KURTULUŞ CEPHESİ - Mart-Nisan 1994
Muhtıra, Darbe...
12 Mart, 12 Eylül...
Yönetimin Askerileştirilmesi
"Bizim gibi ülkelerdeki oligarşik yönetim, rahatlıkla işçi ve emekçi kitlelerin demokratik hak ve özgürlüklerinin olmadığı tam bir dikta yönetimi ile ülkeyi yönetebilmektedirler. Buna sömürge tipi faşizm de diyebiliriz. Bu yönetim, ya klâsik burjuva demokrasisi ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan 'temsili demokrasi' ile icra edilir (gizli faşizm) yada sandıksal demokrasiye itibar edilmeden açıkça icra edilir. Ancak açık icrası sürekli değildir. Genellikle, ipin ucunu kaçırdığı zaman başvurduğu bir yöntemdir." [1*]
Mahir yoldaşın bu belirlemesi, ülkemizdeki siyasal yönetimin niteliğini ve biçimini en özlü biçimde ifade etmektedir. Özellikle her 12 Mart geldiğinde "muhtıra", her 12 Eylül geldiğinde "darbe" teorilerinin her yanı sardığı dönemlerde bu belirlemenin içeriği büyük öneme sahiptir. Son on yılda ülkemizde hemen hemen 12 Mart'larda ve 12 Eylül'lerde görülen "ordunun yönetime el koyması" üzerine yapılan pek çok değerlendirmenin spekülatif niteliği de bu belirlemenin içeriğinde açığa çıkar.
Çiller hükümetinin kurulmasından sonra "düzenin tıkandığı" teorilerinin yoğunlaştığı bir dönemde, oligarşinin basınında çıkan her haberin yeni bir askeri yönetim döneminin (ya da askeri darbenin) sinyalleri olarak alındığı bir ortamda, PKK'nin büyük kentlerde giriştiği terör eylemleri bu teorilerin desteklenmesinde kullanılır olmuştur. Bu konuda, ülkenin ekonomik, sosyal, siyasal koşulları ve emperyalist sistemin bütünsel bir tahlili yapılmaksızın ileri sürülen her teori birer "niyet" ya da "korku"dan başka anlama gelmemektedir. Ünlü MİT ajanı Mahir Kaynak'ın "uzman" olarak "sol"un "darbeler hocası" haline getirilmesi de aynı nedenden kaynaklanmaktadır. Bir başka deyişle, ülkemiz solunda görülen politikasızlık, stratejik bir bakış açısının olmaması, dünya ve ülke tahlilinin yapılamaması koşullarında politika "güvenilir kaynaklara" bağlanmıştır. D. Perinçek çevresinin MİT dedikodularına bağlı politik "öngörüleri" hemen hemen tüm sola yayılmıştır. Ama gerçekler olduğu gibi ortadadır.
Mahir yoldaş 12 Mart koşullarını ve yönetimin askerileştirilmesini şöyle anlatır:
"Amerikan emperyalizminin krizinin had safhaya ulaşması, ülkemizdeki tekellerin aç gözlü sömürüsünün artması emperyalist üretim ilişkilerinin iyice kökleşmesini oluşturdu. Bu ise, ülkemizdeki sosyal, iktisadi ve siyasi krizi iyice derinleştirdi. Paramız devalüe edildi. Fiyatlar görülmedik bir seviyeye yükseldi. Emekçi halkın yoksulluğu, sefaleti had safhaya ulaştı.
Amerika, Türkiye'deki Süleyman Demirel hükümetine iki tavsiyede bulundu. Ülkede kendi sömürüsünü artıracak bir dizi 'rasyonalizasyon' tedbirleri (dolayısıyla işbirlikçi-tekelci burjuvazi lehine) almasını (Bkz. OECD Raporları) ve orduyu yönetime katarak hızla gelişen demokratik mücadeleyi bastırmasını tavsiye etti.
Süleyman Demirel yönetiminin bir ayağı tekelleşememiş vurguncu Anadolu burjuvazisine ve feodal kalıntılara dayandığından bu tedbirleri gereği gibi yerine getiremedi. Tekeller için 'huzuru' sağlayamadı.
Bunun üzerine alaşağı edildi. Ve askeri diktatörlük kuruldu." [2*]
Görüldüğü gibi Mahir yoldaş, 12 Mart askeri darbesini, temel olarak, emperyalizm ve oligarşinin ekonomik, sosyal ve siyasal bunalımlarının had safhaya ulaşmasına bağlar. Bu ise, emperyalist sistemin sürekli ve genel bunalımının ve ülkede sürekli mevcut olan milli krizin derinleşmesi demektir. Bilindiği gibi, milli kriz, bir ülkede devrimin olabilmesi için gerekli nesnel koşuldur. Bu nesnel koşullarda, gerek THKO'nun, gerekse THKP-C'nin silahlı mücadeleyi başlatmaları, oligarşiye karşı devrimci bir alternatifin ortaya çıkmasını getirmiştir. 1965'lerden itibaren sürekli gelişen ve yükselen kitle hareketleri, özellikle işçi sınıfının ekonomik-demokratik mücadelesinin artan oranda politize olması koşullarında, oligarşi içindeki çelişkiler daha da artmıştır. Bütün bunlara, devrimci-milliyetçilerin 9 Mart darbe hazırlıkları eklenecek olursa, 12 Mart'da oligarşinin Demirel yönetimini alaşağı ederek, yönetimin askerileştirilmesinin koşulları anlaşılabilir.
Oligarşi, 12 Mart darbesiyle, Demirel yönetimi yerine "sivil" N. Erim'i başbakanlığa getirmiştir. Oligarşinin ordusu yönetimi tümüyle elinde tutarken, TBMM fesh edilmemiş, ama askeri yönetimin tüm taleplerini yerine getiren bir "danışma meclisi" durumuna getirilmiştir. TBMM'nin tek görevi, askeri yönetimin istemlerini yerine getirmektir. Askeri yönetimin istemleri ise, emperyalizmin ve oligarşinin istemlerinden başka birşey değildir.
Oligarşinin 12 Eylül darbesi de, hemen hemen benzer koşullarda emperyalizmin ve oligarşinin krizlerinin had safhaya ulaştığı koşullarda gerçekleştirilmiştir. 1976-1980 yılları arasında kitlelerin politize olması, devrimci güçlerin gerek kitleler üzerindeki etkilerinin, gerekse silahlı mücadelelerinin gelişmesi karşısında oligarşinin yönetimi askerileştirmesi söz konusu olmuştur.
Kısacası, oligarşinin yönetimini askerileştirmesi nesnel koşullarla ilintilidir ve sonal olarak kendi varlık koşullarını ortadan kaldıracak devrimci güçlerin mevcudiyeti ile bağlantılıdır.
Bu genel sonucu şu şekilde ifade edebiliriz:
"Sınıfsal olarak oligarşinin hareketine karşılık proletaryanın, köylülüğün ve şehir küçük burjuvazisinin (genel olarak geniş emekçi yığınlarının) hareketi temelde çatıştığından, mevcut üretim ilişkileri içinde toplumsal dengeden söz edilemez. Söz konusu olan, sürekli bir dengesizliktir. Bu durum, ülkedeki bunalımın sürekliliği demektir.
Ülkede sürekli bir dengesizliğin olması, emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin mevcut durumu devam ettirebilmek için 'güç'lerini kullanmasının ve 'denge'yi bu şekilde kurmaya yönelmesinin objektif temelidir.
Ülkedeki üretici güçlerin gelişme seviyesi, dengesini metropollerde bulduğundan, oligarşi, üretim ilişkilerini devam ettirme görevini, siyasal zoru askeri biçimde maddeleştirmenin şartları içinde yerine getirebilir. Bu durum, geri- bıraktırılmış ülkelerin aynı zamanda emperyalizmin zayıf halkaları olmaları da demektir.
Emperyalizmin dünya ölçeğinde uygulamak zorunda olduğu zor, ülkede oligarşinin siyasal zoru olarak somutlaşır. Ve emperyalist-kapitalist üretim ilişkileri yaşadığı sürece, bu siyasal zor da varlığını devam ettirecektir. Ve kendisine yönelen her sınıfsal tavra karşı askeri bir biçimde maddeleşecektir. Siyasal zorun askeri biçimde maddeleşmesi, ülkedeki dengesizlik nedeniyle, aslında sürekli bir niteliktir. Emperyalizmin Türkiye'de bulunmasından (gizli işgalinden) dolayı, iktisadi yapıdaki dengesizlik, sosyal ve siyasal plana da yansır. İktisadi planda en rahat bir biçimde mallar üzerinde gözleyebileceğimiz bu durum, sosyal planda, ülkedeki üst yapı kurumlarında ve kültüründe, siyasal planda da siyasal zorda somutlaşır.
Marks, 'maddi hayatın üretim tarzı sosyal, siyasal ve genel olarak entellektüel hayat sürecini şartlandırır' [3*] der.
Ülkedeki emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerine uygun olarak gelişen üretim, kendi hayat sürecini de şartlandırır. Bu şartlandırma içinde ortaya çıkan çelişkilere ve sınıfların tepkilerine karşı, oligarşinin bir üst belirlenme olan siyasal yaşantısını sürdürme şartı, siyasal zorunu kullanması (onu kullanmaya zorunlu kılınması) şeklindedir.
Siyasal zor, oligarşinin elinde ilk şart olarak, oligarşinin siyasal hakimiyetini koruması şeklinde görevini somutlaştırır. Kuşkusuz en önemli araç, devlet aygıtıdır. Devlet bu dönemde, hakim sınıfların karakterine bürünerek, oligarşik devlet niteliğini almıştır. Siyasal zorun bu biçimdeki görevi ona, üretim ilişkileri tarafından verilmiştir. Ve temel görevi, mevcut üretim ilişkilerinin devamını sağlamayı yerine getirmektir. Bu görevin yerine getirilişinde 'zor'un askeri bir biçimde maddeleşmesi ve görünür olması, a) Hakim sınıfların kendi iç çelişkileri yüzünden idare edememeleri, b) Gelişen sınıfsal muhalefetlerin mevcut üretim ilişkilerini tehdit eder bir nitelik almaları, c) Doğrudan doğruya iktidara yönelik bir siyasal alternatifin ortaya çıkması durumlarında olur. Ülkemizde özellikle 12 Mart ertesi uygulamalardan sonra, hakim sınıfların kendi iç çelişkilerinden dolayı yönetimin askerileşmesi beklenemez. Bu nedenle, siyasal zorun askeri bir biçimde kendini göstermesi, mevcut üretim ilişkilerine yönelik muhalefetin görüldüğü yerlerde ve oligarşiye alternatif bir gücün ortaya çıkması zamanlarında olacaktır. Bir başka deyişle, oligarşi emekçi yığınların muhalefetinin topyekün muhalefete dönüşmesine hiçbir zaman izin vermek istemeyecek ve daha mevzi durumlarda iken uygulayacağı zor ile onu sindirerek, kitleleri pasifize etmeye çalışacaktır. Ülkedeki şekli demokratik ortam içinde gündemde olan bu uygulamada oligarşi, gerek nispi demokratik ortamın maddi koşullarını kullanarak yapacağı ideolojik ve politik saptırmalarla, gerekse de gelişen muhalefeti icazetli sosyalistler ve küçük-burjuva demokratlarına kanalize ederek, mevcut üretim ilişkilerine ve iktidara yönelik siyasal bir nitelik almasını engellemeye çalışacaktır. Ne var ki, bu nispi demokratik ortam içinde, ilk bakışta demokratik mevzi ve haklar mücadelesi şeklinde görülen bu demokratik muhalefet dahi, bir süre sonra oligarşinin kaçınılmaz bunalımları gereği, varlığı devam ettirilmemesi gereken bir unsur haline dönüşmektedir. Bu halde oligarşinin siyasal zorunu askeri bir biçimde görüntülemesi, şaşırtıcı olmayacaktır. Böyle bir durumda şaşıranlar ise, yalnızca bütün bu uygulamaları provokasyon olarak gören küçük-burjuva demokratları olacaktır." (abç) [4*]
Evet, oligarşi, mevcut üretim ilişkilerinden kaynaklanan bir siyasal zor ile kendi varlık koşullarını sürdürmeye çabalamaktadır. Oligarşinin siyasal zorunun askeri biçimde sürüdürülmesi, yani yönetimin askerileştirilmesi, kendi siyasal egemenliğini, "otoritesini" sürdürmesinin bir biçimdir. Ancak burada en temel unsur, oligarşiye (ve dolayısıyla emperyalizme) yönelik siyasal hareketin sınıfsal nitelik taşımasıdır. Bir başka deyişle, mevcut üretim ilişkilerini ortadan kaldırmaya yönelik bir devrimci hareketin ortaya çıkması ve bu hareketin oligarşiye alternatif bir güç haline gelmesi durumlarında, oligarşinin siyasal zoru askeri biçimde maddeleşecektir, yani yönetimin askerileştirilmesi kaçınılmazdır. Bunun dışında gelişen her hareket ya da gelişme, oligarşi ve emperyalizm tarafından, gerek mevcut ülkesel düzen içinde, gerekse emperyalist sistem içinde etkisizleştirilebilindiği koşullarda yönetimin askerileştirilmesi için gerekli bir koşul ortaya çıkarmayacaktır.
Oligarşinin parçasal olarak askeri güçlerini devreye sokması ile yönetimin askerileştirilmesi bir ve aynı değildir. Gerek mevcut yasal çerçevede, gerekse yeni yasal çerçeve oluşturarak oligarşinin yerel düzeyde uygulayacağı askeri zor, askeri güçlerin görece etkin konuma gelmelerine neden olsa bile, topyekün bir siyasal yönetim biçimi ortaya çıkarmaz. Mahir yoldaşın belirttiği gibi, "klâsik burjuva demokrasisi ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan 'temsili demokrasi'" koşullarında da pekala askeri zor maddeleşebilir. (Gizli faşizm). Ama bunun açıkça icra edilmesi, siyasal yönetim düzeyinde gündeme getirilmesi, yukarda belirttiğimiz koşullara bağlıdır.
Bugün PKK hareketinin varlığı ve büyük kentlerde sürdürdüğü terör eylemleri tek başına yönetimin askerileştirilmesi için zorunluluk oluşturmamaktadır. Bu, doğrudan PKK hareketinin niteliği ile ilintilidir. Yoksa, oligarşi, bu hareketi mevzi halindeyken yok edemediği dönem sonrasında yönetimi pek çok defa askerileştirmesi gerekirdi. Zaten PKK'nın son dönemde, gerek emperyalizmle kurmaya çalıştığı "iyi ilişki", gerekse oligarşi ile "uzlaşmaya açık" tutumlar sergilemesi, bu olasılığı dışlamaktadır. Aynı şekilde, ekonominin derinleşen buhranları da tek başına nitelik belirleyici değildir. Son bir yılda gelişen işçi ve memur eylemleri de, benzer özellikler taşımaktadır.
Şüphesiz, oligarşi, bu ve benzeri koşulların kendisinin varlık koşullarına yönelik bir gelişme göstermemesine rağmen yönetimi askerileştirebilir. Ancak bunun, salt ülkesel değil, aynı zamanda uluslararası koşullarının ortaya çıkması şarttır. Bunun dışında, herhangi bir hükümetin, "generallerin istediği" yasaları çıkarması yönetimin askerileştirilmesi olarak değerlendirilemez. 2 Mart günü DEP'li milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılmasında da görüldüğü gibi, amaç yaygara, gözdağı temelinde mevzi olarak ele alınabilmekte ve psikolojik savaş taktiklerine uygun olarak icra edilebilmektedir.
Sözün özü, oligarşinin, proletaryanın siyasal özgürlüğünü ortadan kaldırarak ve emekçi yığınların tepkilerini siyasal zoru ile pasifize ederek yaşantısını devam ettirdiği yönetime, oligarşik yönetim veya sömürge tipi faşizm adı verilir.
Bu yönetim biçimi, metropollerde görülen, ne demokratik, ne de faşist yönetimlere benzer. Onlardan gerek biçim, gerekse de muhteva olarak farklıdır. Geri-bıraktırılmış ülkelerin karakterine özgüdür.
Dipnotlar
[1*] Mahir Çayan: Kesintisiz Devrim II-III, s: 33-34, Eriş Yay.
[2*] Mahir Çayan: Kesintisiz Devrim II-III, s: 54-55
[3*] Marks: Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı,Önsöz
[4*] İlker Akman: Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz, s: 43-45, Eriş yay.