Kimilerinin “yaşamsal öneme sahip” olduğunu ileri sürdükleri 12 Haziran seçimlerine iki buçuk ay kala, 23 Mart günü, TÜSİAD’ın Prof. Dr. Ergun Özbudun’un başkanlığında bir komisyona sipariş ettiği “Yeni Anayasa”nın “Beş Temel Boyutu” kamuoyuna açıklandı.
Hemen herkesin “hemfikir” olabileceği, fazlaca itiraz edemeyeceği “insan” ve “birey” haklarına ilişkin çokça belirsiz ve muğlak sözün yer aldığı “TÜSİAD Anayasası”nın öne çıkan ve tepki gören yanı, mevcut anayasada[1*] yer alan “değiştirilemez” maddelerin kaldırılması ve sadece “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” maddesinin korunması önerisi olmuştur.[2*] Diğer yandan, “TÜSİAD Anayasası”nın kamuoyuna açıklanması sırasında en “medyatik” olay ise, TÜSİAD başkanı Ümit Boyner’in eşi, Boyner Holding’in başkanı ve eski Yeni Demokrasi Hareketi’nin (YDH) başkanı olan Cem Boyner’in, “İnsanların özgürlüğü, onuru, hakları ülkenin bölünmesinden daha önemlidir” açıklaması olmuştur.
Bu iki olay, yani mevcut anayasanın dördüncü maddesiyle “değiştirilemez” hükmü altına alınmış olan maddelerin “değiştirilebilir” hale getirilmesi önerisi ile Cem Boyner’in “çıkışı” ne denli “medya” ve “siyaset dünyası” tarafından tepkiyle karşılanmışsa da, “TÜSİAD Anayasası”nı hazırlayan komisyonun başkanı Prof. Dr. Ergun Özbudun’un Ağustos 2007’de AKP’nin sipariş ettiği “yeni anayasa” taslağını hazırlayan komisyonun da başkanı olduğu fazlaca tepki uyandırmamıştır. (AKP’nin sipariş ettiği 2007 anayasa taslağını hazırlayan beş kişilik komisyonda yer alan Doç. Dr. Serap Yazıcı da, TÜSİAD’ın “anayasa” komisyonunda “prof. dr.” unvanıyla yer alan ikinci “demirbaş” üyedir.)
Şüphesiz bu olayda en “ilginç” nokta, TÜSİAD’ın seçimlere iki buçuk ay kala “yeni anayasa” önerisiyle ortaya çıkmış olmasıdır. 2010 referandumu öncesinde Recep Tayyip Erdoğan’ın “bitaraf olanlar bertaraf olacaktır” diyerek tehdit ettiği TÜSİAD, bu kez elini “çabuk” tutarak, “bertaraf” olmamak için “taraf” olmuştur. (Cem Boyner, bu durumu, “Gece yastığa başınızı koyduğunuzda, bu gece yarın, tarafınızı belli etmek zorundasınız.” diyerek ifade etmiştir.)
TÜSİAD’ın 12 Haziran seçimlerinden önce “bitaraf” olmadığını gösteren bu çıkışı, aynı zamanda “yeni anayasa”sının içerdiği yuvarlak, muğlak ve “elastiki” sözlerle desteklenmiştir. Böylece anayasa beklentisi içinde olan, mevcut anayasayla sorunu olan herkesin kendince bir şeyler bulabileceği bir “anayasa önerisi” ortaya atılmıştır.
Yuvarlak, muğlak ve “elastiki” sözlerle ifade edilen “TÜSİAD Anayasası”, en yalın ifadesiyle, demokratik hukuk devletinin en temel ilkelerinden birisi olan “yasalar anayasaya aykırı olamaz” ilkesini ortadan kaldırmaktadır. “TÜSİAD Anayasası” öylesine yuvarlak, muğlak ve “elastiki” sözlerle ifade edilmiştir ki, bu anayasayla birlikte yasama organına egemen olan bir siyasal parti, hiçbir anayasal engelle karşılaşmaksızın istediği yasayı, istediği gibi çıkarabilme olanağına sahip olmaktadır. Recep Tayyip Erdoğan’ın talep ettiği de budur. Bu yönüyle “AKP Anayasası” ile “TÜSİAD Anayasası”, oluşturulan komisyonun başkanı Prof. Dr. Ergun Özbudun’un AKP’nin 2007 “anayasa tasarısı”nı hazırlayan komisyonun başkanı olmasında ifadesini bulan bir özdeşliğe sahiptir.
Ama “TÜSİAD Anayasası”, çok açık biçimde, mevcut anayasanın, özellikle 12 Eylül 2010 referandumu sonrasında, tümüyle meşruiyetini yitirdiğinin, varolan asgari “consensus”un da tümüyle ortadan kalktığının bir itirafıdır.
1982 referandumunda %92 “evet” oyu ile kabul edilen, ardından AB dayatmalarıyla TBMM içinde oluşturulan “consensus”la pek çok maddesi değiştirilen mevcut anayasanın meşruiyetini yitirmesi, artık iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış bir “hukuk devleti”nden söz edilemeyeceği bir durumun ortaya çıkması demektir. Bu da, mevcut iktidarın, yani AKP iktidarının meşruiyetini yitirdiğini, asgari düzeyde de olsa “toplumsal uzlaşma”ya dayanan bir hukuksal temele sahip olmadığını gösterir.
12 Eylül 2010 referandumunda halkın %42’sinin “hayır” oyu vererek kabul etmediği, meşru görmediği, “toplumsal onay” (consensus) vermediği bir anayasadan “yetki” alan bir iktidar, açıktır ki, toplumun %42’si nezdinde gayrimeşru hale gelmiştir.
TÜSİAD, “yeni anayasa” önerisiyle, bir yandan mevcut anayasanın meşruiyetini yitirdiğini ortaya koyarken, diğer yandan gayrimeşru hale gelmiş olan AKP iktidarını, “seçimlerden sonra gündeme gelecek olan yeni anayasa” önerisiyle meşrulaştırmaya çalışmaktadır.
Bugün AKP iktidarı, meşruiyetini yitirmiş bir anayasadan aldığı “yetki”yi kullanan gayrimeşru bir iktidar durumundadır. İcraatları, (meşruiyetini yitirmiş) mevcut anayasaya uygun olsa da, yani “yasal” görünse de, mevcut anayasanın meşruiyetini yitirmesi nedeniyle “yasallığını” da yitirmiştir. Bu durumda, iktidarın “toplumsal onay”a dayanmayan, meşru olmayan (gayrimeşru) bir “yetki”yi kullanması, “yetki gaspı”ndan başka bir şey değildir. En azından toplumun %42’sinin meşru görmediği, onay vermediği bir iktidar söz konusudur. Bu “yetki gaspı”, en açık biçimde, siyasal iktidarın “yetki”sini “tüm milletten”, halktan almadığının ifadesidir. Dolayısıyla da, “yetki”yi “tüm milletten” almayan bir iktidarın olduğu koşullarda, “milli kriz”in varlığı bir gerçekliktir.[3*] Seçimlere “çeyrek kala” TÜSİAD’ın ortaya “yeni anayasa” önerisiyle çıkması, Nuray Mert’in sözleriyle “siyasal-toplumsal kriz durumu”nda, böylesine gayrimeşru hale gelmiş bir iktidara karşı “direnme hakkı”nın meşruiyetini ve fiili hale gelmesini engellemeye yöneliktir. TÜSİAD’ın çok iyi bildiği gibi, “direnme hakkı”nı kullanan halk, her zaman kurulu düzeni topyekün değiştirmeye yönelir. Kurulu düzenin temsilcisi ve simgesi olan, daha tam ifadeyle mevcut düzenin kendisi olan TÜSİAD da, böylesi bir değişim sürecinde kendi düzenini yitireceğini de çok iyi bilmektedir. İşte “TÜSİAD Anayasası”nın seçimlere iki buçuk ay kalmışken ortaya atılması, TÜSİAD’ın “siyasal-toplumsal kriz durumu”nda toplumsal hareketleri pasifize etmeyi, en azından seçimlere kadar “zaman” kazanmayı amaçladığını göstermektedir.
Her zaman ifade ettiğimiz gibi, ülkemiz, tam anlamıyla olgun olmasa da sürekli bir milli kriz içindedir. Bu da, toplumsal devrimin nesnel koşullarının varlığı demektir. Bütün sorun, devrimin öznel koşullarının yaratılmasıdır. “TÜSİAD Anayasası”, böylesi bir gerçekliğin ifadesidir.
[1*] Bugün yürürlükte olan “T. C. Anayasası”, 12 Eylül askeri cuntası tarafından Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı başkanlığındaki komisyona hazırlatılan ve 1982 yılında referandumla kabul edilen “82 Anayasası” değildir. 82 Anayasası’nın pek çok hükmü değişik zamanlarda TBMM tarafından değiştirilmiştir. En son değişiklik, herkesin bildiği gibi, 12 Eylül 2010’da yapılan “anayasa değişikliği referandumu”yla gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle, yürürlükteki anayasaya “82 Anayasası” demek fiilen olanaksızdır. Bu nedenle “mevcut anayasa” deyimini kullanıyoruz. [2*] Mevcut anayasanın 4. maddesiyle “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” hükmü altına alınmış olan ilk üç madde şöyledir:
“I. Devletin şekli
Madde 1- Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
II. Cumhuriyetin nitelikleri
Madde 2- Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
III. Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti
Madde 3- Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.
Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.
Millî marşı ‘İstiklal Marşı’dır.
Başkenti Ankara’dır.” [3*] Nuray Mert, “meşruiyet” ile “yasallık”ın her zaman örtüşmeyebileceğini, “bir toplumda, bu iki kavram farklılaşmaya başladıysa, siyasal-toplumsal kriz durumu yaşanır” (abç) saptaması yaparken (Milliyet, 4 Mart 2011) bu gerçeği dile getirmiştir.