KURTULUŞ CEPHESİ - Kasım-Aralık 1998
Mevcut Durum
ve Gerçekler
Kasım ayına girildiğinde, ülkemizin politik gündemi birbiri ardına gelen olaylar dizisi ile şekillenmeye başlamıştır.
Bir yanda "kaset savaşları" olanca hızıyla sürerken; diğer yanda "türban eylemleri", YÖK'ün kuruluşundan bugüne kadar devrimci ve ilerici öğrencilerin protestolarına sahne olan 6 Kasım'ı "şeriat" gösterisine dönüştürmüştür. Tüm bunların yanında A. Öcalan'ın İtalya'ya gidişi, "Türk milliyetçileri"nin "zafer ve savaş" nidalarıyla yeni bir gündem oluşturmuştur.
Her yeni gelişmenin, tekil ve belirli bir zaman süresini kapsayan bir olay olmaktan çıktığı ve kendi içinde belirli bir zamanın ötesine geçen süreçler ortaya çıkardığı bir dönemde, bu olaylar dizisi, geniş halk kitlelerine yönelik demagojik propagandaların yoğunlaşmasını getirmiştir. Böylece, gelişen olaylar dizisinin bizatihi kendisinden çok, bu olaylar dizisinin kitlelere sunuluşu ve bunun etkileri, gelişmeleri belirleyen özellikler kazanmasını getirmektedir.
"Kaset savaşları", ne düzeyden ele alınırsa alınsın, oligarşi ile oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasındaki çelişkinin ve çatışmanın "nihai hesaplaşma" noktasına geldiğini göstermektedir. Aynı şekilde, 28 Şubat 1997 tarihinden bu yana gelişen "laiklik karşıtı hareketler" olarak tanımlanan olaylar dizisi, "türban eylemleri" ile aynı hesaplaşmanın bir devamı niteliğindedir.
Gerek "kaset savaşları", gerekse "türban eylemleri", belirgin ekonomik nitelikleriyle, siyasal yönetim ile ekonomik ilişkiler alanı arasındaki gözle görülmeyen binlerce bağı ortaya sermektedir. Dünya ekonomik buhranının geliştiği bir evrede, oligarşinin (özellikle Koç Holding merkezli kesimi) tekelleşememiş burjuvaziye yönelik "çatışma"yı öne çıkarması, aynı zamanda, dünya ekonomik buhranı koşullarında nasıl bir gelişimin ortaya çıkacağını da göstermektedir.
"Kaset savaşları"nın açık biçimde gösterdiği gibi, 12 Eylül döneminde ortaya çıkan ve palazlanan bir kısım orta sermaye kesimlerinin, devlet olanaklarını nasıl kullandığı ve bu sayede nasıl geliştiği daha açık hale gelmiştir. Öyle ki, 12 Eylül faşist askeri yönetimiyle kurulan ilişkiler sonucu, pekçok küçük ve orta sermaye kesimi "devlet kredileri" yoluyla kendilerine yeni yatırım olanakları sağlamışlardır. Bunun temelinde, oligarşi ile bu kesimler arasında 1980 yılında yükselen devrimci mücadeleye karşı varılmış olan "consensus" yatmaktadır.
"Öyle ki 1980 yılında olduğu gibi TÜSİAD devreye girmiş ve doğrudan görüşmelerle yeni bir sömürücü sınıflar birliği oluşturmaya yönelmişti. Tekelci-burjuvazinin bu yeni girişimi, temel olarak, kendi dışındaki sömürücü sınıfları fraksiyonlar ve bireyler düzeyinde birleştirmeye dayanıyordu. Daha ucuza mal olacak bir taviz politikası uygulanarak, karşı gücü bölmek en önemli hedefti. Son tahlilde tekelci burjuvazinin kendi ekonomik gücünü kullanarak ('rüşvet' yoluyla, daha tam deyişle adam satın alarak) bazı fraksiyonları ya da bireyleri kendi etrafında toplaması demekti. Tarihsel olarak, burjuvazinin aristokrasiye karşı uyguladığı bir politika olarak İngiltere'de oldukça başarılı olmuştu. Olası bir başarının olanaklarından yararlandırma (devlet kredileri, teşvikler, ihaleler vb. olanaklar) ile tekelci-burjuvazinin sahip olduğu bankalardan kredi sağlama önceliği ve şirketlerin ihalelerinin verilmesi olarak sunulan bu rüşvet oldukça etkili oldu. Artan enflasyon ve yüksek kredi faizleriyle iflas eşiğine gelmiş sanayi ve ticaret burjuvazisinin büyük bir kısmı, bu yolla T. Özal'a bağlandı. Ve yine ihracat teşvikleri ve devlet ihalelerinden yararlanma önceliği vaadiyle büyük toprak sahipleri, büyük sürü sahipleri ve Anadolu tüccarları ittifaka sokuldu. (Zaten BTP' nin kapatılmasıyla bu kesimler politik planda etkili olamayacaklarını görmüşlerdi.) Geriye kalan küçük sanayiciler ve büyük esnaf çevreleri, büyük ölçüde tekelci-burjuvaziye bağlı olduklarından, yeni iş olanakları vaadiyle kazanıldı." [1*]
Bugün "kaset savaşları", oligarşinin 12 Eylül döneminde oluşturmuş olduğu sömürücü sınıflar ittifakının bozulmasının ve bunun sonucu olarak her kesimin eski dönemdeki ilişkilerini kullanarak kendisine yeni olanaklar sağlamasının bir sonucudur. T. Özal döneminde, bizzat T. Özal'la kurulan ilişkilerle sürdürülen devlet olanaklarından yararlanma, T. Özal'ın ölümünden sonra önemli bir kesintiye uğramıştır. 1991 Ekim seçimlerinden Demirel'in başkanlığındaki DYP'nin birinci parti olarak çıkması ve E. İnönü'lü SHP ile koalisyon hükümeti kurması, bu kesintinin başlangıcını oluşturmakla birlikte, T. Özal, Cumhurbaşkanı yetkilerini kullanarak, devlet üzerinde etkili olabildiği için, kesin sonuçları T. Özal'ın 1993 yılında ölümüyle birlikte ortaya çıkmıştır. Bugüne kadar, T. Özal ve ANAP ilişkileri ile palazlanan küçük ve orta sermaye kesimleri ve de yeni "zenginler" (ki bunların bir kısmı 12 Eylül holdingleridir), 1993 sonrasında, gerek oligarşinin yeni uygulamalarıyla, gerekse Demirel'li DYP çevresinde toplanan diğer küçük ve orta sermaye kesimlerinin etkili olmasıyla birlikte, "eskisi gibi" rahatça işlerini yürütmeleri olanaksız hale gelmiştir.
Bu durum, ilk planda, bu kesimler arasında bir iç hesaplaşma başlatmıştır. Bunun en tipik örneği, Engin Civan'ın Selim Edes'in "rüşveti geri almak" için Alaattin Çakıcı tarafından vurdurulması olmuştur. Tüm kamuoyunun çok iyi bildiği gibi, bu olayda Alaattin Çakıcı ile olan ilişkiler Ahmet Özal-Semra Özal tarafından kurulmuştur. Emlak Bankası' na ilişkin yolsuzluklar ve rüşvetler, bu olayla açık hale gelmiştir. Ancak gerek oligarşi içindeki çelişkiler, gerekse devlet bürokrasisinin teknokratlaştırılması uygulamaları sonucu, bu olaylar kendi içinde sınırlandırılmış ve üstü kapatılmıştır.
Ama olayları yakından izleyen herkesin açık biçimde gördüğü gibi, bu dönemden itibaren, 12 Eylül döneminin holdingleri ve "yeni zenginler", rüşvet, tehdit ve şantaj yolu ile kendi işlerini sürdürmeye devam etmişlerdir. O güne kadar adı sanı duyulmamış pekçok "işadamı"nın, "kaset savaşları"yla birlikte sözü edilebilir bir "zenginliğe" sahip oldukları kamuoyuna yansımıştır. Trilyonlarca paranın elden ele geçtiği, milyonlarca dolar rüşvetin dağıtıldığı bir dönemde, en etkin silahın "rüşvet, tehdit, şantaj ve cinayet" olduğu açığa çıkmıştır.
Kendi sözcükleriyle söylersek, "işadamları" ile devlet ve politikacıların ilişkisi, 12 Eylül askeri yönetimiyle birlikte, tümüyle "yasal görünüm altında" yasa-dışı bir ilişki ağı oluşturmuştur. Bu, herşeyin herkese karşı kullanılması demektir. T. Özal'la birlikte başlayan ve felsefik karşılığını pragmatizmde bulan anlayış, böyle bir ilişkiler ağı içinde egemen bir dünya görüşü olarak ortaya çıkmıştır. Devletin, "egemen sınıfın baskı aygıtı" olma özelliği ve parlamentoda bulunan "sağ" partilerin "egemen sınıfın siyasal temsilcileri" olması gerçeği, bu ilişkiler ağının devrimci ve ilerici kesimler tarafından fazlaca yadırganmamasını getirmiştir. Pragmatizm, günlük dille söylersek "köşe dönmecilik", "iş bitiricilik" toplumsal ölçekte üretilmiş olduğundan, aynı yadırganmama durumu geniş kitleler açısından da ortaya çıkmıştır. Son Korkmaz Yiğit-Mesut Yılmaz ilişkisinde görüldüğü gibi, konu, "beceriksizlik" bağlamında değerlendirilmiş ve sonucu merakla beklenen bir "macera filmi" izleyen bir televizyon seyirciliğine dönüşmüştür. Televizyonların "canlı yayınları", sunucuların "heyecanlı ve hararetli" haber aktarışları, tümüyle bu merakın birer yansısı olarak ortaya çıkmıştır. Öyle ki, "canlı yayınlar", "siyasal gerçeklerin teşhir" edildiği ve "tüm pisliklerin" ortaya döküldüğü, dolayısıyla izleyeni sürekli bir "gerilim ve beklenti" içinde tutan bir diziye dönüşmüştür.
Böyle bir ortamda, sol örgütler ve kesimler, inişli çıkışlı borsa haberleri izleyicileri gibi, olayların "gerilim dolu" gelişimini izleyen ve "biz demiştik"le sınırlandırılmış bir ajitasyonla yetinen bir görünüm içinde olmuşlardır. Kitlelerin bilinçlendirilmesinin en temel unsuru durumunda olan siyasal gerçeklerin açıklanması eylemi, "canlı yayınlar"la gerçekleştirildiği varsayıldığından, tümüyle bir yana bırakılmıştır. Oligarşinin bu ilişkiler içinde "devletin yeniden yapılandırılması" yönündeki planları ve bu yöndeki genelkurmay uygulamaları, solda değişik tartışmaların ve yaklaşımların da ortaya çıkmasına yol açmıştır. PKK'nin son ateş-kes ilanı sırasında yaptığı açıklamada da görüldüğü gibi, "devletin yeniden yapılandırılması", ülkedeki pekçok sorunun çözüm platformu gibi algılanmış ve benimsenmiştir.
Teorik olarak, tüm bunların temel nedeninin, ülkemizdeki oligarşik yönetim ve bu bağlamda emperyalizme bağımlılık, dolayısıyla demokratik devrimin tamamlanmamış olduğu hemen herkes tarafından açıkça bilinmektedir. Ve aynı şekilde, sorunun çözümünün demokratik devrimde olduğu sonucu da kolayca çıkarılabilmektedir. Ama bu açık bilinmelere ve kavramalara karşın, somutta hemen hemen hiçbir ilerleme olmamakta ve sorun "demokrasi sorunu" olduğu noktasında muğlaklaştırılmaktadır. İşte gelişen tüm olaylar içinde, olayların bizzatihi kendisi dışında, en temel sorun burada odaklanmaktadır.
1970'lerden itibaren küçük-burjuva radikallerinin, yani devrimci-milliyetçilerin, bürokrasi ve ordu içinden tasfiyesi ile birlikte başlayan süreç, böyle bir ortamda küçük-burjuva radikal hareketlerinin ortadan kalkması sonucunu getirmiştir. Dolayısıyla, 1980 öncesinde pekçok geri-bıraktırılmış ülkelerde olduğu gibi, ülkemizde de görülen küçük-burjuva devrimci-milliyetçi hareketler ve örgütlenmeler, günümüzde mevcut değildir. Böyle olunca, nüfusun çoğunluğunu oluşturan küçük-burjuva kitlelerin politize olması ve radikalleşmesi, geçmiş dönemlerdekiyle kısaylanmayacak boyutta azalmış ve önemini yitirmiştir. Ancak, her siyasal hareketin ve tavrın ekonomik bir temeli olduğu gerçeği gözönüne alındığında, ortaya çıkan bu durumun, salt üst- yapısal, yani küçük-burjuva kitlelerin örgütlenme ve eylemlilikleriyle ilgili olduğu bir gerçektir. Dolayısıyla, küçük-burjuvaziyi politize eden ve radikalleştiren ekonomik temel, varlığını sürdürmekte, ancak bunun siyasal yansıları ortaya çıkamamaktadır. Bu durumun gerçekliği ise, suni denge belirlemesi içinde ortaya çıkmaktadır.
Gelişen olaylar dizisi içinde, tüm halk kitlelerinin ve bunun bir parçası olarak küçük-burjuvazinin mevcut düzene ve bu düzenin işleyişine karşı tepkileri her dönemdekinden çok daha fazladır. Ancak, bu tepkiler açık hale gelememekte ve saptırılmaktadır. Bu tepkileri açığa çıkartacak ve örgütleyecek, ne maddi bir devrimci alternatif güç, ne de küçük-burjuva radikal örgütlenmesi bulunmamaktadır. Mevcut düzene karşı alternatif devrimci bir gücün maddi bir güç haline getirilmesi, devrimci öncünün poltik-askeri eylemiyle olanaklıdır. Ama ülkemizdeki ilişki ve çelişkiler ağı, devrimci öncünün politik-askeri eylemini başlatması ve sürdürmesini ne denli bir zorunluluk haline getiriyorsa, o denli önemli engeller ortaya çıkarmaktadır.
Devrimci öncünün maddi bir güç haline gelmesinin en temel engeli, kitlelerin tepkilerinin oligarşinin siyasal zoruyla pasifize edilmiş olması değildir. Çünkü, kitlelerin tepkilerinin oligarşinin siyasal zoru ile pasifize edilmiş olması, bizzat devrimci öncünün politik-askeri eyleminin zorunluluğunun maddi temelini oluşturur. Yani, kitlelerin tepkilerinin oligarşinin siyasal zoru ile pasifize edilmiş olması, devrimci öncünün politik-askeri eyleminin nedeni ve hedefi durumundadır. Devrimci öncü, politik-askeri eylemi ile, halk kitlelerinin tepkileri ile oligarşi arasında kurulmuş olan bu dengeyi, suni dengeyi bozmak durumundadır.
Öte yandan, devrimci öncünün politik-askeri eylemi, gerek hazırlık aşamasında, gerekse başlangıç evrelerinde önemli sorunlarla yüzyüze kalmaktadır. Bu sorunlar, geçmiş dönemlerdeki hazırlık ve başlangıç evresi sorunlarından çok daha derinleşmiş sorunlar durumundadır. Gerek Latin-Amerika genelinde, gerekse ülkemiz somutunda, 1980 öncesinde küçük-burjuvazinin politizasyonuyla birlikte devrimci mücadele, bu kesimlerin radikalleşmesine paralel bir gelişim göstermiştir. İşçi sınıfı ve köylülüğün, devrimci mücadelenin gelişimine paralel olarak, mücadelenin içinde yer almaları, küçük-burjuvazinin radikalleşmesini daha da ileriye götürmüştür. Özellikle silahlı mücadelenin temel mücadele biçimi olarak tartışmasız bir üstünlüğe sahip olması, devrimci mücadelenin bu gelişimiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Devrimci öncü, bu süreç içinde, doğru politik-askeri bir çizginin oluşturulması ve buna uygun bir örgütlenmenin gerçekleştirilmesi yönündeki eylemi ile, politize olmuş kitleler içinden artan oranda kadrolar çıkartarak, hazırlık aşaması sorunlarını çözebilmiş ve politik-askeri eylemlerine başlamıştır. Özellikle, geri-bıraktırılmış ülkelerde uygulanmaya başlanan yeni-sömürgecilik yöntemleri, kitlelerin, özellikle de küçük-burjuvazinin anti-emperyalist tepkilerini artırdığından, devrimci öncünün politik-askeri eylemleri, anti-emperyalist temelde büyük bir gelişim göstermiştir.
Ancak, her zaman ve her yerde olduğu gibi, küçük-burjuvazinin sınıfsal niteliği, uzun soluklu bir devrimci mücadelenin sürdürülmesi için uygun değildir. Dolayısıyla, devrimci mücadelenin gelişimi ve silahlı mücadelenin sertleşmesi karşısında, küçük-burjuvazinin önemli bir kesimi küçük ekonomik, sosyal ve siyasal tavizler karşılığında devrim saflarını terketmişler ve kalanları da oligarşi-emperyalizm ikilisinin siyasal zorunu askeri biçimde maddeleştirmesiyle sindirilmişlerdir. (Hemen her dönemde oligarşinin siyasal zorunun kitlesel ölçekte ilk hedefi bu küçük-burjuva kesimi olmuştur. Özellikle faşist milis örgütlenmeler, bu kesimlere yönelik pasifikasyon için kullanılmıştır.)
1980 dünya ekonomik buhranı ortamında, geri-bıraktırılmış ülkelerde kitlelerin (dolayısıyla küçük-burjuvazinin) politize olması ve tepkilerini açığa vurabilmesi için koşullar olgun olmakla birlikte, yönetimin askerileştirilmesiyle birlikte siyasal zorun geniş ölçekte kullanılması sözkonusu olmuştur. Ülkemiz somutunda da açık biçimde görüldüğü gibi, bu uygulamalar 1980'lerin sonuna gelindiğinde etkisini önemli ölçüde yitirmiştir. Ancak, buna paralel olarak uygulamaya sokulan "demokratik açılım" programlarıyla, yani Amerikan emperyalizminin "demokrasi projesi"yle birlikte, küçük-burjuva aydınları ve radikalleri "satın alınmıştır". Kurtuluş Cephesi'nin değişik sayılarında ortaya koymaya çalıştığımız gibi, bu "satın alma"nın boyutları, hiçbir dönemle kıyaslanmayacak kadar büyük ve geniş olmuştur. Özellikle küçük-burjuva aydınları, geçmiş dönemde proletaryanın ideolojik hegemonyası altında kendilerini "sol" olarak tanımladıkları için, bu "satın alma" olayı "sol"da önemli sonuçlar doğurmuştur. Yeni yetişen devrimci kuşak, bu "solcu" küçük-burjuva aydınlarının "yeni dünya" görüşünün etkisi altında kalmıştır. Bunun sonucu ise, silahlı propagandayı temel alan devrimci öncünün kadrolaştırmada önemli sorunlarla karşı karşıya kalması olmuştur.
Aynı sürecin diğer sonucu ise, küçük-burjuva kitlesinin kolay politize olmasıyla birlikte gelişen kitlesel eylemlilikler üzerinde olmuştur. Özellikle legal alanda örgütlenen revizyonistler ve oportünistler ile ekonomik-demokratik kitle mücadelesi bu durumdan büyük ölçüde etkilenmişlerdir.
Revizyonistler ve oportünistlerin geçmiş dönemlerde küçük-burjuvazinin politizasyonuna dayanan "kitleselleşme" özellikleri, küçük-burjuva aydınlarının "satın alınmışlığı" koşullarında, bu kesimlerin görüşlerinin benimsenmesini getirmiştir. Bu revizyonist ve oportünistler, eski dönemdeki gibi "kitleselleşebilmek" için küçük-burjuvaziyi etkileyen ve yönlendiren bu aydınların dünya görüşlerini benimsemekte fazlaca tereddüt etmemişlerdir. Çünkü onlar, geçmiş dönemdeki "kitleselleşmeleri" olgusunun temelinde küçük-burjuvazinin politize olmasının yattığını ve buna dayanarak ve bunlara yönelik politikalar izleyerek "kitleselleştiklerini" çok iyi bilmektedirler. Ve bir kez daha, aynı politikalarla "kitleselleşebilme"yi ummuşlardır.
Oysa ki, koşullar değişmiş ve çelişkiler farklılaşmıştır. Dünün hızla politize olan küçük-burjuvazisi, aynı hızla radikalleşebilmekteyken, günümüzde "adam satın alma" uygulamalarıyla ne politize olabilmekte, ne de radikalleşebilmektedir. Doğal olarak, geçmiş dönemlerdeki gibi "kitleselleşme" peşinde koşan revizyonistler ve oportünistler, üzerinde rahatça politika yapabilecekleri bir kitlesel temele sahip değildirler. Eski "solcu", yeni "demokrat" küçük-burjuva aydınları, emperyalizm ve oligarşinin politikalarıyla tam bir uyum içinde faaliyet yürütmektedir. Bu faaliyetin en temel unsuru, küçük-burjuva kitlelerin politize edilmemesidir. Ne zaman bir gerilim ortaya çıksa, kitlelerin politize olmaları gündeme gelse, bu küçük-burjuva aydınları, tüm basın-yayın olanaklarını kullanarak kitleleri "sakinleştirmeye" çalışmaktadırlar. Bu ortamda, revizyonistlerin ve oportünistlerin, geçmiş dönemlerde olduğu gibi "kitleselleşmeleri" sözkonusu olmadığı gibi, "kitle eylemlilikleri" içinde kendilerini bir siyasal güç olarak ortaya koyabilmeleri de sözkonusu olamamaktadır. Yapabildikleri tek şey, küçük-burjuva aydınlarının emperyalizmin ve oligarşinin politikalarına uygun faaliyetlerinin kuyruğuna takılmaktır. Örneğin, A. Öcalan'ın İtalya'da bulunuşuyla birlikte başlayan ve başını MHP'li faşistlerin çektiği şovenist gösteriler karşısında oportünistlerin elinde bulunan KESK, daha önceden planladığı tüm eylemleri iptal etmiştir. Popüler dilden söylersek, KESK, bu yolla "yükselen toplumsal gerilimi daha da tırmandırmamak" işlevini üstlenmiştir. Bunun politik dildeki karşılığı ise, KESK'li oportünistlerin, geçmiş dönemde kendilerini vareden "radikal"liği bir yana bırakmalarıdır. Çünkü onlar kitlelerin politize olmasından korkmaktadırlar. Böylece kendi varoluş temellerini, kendi altlarından kendileri çekip almaktadırlar.
Elbette verdiğimiz bu örnek, geçmiş dönemin DY'si, günümüzün ÖD Partisi çevresinde toplaşmış olan "kitleselleşmiş" oportünistlere ilişkindir. Bunun yanında, bu gelişmeleri, ilişkileri ve dönüşümleri gözönüne almayarak, geçmiş dönemin DY'sini kendilerine kılavuz edinen çevreler de vardır. Bunlar, 1980 öncesinin DY'li oportünistlerinin "kitleselliğine" duydukları özlemle "radikal" kitle eylemleri yanlısı tutumlar sergilemektedirler. Bu bağlamda, "her türlü şovenizme, emperyalizme, faşizme" karşı olarak "radikal" küçük grup eylemleri gündeme getirmektedirler. Her seferinde nicelik olarak azalan katılımlarla sürdürülmeye çalışılan bu eylemlilik, yukarda ortaya koyduğumuz tarihsel gelişimi gözönünde bulundurmadığı için "kitleselleşme" açısından kısır bir döngü içinde kalmaktadır.
Tarihsel gelişimin diğer bir sonucu ise, ekonomik-demokratik kitle mücadelesi alanında ortaya çıkmıştır.
Geçmiş dönemde politize olmuş küçük-burjuva kitlelerinin istem ve özlemlerine göre biçimlendirilmiş ve buna paralel yürütülen ekonomik-demokratik mücadele (ki bu durumun en etkin unsuru oportünistler olmuştur), günümüzde aynı biçim ve içerikte sürdürülemez durumdadır. Tümüyle oportünist bir anlayışla yürütülmüş olan ekonomik-demokratik mücadele, günümüz koşullarında, emperyalizm ve oligarşinin "demokratikleşme" planları çerçevesine sıkışmıştır. Bunun somut ifadesi ise, ekonomik-demokratik kitle örgütlerinin "sivil toplum örgütleri" olarak sunulmasıdır. Böylece, ekonomik-demokratik mücadele ve kitle örgütlenmesi adı altında, tümüyle kitlelerin politize olmasını engelleyen bir faaliyet ve örgütlülük gündeme getirilmiştir.
Tüm bunların sonucu ise, gerek politik kitle mücadelesinin, gerekse ekonomik-demokratik kitle mücadelesinin, kitlesel ölçekte genişleyememesi, pekçok kesimin çok sevdikleri sözcüklerle söylersek, "kitleselleşememesi" dir.
İşte ülkemizde son gelişen olaylar ("kaset savaşları", "türban eylemleri" ve İtalya sorunu), mevcut düzenin ne denli çürümüş, yozlaşmış olduğunu göstermenin ötesinde, bu gerçeklerin açığa çıkmasını da sağlamıştır. Özellikle devrimcilerin bu ortaya çıkan gerçekleri doğru değerlendirmeleri ve buna paralel olarak doğru bir politik çizgi izlemeleri açısından, olaylar fazlasıyla öğreticidir.
Sorun, küçük-burjuva aydınlarının satın alınmışlığı ve bu satın alınmış küçük-burjuva aydınlarının kitleler üzerindeki hegemonyasıdır. (Bu hegemonyanın en temel unsuru, ülkemiz solunda egemen olan revizyonizm ve oportünizmdir. Bu hegemonya, bu egemenlik aracılığıyla sağlanmıştır.)
Bu konuda son olaylar içinde ortaya çıkan birkaç gerçeği bir kez daha anımsatalım:
1980 sonrasındaki ortaya çıkan en temel olgulardan birisi de, küçük ve orta sermaye kesimlerinin kendi içindeki parçalanmışlıklarıdır.
Bu kesimlerin bir kısmı, "islamcı sermaye" olarak kendilerine yeni çıkarlar bulmaya çalışırken, bir diğer kısmı, "rüşvet, tehdit, şantaj ve cinayet" yöntemleriyle kendi çıkarlarını gerçekleştirmeye yönelmişlerdir. Üçüncü bir kesim ise, küçük-burjuva aydınlarının satın alınmasıyla ortaya çıkan yeni çıkar ilişkileri içinde yer almışlardır. Böylece, "şeriatçılar", "işbitiriciler-mafyacılar" ve "demokratlar" olarak üç ana çizgi son olaylarla belirginleşmiştir. Her kesim kendi içinde alt bölümlere ayrılmaktadır. Örneğin "demokratlar", kendi içlerinde "laik-kemalistler" ve "II. cumhuriyetçiler" olarak bölünürken, "işbitiriciler-mafyacılar", DYP ve ANAP olarak ayrışmışlar ve buna bağlı olarak faşistlerle farklı bağlantılar içindedirler. "Şeriatçılar" ise, "radikaller" ve "uzlaşmacılar" olarak bölünmektedirler. "Radikal şeriatçılar", RP içindeki "yenilikçiler" (T. Erdoğan grubu), tarikatlar şeklinde alt bölümlere sahipken; "uzlaşmacılar", RP üst yönetimi, Kombassan holding, İhlas holding gibi bölümlere sahiptir.
Tüm bu bölünmeler, küçük-burjuvazi ile orta-burjuvazinin siyasal yönelimini etkileyen ve belirleyen bölünmeler durumundadır. Kitlelerin politize olması yönünden ele alındığında, bu bölümler içinde iki kesim ön plana geçmektedir: "Demokratlar" ve "şeriatçılar". Tarihsel süreç açısından bu iki kesimden birincisi, yani "demokratlar", küçük-burjuvazinin demokrat kesimlerini belirlediği için, devrimci mücadele açısından kitlelerin politize olması yönünden temel öneme sahiptir. Yukarda ortaya koyduğumuz olgular ve gelişmeler, özellikle bu kesimin egemenliğine bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Murat Belge'ler, Ahmet Altan'lar, Cem Boyner'ler, Cengiz Çandar'lar gibi "II. Cumhuriyetçiler"in, tümüyle emperyalizmin "yeni dünya düzeni" içinde işlevler yerine getirdikleri her açıdan nettir. Doğal olarak, bu kesimlerin kitlelerin depolitizasyonundaki işlevleri ve bunu yerine getiriş tarzları kadar, bu sürece nasıl angaje oldukları, hemen her açıdan belirginleşmiştir. (Bkz. Kurtuluş Cephesi, "1980'den Günümüze Kitle Pasifikasyonu ve Sonuçları", Mart-Nisan 1997, Sayı: 36) Daha geniş kesimleri etkileyen, ancak "II. cumhuriyetçiler" kadar ön planda görünmeyen "laik-kemalistler", ağırlıklı olarak CHP içinde toplanmışlardır. Bu kesimlerin önde gelenleri, hemen hemen benzer bir tarzda satın alınmışlardır. İşte son "kaset savaşları"nın ortaya çıkardığı en önemli gerçeklerden birisi de budur.
Kamuoyuna yansıdığı gibi, kendilerini "laik", "demokrat", "kemalist" olarak sunan "sosyal-demokratlar", emperyalizmin ve oligarşinin "adam satın alma" politikasının uygulama alanı durumundadır. Pekçok eski "solcu" küçük-burjuva aydınıyla birlikte, bu kesimlerin önde gelen politikacıları satın alınmışlardır. Doğal olarak, küçük ve orta sermaye kesimleri, bu ilişkileri kullanarak kendilerine yeni çıkarlar sağlamak durumunda olmuşlardır. "Kaset savaşları"nın iki kesimi, yani ANAP ile CHP, iki 12 Eylül holdinginin tarafları durumundadırlar. Bir yanda Korkmaz Yiğit, diğer tarafta ise Kamuran Çörtük bulunmaktadır. Korkmaz Yiğit, henüz holdingleşmemiş; Kamuran Çörtük ise Bayındır Holding olarak faaliyet yürütmektedir. Korkmaz Yiğit'in ANAP ve Alaattin Çakıcı ile olan ilişkileri; Alaattin Çakıcı'nın M. Yılmaz'la ilişkileri kamuoyuna ayrıntılı olarak yansımakla birlikte, Bayındır Holding ile CHP ilişkileri çok daha arka planda kalmıştır.
Bugün kamuoyuna yansıdığı gibi, 12 Eylül döneminde Erol Çevikçe, Bayındır Holding'in kurucularından birisidir. Aynı şekilde bir dönemlerin Barolar Birliği Başkanlığını yapan CHP yöneticilerinden Önder Sav, Bayındır Holding'in hukuk müşavirliğini yapmıştır. Deniz Baykal ve Turan Güneş, Shell petrol tekelinin Ataş ortaklığı döneminde avukatlığını üstlenmişlerdir.
Görüldüğü gibi, "sosyal-demokratlar", tıpkı eski "solcular" gibi, 12 Eylül dönemi içinde satın alınmışlardır. Öte yandan dün DSP'li, bugün CHP'li olan ve Demirel'in "gözbebeği" Bülent Tanla, 12 Eylül döneminde palazlanan "anket" şirketlerinin en önde gelenlerinden birisine sahiptir. Yanında yüzlerce ilerici, demokrat çalıştırmaktadır. Ve herkesin bildiği gibi, bu "anket" şirketleri, kamuoyunun yönlendirilmesinde birinci dereceden rol oynadıkları gibi, politik ilişkilerin yönlendirilmesinde de etkin durumdadırlar. Özellikle siyasal parti başkanlarının "yapılan anket sonuçlarına göre", "imaj"larından, "söylem"lerine kadar herşeyi değiştirdikleri bir dönemde, bu yönlendirmenin boyutları çok daha geniş olmaktadır. Son CHP kurultayında görüldüğü gibi, kitlelerin politize olmaması için herşey yapılmaktadır. Bu amaçla, bir parti kurultayı "konser"e dönüştürülebilmektedir.
İşte tüm bu gerçeklerin gösterdiği en temel unsur, kitlelerin politize olmaması için, bir yandan oligarşinin siyasal zoru her alanda sürdürülürken, diğer yandan kitlelerin pasifize edilebilmesi için her türlü ideolojik, siyasal, ekonomik ve sosyal saptırma araçları kullanılmaktadır. Bu ikili uygulamanın birincisine yönelik olarak devrimci öncünün net bir politik-stratejik çizgisi olmakla birlikte; ikincisine yönelik mücadelenin araçları yetersizdir. Bu ikinci yön, emperyalizmden oligarşiye, sosyal-demokratlardan revizyonist ve oportünistlere kadar geniş bir kesimin etkin oldukları bir alanı kapsadığından, devrimci öncünün sınırlı politik-askeri gücü yetersiz kalabilmektedir. Ağırlıklı olarak ideolojik alanı oluşturan bu yön, solda egemen olan legalizm ve oportünizmin katkılarıyla, geçmiş dönemle kıyaslanamayacak ölçüde büyük bir sorun durumundadır. Bu sorunların ağırlığı, çoğu durumda, sol örgütlerin ideolojik-politik çizgilerini terketmelerine neden olmaktadır. Kimi durumda "taktik gereği" gibi sunulan bu terkediş, özsel olarak stratejik düzeyde ideolojik- politik çizginin değişimini getirmektedir. Ancak "yeni" çizgi tanımlanamadığı için, söylemde "eski" ideolojik-politik çizgi sürdürülürken, somutta tam bir belirsizlik ve politikasızlık egemen olmaktadır. (Bu yer de pragmatizm ve eklektizmle doldurulmaya çalışılmaktadır.)
Devrimci mücadelenin sürdürülüşü açısından son dönemdeki gelişmelerin en açık biçimde ortaya koyduğu gerçek, kitlelerin depolitizasyonu ve politize olmalarının ekonomik, sosyal, siyasal ve ideolojik tüm saptırma araçlarının kullanılmasıyla engellenilmesidir. 1960'lı ve 1970'li yıllarda kitlelerin politizasyonunda önemli bir yere sahip olan ve devrimci-milliyetçi bir çizgide bulunan küçük-burjuva aydınları (ki bu durum, bu kesimlerin anti-emperyalist bir tutum takınmaları ve yeni-sömürgecilik uygulamalarına karşı çıkmaları şeklinde kendisini somutlar), 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte oligarşinin siyasal zoru ile sindirilmişler ve "adam satın alma" politikalarıyla, "demokrasi projesi"yle emperyalizmin ve oligarşinin "yeni dünya düzeni" söylemine kanalize edilmişlerdir. Bu nedenden dolayı, bu kesimler, kitlelerin politizasyonu üzerinde olumsuz yönde bir etken durumuna gelmişlerdir. Aynı durum, kendisini CHP ve DSP'de ifade eden küçük-burjuva aydınları için de geçerlidir. Bugün parlamentoda açık biçimde görüldüğü gibi, tüm partiler, kitlelerin depolitizasyonunun devam etmesi yönünde ortak bir tutum sergilemektedirler. Ve buna karşıt olarak da, politikayla ilişkisi olmayan (apolitik) her türden "marjinal" konular, aynı kesimler tarafından özellikle desteklenilmekte ve kamuoyunun gündemine sokulmaktadır.
Böylece, 1960'ların ve 1970'lerin politize olmuş kitleleri karşısında devrimcilerin ve devrimci örgütlerin mücadeleleri belli bir somut alternatif oluşturmak durumundayken, günümüzde bu durum soyut olarak varlığını sürdürmektedir. Böylece, Che Guevara'nın deyişiyle, 1960'ların ve 1970'lerin dünyasında şu ya da bu nedenle ve şu ya da bu kesim tarafından politize olmuş kitlelerin katalizatörü olan gerilla, günümüzde bizzatihi bu koşulların oluşturulmasının temel aracı olmak durumundadır. Geçmiş dönemlerde, politize olmuş kitlelerin en ileri unsurlarını örgütleyen devrimci öncü, günümüzde kitlelerin politize edilmesini, bunlar içinden ileri unsurların çıkmasını sağlamayı ve giderek de bu ileri unsurların en ileri kesimlerini örgütlemeyi bir bütün olarak yerine getirmek göreviyle karşı karşıyadır. Bu durum, MRTA'nın geçen yıl gerçekleştirdiği Japonya büyükelçiliği eyleminin temel sloganında kendisini açık bir biçimde ortaya koymuştur: Sessizliği bozun!
Bugün, tüm geri-bıraktırılmış ülkelerdeki devrimci mücadelenin karşı karşıya olduğu sorun burada odaklanmaktadır. Geçmiş dönemlerdeki silahlı mücadelenin başlatılışı ve sürdürülüşünün koşulları değişmiştir. Dolayısıyla yeni koşullara uygun taktikler belirlenmesi gerekmektedir. Özellikle Öncü Savaşının hazırlık ve başlangıç aşamasına ilişkin sorunlar, günümüzdeki durum tarafından belirlendiğinden, bu duruma uygun yeni yollar ve yöntemler bulunması gündeme gelmiştir. İşte, tüm silahlı mücadeleyi benimsemiş ve yürütmüş olan örgütlerin karşı karşıya kaldıkları bu durum, Latin-Amerika'da açık biçimde ortaya çıktığı gibi, "günümüzde gerilla savaşının sürdürülmesinin koşulları elverişli değildir" vargısıyla silahlı mücadelenin "geleceğe ertelenmesi"ni gündeme getirmiştir. (Bu konuda Uruguay'da Tupamaros'un durumu en tipik örnektir.)
"Diktatörlük sırasında sadece otoritaryalizm, halk hareketinin ve devrimci örgütlerin parçalanması egemen değildi, yeni bir kapitalist model de doğdu. Bu model, insan işgücünün tam bir sömürüsüne, reel ücretlerdeki korkunç bir düşüşe, egemen sınıfın daha fazla varlık biriktirmesine dayanıyor ve bu model şu ana kadar tam bir krize düşmedi. Halk hareketi bir yenilgi aldı ve henüz daha şu aşamada uygun cevaplar verebilmek için değişen koşullara adapte olamadı. Şu anda sınıflar mücadelesi oldukça düşük bir seviyede yürütülüyor, sadece referandum mücadelesi insanları sokaklara döktü. İnsanlar sendikalar ve siyaset alanında kendilerine inandırıcı gelen ve uğruna mücadele etmeyi değerli buldukları hiç bir şey bulamıyorlar. Toplumsal, siyasal, sendikal, öğrenim alanları, evet hepsi bir kriz içersinde. Ve MLN'de kulaklarına kadar bu krize gömülü vaziyette. Yeni üyelerimiz olsa da ve toplantılarımıza bir çok insan gelse de veya yayınlarımız oldukça başarılı olsa da, bütün bu insanları örgütleyecek konumda değiliz. Bugüne kadar net yanıtlar veremedik. Ayrıca insanlara belli bir taban grubunda çalışmalarını, en azından haftada bir bu işe üç-dört saat ayırmalarını ve bu şekilde belli görevler üstlenmelerini de anlatamıyorsun. Her gün aktif olmalarını ise hiç mi hiç öneremiyorsun. İnsanlar bunu, yük taşımayı istemiyorlar ki. Bir hafta boyunca veya bir günlüğüne bir şey yapmaya hazırlar, ama MLN gibi bir örgütün bir üyesinin yapmak zorunda olduğu gibi sürekli bu şekilde yaşamak istemiyorlar." (abç) [2*]
"Diktatörlüğü daha yeni gerisinde bırakmış bir ülkede yeni bir eylemci kuşaklarının eğitimi bizim eski eğitimimize göre daha da alçak gönüllü olmak zorunda. Pratik olarak sıfırdan başlamak zorundasın, yavaş yavaş, sakince, insanları baskı altına almadan. Korkunç bir miras devraldık. Ve üyelerimizden büyük şeyler bekledik, içinde bulunduğumuz duruma kıyasla büyük şeyler. Herşey kendi vaktinde. Üyelerine nihai savaşa katılmaları için çağrı yapmakla daha yeni yenilgiden çıkmış olmak, bütün bir halkın daha yeni diktatörlükten kurtulmuş olması çok farklı şeyler. Buna ek olarak zor ekonomik koşulları da saymak gerekli, insanlar tencerelerinde birşeyler olsun diye bütün gün çalışmak zorundalar. Böyle bir şeyi dikkate almak zorundasın. Örgüt hiç bir zaman Che Guevaralardan oluşmayacak. Onlar o kadar az ki. Sonra kişisel sorunlar da var. Bir insanın MLN'ye girmesi geçmişimizden dolayı büyük bir adım, bunu yapan yaşamıyla oynuyor, bu şaka ya da boş laf değil. Birçok insan Tupamaro taraftarı, yapabilecekleri her yerde bizi destekliyorlar, ama hiçbir zaman üye olarak bize gelmezler." (abç) [3*]
İşte Tupamaros'un 1980 sonrasındaki Uruguay toplumsal yapısını değerlendirmesi ve bundan çıkardıkları sonuçlar. Görüldüğü gibi ve Tupamaros'un yaptığı gibi, bugün tümüyle legal alanda faaliyet yürütmek durumundadırlar ve silahlı mücadele "bir başka koşullara" ertelenmiş bir mücadele biçimi olarak bir yana bırakılmaktadır.
Hemen hemen benzer kavrayışlar ülkemiz somutunda da ortaya çıkmış ve sonuçları alınmıştır. 1980 sonrasında uzun yıllar hiçbir şey yapmayan, ancak 1980 öncesinde "gerilla savaşını", "öncü savaşı"nı, "suni denge"yi ağızlarından ve yazılarından hiç düşürmeyen DY oportünizmi, günümüzde ÖD Partisi olarak faaliyet gösterirken, kendisine Brezilya İP'sini örnek olarak almaktadır. Aynı şekilde, 1990 başlarında M-18 gerilla şubesi kuran MLKP, her yönden tümüyle "legal" bir faaliyet içine girmiş ve açık biçimde yıllarca "revizyonizm, oportünizm, karşı-devrimci" olarak nitelediği "şehir merkezli strateji"yi benimseyerek "şehir ayaklanmaları"yla iktidarın ele geçirilmesini savunur hale gelmiştir. TİKKO kesimi, kendi içindeki tüm özel sorunlara karşın, özsel olarak aynı farklılaşmanın bir ürünü olarak iki ayrı kesime ayrılmıştır. Ve kendisini DHKP-C olarak örgütleyen DS ise, son dönemlerde artan bir "legalizasyon" içinde yeni bir yön arayışı içine girmiştir. Ve herkesin çok iyi bildiği gibi, "bir örgütün bir üyesinin yapmak zorunda olduğu gibi sürekli bu şekilde yaşamak", yani profesyonel ya da profesyonel olmaya hazır bir kadro olarak faaliyet yürütmek, yeni yetişen kuşak tarafından sistemli bir biçimde "reddedilmekte"dir.
Son dönemde ülkemizde ortaya çıkan gelişmeler, yani "kaset savaşları", "türban eylemleri" ve "İtalya krizi", bu gerçekleri bir kez daha açığa çıkartırken, aynı zamanda bu yeni "açılım" içindeki legal solun her yönden nasıl etkisiz kaldığını da ortaya çıkarmıştır. Özellikle "İtalya krizi"yle birlikte ülkenin her yanında başlatılan ve başını faşist milislerin çektiği şovenist eylemler ve bu eylemler sırasında Kürtlere ve HADEP'e yönelik saldırılar karşısında tümüyle "sessizliğe" bürünülmesi ve neredeyse "ortalıkta görünmeme taktiği" yürütülmesi, özellikle 1980 öncesinin silahlı mücadele savunucusu olup da, günümüzde bunun geçersizliğini ilan edenlerin traji-komik durumlarını sergilemiştir. Faşistlerin örgütlediği ve oligarşik devlet aygıtının tümüyle desteklediği şovenist eylemler ve saldırılar, nerereyse sadece "futbol fanatikliği" ve "Galatasaray sevgisi"yle durdurulabilinecek noktaya ulaşmıştır. İran'daki tarihsel olaylar bilinirken ve başta Halkın Fedaileri olmak üzere, tüm sol örgütler ve kitleler şeriatçılar tarafından acımasızca katledilmişken, ülkemiz solunda hala "İslamcılar"la "ittifak" peşinde koşanlar ve onlarla ortak eylemler düzenleyenler varlığını sürdürmektedir. "Komünist" olduklarını açıkça söyleyebilen, dolayısıyla "ateist" olmaları kaçınılmaz olan kişilerin, camilere gitmeleri, dualar okumaları, mevlit dinlemeleri aynı benzer traji-komik görünümlerden olmuştur. Susurluk olayında "bir dakika karanlık eylemi" yaparak "kitlelere ulaştığı"nı ilan edenler, ne "kaset savaşları"nda, ne faşist milislerin yönetimindeki şovenist eylem ve saldırılarda ortalıkta görünmemelerinin, "dünya değişti, biz de değişmeliyiz" söyleminin kitleleri depolitize etmenin ve her türden savunma olanaklarının ellerinden alınmasından başka bir anlama gelmediği de son olaylarla görülmüştür.
Sözün özü, mevcut durumdaki gelişmeler, 1980 sonrasında ortaya çıkan gelişmeleri salt olgusal düzeyde saptayarak, bundan silahlı mücadelenin geçersizliği sonucunu çıkaranların içine düştükleri açmazı ortaya çıkarmıştır.
Nesnel koşullardaki farklılık, silahlı mücadelenin geçersizliğini değil, silahlı mücadelenin hazırlık ve başlangıç evrelerine ilişkin çalışma tarzının geliştirilmesini gerektiren bir farklılıktır. Bir başka deyişle, Öncü Savaşını sürdürebilmek için gerekli asgari örgütlenme, politize olmuş kitlelerin içinden kadrolar çıkartılmasıyla değil, bizzatihi depolitize edilmiş kitle içinde çalışarak kadro çıkarmaya dayanmak durumundadır. Dolayısıyla, en ileri unsurların örgütlenmesi çalışması, bu unsurların örgütsel çalışmayla yaratılmasından başlamak zorundadır. "Önce kitleleri ekonomik ve demokratik hak ve istemler etrafında örgütleyelim ve bu mücadele içinde onları politize edelim, ondan sonra silahlı mücadele için örgütleniriz" demek değildir. Böyle bir kavrayış, dünya devrimci pratiğinin defalarca tanıtladığı gibi, "barışçıl mücadele metodları temel alınarak yapılan örgütlenme asla savaşma aşamasına geçemez". Ve 1980 öncesinin DY pratiği bunu ülkemiz somutunda bir kez daha tanıtlamıştır.
Bu nedenle, devrimci öncünün örgütlenme çalışması, 1980 sonrasındaki gelişmeleri ve değişmeleri gözönünde bulundurarak, Öncü Savaşı için gerekli kadroları yaratmak ve eğitmeyi hedeflemek zorundadır. Böyle bir faaliyet, kaçınılmaz olarak, samimi unsurların, dünya çapında egemen bir anlayış ve kavrayış haline dönüştürülmüş olan emperyalizmin ideolojik saptırmalarının niteliklerini kavramalarına ve bu ideolojik saptırmaların üzerlerindeki etkilerini ortadan kaldırmaya ilk anda ağırlık vermek durumunda kalacaktır. Dolayısıyla, bu faaliyette ideolojik eğitim ve propaganda, siyasal ajitasyondan önde gelmek durumundadır. Bu da, mevcut durumun ve ilişkilerin (ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel vb.) amansız bir eleştirisini gerektirdiği gibi, mevcut duruma karşı kesin ve uzlaşmaz bir tavır alınmasını gerektirmektedir. Bu temellerde gerçekleştirilecek kadroların ideolojik-politik eğitimiyle, Öncü Savaşının sürdürülmesi için gerekli asgari örgütlenmenin sürekliliği sağlanabilecektir. Doğal olarak böyle bir faaliyet, kadrolaştırma sürecinde etkin eğiticilerin varlığını öngerektirir. Bu nedenle, profesyonel kadroların, tarihsel koşulların tam ve bütünsel bir kavrayışına sahip olarak çalışmalarını sürdürmeleri en belirleyici yön olmaktadır. Kadroların, politik-askeri niteliklerinin yanında ideolojik-politik nitelikleri de belirleyici bir önem kazanmıştır. Son dönemdeki olaylar, ister bütünsel olarak, ister tekil olarak ele alınsın, ortaya çıkardığı olgular ve sonuçlarla, bunun önemini göstermektedir. Olayların gelişimini izleyemeyen, olaylar arasındaki ilişkiyi ve bağlantıyı kuramayan, olayların bütünsel niteliğini göremeyen, ve sonuç olarak olayları birbirinden yalıtık ve basın-yayın araçlarının kendilerine sunduğu gibi algılayan yeni bir kuşağın varlığı, bugün belirleyici durumdadır. Bunların ideolojik içeriğini kavrayamadıkları pragmatist bir anlayışa sahip olmaları, konunun ideolojik boyutunu açık hale getirmektedir. Bundan öte, solda görülen ve tek tek bireylerde de ortaya çıkan ilkesizlik, tutarsızlık, kararsızlık, bezginlik, tüm bu çerçevenin somut görüngüleri durumundadır. Örneğin, PKK'nin dört yıl önce amblemindeki çekiç-orağı kaldırarak yerine "meşale"yi koyma kararı bilgisi ile İtalya'da yapılan eylemlerde "çekiç-oraklı" PKK amblemlerinin kullanılması görüntüsünü tümleyemeyen bir kuşak, kaçınılmaz olarak "ilke", "tutarlılık", "kararlılık" gibi kavramları anlayamayacak ve içselleştiremeyecektir. Böyle bir durumda, devrimci öncü, bunların kolayca kavranılabilindiği ve anlaşıldığı koşullardaki örgütlenme çalışmasında kullandığı programı, bu unsurların bulunduğu bir ortamda bire bir yürütemeyecektir.
Sonuç olarak, günümüzde gelişen olaylar devrimci öncünün örgütlenme konusunda karşı karşıya olduğu sorunları daha açık ve net olarak kavrayabilmesi için yeterli örnekler ortaya koymuştur. Ve bu sorunların başında, kitlelerin depolitizasyonu ve bunun devamı için oligarşi ve emperyalizmin yürüttüğü faaliyetler gelmektedir. Bu, suni dengenin sürdürülüşünde siyasal zor araçlarının dışındaki araçların daha etkin kullanımını ifade etmektedir. Devrimci öncü, silahlı propagandayı temel mücadele biçimi olarak ele alarak, bir yandan siyasi gerçeklerin açıklanması faaliyetini yürütürken, diğer yandan suni dengenin korunmasını ve sürdürülmesini sağlayan araçların etkisizleştirilmesi yönünde eylemde bulunur. Suni dengenin sürdürülüşünde siyasal zor araçlarının dışındaki araçlar (nispi refah, pasifikasyon araç ve yöntemleri vb.), bu faaliyetin dolaylı bir sonucu olarak etkisizleşir. Bu nedenle, Öncü Savaşının sürdürülüşü, suni dengenin bozulmasında belirleyici niteliktedir. Günümüzde ortaya çıkan sorun, Öncü Savaşının südürülüşüne ilişkin olmayıp, sürdürülmesiyle ilgili öznel koşulların yaratılması ve sürekliliğinin sağlanmasıyla ilintilidir. Dolayısıyla, mevcut durumdaki gelişmeler, Öncü Savaşının temel belirleyiciliğini hiçbir biçimde ortadan kaldırmamaktadır. Sorun, öznel koşullara ilişkin faaliyetin, kitlelerin depolitizasyonu koşullarında yürütülmesidir. Bu açıdan, günümüzdeki gelişmeler, Öncü Savaşının her zamankinden daha çok gerekli olduğunu göstermektedir ve bu süreçte mevcut olmayan öncünün eylemidir. Doğal olarak, devrimci öncünün bu dönemde eylemsiz oluşu, gelişen olayların oligarşinin ve emperyalizmin istediği yönde evrilmesini gündeme getirmektedir. Sürecin değiştirilmesinin tek yolu devrimci öncünün eyleminden ve bu eylemi için gerekli öznel koşulların yaratılmasından geçmektedir. İşte, ülkemizdeki mevcut durumun ortaya koyduğu temel gerçek budur.
Dipnotlar
[1*] THKP-C/HDÖ: Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi ve Devrimci Taktiğimiz
[2*] Akt. G. Weber: Gerilla Bilanço Çıkarıyor, s: 193
[3*] Akt. G. Weber: Gerilla Bilanço Çıkarıyor, s: 141