Bahçesinde Ebruliiiii Hanım Eli Açan Ev,
Kızarmış Ekmekler vs.
vs.
12 Eylül 1980 sabahı 04.00'te spikerin Türkiye Radyoları'ndan yankılanan sesi devrimci, ilerici, demokrat olarak görülen herkese ve her şeye karşı, yeni bir baskı ve şiddet dönemini başlatıyordu: "Türk Silahlı Kuvvetleri ... yönetime bütünüyle el koymuştur."
Bu "bütünüyle el koyma", yalnız devlet aygıtını değil, teker teker yurttaşları, onların sınıf perspektifini, tarih bilincini, dünyaya bakışını ve dünyayı algılayışını da hedefliyordu. 12 Eylül sabahının hemen ardından başlatılan sindirme, baskı, yalnızlaştırma, tepkisizleştirme, kısacası pasifikasyon ve depolitizasyon operasyonu, az sayıda devrimci dışında, halk kitlelerinin, mutlak otoriteye kayıtsız şartsız boyun eğmesiyle ve eğdirilmesiyle sonuçlandı. 1987'de iç tepkiler ve dış baskılar sonucu sıkıyönetim uygulamasının sonlandırılması ile birlikte yoğun bir "medya" bombardımanı eşliğinde piyasaya sürülen demokratikleşme oyunu (project democracy), düzenin istediği "bireyleşmiş insan"ı yaratmayı hedefliyordu.
Bu karşı-devrim dönemi boyunca, devrim cephesinde büyük bir dağınıklık yaşandı. Solun bir bölümündeki ideolojisizleşme, perspektif yitimi, halkın devrimci örgütlere olan güvenini ve inancını ortadan kaldırdı. Devrimci kadrolar büyük ölçüde tasfiye edildiğinden, korunmasız kalan kitleler, devlet teröründen kaçmanın yolu olarak algıladıkları bireyciliği hızla benimsediler. Nicelik olarak nüfusun çoğunluğunu oluşturan küçük-burjuvazi ise, sınıfının tüm özelliklerini koruyarak "birey"leşirken, bir yandan da her türlü sınıfsal tahlilden ve bakış açısından uzak oportünizmini, ideolojik planda egemen unsur haline getirdi. Bu başarıda en büyük pay, emperyalizmin işbirlikçisi burjuvazinin güdümünde, her türlü "iletişim teknolojisi"nden faydalanan ve bu yoldan, kendi sınıfsal kavrayışlarının ve yaşam tarzlarının propagandasını yapma olanağına sahip olan kent küçük-burjuvazisinin "elit"lerine aitti.
Burada, kendi sınıfsal özelliklerine ve çıkarlarına uygun olarak ülkenin içinde bulunduğu siyasal konjonktüre göre rota ve konum değiştiren küçük-burjuva reformist aydınlarını, özellikle de küçük-burjuvazinin kadın aydınlarını ele alacağız.
Bu kadınlar, seksenlerin sonlarına doğru, Turgut Özal'ın "transformasyon" söylemiyle üstü örtülen "döneklik"e yedeklenmiş eski sol aydınları referans alarak, sol görünüm altında düzenin kökten değişimini engellemenin, böylece "olduğu gibi kalmayı" meşrulaştırmanın yolunu bulan, yüzünü "batı"ya dönmüş "çağdaş" görünümlü, eğitim görmüş, tercihan birkaç yabancı dil bilen küçük-burjuva kadınlardır.
Bu kadınlar, sevimli zararsız görünümleri arkasında gizlenmiş, oligarşi tarafından cömertçe ödüllendirilen bir görev üstlenmişlerdir: yüzlerine taktıkları sol maske ile, devrimci gelişmeyi engellemek, derinleşmekte olan ekonomik, toplumsal ve siyasal bunalımları "birey"in kafa karışıklığı ile geçiştirilmesini sağlamak.
Bundan sonrası, Marks'ın "kitlelerin alıklaştırılması" olarak adlandırdığı durumun, kalın bir cam kütlesinden yansıyan eğri büğrü görüntülerinden ibaretti.
Lisa Minelli'nin başrolünü oynadığı ünlü film ve şarkısı hala taptaze belleklerdedir: Cabaret.[1*]
Sally Bowles'in öyküsü, Alman kabarelerinden birinde başlar. Alman kabareleri (kneipe denilen meyhaneler, barlar) kalın camlı, bir bakıma şişelerin tabanına benzer camlarla kaplı olduğundan, ilk görüntü bu camların üzerinden, eğri büğrü salonun görüntüsüdür... Cama yansıyan, 1930'lu yılların moda giysileriyle erkekler ve kadınlar... Sahnede şarkı söylenmektedir, "life is a cabarett!"... Ve son sahnede, aynı camlarda, aynı kabarenin görüntüsü. Bu kez gamalı haçlı, kahverengi üniformalı faşist SA'lar... Şarkı yine aynı şarkı: Hayat bir kabaredir...
13 Ocak gecesi Türkiye, özenle hazırlanmış kırmızı rengin hakim olduğu ve belki de bu yüzden Cabaret'yi çağrıştıran bir salon dekorundan Sezen Aksu'yu izlemeye koyuldu. Ünlü kadın, "popüler kültür sanat falan değildir. Ben ağzıma bir kere bile 'sanatçıyım' kelimesini almadım" diyordu sade "bilge"liği içinde ve ekliyordu: "ben sadece şarkı söyledim, beni rahatlattığı için... Herkes şarkı söylemeli... " Aslında onun geldiği yer, "sanatçı" düzeyinin çok ötesinde bir yerlerdeydi. Belki bu yüzdendi sanatçı olmakla fazlaca ilgilenmemesi. O, birkaç kuşak kadının kadın kimliği, cinsellik, başkaldırı, kısaca kadın olma durumuyla ilgili sesi, sözcüsü ve düşünce yapıcısı olmuştu. Kısaca o bir "öncü" idi. Türkiye krizlerden geçerken, hükümetler peş peşe değişirken, kadınlar "çuvaldız" eylemi yaparken, Irak işgali yaşanırken, dünya "global köy" olurken, borsa dibe vururken ve şişerken, "O", narin yüzü, yanık sesi, her sınıftan kadının nabzını tutan hassas elleriyle 1980 sonrası dönemin fonundaydı hep... Bu kez, beyaz cama yansıyan "loş ve hoş" salon görüntüleri daha aşina, daha yakın, daha kışkırtıcıydı...
Birkaç gün sonra, bir başka kanalda, "globalizm"in armağanı üniversitelerimizden birinin salonundan yayınlanan "Siyaset Meydanı", silikleşmeye başlayan anıları bir kez daha canlandırdı. Konu önemsizdi... Söylenenler çok anlamlı bulunabilir ya da incir çekirdeğini doldurmayabilir, ama göz görüntüye takılır, izler... Önemli olan, beyaz camdan yansıyan eğri büğrü salon görüntüleri... İzleyenler konuşmalarla fazla ilgili değil, ama emperyalizm üzerine yapılan her gönderme alkışlanmakta... Üstelik "tempocu toplum" alışkanlığıyla değil, son günlerde toplumu saran huzursuzluğun, çözüm arayışının toplum belleğinden silinmekte olan o en temel refleksten, anti-emperyalist tepkiden yansıyan görüntüsüyle. Hem de "globalizm"in armağanı üniversitelerimizden birinin salonunda. Yani bir özel üniversitede okuma şansını yakalayabilmiş olanlardan, yani "tuzu kuru"lardan ama gençlerden: kent küçük burjuvazisinin en dinamik katmanından...
Zaman zaman içinde
Işık duman içinde... [2*]
Seksen sonrasının siyasal, düşünsel ve kültürel ortamını kısaca anımsayalım:
Marksizm-Leninizm, "ideolojiler öldü" söylemiyle birlikte devreden çıkartılmış. Ardından sınıfsal bakış açısı "çağdışı", klasiklerden alıntı yapmak "tükaka" ilan edilmiş. M. Belge gibi tipler, "bırakın, bu konuda da Marks benim gibi düşünmeyiversin" diyecek kadar ileriye gidebilmiş. Hiçbir kurala, ölçüye, ölçüte, otoriteye bağlı olmaksızın söz söylemenin adı "düşünce üretmek" olmuş. Küçük-burjuvazinin dünya görüşü her yana bulaşmış. Bilimsellik bir yana, bireysel açıdan bile değersiz olan pek çok "görüş" geçer akçe olmuş. Sınıfsal mücadelenin yerine, "çevrecilik"in, "feminizm"in konulduğu bir bakış açısı, egemen anlayış olarak sola dayatılmış. Marksist-Leninist dil ve terminoloji giderek kullanılmaz olmuş.
Bu ortamda solda yeni bir dil geliştirildi: Gelişmeleri, kendi bireysel somut-güncellikleri içinde değerlendirmek için kullanılan "köşe yazarlığı dili"... Böylece ister istemez Marksizm-Leninizmden boşaltılan yerler her türden bireysel "düşünceler"le dolduruldu. Kent küçük-burjuvazisinin sağ kanadı, daha da sağa kayarak kendi yolunda ilerlemeye devam etti. Sol kanadı, hızla sağa kayarak 1990 sonrası "globalizm aşkı"na kucak açarak emperyalist-kapitalist sistemin yandaşları haline geldi ve bu konumlarında halkı pasifize etme görevini üstlendi.
"Önce birey" ve ardından "kimlik" konuları ortaya atılmış, her yerde "değişim" rüzgarları esiyordu. Yükselen değerlerden söz ediliyordu, güneydoğuda savaş sürüyordu ve sol "umudu büyütmek"ten söz ediyordu... Feminizm, adı anılmaksızın egemenliğini kurmuştu. Ama "egemen"lerin "kafası karışık"tı.
Sezen Aksu söylüyoooor!
Seksenlerin sonlarında, Ünzile'nin[3*] öyküsünü haykırdı Sezen Aksu. On ikisinde ana olan, horlanan, ezilen, sömürülen köylü çocuk-kadınların öyküsüydü bu: "Yağmuru kim döküyor/Ünzile kaç koyun ediyor/Dayaktan uslanalı/Hiçbir şey sormuyor"...
Gerçi büyük kentlerin küçük-burjuva aydınları yetmişlerde kadın sorununu "eleştirel!" bakışla değerlendirmişler ve "Asiye Nasıl Kurtulur?"u[4*] uzun uzun düşünmüşlerdi. Bu epik oyunla, küçük-burjuva ideolojisi, Vasıf Öngören'in kaleminden Asiye'lere düzenin içinde, onun kurallarıyla var olup onunla işbirliği yapmayı önerirken, Asiye'ye dayatılan sadece seçeneksizlikti, patlama noktasına gelen çalkantılı topluma da dolaylı bir mesaj iletmekteydi: Bireysel kurtuluş mümkündür ve üzerinde düşünülmesi gerekmektedir...
12 Eylül sonrasında ilk çıkış Duygu Asena ile oldu. Bu keskin sözlü kadın, düşünmekle yetinmiyor, bir adım öte geçip, erkeklere açıkça saldırıyordu. Kadının Adı Yok adlı romanı, Ekim 1987'de 37. baskısını yaptı. Böylece kitapçıların rafları her dönemde "çok satan"larla süslendi:
Kadının Adı Yok
Aslında Aşk da Yok
Değişen Bir şey Yok
Kahramanlar Hep Erkek
Aynada Aşk Vardı
Aşk Gidiyorum Demez
Aslında Özgürsün.
Böylece feminist söylem "manileşirken" "çok satan"lar, küçük-burjuva aydın kadının yoksunluğunun ve yanılsamasının "başyapıt"ları olarak yazın piyasasına sunuldu. Çok okundular, çok tüketildiler ve okundukları ölçüde kafaları karıştırdılar, kafaları karıştı. Artık sınıfsallığından arındırılmış toplum cinsiyet temelinde ikiye bölündü, kadınlara yeni bir "öncü" bulundu.
Popüler kültür yapıcısı küçük-burjuva erkekler kendilerinden emin, yumuşak başlı (light) muhalefetlerini sürdürürken, nerdeyse her söyledikleri bir slogana dönüşüyordu: "Uyusun da büyüsün ninni/Tıpış tıpış yürüsün ninni/Danalar girmiş bostana/ Gücün yetiyorsa kovalasana".[5*]
Sevgiliye söylenmiş sözlerle topluma mesaj veriliyordu: "Beni Kategorize Etme benle oynama/ Yaftayı yapıştırıp bana isim koyma/ Ben seni öyle sevdim, böyle mi sevdim?"[6*] Bu sözlerdeki küçük sevimli uyarı, kadın-egemen küçük-burjuva ilişkilerde, en azından evde, erkeğin gizli egemenliğini dile getiriyordu.
Çok geçmeden, Sezen Aksu bu küçük "uyarı"nın ahını aldı: "Ben senin hayatından gittim oğlum/Hadi yerime koy birini koyabilirsen[7*] dedi ve "efeler gibi" çekip gitti... Skor, eşitlenmişti. Ana-babalar, bu iki popçunun şarkıları ile didişirken, hem kent merkezlerindeki site yaşamlarında, hem varoşlarda, "bahçesinde ebruliii hanımeli açan ev"lerde,[8*] kız çocukları büyümekteydi. Bakarak, izleyerek... Ünzile'ler henüz hesapların dışındaydılar.
2000'lerin başında, "Zaman zaman içinde, ışık duman içinde" kalmaya devam etti, "bahçesinde ebruliii hanımeli açan ev"lerde kız çocukları büyüdüler. Her çocuk gibi bakarak, izleyerek... Küçük burjuva dünya görüşü her yana bulaşmış, her eve sızmış olduğundan, egemen ideoloji ve onun tüm araçları sistemli saldırılarını genç beyinlere yöneltirken fazla zorlanmadılar. "Küçük muttarid, muhteriz darbeler"le[9*] işlerini yapmaya koyuldular.
İyi tasarlanmış bir eğitim planı ve yeterince tekrar!
Eğitimin bu basit ve temel kuralının şaşmazlıkla olumlu sonuç verdiği bilinmekteydi. Varoşların genç kuşağı kültür evleri, halk evleri arasında gidip geldiler. Bu "steril mekanlar"da sosyalleşmeye çalışan, sınıf bilincinden uzak bu "birey"leşmiş gençlerin apolitikleştirilmesinde bu "mekanlar" ökse otu olarak kullanıldılar. Onların büyük kısmının hayali, bu mekanlarda hayranlıkla izledikleri "beyaz Türkler"in kızları-oğlanları gibi yaşayabilmek ve bir gün mutlaka "köşeyi dönmek!"ti. "Kendisi için sınıf" olmak, onlar henüz doğmadan terkedilmiş ve bir köşeye atılmış bir kavramdı.
Sitelerde yaşayan kredi kartlı "kamu emekçileri"nin çocukları olarak büyüyenler de benzer şeyler yaşadılar.
Eğitim görmüş yeni kuşak küçük-burjuvalar yeni talepler geliştirdiler. Ortak hedef, "plaza"lardı, genç kadınların fazladan erkeklerden talepleri vardı: "yaşamımda olabilirsin ama benim istediğim kadarıyla, benim istediğim şartlarda, benim istediğim sürece".
Erkekler bunları duymazdan gelip, gazetelerin spor sayfalarını okumayı, televoleci ekonomistlerden borsayı izlemeyi ve "geyik muhabbetleri" yapmayı sürdürdüler. Önce "in"lerle "out"lar belirlendi. Bireye, kariyere, para ve statüye yönelik her şey "in" oldu; topluma, birlikte değiştirmeye, aydın sorumluluğuna dair her şey "out"idi.
Ama beklenilen olmadı.
Küçük-burjuvaların salt cinsiyete dayalı "kadın mücadelesi" kendi mantıki sonuçlarına ulaştı. Brigitte Jones çıka geldi. Otuz mumluk pastalar hüzün taşıyordu. Kariyer sahibi "kadın" olarak elde ettikleri "son" erkeği elde tutabilmek için kızarmış ekmeklerin soğumasını dert edinmeye başlamışlardı.[10*] Ya töreye boyun eğeceklerdi, görücü usulüyle de olsa evleneceklerdi, ya da töre cinayeti işleyeceklerdi. İkisi de oldu.[11*]
Şimdi onlara, izleyecekleri, örnek alacakları, taklit edecekleri ve böylece küçük-burjuva egemen ideolojiyi içselleştirmelerine ve sürdürmelerine yardım edecek yeni "öncü"ler gerekiyor. Romanların ve romancıların devri tamamlandı. Artık güç, "medya"da. Bu yüzden yeni öncü, "medya"dan bulunmalıydı. Genç, iyi eğitimli, bakımlı, güleç yüzlü bir "öncü".
Okurun beklentisi, "öyle bir öncü ki, bir yolunu bulup onları bir üst sınıfa taşıyabilsin"; "medya" patronlarının beklentisi, "Öyle biri ki, hem tirajı arttırsın, hem kıpırdanmaya başlayan halk kitlelerine 'kendilerinden biri' olarak yol göstersin, onların haklarını, çıkarlarını savunuyormuş gibi yapsın, yani sol gösterip sağ vursun"...
Orhan Pamuk yıpranmış ve yaşlanmıştı; Altan kardeşlerin sakalları fazla uzamıştı. Perihan Mağden çaptan düşmüş ve düşkünleri oynuyordu.[12*] Yeni bir yüz lazımdı.
Adayların en parlağı, Ece Temelkuran görünüyordu. Çok satan kitapları vardı ve ölçülere de uyuyordu. Yazdığı popüler kültür "eleştirileri" ilgiyle karşılanıyordu. Aranan bulunmuş gibiydi.
2004 başlarında, "Popüler kültürün, eleştirmek için bile olsa kenarından tutmaya çalışmanın, bu büyük eğlencede bu yolla 'görünür' olmaya çalışmanın da modası geçti. Artık, 'Başka bir hayat mümkündür' demenin bile zamanı geçti. 'Evet mümkündür de, nedir bunun oluru?' sorusunu yanıtlamanın zamanı geldi. Artık insanlara, eğer varsa böyle bir şey, daha mutlu, daha iyi, daha temiz bir hayatın nasıl olacağından söz etmenin zamanı."[13*] diye yazıyordu. Dünya Sosyal Formu'ndan yazdığı yazılarla "yeni bir dünya mümkündür" mesajları veriyordu. Sanki kendisine biçilen misyonu reddeder gibiydi.
Ama o da bir kadındı ve "bütün kadınların kafası karışıktı"!
Bir yandan Milliyet'teki köşesinin gereklerini yaparken, "otuz mumluk pasta"cıların dertlerine tercüman oluyor, diğer yandan "Bana sorarsanız, niye bilmiyorum, bu yılın bütün dünya, Türkiye ve bizler için bir isyan yılı olacağını düşünüyorum" diye yazabiliyordu. Ama bir "bildiği" olduğunu da söylemeden geçemiyordu: "Bundan birkaç yıl önce Wallerstein ayaklanmanın bütün yeryüzünü elli yıl içinde saracağını yazmıştı. Negri ve Hardt yazdıkları 'Yoksulluk' kitabında, yeryüzü yoksullarının, bu sözcüklerle olmasa da, kimliksiz bulutlar olarak ayaklanacağını söylemişti."[14*]
"Globalizm"in teorisyenleri Wallerstein, Negri ve Hardt ile düzeni değiştirmekle küçük dertleri rötuşlarla düzeltmek arasında gidip geliniyor. Venezüella "yüzyılın ilk devrimi" diye kutsanırken, diğer yandan Şili seçimlerinin ardından "kılıçsız" intikam düşleri görülüyor: "Bu seçim zaferi, kendi deyişiyle 'boşanmış, sosyalist ve dindar olmayan bir kadın' tarafından kazanılıyor, 'bütün günahları kendinde toplayan' bu kadın, ABD'nin intikam çağının bitmek üzere olduğunu, artık düşünen çocukların öldürüldüğü bütün o tarihi günlerin, 11 ya da 12 Eylül'lerin intikamının seçim zaferleriyle alınabileceğini gösteriyordu... Bu intikam kılıçsız olacak."[15*]
"Güzel gözlü okurlar"a anti-deprasan haplarından kurtuluş çağrısı yapılırken, 11 Eylül 1973, Pinochet darbesi, bombalanan başkanlık sarayı ve Allende'nin öldürülüşü çoktan unutulmuştu.
Ama koşullar değişiyor. Biraz devrimden söz edip reformlarda karar kılmak, biraz yeni bir hayat mümkündür deyip kızarmış ekmeklerin soğumasını dert edinmek, "medya"nın kitle pasifikasyonu görevini yerine getirmesi için yeterli görülmüyor.[16*] "Medya" yeni yüzler bulmalıydı. Şimdilik kızarmış ekmeklerin soğumasına aldırmayacak bir "erkek" bulunmuş görünüyor: Can Dündar. Bu eskimiş yüz, yeniden cilalanarak piyasaya sürüldü. Bunun da derinleşen bunalımlar ortamında kaç ay, kaç gün dayanacağı ise belirsiz.
[1*] Cabaret, Bob Fosse, 1972. [2*] Enver Gökçe, Başlangıç. [3*] Ünzile/Git, 1986, Aysel Gürel-Onno Tunç. [4*] Epik oyun, Vasıf Öngören, 1997. [5*] Kızılok-Ortaçgil,/Pencere Önü Çiçeği, 1986. [6*] Bülent Ortaçgil/İkinci Perde, 1990. [7*] Sezen Aksu/ Sarı Odalar, single, 1999. [8*] Nazım Hikmet, Mavi gözlü dev. [9*] "Küçük, tekdüze, çekingen darbeler", Tevfik Fikret, Yağmur. [10*] Ece Temelkuran "Arızasız Kadınlar" başlıklı yazısında kendisi gibi küçük-burjuva "elit" kadınlarının durumunu şöyle ifade etmektedir:
"Kızarmış ekmeğin soğumasını ancak kadınlar dert eder. Adam kahvaltı masasına doğru anda gelmeyip sallandığı için ekmekler soğur.
Kadının sinirleri bozulur. Adam ekmeklerin soğuduğunun farkına bile varmayabilir ama o sırada kadın, yaptığı zamanlama ayarları altüst olduğu için sinirlenir.
Daha kötüsü sahanda yumurtanın, adamın banyodan çıkışına göre hazırlanması ancak fazladan geçirilen iki dakikanın yarattığı faciadır." (Milliyet, 30 Aralık 2005.) [11*] 24 Ocak tarihli bir gazete haberi: "Tiyatro ve sinema oyuncusu Mümtaz Sevinç, Üsküdar'daki evinde, bir süredir ayrı yaşadığı felsefeci kız arkadaşı tarafından bıçaklanarak öldürüldü. Gece 01.30 sıralarında mutfağa giden kız arkadaşı, kahvaltı bıçağını alarak, yüzüstü uyuyan Mümtaz Sevinç'i sırtından bıçakladı." [12*] Bir dönemin radikal yıldızı Perihan Mağden'e göre "kadın, pasif inektir". [13*] Ece Temelkuran, Milliyet, 4 Şubat 2004. [14*] Ece Temelkuran, "Yeryüzü ayaklanacak!", Milliyet, 9 Kasım 2005. [15*] Ece Temelkuran, "11 Eylül'ün intikamı", Milliyet, 20 Ocak 2006. [16*]USA Today gazetesinin haberine göre, Pentagon, psikolojik harekât çerçevesinde kullanılmak üzere 400 milyon dolarlık bir bütçe ayırmıştır. Bu bütçeyle yürütülecek kampanyalarla, "terörist ideolojiler" hedef alınacak ve okuyucuların ABD politikalarını desteklemeleri hedeflenecek. USA Today'e bilgi veren Psikolojik Operasyonlar Destek Birimi başkan yardımcısı Mike Furlong, "Ürün üzerinde elbette 'Made in USA' ibaresi yer almayacak" demiştir. USA Today, Furlong'un, "ürün"ün ne olduğuna ilişkin belirli örnekler vermekten kaçındığını, bunların "makaleler, reklamlar ve kamusal hizmet ilanlarını" da kapsayacağını belirttiğini kaydetti.