Üniversiteler, 591 fakülte, 179 dört yıllık yüksekokul, 473 iki yıllık meslek yüksekokullarıyla, yeni kayıt olan 450 bin öğrencisiyle açıldı. Yaklaşık 1.350.000 öğrencinin yarısı fakültelerde ders başı yaparken, yarım milyona yakın öğrenci ön lisans programlarında okullu oldular.
Ve her zamanki gibi, öğrenci harçları, yurt ücretleri, ulaşım giderleri vb. konular yapılan açıklamalarda, yayınlanan bildirilerde bir kez daha gündemin ilk sırasına yerleştirildi. Öğrenci "insiyatifleri", öğrenci "kolektifleri", öğrenci "dernekleri", öğrenci "konseyleri" yeni gelen öğrencilere üniversite öğrencisinin sorunlarını anlatan bildiriler yayınlayıp masalar açarken, eski öğrenciler bildik bir "mekan"da olmanın rahatlığıyla üniversite alanlarını doldurdular.
Bir kez daha, üniversite eğitimi, üniversitelerin paralı hale getirilmesi konuşulup tartışılırken, "nitelikli eğitim", "parasız eğitim" gibi savsözler edildi.
Yeni öğrenciler "umutlarıyla", eski öğrenciler alışkanlıklarıyla yeni ders yılına başladılar.
Lise birinci sınıfa kadar olan derslerden sorumlu tutuldukları ÖSS sınavını kazanarak başlayan üniversite macerası, kısa sürede yeni arkadaşlık ilişkileriyle, boş geçen derslerle, öğretim üyesi olmayan bölümlerle, mezun olduktan sonra nasıl iş bulunacağı sorusuna karışarak her zamanki gibi yoluna devam ediyor.
Üniversitelerle ilgilenen herkesin ortaklaştığı gerçek, üniversitelerin üniversite olmaktan çıktığı, başlı başına bir gelir kaynağı haline getirildiği, "piyasa için eğitim" adı altında yozlaştırıldığıdır. Birbiri ardına açılmış üniversitelerin gerekli eğitim araçlarına ve öğretim üyelerine sahip olmadıkları da yine ortaklaşılan başka bir gerçektir. Artık üniversite eğitiminin, birkaç "seçkin" üniversitenin "gözde" bölümleri dışında belli bir niteliğe sahip olmadığı da herkesin bildiği gerçeklerdendir.
Bu gerçekler karşısında, kimileri üniversite "reformu"nun zorunlu olduğunu söylerken, kimileri bu durumun tek sorumlusunun YÖK olduğunun altını çizmektedirler. Öğrenci kuruluşlarının (insiyatif, kolektif, dernek, konsey vb.) "parasız eğitim" talepleri, araya sıkıştırılmış "nitelikli eğitim" talebiyle yinelenirken, üniversite ve üniversite eğitiminin içinde bulunduğu sorunlardan nasıl kurtarılacağına ilişkin ortak bir bakış açısı mevcut değildir.
Bugün üniversite öğrencileri için, "nitelikli eğitim" ya da üniversite eğitimi adını hak eden bir eğitim fazlaca önem taşımamaktadır. Tüm dikkatler, üniversite eğitimi sonrasında iş bulma olanaklarına yöneltilmiştir. Bu nedenle, gerek öğrencilerin, gerekse ailelerinin tercihleri kolay ve yüksek ücretle iş bulma olanaklarının olduğu üniversiteler ve bölümlerde toplanmıştır. Özel dershanelere ödenen ücretler de bu tercihin bedeli olarak ortaya çıkar.
Yine de üniversite denildiğinde, fakülteler ilk sırada yer alır. 2005 verilerine göre, 1.247.000 öğrencinin 630.000'i fakültelerde okumaktadır. 60.000 öğrenciye sahip olan dört yıllık yüksek okullar dışında, kalan tüm "üniversite öğrencileri", ya iki yıllık meslek yüksekokulunda (226 bin) ya da "ikinci öğretim"de (320 bin) okumaktadırlar.
Böylece "üniversiteler", 1.247.000 öğrencinin okuduğu "okullar"dır.
Bir öğrencinin ilkokuldan üniversiteyi bitirdiği zamana kadarki eğitim sürecini izlediğimizde karşımıza çıkan tablo, üniversitelerin, ismin kendisinde yer alan "evrensel" eğitim kurumları olmaktan çıkmış olduğudur. İster dört yıllık, ister iki yıllık (lisans ve ön-lisans sınıflamasıyla "üniversal" bir sıfata sahip kılınmışlardır) meslek yüksek okullarının "üniversite" bünyesine alınmasıyla, üniversiteler "evrensel eğitim" kurumundan daha çok "çıraklık okulu"na dönüştürülmüştür.
Daha olumsuz olanı ise, ÖSS sınavlarının lise birinci sınıfa kadar olan derslere dayanılarak gerçekleştirilmesidir. Böylece üniversite "okul"una gelmiş olan bir öğrenci, gerek eski dönem üniversitelerine göre, gerekse uluslararası standartlara göre, henüz lise birinci sınıf öğrencisi bilgisine sahip olarak ders başı yapmaktadır. Kaçınılmaz olarak, üniversite "okulu" eğitimi, lise birinci sınıf üzerinden başlatılmakta ve eğitimin ilk iki yılı lise bilgisinin tamamlanması haline dönüşmektedir. Bu durumda, "ön lisans" programlarına yerleştirilmiş meslek lisesi mezunları, "üniversite mezunu" olduklarında aldıkları eğitim, olması gereken normal meslek lisesi eğitiminden başka bir şey değildir.
Dört yıllık bölümlerde okuyan öğrenciler biraz daha "şanslı"dırlar. Onlar, üniversite "okulu"nun ilk iki yılında eksik lise bilgilerini tamamlamakta ve son iki yılında da "üniversite" eğitimi görmektedirler. Sonuçta, bu bölümlerden mezun olan öğrenciler, uluslararası standartlara göre üniversite ikinci sınıf öğrenimine sahip olmaktadırlar.
İster ön lisans, ister lisans programlarından mezun olsunlar, her durumda üniversite mezunları, tam ve gerçek üniversite eğitimi görmeksizin iş piyasasına çıkmaktadırlar.
Her ne kadar fakülteler ve meslek yüksek okulları "piyasa için eğitim" verdiklerini iddia ediyor olsalar da, verdikleri eğitim eksik eğitimdir. Dolayısıyla da "iş piyasası"nda düz işçi olarak iş bulmaktan başka bir seçeneğe sahip değillerdir.
Bugün ÖSS sınavlarıyla başlayan bu eğitim eksikliği sadece hukuk fakülteleri için düzeltilmeye çalışılmaktadır. Hukuk eğitiminin beş yıla çıkartılması bu eğitim eksikliğinin "hukukçular lobisi"nin çalışmalarıyla giderilmesinden ibarettir.
Ama sorun tüm üniversite eğitiminin temel sorunudur. "Paralı eğitim" bu sorunun bir parçasıdır ve eksik eğitim ortadan kaldırılmadığı sürece ortadan kaldırılamaz.
Üniversitelerde, lisans ve ön lisans bölümlerinde yapılan eksik eğitimin kaynağı ÖSS sınavlarıdır. ÖSS sınavlarının lise birinci sınıf düzeyinde yapılmasıyla başlamaktadır. Bu yönüyle, orta öğretim sisteminin çarpıklığı ve özel dershaneler sorunu ortaya çıkmaktadır. Bir bütün olarak mevcut eğitim sisteminin çarpıklığı, üniversite düzeyinde devam etmektedir.
Üniversite eğitiminin tam ve eksiksiz bir üniversite eğitimi haline getirilebilmesinin yolu, bir bütün olarak eğitim sisteminin değiştirilmesinden geçmektedir. Ama böyle bir sistem değişikliği de, mevcut siyasal sistemin bir bütün olarak değiştirilmesiyle olanaklıdır.
İşte bu iç içe geçmiş çarpıklıklar ve siyasal sistemle olan bağlantısı üniversite sorununu içinden çıkılamaz hale getirmektedir.
Türkiye'deki eğitim sistemi başlı başına bir "saadet zinciri" oluşturmaktadır. Bu "saadet zinciri"nin her bir halkası, bir kesimin çıkarlarına denk düşer. Zincirde yapılacak en küçük değişiklik, çıkarların çatışmasına yol açarak siyasal sonuçlar üretmektedir. Dolayısıyla hiçbir siyasal iktidar bu "saadet zinciri"ni kırmaya kalkışamaz. Yapabilecekleri tek şey, kendi destekçilerine bu "saadet zinciri"nde bir halka eklemekten ibarettir. Bu halkalar artarak, bugüne gelinmiştir.
"Saadet zinciri"nin ilk halkası ana okulları ve ilköğretimdir.
Gerçek ve tam anlamıyla "paralı eğitim"in başladığı yer burasıdır. Özel ana okulları, özel ilköğretim okulları, bir yandan sermaye yatırım alanı haline getirilmiş, diğer yandan "öğretmen"ler için daha yüksek gelir kapısı olmuştur. Özel, güzel ve modaya uygun okul üniformalarıyla özel ilköğretim kurumları, "parayı veren"in sözünün geçtiği, sermaye yatırımının kâr oranının belirlediği bir eğitimsizlik alanı haline getirilmiştir.
Bu değişimle birlikte, sorun, bu eğitimsizlik alanlarında okuyanların "eğitim"lerini nasıl sürdüreceklerine dönüşmüştür. Özel ilköğretimi, özel ortaöğretim takip eder. Olağan olan özel öğretim mezunlarının özel üniversitelere ya da yüksek okullara gitmeleridir. "Parayı veren" bunun karşılığını alır ya da alamaz. Bu "bireysel tercih" konusudur, özel okullarda okuyanların özel üniversitelerden mezun olmaları kadar, mezun olduktan sonra nerede ve nasıl iş bulacakları da bu "bireysel tercih"in katlanacağı bir sonuçtur.
Ama böyle olmamıştır.
Özel üniversitelerin devlet üniversiteleriyle eşdeğerleştirilmesiyle, yani diploma eşitliğinin sağlanmasıyla eşitsizlik ortaya çıkmıştır. Artık tüm ortaeğitim mezunları ÖSS sınavına girerek üniversiteye yerleştirilmektedir.
Spor, sağlıklı beslenme, okul gezileri, kültürel aktivite ağırlıklı "eğitim" veren özel ortaöğretim kurumları mezunlarının ÖSS yoluyla devlet okullarıyla eşitlenmesi, özel üniversite hazırlık dershanelerinde patlamaya yol açmıştır. Yüksek ücret ödendiği için daha deneyimli öğretmenleri istihdam ederek daha iyi "eğitim" verdikleri iddiasında olan özel orta öğretim okulları ile devlet okulları arasındaki eşitsizlik, özel üniversite hazırlık dershaneleriyle kapatılmaya çalışılmıştır. (Aynı zamanda pek çok "idealist öğretmen" bu özel dershanelerde çalışarak yüksek ücret almanın yolunu bulmuşlardır.)
1990'ların sonlarına doğru özel orta öğretim okullarında eğitimin artan "eğitimsizliği" ve devlet okullarında derslerin "boş" geçmesi, bir yandan özel hazırlık dershanelerine olan talebi artırırken, diğer yandan eğitim düzeyinin düşmesine yol açmıştır. Bunun sonucu ise, ÖSS sınavlarının düzeyinin geriye çekilmesi, lise birinci sınıf düzeyine indirilmesi olmuştur.
Diğer önemli gelişme ise, "sanayinin gereksinme duyduğu ara elemanların eğitilmesi" adıyla meslek liselerinin yaygınlaştırılmasıdır. Ancak bu meslek liseleri, vermeleri gereken mesleki eğitimden uzaklaştırılarak, ÖSS sınavlarına endekslenmiştir. Böylece meslek lisesi mezunları mesleki hiçbir eğitime sahip olmaksızın "iş piyasasına" girmek durumunda kalmışlar ve doğal olarak da çıraklıktan gelme işgücünün karşısında işsiz kalmışlardır. Bu da, öğrencileri ve ailelerini ÖSS'ye daha fazla ağırlık vermeye yöneltmiştir. Bu yönelim karşısında bulunan "çözüm", üniversitelerin çatısı altında ve üniversite eğitimi verilecekmiş görünümüyle iki yıllık meslek yüksek okulları yaratmak olmuştur. Değişik "imaj" çalışmalarıyla, demagojilerle, reklamlarla bu iki yıllık meslek yüksek okulları "cazibe merkezi" haline getirilmiştir.
Ardından "ikinci öğretim" adıyla yeni üniversite bölümleri oluşturulmuştur. Bu sayede 350 bin öğrenci "açıkta" kalmaktan kurtarılarak, üniversite öğretim üyelerine ek kazanç kapısı haline getirilmiştir.
"Saadet zinciri"ne takılan her ek halka, bir yandan üniversite eğitiminin düzeyini düşürürken, diğer yandan ÖSS'yi basit bir "eleme ve sıralama sınavı" haline dönüştürmüştür. Artık sınava giren öğrencinin bilgi düzeyinin ölçülmesi ve buna bağlı olarak üniversiteye yerleştirilmesi söz konusu değildir. Bu nedenle ÖSS sınavında ne düzeyde soru sorulduğunun önemi de kalmamıştır.
Lise birinci sınıf bilgisiyle üniversiteye "kapağı" atan öğrenciye verilen eğitim, bir dönem eski klasik lise mezunuymuşcasına sürdürülmüşse de, dersleri öğrenme ve başarı oranlarındaki düşüşten sonra değiştirilmiştir. Lisede eksik bırakılan derslerin tamamlanmasına yönelik bir "üniversite eğitimi" ortaya çıkartılmıştır.
Üniversite öğrencisi, lisede görmediği derslere dayanan bu eksik ve çarpık eğitimi "üniversite eğitimi" olarak algılarken, öğretim üyeleri bu iki yıllık zaman süresinde bölümle ve eğitimle ilgisi olmayan "entelektüel bilgi" satıcısı olarak öğrencilerin karşısına çıkmaktadır. Bu sayede "üniversite" öğrencisi "entelektüel bilgi" sahibi olduğuna inanır, bu dil ve söylemle konuşur, çevresiyle ilişki kurar. Olmayan ve verilmeyen ise gerçek üniversite eğitimidir.
Tüm bu "saadet zinciri"nin ortaya çıkardığı çarpıklık, göstermelik "ön lisans" meslek yüksek okullarının üniversite "çatısı" altına alınmasıyla birlikte üniversite öğrencilerinin ortak amaçlar etrafında örgütlenmesini de engellemiştir. Artık üniversite adı verilen yere aynı kapıdan giren, aynı bahçede ve koridorlarda dolaşan, aynı yemekhanede yemek yiyen, harç ödeyen, ama "iş piyasası"nda farklı konumlarda bulunan öğrenciler "üniversite öğrencisi" adıyla bir ve eşit hale getirilmişlerdir.
Bugün üniversite öğrenci hareketinin en temel sorunu, üniversite eğitiminin "evrensel" niteliğini yitirmesi, eksik eğitim verilmesi ve farklı eğitim düzeylerinin aynı çatı altında birleştirilmesidir.
Lisans ve ön lisans bölümlerinde kayıtlı meslek lisesi mezunlarının yüksek öğrenime ilişkin sorunları ile fakültelerde okuyan üniversite öğrencilerinin sorunları bir ve aynı değildir. Ortaklaşabildikleri tek konu, eğitim giderleri ve mezun olduktan sonra iş bulma olanaklarının sınırlılığıdır.
Ekonominin ithalata bağımlı hale gelmesi, üretimin yerini ithal malların ticaretinin alması, turizm vb. alanlarda yoğunlaşan hizmetler sektöründeki gelişmeler, geçmişten farklı olarak, üniversite mezunları için gerekli ve uygun iş olanakları yaratmamaktadır. Ön lisans adıyla "akademik" görünüme sokulmuş olan iki yıllık meslek yüksek okulları (ki üniversite öğrencilerinin üçte birini oluşturmaktadırlar) çok sınırlı ve konjonktürel iş konularına yöneltilerek ve artan kontenjanlarla büyük bir işsizler kitlesi üretmektedir. Dayanıklı ve dayanıksız tüketim malları ithalatı, eski "ithal ikameci sanayileşme" dönemindeki gibi üniversite mezunlarına iş olanağı sağlamamaktadır. Çarpık, niteliksiz ve eksik eğitim "okulları" haline gelen üniversiteler, iki ya da dört yıllığına bir buçuk milyon gencin "umut" içinde tutulmasına hizmet eden, sıradan ve basit apolitikleştirme araçları haline dönüştürülmüştür.
Bu apolitikleştirme aracı, düzenin sürdürülmesi için özel olarak ayakta tutulmaktadır. Ancak işsiz üniversite mezunlarının sayısı gün geçtikçe artmakta ve üniversite eğitiminin kalitesi sürekli düşmektedir.
Bugün dünyada sanayi üretimi önemli değişikliğe uğramıştır. Ucuz işgücüne dayanan "ithal ikameci sanayi"ler önemli ölçüde yer değiştirmiştir. Özellikle Çin'in uluslararası pazarlara girmesiyle "ara eleman" yetiştirilmesi pek çok ülke için gereksiz hale gelmiştir. Emperyalist ülkelerdeki işsizlerin büyük bir bölümü "ara elemanlar"dan oluşmaktadır. Bu nedenle "sanayinin gereksinme duyduğu ara eleman" yetiştirmeye yönelik eğitim sistemi önemli ölçüde gereksiz hale gelmiştir.
Diğer yandan ülkemizde her türlü ulusal kalkınma, ulusal büyüme gibi kavramlar ve ölçüler terk edilmiş, yerini ucuz döviz-yüksek faiz politikalarıyla ithalat almıştır. Bu durum, tüm eksiklikleri ve çarpıklıklarıyla "ara eleman" yetiştirmeyi amaçladığı iddia edilen meslek yüksek okullarını gereksiz hale getirmektedir. Bu ekonomik yapı değiştirilmediği, sanayi ve tarım üretimine dayanan ekonomik büyüme sağlanamadığı sürece meslek yüksek okulları sürekli ve artan oranda işsizler üretmeye devam edecektir.
Bu koşullarda meslek yüksek okul öğrencilerinin, dünyadaki ve ülkedeki ekonomik ve siyasal gelişmeleri izleyerek, ancak hiçbir hayale kapılmaksızın kendi bölümleri için özgün eğitim programları üretmekten başka yolları yoktur. Geçici (konjonktürel) iş olanaklarına ve "globalizm"in ortaya çıkardığı iddia edilen "iş kollarına" dayandırılmış meslek yüksek okulu bölümlerinin kapatılması ve öğrencilerinin daha temelli bölümlere doğrudan ve koşulsuz geçişinin sağlanması için çaba göstermelidirler. Tüm ön-lisans programları iptal edilmeli ve lisans programları haline dönüştürülmelidir. Hiç unutulmamalıdır ki, üretime dayanmayan bir ülke ekonomisinde mesleklerin ve "ara elemanların" istihdam edilebileceği işler hiç olmayacaktır.
Benzer durum fakülteler için de geçerlidir. Üniversite kontenjanlarının sınırlı olduğu ve üniversitelerin sayısının az bulunduğu dönemlerde istihdam olanağına sahip olan pek çok fakülte ve bölüm artık işsizler kitlesi üretmektedir. Bu bölümlerden mezun olanlar, mevcut ihtiyaçtan fazladır. Ekonomik dilde ifade edersek, arz artmış, talep aynı kalmıştır. Özellikle kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi ve kamunun tüm üretim alanlarından el çektirilmesi pek çok fakülte mezununun kendi kaderine terk edilmesine yol açmıştır.
Daha klasik ve akademik yönü ağır basan fakülteler ise, eğitim eksikliği ve niteliksizliği nedeniyle "öğretmen" ve "memur" yetiştirme yerleri haline dönüşmüştür. Açılan öğretim üyeliği kadroları sayesinde bir kısmı iş bulabilirken, büyük bölümü "kamu personeli seçme sınavı" adayı olarak kuyruklarda beklemek zorunda kalmaktadır.
Özetlersek, en bilinen ve "klasik" sözle, üniversite öğrencilerinin sorunları ülkenin ağırlaşan sorunlarıyla birleşerek topyekün bir düzenlemeyi gerektiren boyutlara ulaşmıştır.
Bu durumun sorumlusu tek başına YÖK değildir. YÖK, üniversitelerin apolitikleştirilmiş gençlik kitlesi yaratmak, "saadet zinciri"nin sürmesini sağlamak için kullanılan merkezi bir yönetim aracından başka bir şey değildir. YÖK'ün kaldırılması ya da "reforme" edilmesi, üniversite öğrencilerinin sorunlarını hiçbir şekilde değiştirmeyecek, tersine "yeni umut"lar yaratarak, sorunların ertelenmesine ve daha da ağırlaşmasına yol açacaktır.
Bugün tüm üniversite öğrencileri, fakülte ve meslek yüksek okulları öğrencileri, ülkenin içinde bulunduğu koşulları gözönüne alarak ve bilerek, kendi bölümleri için yeni bir eğitim programının oluşturulması amacıyla bir araya gelmelidirler. Sözcüğün tam anlamıyla, mevcut eğitim programları ve yapılanışına alternatif bir eğitim programı ve yapılanışı ortaya çıkarmalıdırlar. Bu çalışmalar, tek tek bölümlere kadar yaygınlaştırılmalı, her bölümün eksik eğitimi tamamlayıcı ve yenileştirici özgün programlar ortaya çıkarmaları sağlanmalıdır.
Bu programlarının uygulanmasına yönelik üniversite öğrencilerinin hareketi, her durumda ülkenin ekonomik, toplumsal ve siyasal yapısının buna bağlı dönüşümünü de zorlayacaktır.