 2005.