Savaşta
Sınırsız Güç Kullanımı
ve Yüksekova’da F-16’lar
"Savaş Üzerine" adlı yapıtında Clausewitz şöyle yazar: "... savaş, hasmı irademizi yerine getirmeye zorlayan bir şiddet hareketidir.
Şiddet, şiddeti göğüslemek için, bilim ve sanatların buluşları ile silahlanır... Şiddet, yani fizik kuvvet (çünkü devlet ve kanun kavramlarının dışında manevi kuvvet diye bir şey yoktur), böylece savaşın aracı olmaktadır; ereği ise düşmana irademizi zorla kabul ettirmektir. Bu ereği tam bir güven içinde geçekleştirebilmek için, düşmanı silahtan arındırmak gerekir, ve işte bu silahsızlandırma, tanımlama gereği, savaş operasyonlarının gerçek anlamda ilk amacıdır. Bu amaç son ereğin yerini almakta, onu bir bakıma, savaşın kendisine ait bir şey değilmişçesine, bir kenara itmektedir.
Sınırsız kuvvet kullanma
İnsancıl kişiler belki kolaylıkla, düşmanı çok kan dökmeden silahsızlandırmanın ve yenmenin etkin bir yöntemi bulunduğunu, ve gerçek savaş sanatının bu amaca yöneldiğini düşünebilirler. Ancak bu istenilir bir şey gibi görünmesine karşın, aslında bir çırpıda bir kenara itilmesi gereken bir yanılgıdır. Savaş gibi tehlikeli bir işte, iyi yüreklilikten gelen hatalar başa gelebilecek şeylerin en kötüsüdür. Fizik gücün sonuna kadar kullanılması hiç bir zaman zekanın kullanılmaması anlamına gelmediğinden, bu fizik gücü acımadan kullanan ve kan dökmekten çekinmeyen taraf, aynı şekilde hareket etmeyen diğer tarafa oranla avantajlı bir durum elde eder. Neticede de iradesini hasmına kabul ettirir. Böylece her iki taraf da aynı şeyi düşündüğünden, birbirlerini aşırı hareketlere iterler ve bu aşırılıklar karşı tarafın güç ve direncinden başka bir sınır tanımaz.
İşte soruna bu açıdan bakmak gerekir. Bize iğrenç geliyor diye vahşet unsurunu ihmal etmek ve işin gerçek yüzünü görmezlikten gelmek anlamsızdır ve insanın kendi çıkarına aykırı düşer.
Savaş bir şiddet hareketidir ve bu şiddetin sınırı yoktur. Taraflardan her biri diğerine iradesini kabul ettirmek ister, bundan da karşılıklı bir eylem doğar ki, kavram olarak ve mantıken, sonuna kadar gitmeyi gerektirir."[1*] Clausewitz'in Napolyon savaşlarından edindiği deneyimlerin ışığında kaleme aldığı "Savaş Üzerine" adlı yapıtında böyle yazmaktadır.
Clausewitz'in savaşa ilişkin bu belirlemeleri, savaşta "sınırsız güç kullanımı"nı "doğal ve kaçınılmaz" olarak tanımlaması, daha sonraki zamanlarda pek çok askeri teori ve stratejilerin temelini oluşturmuştur.
Savaşta "sınırsız güç kullanımı"nı "savaşın doğası" olarak kabul eden teori ve stratejilerin en geniş kapsamlısı II. dünya savaşında Nazi ordularının savaş stratejisi olmuştur. Faşist Alman ordusunun "topyekün savaş doktrini", Clausewitz'in "sınırsız güç kullanımı"nın ifadesi olurken, aynı zamanda savaşta "fizik gücü acımadan kullanan ve kan dökmekten çekinmeyen taraf" olmanın da teorisini oluşturmuştur.
Faşist Alman ordusunun "topyekün savaş" anlayışıyla yürüttüğü saldırılarda tüm halk hedef olarak alınmış, kentler sürekli bombalanmıştır. Faşist Alman ordusunun "topyekün savaş"ının sonucunda milyonlarca "sivil insan" yaşamını yitirmiştir.
Ancak savaş tek taraflı bir eylem değildir. Bir taraf "sınırsız güç kullanmayı" esas aldığında, karşı taraf, hasmı da aynı yolu izlemeye başlar. Dolayısıyla karşılıklı olarak "sınırsız güç kullanımı" savaşın gerçekliği haline gelir.
Bu aşamadan sonra, savaşan tarafların "sınırsız güç kullanımı", kendi maddi ve teknik güçlerinin düzeyi ile belirlenen bir aşamaya ulaşır. Artık savaşan tarafların maddi ve teknik güçleri, "sınırsız" biçimde kullanılır, maddi ve teknik gücü daha fazla ve yüksek olan, bu güç kullanımını en üst boyuta yükseltir.
II. Dünya Savaşında Londra'nın bombalanmasıyla en üst boyuta çıkan faşist Alman ordusunun "sınırsız güç kullanımı", ABD ve İngiliz güçlerinin 1943 yılından itibaren Almanya'nın kentlerini sürekli bombalamasıyla karşı bir güç kullanımına dönüşmüştür. Dresden, Frankfurt, Hamburg ve Berlin bombardımanları ABD ve İngiliz askeri güçlerinin güç kullanımının son sınırına kadar ulaştırıldığı aşama olmuştur.
II. Dünya Savaşından sonra "fizik gücü acımadan kullanan ve kan dökmekten çekinmeyen taraf" tümüyle emperyalist güçler, özel olarak da emperyalizmin jandarmalığını üstlenmiş olan Amerikan emperyalizmi olmuştur.
Amerikan emperyalizminin savaş doktrini "sınırsız güç kullanımı"na dayandırılmıştır. Ulusal ve halk kurtuluş savaşlarına karşı yürütülen "karşı-ayaklanma stratejisi", askeri güçleri "acımadan ve kan dökmekten çekinmeden" kullanmaya dayandırılmıştır.
Amerikan emperyalizminin bu "sınırsız güç kullanımı"nın Vietnam'daki bilançosu milyonlarca Vietnamlının öldürülmesi olmuştur.
Irak işgalinin her aşamasında, özellikle Felluce operasyonunda Amerikan askeri güçlerinin "sınırsız güç kullanımı" artık herkesin görebileceği kadar açık hale gelmiştir.
Birleşmiş Milletler çerçevesinde savaşta "sınırsız güç kullanımı"nı sınırlamak ve belli kurallara bağlamak amacıyla yapılmış her türlü anlaşma (Cenevre anlaşmaları), savaş alanlarında hiçbir biçimde uygulanmamıştır. Yapılan tek şey, uygulama sona erdikten sonra, uygulamanın "kurbanları"nı teselli etmek amacıyla "soruşturma" açmak, uygulayanları "suçlu" bulmaktan başka bir şey değildir.
Amerikan emperyalizmi "sınırsız güç kullanarak" ulaşmak istediği amaca ulaştıktan sonra yapılan "uluslararası savaş suçları" araştırmalarının, bu savaşta yaşamlarını yitirmiş insanlara "baş sağlığı" dilemekten başka bir anlamı olmamıştır.
Amerikan emperyalizminin ulusal ve halk kurtuluş savaşlarına karşı geliştirdiği "düşük yoğunluklu çatışma" doktrini hiç bir biçimde "sınırsız güç kullanımı"nı ortadan kaldırmaz. Sadece bu güç kullanımını "çatışma" bölgesiyle sınırlandırır, ancak "çatışma bölgesinde" askeri güçler sınırsız ölçüde kullanılır. Bir başka ifadeyle, "düşük yoğunluklu çatışma", "sınırsız güç kullanımı"nın bölgesel ölçekte gerçekleştirilmesidir.
Emperyalizmin sınırsız güç kullanımının başlı başına bir savaş anlayışı olduğu bir tarihsel dönemde, halk güçlerinin emperyalizme karşı kurtuluş savaşları kaçınılmaz olarak bu savaş anlayışıyla yüzyüzedir. İlk kez ve en yaygın biçimde Fransız paraşütçüleri tarafından Vietnam ve Cezayir'de uygulamaya sokulan "sınırsız güç kullanımı" karşısında gerilla savaşının başlı başına bir savaş biçimi haline gelmesi, aynı zamanda halk kurtuluş güçlerinin "sınırsız güç kullanımı"na karşı savaş yöntemi olmuştur.
Emperyalizmin "sınırsız güç kullanımı" karşısında, halk kurtuluş güçlerinin mücadelesinde "sivil halkın korunması" savaşın ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.
Emperyalizmin "sınırsız güç kullanımı"na karşı önlemler almayan, buna karşı askeri yöntemler geliştirmeyen ulusal ya da halk kurtuluş hareketleri, daha başlangıçta emperyalizmin bu "sınırsız güç kullanımı"yla ulaşmak istediği amaca ulaşmalarını sağlamış olur.
Emperyalizmin "sınırsız güç kullanımı"na karşı ilk ve temel kural, silahla kontrol altına alınamayan kitle hareketlerinin içine girilmemesidir.
İkinci kural ise, silahlı güç ile kitle örgütlenmesinin, kitle örgütlenmesi ile silahlı gücün birlikte büyütülmesi gerektiğidir.
Bu kurallara uyulmadığı takdirde, halk kitleleri düzenin koyduğu sınırları çok aşan eylemlere teşvik edilir, ama onları koruyabilecek silahlı güç mevcut olmadığından, sonuçta kitle, "sınırsız güç kullanımı"yla yüz yüze bırakılır, belli ölçüde düşman güçlerinin insafına terk edilir.
1991-93 yıllarında PKK'nin "stratejik denge" aşamasında olduklarını, artık kentlerde ayaklanma aşamasına ulaştıklarını söyleyerek başlattıkları kent eylemlerinin (Lice, Şırnak, Cizre vb.) karşısında devlet güçlerinin "sınırsız güç kullanımı" belli ölçülerde uygulamaya sokulmuştur. Ancak yine de belli ölçülerde sınırlandırılmış bir güç kullanımı ortaya çıkmıştır. Her durumda, devlet güçleri "sınırsız güç kullanmak"ta duraksamayacağını gösterecek boyutta olmuştur. Bir başka ifadeyle, "kuvvetini, kullanmamak için göstermiştir".
Bu "sınırsız güç kullanımı" gösterisi karşısında PKK'nin yapabildiği tek şey, Filistin "intifada"sının taklit edilmesine dayalı "serhıldan" olmuştur.
Kürtçe "serhıldan"laştırılan Filistin "intifadası", kesinkes silah kullanımını dışlayan bir kitle mücadelesi olarak ortaya çıkmıştır. İsrail'in "sınırsız güç kullanımı" tehdidi altında başka bir yol bulunamamıştır. Ancak "intifada" karşısında İsrail'in "sınırsız güç kullanımı", giderek "intihar eylemleri"ni doğurmuş ve böylece "sınırsız güç kullanımı"nın karşıtını ortaya çıkarmıştır.
Bir savaşta sonucu belirleyen, savaşan güçlerin iradesi ve maddi olanaklarının genişliğidir. Dolayısıyla "sınırsız güç kullanmak" durumunda olan güçlerden iradesi ve maddi olanakları geniş olan taraf savaşın sonucunu belirler.
Savaşın bu gerçekleri bir tarafa bırakılarak, AB'nin "gözlemciliği"ne, insan hakları kuruluşlarının "protestoları"na dayanılarak yürütülecek bir "yarı-askeri" çatışmanın neler ortaya çıkartabileceği açıktır.
Yine de "biz yaparız, olur" mantığı içinde kitleleri "yarı-askeri" ayaklanmaya yöneltmek isteyenlerin, Engels'in 1848 devrimleri döneminde söylediği şu sözleri dikkatli bir biçimde okumaları gerekir: "Ayaklanma, savaş ya da herhangi bir başka sanat kadar bir sanattır; savsaklanmaları, bunları savsaklayan partinin yıkımına yolaçan bazı pratik kurallara bağlıdır. Böyle durumlarda gözönünde tutulmaları gereken partilerin ve koşulların özlüğünden mantıksal olarak çıkan bu kurallar öylesine açık ve öylesine yalındırlar ki, kısa 1848 deneyi, bunları Almanlara adamakıllı öğretmiştir. Birincisi, eğer oyununuzun bütün sonuçlarına korkusuzca göğüs germeye iyice kararlı değilseniz, ayaklanma ile hiç oynamamak. Ayaklanma, değerleri her gün değişebilen çok belirsiz büyüklükler ile yapılan bir hesaptır; düşman güçleri, her tür örgütlenme, disiplin ve yetke alışkanlığı üstünlüğüne sahiptirler; eğer onların karşısına daha üstün güçler çıkaramazsanız, bozguna uğradığınızın, hapı yuttuğunuzun resmidir. İkincisi, bir kez ayaklanma yoluna girdikten sonra, en büyük bir kararlılık ile ve saldırıcı biçimde davranmak. Savunma, her türlü silahlı ayaklanmanın ölümüdür; ayaklanma, daha düşmanları ile boy ölçüşmeden yitirilir. Düşmanlarınıza, güçleri dağınık olduğu sırada, birdenbire saldırın, ne kadar küçük olursa olsun, yeni, ama günlük başarılar hazırlayın; ilk başarılı ayaklanmanın size verdiği morali yükselterek sürdürün; her zaman en güvenilir yanda gitmeye çalışan sallantılı öğeleri böylece kendi yanınıza alın; devrimci siyasette, bugüne kadar bilinen en büyük usta olan Danton ile birlikte: de l'audace, de l'audace, encore de l'audace [hücum, hücum, yine hücum] diyerek, düşmanlarınızı güçlerini size karşı toparlayamadan, önünüzden kaçmaya zorlayın."[2*] Bugün kentlerdeki halk ayaklanmaları düşmanın üstün askeri güçleri ve askeri teknikleriyle yüz yüzedir. Hiçbir askeri savunma olanağına sahip olmayan halk kitlelerinin, hangi nedenle ve nasıl eyleme geçirilmiş olunursa olsunlar, tümüyle düşmanın askeri güçlerinin saldırılarıyla yüz yüze bırakılmış olacaktır ve sonuç katliamdır.
Şemdinli-Yüksekova olaylarında "alçaktan uçuş" yapan F-16'lar, devletin "sınırsız güç kullanma" kararlılığının gösterisi olmuştur. Bu durumu Hava Kuvvetleri komutanı Faruk Cömert açıkça dile getirmekten kaçınmamıştır: "Şu anda Türk Hava Kuvvetleri'ne ihtiyaç yok. Ama ihtiyaç gösterecek bir durum olursa elbette bize düşen görevi yaparız. Biliyorsunuz, daha önce uçaklara ihtiyaç olduğunda bu tür görevler yapıldı. Görev verilirse yine yaparız. Biz askeriz. Bizde emirsiz bir şey olmaz. Emir alırsak elbette yine yerine getiririz."[3*] AB'yle görüşmelerin başladığı, Avrupa Parlamentosu ve insan hakları kuruluşlarının "kürt ulusal hakları"nın yanında tavır aldığına bakarak ve bunlara dayanarak girişilecek "yarı-askeri" kitle eylemleri ve yarı-ayaklanma taktikleri, kitlelerin katliamlara uğratılması yoluyla "siyasal üstünlük sağlama" mantığından başka bir şey değildir. 1993-1999 yıllarında olabilecek her düzeyde uygulanmış olan bu mantıkla bir yere varılmayacağı da görülmüştür. "İki taraf muharebe için silahlanmış ise, aralarında bir düşmanlık var demektir. Silahlarını elden bırakmadıkça, yani aralarında bir barış akdetmedikçe, bu düşmanlık ister istemez sürecektir. Taraflardan biri ancak bir tek nedenle bu düşmanlığın etkisinden sıyrılabilir: o da harekete geçmek için daha uygun anı kollamaktır. Oysa, bu nedenin taraflardan sadece biri için geçerli olabileceği açıktır, çünkü diğeri için zorunlu olarak ters yönde bir etki yaratacaktır. Taraflardan birinin harekete geçmekte çıkarı varsa, diğerinin çıkarı beklemekte olacaktır."[4*] İşte tüm savaş tarihinin gösterdiği gerçekler bunlardır.
Bu gerçekler bir tarafa bırakılarak, yok kabul edilerek ve sadece AB'nin "hümanizmi"ne güvenerek "savaş" sürdürmeye çalışmak, savaşıyormuş gibi yapmaktan başka bir şey değildir.
Tarih, ondan ders çıkarması bilenler için yol göstericidir.
[1*] Clausewitz, Savaş Üzerine, s. 42-47, May Yay. [2*] Engels, Almanya'da Devrim ve Karşı-Devrim, Seçme Yapıtlar, Cilt: I, s. 451-452. [3*]Milliyet, 24 Kasım 2005. [4*] Clausewitz, Savaş Üzerine, s. 56.