KURTULUŞ CEPHESİ - Mart-Nisan 1996
Öğrenci Eylemlerinin Sorunları
12 Eyül askeri darbesi ile birlikte uygulanan şiddet ve terörle sağlanan kitle pasifikasyonunun, 1993 sonrasındaki ANAP iktidarlarının ekonomik uygulamalarıyla birleştirilerek sürdürülmüsindeki ilk büyük gedik 1989 yılında başgösteren kitle eylemlilikleriyle olmuştur. Öğrenci gençlik içersinde başlayan dernekleşme ve YÖK'e karşı kampanyalar ile işçi sınıfının kendi ekonomik istemleri için mücadelesi Zongulduk maden işçilerinin Ankara'ya doğru yürüyüşe geçmeleriyle doruk noktasına ulaşmıştı.
Zonguldak'ın maden işçilerinden tersane işçilerine, Tekel işçilerinden metal işçilerine kadar hemen her işyerinde ortaya çıkan kitlesel eylemlilikler ile öğrenci gençliğin üniversite içiyle sınırlı da olsa eylemlilikleri, 1990'a girilirken oligarşinin en önemli sorunlarının başını çekiyordu. Kürt ulusal hareketinin kendi içinde geliştiği ve belli bir kitlesel eylemlilikle yürütüldüğü aynı dönemde, yasal zeminde de olsa kitle hareketlerinin yükseliği, oligarşi için sağlam bir "arka-cephe" oluşturma planları ve uygulamalarıyla birlikte görülmüştür. 1991 Ekim seçimleri ortamına girilmesiyle birlikte, tüm kitlesel eylemliliklerinde ortaya çıkan belirgin gerileme, aynı zamanda 1991 Ekim seçimlerinde ANAP'ın iktidarı yitireceği beklentisiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Gerek PKK'nin eylemleri, gerekse kimi şehir gerilla eylemleri küçük-burjuvazinin pasifize edilmesi için geniş ölçükte kullanılmışsa da, bu dönemdeki kitlesel hareketlerde görülen gerilemenin belirleyicisi, seçimlerde iktidarın değişeceği beklentisi olmuştur.
Ancak görülen bir olgu da, işçi hareketinin toplu iş görüşmelerinin yapıldığı bir döneme denk gelmesi ve hareketin işçilerin ekonomik istemleriyle sınırlı bir zeminde gelişmiş olmasıdır. Ama aynı durum öğrenci hareketi için daha farklı ortaya çıkmıştır. 12 Eylül sonrasında kışlalaştırılan ve liseleştirilen üniversitelerin başındaki YÖK'e karşı ortaya çıkan tepkiler, aynı zamanda üniversite gençliğinin örgütlenme talepleriyle birlikte gelişmiştir. Son tahlilde, gençliğin akademik-demokratik istem ve mücadelesi olarak tanımlanabilecek bu faaliyetler, devrimcilerin hazırlıksız yakalandıkları bir dönemi de ifade etmektedir. Bu hazırlıksızlık kendisini öğrenci eylemliliklerinde atılan sloganlarda, yayınlanan bildirilerde ortaya çıkan öğrenci talepleriyle "ilgisi" olmayan konuları içermesinde göstermiştir. Öğrenci gençliğin tüm toplumsal sorunlar karşısında tepki gösterebilme özelliği ve öğrenci gençliğin değişik sınıf ve tabakalardan gelen gençlerden oluşması, böylesine bir "ilgisizliğin" yadırganmamasını getirmesi gerekirken, oligarşinin yürüttüğü karşı propaganda bu sonucu yaratmıştır. Öte yandan devrimcilerin kitle hareketlerine hazırlıksız oluşları ve 12 Eylül'den itibaren tüm faaliyetlerin oligarşinin terör ve şiddeti tarafından belirlenen bir ortamda yürütülmesi, ister istemez kimi hataların yapılmasını da getirmiştir. Bu konuda en çarpıcı örnek ODTÜ'de ortaya çıkmıştır.
1989 yılında üniversiteler arasında en yaygın örgütlülüğün sağlandığı ODTÜ, bu dönemin temel çekici gücü olarak belirginleşmekteydi. Revizyonist ve oportünistlerin etkisinin sınırlı olduğu bir öğrenci derneğine sahip olan ODTÜ, YÖK'e karşı geniş kitlenin katılımının sağlandığı eylemlilik içindeyken, öğrenci derneğindeki devrimci unsurların "daha özgün hedefler için" başka eylemliliklere girişmeleriyle giderek etkisizleşmiştir. Daha henüz öğrenci derneklerinin yasallığının bile sağlanılmamış olduğu bir ortamda, DS'lilerin "Dev-Genç'i yasallaştırmak" için yaptıkları kadrosal eylemlilikler, öğrenci derneğinin yönetiminin "sivil toplumcuların" eline geçmesini sağlarken, diğer yandan tüm hareketin dağılmasına neden olmuştur.
1995 yılında yeniden yükselen kitle hareketleri, daha ilk anda oligarşinin terörü ile yüzyüze kalmıştır. Gazi olayları ile başlayan 1995 yılı, işçilerin ekonomik grevleri ile gelişmiş ve öğrenci eylemlilikleriyle sürmüştür.
Gazi'de kitleye yönelik kullanılan açık siyasal zor, oligarşinin yükselmeye yönelen kitle hareketlerine karşı bir pasifikasyon girişimi olarak ortaya çıkarken, işçilerin ekonomik grevlerinin çeşitli pazarlıklarla sona erdirilmesiyle tamamlanmıştır. Ancak üniversite gençliğinin 1995 sonlarında başlayan hareketliliği, oligarşinin dikkatini daha az çekmiştir. Yine de tüm yıl boyunca ortaya çıkan kitle eylemlilikleri, oligarşinin kitle eylemliliklerine karşı önemli bir hazırlığa sahip olmadığını da göstermiştir. Geçmiş yılların toplum polisinin tasfiye edilmiş olması ve bunun yerine hiçbir şeyin konulmamışlığı, oligarşinin kitle hareketlerini açık siyasal zor ile sindirmeyi sürdüreceğini göstermekteydi. Gazi olaylarında açık biçimde görülün bu durum, aynı olayların yaratmış olduğu büyük etki ile birleştiğinde, oligarşiyi daha farklı bir uygulamaya girmeye zorlamıştır. Ancak aradan geçen tüm zaman, oligarşinin açık siyasal zor uygulamasını gündemde tutmayı sürdüreceğini göstermiştir.
İşte bu koşullarda başlayan üniversite gençliğinin harçlara karşı eylemliliği, seçim ortamı içersinde fazla dikkat çekmemiştir. Ancak üniversite gençliğinin eylemliliğinin giderek kitleselleşmesi ve üniversite dışına çıkmasıyla birlikte, oligarşinin ve ülkenin gündemine girmiştir.
Üniversiteleri paralı hale getirilmesinin adım adım tezgahlanması olan harçların yükseltilmesiyle birlikte gelişen eylemler, aktif katılım düzeyinde olmasa bile, tüm üniversite gençliğinin onayına sahip olması ve olduğunun açık bir biçimde görülmesi, oligarşi için beklenmedik bir gelişme olmuştur. Bunun üzerine, harçlara yönelik olarak sürdürülen tüm eylemlilikler içersinde, "haklı talepler"le "ilişkisi olmayan" yanların öne çıkartılmasına yönelik propaganda yaygınlaştırılmaya başlanılmıştır. Sol örgütlenmelerin geniş kitlelere seslerini ve adlarını duyurma gereksinmesi ile belirlenen pankartlar, sloganlar bu propagandanın en temel malzemesi olarak kullanılmıştır.
Taksim'deki eylem sonunda polisin kitleye saldırmasıyla başlayan olaylarda, bireysel olarak da olsa çeşitli işyerlerine yönelik eylemlerin ortaya çıkması, oligarşinin propagandasını yoğunlaştırmasını getirmiştir. Bir öğrencinin sözleriyle, "aylardır açlık grevleriyle, toplantılarla sesimizi duyuramamışken, kırılan bir iki camla böylesine öne çıkma"ları, oligarşinin öğrenci hareketi karşısındaki tutumunu açık biçimde ortaya koymaktadır. Taksim eylemliliği ardından İstanbul Hukuk Fakültesi işgaliyle gündemdeki yerini koruyan öğrenci hareketi, bu andan itibaren, belli bir "meşruiyet" içinde ve "yasal sınırlar çerçevesinde" sürdürülmesi gereken bir hareket olarak lanse edilmeye çalışılmıştır. "Eski bir 68'linin çocuğuna mektubu" ile simgeleşen bu pasifikasyon, ilk anda öğrenci kitlesinden büyük bir tepki almış olmasına rağmen, giderek -gözle görülmez bir biçimde- genel bir "kabul" gördüğünü ortaya çıkarmaya başlamıştır. Özellikle televizyon haberleriyle sürekli işlenen bu pasifikasyon, öğrenci kitlesinin "korkutulması"na dayanmaktadır. Ancak bu doğrudan zor uygulaması ile değil, zor uygulaması tehditi ile yapılmaktadır. Böylece, sözcüğün tam anlamıyla gündem, üniversitelerin paralı hale getirilmesi ve bunun ön hazırlıkları olarak harçların yükseltilmesi olmaktan çıkartılıp, "kuşak" tartışmalarına doğru kaydırılmıştır. "Gerçek 68'liler biziz-sizsiniz" tartışmalarına çekilen öğrenci kitlesi, elinde olmayan propaganda araçlarının görüntüsü haline getirilmeye yöneltilmişlerdir.
Bu yöneltilme "haklı taleplerin" "yasal çerçevede" dile getirilmesi şeklinde olmasının ilk ürünü, öğrenci gençlik içindeki revizyonist ve pasifist sol örgütlenmelerin öne çıkması olmuştur. Televizyonların sürekli olarak "öğrenci talepleriyle ilgisi olmayan sloganlar, pankartlar" söylemi ile desteklenen bu gelişme, akademik-demokratik mücadele konusundaki belirsizliklerle birleşmiştir.
"'Gençliğin eylemlerinde şu yapılmalı, şuraya kadar yapılmalı, şu türler bizi şöyle kısıtlar, bu türler böyle yüceltir' türünden laflar kuru birer demagojiden ibarettir. Gençlik eylemlerinde sonuna kadar haklıdır ve hakkını almak için önüne burjuva düzeninin çizdiği sınırları koyamaz. Onun eyleminin temel belirleyicisi, kendi haklılığından aldığı güç ve meşruluğudur. Mutlaka eylemin hedefini saptırıcı ve gençliğe zarar verici tarzlardan uzak durulacaktır. Ama hiç bir zaman ne barışçı olmak adına düzenin yasallığına hapsolunacak ve ne de şiddet adına gençliğe ve amaçlarına zarar verilecektir."
İşte bu sözlerde ifadesini bulan belirsizlik, kaçınılmaz olarak mücadeleyi oligarşinin çizdiği sınırlar içersinde sürdürmeyi hedefleyen pasifist örgütlenmelerin etkinliğini artırmaktadır. Devrimciler, sözcüğün tam anlamıyla bir ikilem içine sokulmak istenmektedir: Ya öğrenci hareketini mevcut düzenin koyduğu sınırların ötesine götürmek için faaliyet yürüterek, öğrenci kitlesinden kopartılmayı göze alacaklar; ya da oligarşinin çizdiği sınırlar içersinde hareket ederek, öğrenci kitlesinin apolitik niteliğinin sürmesini göze alacaklardır. İşte bu ikilem karşısında ortaya çıkan belirsizlik, bugün için "legalistlerin" etkin olmasını getirmiştir. (Bu konuda tipik örnek SİP olmaktadır. Politik ve örgütsel olarak varoluşlarıyla kıyaslanamayacak ölçüde öğrenci hareketi içersinde "popüler" hale gelişleri, sıradan bir "medyatik" olay değildir.)
Öğrenci hareketinin içinde taşıdığı kimi olumsuzlukları 1989 yılındaki eylemlilik üzerine yapılan bir değerlendirmede şöyle ortaya konulmuştur:
"Eğitim gören kesim olarak, ekonomiden felsefeye, sosyolojiden siyasete, fenden edebiyata kadar her alanda bilgiye ulaşmak durumunda olan bir gençlik kitlesi söz konusudur. Ancak bu kesimin elde ettikleri bilgiyi, nerede ve nasıl kullanacakları sorusu, sadece oligarşik yönetim açısından olumlu olarak yanıtlanabilmektedir. İşte bu durum, kaçınılmaz olarak, hareketin kendi amaçlarının silikleşmesini ya da önemsizleşmesini getirmektedir.
Öğrenci hareketi, özel olarak da üniversite öğrencilerinin hareketi, hızla politize olma koşulları içinde, kendi meşruiyet sınırlarını (yasalar çerçevesindeki hareketini) kısa sürede terk edebilmektedir. Ancak bu terk ediş, sadece nesnel koşulların bir dayatmasının, yani oligarşik yönetimin zor uygulamalarıyla değil, aynı zamanda, bu hareket içindeki unsurların sınıf bileşimlerinin durumuna bağlı olarak, bilinçli demesek bile, içgüdüsel davranışlarıyla ortaya çıkmaktadır.
Öğrenci hareketinin en temel sorunu da burada somutlaşmaktadır. Pratik olarak ifade edersek, bu sorun, kendisini üniversite düzeyinde 'demokratik ve özerk bir üniversite' yaratılması ile böyle bir üniversitede eğitim görenlerin, mezun olduklarında, oligarşinin 'eğitilmiş personeli' olmaktan başka bir seçeneklerinin olmaması durumu arasındaki çelişkide ortaya çıkar...
Ülkemizde, bir bütün olarak siyasal özgürlüklerin elde edilmesi, yani demokrasi sorunu bulunmaktadır. Bu, demokratik devrim sorunu olarak bütünsel bir örgütlenme ve mücadele sorunu durumundadır. 'Özerk ve demokratik üniversite', bu sorunun bir parçası olmakla birlikte, doğrudan devrime bağlı olmaksızın elde edilebilirdir. Ancak elde edilenlerin genişletilmesi, sürekli ve kalıcı kılınması, ancak demokratik halk devrimi ile olanaklıdır.
İşte bu durum, pratikte, oligarşik yönetim altında 'özerk ve demokratik üniversite' isteminin belli oranda gerçekleşebilir olması ile demokratik halk devriminin uzun bir savaşla gerçekleşmesi arasında, zamana bağlı bir farklılık ortaya çıkarmıştır. Devrimimizin olası uzun bir zamanı kapsayan mücadelesi ile 'özerk ve demokratik üniversite' mücadelesinin görece kısa bir zaman kesitini kapsaması, ikincinin mücadelesinin, oligarşik yönetimin gereksinme duyduğu 'eğitilmiş personel' sağlamaya katkıda bulunulmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Bu da, düzenin korunmasının, demokratik mücadele ile desteklenmesi gibi garip bir zihniyetin doğmasına neden olmaktadır.
Somut olarak bu durum, 'özerk ve demokratik üniversite' için yürütülen mücadeleye katılanların, birey olarak ya da kitle olarak, başarıya ulaşıldığı koşullarda 'ne yapacakları' sorusunu doğurmaktadır. Mücadelenin akademik, demokratik niteliğinin, böyle bir başarı durumunda, mücadele edenlerin okullarına dönmelerini, 'uslu öğrenciler' olarak derslere girmelerini öngördüğü de bir gerçektir. Tıpkı, ücret artışları için grev yapan işçilerin haklarını aldıklarında üretime yeniden başlamaları gibi.
Ancak böyle bir görünüm, ülkemizin demokratik devrim sorununu kavramış ve bu devrim olmaksızın, mücadele ile kazanılmış olsa bile, elde edilen hakların kalıcı olamayacağının bilincine ulaşmış öğrenciler için, daha başlangıçta siyasal mücadeleye geçmekten başka bir seçenek bırakmamaktadır. Bu seçenek ise, evrimci-reformist bir siyasal mücadele anlayışı ile devrimci silahlı siyasal mücadele anlayışı arasındaki yol ayrımının ortaya çıktığı düzeydir ve daha başlangıç evresinden itibaren varlığını hissettirmektedir.
Revizyonistler ve oportünistler, 'barışçıl' ya da 'reformist' bir siyasal mücadele anlayışlarıyla, öğrenci gençliğin en ileri unsurlarının karşılaştığı bu sorunda belli bir çıkış noktası olarak yaygınlığa sahiptir. Kısa dönemde düzenle her türlü bağlarını keserek devrimci siyasal mücadeleye katılmak yerine, uzun dönemde, düzenle bağlarını koruyarak ve bu arada eğitimini de tamamlayarak, reformist bir siyasal mücadeleye katılma olanağı, böylece, genel bir eğilim haline gelmektedir. Bu eğilim, bizzat revizyonist örgütlerin sürekli ve sistemli çalışmaları ile güçlendirilmektedir. Bu da öğrenci hareketinin kendi akademik-demokratik mücadele hedeflerine ulaşamadan önce 'tıkanması'nın nedenidir. 1989 sonlarında üniversite çevrelerinde ortaya çıkan gırgır edebiyatına dayalı protesto afişlerinin kökeni de burada bulunmaktadır. [*]
Bu eğilim varlığını sürdürdükçe ve revizyonistler tarafından özel olarak desteklendikçe, öğrenci hareketi ve örgütlenmesi 'belli bir düzey'in ötesine geçemez. Çünkü, böyle bir eğilim ve anlayış, 'özerk ve demokratik üniversite' mücadelesi için güçlerin, zaman ve mekan içinde yoğunlaştırılmasını engeller, daha fazla enerji ile sürdürülmesini frenler. Çünkü, bu eğilim ve anlayış, kendi içinde 'uzun dönemli' bir mücadele verilmesi gerektiği düşüncesini yaygınlaştırır ve dolayısıyla eğitimin tamamlanmasını öngörür. 'Merkezi öğrenci örgütlenmesi' ya da 'federasyon' istemlerinin etkili olamamasının nedeni de budur.
Bu eğilim ve anlayış, aynı zamanda, öğrenci hareketi içinde hızlı bir kadrolaşma durumu da yaratmaktadır. Kitlenin bir bütün olarak siyasal kadrolar haline getirilemeyeceği gerçeği, kaçınılmaz bir biçimde en ileri unsurların siyasal örgüt üyeleri olarak kadrolaşmasını getirmekte ve dolayısıyla kitlenin çoğunluğu kendi başlarına kalmaktadır.
Bu nedenledir ki, öğrenci hareketi belirli bir çerçeve içinde sıkışmakta ya da geçmişin basit bir yinelenmesi durumu ile karşı karşıya bırakılmaktadır. 12 Eylül sonrasında, açık devlet terörüne maruz kalmış olan üniversiteler, böyle bir ortamda geniş bir 'sessizler kitlesi' üretmektedir. Bu nedenle görev, 'özerk ve demokratik üniversite' mücadelesi içinde, bu sessizliği bozmaktır...
Bu noktaya ulaşırken, öğrenci gençliğin, devrimci siyasal mücadeleye, kitlesel ya da kadrosal katılımı sorunu, açık bir biçimde ortaya konulması gerekmektedir. Oligarşik yönetimin her türlü propaganda ve demagojiyle, öğrenci kitlesini devrimci örgütlerden uzak tutmaya ve böylece öğrenci hareketinin zayıflatılmasına çalıştığı bir gerçektir. Aynı şekilde revizyonistler de, devrimci siyasal örgütlerden öğrenci kitlesinin uzak kalması için elinden gelen her şeyi yapmaktadırlar. Bu koşullar altında devrimci bir örgütün öğrenci hareketine ve onun amaçlarına bakış açısını, net biçimde ortaya koyması zorunlu olmaktadır.
Bu zorunluluğun yerine getirilmesinde devrimci siyasal mücadelenin amaçlarının açık bir biçimde anlatılması yanında, öğrenci örgütlenmesinin sürekli ve kalıcılığı ile demokratik işleyişinin kesin güvenceye kavuşturulması şarttır. Bu güvence, devrimci örgüt kadrolarının, pratikte tutarlı bir demokratik davranışlar sergilemeleri ile bağlantılıysa da, başka açık belirlemelerle de desteklenmelidir." [**]
Öğrenci hareketinin bugün karşı karşıya olduğu sorunlar sadece bunlarla da sınırlı değildir. Oligarşinin öğrenci kitlesini pasifize edebilmek için kullandığı diğer bir araç da faşist milisler olmaktadır. Bugün için faşist milislerin öğrenci hareketine karşı geniş kapsamlı bir kullanımı gündeme getirilmemişse de, sürekli olarak böyle bir kullanımın olabileceği konusu işlenmektedir. Özellikle gazete ve televizyonlar aracılığıyla, öğrenci hareketinin düzen sınırları içersinde "tutulmadığı" takdirde faşist milis saldırılarına maruz kalacağı şeklinde propaganda sürdürülmektedir. "68'li"ler aracılığıyla sürekli olarak işlenen bu konu, son olarak BBP'nin "Nizami Alem Ocakları"nın "demokratik öğrenci toplantısı" ile "somutlaştırılmak" tadır. Bu propaganda da hedef öğrenci hareketi olmakla birlikte, hedef kitle öğrenciler değil, doğrudan onların aileleri olmaktadır. 12 Eylül öncesindeki faşist milis katliamları yaşamış ve 12 Eylül'ün tüm terör ve vahşetine maruz kalmış kitleler bu propaganda ile "ürkütülmek" istenmektedir. Bir dönemler T. Özal'ın "12 Eylül öncesine döneriz" söylemiyle sürdürülmüş bu propagandanın yeniden güncelleştirilmesi, kısa dönemde etkili olabilecektir.
Öğrenci hareketi bugün düzen sınırları içersinde "uysallaştırılmak" istenmektedir. Kendi taleplerine bile sessiz kalabilen ve bu taleplerinin yerine getirilmesini "büyüklerden" isteyen bir öğrenci kitlesi, 12 Eylül sonrasında yaratılmış ve günümüze kadar getirilmiştir. Bu durumu bozma dinamiklerine sahip her eylemlilik, kaçınılmaz olarak demagojiden şiddete kadar her yolla engellenmeye çalışılacaktır. Bütün sorun, bu durumların bilincinde olarak, en geniş kitlenin buna hazır hale getirilmesidir. Bu aynı zamanda oligarşik düzenin teşhiri olacağı için, kitlenin politize olmasında da etkili olacaktır.
Bugün öğrenci kitlesi kendisine ve kendi gücüne güvenmek durumundadır. Yapılan eylemliliklerle kendi gücünü görmüştür. Bunun yarattığı moral üstünlük, aynı zamanda öğrenci kitlesinin daha birleşik, kitlesel ve örgütlü olarak hareketini sürdürmesi için önemli bir avantaj sağlamaktadır. Bu moral üstünlüğün, öğrenci kitlesinin küçük-burjuva yanının getireceği kimi zaaflarla bozulması sözkonusu olabilecekse de, oligarşi açısından kolayca üstesinden gelemiyeceği yeni bir sürecin başlangıcı olacağı da kesindir.
Dipnotlar
(*) Bugün benzer bir gelişme Ankara'da yapılan "striptiz" gösterisiyle ortaya çıkmıştır.
(**) THKP-C/HDÖ : Kurtuluş, Sayı: 4, s: 19-20, 1990