Son üç yıldır Recep Tayyip Erdoğan, faiz oranlarının düşürülmesi konusunda canhıraş feryat koparmaktadır.
Hiç kuşkusuz Recep Tayyip Erdoğan, şeriatçı olduğu için faizin “haram” olduğundan yola çıkar. Onlara göre faiz, “helal” kazançtan alınan bir haraçtır. Tümüyle feodal döneme özgü olan tefeciliğe ve tefeci faize karşı geliştirilmiş olan bu iddia, “helal” kazanç sahibinin neden tefeciden yüksek faizle borç para aldığını ya da almak zorunda kaldığını açıklamaz.
“Helal” kazanç sahibi (ki islamiyette bu “tüccar/tacir”den başkası değildir), ister “nakit sıkışıklığı” nedeniyle, yani satmak için satın aldığı malların bedelini ödemek için, ister daha fazla mal satın almak için nakit paraya ihtiyaç duyar. Bu ihtiyacın şiddeti, büyüklüğü, kaçınılmaz olarak borç alınacak nakit para için ödenecek bedeli, yani faizi artırır.
Ama feodalizmden kapitalizme geçilmesiyle birlikte, tefecilik ve tefeci faizler kredi sistemi içinde ortadan kalkmıştır. Artık para-sermayenin borç verilmesine dönüşen kredi sistemi gündemdedir. Böylece faiz, faal kapitalistin, sanayicinin ya da tüccarın kendi sermayesi yerine borç alınan sermayeyi kullandığında, para-sermaye sahibine ve onu ödünç verene ödemek zorunda olduğu kârın, yani artı-değerin bir parçası olur. Diğer bir ifadeyle, faiz, sermaye sahipliğinin, ister yeniden-üretim sürecinin dışında kalan borç verene, ister sermayesini üretken bir biçimde kullanan sermaye sahibine olsun, bu sermaye sahipliği niteliği ile sağladığı net kârdır.
Şeriatçı/islamcı “işadamları”, dinsel dogma olarak faiz karşıtlığı ile kapitalist sistem arasına sıkıştıkları ölçüde, kredi sisteminin bir parçası haline gelmişlerdir. Elinde yeterli sermayeye sahip olmayan ya da daha fazla büyümek için daha fazla sermayeye ihtiyaç duyan sanayici ya da tüccar/tacir, bu sermayeyi kullanarak elde edeceği kârın bir bölümünü faiz olarak borç verene öder. Bu ödeme (faiz), her durumda borç verilen sermayeyi kâr sağlamak amacıyla kullanması karşılığında yapılır. Birinin üretim ya da ticaret için paraya ihtiyacı vardır, diğerinin ise kullanmadığı, el altında tuttuğu parası vardır. Bu iki tarafın karşılıklı anlaşmasıyla (rızasıyla) paranın kullanımı karşılığında belli bir faiz ödenmesi kabul edilir. Burada herşey “kitaba” uygundur, alan da, satan da memnundur. Sonuçta taraflar “helalleşirler”.
Ancak faiz, her durumda borç alınan sermayeyi kullanan tarafın bu sermayeden elde ettiği kârın bir bölümünden vazgeçmesidir. Bu yönüyle, borç alıp bunu yatırım haline dönüştüren taraf “çalışan, üreten” taraf olarak görünürken, borç veren “sırtüstü yatan, yattığı yerden para kazanan” taraf olarak görünür. Faiz, her durumda borç alınan para karşılığında kârdan ödenen belli bir miktar olduğu için, borç alanın kârı faiz miktarı kadar azalır.
Oysa kapitalist ya da tüccar, yatırımları için ya da satın alacağı mallar için gerekli parayı (sermayeyi) kendi “öz” sermayesinden karşılarsa, borç para kullanmadığından faiz ödemez, dolayısıyla da kârının tamamı kendisine kalır. Genellikle kâr oranının düştüğü ekonomik bunalım ya da kriz koşullarında düşük faiz, borç alınan sermayeyi kullanan kapitalistin ya da tüccarın kendisine kalan kâr miktarında artışa yol açar. Böylece “öz” sermayesi olarak kullanabileceği kâr miktarı yükselir.
Öte yandan kâr oranının düştüğü bunalım/kriz koşullarında, borç alınan paranın (sermaye) geri ödenmesi zorlaşır, hatta hiç ödenemez hale gelir (risk). Bu durumda borç veren ya borç vermekten vazgeçer ya da daha yüksek bir faiz oranıyla riski telafi etmeye çalışır. Böylece borç alanın kârından daha büyük bir bölümünü kendisine çeker.
Kâr oranı ve kâr kitlesi sabit olduğunda, yüksek faiz oranları ve faiz miktarı kapitalistin ya da tüccarın kendi payına düşen kâr miktarında azalışa yol açar.
Özcesi, faiz ile kâr ilişkisi, borç para kullanan açısından ters orantılı bir ilişki yaratır. Bu nedenle borç veren ile borç alan arasındaki bölünme oranı üzerinden bir çatışma ortaya çıkar.
Bütün bunlar kapitalist kredi sistemi içinde bilinen gerçeklerdir.
Ancak dinsel dogmatizm ve tacir zihniyeti herşeyi ters yüz eder.
Onlara göre, parayı, yani sermayeyi kullanan, kâr amacıyla bir işe yatıran kişi “elini taşın altına koyuyor”dur. Kazandığı para, yani kâr, onun anasının ak sütü kadar helaldir, onun hakkıdır. Ve birileri çıkıp, faiz adıyla bu “helal kazanç”tan haraç almaya kalkmaktadır. Oysa söz konusu olan herhangi bir sermaye sahibinin kendi “öz” sermayesiyle elde ettiği kârdan faiz adıyla haraç alınması değildir. Söz konusu olan, kendi sermayesi olmayan bir tüccarın ya da sanayicinin, satmak için mal satın almak ya da üretim yapabilmek için gerekli üretim araçlarını satın almak için dışarıdan borç para bulmasıdır. Faiz, işte bu borç para gereksinmesinin doğurduğu bir sonuçtur.
Marks’ın sözleriyle ifade edersek, faiz, kökeni bakımından, faal kapitalistin, sanayicinin ya da tüccarın, kendi sermayesi yerine borç alınan sermayeyi kullandığında, para-sermaye sahibine ve onu ödünç verene ödemek zorunda olduğu kârın, yani artı-değerin yalnızca bir parçasıdır. Yoksa hiç kimse borç almamış birisinden faiz adıyla bir haraç almak durumunda değildir. Böyle bir haraç sadece devlete aittir ve bunun adına da vergi denilir.
“Ey Merkez Bankası daha neyi bekliyorsun? Şimdi diyebilirler Merkez Bankası bağımsızdır, bende bağımsızım. Cumhurun sesi olarak bunu söylemek durumundayım, gerekirse çağırıp bunu oturup konuşacağız. Bu iş böyle yürümez. Bizim yatırıma ihtiyacımız var, istihdama ihtiyacımız var.” (16 Ocak 2015)
“Şu anda bağımsız bir kurul olarak Merkez Bankamızın özellikle Avrupa’da, dünyada faiz oranları düşerken hala bu faiz oranında direnmesini doğru bulmuyorum. Düşürmesi lazım. Biz biliyoruz ki faiz sebeptir, enflasyon neticedir. Eğer biz girişimcimizi teşvik edeceksek bu faiz oranlarının düşmesi lazım ki yatırımlar artsın. Eğer bunu düşürürsek yatırımı, istihdamı, üretimi arttırırız.” (31 Ocak 2015)
Recep Tayyip Erdoğan’ın kısa bir süre içinde faizlere ilişkin yaptığı bu açıklamalar, çok açık biçimde, elinde kendi sermayesi olmayan, ama zengin olmak gibi bir hırsı olan kesimlerin çok düşük faizle, hatta sıfır faizle borç para kullanmasını sağlamaktır. Kâr oranının düştüğü bir ortamda, faizlerin düşürülmesi yoluyla borç para kullanan kesimlere bol kredi vermek, bu krediler yoluyla “yatırım” yapılmasını sağlamak ve bu “yatırımlar” sonucunda istihdam yaratmak, işsizliği azaltmak (ve elbette oy sağlamak) bu açıklamaların arka planını oluşturmaktadır.
Bol, hatta sınırsız düşük faizli, hatta sıfır faizli kredi vermek, bu krediler yoluyla yatırımları artırmak, artan yatırımlarla üretimi artırmak ve üretim artışıyla sermayedarların kârlarını çoğaltmak!
İşte sıradanlık içinde “mantıklı” gelen, gerçeklikte kapitalist sistemi yok varsayan zihniyet budur.
Sorun, bu bol kredinin nereden ve nasıl bulunacağıdır. Yanıtı da yine aynı yerden gelmektedir:
“Ey Merkez Bankası, dünyada likidite bolluğu var, adamlar neredeyse eksi faizle kredi vermek için kuyruğa girmiş durumdalar. ABD’nin ve AB’nin faiz oranları neredeyse sıfır düzeyinde. Onlara birkaç puan fazla faiz vererek bu kredi musluğunu kolayca açabiliriz”
Hayat, yani kapitalist sistem hiç de şeriatçı/islamcıların hayal ettiği gibi değildir. Borç verilebilir para-sermaye miktarı dünya çapında ne kadar fazla olursa olsun, her durumda düşük faizle borç vermek tek seçenek değildir. Para-sermayenin yatırılabileceği, örneğin borsa gibi, hazine bonoları gibi değişik alanlar vardır. Ya da düpedüz altın vb. değerli madenlere yatırılarak bir kenarda tutulabilir.
İster değerli madenlere “park” etmiş olsun, ister borsa vb. “enstrümanlar”la kısa vadeli spekülatif yatırımlarda bulunsun, her durumda borç verilebilir para kendisi için en yüksek getiriyi sağlayacak alanlarda kendine yer açar. Kendi öz sermayesi olmayan, ülkesel ölçekte söylersek iç tasarruf oranlarının yetersiz kaldığı ülkeler bu borç verilebilir para-sermayeyi kendilerine çekebilmek için onların “dayattığı” koşulları kabul etmek zorundadırlar. Aksi halde yatırımlar bir tarafa, kendi iç borçlarının bile çevrilemez hale gelmesi işten bile değildir.
Bugüne kadar kendi öz-ulusal sermaye birikimi olmayan Türkiye, dışarıdan kredi alabilmek için “yüksek faiz-düşük kur” politikasını izlemek zorunda kalmıştır. Bu politikanın yoğun biçimde sürdürüldüğü dönem AKP iktidarı, yani “zamanın başbakanı” Recep Tayyip Erdoğan’ın dönemidir. Şimdi bütün bunlar yokmuşçasına konuşuyor olması, “elimi sallasam ellisi” örneği kredi cennetinde yaşıyor sanmasından kaynaklanmaktadır.
Ama asıl “dert”, inşaat sektöründe yatmaktadır. Bu öylesine açıktır ki, Recep Tayyip Erdoğan tarafından net biçimde ifade edildi:
“Bakıyorsun birileri çıkıp şunu söylüyor, ‘Sanayiye önem vermemiz lazım inşaat sektörüne o kadar önem vermenin anlamı yok.’ İnşaat sektörü emek yoğundur. İnşaat sektörü olmadan bir ülkede kalkınma olmaz bunu böyle bilmemiz lazım. Bizi özellikle o sıkıntılı dönemlerde biz yapan şu olmuştur: Biz inşaat sektörüne asla dur demedik. İnşaat sektörüne yürüyün dedik. Başı da TOKİ çekti. İnşaat sektörüne dur, sanayiye ilerle derseniz çöküntü başlar. Türkiye’nin kentsel dönüşümlerle birlikte bu sektörü ayakta tutması gerekir. Birine dur derseniz olmaz. Bunların at başı gitmesi lazım.” (2 Şubat 2015)
Bir taraftan “Üçüncü Boğaz Köprüsü”, “Üçüncü Havalimanı” türünden “mega proje”lerin büyük finansman gerekmektedir. Öte yandan TOKİ’nin başını çektiği konut sektörü için tüketici kredilerinde genişlemeye gidilmesi gerekmektedir. Her iki durumda da ödenecek faiz oranları önem taşımaktadır. Örneğin “3. Boğaz Köprüsü” ile “3. Havalimanı” için toplam 12,5 milyar euroluk kredi gereksinimi bulunmaktadır. Bu kredilerin faizlerinde %1’lik bir indirime gidilmesi, inşaatı üstlenen şirketlere 125 milyon euroluk bir indirim anlamına gelmektedir.
Öte yandan konut sektörü 2014 yılında oldukça önemli sorunlarla karşılaşmıştır. Geçen yılın Ocak ayı sonunda Merkez Bankası politika faizini %3,5’dan %8’e, 1 haftalık repo faizini de %4,5’dan %10’a çıkarmak zorunda kalmıştır. Bunun sonucu olarak da konut kredilerinin faiz oranları aylık %1/1,2 düzeyine çıkmıştır. Bunun sonucu olarak da ipotekli konut satışlarında büyük bir düşüş gerçekleşmiştir.
|
2013
|
2014
|
%
değişim |
Toplam Satış
|
1.157.190
|
1.165.381
|
0,7
|
İpotekli Satış
|
460.112
|
389.689
|
-15,3
|
Ocak
|
36.581
|
32.046
|
-12,4
|
Şubat
|
37.150
|
24.059
|
-35,2
|
Mart
|
41.809
|
24.465
|
-41,5
|
Nisan
|
40.812
|
23.447
|
-42,5
|
Mayıs
|
45.270
|
29.760
|
-34,3
|
Haziran
|
43.763
|
32.029
|
-26,8
|
Temmuz
|
46.053
|
30.912
|
-32,9
|
Ağustos
|
31.559
|
35.338
|
12,0
|
Eylül
|
37.835
|
43.144
|
14,0
|
Ekim
|
26.337
|
34.451
|
30,8
|
Kasım
|
36.600
|
36.925
|
0,9
|
Aralık
|
36.343
|
43.113
|
18,6
|
Tabloda görüldüğü gibi, 2014 yılının ilk sekiz ayında ipotekli konut satışlarında %32 daralma ortaya çıkmıştır. Bu da konut sektöründe stokların artmasına ve inşaat şirketlerinin kredileri ödeyemez hale gelmesine yol açmıştır. Bunun üzerine Merkez Bankası Haziran ve Temmuz ayında faiz oranlarında indirime gitmiştir. 1 haftalık repo faiz oranı %10’dan önce %9,5’a, ardından %8,25’e düşürülmüştür. Bunun sonucu olarak da ipotekli konut satışlarında belli ölçüde “canlanma” ortaya çıkmış ve satışlar Ağustos-Aralık döneminde ortalama %14 artmıştır.
Bu faiz indirimine rağmen 2014 yılının bütününde ipotekli konut satışlarında %15 düzeyinde gerileme ortaya çıkmıştır. Toplam konut satışları ise, sadece %0,7 artmıştır. Bu da tümüyle banka kredileriyle iş yapan konut sektöründe belirgin bir krize yol açmıştır.
Bu durumda tefeci-tacir kesimi, yeni müttefiki müteahhitleri koruma ve kollama kaygısına düşmüştür.
Bu süreçten kredi kartları büyük ölçüde etkilenmiştir. Gerek iç talebi kısmak, gerek batık kredilerin tehlikeli boyutlara gelmesini önlemek amacıyla taksitle satışlarda sınırlama getirilmiştir. Taksit sınırlaması ve yüksek faizler sonucunda kredi kartı kullanımı 2013 yılına göre %12 azalarak, 84 milyar TL’den (37,3 milyar dolar) 74 milyar TL’ye (32 milyar dolar) inmiştir.
Böylece iç talep önemli ölçüde kısılmıştır. Ama bu iç talebi daraltıcı politika AKP’nin “doğal tabanı” olan esnaf ve tüccar kesimini neredeyse “siftah” yapamaz hale getirmiştir.
Bu nedenlerin yanında yüksek faiz yükü, tefeci-tüccar kesiminin müteahhitler üzerinden sağladığı “marjinal kârlar”ın (“ayakkabı” kutularında saklanan “ak” paralar) azalmasına neden olmuştur.
Bugün Recep Tayyip Erdoğan’ın feryat-figan içinde faizlerin düşürülmesi için Merkez Bankası’na yüklenmesinin arkasında yatan gerçekler bunlardır.
Bu, sömürücü sınıflar içinde yeni bir paylaşım savaşının olanca hız ve bereketiyle hızlandığının göstergesidir. Sonuçta Recep Tayyip Erdoğan’ın temsil ettiği kesim (başında Ülker ve “mega” ihaleleri alan inşaat şirketleri bulunmaktadır) tüm devlet olanaklarını kullanarak ve hukukun arkasından dolanarak bu savaştan zaferle çıkmaya çalışmaktadır. Gerçeklikte ise, bu savaştan kimin zaferle çıkacağı tümüyle “dışarıya”, yani emperyalist mali sermayeye bağlıdır.