Gaby Weber
Gerilla Bilanço Çıkarıyor






Gaby Weber, "Die Guerilla Zieht Bilanz", Focus Verlag, Giessen 1989
Türkçesi, Gerilla Bilanço Çıkarıyor, Belge Yay., Ekim 1991

Eriş Yayınları tarafından düzenlenmiştir.
kurcep@gmx.net


GİRİŞ


      Altmışlı yılların sonu ile yetmişli yılların başında Latin Amerika, özellikle Cono Sur*'da yer alan Arjantin, Şili, Uruguay ve Bolivya, büyük toplumsal dönüşümlerin yaşandığı bir kıta izlenimini veriyordu. Küba ve Cezayir devrimlerinin etkisiyle bu kıtada sansasyonel eylemleriyle dünya çapında manşetlere geçen ve halk içerisinde büyük sempatiye sahip olan gerilla hareketleri kurulmuştu.
      1972 Kasım'ında Şili'li MIR'in ("Devrimci Sol Hareket") daveti üzerine Arjantinli PRT ("Devrimci İşçiler Partisi") ve Uruguaylı MLN-Tupamaro ("UlusalKurtuluş Hareketi") politbürolarının üç üyesi Santiago'ya gelmişlerdi. Ziyaretin sebebi, MIR Genel Sekreteri Miquel Enriquez'in açış konuşmasından anlaşıldığı gibi, Cono Sur'daki silahlı mücadelenin enternasyonalleştirilmesiydi. Tartışma tutanakları çeşitli yerlere ulaştırıldı ve dördüncü bir gerilla grubu, Bolivya'lı "Ulusal Kurtuluş Ordusu" (ELN) da tartışmalara katıldı. 1973 Eylülünde Şili'deki darbeden sonra ilişkiler güçleşti, ancak buna rağmen bir ortak kadro okulu ve dergi ortaya çıktı. Yılın sonunda haftalık görüşmeler kararlaştırıldı ve 1974 yılının başında resmi olarak "Devrimci Koordinasyon Cuntası"nın (JCR) doğumu ilan edildi.
      Ancak bu, silahlı mücadelede nitel bir sıçrama olarak planlanmasına rağmen başlangıç aşamasını geçemedi. Çünkü bu arada sadece Şili (Eylül 1973), Bolivya (Ağustos 1971) ve Uruguay'da (Haziran 1973) askerler başarılı darbeler yapmakla kalmamış, 1976 Martı'nda generallerin darbe yapacağı Arjantin'de de daha önceki yıllarda ölüm mangaları rejim karşıtlarına karşı planlı saldırılar düzenlemişlerdi.
      Baskı her ülkede bir başka yüze sahipti: Bolivya'da yüzlerce insanın ölümüyle sonuçlanan askerlerin kırsal kesimlerde gerçekleştirdiği katliamlar olmuştu; ELN gerillalarının aldığı cezalar ise kısmen daha azdı. Şili'de darbeden sonra binlerce insan vuruldu, Arjantin'de tüm bir kuşak yok (sayfa 7) edildi; orada askerler insan hakları örgütlerinin tahminlerine göre 30.000 civarında insanı "kayıplara" karıştırdılar. Uruguay'da ne kırsal kesimde katliamlar, ne toplu bir şekilde kurşuna dizmeler, ne de kitlesel bir şekilde kayıp oluşlar yaşandı; burada Tupamarolar uzun cezalara çarptırıldılar ve bilimsel metodlarla oluşturulan beyin yıkamasına tabi tutuldular .
      Baskının bu dört ülkede gösterdiği değişik simalara rağmen ortak bir yanı da vardı: İşkence aracılığıyla politik-askeri örgütlere -ki bu gerillanın kendisi tarafından açıklanan karakteriydi- öyle sert darbeler vuruldu ki, bu çok az yıl sonra hem askeri hem de politik açıdan ölüm darbeleri anlamına gelmişti.
      Baskı gerillalarla yetinmiyordu. Bir kez çığrından çıkınca her renkten politikacıya, sendikacıya ve tüm ilerici örgütlere karşı pervasızca geliştiriliyordu. Buna paralel olarak liberal ekonomik sistemler kurdular, bunlar liberal diye adlandırılıyor, çünkü burada devletin tüm müdahalesi ortadan kaldırılıyor ve sadece kuvvetlinin kanunu geçerli hale geliyor. Cono Sur'da yetmişli yıllar, inanılmaz bir uyanış hevesi tarafından belirlenirken, daha sonraki yıllar, sadece kısmen ilerici olan kımıldanmaları bile yok eden askerlere aitti. Seksenli yılların başından itibaren Cono Sur'un hemen hemen tüm ülkeleri her ne kadar askerler güçlü iktidar pozisyonlarını korusalar, başka deyimle tüfekleri hemen yanı başlarında olsa da, demokratikleştirildi.
      Bugün yarı kıta bir başka tablo sunuyor: Altmışlı ve yetmişli yılların uyanış hevesi artık gerilerde, halklar yıkımla karşı karşıya ve diktatörlükler sadece örgütleri değil, başka şeyleri de yok etmişe benziyorlar. Kafalarda da iktidar kurmuşa benziyorlar. Tüm hatalara rağmen toplumsal değişim azminin motoru ve ifadesi olan eskinin gerillası -geri kalan sol gibi- bir çıkmaza girmiş görünüyor .Latin Amerika'nın yoksullaştırılması şaşılacak bir tempoda ilerlerken, toplumsal şartları değiştirmeye aday güçler yerlerinde sayıyor gibiler, buna karşılık sağ ve aşırı sağ güçler ise seçimleri manüplasyona ihtiyaç duymadan kazanabiliyorlar.
      Alınan yenilgi hareketlerin hiçbirisi tarafından sistematik olarak değerlendirilmedi, strateji ve ideolojinin derin bir incelemeye ihtiyacı var, ancak buna kimse cesaret edemiyor gibi. Kendi tarihi ve hatalarının analizi yapılmayınca sadece yanılgılar tekrarlanmıyor , aynı zamanda daha ağır yanılgılara düşülüyor. Toplumun azımsanamayacak bir bölümü önceleri (sayfa 8) gerillaya sempati ve ümit beslerken, bugün bir tekrar denemesi eskinin sempatisini nefrete ve hor bakmaya dönüşürüyor. - Tablada kışlasının 1989 Ocak ayında eski ERP üyeleri tarafından işgal edilmesi olayında bu böyle oldu; gerillalar terörist oluyor, gerilla ise canavar. Önceleri egemenler için politik bır sorun olan şey, böylece polisiye-askeri bir düzeye indirgenebildi. Bu kitap ortaya atılan sorulara cevap ve analizler sunmayacak. Bu kitap bir tartışma süreci için sadece materyal sunmayı hedefliyor. Gerilla örgütlerinin tarihini ise zaten yazamaz. Açıklayıcı ve uzun önsöz sadece global bağlamı kaba hatlarıyla çizmeye ve daha iyi anlayabilmek için kimi arka plan bilgilerini vermeye hizmet ediyor. Konuşmaların hedefi, geçmiş tecrübenin bir bilançosunu çıkarmak, yenilginin sebeplerini araştırmak ve değişen dünya durumu ışığında gelecek için perspektifler ve dünün tasarılarının bugünkü geçerliliği üzerine konuşmak.
      Şu ana kadar gerilla örgütlerinin hiçbirisi kapsamlı bir özeleştiri sunmadı, gerçi MLN şu anda kendi tarihini yazmakla meşgul, ancak 1985 yılında legalitede yapıtıkları kongrede verdikleri özeleştiri sözü havada kaldı. Resmi bir anlatımın eksikliği yüzünden hareketlerin eski önderlerinin kişisel düşünceleri sorulacak. Burada yayınlanan röportajlar bir kişinin özel görüşlerini içeriyor, yani bir örgütün görüşünü içermiyor. 1974 yılında "Devrimci Koordinasyon Cuntası"nı kuran dört ülkenin hareketlerinden beşer kişi, önderleri ama, aynı zamanda gerillanın orta düzeyinden insanlar seçildi. Karşı tarafa geçenlerin ya da işkencede çözülenlerin anlatımlarına, bugün politik olarak ciddiye alınamayacak kişilerle röportajlar gibi, gerek duyulmadı.
      Tabii ki sadece eski "Devrimci Koordinasyon Cuntası"nı (JCR) kuran dört ülkeye bakmak ve Peru'yu -daha da önemlisi- Brezilya'yı ele almamak bir sorun. Son 35 yıldır kamuoyu tarafından az tanınan birçok gerilla kurma girişiminin olduğu Paraguay da var tabii. Komünist partilerinin ve örneğin Şili'deki Frente Patriotico Manuel Rodriquez gibi hareketlerin gelişimi -ve krizi- de konu açısından büyük önem taşıyor. Sadece FPMR'nin 1983'den sonra bağımsız politik-askeri bir örgütlenme olmayıp KP'nin silahlı kolu olarak ortaya çıkmış olması gerçeği yanında, özellikle yerel nedenler de deneyimin kısıtlanmasını etkiledi.
      Sorun röportajlar sırasında herhangi bir müzakere yapmak değil, soruların yöneltildiği kişilerin kendi kelimeleriyle kendi düşüncelerini ve (sayfa 9) sorularını özgürce dile getirmeleriydi, bundan dolayı -tamamen gazeteciliğe aykırı bir şekilde- daha çok asgariye indirgenmiş kısa ve öz sorular var. Röportaj biçimi korundu, çünkü önemli olan analiz değil, dünün gerillalarının pozisyonlarını açıklamasıydı; bir gazetecinin bir eylemi ya da düşünce tarzının "yanılgı" diye değerlendirmesinin politik anlamı, buna bir gerillanın 15 yıl sonra "yanılgı" etiketini yapıştırmasından farklıdır.
      Soruların yöneltildiği kişilerin hemen hemen yarısı hukuksal ya da güvenlik sebeplerinden dolayı anonim kalmayı tercih etti, bu durumda soru yöneltilen kişilere sadece bir ön isim verildi.
     

* * *


      Devrim ve sosyalizm - bu Latin Amerika'da altmışlı yıllara kadar komünist partilerinin felç edici aşamalar düşüncesi anlamına geliyordu. KP'ler bu tarihe kadar , üretici güçlerin gelişimini ilerletmek için solun feodal ve yarı-feodal egemenlik ilişkilerine sahip olan Güney Amerika ülkelerinde önce burjuvazinin demokratik kesimiyle ittifak yapması gerektiğinden hareket etmişlerdi. Kapitalizm ve işçi sınıfı geliştikten sonra, sosyalist devrimin gerçekleştirilebileceği söyleniyordu. Aşamalar şeması devrimcilerin bu süre içerisindeki görevinin, güç toplayabilmek ve örgütü inşaa edebilmek için parlamentarizmi ve legaliteyi korumaktan ibaret olduğunu söylüyordu. Ocak 1959'da silahlı kişilerden oluşan bir grup, Küba'nın Sierra Maestra'sından şehirlere indiğinde ve diyalektiğin ve tarihsel materyalizmin bütün KP'ler açısından kutsal yasalarını çiğniyor gibi göründüklerinde, ideolojik çevre böyleydi: Aşamalar teorisine müsamaha göstermeksizin devrimi yaptılar. Kimi kararlıların silahlı mücadelesinin emperyalizm yanlısı rejimleri yıkmanın etkili bir yolu ve sosyalizm için bir şart olduğunu tüm dünyaya böylece kanıtladılar. "Anti-emperyalist ve sosyalist devrimi yapmak zorundayız" diye açıklıyordu Fidel Castro 1961 Aralık ayında ve devam ediyordu: "Bir devrimden daha önemli bir şey yoktur, insanlığın büyük diyalektik gerçeği budur: Emperyalizme karşı sadece sosyalizm durmaktadır." Kübalılar, özellikle Ernesto "Che" Guevara, yerli burjuvazilerin demokratik karakterli olduğu yolundaki KP teorisine karşı çıkıyorlardı: "Milli burjuvaziler" diyordu Che Mayıs 1967'de yazdığı efsanevi "Üç Kıtaya Mektup"da, "emperyalizme karşı kendilerine ait bir tasarı sunma yeteneğini kaybetmişlerdir, bir zamanlar böyle bir şeye (sayfa 10) sahip olmuş olsalar bile..." Burjuvazinin sözde ilerici kesimleriyle bir ittifak yerine, "yeni insan" kapitalist yabancılaşmanın kötülüklerini ortadan kaldırmalıydı; üretimin artırılması için ekonomik teşvikleri ve sosyalist devletin karlılığını kesin olarak reddeden Che, "yeni insanın" yaratılmasının devrimin son hedefi olduğunu söylüyordu.
      Küba ve de Cezayir devriminin ikinci bir kıtasal etkisi daha vardı: Silahlı mücadele, sosyalizmi kurmak için iktidarı ele geçirmenin vazgeçilmez bir şartı olmuştu. Egemen sınıfın askeri aygıtının parçalanması proletaryanın zaferi için ön koşuldu. Balta değmemiş ormanlarda ve dağlarda emin bir geri çekilme alanına sahip olan ve buralardan silahla politika yapacak gerilla başarı sözü veren bir metoda benziyordu. "Gerilla halkın savaşan öncüsüdür" ve "Focus" devrimin objektif şartlarının yaratılmasına katkıda bulunabilir, diye yazıyordu Che Guevara ve uyararak ekliyordu: "Bu, halkın desteği olmaksızın kaçınılmaz bir kargaşanın başlangıcıdır." Che için "Focus'un", gerilla-çekirdeğinin devrimin taşıyıcısı olduğu gerçeklerden çok, Fransız teorisyeni Regis Debray'ın yorumuna dayanmaktadır. Küba Devrimi Latİn Amerika solcularının beyinlerini ve kalplerini fethetmişti, giderek daha fazla insan KP'lerin aşamalar teorisinden uzaklaşıyor ve altmışlı yılların sonundan itibaren silahlı mücadeleye yaklaşıyordu: Uruguay'da MLN-Tupamarolar ve Arjantin'de PRT ün kazandı Bolivya'da Che Guevara, Peredo kardeşlerle ELN'yi kurdu, Brezilya'da Carlos Marighela ve yüzbaşı Carlos Lamarca silahlı örgütler yarattılar ve Şili'de MIR oluştu. Kırlarda kısmen küçümsenemeyecek üslere sahip olmalarına rağmen, faaliyetlerinin ağırlık noktasını şehirler ve buralarda da özellikle öğrenci sektörü ve yoksul mahalleler oluşturuyordu. Sadece Bolivya'da ELN baştan itibaren dağları tercih etti.
      Latin Amerika'da politik-askeri örgütlerin oluşumu ABD emperyalizminin değişen stratejisine karşı bir cevaptı da. Washington'daki Büyük Birader'in politikası geçen yüzyılın ortasından beri -ilk ABD müdahalesi 1853'de "Amerikan yaşamının ve Amerikan çıkarlarının korunması için" Nikaragua'ya karşı yapılmıştı- ABD ordularının orada "Pax Americana"yı yeniden kurmak üzere arka bahçeye girdikleri müdahalelerden oluşuyordu. 26. ABD Başkanı Theodore Roosevelt'in 20. yüzyılın başında müdahale politikasını ifade ettiği gibi "big stick" -kalın sopa- doktrini hakimdi: Daha sonra Washington'a, stars and strips (ABD bayrağı) ile eş (sayfa 11) anlamlı olan batı medeniyetinin korunmasında dünya jandarması rolü düştü. "Big Stick" politikası, 1961 Nisan'ında ClA tarafından finanse edilen ve yönlendirilen mülteci Kübalılar, Küba'nın Domuzlar Koyuna çıkartma yaptıklarında ve orada sefil bir şekilde kaybettiklerinde, çoktan son bulmuştıı.
      Her ne kadar "arka bahçede" hakimiyet kurmaya yönelik ABD doktrinlerinin geçerlilik süreleri bıçakla keser gibi ayrılamazsa da -1965'de Dominik Cumhuriyeti'ne yapılan ABD müdahalesi ve Kuzey Amerikalı deniz kuvvetlerinin 1983'de Grenada'ya yaptığı çıkartma daha sonra geçerlilik kazanan askeri teorilerin değil daha çok "big stick"in yürürlükte olduğunu gösteriyor- Domuzlar Koyu eyleminin başarısızlığa uğraması imparatorluğun yeni stratejisinin başlangıcını oluşturuyor.
      1961 Ocak ayında henüz yeni seçilen ABD Başkanı John F. Kennedy ilk konuşmasında, Güney'deki "zavallı yeğenlerle" yeni bir ilişkinin kurulacağını ve "llerleme İçin İttifak"ı müjdeliyordu. Sorun, sonunda "sefaletin zincirlerini parçalamaktır" deniliyordu. Kendisinin yeni "İlerleme İçin İttifak:"ı (Alianza Para El Progreso) ABD'li güvenlik politikacılarının, devrimci akımların bir bütün olarak sadece dünya komünizmi tarafından yönlendirilmediği, tersine köklerinin ülkelerindeki sosyal adaletsizliklere dayandığı şeklindeki düşüncelerinden hareket ediyordu. Sol düşünceleri henüz başlangıçta boğabilmek için artık baskı, sosyal reformlarla birleştirilecekti. Washington artık gelecekte şimdiye kadar olduğu gibi sadece diktatörlükleri değil, demokrasileri de destekleyecek, Güney Amerika'da ekonomik büyümeyi sağlayabilmek için uzun vadeli krediler hazır tııtulacak, fiyatlar istikrara kavuşturulacak, bir toprak reformu uygulanacak ve gecekonduları ortadan kaldırmak için konut yapımı desıeklenecekti. Halk eğitim programları cehaleti ve kırda kurulacak sağlık merkezleri çocuk ölümünü kökünden kazıyacaktı.
      Bunlar sadece güzel laflar olarak kalmadı, bunları çeşitli uygulamalar da izledi. Aniden teknik yardım programları ve üniversiteler için burslar sunulmaya başlanmıştı. Kennedy'nin üç yıllık başkanlık döneminde, Latin Amerika'ya son 16 yıldan üç misli daha fazla para akmıştı.
      Ağustos 1961'de -Kennedy'nin göreve başlamasından sadece sekiz ay sonra- Uruguay'ın kibar sahil şehri Punta del Este'de, Kennedy'nin "Bu devrim aracılığıyla yakın geleceğimizi şekillemek için buluşuyoruz" parolası (sayfa 12) altında açtığı, Latin Amerikan devletleri konferansı yapıldı. Kıta.nın 20 ülkesi tarafından imzalanan Punta. del Este Sözleşmesi öyle ilericiydi ki, hatta Küba'nın temsilcisi, Che Guevara dahi karşı çıkamamış, sadece çekimser kalmıştı. O sırada basında çıkan haberlerde şöyle deniyordu: Amerika'da şimdi iki devrimci hükümet vardır: Küba ve Washington. "Büyük birader'in" kaba kavgacı müdahale politikasının artık köhneleştiği ve komünizme karşı mücadelede sadece askeri olmayan ince baskı metodlarının gerekli hale geldiği bu sırada görmemezlikten geliniyordu. "İlerleme İçin İttifak" Programlarıyla yoksulların en yoksullarına, bunları sistem değiştiricilerin kollarına itmemek için, biraz yardım edilecekti, "yukarıdan devrimle" , "aşağıdan devrimin" önüne set çekilecekti.
      Birleşik Devletler Punta del Este'de, bu "devrimin" gerçekleşmesi için o ana kadar yaptıkları ekonomik yardımların dört mislini kullanıma sunacaklarına dair garanti verdiler. On yılda '"ilerleme-planı" için toplam 80 milyar dolar harcanacaktı.
      Önceleri sözü verilen yardımlar gerçekten Kuzey'den Güneye doğru akmaya başladı, bu ABD medyalarının yaydığı gibi komşu sevgisinden yapılmıyordu; tabii ki, ABD bu süre içerisinde Latin Amerika'daki ekonomik ve politik nüfuzunu oldukça geliştirip yaydı ve 60'lı yıllarda İkinci Dünya Savaşı'nın etkilerinden giderek kurtulan ve Güney yarımküresine doğru uzanmaya başlayan Avrupalı sanayi devletlerini hissedilir bir şekilde geri püskürttü.
      "İttifakın" ilk yılı iyi geçti, gelişme programlari için Latin Amerika ülkeleri 8 milyar dolar sağladılar, ABD bir milyar ve uluslararası örgütler de bir milyar verdi. Özellikle Şili'de "İlerleme İçin İttifak" felsefesi yankı buldu. Santiago ve orada oturan Latin Amerika Ekonomik Komisyonu CEPAL, Güney Amerika ülkelerinin sözcüsü haline geldi, "Desarrollismo" (Gelişmecilik) üçüncü dünyanın kalkınma teprisi ortaya çıktı. Gerçi Kennedy'nin ve "İlerleme İttifakı"nın bolca sunduğu nimetler -ilan edildiği gibi- en yoksullara değil orta tabakaya ve orta tabaka işletmelerine akıyordu. Ama küçümsenemeyecek bir iç pazar ve yeni bir ulusal özbilinç de oluşmuştu.
      Ancak 1963 Kasım'ında Kennedy'nin öldürülmesiyle ittifak da öldü. Altyapı'nın geliştirilmesi için para yardımı yerine, Washington, Güneye giderek daha az para gönderiyordu ve şirin slogan "İlerleme İttifakı" altında (sayfa 13) Latin Amerika'ya ulaşanın ise, bir zamanların gelişme fıkriyle artık çok fazla alakası yoktu: Ticari krediler verildi, Barış Gücü finanse edildi ve kendi tarım ekonomilerinin üretim fazlası, gıda maddeleri hediyesi olarak Güney'e aktarıldı. Vietnam Savaşı muazzam miktarda paraya mal olmaya başlamıştı ve ittifakın "sosyal rüyaları" için geriye bir şey kalmamıştı, kaldı ki, Latin Amerika'da komünizm tehlikesi şimdilik atlatılmışa benziyordu ve ikinci bir Fidel Castro tehlikesi yoktu.
     

* * *


      Değişen dünya durumu altmışlı yılların ortalarından sonra yeni bir doktrini gerekli kılıyordu: Brezilya'da popülist bir hükümet iktidara gelmişti ve Başbakan Joao Goulart bayrağına bir toprak reformunu ve çokuluslu fırmaların kâr transferinin sınırlandırılmasını yazmıştı. Gerçi Goulart'la devrimci bir hükümet değil ama, ABD çıkarlarıyla çelişkide olan milliyetçi bir hükümet iktidara gelmişti. Brezilya gibi dev bir ülkede "İlerleme İçin İttifak" türü birkaç reformcukla bir şey yapmak mümkün değildi. 1 Nisan 1964'de ABD tarafından yönlendirilen bir darbe ile Goulart hükümeti devrildi ve böylece Latin Amerika için yeni bir sayfa açıldı: Askeri diktatörlükler sayfası.
      Brezilya'daki darbe ile Washington'da yeni bir doktrin doğdu: Ulusal Güvenlik Doktrini. Ulusal Güvenlik Doktrini, uluslararası komünizmin amacına ulaşmak için toplumu içten çökertmeyi amaçladığını savunuyordu. Bu iç düşmana karşı tum metodlarla, yasaların dışında da, mücadele edilmesi gerekiyordu. Bilimsel yöntemlerle işkence, silahlı kuvvetlerin yüksek kumandasına bağlı paramiliter çeteler ve rejim karşıtlarının öldürülmesi Ulusal Güvenlik Doktrini'nin ayrılmaz parçalarıdır. Devlet sınırları artık geçerli değildir, geçerli olan ideolojik sınırlardır, geçerli olan dünya komünizminin ve onun emrindeki iç düşmanın geri püskürtülmesinden ibaret olan Batı'nın ortaklığıdır. Askerler çıkarlarının savunulmasında kendi devlet sınırlarının dışında da Ulusal Güvenlik Doktrini'ne göre harekete geçebilirler, tüm devletlerin silahlı kuvvetleri ortak çalışabilir ve baskıyı koordine edebilirler. ABD askeri akademilerinde yüksek dereceden askerler baskı tekniklerinin tümüyle tanışık hale getirileceklerdir. Ulusal Güvenlik Doktrini uyarınca silahlı kuvvetlere sadece baskıya indirgenemeyecek yeni bir sosyal rol verilmektedir .Askeri diktatörlükleri (sayfa 14) kurmakla devletin tüm fonksiyonlarını üstlenmekte, devlet işletmelerinin (kötü) idarecileri, (kötü) diplomatlar ve (kötü) plancı olmaktadırlar.
      Ulusal Güvenlik Doktrini daha sonra ek bir unsurla genişletildi: Ayaklanmaya Karşı Mücadele/ "Counter-insurgency" ile. Bu altmışlı yıllarda gerilla hareketlerinin ortaya çıkışına bir yanıttı ve gerilla hareketleri de Ulusal Güvenlik Doktrini'ne bir cevaptı. Counter-insurgency, ağırlığı, gizli servislerin geliştirilip güçlendirilmesine, baskı metotlarının inceleştirilmesine ve basın faaliyetine verdi. İnsanların kafsını fethetmek gerekiyordu. ABD dostu medyalara milyonlar akıtıldı, sağ gazeteciler finanse edildi ve uluslararası basın kuruluşları, insan ve basın özgürlüğünün ABD yorumuyla donatılıp yetiştirildi. "İlerle İttifakı"nın eski fıkri toprak reformu da yeniden mezardan çıkarıldı ve örneğin Guatemala ve El Salvador'da -sınırlı bir şekilde- uygulandı. Ayaklanmaya karşı önlem alıcı mücadelenin anlamı, balığın, gerillanın hareket ettiği suyu zehirlemekti. Ulusal Güvenlik Doktrini ve Ayaklanmaya Karşı Mücadele konsepti en belirgin şekilde Uruguay'da ürün verdi. Washington altmışlı yılların sonunda buraya, yerli polisi Brezilya'nın işkence odalarındaki son buluşlarla tanıştırmak üzere kalkınma danışmanı kılıfı altında işkence uzmanı Daniel Mitrione'yi göndermişti. Görevi Tupamaro'lara karşı mücadeleydi. Ulusal Güvenlik Doktrini silahlı örgütlere karşı mücadelede etkili bir araç olarak belirmişti. Bütün ülkelerde gerilla aygıtları parçalandı, bunların birçoğu iki aparat arasındaki mücadeleyi, gerillanın orduya ve polise karşı mücadelesini benimsemişlerdi ve tabii ki bu mücadelede kaybettiler. Gerilla düşman karşısında sadece lojistik açıden güçsüz değildir. "Subversion"a (yıkıcılık) karşı mücadelede silahlı kuvvetler, kurtuluş, özgürlük ve adalet için mücadele edenlerin biçbir zaman kullanamayacağı bir silahı kullanmaktadırlar: İşkence ve ölüm mangaları. Ulusal Güvenlik Doktrini'nin merkezi unsurları olan bu iki araç, siyasi-askeri örgütlenmelere ölüm darbesini vurmaktadır. Ek olarak röportajlara katılanların ileriki sayfalarda anlatacakları bir dizi taktik, teorik ve ideolojik hata da saytımalıdır.
      Gerillanın dağıtılmasından sonra askerler ilerici olan her şeye karşı, solun geleneksel partilerine, sendikalarına ve hatta farklı düşünen herkese (sayfa 15) karşı cephe aldılar .Söz konusu olan sadece gerilla ve halk hareketleri tarafından tehdit edilen burjuva düzeninin yeniden kurulması değil, yeni bir toplum modeliydi. Bunu yerleştirebilmek için generaller iktidarı almak zorundaydılar. O sıralarda sadece Kolombiya ve Venezüela'da kısmen demokratik hükümetler iktidarlarını koruyabiliyorlardı. Askerler, ilerleme ittifakının romantik rüyalarına son veren yeni liberal ekonomik sistemler yerleştirdiler. Böylece güçler dengesi, artık sözde de olsa sosyal reformları talep etme ihtiyacında olmayan imparatorluk lehine değişmişti. Artık sorun gecekonduların ve cahilliğin yok edilmesi değildi, gündemde engelsiz serbest piyasa ekonomisi ve Latin Amerika pazarlarının endüstri uluslarına açılması vardı. Emperyalizm ve ona bağlı askeri egemenler Latin Amerika'da kayıplara önem vermeyen, örneğin milli burjuvazilerin çıkarlarını gözetmeyen bir politika izlediler. Düşük gümrük vergileri bir taraftan, tüm subvansiyonların silinmesi diğer taraftan, artık rekabet yeteneği olmayan yerli işadamlarını kıskaca aldılar. Sanayi üretimi müthiş bir şekilde geriledi.
      Diktatörlüklerin dönemi "tatlı para" zamanıydı, kredi alıcılarının aradığı ve diktatörlerde bulduğu Petro-dolar'lar vardı. Egemenliklerinin sonunda geriye milyarlarca borç ve böylece imparatorluk açısından Latin Amerika devletlerini sömürgeci bağımlılık ilişkisine hapsetmek için yeni bir mekanizma da bırakıyorlardı.
      Yetmişli yıllarda İmparatorluk Güney'deki "zavallı yeğenler" karşısında zafere ulaşmıştı. Sol ya fizik olarak yok edilmişti ya da cezaevindeydi, devletin terörizmi ise toplumu etkili bir biçimde korkuya ve dehşete düşürmüştü. Sosyal adalete olan özlemlerinin sert bir şekilde cezalandırılacağı ve ütopyalara bağlanmamanın daha sağlıklı olduğu pratikte gösterilmişti. Askeri zordan sonra ekonomik zor geldi. İnsanlar alım güçlerinde büyük bir düşüşü kabullenmeye zorlandılar, orta tabaka yoksulluğa itildi. Yine insanlar iyi bir geleceğe ilişkin rüya kurmak yerine günlük yaşamlarını sürdürebilmek için çalışmaya zorlandılar. Artık devrimin değil, ücretlerin ödeneceği günün özlemini çekmeliydiler. Parola şuydu: Becerebilen kendisini kurtarsın!
      1979'da aniden alarm sistemi çaldığında imparatorluk açısından Güney Amerika'da durum denetim altındaymış gibi görünüyordu: Nikaragua'da (sayfa 16) Sandinistler iktidarı almıştı. Böylece Washington'da, uzun süreli diktatörlüklerin bütün halkı kendilerine karşı birleştirdiği ve diktatöre karşı nefretin bir devrimci duruma dönüşebileceğine dair tehlikenin bilincine varıldı. Yeni bir konsepte ihtiyaç vardı.
     

* * *


      Yeni plan üzerine uzun zaman çalışılmıştı, ancak resmi olraak "Project Democracy" (Demokrasi Projesi), ilk defa 1983'de ABD Dışişleri Bakanı George Schultz ve ABD Enformasyon Bakanlığı USIA'nın direktörü Charles Wick tarafından kamooyuna tanıtıldı; bununla, böyle deniliyordu, "demokrasinin altyapısı" demokratik çabaların dünya çapında destteklenmesi yoluyla ilerletilecekti.
      Daha 1983'de Reagan yönetimi toplam 20 milyon doları ABD kongresinin haberi olmadan benzer bir hedef için harcamıştı: Dış İlişkiler Bakanlığı, USIA ve "Uluslararası Kalkınma Dairesi" (AID) tarafından vakfedilen paralar, hedeflenen şeye iyi bir şekilde ışık tutuyor:
      - Sosyalist Entemasyonal'in uluslararası toplantılarına ABD "sosyal demokratlarının" katılımını sağlamak için aşırı sağ "National Strategy Information Center"e (Ulusal Strateji Enformasyon Merkezini, eski CIA direktörü Casey kurmuştu) 50.000 dolar sağlandı. "Sosyal demokratlar" arasında emekli Amiral Elmo Zumwalt (Nixon döneminde ortak Genel Kurmaylığın üyesi) ve aşırı sağcı yazar Midge Decter (önceleri CIA tarafından finanse ediliyordu) vardı.
      - "Serbest piyasacılığı araştırma ve serbest piyasacılık üzerine aydınlatma merkezi" için 60.000 dolar.
      - Latin Amerika diktatörlerinin basın sözcülerinin ABD'ye ziyaretlerini finanse etmek üzere İşadamları Derneği "Mid-America Commitee"ye (Orta Amerika Komitesi) 162.000 dolar.
      - Ernest Lefever'in "Etik ve Kamusal Politika Merkezi" için 200.000 dolar. Lefever Reagan tarafından Dışişleri Bakanlığı'nın insan hakları bürosuna, Sovyetler Birliği'ndeki barış gruplarını pohpohlamak için atanmış, ancak başarısız kalmıştı.
      "Projekt Democracy" için 1984 yılında daha düşük bir miktar olan 65 milyon dolar ayrılması planlanmıştı, bu para ile öncelikle partiler, enstitüler, üniversiteler, sendikalar ve gazeteler finanse edilecek, ama ABD (sayfa 17) sendikası AFL-CIO'nun uluslararası programları, yani yurtdışında demokraik, daha doğrusu anti-komünist sendikalar Enteramerikan Basın Birliği de desteklenecekti. Tüzüğü yabancı hükümetlerin parasal desteğini yasaklayan kuruluşlara üçüncü örgütler aracılığı ile "kara para aklanarak" iletilecekti. Tabii ki CIA de eksik olmayacaktı. Dışilişkiler Bakanlığı tarafından CIA'nın katılımı kesinlikle reddedilmişse de, sol eğilimli Amerikan dergisi "Counterspy"in yazdığı gibi, Charles Wick bir senato komisyonu önünde gizli servisin planlamaya karıştığını kabul etmiştir. State Department'ın 3 Ağustos 1982 tarihli açıklamasından anlaşıldığı gibi, CIA öncelikle "kapalı eylemlerden" sorumluydu.
      "Project Democracy" için şu mikıarlar öngörülüyordu:
      - "Geri kalmış ülkelerdeki ordu önderlerinin demokratik prensipleri ve demokratik hareket tarzlarını öğrenmeleri için 1,5 milyon dolar.
      - ABD vatandaşlan ile yabancılar arasında "olumlu bağlar" kuracak olan ve "ortak değerlerin savunusuna dayanan" "Transoceanic Leadership Project" için 1,5 milyon dolar.
      - "Latin Amerikalı öğrencilere önderlik eğitimi" için 500.000 dolar.
      - Demokrasi ile serbest piyasa ekonomisi arasında varsayılan ilişkilerin propagandasını yapacak "Serbest Girişimcilik Merkezi'nin" kurulması için 1 milyon dolar.
      - "Mülteciler için bir çekim merkezi olacak" yeni bir "Sovyetler Birliği'ni Araştırma Merkezi" için 500.000 dolar.
      - ABD-State Department'ı, dünya çapında birçok ülkede "marksist-diyalektik düşünceleri içeren kitapların kolayca ve çoğu kez ucuza bulunabilmesine karşılık, demokratik bakış açılarını içeren kitapların eksikliğinden" hareket ettiğinden "dünya çapında kitap yayınlama projesi" için 4,455 milyon dolar.
      - "Honduras, Guatemala ve El Salvador'da kırsal bölgelerde yaşayanlar için yerel gazetelerin kurulmasını da" içeren "Orta Amerika Medya Programı" için bir milyon dolar. "Bu gazeteler başka alanların yanı sıra şu alanlarda da bilgiler sunmalı: Aile sağlığı, tarım üretimi yöntemleri ve demokrasiyi desteklemenin yarar ve kazançları".
      "Project Democracy"e ideolojik alanda eşlik edecek müzik için sunulan paralar askeri harcamalarla kıyaslandığında oldukça az olmasına rağmen, bu paralar, askeri diktatörlüklerin ABD dostu demokrasilere (sayfa 18) dönüştürülmesinde azımsanamayacak bir rol oynamışlardır. Askeri rejimleri izleyen yeni sivil hükümetler, uluslararası finans-kapitalin dikte ettiği şartlan itirazsız kabul etmek zorundaydılar. Sosyal ve endüstriyel gelişme gibi kendi ülkelerini ilgilendiren saçmalıklar için yer yoktu. Siviller hükümete gelirken, askerler iktidarda kalmışlardı. Diktatörlüklerin baskıcı yasaları hemen hemen tamamen devralındı ve insan haklan ihlalleri için af yasaları çıkarıldı. İmparatorluk, bir diktatörlüğün "kontrol altındaki bir demokrasiye" dönüştürülmesini en mükemmel şekilde Uruguay'da başardı. Burada küçük bir makyaj hatası -l980'de kaybedilen referandum- sayılmazsa, Arjantin'de kaybedilen Malvinler Savaşı sonrasında askerlerle partiler arasında gündeme gelen çelişkiler olmaksızın, parlamenter demokrasiye düzenli bir geçiş sağlandı.
     

* * *


      Yetmişli yıllar nasıl Latin Amerika'da askeri diktatörlüklere ait olmuşlarsa, seksenli yıllar da "kontrol altındaki demokrasilerin" belirleyici olduğu yıllardı: 1982'den sonra Bolivya'da, 1983'de Arjantin'de, 1985'de Uruguay'da, Paraguay'da bile Alman kökenli diktatör Stroessner'in 34 yıllık iktidarından sonra Mayıs 1989'da gerçi "demokrasi" değil ama, en azından demokrasiye "geçiş" sözü veren bir hükümet kuruldu. Ve Şili'de Aralık 1989'da seçimler gündemde. Kıtada, imparatorluk açısından yeni araçları gerektiren yeni bir dönem başlamıştı.
      Ulusal Güvenlik Doktrini ve ayaklanmaya karşı mücadele metodu gerçi naftalinlenip bir köşeye konulmadı, ama bunlara yeni bir varyant etlenerek genişletildi: Düşük Şiddette Çarpışmalar Doktrini. Bu doktrin, asıl savaşın, gelecekte klasik Doğu-Batı Şemasını izleyip Avrupa'da olmayacağı, Üçüncü Dünya'da olacağından hareket eden düşüncelere dayanıyordu.
      Ayaklanmaya karşı mücadelede ABD uzmanı Albay Waghelstein, El Salvador'daki ABD askeri uzmalarını yönetmiş, hemen sonra ise ABD ordusunun özel görev birlikleri için kurulan savaş akademisinde sorumluluk üstlenmişti. Kendisi Düşük Şiddette Çarpışmalar'ın unsurlarını şöyle tanımlıyordu:
      "1. Zorun sınırlı kullanılması, (sayfa 19)
      2. Bir toplumu belli bir davranışa zorlayabilme ya da kontrol edebilme yeteneği,
      3. Barışın korunması için operasyonlar, terörist eylemler ve kurtarma eylemleri düzenleme yeteneği."
      Yeni doktrin, ordular arasındaki düzenli silahlı çatışmaları değil, toplumsal altyapıda topyekün bir savaşı hedefliyor. Düşman (karşıt) olarak sadece gerillanın sınırlı aparatları değil, toplumun tamamı ya da en azından önemli bir bölümü, örneğin Bolivya'daki yüzbinlerce koka çiftçileri, tanımlanmaktadır. Düşük Şiddette Çarpışmalar doktirini Albay Waghelstein'in tanımına göre iki genel kategoriye ayrılan durumlarda kullanılabilir:
      "1. Ordularımızın Grenada operasyonunda gerçekleştirildiği tarzda , zorun lokal kullanımı.
      Y a da,
      2. Bir müttefiğimizin destek talebinde bulunması halinde veya bize yakın olan silahlı isyancılara yardım amacıyla... Birinci durum El Salvador'da, ikincisi ise Nikaragua'da gündeme gelebilir."
      Toplumsal çatışmaların çözümü baştan itibaren dıştalanmakta, sadece zararı sınırlamakla ilgilenilmektedir: "Hedef askeri fetih değil, sosyal kontroldür" diye açıklıyordu US Army War College'den William Olson. Düşük Şiddette Çarpışmalar doktrini ışığında Washington Latin Amerika'ya giderek daha doğrudan müdahale etmek istemektedir. Bunun için halk çeşitli vesilelerle ABD ordularının varlığına alıştırılmalıdır: Ekvador'da 6000 ABD yedek askeri asfalt döşemişlerdi, Bolivya'da uyuşturucuya karşı mücadele bahanesiyle havaalanları ve kışlalar yapmışlardı, Peru'da ABD Konsolosluğu Personeli kokain mafyasına karşı helikopter ve diğer askeri araçlarla donatılmıştı, Paraguay'ın Chaco bölgesinde hızlı müdahale birlikleri (çevik kuvvetler) için uygun bir havaalanı bulunmata ve Şili'de Atacama çölünde Cruise Missiles roketleri denenmektedir. Pinochet hükümeti yorulmadan bunun yalan olduğunu sürekli açıklasa Arjantin Genel Kurmayı ile birlikte ABD ordusu ortak bir manevra düzenliyor. Basına göre Arjantin silahlı kuvvetlerinin bir kriz bölgesine hızlı aktarımı denenmiş. Burada varsayılan kriz bölgesi Pinochet'nin devrilmesinden sonra gündeme gelebilecek olan politik çatışmalara sahne olacak komşu ülke Şili'ydi, böylesi bir durumda Arjantin Pentagon'un yönlendiriciliği altında Şili'yi kontrol altına alacaktı. Yani ABD açısından "düşük (sayfa 20) şiddette" bir çatışma ama, Şili açısından oldukça yüksek şiddette...
      "Düşük Şiddette Çarpışmaların" hedefi, diğer süper gücün geri püskürtülmesinden çok, kendi ekonomik çıkarlarının kabul ettirilmesine yöneliktir. "Latin Amerika'da insanları, stratejik yeraltı kaynaklarını, toprakları denetlemek zorundayız" deniliyor Beyaz Saray'ın 19 Mart 1983 tarihli gizli bir memorandumunda ve şöyle devam ediliyor: "Merkezi unsuru bir Enteramerikan Sürekli Barış Gücü'nün (PPF) kurulması olacak yeni bir programa ihtiyacımız var. PPF, komünizme ve uluslararası terörizme karşı mücadele edebilmek için kullandığımız ABD önlemlerinin uyumlu bir parçasıdır".
      ABD "Barış Gücü" konusunda Amerikan Ülkeleri Örgütü içersinde gündeme gelmişti. Ancak Amerikan Ülkeler Örgütü'nün hiç bir üyesi bu doğrultuda kendisini kullandırmak istemeyince, ABD çabalarını ikili görüşmelere kaydırdı. İmparatorluk Cono Sor'da Antarktis bölgesinin kaderi ile de yakından ilgileniyor. Washington bütün araçlarla, Brezilya'nın dilekçesi üzerine karara bağlanan ve Güney Allantık'de atom silahlarından arındırılmış bir bölge oluşturulmasını öngören 4111 numaralı Birleşmiş Milletler kararının gerçekleştirilmesini engellemek istiyor. Bu karar aleyhindeki tek oy, askeri üsleri Güney Yarım Küresi'ni çoktandır denetleyen ABD'den gelmişti: Burada sadece Diago Garcia, Ascencion ve Paskalya adalarındaki askeri üsler bulunmuyor. Havai de Güney Kutbu'nun ablukaya alınmasına katkıda bulunuyor. Ve İngilizler de kıskanç bir şekilde Malvinler'den Güney Kutbu'nu gözlüyorlar.
      Güney Kutbu ile ilgili anlaşma 1991'de bitiyor. Ve orada sadece sömürülmek üzere bekleyen uranyum ve petrol gibi stratejik yeraltı kaynakları bulunmuyor. Güney Kutbu'nda aynı zamanda tüm dünyanın gelecek yiyecek mahzenleri bulunuyor. Güney Kutbu yedi santimetre uzunluğunda kabuklular cinsinden bir hayvan olan ve birçok vitamin ve proteine sahip olan Krill'in vatanıdır. Daha bugünden Sovyetler Birliği ve Japonya tarafından avlanmaktadır, ancak şimdilik küçük çapta. Krill Antarktis'in "protein bombası" olabilir.
      Ama başka bombalar da gündem dahilindedir. Güney kutbuna halkın direnişiyle karşılaşılmadan kıtalararası roketler yerleştirilebilir. Ve daha hemen yakınında bulunan suların derinliğinde, sanayii ülkelerinin çöplerinin depolanıp depolanamayacağıyla ilgili düşünceler (sayfa 21) geliştirilmektedir.
      İmparotorluğun Bolivya'da da savunmak zorunda olduğu birçok çıkarı vardır. Che Guevara'yı da daha önce Latin Amerika'nın yüreğine götüren Bolivya'nın stratejik konumu, yeraltı kaynakları, kalay, bakır, gümüş, altın, volfram, petrol ve uranyum burada anılmalıdır. Altiplano'da Uyuni tuz çölünde sonsuz lityum yatakları bulunmaktadır. Dünyanın en hafif metalinin, öncelikle uzay yolculuğunda büyük bir geleceği olduğu söylenmektedir. Mart 1986'da ABD senatosu, Bolivya'ya söz verilen ekonomik ve askeri yardımın bir bölümünü, La Paz'ın koka'ya karşı tüm teminatların aksine hala hoşgörülü davrandığı gerekçesiyle dondurudu. Hemen peşinden Bolivya parlamentosu uyuşturucuya karşı mücadelede destek olamaları için ABD birliklerini ülkeye çağırmakta gecikmedi. O günden bu yana ABD ordusu Bolivya'yaa evine yerleşir gibi yerleşti.
     

* * *


      Bugün, yeni bir onyılın, doksanlı yılların hemen başında, Güney Amerika halkları tamamen değişik dünya şartları ile karşı karşıyalar. İmparatorluğun stratejisini etkileyen, kurtuluş ve insanın insanı sömürmesine son verme savaşı açısından yeni bir çerçeve çizen şartlar. Dünya, askeri cephelerin yeniden çizildiği, yeni teknolojilerin üretimde yeni bir devrimin habercisi olduğu, yeni ekonomik imparatorlukların doğduğu ve eskilerinin öldüğü ve dünya çapında ideolojik değişmelerin gündemde olduğu yeni bir noktada bulunmaktadır .
      Güney Amerika'da yeni durumun sonuçları açısından henüz bir açıklık yok. Bilgiler oldukça az akıyor ve henüz yaşanan yenilgiden kurtulunmuş değil. Kıta açısından 2000 yılına ilişkin perspektif karanlık; zengin ve yoksul ülkeler arasındaki uçurum daha da büyüyecek. Kıta bugün on yıl öncesine nazaran daha da yoksul: "Yaşam düzeyi, gelirler ve yatırımlar sözkonusu olunca seksenli yılların Latin Amerika açısından kaybedilen bir onyıl olduğunu söylemek şart" diyerek bilanço çıkarıyor eski Uruguay Dışişleri Bakanı ve şimdiki Enteramerikan Kalkınma Bankası Şefi Engrique Iglesias ve devam ediyor: "Latin Amerika'lı orta tabaka bugün 1975'deki gelir düzeyinin aynısına sahiptir." Gayri safi hasıla, yükselen nüfus oranı göz önüne alındığında, hatta eksiye doğru bir büyüme gösteriyor .Sadece sanayi değil, tarımsal üretim de gerilemiş durumda. (sayfa 22) Dış borçlar 410 milyar dolar ve gayri safi hasılanın %45'ini tutuyor. 1982 ile 1987 yılları arasında borç asılları ve faizi için 190 milyar dolar ödenmiş bulunuyor. Enflasyon 1988 yılında ortalama %470 oranında seyrediyordu. Yatınmlar gayri safi hasılanın %24'ünden (1980) %14'e (1987) düşmüş bulunuyor. Bir zamanların güçlü orta tabakası şimdi var olma mücadelesi veriyor.
      2000 yılında Latin Amerika'da 550 milyon insan yaşayacak. Gittikçe daha fazla çocuk protein eksikliğinden dolayı zekasal açıdan geri kalacak ve salt ayakta kalmak ya da bu yaşamı biraz çekilir hale getirmek için uyuşturucu uğruna günlük savaş, bütün günlerini belirleyecek. Giderek daha fazla insan dilencilik yapmak, kendini satmak, karın doyurmak için ticaret yapmak, ayakkabı boyacılığı ile yaşamını kazanmak ve gazeteler altında geceyi geçirmek zorunda kalacaktır. "Aşırı yoksulların" (sosyologların tanımı bu) sayısı 160 milyondan, 2000 yılında 180 milyona yükselecek.
     

* * *


      Askerlerin mirası -milyarlık borçlanma- ne kısa ne de uzun vadede çözülecek gibi değil: Sadece faizlerin değil, aslının da geri ödenmesi zorunlu. Fidel Castro birkaç yıl önce dış borçların "ödenebilir ve alınabilir olmadığını" söylediği zaman yanılıyordu. Dış borçlar ödeniyor, ve toplanıyor, çünkü uluslararası güçler dengesi kesin bir şekilde imparatorluk lehine değişti. Kim ödeyemediği ya da ödemek istemediği için ödemeleri reddederse, onun için kredi musluğu kapatılıyor ya da yurtdışındaki varlık ve paralarına el konuluyor - New-York'taki Citybank ödenmemiş bir krediyi geri alabilmek için 1989 Mayısının ortasında Ekvador Merkez Bankası'nın hesabına el koyduğunda, bu böyle olmuştu. Dünya pazarından dıştalanma tehditi bir moratoryumla her türlü flörtü daha baştan boğuyor. Alternatif ve çıkış imkanları şimdilik bulunmuyor. Eğer sanayi devletleri ile değilse, kiminle ticaret yapılacak? Zaten az dövizleri bulunan sosyalist ülkeler bütün güçleriyle dünya pazarına katılmaya çalışıyorlar ve Güney-Güney ticareti geçen on yılların tüm iyi niyet gösterilerine rağmen çok minik adımlarla ilerliyor. Alfonsin, Sarney ve Sanguinetti'nin hızla uygulamak istedikleri Latin Amerika'da "bölgeselleştirme" (ticaretin bölgeselleştirilmesi) girişimi de şu ana kadar sonuçsuz kaldı. (sayfa 23) Bölgeselleştirme ile uzun vadede Avrupa örneğinde olduğu gibi bir ortak parazır kurulması ve kısa vadede en azından Latin Amerika ülkeleri arasındaki mal değiş-tokuşunu canlandırma ve teknolojik alanda ortak faaliyet anlaşması hedefleniyordu Böyle bir proje yeni bir öz güven ve bilinci getirir ve sadece kendisini dünya ekonomisinin mihveri olarak gören endüstri devletlerini tehdit ederdi.
      Borç ve faiz yükümlülüğü dışında bir yol yok. Faiz ödemeleri için ayrılan para devlet bütçesinden çıkıyor, askeri diktatörlükleri geride bırakan ve ekonomik çöküntü ile karşı karşıya bulunan ülkeler için gerekli olan bir Marshall-Planı için para yok. İmparatorluk sadece faizlerin ödenmesini organize etmekle yetinmiyor, aslında geri ödenmesini istiyor ve şu parolaya göre hareket ediyor: Dept equity swap - ya da dış borçların kapitalleştirilınesi. Dış borç senetleri mali itibara göre uluslararası düzeyde ilk değerlerinin çok altında piyasaya sürülmektedir. Uruguay'ın borç senetleri halen %70 değerinde iken, Bolivya'nınkileri nominal değerinin %5'inden almak mümkün. Bu dış borç senetleri borçlu ülkenin Merkez Bankası'na iletilmekte ve Merkez Bankası bunları değerinin %100'ünden ulusal para ile satın almak zorunda kalmaktadır. Bu para ile ülkede ucuz alışveriş yapılabilir. Yeraltı kaynakları, ormanlar, özelleştirilmiş endüstri kuruluşları ve hizmet sektöründe faaliyel gösteren kurumlar satın alınabilir.
      Son yıllarda yeni bir ekonomik imparatorluk yükseldi: Pasifik havzası ve onun başında Japonya. Bu imparatorluk dişlerini hemen geleneksel ticaret ortaklarının yanı başından Latin Amerika'ya uzattı. Ellili ve altmışlı yıllarda Üçüncü Dünya'da öncelikle ABD şirketleri yatırım yapmışken, şimdi inisyatifi kaybettiler. Yüksek askeri harcamalar ve negatif bir ticaret bilançosu yüksek bir dış borçlanmaya yol açtı ve iç borçlanma, özellikle tarım sektöründe, şu ana kadar görülmemiş boyutlara ulaştı.
      Buna karşılık Japonya dünyanın en yüksek ticaret gelirlerine sahip, en büyük sermaye ihracatçısı ve ABD'nin en önemli alacaklısı. 1988'de Tokyo, ticaret gelirleriyle Üçüncü Dünya'ya yardım edeceğini ve kalkınma yardımı olarak 30 milyar dolar hazır tutacağını bildirdi. Bu 30 milyarın aslan payı yüksek kalkınma oranlarına sahip Asya ülkelerinden oluşan Pasifik havzasına akacaktır. Latin Amerika'da Panama, buraya yapılan Japon yatırımlarının yarısını, özellikle gemicilik ve bankacılık sektörleri için alıyor. Tokyo, ABD çıkarlarının aksine Noriega ile anlaşmıştı. (sayfa 24) Panama'nın yanı sıra son iki yıldır bir başka Latin Amerika ülkesi de stratejik önem taşıyor: Şili. Dept equity swap yöntemiyle Japon şirketleri Andlar devletinde birçok şeyi satın aldılar. Yatırım yapmaksızın satın alıyorlar. Yeni sanayi kuruluşları oluşturmuyor, tersine doğa kaynaklarını sömürüyor ya da özelleştirilmiş hizmet sektörü fırmalarını devralıyorlar. Japonlar istisna değil. Üçüncü Dünya'da artık pek yatırım yapılmıyor, artık sadece spekülasyon yapılıyor ya da hammaddeler sömürülüyor. Azgelişmiş ülkelerin kendilerini giderek daha fazla açmalarına ve potansiyel yatırımcılar için giderek daha uygun şartlar yaratmış olmalarına rağmen, doğrudan yatırımlar son on yılda oldukça gerilemiştir; Latin Amerika'da bu gerileme oranı her yıl %8.5'dir, deniliyor BM-Latin Amerika Ekonomik Komisyonu CEPAL'in bir istatistiğinde.
      Azgelişmiş ülkelerin sunduğu rekabet avantajı -ucuz işgücü- mikroelektronik çağında artık belirleyici olmuyor. Altmışlı yıllarda Üçüncü Dünya ülkelerinde yatırım yapma kararı için ucuz işgücüne sahip olmaları faktörü tayin edici oluyorken, artık bilgisayar yönlendiriciliğinde üretim metodları devreye sokulduktan sonra endüstri devletlerinde de ücret giderleri düştü. Ve eskiden bir yatırım için arka planda, yatırım yapılan ülkenin pazarını fethetme düşüncesi gizliyken, şimdi artık dış borçların geri alınması çağında geriye sömürülebilecek giderek daha az bir alım gücü kalıyor, çünkü orta tabakaya ekonomik saldırıyla birlikte Latin Amerika ülkelerinin iç pazarları da daralıp küçülüyor .
      Endüstri devletleri paralarını giderek daha fazla bir oranda, diğer endüstri devletlerine ve Güney Kore, Tayvan gibi Asya'da kalkınmada belli bir mesafe katetmiş ülkelere yatırıyorlar. 20 yıl önce ABD'ye tüm yatınmların sadece %10'u akarken, bugün bu oran %50'ye yükselmiştir. Dolar ucuzlamıştı ve sadece sermaye yatırımı yoluyla ABD pazarına köprü atabilmek mümkündü, çünkü bu pazar kendisini sürekli bir himayecilikle korumuştu. Avrupalı yatırımcılar, Üçüncü Dünya'ya ilgilerini kaybetmiş gibiler, 1992'de Avrupa'da gümrükler kalkıyor ve ortak pazar yeni pozisyonların fethedileceği komşu ülkelere sermaye akımını güçlendiriyor. AT'nin dışında gözler, doğuya kayıyor, Varşova Paktı devletlerinin pazarlarına...
      İmparatorluk lehine değişen güçler dengesi Üçüncü Dünya için terms of trade'i (ticaret hadleri) kötüleştirdi, bu şu demektir: Endüstri devletlerinden (sayfa 25) ithal ettikleri her şey giderek daha da pahalıya mal olurken, hammadde fiyatları da giderek düşmektedir. ABD, Japonya ve AT, bir taraftan ve aynı zamanda serbest piyasa ekonomisi ve liberalizmin yüksek şarkısını akortlarken, diğer taraftan kendi üreticilerini sert bir himayecilikle azgelişmiş ülkelerin ürünlerine karşı korumaktadırlar. Tarım ürünlerine subvansiyon politikalarıyla, Güney yarımküresi ülkelerinin geleneksel pazarlarını fethettiler, örneğin Avrupa kökenli sığır eti, rekabet ettiği Uruguay'lı sığır etinin Arap ülkelerindeki alıcılarını kapıncaya kadar sübvansiyona tabi tutuldu. Hammadde ihracatçısı olarak Üçüncü Dünya'nın geleneksel işlevi, sadece himayecilik ve sübvansiyon politikalarından dolayı tehlikede değil. Mikroelektronik alandaki devrimden sonra Biyo- Teknikte beklenen devrim uluslararası iş bölümünü yeniden tanımlayabilir.
      Gen-teknoloji herhangi bir organizmanın ırsi istidat materyalinin bir dilimini izole etmeyi ve bir başka organizmanın ırsi istidatına aktarmayı olanaklı kılan bir yöntemdir. Endüstri devletlerindeki Gen-Araştırması, doğada şu ana kadar bulunmayan, azgelişmiş ülkelerin tarımsal üretimini gereksiz hale getirebilecek ve Üçüncü Dünya'daki insanları çıplak bir geçim için üretim düzeyine indirgeme tehlikesini barındıran yeni bitkilerin geliştirilmesi için çalışmaktadır .
      Araştırmacı içgüdüsünün sınırı yoktur, çünkü büyük para gözleri kamaştırmaktadır. Kaliforniya'da tütün bitkilerine ateş böceklerinin genleri verildi. Şimdi sigara ateşsiz de yanıyor. Yulaf fazla suya ihtiyaç duymasın diye, kendisine Kanada'da bir fare geni şırınga edildi. Başka yerlerde domuzlara bizim insancıl büyüme hormonlarımız verildi, ki, daha yağlı olsunlar. Bitkiler daha fazla soğuğa dayanabilsin diye doğadan gelen eski, soğuğu besleyen bakterileri yeni, soğuğu engelleyen ve laboratuardan gelen bakterilerle değiştirmeye yönelik meyva bitkilerinde denemeler sürüyor. Bunun için yağmur yağmama iznine sahip oluyor. Birçok araştırmacı, kültür bitkilerini zararlı zehirlere karşı dayanıklı hale getirmek için çalışıyorlar. Sadece ekin yaşasın diye, ekinin dışında büyüyen her şeyi yok etmek üzere bu Herbizidler özellikle Üçüncü Dünya'da monokültürlerde daha acımasızca kullanılabilirler. Her zehire bir bitki planlanıyor. Kısa süre önce kimya tekelleri CIBA-GEIGY ve SANDOZ, kendi fırmaları tarafından üretilen bir bitki yok etme ilacı olan ve kansere yol açtığı (sayfa 26) iddia edilen Atrazin'e karşı dayanıklı, genteknik metoduyla manüpüle edilen bitkileri denediler. Bu Herbizid sadece yabani otları değil, yetişen her şeyi öldürüyor. Sadece mısırın buna karşı doğal bir koruması var, ama mısırla değiş-tokuş halinde ekilen soyanın böyle bir koruması yok. Şimdi de CIBA-GEIGY, Atrazin'e dayanıklı soya bitkisini gen laboratuarında yetiştirdi.
      Düşük kalite gibi rekabet gücünü düşüren özellikler, biyoteknik aracılığıyla ortadan kaldırılabiliyor. Münih'teki Gen Merkezi'nde araştırmacılar yabani domuzların genlerini evcil domuzlara aktararak hayvanların daha dayanıklı ve etlerinin daha lezzetli olması için çaba sarfediyorlar. Eğer tropik bitkilerin sıcağa ve neme olan aşkları yokedilebilirse, evet bu becerilirse, yakında Avrupa'da palmiye ağaçlarının geniş bahçelerinden geçilmez. Böylelikle endüstri devletlerinin Üçüncü Dünya ülkelerinden tarım ürünleri ithalatına duydukları ihtiyaç oldukça düşer - İsveç'ten Ananas, İrlanda'dan muzlar!
      Yüksek derecede verimli genlerin yerleştirilmesiyle şu ana kadar elde edilen hasılat birkaç kez katlanabilir. Unilever firması hurma yağı hasılatının 12 kez artırılmasım hedefliyor. Üretimin yükseltilmesi doğrultusunda ilk adım olarak hurmaların döl merkezlerine fideler "gizleniyor."
      Sadece tarım ekonomisi değil, hayvancılık da dünya pazarında ancak biyoteknik kullanımı sonucu kazançlı ve rekabet edebilir hale geliyor. Buna suni dölleme gibi yeniden üretim teknolojileri, embriyon transferi, buzda muhafaza tüp döllemesi (in vitrio), cinsiyetin önceden belirlenmesi, tek yumurtalı klonların yetiştirilmesi ve birçok metodu da eklemek gerekir. Geleneksel hayvancılık ve çiftçilik artık geçmişe karışacaktır, gıda maddeleri üretiminde artık sadece dünya çapında high-tech firmaları yaşama şansına sahiptir. Teknolojik rekabet mücadelesine dayanamayanlara -orta derecede kooperatifler ve Üçüncü Dünya'da aile işletmeleri- geriye sadece yaşayabilmek için üretim yapmak kalmaktadır .Endüstri ülkelerinin hayvancılıkta genteknik metodlarını kullanmalarının daha bugünden ön şartları hazırdır, çünkü suni dölleme zaten yıllardır rutin bir işlemdir ve embriyon transferi de artık kendisini kanıtlamıştır. Sütana hayvanların taşıması için hazırlanmış, dondurulmuş inek embriyonları daha şimdiden uluslararası düzeyde yüksek fiyatlara satılmaktadır.
      Sözkonusu olan çok paradır, üretimin yükseltilmesidir , gıda maddelerinin (sayfa 27) çoğaltılmasıdır, zararlı unsurlara karşı dirençlilik kazanılmasıdır, aşırı toprak ve hava şartlarıdır ve nitrojenin artık eskisi gibi topraktan değil havadan kullanılmasıdır.
      Yoksul ve zenginler ve Kuzey ve Güney arasındaki uçurum daha da büyümektedir. Uluslararası gen rekabetinde söz sahibi olabilmek için sadece çokuluslu tekeller gerekli araştırma masraflarını karşılayabilir ve hükümetlerinden sübvansiyon alabilirler. UNESCO'ya göre, tüm dünyada bilim ve teknoloji için yapılan harcamalarda azgelişmiş ülkelerin ödediği bölüm %3'dür. ABD'de biyoteknik dalında 23.000, Sovyetler Birliği'nde 12.000 ve Japonya'da 8.000 uzman varken, geri kalan tüm Asya'da sadece 3.400, Latin Amerika'da 1.900 ve Afrika'da 400 uzman bulunmaktadır. Genetik başlangıç materyali, sadece seçilmiş bir çevrenin girebildiği, gen bankaları diye adlandırılan yerlerde depolanmaktadır. Hatta ABD bu arada Arnavutluk, Nikaragua, Libya ve Sovyetlere karşı ambargo koyduğunu açıklamıştır ki, böylece bu ülkelere çekirdek plazmasının satımı yasaktır. Daha bugünden tohumluk tahıl pazarı çok az sayıda tekelin elinde toplanmaktadır. Berlin "Genetik Bilgi Servisi"nin bir istatistiğine göre "Shell" 70 adet tohumluk tahıl firmasına, "Volvo" 47, "Pioneer Hybrid" 39, "Sandoz" 36 vs. Tahıl firmasına sahiptir. Birleşmiş Milletler tarafından Norveç Başbakanı Gro Harlem Brundtland başkanlığında oluşturulan "World Commission on Environment and Development" (Çevre ve Kalkınma Dünya Komisyonu), düşük araştırma kapasitelerinin bir sonucu olarak az gelişmiş ülkeler tarımının, tamamen özel yabancı gen bankaları ve tohum tahıl firmalarına bağımlı hale geleceğinden çekiniyor. "En iyi" tohumluk tahılın ve gerekli çok albüminli yiyeçeğin fiyatlarındaki yükselmeler, tarım ekonmisinin ithal giderlerinin bugünkü %15'den %40'a çıkmasına yol açabilir.
     

* * *


      Açmazdan çıkışı, sözde de olsa, kimse önermiyor, sefaleti bertarafetmeye yönelik yeni teorik ve ideolojik tasarılar görünmüyor. Latin Amerika'nın ulusal burjuvazileri de derin bir meşruiyet krizi yaşıyorlar. Halklarına geri kalmışlığın aşılmasının sözünü verdikleri "İlerleme İçin Birlik" dönemleri çoktan geçti. "Kalkınmaktan" artık kimse bahsetmiyor, eller boş olunca, iyimser gelecek tablolarını kimse öne sürmüyor. Bir ideolojik (sayfa 28) boşluk var .Dünyanın diğer parçalarında denenen imparatorluğun savaş çığlığını "demokrasi" ve -"insan hakları"-, yaşamla doldurmakta Latin Amerika'nın egemen sınıfının ekonomik açıdan da pek fazla çıkarı yok. Yıllarca insan haklarını ayaklan altında ezen askerlere çıkarlarını kabul ettirebilmek ve koruyabilmek için ihtiyaçları var ve üretici güçlerin gelişmesi için gerekli burjuva özgürlüklerden feragat edebilirler. Bu ülkelerde, demokrasinin kendilerine 25 yıl önce ne kadar fazla yaramışsa bugün de o kadar yaradığı bağımlı bir kapitalizm ya da bir oligarşi hakim.
      "Yeni Latin Amerika sağı" diye pazarlanan şey, eski üçte-iki-toplum tasarısını yeniden cilalamaktan başka bir şey yapmıyor. Buna göre toplumun üçte biri belli bir düzeyde (bazılan çok parlak) yaşarken, geri kalan üçte ikisi yoksulluk yada "aşırı yoksulluk" içinde yaşamaya mahkum. Kimin hangi üçte bire ait olacağı, kimin ünlü tabak yıkayıcısından bankacıya doğru sosyal yükselişe geçeceği, bu tasarıya göre politik şartlara değil kişisel çabalara bağlıdır. Geçerli olan devletin eğitim programları ve durumu kötü olan ailelerin çocukları için burs değil, dirseklerdir. Okullar -Bolivya ve Şili'de şimdiden uygulanmaya konulan tasarılara göre- artık devlete değil, il ve ilçelere bağlı olacaklar. İl ve ilçeler yoksulsa kötü öğretim malzemesi ve öğretmenler için düşük ücretler olacak. Eğitim bir sınıfın ayrıcalığına dönüşmekte, kim zenginse, o, uluslararası düzeye uygun ve zengin ailelerin çocuklarının açların çocuklarının dayanılmaz varlığını çekmeden ideolojik olarak yetiştirilebilecekleri okullarda konumlarına göre eğitime tabi tutulabilecek.
      Geçmişte popüler talepleri bayraklarına yazan ve kısmen de gerçekleştiren geleneksel halk partileri miti tamamen dağılmıştır. Artık bunların hareket alanları yok. Ömekler:
      Köylü ve maden işçileri ile ittifak içerisinde "Devrimci Milliyetçi Hareket" (MNR), Bolivya'da 1952 toplumsal devriminin taşıyıcısıydı. Kalay baronlarının iktidarına son verilmiş, madenler ulusallaştırılmış ve geniş çaplı bir toprak reformu uygulanmıştı. Zamanın devrim önderi MNR politikacısı Victor Paz Estonssoro, 1985'de yeniden başbakanlığa seçildi ve IMF tarafından dayatılan bir neo-liberal tasarruf programı uygulayarak, 25.000 maden işçisini işten çıkardı ve madenleri yeniden yarı yarıya özelleştirdi.
      Uruguay'lı Colorado politikacısı Jose Battle y Ordonez bu yüzyılın (sayfa 29) başında, anti-klerikal, aydın ve neredeyse sosyal demokrat politikası aracılığıyla ünlü bir önder oldu. Bugün Colorado partisi halen kendisinin izinde olduğunu iddia ediyor, ama artık yoksulların durumunu göz önünde tutan onun düşüncelerini duymak istemiyor. Bugün hükümette olan Coloradolar dış borçlarını dini bir inaçla ödüyorlar ve yoksullar kendilerini nasıl kurtaracaklarını kendileri düşünsünler.
      Şili'li hıristiyan demokratlar altmışlı yılların başına kadar "kapitalizm aşılmalı" sloganlarıyla hareket etmişlerdi. Aıria bugün eski hıristiyan halk partisi, İmparatorluğa, çıkarlarını askerlerden daha iyi koruyabileceğini söyleyerek, yaranmaya çabalıyor. "Sosyal adalet" ve "reformlar" gibi kelimeleri kelime hazinesinden çoktan kovdu ve hatta diktatörlüğün ekonomik modelini oldukça beğendiğini açıklıyor. Allende sırasında bakır, onların da oylarıyla ulusallaştırılmışken, artık kamulaştırmalardan hiç söz etmiyor. İlerleme İçin Birlik'in en parlak savunucularından Başkan Frei'in "kitlelerin yararına olacak yapısal reformlar" sözlerine, bugün artık kendi hıristiyan demokrat parti arkadaşları gülüyor ve imparatorluk onu bugün "düşman" kategorisine sokardı.
      Juan Domingo Peron altında Arjantin geniş bir orta tabaka ve büyük bir iç pazar ile çiçek açan bir ülkeydi. Örnek alınacak bir sosyal kanun çıkarmış, çalışma süresini kısıtlamış ve zorunlu okul yıllarını uzatmıştı. Peron mitinden hemen hemen hiçbir şey kalmadı. 1983 seçimlerinde radikal Raul Alfonsin büyük bir çoğunlukla kazanmıştı. Radikallerin popüler olmayan ekonomi politikalarını -dolar kurlarının serbest bırakılması, ki bu açlık isyanlarına yol açmıştı- Peronistler, doğru bulduklarını açıkladılar ve ordunun yağmacılara karşı hareketini selamladılar. Mayıs 1989'daki başkanlık seçimlerinden sonra Peronist yeni ekonomi bakanı olarak, Bunge ve Born çokuluslu tekelinin eski genel direktörü ve büyük sermayenin adamı Miguel Roig'i ve Dışişleri bakanlığına da askeri diktatörlük sırasında Merkez Bankası'nın şefi olan Domingo Cavallo'yu atadı.
      Sadece seçim sonuçlarına bakmak yanlış bir intiba uyandırıyor. Eskinin halk partileri milyonlarca sempatizanlarını kaybettiler. Yapılan istatistiklere göre Arjantin seçimlerinden birkaç hafta önce soru yöneltilenlerin %45'i oylarını kime verecekleri konusunda kararsızlardı, Bolivya'da da sonuçlar benzerdi. Parlamenter çoğunlukları artık, bir zamanların oldukça politikleşmiş halklarının siyasi tutkuları değil, oy verme zorunluluğu ve (sayfa 30) ehvenişer mantığı yaratıyor. Kitleleri apolitikleştirmek ve dayanışma duygusundan yoksun bırakmak imparatorluğun oldukça başarı vadeden yeni bir stratejisi; bu, uzun vadeli düşünüldüğü için, bir sağa kayıştan daha tehlikeli.
      Avrupa sağı ideolojik zayıflığını, siyasi karşıtından ödünç aldıklarıyla kapatıyor. Sol köşeden birçok eleştirmen sisteme entegre ediliyor, hem de sadece ağızlarını kapamalarını sağlamak için değil. Yeni unsurlar ve çelişkili düşünceler dinamik kazandırıyor ve devrevi krizlerine rağmen oldukça dayanıklı ve sağlam olduğunu kanıtlayan ve 68 hareketinın söylediğinin aksine dünya çapında çökmeyen kapitalist toplum düzenini "gençleştiriyor."
      Sağ, kendi karşıtlarının ne düşündüğünü bilmek istiyor, kendini eleştirenleri, erken uyarma sistemi olarak kendine bağlıyor. Sol entellektüeller, öğretim ve araştırma ya da medyalarda çalışmak üzere kazançlı sözleşmelerle avlanıyor. Eduardo Galeano Alman olsaydı, kendisini basın tekellerinin çekici tekliflerinden kurtaramazdı ve "Latin Amerika'nın Kesik Damarlarını" Volkswagen fonunun parasal yardımı ile yazabilirdi. Ancak Galeano Uruguaylı ve kapitalizm Üçüncü Dünya'da kendisini gençleşme kürüne tabi tutmuyor .Geleneksel partilerin, yurtdışından maddi yardımlarla parti ve devlet aygıtları için kadro yetiştirme çabaları daha çok yarı gönüllü. Politikacıların ve seçkinlerin umumi efkarda görünüşlerini artırmak için ABD seçim kampanyalan stilindeki ve mal reklamına benzeyen kampanyalar yürüten public-relation enstitüleri daha fazla gelecek vaadediyor.
     

* * *


      Latin Amerika'nın burjuva sağının bir tek güçlü yanı var: Derin bir siyasal ve ideolojik kriz içerisinde olan solun zayıflığı. Askeri diktatörlüklerden sonra demobilizasyon gelmişti, kanlı iktidarın uzun yıllarından sonra insanlar artık zorla ilgili, "devrimci zorla" da ilgili bir şey istemiyorlar. Demokrasi içinde iyi bir yaşama olan ümitleri kısa sürede boşluğa düşmesine rağmen, memnuniyetsizlikleri henüz isyana dönüşmüyor, daha çok azim kırıklığına, yılgınlığa ve dört duvar arasına çekilmeye dönüşüyor. Bir devrimin olabilirliğine artık kimse inanmıyor gibi. (sayfa 31)
      Askerlerin terörü insanların beyinlerinde derin izler bıraktı. İşkence sadece bilgi almaya hizmet etmemişti ki, sorgulamadan da işkence yapılmıştı ya da saçma sorular sorulmuştu. Hedef tutukluyu kırmak, aşağılamak, onu insanlığından yoksun bırakmak, kimliğini yok etmekti. O, bir numara olmuştu, yerde yatan ve gereksinimlerini denetimsiz yapan, kokan, sakallı ve vahşi bir canavar. İşkencenin kurbanı sadece tutuklu değildi, böylece tüm ailesi ve sosyal çevresi de cezalandırılıyordu. Sürekli işkence görme tehditi, toplum tarafından içselleştirildi ve bir öz savunma olarak uyumlu bir sosyal davranışa yol açtı. "Bütün halk felce uğruyor" deniliyor insan hakları örgütü SERPAJ'ın bir analizinde ve devam ediliyor: "Bu, protestonun taşıdığı riziko, toplumsal hareketlenmenin taşıdığı rizikonun bilinmesi sonucu ortaya çıkan korkunç bir öğrenme sürecinin sonucudur".
      Bugün sol kelime hazinesinden "sosyalizm" ve "devrim" gibi kelimeler kaybolmuş vaziyette, herkes "barıştan", "demokrasiden" ve "çoğulculuktan" bahsediyor. Örneğin Uruguay KP'si "proletarya diktatörlüğü" üzerine hiçbir şey duymak istemiyor, çünkü -uzun yıllar bizzat tutuklu kalmış olan genel sekreter Jaime Perez'in deyimiyle- "ben bu kadar yıllık diktatörlükten sonra diktatörlükler üzerine hiçbir şey bilmek istemiyorum".
      Marks'ın devrimin öznesi olarak belirlediği işçi sınıfının halen toplumsal değişimin taşıyıcısı olup olmadığı, değişen toplumsal yapı ışığında yeniden analız edilmiyor. Endüstri devletlerinde, klasik marksist anlamdaki işçilerin sayısı, mikroelektronik kullanımı sonucu son yıllarda oldukça gerilerken, Güney Amerika'da da, bilgisayar yönlendiriciliğindeki üretim yöntemler, sadece istisnai ülkelerde -örneğin Brezilya- uygulanmaya başlanmış olmasına rağmen, sanayi işçilerinin sayısı hemen hemen yarı yarıya düştü. Milton Friedmanvari monetarist ekonomi politikası, ülkeleri "sanayisizleştirdi", sanayi üretimi ve bununla birlikte çalışanların sayısı düştü. Sözleşmeli işçilerin, küçük işverenlerin ve kendi hesabına çalışanların sayısı ise yükseldi. Buna dolandırıcı, sokak satıcısı, ayakkabı boyacısı, uyuşturucu satıcısı ve hayat kadınlarından oluşan yeni ordu da eklenmeli. Bu gelişmeler karşısında sol, halen büyük ölçüde geçmiş yüzyıla ait (sayfa 32) işçi tanımına sarılıyor ve devrimci öznenin bugün kim olduğu sorusunu yeni baştan tartışmıyor.
     

* * *


      Ne sol ne de ulusal burjuvaziler bugün ideolojik inisyatifi ellerinde bulundurmuyorlar, akordu imparatorluk belirliyor. 1980 yılında "İnter-amerikan güvenlik konseyi" için hazırlanan ve ABD dış politikasının seksenli yıllar için prensiplerinin tanımlandığı ünlü "Santa Fe Komitesinin gizli belgesinde" şöyle deniyordu: Birleşik Devletler ideolojik alanda insiyatifi ele almalıdırlar. Savaş, insan doğasına aittir, politik-ideolojik unsur ön planda olmalıdır. Radyo, televizyon, kitap, yazı ve broşür, fon, burs ve ödül aracılığıyla Latin Amerika aydınlarını kazanmak için bir kampanya örgütlenmelidir." Gizli döküman şu öneriyle bitiyor: "Dış politikanın araçlarına arkadan destek verebilmek için insanların beyni kazanılmak zorundadır. Çünkü politikanın arka desteği olarak inanç, zafer için tayin edicidir:"
      Santa Fe dökümanında açıklandığı gibi, aydınları fethetmeyi hedefleyen savaş baltası raftan indirildi. Olta yemi sadece "takdir görme ve değer kazanma" değildi, ekonomik teşviklerden de oluşuyordu. Diktatörlükler sırasında üniversiteler açlığa terk edilmişti. Budama, önceleri kıtanın gözde fakülteleri sayılan tüm fakülteleri etkilemişti. Montevideo Tıp Fakültesi dünya çapında prestije sahipti ve üniversite kliniği göstermeye değerdi, burada araştırma yapılıyor, ama komşu ülkelerden hastalar da tedavi ediliyordu. Bugün "Hospital de Clinicas'da" araştırma için, ameliyat malzemeleri ve çarşaflar için para bulunamıyor. Manevi ilimler fakültelerinin durumu daha da kötü, çünkü bunların "ürünleri" hemen kullanılmıyor. Arjantin'de bir felsefe profesörü ancak dolmuş parasını ödeyecek kadar ücret alıyor.
      Fakültelerin açlığa terk edilmesiyle birlikte aydınlar doğal işyerlerini kaybettiler. Aynı zamanda işsiz kalan sosyal bilimcilere yeni çalışma sahaları teklif edildi: "Santa Fe dökümanında" önceden belirlendiği gibi, yabancı fonlar tarafından finanse edilen "araştırma enstitüleri" topraktan mantar patlar gibi çıktılar .
      "Project Democracy" de "temiz" vakıflara oynamıştı. ABD Enformasyon Dairesi, "project democracy" bütçesini Senato'nun dışişleri (sayfa 33) komisyonuna sunduğunda, Demokratik Parti'nin bazı üyeleri tarafından hükümetle olan sıkı bağı yüzünden eleştirilmişti. Senatör Paul Tsongas için çözüm, her büyük partinin asıl olarak vergi gelirlerinden finanse edilen bir vakfa sahip olduğu Batı Alman modelindeydi. Vakıf paralarını alanlar, böylece, hükümet parası olmayan "temiz" para aldıklarını iddia edebilirlerdi. Örneğin Alman Friedrich-Ebert Vakfı, yetmişli yıllarda, komünistlerin iktidara gelmesini önlemek için Portekizli sosyal demokratlara mali yönden büyük destekler vermişti. Bu, ABD Kongresi'ndeki demokratlar böyle söylüyordu, State Department için çok zor olurdu. Senatör Edward Kennedy'nin bir çalışma arkadaşı, bir gazete ile röportajında, Tsongas'in önerisine heyecanlı bir şekilde katılmıştı: "Bu iyi düşünceyi destekliyoruz."
      "Otuzlu yıllarda, Latin Amerika'da, yabancı vakıflardan mali destek almayı kabul eden bir solcu aydını bulabilmek pratik oiarak mümkün değildi. Bugün enstitüsü, bir Avrupa ya da Kuzey Amerika vakfı tarafından finanse edilmeyen bir sosyal bilimciyi bulmak çok zor." Bunu ABD sosyoloğu James Petras, Uruguaylı haftalık dergi "Brecha" da "Latin Amerika solunun başkalaşması" başlıklı bir makalesinde yazıyordu. Sona eren seksenli yıllar yeni bir aydın tipi doğurdu, Gramsci'nin "organik aydınını" değil, imparatorluk tarafından finanse edilen ve ülkesinin toplumsal mücadeleleriyle bağı olmayan "kurumsallaşmış aydını."
      Yabancı finans kaynakları, vakıflar ve aydınlar arasında olan ilişki çok yönlü ve ince bir ilişkidir, ne doğrudan müdahale ne de kaba sansür uygulaması vardır. Ekonomik bağımlılığı gizlemek için aydına, geniş bir hareket özgürlüğü tanınır. "Bu yeni araştırmacılar sınıfının önceki "organik aydınlar" kuşağına kıyasla daha yeni bir yaşam ve çalışma stili vardır" diye yazıyor Petras ve bir anısını anlatıyor: Santiago Araştırma Enstitüsü'nün direktörü, taşradan gelmekte olan annesini karşılıyor. Yeni Peugeot'su ile annesini havaalanından alınca, annesi soruyor: "Bu güzel arabayı nereden aldın?" "Enstitü ödedi, diktatörlüğü yıkmak için arabaya ihtiyacım var." Villalarla dolu bir bölgedeki oğlunun evine yaklaşınca anne soruyor: "Bu güzel evi nereden aldın?" Oğlu cevap veriyor: "Enstitü ödedi, diktatörlüğü yıkmak için yaptığım araştırmamda bu eve ihtiyacım var." Yemek odasına giriyorlar ve anne deniz ürünleri, tavuk, salatalar ve iyi bir kadeh şarapla donatılmış sofrayı görünce şaşırıyor: "Pekala bu (sayfa 34) yemeğe nasıl ulaştın?" Cevap: "Enstitü ödedi, diktatörlüğü yıkmak için bu yemeğe ihtiyacım var." Bunun üzerine anne kafasını kaşıyor ve şu nasihatı veriyor: "Dikkat et ki, kimse diktatörlüğü yıkmasın, yoksa sen bütün bunları kaybedersin!"
      Bu şaka değil, gerçek: Referandum'dan hemen önce, rejim yanlısı günlük gazete "Mercurio" birkaç sayfa üzerinden, sayı ve isim içeren detaylı bir istatistiği şu başlıkla yayınladı: "Muhalefet yurtdışından nasıl finanse ediliyor." İki küçük yanlışın dışında, verilen bilgiler gerçeklere uyuyordu.
      Altmışlı yılların sonuna doğru, hemen hemen hepsi solcu olan aydınlara karşı genel saldırı, gazetelerin kapatılmasıyla başladı, sol gazeteciler işlerini kaybettiler, yüksek öğretim üyeleri üniversitelerden kovuldular. çoğu cezaevlerine atıldı ya da öldürüldü. Diktatörlük sırasında "enstitüler", bir teorik boşlukta baş gösterdiler, vakıflar, desteği hak etmenin şartlarını geniş tuttular. Entelektüellere belli bir hareket serbestisi tanıyorlardı, parola şuydu: Kafayı kuma gömmeli, dikkat çekmemeli, ayakta kalarak yaşamalı. Bir kez vakıfların çanağına bağlanınca, generaller elveda deyip demokrasiler başlayınca da ayrılmadılar. Bunlar için çalışma piyasası değişmedi, çünkü siviller de üniversitelere para yatırmıyordu. Kim sürgünden geliyorsa, o genellikle yabancı finansman kaynakları ile birlikte "projesini" de beraberinde getiriyor.
      Bu "projelerin" ilk dalgası, temasal olarak öncelikle insan haklarına ve yeni ekonomik modelin araştırılmasına yönelikti; ikinci dalga yeni toplumsal hareketleri araştırdı ve üçüncüsü de demokratikleşme süreci ve dış borçlar problematiği üzerine yoğunlaştı. Bütün araştırmalar, sosyolog Petras'a göre, ortak bir şemaya dayanıyor: "Diktatörlük üzerine araştırmalar diktatörlüğün baskıcı karakterini anlatıyor, ama onun Batı Avrupa ve ABD'deki seçkinlerle olan ekonomik ve askeri bağlantılarını anlatmıyorlar; devletin zoru, insan hakları ihlalleri ile sınırlandırılıyor ve bir sınıfın egemenliğinin, sınıflar mücadelesinin, bir sınıfın zorunun ifadesi olarak kavranmıyor." "Sosyal hareketlere" ilişkin araştırmalar da aynı şemayı izliyor, bunların bileşimi, sözde "dünün ideolojileri" ile hiç bağlantısı olmayan, toplumun tüm katmanlarını kapsayan "heterojen" olarak anlatılıyor. Demokratikleşme üzerine yapılan araştırmalar, merkezine "mümkünlüğü (sayfa 35) ve yapılabilirliği" koyup geçişi, sivillerle askerler arasında bir transaksiyona indirgiyorlar.
     

* * *


      Solun ideolojik krizi dünya çapında bir karakter taşıyor ve Sovyetler Birliği'ndeki değişikliklerle de bağlantılıdır. Latin Amerika'da perestroika ve glasnost ile sağ politika yapıyor, motif şu: En sonunda en yüksek komutanınız akıllandı ve piyasa ekonomisine altematif olmadığını kabullendi. Gerici gazeteler büyük manşetlerle ve satır aralarında sevinç duyarak, Moskova'daki ilk; "güzellik yarışmasından", ilk McDonald ve Mister Pizza dükkanlarından, ilk Fransız moda yaratıcılarından ve Alman "Burda" yayınevinin faaliyetlerinden haber veriyorlar.
      Latin Amerika Solu'nun Moskova'dan esen yeni rüzgara yanıdarı yok. Atlantik okyanusunun diğer yakasında neler olduğuna ilişkin Komünist Partiler'in dahi pek bilgisi de yok zaten. Bilgi eksik. Azgelişmiş ülkelere ulaşma yolunu bulabilen çok az bilgi de oldukça çelişkili: Herkes SBKP'nin Stalinizm'i yok etmesine ve hedeflenen halkın daha geniş katılımına sevinçle bakıyor. Bir büyük güç silalısızlanmayı ve barışı ciddiye aldığını gösteriyor ve askeri harcamaları tamamen kısacağını açıklıyorsa, buna nasıl karşı çıkılabilir ki? Diğer taraftan "yeni düşünüş" ve iki bloğun birbirine yaklaşması, Üçüncü Dünya ve ulusal kurtuluş hareketleri açısından düşünülemeyecek -ve sadece olumlu olmayan- sonuçlara yol açabilir. Açık değil ama, özel konuşmalarda birçok insan kendi kendine, 1917'deki Rus Devrimi'nden sonra dünya tarihini belirleyen çelişkinin -doğu ile batı arasındaki çelişki- yeni bir çelişkiye dönüşüp dönüşmeyeceğini soruyor: Kuzey ile güney arasındaki çelişkiye. Ve eğer kuzey birleşir ve güneydeki halklara karşı savaşı ortak yürütürse, Güney yarımküresini hangi kader bekliyor?
      Sovyetler Birliği şu ana kadar henüz "yeni düşünüşün" Üçüncü Dünya açısından hangi sonuçları yaratacağına ilişkin bir açıklama yapmadı. Yeni parti programlarında azgelişmiş ülkelere çok az yer veriliyor ve buradan hareketle, bu ülkelerin Sovyetler Birliği dış politikası açısından önemlerini giderek yitirecekleri sonucuna ulaşılabilir.
      Sovyetler Birliği Bilimler Akademisi'nin dünya ekonomisi ve uluslararası ilişkiler enstitüsünden yüksek dereceden bilim adamları, azgelişmiş (sayfa 36) ülkelerin rolü ile ilgili bir tartışmada, politikacılardan daha net açıklamalarda bulundular. Bilimler Akademisi, partinin kadro okulu sayılmakta ve dış politikanın gelecekteki ilkelerini de ortak belirlemektedir. "Azgelişmiş ülkelerin ekonomik ve diğer açmazlarının, öncelikle olumsuz dış şartlar, sömürge mirası, yeni-sömürgeci sömürü, çok-uluslu tekellerin müdahalesi vb. gibi prizmalardan kaynaklandığı şeklindeki köklü gelenek bir ideolojik önyargı olarak görülmelidir .Azgelişmiş ülkeler, bozuk bir ekonomi politikasından, daha çok kendileri sorumludur." Bu "kendileri sorumludur" birazcık, ilişkilerin belli bir süredir soğuk olduğu Kübalılara yöneltilen bir iğneydi.
      Altmışlı yıllarda izlenen sanayileşme ve ithal ikameci politikanın -"İlerleme İçin Birliğin" temel düşüncesi buydu- azgelişmiş ülkelerde iflas ettiğini söylüyor Sovyet bilimadamları: "Sömürgecilik sonrası dönemde iç pazara yönelik üretim yapan bir sanayinin kurulmasına ağırlık verildi. Bu yüksek himayeci engellerle korundu ve devlet bütçesinden geniş bir şekilde subvansiyonlarla desteklendi, bu ise, ekonominin diğer sektörlerini olumsuz şekilde etkiledi. Bu öz olarak, iç pazarda tekel konumunu iddia eden sanayi modemizasyonu ve teknolojik yenilenmeyi hedeflemiyor. Başka rekabetin olmadığı yerde, insan kendisini neden mükemmelleştirsin ki?"
      Bu argümantasyonla bilimadamları, üçüncü dünyanın rolünü endüstriyel gelişme "saçmalıklarında" değil hammaddelerin ihracata yönelik üretiminde gören imparatorluğun bilim uzmanlarının ruhuyla birleşiyorlar.
      Azgelişmiş ülkelerdeki tüm ilerici ve sol güçler, iç pazarı genişletilmesi ve böylelikle kendi ekonomilerinin güçlendirilmesinin propandasını yapıyorlar. Ancak bunun şu ana kadar başarı göstermediğini söyleyerek Akademi'nin bilimadamları bilanço çıkarıyor ve buradan hareketle şu sonuca varıyorlar: "Sanayi üretiminin genişletilmiş otarşisine ağırlıkla yönelme yoluyla, ne pahasına olursa olsun ve uluslararası teknolojik standartları dikkate almaksızın ekonomik açıdan kendi ayakları üzerinde durma denemeleri, genç ulusal devletlerde beklenen sonuçları hiçbir şekilde vermedi."
      Muhtemelen istemeden ve daha çok başka ülkelere bu bilimadamları, Şili'de faşist diktatörlüğün yürürlüğe koyduğu bir ekonomik (sayfa 37) modelin propagandasını yapıyorlar. Örneğin Unidad Popular'ın, ABD bakır firmalarını devletleştirmesi gibi girişimler buna göre, bir ülkenin bağımlılıktan kurtarılması için pek doğru bir yol gözükmüyor: "Üçüncü Dünya'daki her büyük ulusallaştırmayı kutladık: Toplumsallaştırmanın en yüksek biçimi olarak devlet mülkiyeti, en iyi durumda belli bir süre daha tahammül edilecek bir düşman olarak yabancı sermaye, en yüksek ve öncelikli değer olarak ekonomik bağımsızlık. Gerçekte her şey daha karmaşıktı. Biz kendi pratiğimizde de, basitleştiren bu tutumdan giderek uzaklaşıyoruz."
      Güçlü bir devlet her şeyin ilacı değilmiş, pazar mekanizmalarına serbest hareket olanağı tanınmalıymış: "Devlet sektörüne bürokratik yönetim metodları çok çabuk sızıyor ve verimlilik unsuru asgariye indirgeniyor. Tekel konumu, devlet şirketlerinin işlemesi ve bunların ürettiği metaların kalitesini fena şekilde etkiliyor. Siyasal olarak etkin tek bir sosyal grubu kendine bağlayabilmek için hükümet, çoğu kez malların ve hizmetlerin fiyatını düşürüyor. Bu sık sık devlet işletmelerinin kazançlı olmayışını, ya da zarara çalışmasını beraberinde getiriyor. Bütçeye ve dolayısıyla Üçüncü Dünya ülkelerinin çoğunun ekonomisine zarar veren bu yüke ek olarak, gereğinden fazla şişirilmiş ve fazla yetkin olmayan ve çoğu kez yolsuzlukların kemirdiği bir devlet aygıtının finanse edilmek zorunda kalınışını da saymak gerekiyor."
      Ve azgelişmiş ülkelerdeki sömürünün ve açlığın sorumlusu kimdir sorusuna da Sovyet bilimadamları yeni bir cevap veriyorlar: "Üçüncü Dünya'daki mevcut ekonomik ve toplumsal krizin aşılması büyük ölçüde kendilerine bağlıdır." Krizin aşılması için sunulan önerilerin IMF'nin meşhur "Yapısal uyum programlarından" pek farkı yok. B unları da şöyle sayıyorlar: "Sanayi yapılarının rasyonalizasyonu, kaynakların tarım ekonomisi ve ihracata yönelik sektör lehine yeniden dağıtımı, devlet bütçesinin iyileştirilmesi." Başarılı bir yapısal uyum politikası için Güney Kore'yi, Tayvan, Hongkong, Singapur ve Brezilya'yı örnek olarak gösteriyorlar .Sovyet dış ticareti de gözlerini bunlara çevirmişti.
      Doğu'nun daha sıkı bir şekilde batıya yaklaşması olgusu, 1988 eylülünde Batı Berlin'de yapılan IMF ve Dünya Bankası'nın yıllık toplantısında daha bir açık hale geldi. Şehrin batı yakasında geniş bir anti- emperyalist ittifak toplantıya karşı protesto gösterileri düzenlediği için (sayfa 38) Amerikan, Japon ve İngiliz bankacıları, gündüzleri batıda tartışmayı ama güvenlik nedeniyle doğuda sosyetik otellerde kalmayı tercih ettiler.
      Demokratik Alman Cumhuriyeti'nin başşehri bankacılara her açıdan rahatlık garantisi vermiş ve sözünü tutmuştu. Şans eseri ki yeni golf sahası daha yeni tamamlanmıştı ve Friedrich Strasse'deki lüks Grand Hotel'i temiz bir atmosfer sunuyordu. Geceleme ücreti 3.600 marktı, tabii ki batı markı olarak. "Finans köpek balıklarının " Doğu Berlin döviz otellerinde gecelemesi, "yarım milyon dolara satın alınmıştır" -kilise çevreleri şapirograflı bildirilerinde böyle eleştiriyorlardı. Pankartlarıyla "halkların sefaletinin örgütleyicileri IMF ve Dünya Bankası'na" karşı protesto ediyorlardı. Yürüyüşleri, çeşitli kiliseler arasında yapmak istedikleri "hacı yürüyüşü" ve Doğu Berlin'deki ABD Konsolosluğu önünde gerçekleştirmek istedikleri üç günlük uyarı nöbeti yasaklanmıştı. 50 Doğu Alman vatandaşı, Bergama Müzesi önünde bankacıları ıslıkladıkları ve bozuk paralarla taşladıkları için tutuklanmıştı.
      IMF toplantısına karşı eylem haftası içerisinde "adaletli bir dünya ekonomik düzeni" konulu seminerde, kurtuluş hareketlerinin temsilcileri ve Doğu Bloku uzmanları, IMF ve Dünya Bankası'nın demokratikleştirilip demokratikleştirilemeyeceği sorununu tartıştılar. Kurtuluş hareketlerinin temsilcileri bu kurumların yıkılmasını savunurken, Humboldt Üniversitesi'nin bir temsilcisi, tartışmanın "tek yönlülüğünü" eleştirip, kendisinin "makina kırıcılığına" karşı olduğunu söylüyordu. İki kurum da, içinde bulunulan anda aşılamayacak bir dünya ekonomik düzeninin "objektif gereklerini" yerine getiriyormuş. Doğu Alman uzmanlar, azgelişmiş ülkelerin sosyalist yola yönelimlerinin pek fazla şansı olmadığını söylüyorlardı. Bunun yerine Joint Venture ve daha sıkı bir ilıracat yönelimi öneriliyordu. Sovyetler Birliği'nden bir temsilcinin tebliğine göre, bugün dünyada "karar mekanizmalarının demokratikleştirilmesi" ve "bir dünya parasının" yaratılması gündemdeymiş. Batı Berlin'deki karşı kongrede ise (IMF ve Dünya Bankası'na karşı anti-emperyalist hareketin düzenlediği Russell Mahkemesi benzeri bir kongre - ç.n.) bir Sovyet bilimadamı, SSCB'nin de yakında IMFye gireceğinin haberini veriyordu. Bunun için gerekli dilekçe verilmişti.
      Sovyetler Birliği aşırı bir randımanla dünya pazarına girişinin önündeki son engelleri kaldırmakla meşgul. 1989 Nisanında 20 Sovyet tekeli (sayfa 39) ve bakanlığı, beş ABD tekeli ile Moskova'da, 15-20 yıllık bir süre içerisinde 5 ila 10 milyar dolar yatırımı öngören bir anlaşma imzaladılar. Amerikan çok uluslu tekelleri, buna göre, öncelikle gıda maddeleri, kimya ve enerji sektörlerinde faaliyet gösıereceklerdi. Bu anlaşmaya katılan Amerikan firması Chevron ödeme olarak Sovyet petrolü ve gazını da kabul ediyor, daha sonra bunları tabi yurtdışındaki döviz kuruyla satıyor. SSCB Bakanlar Kurulu, bu işlerde Ruble'nin serbest mübadelesini öngören bir izin de çıkardı. Bu ekonomik anlaşmaya paralel bir şekilde SSCB hükümeti, 13 ABD üniversitesi ile öğrenci değiş-tokuşu üzerine de anlaştı.
      Sadece ekonomik göstergeler çatışmanın biteceğini göstermiyor: İngiltere'den sonra 1988 Aralık ayında Bonn da, polis işbirliğine yönelik SSCB ile bir anlaşma imzaladı. Sovyet İçişleri Bakanı, hıristiyan demokrat dostunu terörizme ve uyuşturucuya karşı mücadeledeki başarılarından dolayı kutlamıştı. İkisi, Sovyet polislerinin Federal Kriminal Dairesi'nde teknolojinin incelikleri konusunda eğitim görmeleri doğrultusunda anlaşmışlardı. Karşılığında Alman iztakipçileri, SSCB'de uzmanlık bilgileriyle yardımcı olacaklardı.
      Moskova'nın kurtuluş hareketlerine karşı tutumu değişti. Ve dünya devrimci solu, emperyalizmden kurtulan bir ülkenin, eskiden Küba'nın aldığı yardımı artık alamayacağını kafasına yazmalıydı. Havana, yirmi yıl boyunca SSCB'nin tüm dış yardımlarının hemen hemen yarısını -toplam sekiz milyar dolar- almıştı. Kredilerden daha önemli bir gerçek ise, Moskova'nın Küba şekerini dünya piyasalarındaki fiyatlardan daha yükseğine almış ve karşılığında Havana'nın satarak sert döviz elde ettiği ucuz petrol vermiş olmasıydı.
      Nikaragua özelinde dayanışma başından itibaren sınırlı olmuştu. Ve 1987 Haziran'ında Sovyet yönetimi, Managua'nın petrol giderlerinin şimdiye kadar olduğu gibi %l00'ünü değil, artık %40'ını karşılayacağını açıklamıştı. Aynı sırada Contra'ların ana üssü olan Honduras ile bir ticaret antlaşması imzalamıştı. Küba da kemerleri sıkmak zorunda kalacak. Küba şekeri için yüksek fiyat ödeme uygulaması yakında son bulacak. SSCB, kapitalist kazançlılık kriterleri uygulamak ve dünya piyasasında rekabet etmek istiyorsa, endüstri devletleriyle aynı şartlara sahip olmalıdır, yani kuzey ile güney arasındaki ticaretin adaletsiz yapılarından o da kazanmalıdır. (sayfa 40) Planladığı yapısal değişiklikler para istiyor, diğer sosyalist devletlere verdiği kredileri erteleyemez ya da bunlardan vazgeçemez.
      Özellikle Küba, yoldaşlara bayağı borçlu. SSCB dışişleri bakanının açıklaması herhalde onun adresine gitmiş olmalı. Fazla diplomatik incelik göstermeksizin Eduard Şewardnadze 5 Ekim 1987'de Montevideo'da bir ziyaret vesilesiyle şöyle demişti: "Dış borçların faizlerinin ödenmesi bir ulusal onur sorunudur." Tüm muhalefet Şevardnadze'nin istenmeyen nasihatına kızmıştı: "Ulusal onurumuzu biz kendimiz koruruz" diyordu Milli Parti'nin senatörü Julio Pereyra ve KP öyle kastedilmedi diye yatıştırmaya çalışmıştı.
      Daha önce alıntı yaptığımız Sovyet Akademisi bilimadamları, dış borçlar sorununu, hammadde fiyatlarının düşüşünü ve sanayi ülkelerinin faiz politikasını görüyorlar. Ama azgelişmiş ülkelerin -özellikle Latin Amerika ve Afrika ülkeleri-, problemi kendilerinin yarattığını ve verilen kredileri boşuna harcadıklarını söylüyorlar. Filipinler'in dışında tüm Asya ülkelerinin "aldıkları kredileri yatırımlar için kullandıklarını, borçlarını antlaşmalar gereği ödediklerini ve oldukça özgüvenli bir şekilde geliştiklerini" iddia ediyorlar.
      Daha yetmişli yılların ortasına kadar SSCB propagandası, emperyalizmi suçluyor ve onu açlık ve azgelişmişlikle eşit görüyordu. Bugün özellikle Pasifık ekonomik alanındaki bazı ülkelerin göstermeye değer bir makro ekonomileri var, ticaret bilançoları pozitif, ihracatları yoğun, denetim altında bir enflasyon ve borçlarını ödüyorlar. Yüksek kalkınma oranlarıyla, sosyalist yönelimli azgelişmiş ülkeleri gerilerinde bırakıyorlar. Şili solu kendi kendisine soruyor: Sovyet yönetimi, Pinochet'in "ekonomik mucize" modelinin, Üçüncü Dünya için örnek olması gerektiğinden mi hareket ediyor? Çünkü gerçekten Andlar devletinin ulusal ekonomisi, Vietnamınkinden daha başarılı.
      Eskiden SBKP, ulusal kurtuluş hareketlerine büyük bir önem yüklemişti. Ama dünya devrimi giderek daha uzağa kaydı ve ulusal kurtuluş hareketleri "dayanışma" kavramı altında mali, politik ve diplomatik destek talep eden ve uzun vadede de SSCB için hiçbir kazanç getirmeyen bir yük haline geldiler. Sovyet dış politikasının merkezinde bugün barış süreci duruyor ve kazanılmak istenen ortaklar, KP şefleri değil bağlantısızlar ve Latin Amerika'nın sağ demokrasileri. (sayfa 41)
      "Barış içinde bir arada yaşamak" kavramı yeniden tanımlandı ve SBKP'nin yeni programında artık "sınıflar mücadelesinin özgül bir biçimi" diye adlandırılmadı. Sınıflar mücadelesi yerine, bugünün sorunu "insanlığın genel global sorunları", "ökolojik ve atom silahları tehlikesi", "çatışma yerine tüm güçlerin işbirliği" deniliyor. Sovyetler Birliği -dış politika açısından ne "kuzu ne de kurt" olan SSCB (Klaus Fritsche'nin bir kitabının başlığı böyle)- kurt olduğunu kabul mü etti, kuzeyin güneye karşı yürüttüğü savaşta safını güçlüler yanında mı belirledi? Ve bir ülke ve bir kurtuluş hareketi, gelecekte ülkelerini emperyalizmden kurtarırlarsa Sovyet çıkarlarına ters mi hareket etmiş olacaklar? Gorbaçov'un "İkinci Rus Devrimi" adlı kitabındaki cümleleri her türlü yoruma izin veriyor: "Birçok vesileyle batı çıkarlarına karşı hedefler izlemediğimizi açıkladım. Ortadoğu, Asya, Latin Amerika, Üçüncü Dünya'nın diğer bölgeleri ve Güney Afrika'nın da Amerikan ve Batı Avrupa ekonomisi için ne kadar önemli olduğunu, özellikle hammadde yönünden, biliyoruz. Bu bağlantıyı yok etmek bizim istediğimiz en son şeydir. Bizim tarihsel olarak şekillenmiş ve karşılıklı ekonomik çıkarları bozmaya niyetimiz yok. Anti-amerikan duyguları kullanmak istemiyoruz, hele körüklemeyi hiç. Biz gerçekçiyiz, deli maceracı değil." (sayfa 42)




Sayfa başına gidiş