Önce bazı sorulara yanıt vermek gerekir:
Burjuva demokratik devrimin tamamlanmadığı, demokratik hak ve özgürlüklerin sıkça rafa kaldırıldığı, kullanılmasına “izin” verilmediği, “gizli faşizm” dönemlerinde “sandıksal demokrasi”yle işlerin yürütülmeye çalışıldığı, ama “iplerin” elden kaçırıldığı dönemlerde yönetimin askerileştirildiği, askeri darbelerle demokratik muhalefetin ve devrimci hareketin kan ve şiddetle tasfiye edildiği bir ülkede “demokrasi”den, “demokratik hak ve özgürlüklerden”, “demokratik muhalefetten”, “demokratik temayüllerden”, “demokratik gelenekten” ve nihayetinde “demokratik kültür”den söz edilebilir mi?
Emperyalizme bağımlı, “global ekonomi” denilen emperyalist dünya ekonomisinin bir parçası olan bir ülkede “ulusal bağımsızlık”tan, ülkenin “bağımsızlığını yitirmesinden” vb. söz edilebilir mi?
Din derslerinin “anayasal zorunluluk” olduğu, “kutsal günler”de tüm siyasal ve toplumsal düzenin dini esaslara uydurulduğu, “ezan okunurken” tüm siyasal faaliyetlerin askıya alındığı, “Kato’sundan Feto’suna” her türden cincinin ve dincinin baş tacı edildiği bir ülkede laiklikten ya da “laikliğin elden gitmesinden” söz edilebilir mi?
Hukukun, yasaların ve özel yetkili mahkemelerin ekonomik ve siyasal tasfiyeler için kullanıldığı bir ülkede, hukuktan, “hukukun üstünlüğü”nden, “bağımsız yargı”dan söz edilebilir mi?
Böyle bir ülkede “demokratik mücadele”, “sivil itaatsizlik”, “demokrat olmak” ne anlama gelir?
Her gün televizyonlarda “demokratik tartışmalar” bağırıp-çağırarak, kavga ederek, hakaretler yağdırarak yapılıyorsa, böyle bir ülkede “demokratik terbiye”den söz edilebilir mi?
İktidara “muhalif” herkesin ve her kesimin özel yetkili savcılar ve mahkemeler aracılığıyla tutuklandığı, seslerinin kesildiği, “demokratik alanda” siyasal mücadele yürüttükleri için binlerce Kürt’ün içeri atıldığı bir ülkede “demokratik muhalefet”ten, “barışçıl mücadele”den söz edilebilir mi?
Kendisine “demokrat” diyenler kadar, kendilerine “demokrat” denilenler de, bu manzara karşısında “yine de demokrasi”, “inadına demokrasi” gibi klişe sözlerle “bir şeyler yapılabileceği”nden söz edeceklerdir. Hatta “demokratik direniş”ler örgütleyerek, “demokrasinin sınırlarını genişletebileceklerini” de iddia edeceklerdir. “Demokratik muhalefet”in sesi ne kadar “gür ve yüksek” çıkarsa, ülkenin “demokratikleşmesi”nin önünün o kadar açılacağını da söyleyeceklerdir. (Burada “demokrat” ya da “liberal” geçinenlerin ülkede “demokrasi”nin nasıl geliştiğine, “ileri demokrasi”ye doğru nasıl ilerlendiğine ilişkin demagojik söylemlerini hiç dikkate almıyoruz.)
Ülkenin durumuna “demokratlar” açısından değil de,
devrim ve devrimciler açısından bakıldığında, hiç varolmamış ve varolmayan “demokrasi”nin, gerçekte nasıl “sömürge tipi faşizm” olduğunu görmek çok daha kolaydır.
Herşeyden önce devrim, mevcut ekonomik, toplumsal ve siyasal düzenin topyekün devrilmesi ve yerine yeni bir düzenin kurulmasıdır. Devrimcilerin görevi de, bu devrimi gerçekleştirmektir. Bu amaçla bir araya gelirler ve örgütlenirler. Başlangıçta “sayılarının azlığı, düşmanın çokluğu”nun bir önemi yoktur. Önemli olan, örgütlenmek ve “bıkmadan, usanmadan, yılmadan kurtuluşa kadar savaşmak”tır.
Devrim mücadelesi, her şeyden önce siyasal mücadeledir. Devrimci siyasal mücadele, siyasal gerçekleri teşhir etmek, düzenin gerçek yüzünü göstermek ve bu yolla kitlelerde devrimin neden zorunlu ve kaçınılmaz olduğunun bilincini oluşturmaktır, onları örgütlemek ve siyasal iktidarı ele geçirme mücadelesidir. Bu mücadele çok yönlüdür ve iki başlık altında toplanır: a) Barışçıl mücadele yöntemleri (uzlaşıcı demek değildir), b) Silahlı eylem yöntemleri. Her iki yöntemin nerede ve nasıl kullanılacağı ise, nesnel ve öznel koşullar tarafından belirlenir. Silahlı eylem yöntemlerinin kullanılmasının koşulları ortaya çıkmadığı sürece barışçıl mücadele devrimci siyasal mücadelenin temel biçimidir. Barışçıl mücadelenin sürdürülmesinin ve yürütülmesinin olanaksız olduğu koşullarda silahlı siyasal mücadele başat hale gelir.
Marksist-leninistler, her zaman bu gerçekleri açık biçimde dile getirmişlerdir.
Komünist Manifesto’nun ünlü sözüyle, “Komünistler, kendi görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler. Hedeflerine ancak tüm mevcut toplumsal koşulların zorla yıkılmasıyla ulaşılabileceğini açıkça ilân” ederler. (Bu aynı zamanda marksist-leninistler ile küçük-burjuva devrimcilerini birbirinden ayırmanın temel ölçütüdür.)
“Şiddete (zora) dayanan devrim”, marksist-leninistlerin kendi öznel tercihleri değil, toplumların ve kapitalist sistemin nesnel ve bilimsel tahlilinin ürünüdür. Bu tahlile göre, ”Zor, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir”. Devlet, en demokratik devlet bile, egemen sınıfın, egemenliği ele geçirmeye çalışan sınıfa karşı baskı ve zor aygıtıdır. İnsanlık tarihinin gösterdiği gibi, hiçbir egemen sınıf,
kendiliğinden kendi egemenliğine son vermez, egemenliğinden vazgeçmez. Egemenliği (iktidarı) ele geçirmeye yönelen her sınıf, kaçınılmaz olarak mevcut egemen sınıfların devlet gücüyle çatışmak zorunda kalır. “Demokratlar”ın çok sevdiği Gramsci’nin sözüyle, devletin zor aygıtı, “gerek aktif, gerek pasif olarak hiçbir ‘onay’a yanaşmayan grupların ‘yasa yoluyla’ disiplinini sağlayan” araçtır.
Devlet, her zaman zora ve baskıya başvurmaz. Eğer “toplumsal muhalefet” zararsızsa, kendi egemenliğini tehdit etmiyorsa, “cansıkıcı” değilse, bu koşullarda devlet, “baba şevkati” gösterir, arasıra “haylaz çocuğunu” dövse de, onu öldürmez, yok etmez.
“Toplum da aynı devlet tekelciliği ile davranır, ama bu işi daha kibarca yapar: sizi dışarı atacak yerde, size yaşamı o kadar güç kılar ki, kendi kendinize kapıyı tutarsınız.
Gerçekte, devlet de başka türlü davranmaz; kendi istek ve buyruklarını yerine getiren, kendi gelişmesini sağlayan insanlardan hiç kimseyi dıştalamaz. Kendi yetkinliği içinde, gerçek muhalefetlerin siyasal hiçbir yönleri olmayan ve canını sıkmayan muhalefetler olduklarını bildirecek, hatta gözlerini kapayacak kadar ileri gider.” (Marks-Engels, Kutsal Aile, s. 149.)
Devrimciler, burada “cansıkıcı muhalefet” durumundadırlar. Egemen sınıfın iktidar aygıtı olan devletin “zor yoluyla” yıkılmasından söz ederler. 19. yüzyılın “eleştirel eleştiriciler”in iddia ettiği gibi, devleti
dışladıkları ileri sürülür. “Eleştirel eleştiriciler”in iddia ettikleri gibi,
devlet kendisini dışlamayan hiç kimseyi dışlamaz. Buna göre, devrimciler devleti dışladıkları için ve dışladıkları ölçüde, devlet de onları dışlar ve onlara karşı zor kullanır!
[1*]
Böylece devrimcilere ve devrim mücadelesine karşı egemen sınıfın (devletin) zor kullanması meşrulaştırılır. Ama gerçek olan, devletin bir baskı aygıtı, bir zor aygıtı olduğudur. Bu zoru, “muhalefet”in “cansıkıcı” hale geldiği her durumda açıkça kullanır.
Bütün bunlar tarihsel gerçeklerdir. Tarihsel gerçekler böyle olduğuna göre, iktidar
mücadelesi yürüten her sınıf, ne denli “barışçıl” olursa olsun, sonal olarak karşı tarafın zoruna, baskısına maruz kalacaktır. Dolayısıyla zor ve baskı ne kadar kaçınılmaz ise, buna karşı
önceden hazırlanmak o kadar zorunlu ve meşrudur.
Yine de kendisini “demokrat” gören ya da öyle olduğu kabul edilen kişiler, devrimci zorun haklı ve meşru olduğunu kabul etmemekte direneceklerdir. Onların “algı”sına göre, eğer devrimciler zora başvurmayacaklarını
açıkça ilan ederlerse, devlet de onlara karşı zor kullanmayacaktır! Günümüzün söylemiyle, devrimciler “
her türlü teröre karşı olduklarını” ilan ederlerse, devlet de onların “meşruluğunu” kabul edecek ve yasal alanda siyasal mücadele yürütmelerine “izin” verecektir!
Gerçek gerçeklikte ve tarihsel olaylarla kanıtlandığı gibi, devlet, silahlı güç tekeline sahiptir. Yani bir ülkedeki tek “yasal” silahlı güç devlete aittir ve bunu kullanma yetkisi de “yasal olarak” devletin takdirine bağlıdır. Burada “devletin takdiri”, “muhalefetin” ne kadar “cansıkıcı”, ne kadar “zararlı” olduğuna bağlı olarak ortaya çıkar, devletin “tehdit algılaması”na göre belirlenir.
Bugün, şu ya da bu çizgide devrimcilik yapmaya çalışan ya da yapmak isteyen herkesin çok iyi bildiği gibi, devrimciler “potansiyel olarak” bir “tehdit”tirler. Dolayısıyla bu “potansiyel tehdit”, “yılanın başı küçükken ezilir” mantığı içinde, daha oluşum halindeyken devletin zor güçleri tarafından yok edilmeye çalışılır. Çok naif “demokrat” söylemle, devrimciler, devrim “düşüncesi”ne sahip oldukları için devletin zoruna maruz kalırlar. Devrimci mücadele ve örgütlenme henüz “düşünce aşamasında” olsa bile cezalandırılması gereken bir “suç”tur.
“Demokrat” birey, ne kadar “düşünce suçu olamaz” diye, “düşünce eyleme dönüşmediği sürece suç olarak kabul edilemez” diye ortaya çıksa da, üstelik bütün bunları “hukuk devleti” ve “hukukun üstünlüğü” bağlamında gerekçelendirse de, her türlü “düşünce”nin açıkça ifade edildiği toplumlara “demokratik toplum” adı verildiğini söylese de, konu devrim ve devrimciliğe geldiğinde, tüm kavramlar ve gerekçeler birden ortadan kaybolur.
Gerçeklikte ise, “Sosyalistler burjuva yasallığını, burjuvazinin bozması üzerine terkederler. Engels’in ‘
önce siz ateş edin mösyö burjuvazi’ sözü, marksistlerin burjuva yasallığına saygısının açık belirtisidir. Bu nedenle devrimlerin objektif şartlarını, devrimciler değil, baskı, cebir ve şiddet getirmek suretiyle burjuvazi hazırlar.” (Mahir Çayan,
Revizyonizmin Keskin Kokusu I.) Devrimcilerin yaptığı tek şey, bu tarihsel ve nesnel gerçek karşısında yapılması gerekeni yapmaktan ibarettir, yani burjuvazinin zoruna karşı devrimci zoru uygulamaktır.
Devrimciler açısından bir toplumun “demokratikleştirilmesi”, ancak mevcut devlet aygıtının parçalanması ve yerine geniş halk kitlelerinin çıkarlarına göre biçimlenmiş yeni bir devlet aygıtının kurulmasıyla olanaklıdır. Bugün Türkiye’de yaşanılan olaylar bunun ne denli doğru olduğunu bir kez daha kanıtlamaktadır.
Dün olduğu gibi bugün de, devrimcilere, devrimci örgütlere, devrimci yayınlara karşı gösterilen “hoşgörüsüzlük”, baskı ve şiddet, en açık ifadesini “Terörle Mücadele Yasası” ile “Özel Yetkili Mahkemeler Yasası”nda bulur. Kendisine “demokrat” diyen hemen herkesin artık açık biçimde gördüğü gibi, her iki yasa da çok kolaylıkla “toplumsal muhalefet”e karşı kullanılabilmektedir. Dahası, aynı yasalar ve bu yasalara dayanan “özel yetkili mahkemeler”, “şike” olaylarında görüldüğü gibi, çok kolaylıkla “spor”un yeniden “dizayn” edilmesi amacıyla da kullanılmaktadır.
[2*]
Öte yandan 82 Anayasası’nın 76. maddesinde şunlar yazılıdır: “Devlet sırlarını açığa vurma, terör eylemlerine katılma ve bu gibi eylemleri tahrik ve teşvik suçlarından biriyle hüküm giymiş olanlar, affa uğramış olsalar bile milletvekili seçilemezler.”
82 Anayasası’nın 76. maddesi çok açık biçimde devrimciliği, “terör suçu” adı altında, “sürekli suç” kapsamına alarak, “legal mücadeleyi” tümden ortadan kaldırmıştır.
[3*]
Bu koşullarda devrimci mücadelenin yasadışı (illegal) ve gizli örgütlenmesinden başka seçenek olmadığı açıktır.
Yeniden ülkemizdeki “ileri demokrasi”ye ve bu “demokrasi” içinde “demokrat olmaya” dönelim.
“Demokrasi”nin olmadığı bir ülkede demokrat olmak, şüphesiz “demokrasi”nin olmasını istemek ve bunun için mücadele etmek demektir. Ama “demokrasi”nin olmadığı bir ülkede “demokrasi”nin olduğunu varsaymak, “demokrat” olmak değil, “demokrat gibi” davranmak demektir. “Demokrat gibi” davrananlar (çarpık da olsa, az da olsa, “ileri” olmasa da “demokrasi”nin olduğunu varsayanlar), olmayan “demokrasi”de “demokrasicilik oyunu” oynamaktan bir adım öteye geçemezler. CHP’nin “yemin boykotu”nda görüldüğü gibi, “demokratik muhalefet”in “demokratik” bir tepkisi bile kolayca tehdit ve şantaj aracı olarak kullanılabilmektedir.
Ülkemizde “demokratik mücadele” kadar “demokratik tepki”nin ne olduğu da hiç bilinmemektedir. Burjuva demokrasisinin varolduğu ülkelerde
[4*] insanların farklı düşüncelere sahip olması “demokrasinin gereği” olarak kabul edilir. Bu düşünce farklılıkları ekonomik, toplumsal ve siyasal düzeyde ortaya çıkar. Doğal olarak, bu farklı düşünce sahipleri, olağan “demokratik yöntemlerle” siyasal iktidara gelerek kendi düşünceleri doğrultusunda hükümet olmayı hedeflerler. Ama aynı düşünce farklılıkları, birlikte hareket eden gruplar ve örgütlenmeler içinde de ortaya çıkar. Bu birlikte hareket eden örgütlenmeler içindeki farklı düşünceler birbirileriyle uyuşmazlık içine düştüklerinde “istifa etmek”, “demokratik bir tepki” olarak kabul edilir. Bizde ise, “istifa etmek”, “demokratik bir tepki” olmaktan çok ötedir. Farklı düşüncelerin uzlaşmazlık içine girdikleri koşullarda ortaya çıkan “istifa etmek”, ülkemizde farklı düşüncelere sahip olanlarla hiçbir uzlaşma (“demokratik uzlaşma” ya da “
consensus”) yolu aramaksızın, bu farklı düşünce sahiplerinin tasfiye edilmesinin bir aracıdır. İster siyasal partilerde olsun, ister sendikalarda olsun, isterse devlet düzeyinde olsun, “istifa kurumu”, her zaman “cansıkıcı muhalefetten” kurtulmanın bir aracı olarak görülmüştür. YAŞ öncesindeki Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının “istifası”nın “demokrasinin zaferi” olarak ilan edilmesinin arkasında bu mantık yatmaktadır. Böylece “istifa edenler” istifa ettikleriyle kalırlar.
Burjuva anlamda da olsa gerçek demokrasinin olmadığı ülkelerde “sivil itaatsizlik” eylemleri bile, zorla durdurulmaya çalışılır. (“Sivil itaatsizlik” eylemlerinin en yaygın ve en tipik biçimi işçi grevleridir ve nasıl engellenildiği de açıktır.) Mahatma Gandi’nin söylediği gibi, “sivil itaatsizlik”, sadece demokratik ülkelerde ve demokratik yönetimlere karşı etkin ve sonuç alıcı bir “demokratik tepki biçimi”dir. En küçük ve en “masum” bir protesto eyleminin “demokratik” içeriğinin ve anlamının bile bilinmediği, önemsenmediği ve zorla dağıtıldığı bir ülkede (Hopa olayları en canlı kanıttır) “sivil itaatsizlik” eylemleri de, hiç şüphesiz zorla yok edilmeye çalışılacaktır.
Sözün özü, “demokrasi”nin “d”sinin bile olmadığı bir ülkede “demokratik mücadele”den söz edilemeyeceği gibi, insanların “demokrat gibi” davranmaktan başka seçenekleri de yoktur. Gerçek demokrat, gerçek demokratik hak ve özgürlükler için, gerçek demokratik hak ve özgürlüklerin elde edilmesinin önündeki engellerin kaldırılması için mücadele eder. Eğer bu engel, devletin zoru ve baskısıyla ortaya çıkıyorsa, açıktır ki, demokrat insan, demokrasi için bu zora ve baskıya karşı mücadele etmek durumundadır ve zorundadır. Zora ve baskıya karşı direnmeyenler, “demokrat” değil, olsa olsa “demokrat gibi” bir şey olurlar.
Konuyla bağlantılı yazılar:
***
Demokrasi ve Hukuk Devleti [Ocak-Şubat 2010 - 113. Sayı]
***
Hasım, Husumet, Kin, Nefret ve Düşmanlık [Mart-Nisan 2008 - 102. Sayı]
***
AB Uyum Yasalarıyla "Yukardan Aşağı Demokrasi" [Temmuz-Ağustos 2003 - 74. Sayı]
***
İçeriği Boşaltılan Kavramlar : Emperyalizm, Sosyalizm, Devlet, Demokrasi, Faşizm, Politik Mücadele, Silahlı Mücadele... [Eylül-Ekim 1999 - 51. Sayı]
***
"Laik-Şeriatçı" Kamplaşması, Askeri Darbe, Demokrasi vs. [Ocak-Şubat 2004 - 77. Sayı]
***
Saf Demokratlar [Temmuz-Ağustos 2008 - 104. Sayı]
***
Yargıtay Başkanı Sami Selçuk ve Laiklik, Laikçilik, Burjuva Demokratik Devrim [Eylül-Ekim 1999 - 51. Sayı]
***
Yasadışı Demokrasi: Genelkurmay’ın “Andıcı” ve TİB’in Sakıncalı Siteleri [Kasım-Aralık 2009 - 112. Sayı]
Dipnotlar
[1*] “Eleştirel eleştiri” ya da “mutlak eleştiri”, Yahudileri esas alarak, “Yahudiler devleti dışladıkları için ve dışladıkları ölçüde, devletin de Yahudileri dışladığını, öyleyse Yahudilerin devletten kendi kendilerini dışladıklarını” ileri sürer.
[2*] Özel yetkili savcılığın “şike soruşturması”nda “medya”nın özenle gözden kaçırmaya çalıştığı olay, Fenerbahçe başkanının “silahlı çete” kurmaktan tutuklanmış olduğudur. “Şike” olayı “silahlı çete” kapsamına alındığı için de “özel yetkili” savcılığın ve mahkemenin “işi” haline getirilmiştir.
[3*] Burada bir çarpıtmaya da açıklık getirelim. Yeni ve taze milletvekili Sırrı Süreyya Önder, 82 Anayasası’nın bu maddesinin “Kürt siyasal mücadelesinin önünü kesmek amacıyla” konulduğunu ulu orta “deklare” etmiştir. Yeni ve taze milletvekilimiz, 1980 sonrasında PKK’nin ilk silahlı eylemlerinin Ağustos 1984’de gerçekleştirildiğini unutması bir yana, 12 Eylül askeri darbesinin “gerekçesi”ni de unutmuş görünmektedir.
[4*] “Sanayi devriminden geçmiş olan emperyalist-kapitalist ülkelerdeki yönetim de, geri-bıraktırılmış ülkelerdeki yönetim de oligarşik yönetimdir. Ancak emperyalist-kapitalist ülkelerdeki kapitalizm gerici bir tarzda değil (yukardan aşağıya değil), devrimci anlamı ile, iç dinamiği ile gelişmiş ve yerleşmiştir. Dolayısıyla, sadece alt yapıda değil, üst yapıda da burjuva demokratik ilişkiler egemen olmuş, feodal ilişkiler bertaraf edilmiştir. Fakat tekelci dönemde, kapitalizm serbest rekabet, milliyetçilik ve demokratik yönetim ilkelerini bir yana iterek, yerlerine tekel, kozmopolitizm ve oligarşik diktayı ikame etmiştir.
Ancak geçmiş dönemlerde proletarya ve emekçi kitleler, uzun süren kanlı mücadeleler ile demokratik hak ve özgürlüklerine sahip olmuşlardır. Emekçi sınıflar gerek nitelik olarak, gerekse de nicelik olarak güçlüdürler. Onun için bu ülkelerdeki oligarşi, klasik burjuva demokrasisini ve özgürlüklerini belli ölçülerde sınırlayabilmekte fakat asla özüne dokunamamaktadır. Bu ülkelerdeki oligarşinin niteliği finans oligarşisidir.” (Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III.)