İngiltere'de son dönemde gerçekleştirilen "islamcı terör" eylemlerinin yaratmış olduğu "tedirginlik" ortamında, IRA'nın "her tür şiddet eylemine son verdiğini" açıklaması, Tony Blair tarafından yapılan "benzersiz öneme sahip bir adım olduğu"değerlendirmesiyle birlikte "medya"da yer aldı.
Tony Blair'in "benzersiz önem" atfetmesine ve "islamcı terör"ün yarattığı tedirginliğe rağmen, IRA açıklaması İngiliz kamuoyunda olduğu kadar, dünya kamuoyunda da fazlaca önemsenmedi.
Buna rağmen IRA'nın "silah bırakma" açıklaması, Amerikan emperyalizminin ve onun yardakçısı İngiliz emperyalizminin saldırganlığına karşı "birşeyler" yapılması gerektiğini ve bunun ancak silahlı mücadeleyle olabileceğini düşünen kesimlerde "burukluk" yarattı. Diğer yandan PKK'nin yeniden silahlı eylemlere ağırlık vermesiyle ortaya çıkan "gerginlik" ortamında, bu gelişmeden "rahatsız" olan çevreler açısından IRA açıklaması bir "fırsat" olarak kabul edildi. "Globalizm" sevdalısı kesimler için ise, "silahla bir yere varılamayacağı" demagojisini desteklemek için bulunmaz bir fırsat olarak görüldü.
İngiliz Guardian gazetesinin "35 yıl süren bombalar ve kanın ardından, kısık bir ses IRA'nın savaşını sona erdirdi" başlığıyla duyurduğu IRA açıklamasını, Tony Blair ile Türkiye dışında kimsenin fazlaca önemsememesi de kimsenin dikkatini çekmedi. Tony Blair'in Irak işgalinden itibaren sürekli "değer yitirmesi" göz önüne alındığında, onun IRA açıklamasına biçtiği değer, şüphesiz anlaşılabilirdi. Ama Türkiye'de gösterilen "ilgi" bunun tam tersiydi.
Bunun nedeni, IRA'nın, İrlanda'nın bağımsızlığı için mücadele eden silahlı bir örgüt olduğu için "sol"da kabul edilmesi, dolayısıyla silahlı mücadeleyi sona erdirdiğini açıklamasıyla "sol çizgiyi" terk ettiği düşüncesidir. IRA açıklamasının yaratmış olduğu "düş kırıklığı", ülkemizde yürütülen her türlü silahlı mücadelenin kendi meşruiyetini dünya çapındaki silahlı mücadelelerin varlığına ve doğruluğunu bu mücadelelerin eylemlerine dayandırmasının bir ürünü olmuştur. Bu nedenle, Latin-Amerika'daki gerilla savaşlarından ETA'ya ve IRA'ya kadar tüm silahlı örgütlenmelerin, kendiliğinden "sol", dolayısıyla "devrimci" örgütler olarak görülmesi ne denli yanlış bir kavrayış idiyse, bu silahlı örgütlerin, silahlı mücadeleyi terk edişlerinin yaratmış olduğu "olumsuzluklar" da, aynı biçimde yapay ve propagandif olmaktan ve "psikolojik savaş"tan öte bir öneme sahip değildir.
Mahir Çayan yoldaşın açık biçimde ifade ettiği gibi, "Gerilla savaşı kavramı, kavram olarak tek başına nitelik belirleyici değildir. Merkezi otoriteye karşı mahalli mütegallibe de, düzenli birlikleri yenilmiş bir ordu da düşmanına karşı gerilla savaşı yürütebilir."
Dolayısıyla bir örgütün silahlı mücadele ve bunun bir biçimi olarak gerilla savaşı (şehir ya da kır gerilla savaşı) yürütüyor olması, o örgütün niteliğini belirlemez. Diğer bir ifadeyle, örgütün niteliğini belirleyen, onun eyleminin içeriğidir. Bu da, mücadelenin sınıf karakteriyle ve sınıfsal hedefleriyle belirlenir.
Marks-Engels'in 1848 Devrimleri üzerine yaptıkları değerlendirmede, "demokratik küçük-burjuvazi, toplumsal koşulların mevcut toplumu kendisi için olabildiğince katlanılabilir ve rahat hale getirecek bir değişiklik için çabalar" saptamaları, aynı zamanda sınıf niteliğinin mücadelenin ulaşabileceği hedefler üzerindeki etkisini de açıkça gösterir.
Bu nedenle, bir hareketin ve o hareketi temsil eden örgütün sınıfsal niteliği bir yana bırakılarak, sadece mücadelenin biçimine ve ilan edilen hedeflerine bakılarak yargıya varmak olanaksızdır.
İkinci olarak, dünyanın pek çok yerinde kendisini "marksist" ya da "komünist" olarak tanımlayan pek çok örgüt de silahlı mücadele yürüttüğü gibi, silahlı mücadeleyi kendileri için en elverişli koşulların oluştuğunu düşündükleri anda terk de etmişlerdir. Örneğin Kolombiya'da M-19 adlı gerilla örgütü 1991'de silahlı mücadeleyi sona erdirerek, hükümetle "barış anlaşması" imzalamıştır.[1*] Aynı şekilde revizyonist Komünist Partisi'nin, El Salvador'daki silahlı mücadelenin yönetimini ele geçirmesiyle birlikte "barış anlaşması" yapılmıştır.
Yine 1960'ların başında silahlı mücadele kararı alan Venezüella Komünist Partisi, 1964 yılında "demokratik barış" kararı alarak silahlı mücadeleyi terk etmiştir. Bu durumu Fidel Castro şöyle değerlendirmiştir: "... Venezüella'da gerillalar, sık sık ateş-kes emri aldılar. Bu da zırdelilikti! Savaş sırasında ateş-kes anlaşmasına boyun eğen bir gerilla, bozguna mahkum olmuş demektir...
Venezüella Komünist Partisi'nin liderleri bir 'demokratik barış'tan söz etmeye başladılar.
Pek çok kişi soruyor: 'Acaba bu demokratik barış da ne ola ki?' Biz, Küba Devriminin liderleri de sorduk kendi kendimize: 'Nedir bu demokratik barış?' Doğrusunu isterseniz pek bir şey anlayamadık. Gelgelelim anlamak da istiyorduk. Sonunda dayanamadık, bazı Venezüellalı liderlere sorduk: 'Nedir bu demokratik barış?' Öğrendik ki, o çok bilinen bir taktik ve manevra teorisiymiş: 'Asla savaşı bırakmak değil. Yalnızca bir manevra. Hayır! Bu demokratik barış, yalnızca temelleri genişletmek, rejimi zayıflatıp, çökertip yerle bir etmek için bir manevradan başka bir şey değildir'.
... Barıştan söz etmek, ancak savaş kazanmış bir devrimci hareketin hakkıdır. Neden derseniz, kamuoyu ve onların barış isteklerinin olanaklı olabilmesi için, ilk önce istibdat ve sömürünün bozguna uğratılması gereklidir. Ama savaşın yenilgiye yüz tuttuğu anda barıştan söz etmek, barış adına bozguna boyun eğmek demektir."[2*] Gerek Marks-Engels'in saptamaları, gerek Fidel Castro'nun değerlendirmesi, proletaryanın devrimci örgütünün ilkelerini ortaya koyar ve stratejik mücadelesini yönetir. Bunun dışındaki her türlü silahlı mücadele, kaçınılmaz olarak bu mücadelenin temsil ettiği sınıfın sınıfsal özelliklerine göre şekillenir, buna göre yönetilir ve buna bağlı olarak evrilir.
Marksist-Leninist bir örgüt, dünyanın ve ülkenin içinde bulunduğu somut tarihsel koşulların somut tahlilini yaparak devrimin yolunu, stratejisini ve bu strateji çerçevesinde yürütülecek mücadelenin temel ilkelerini ve biçimlerini saptar. Doğru devrimci çizgi bir kez saptandı mıydı, artık tüm görev, bu çizginin doğru biçimde pratiğe uygulanması ve kararlı biçimde yürütülmesidir. Bu stratejik mücadelenin taktikleri ise, somut koşullara göre belirlenir. Lenin'in deyişiyle, somut koşullar 24 saatte değiştiğinde, taktikler de 24 saatte değişmelidir. Proletaryanın öncü örgütü stratejik düzeyde kararlı, taktik düzeyde esnek bir yapıya sahiptir.
Ancak belli bir toplumun belli tarihsel koşullarında ortaya çıkan sınıf ve sınıflar arasındaki güçler dengesinin objektif durumuna uygun olarak saptanan strateji ile "belli bir toplumda, tarihin belli bir anında o toplumdaki sınıflar ve güçler arasındaki kuvvet dengesinin objektif durumu"na, yani "politik konjonktür"e ya da "aktüel uğrak"a göre saptanan taktikler birbirine karıştırıldığında, artık taktik strateji haline dönüşür. Dolayısıyla bir stratejik mücadelede ne kadar taktik ortaya çıkarsa, o kadar stratejiden söz edilmeye başlanılır. Böylece "stratejik" bir mücadele yürüttüğünü iddia eden örgüt, "tarihin belli bir anında" ortaya çıkan sınıflar ve güçler arasındaki "kuvvet dengesi"ndeki değişikliklere göre strateji değiştirir. Daha tam ifadeyle, taktikler stratejinin yerine ikame edilmiştir.
Strateji ile taktik, somut tarihsel koşullar ile somut güncel koşullar birbirine karıştırıldığı, devrimin stratejik amaçları ile taktik amaçlarının birbirinin yerine ikame edildiği her durumda yenilgi kaçınılmazdır.
Savaşları ve savaş tarihini inceleyen herkesin kolayca görebileceği gibi, stratejik güçlerin hazırlanması ve düzenlenmesi, taktik güçlerin hazırlanması ve düzenlenmesinden çok daha farklı koşullara ve zamana gereksinme gösterir. Stratejik güçler, stratejik hedefe, belirlenmiş rotaya uygun olarak, belirli mücadeleler verildiği ölçüde ve belirli bir zamanda harekete geçmek üzere düzenlenir ve buna uygun olarak mücadelede yer alırlar. Bu stratejik güçleri, stratejide ortaya konulmuş mücadeleler verilmeksizin "hazır" bir güç olarak kabul edilerek taktik bir mücadelenin içine sokmak, bu güçleri üstesinden gelemeyecekleri görevlerle donatmak demektir. Yenilgiyi kaçınılmaz kılan, bu stratejik güçlerin mücadele kararlılığının yetersizliği değil, onların taktik amaçlar için kullanılmasıdır.[3*] Yine savaşların ve devrimlerin tarihinin gösterdiği diğer bir gerçek, "savaş harekâtını durdurabilecek tek neden vardır ve bu neden taraflardan sadece biri için geçerlidir." Clausewitz'in ifadesiyle, "İki taraf muharebe için silahlanmış ise, aralarında bir düşmanlık var demektir. Silahlarını elden bırakmadıkça, yani aralarında bir barış akdetmedikçe, bu düşmanlık ister istemez sürecektir. Taraflardan biri ancak bir tek nedenle bu düşmanlığın etkisinden sıyrılabilir: o da harekete geçmek için daha uygun anı kollamaktır. Oysa, bu nedenin taraflardan sadece biri için geçerli olabileceği açıktır, çünkü diğeri için zorunlu olarak ters yönde bir etki yaratacaktır. Taraflardan birinin harekete geçmekte çıkarı varsa, diğerinin çıkarı beklemekte olacaktır."[4*] Hangi sınıf tarafından ve hangi sınıfsal çıkarlara uygun olarak yürütülüyor olursa olsun, yakın tarihin tüm gerilla savaşlarında ortaya çıkan en temel sorun "harekâtın durdurulması"na ilişkin olmuştur. İster hareketin temsil ettiği sınıfın çıkarlarının "azami ölçüde" gerçekleştiği düşünülerek, ister daha "avantajlı" bir durum yaratmak amacıyla olsun, her durumda gerilla savaşına ara verilmesi (ateş-kes gibi) iç ayrışmaları ve çatışmaları beraberinde getirmiştir. Bu da, güçlerinin bölünmesine yol açarak, savaşın kaybedilmesine neden olur.
Ancak IRA olayı tüm bu stratejik ve taktik konuların dışındadır.
IRA'nın "silahlı mücadeleyi terk etmesi" olayının doğru olarak anlaşılabilmesi için, öncelikle IRA'nın proletaryanın sınıf örgütlenmesi olmadığı, dolayısıyla da proletaryanın sınıf mücadelesini yürütmediği gerçeği gözönünde bulundurulmalıdır. Başta da belirttiğimiz gibi, bir örgütün silahlı mücadele yürütmesine bakarak o örgütü "devrimci" bir örgüt, yani proletarya devriminin bir örgütü olarak algılamak tümüyle yanlıştır.
IRA, İrlanda'nın bağımsızlığı için savaşan bir örgüt olarak ortaya çıkmıştır. Daha sonra "Serbest İrlanda" olarak özel statü verilen ve bugün İrlanda Cumhuriyeti olarak tanınan devletin ortaya çıkmasıyla birlikte IRA'nın bağımsızlık mücadelesi belli bir aşamaya gelmiştir. İrlanda adasının büyük bir bölümünün İrlanda Cumhuriyeti sınırları içinde olmasına karşın, Kuzey İrlanda İngiliz egemenliği altında kalmıştır. Bu aşamadan sonra IRA'nın mücadelesi, Kuzey İrlanda'nın İngiliz egemenliğinden kurtarılması ve İrlanda Cumhuriyeti'nin bir parçası haline gelmesini hedeflemiştir. Artık IRA, "İrlanda sorunu"nun değil, "Kuzey İrlanda sorunu"nun örgütü haline dönüşmüştür. Böylece IRA'nın mücadelesi "ulusal sorun"dan "ulusal azınlık sorunu"na evrilmiştir. IRA, ister ulusal, ister ulusal azınlık hareketi olsun, her durumda "ulus" çerçevesinde yer alan tüm sınıfların ortak istemlerinin ifadesi olmuştur. Bu nedenle, IRA içinde "ulus" bünyesinde yer alan her sınıftan insanlar yer almaktadır. İçlerinde Marksist-Leninistler olduğu gibi, en gerici ve en bağnaz katolik rahipleri, ABD'deki İrlandalı kapitalistler de yer almaktadır. IRA, onların ortak istemlerini ifade ettiği sürece, onların tek örgütü olarak ortaya çıkmıştır. Zaman zaman Kuzey İrlanda proletaryasının ayrı örgütlenmesine gidilmişse de, bu örgütlenmeler uzun soluklu olamamıştır.
IRA, 1996 yılında İngiliz işgalcileriyle "ateş-kes" görüşmelerine başlaması ve ardından kısa süren bir ateş-kesin ilan edilmesiyle yeni bir evreye girmiştir. Bu yeni evrede, yeni çatışmalar ve yeni ateş-kesler yaşanmış, ancak her durumda "Kuzey İrlanda sorunu"nun İngiliz işgalcileriyle "görüşmeler yoluyla" çözümlenmesi yoluna gidilmiştir.
1999 yılında ilan edilen yeni ateş-kesle birlikte IRA'nın "siyasal kanadı Sinn Fein" aracılığıyla sürdürülen görüşmelerde varılan anlaşmalara uygun olarak seçimler yapılmış ve Kuzey İrlanda'da ortak parlamento oluşturulmuştur. Kurulan yeni Kuzey İrlanda hükümetinin temel görevi IRA'nın "silahsızlandırılması" olduğu için, tüm görüşmelerin temel konusu da bu olmuştur. Görüşmelerin "tıkandığı" nokta, IRA'nın "silahsızlanmayı" kabul etmemesinden değil, diğer politik taleplerin yerine getirilmesine paralel olarak "silahsızlanmaya" gideceğini ilan etmesidir. Yılların mücadelesinden edindikleri derslerle çok iyi bildikleri gibi, kendisini ve kitlesini bir kez silahsızlandırdı mıydı, istekleri yerine getirilmediğinde yeniden silahlandırmak o kadar kolay olmayacaktır. Bu nedenle IRA, önce politik taleplerin yerine getirilmesini, sonra "silahsızlandırma"nın gerçekleştirilmesini savunmuştur. Bu tutumu bir süre kendi kitlesi tarafından da desteklenmiştir. Ancak uzayan görüşmelerin yarattığı zaman içinde kitlelerin tutumu değişmeye başlamış, iç ve dış baskılar yoğunlaşmıştır.
2005 yılına girildiğinde IRA bir yol ayrımına gelmiştir. Ya eski tutumunu devam ettirecektir, ya da "silahsızlanmayı" kabul edecektir. IRA'nın "siyasal kanadı Sinn Fein"in sözcüsü Gerry Adams'ın Nisan 2005' de IRA'nın "silahsızlanmayı" kabul etmesi yönünde çağrı yapmasıyla birlikte "karar anı" gelmiştir.
Eski tutumunu sürdürmeye devam ettiği sürece, ortak istemlerini ifade ettiği ulusal ve sınıfsal kesimlerin "desteğini" kaybedeceği açıkça ortaya çıkmıştır. Özellikle ABD'deki "İrlanda lobisi", IRA'nın "silahsızlandırılmayı" kabul etmemesi halinde tüm politik ve mali desteğini sona erdireceğini bizzat Ted Kennedy'nin ağzından ilan etmiştir.[5*] Bu koşullarda, IRA birkaç ay süren "iç hesaplaşması" sonrasında, "her tür şiddet eylemine son verme" kararı almış ve böylece "silahsızlandırılmayı" kabul ettiğini ilan etmiştir.
IRA, İrlanda'nın kurtuluş mücadelesinin en kararlı ve en uzlaşmaz silahlı örgütü olarak, uzun ve onurlu bir tarihe sahiptir. Bu tarihe bakarak, bugün silahlı mücadeleyi bıraktığını açıklamasını yargılamak şüphesiz olanaklıdır. Ancak IRA'nın ulusal ve sınıfsal yapısı, içerdiği sınıf ittifakları bir yana bırakılarak, sadece onun kararlı ve uzlaşmaz mücadelesinin bir "uzlaşmayla", dahası "uzlaşmaya boyun eğme"siyle sonuçlandığına bakarak bir yargıya varmak yanlış olacaktır. "Kuzey İrlanda sorunu" IRA'nın "uzlaşmaya" boyun eğdirilmesiyle ve IRA'nın silahsızlandırılmasıyla ortadan kaldırılabilir bir sorun değildir. Sorunun özünde yatan İngiliz sömürgeciliği ve İngiliz aristokrat ırkçılığı ortadan kaldırılamadığı sürece, yapılacak her türlü biçimsel değişiklikler sorunun çözümünün bir başka döneme ertelenmesinden başka bir sonuç vermeyecektir. Ve o gün geldiğinde, yeni koşulların ve yeni sınıf ilişkilerinin üzerinde yükselen yeni bir IRA'nın ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır.
[1*] M-19'un silahlı mücadeleyi terk ederek hükümetle "barış" anlaşması yapması, gerilla savaşları tarihinde özel bir yere sahiptir. 1990'da ilan edilen ateş-kes'le başlayan ve ardından M-19'un "demokratik açılım" adını verdiği silahlı örgütlenmenin tasfiye edilmesi süreci, M-19'un legal bir parti haline dönüşmesiyle sonuçlanmıştır. Ancak bu "demokratik açılım" sürecinde, M-19'un gerilla savaşı yürüttüğü dönemden kalma komutanlarının neredeyse tamamı öldürülmüştür. Bu tarihten itibaren M-19, "Demokratik İttifak" adıyla faaliyet yürüten "sosyal-demokrat" bir örgüt olmuştur. Seçimlerdeki oy oranı %6'yı aşamamıştır. [2*] Fidel Castro, 14 Mart 1967 tarihli konuşması. [3*] Savaşların ve devrimlerin tarihi göstermiştir ki, bazı taktik hedefler stratejik nitelik kazanabilir. Böyle durumlarda yeterince hazır olmasalar da tüm stratejik güçler bu taktik hedefler için harekete geçirilir. Ancak sonuç taktik nitelikte değil, stratejik niteliktedir. Dolayısıyla ortaya çıkan zafer ya da yenilgi de stratejik nitelikte olur. [4*] Clausewitz, Savaş Üzerine, s. 56, May Yay. [5*] "Sinn Fein, boynuna dolanmış IRA albatroslarıyla kendisini ayırmadığı sürece tam anlamıyla demokratik bir parti olamaz" diyen Massachusetts senatörü Ted Kennedy, IRA'nın "silahsızlandırmayı" kabul etmemesini gerekçe göstererek, 15 Mart 2005'de Gerry Adams'la olan görüşmesini iptal etmiştir. Bu gelişmeden sonra, Gerry Adams 6 Nisan 2005'de IRA'ya "silahsızlandırmayı" kabul etmesi çağrısı yapmıştır.