Burjuvazinin yükseliş döneminde ortaya çıkan laiklik kavramı, temelde burjuvazinin feodalizme karşı mücadelesinin ürünüdür. Ve aynı zamanda burjuvazinin egemenliğinin sağlanmasının bir ifadesidir.
En kısa tanımıyla laiklik, dini kurumların, devlet işleyişinin dışına çıkartılmasıdır. Bir başka deyişle, dini kurumlar ile devlet kurumları arasındaki ilişkinin yeniden düzenlenmesi ve dini kurumların devlet düzeninin dışında faaliyet göstermesi laikliğin temelidir. Dini kurumlar ile devletin birbirinden ayrılması olarak laiklik, aynı zamanda, bütün dinsel toplulukların, istisnasız olarak devlet tarafından özel topluluklar olarak nitelendirilmesi demektir.
Bilindiği gibi, feodal dönemde feodal beyler ile din arasında doğrudan bir iktidar ortaklığı bulunmaktadır. Bu iktidar ortaklığı, kimi durumda feodal beyin aynı zamanda dini önder olması şeklinde görüldüğü gibi (Osmanlı İmparatorluğunda padişahın aynı zamanda halife olması; İngiltere'de Kral VIII. Henry'nin Anglikan Kilisesi'ni kurarak kilisenin başına geçmesi gibi), kimi durumlarda feodal beyin yanında yönetimi paylaşan din adamları bulunmaktadır. İspanya feodal döneminde en tipik durumuyla görüldüğü gibi, feodal krallık toplumsal ve siyasal yönetimi tümüyle dini kurumlara (kilise) bırakmıştır. Bunun sonucu olarak, dini kurumlar (kilise) toplumun tüm faaliyetlerini belirleyen, yöneten ve yönlendiren güç haline gelmiştir. "Feodal kilise hiyerarşisi, aristokratik sınıfı oluşturuyordu: Piskoposlar ve başpiskoposlar, manastır başpapazları, manastır başkanları ve öbür yüksek aşamalı papazlar. Bu yüksek kilise görevlileri, ya imparatorluk prensleri, ya da başka prenslerin metbuluğu altında, birçok serfler ve angaryalılar ile birlikte, geniş toprakları egemenlikleri altında tutan feodal beylerdiler."[1*] Feodal beylerin zaman içinde güçlerini yitirmelerine bağlı olarak dini kurumların gücü artmış ve feodal egemen sınıflar adına toplumun yöneticisi haline gelmiştir. Böylece siyasal iktidar gücü haline gelen dini kurumlar, devletin yapısını kendi iç hiyerarşilerine uygun olarak düzenlemişlerdir.
En güçlü feodal bey kadar geniş topraklar üzerinde egemen olan dini kurumlar (kilise), bazı durumlarda çeşitli feodal beyler arasındaki çatışmalarda "uzlaştırıcı" bir güç olmuşlardır. Feodalizmin son dönemlerine gelinirken yerel mahalli otorite durumunda olan feodal beylere karşı krallığın mücadelesinde dini kurumlar (kilise), yerel mahalli feodal beylerin yanında tavır almıştır. Bu dönemde merkezi devletin oluşumunu ifade eden krallığın yerel feodal güçlere karşı bu hareketi, aynı zamanda kiliseye karşı bir hareket olmuştur.
Böylece dini kurumlar feodallerin yanında yer alarak burjuvazinin karşısına çıkmışlardır. Bu nedenle burjuvazi kendi iktidarını kurabilmek için, yani feodaliteyi tasfiye edebilmek için, dini kurumların etkisini ve gücünü kırmak zorundaydı. Bu kırma eylemi, dinin ideolojik niteliğine bağlı olarak, yeni bir ideolojik eylemi de zorunlu kılıyordu. İşte tüm burjuva ideologlarının üzerinde durduğu temel konulardan birisi de, din ve dini kurumların durumuydu. "Rahiplerin elleri arasında, siyasa ve hukuk bilimi, tüm öbür bilimler gibi, yalınç tanrıbilim kolları olarak kaldılar, ve tanrıbilimde yürürlükte olan ilkelere göre incelendiler. Kilise dogmaları, aynı zamanda, siyasal belitler idiler, ve Kutsal Kitap tümceleri de, tüm mahkemelerde yasa gücüne sahipti. Hatta bağımsız bir hukukçular sınıfı oluştuktan sonra bile, hukuk bilimi daha uzun süre tanrıbilim egemenliği altında kaldı. Ve tüm entelektüel çalışma alanında tanrıbilimin bu egemenliği, aynı zamanda, feodal egemenliğin en genel bireşimi ve onaylaması olan kilisenin durumunun da zorunlu sonucu idi.
Buna göre, genellikle feodalizme karşı yöneltilen tüm saldırıların, her şeyden önce kiliseye karşı saldırılar olacakları, toplumsal ve siyasal tüm devrimci öğretilerin, aynı zamanda ve her şeyden önce, tanrıbilimsel sapkınlıklar olacakları açıktır. Varolan toplumsal koşullara dokunabilmek için onların kutsal niteliklerini kaldırmak gerekiyordu."[2*] Feodal dönemde kilisenin kendi ekonomik kaynakları ve kendi eğitim kurumlarıyla devlet içinde devlet olma özelliği ve de dinin özünde bulunan "dünyevi ilişkilerin düzenlenmesine" yönelen niteliği, burjuvaziyi iki yönlü bir eyleme itmiştir. Bir yandan kilisenin elindeki ekonomik değerleri (toprak) alarak onun gücünü sınırlandırmak, öte yandan dinsel dogmaları kendi iktidarına uygun hale getirmek.
Bunlardan birincisi, burjuvazinin "toprağın millileştirilmesi" istemi ile çakışırken; ikincisi "dini reform" hareketiyle çakışır. Ancak dinin reforme edilmediği durumlarda, kilisenin devlet iktidarı üzerindeki etkisinin doğrudan kırılması gerekmiştir. Her iki durumda da, kilisenin devlet iktidarına müdahalesinin önlenmesi esas olmuştur.
İşte kilisenin siyasal iktidardan uzaklaştırılması ve iktidarın bir parçası olmaktan çıkartılmasının ideolojik ifadesi laikliktir.
Feodal bir iktidar gücü haline gelmiş olan dini kurumların, burjuvazinin iktidarının önünde engel teşkil etmesiyle ortaya çıkan laiklik fikri, burjuvaziyle birlikte ortaya çıkmış ve demokratik cumhuriyetin ayrılmaz bir unsuru olmuştur.
Fransa'da tüm yönleriyle uzlaşmaz bir biçimde ortaya çıkmış olan laiklik mücadelesinde, kilisenin elindeki mülklerin büyük bölümü devlet mülkü haline getirilmiştir. Yine de kiliseye kendisi için gerekli egemenlik alanları bırakılmıştır. Bunun sonucu olarak, kiliseler kendilerine ait mülklerle kendi faaliyetlerini sürdürmek durumunda olmuşlardır. Bu faaliyetin en önemli iki unsuru ise, eğitim ve yardım faaliyetleridir. Birincisi kilise eğitimi olarak ortaya çıkarken, ikincisi Kızılhaç faaliyetleri olarak ortaya çıkmıştır.
Bu gelişme sonucunda laiklik sorunu, hemen her zaman eğitim sorunu olarak varlığını sürdüre gelmiştir. Fransa örneğinde olduğu gibi "laik eğitim" ile "dini eğitim" birbiriyle sürekli çatışma durumunda olmuştur. Ancak politik iktidar tartışmasız bir biçimde burjuvazinin eline geçtiği ve kilise daha önce kanlı savaşlarla geriletildiği için, kilisenin yeniden politik iktidara talip olması hemen hemen olanaksız hale getirilmiştir. Bu nedenle laik eğitim üzerine ortaya çıkan kimi çatışmalar dışında, burjuvazinin iktidarı için laiklik, özel bir sorun olmaktan çıkmıştır.
19. yüzyıla kadar kesin bir kilise karşıtı tutum içinde bulunan burjuvazi, iktidarını pekiştirir pekiştirmez, dini, kitlelerin uyutulmasının bir aracı olarak kullanmaya başlamıştır. Engels'in belirttiği gibi, din, "egemen sınıfların alttaki sınıfların dizginlerini elde tutmak için kullandığı basit bir yönetim aracıdır" ve "değişik (egemen) sınıfların her biri kendine uygungelen dini kullanır". "Din konusundaki konuşmayı tartışırken Duma'daki grubumuz tarafından açıklığa kavuşturulmamış olan bir başka durum da, oportünist saptırmalara ek olarak, Avrupa Sosyal Demokratlarının din konusundaki bugünkü aşırı kayıtsızlıklarına yol açan özel tarihsel koşulların da varlığıdır. Bu koşullar iki yönlüdür. Birincisi, dinle savaşmak görevi, tarihsel açıdan devrimci burjuvazinin görevidir ve Batı'da burjuva demokrasisi, feodalizme ve orta çağ düzenine karşı giriştiği kendi devrimleri döneminde bu görevi büyük ölçüde yerine getirmiş (ya da engellemiştir). Gerek Fransa'da, gerek Almanya'da burjuvazinin dinle savaşma geleneği vardır ve bu sosyalizmden (Ansiklopedistlerden ve Feuerbach'tan) çok önce başlamıştır. Rusya'da ise, burjuva demokratik devrimimizin kendine özgü koşulları nedeniyle, bu görev de hemen hemen tümüyle işçi sınıfının omuzlarına yüklenmiştir."[3*] Burjuvazinin devrimci niteliğini yitirdiği emperyalist aşamada, demokratik devrimin tamamlanmadığı ülkelerde, dinle mücadele görevinin proletaryanın omuzlarına kalması, aynı zamanda proletaryanın bu ülkelerde demokratik devrimi tamamlama göreviyle çakışır. Ama proletaryanın, dinle olan mücadelesi salt bununla bağlantılı değildir. O, aynı zamanda, demokratik cumhuriyet kurulması yönündeki tarihsel eylemi ile, dinin "kişisel bir sorun" olarak kalması gereği açısından da bu mücadeleyi yürütmek zorundadır. İslamiyet gibi kendisini tarihsel gelişmeye uydurmamış, burjuvazi tarafından reformize edilmemiş bir din karşısında proletarya ve partisinin görevleri çok daha büyük öneme sahiptir.
İslamiyet, hıristiyanlığın tersine, içerdiği feodal ve ortaçağ dogmalarından kendisini arındırmamış ve toplumsal, siyasal ve ekonomik düzeni düzenlemeye yönelik siyasal gücü ve siyasal iktidar olma talepleri kesin yenilgiye uğratılmamıştır.
Diğer yandan, İslam ülkelerinin emperyalist sömürgeler haline getirilmesi ve emperyalizmin tüm feodal kesimlerle ittifak içinde bulunması, dini ideolojilerin özel olarak korunmasını da beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla bizim gibi demokratik devrimin tamamlanmadığı ve reformdan geçmemiş bir dinin egemen olduğu bir ülkede laiklik ve din konusu çok daha büyük öneme sahiptir. Özellikle son yıllarda dinin "kişisel bir sorun" olduğu şeklinde yapılan değerlendirmeler ve propaganda gözönüne alındığında, laiklik konusunda açık ve net bir tutum takınmak çok daha önemli olmaktadır.
Bugün ülkemiz solunda ya da kendisini solda kabul eden pek çok kişi, dinin "kişisel bir sorun" olduğu tekerlemesini benimsemiştir. 1891 tarihli Alman Sosyal-Demokrat Partisi'nin Erfurt Programında yer alan "din kişisel bir sorundur" maddesine dayanan bu belirlemeyi Lenin şöyle değerlendirmektedir: "Bu taktikler artık gündelik bir olay durumuna gelmiş, Marksizmin ters yönde saptırılmasına, oportünizm yönünde saptırılmasına yol açmıştır. Erfurt Programındaki bu madde, biz Sosyal-Demokratlar için, parti olarak hepimiz için din kişisel bir sorundur biçiminde yorumlanmıştır. 1890'larda Engels bu oportünist görüşü doğrudan doğruya karşısına almaksızın, buna polemikle değil somut verilerle karşı çıkılması gerektiğini ileri sürmüştür. Örneğin kendisi bu karşı çıkışı, özellikle vurguladığı bir sözle, Sosyal-Demokratların dini devlet işleri açısından kişisel bir sorun olarak aldıklarını, herhalde kendileri açısından, Marksizm açısından ve işçi partisi açısından soruna böyle bakmadıklarını söyleyerek belirlemiştir...
Batı'da 'din kişisel bir sorundur' savının oportünist yorumuna yol açan koşulları ele alalım. Kuşkusuz buna yol açan koşullar bir bütün içinde, işçi sınıfı hareketinin çıkarlarını geçici çıkarlar adına feda etmek gibi oportünist davranışların tümüne yol açmış olan koşullardır. Proletaryanın partisi devletin dini kişisel bir sorun olarak belirlemesini ister, ancak halkın afyonu niteliğindeki dini, dinsel batıl inançlara karşı savaşı 'kişisel sorun' olarak görmez. Oysa oportünistler sorunu saptırarak, Sosyal Demokrat Partinin dini kişisel bir sorun gibi yorumladığı izlenimini uyandırmaya çalışırlar."[4*] Din, devletle ilişkisi olmaması, dinsel kurumların siyasal iktidar yetkilerine sahip bulunmaması temelinde "kişisel bir sorun"dur. Burada unutulmaması gereken yan, dinlerin ekonomik, toplumsal ve siyasal alanları içeren dogmalara sahip olduğudur. Dolayısıyla dinsel ideolojilerin kitleler üzerinde sağlayacağı her etki, aynı zamanda bu dogmaların var edilmesi için bir çabayı da beraberinde getirecektir. Bu nedenle, dinsel ideolojilere ve dogmalara karşı mücadele zorunludur.
Ülkemizde de görüldüğü gibi, dinin "kişisel bir sorun" olarak ilan edilmesi ya da din ile devletin birbirinden ayrılması tek başına yeterli olmamaktadır. Demokratik devrimin tamamlanmadığı, feodalizmin ve feodal ideolojilerin devrimci tarzda tasfiye edilmediği bizim gibi ülkelerde, sorun, feodalizmden kapitalizme geçiş sorunu olarak varlığını sürdürmektedir. Varolan kapitalizmin kendi iç dinamiği ile gelişmemiş olması, baştan emperyalizme bağımlı olarak yukardan aşağıya geliştirilmesi, feodal ilişkilerin ve özellikle de feodal ideolojilerin varlığını sürdürmesine neden olmuştur. Feodal ilişkilerin içinde yer alan tüccar ve zanaatçıların, geliştirilen çarpık kapitalizme eklemlenmeleri ya da tasfiye olmaları süreci tamamlanmamıştır. Bunlar, dışa bağımlı kapitalizm karşısında sürekli gerilemişler ve yavaş yavaş tasfiye olmaya başlamışlardır. Bu da, zamana yayılan bir "geçmişe dönüş" umudunu sürekli var etmiştir.
Bu kesimler, kesinkes mülksüzleştirilmediği ya da tasfiye edilmediği sürece, dinin "kişisel bir sorun" olarak ele alınması, yani dinsel toplulukların kendi işlerini kendileri görmesine olanak sağlanması, onların güçlenmesinden başka bir sonuç vermemektedir. Ülkenin en küçük yerleşim yerlerinde bile kurulmuş olan Kuran kursları, İmam-Hatip liseleri ve yurtlar bunun somut ifadesidir.
Diğer yandan, ülkemizde din "kişisel bir sorun" olmaktan öte, toplumsal bir sorun ve ilişki olarak vardır. Özellikle tarikatlar düzeyinde yürütülen dinsel faaliyetler, gizli örgütlenmeler olarak da ortaya çıkmıştır. Tarikatların kendi iç hiyerarşileri, tarikat üyeleri arasında bir birlik oluşturur. Dolayısıyla, tarikat düzeyinde, din, hiç bir biçimde "kişisel bir sorun" durumunda değildir. Bugün AKP tarafından sıkça yinelenen din "kişisel bir sorun"dur tekerlemesi, tarikat ilişkilerinde hiç bir geçerliliğe sahip değildir. Üniversitelerde yapılan türban eylemlerinde görüldüğü gibi, "türban sorunu" bir örgütlenme ve buna bağlı eylemlilik durumundadır. Bu örgütlenme ve eylemlilik, herkesin "kendi inancına göre yaşaması"ndan öte, "kendi istediği hukuku seçmesi" amacına yöneliktir.
Örneğin imam nikahı, "kişisel bir sorun" gibi gösterilmekle birlikte, bir hukuk sorunudur, medeni hukuku sorunudur. İmam nikahı sırasında akt edilen "mehir" bunun en tipik örneğidir. Bu akit, evliliğin sona ermesi durumunda uygulanabilmesi için bir karar merciinin varlığı ile, bu kararın uygulanmasını denetleyen ve gerektiğinde sağlayan bir zor gücünü gerekli kılar. Bu da, herkesin bildiği gibi, dini mahkemeler ve polis gücüdür.
Diğer yandan imam nikahı "mükerrer" evliliklerin olmaması için merkezi bir kayıt sistemini gerektirir. Bu da, imamlara bağlı bir nüfus kayıt merkezinin kurulmasını zorunlu kılar.
Bugün ülkemizde bu ve benzeri "şeriat" kurumlarını vakıflar temsil etmektedir. Bu vakıflar, devletleşememiş şeriatın "sivil toplum örgütleri"dir.
Sorun, "kişisel bir sorun" değil, siyasal üst yapı sorunudur ve siyasal üst yapının dini esaslara göre biçimlendirilmesi sorunudur. Bunlar dikkate alınmaksızın "din kişisel bir sorundur" tekerlemesinin ardına takılmak, şeriatçılığı güçlendirmekten ve meşrulaştırmaktan başka bir anlama gelmemektedir. "Proletarya bizim burjuva demokratik devrimimizin öncüsüdür. Bu nedenle, ortaçağın tüm kalıntılarına ve bu arada eski resmi dine ve bunu canlandırma, yeniden biçimlendirme yolundaki tüm girişimlere karşı yürütülecek mücadeledeki ideolojik öncü de proletaryanın partisi olmalıdır."[5*]