T. C. Anayasası
Madde 91:
“Türkiye Büyük Millet Meclisi, Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verebilir. Ancak sıkıyönetim ve olağanüstü haller saklı kalmak üzere, Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile dördüncü bölümünde yer alan siyasî haklar ve ödevler kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenemez.
Yetki kanunu, çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin, amacını, kapsamını, ilkelerini, kullanma süresini ve süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılamayacağını gösterir.
Bakanlar Kurulunun istifası, düşürülmesi veya yasama döneminin bitmesi, belli süre için verilmiş olan yetkinin sona ermesine sebep olmaz.
Kanun hükmünde kararnamenin, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından süre bitiminden önce onaylanması sırasında, yetkinin son bulduğu veya süre bitimine kadar devam ettiği de belirtilir.
Sıkıyönetim ve olağanüstü hallerde, Cumhurbaşkanının Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulunun kanun hükmünde kararname çıkarmasına ilişkin hükümler saklıdır.”
“Parlamenter demokrasi” ya da “temsili demokrasi”, bir ülke yurttaşlarının genel oyu ile oluşturulan bir meclis aracılığıyla yasama yetkisinin kullanıldığı, “güçler ayrımı” çerçevesinde yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrıldığı ve yasamanın (parlamentonun) yürütmeyi denetlediği bir yönetim şekli olarak tanımlanabilir.
Çağdaş anlamda ilk “parlamento”, ilk kez Cromwell Devrimi sonrasında İngiltere’de oluşturulmuşsa da, parlamento üyeleri halkın genel oyu ile belirlenmeyip, doğrudan soylular ve “
tiers-etat” (burjuvazi) arasından seçilen temsilcilerden oluşmuştur. İngiliz parlamentosunun en tipik özelliği, İngiltere kralının, 1215 yılında soylularla imzalanan
Magna Carta anlaşması çerçevesinde varlığını sürdürmesidir. Bu yönüyle İngiliz “parlamenter demokrasisi”, “parlamenter monarşi” ya da “meşruti monarşi” olarak adlandırılır.
Burjuva anlamda “parlamento”, 1789 Fransız Devrimi’yle birlikte ortaya çıkmıştır. Ancak Fransız Devrimi’nin ürünü olan Fransız parlamentosu, İngiltere’de olduğu gibi halkın genel oyu ile oluşturulmamıştır. İngiltere’de genel oy hakkı 1928 yılında ve 1944 yılında kabul edilmiştir. Bu tarihlerden itibaren, sözcüğün tam anlamıyla “parlamenter demokrasi”den söz edilebilmektedir. Burada önemli olan parlamentonun (meclis ve senato) doğrudan halkın genel oyu ile seçilmesi değil, yasama yetkisinin tek bir kişiye ait olmaması, “temsili” bir kuruma verilmesidir. Bu yönüyle, “parlamenter demokrasi”, feodal monarşilerin gücünün gelişen ve yükselen burjuvazi tarafından sınırlandırılması amacından kaynaklanmıştır.
“Parlamento merkezileşmiş monarşilerin ellerindeki gücü istedikleri gibi kullanmalarını önlemek için kapitalist sınıfın verdiği mücadeleden doğdu. Bu durum çağdaş dönemin ilk zamanlarının özelliğiydi. Parlamentonun görevi daima hükümet gücünün kullanımının denetlenmesi ve kontrol edilmesi olmuştur. Bunun sonucu olarak parlamenter kurumlar, devletin özellikle ekonomik alandaki görevlerinin asgariye indirildiği rekabetçi kapitalizm dönemlerinde güçlendiler ve prestijlerinin en yüksek noktasına vardılar...”[1*]
Bu “parlamenter demokrasi” tekelci kapitalizm (emperyalizm) aşamasında değişikliğe uğramıştır.
Genel oy hakkının tanınmasıyla birlikte, parlamentoların değişik sınıf ve grupların çıkarlarını temsil eden “vekiller”den oluşmaya başlaması ve tekelci kapitalizme daha iyi hizmet edecek merkezi bir devlet aygıtına olan gereksinme sonucu, yasama gücü olan parlamentoların yetkisi, yürütme gücü lehine sınırlandırılmaya başlanmıştır. Özellikle parlamentolarda küçük-burjuvazinin açık sayısal üstünlüğünün, büyük burjuvazinin ve finans-kapitalin elini kolunu bağlamaya başlamasıyla birlikte, yürütmenin güçlendirilmesi yönündeki anayasal değişiklikler gündeme gelmiştir.
Tekelci kapitalist dönemin en tipik özelliği, burjuva parlamentosunun gücünün sınırlandırılması ve yürütmenin gücünün olabildiğince artırılmasıdır. Sweezy’nin sözleriyle, “Parlamento bu şartlar altında elinde bulundurduğu ayrıcalıkları birbiri ardından bırakmak ve gözleri önünde, gençliğinde iyi ve etkin biçimde mücadele verdiği türde, merkezi ve denetlenmeyen bir gücün ortaya çıkışını seyretmek zorunda” kalmıştır.
Böylece halkın genel oyuna dayalı ve değişik sınıf ve kesimlerin çıkarlarının ortaklaştırıldığı (“
consensus” sağlandığı) “parlamenter demokrasi”nin sonuna gelinmiştir.
“Sanayi devriminden geçmiş olan emperyalist-kapitalist ülkelerdeki yönetim de, geri-bıraktırılmış ülkelerdeki yönetim de oligarşik yönetimdir. Ancak emperyalist-kapitalist ülkelerdeki kapitalizm gerici bir tarzda değil (yukardan aşağıya değil), devrimci anlamı ile, iç dinamiği ile gelişmiş ve yerleşmiştir. Dolayısıyla, sadece alt yapıda değil, üst yapıda da burjuva demokratik ilişkiler egemen olmuş, feodal ilişkiler bertaraf edilmiştir. Fakat tekelci dönemde, kapitalizm serbest rekabet, milliyetçilik ve demokratik yönetim ilkelerini bir yana iterek, yerlerine tekel, kozmopolitizm ve oligarşik diktayı ikame etmiştir.” (Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III.)
Günümüzde burjuva anlamda “parlamenter demokrasi”den söz edilemez. Varolan siyasal sistem, yürütme gücünün denetimi altında faaliyet yürüten parlamentoların oluşturulduğu “sandıksal demokrasi”den başka bir şey değildir.
İşte bu “sandıksal demokrasi”lerde siyasal yönetimlere (hükümetlere) Anayasal temelde
Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarma yetkisinin verilmesi, “parlamenter demokrasi”nin sözde kaldığının açık olgusudur.
“Parlamenter demokrasi”lerde yasama gücü, yani yasa (kanun) yapma yetkisi sadece parlamentoya aittir. Parlamentonun bu yetkisi, hiçbir biçimde sınırlandırılamaz ve bir başkasına ya da bir başka kuruma devredilemez niteliktedir. Hükümetlerin KHK çıkarma yetkisine sahip olmaları, parlamentonun asli görevinin ve yetkisinin (yasama yetkisinin) doğrudan hükümetlere (siyasal yönetime) devredilmesi demektir. KHK çıkarma yetkisine sahip olan bir hükümet, her durumda yasama ve yürütme yetkisini birlikte kullanmak durumundadır. Bu durumda “yasama organı” olarak bir parlamentonun varlığından söz etmek olanaksızdır.
Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte mutlak bir güç durumunda olan yürütme, DP döneminde halkın genel oyu ile seçilmiş meclisin “mutlak çoğunluğu”na dayanan tek güç haline gelmiştir. 27 Mayıs askeri darbesi, “mutlak çoğunluğa” dayanarak denetlenemez hale gelmiş olan DP iktidarını alaşağı etmiştir.
27 Mayıs darbesinden sonra yapılan yeni anayasa (61 Anayasası), yasamanın lehine yürütme gücünü sınırlandırmış ve bazı özerk devlet kurumları oluşturarak yürütmenin mutlak bir güç haline gelmesini önlemeyi amaçlamıştır.
Ancak yukarıdan aşağıya ve emperyalizme bağımlı olarak kapitalizmin gelişmesi, bir kez daha yürütmenin yasama karşısında üstünlüğü ele geçirmesinin koşullarını yaratmıştır. 12 Mart askeri darbesiyle birlikte “Türkiye için bir lüks” kabul edilen 61 Anayasası’nda değişiklikler yapılmış, yürütmenin yetkileri güçlendirilmiştir.
İşte hükümetlerin KHK çıkarma yetkisi, 12 Mart döneminde gerçekleştirilen değişikliklerle Anayasal bir hüküm haline getirilmiştir. 12 Eylül askeri darbesi sonrasında hazırlanan yeni anayasada (82 Anayasası) 12 Mart döneminde yapılan değişiklikler olduğu gibi yer almıştır.
1973-1980 yıllarında hemen hemen hiç kullanılmayan KHK çıkarma yetkisi, 1980 sonrasında mecliste mutlak çoğunluğa sahip olan Turgut Özal döneminde sıkça kullanılmıştır. Böylece TBMM, sadece “rutin” işleri yapan bir kurum haline gelirken, hükümetin her yasa teklifine el kaldırarak maaş alan çoğunluk milletvekillerinin toplaştığı bir “mekan” olmuştur.
1991-2002 yılları arasında TBMM’de hiçbir partinin mutlak çoğunluğu sağlayamaması üzerine oluşturulan koalisyon hükümetleri, ister istemez bu yetkiyi kullanmakta zorlanmışlardır. Bu dönemde KHK çıkarma yetkisi, sadece “ulusal dava” olan ve tüm partilerin “
consensus” içinde oldukları “terör” konusunda gündeme gelmiştir.
AKP’nin “çıraklık ve kalfalık” dönemlerinde KHK çıkarma yetkisi hiç kullanılmazken, “kalfalıktan ustalığa” geçiş aşamasında, yani 12 Haziran seçimlerine iki ay kala meclisten geçirilen bir kararla Recep Tayyip Erdoğan “hükümeti” altı aylığına (ki süre belirlenmesi 82 Anayasası’nın “amir hükmü”dür) KHK yetkisi almıştır.
AKP hükümeti, meclis kararının 3 Mayıs 2011 tarihinde resmi gazetede yayınlanmasından sonra, bugüne kadar 17 Kanun Hükmünde Kararname çıkarmıştır. Bu kararnamelerle, Recep Tayyip Erdoğan “hükümeti”nin elini kolunu bağladığı düşünülen ve kamuoyunda tepki toplayan her konuda düzenlemeler yapılmıştır.
AKP hükümetinin KHK çıkarma yetkisi alması, TBMM’de mutlak çoğunluğa dayanarak her istediğini yapabilme gücünün “zirvesi” olmuştur. Meclisin mutlak çoğunluğuna egemen olan ve bu çoğunluğa dayanarak denetlenemez ve uzlaşmaz bir güç haline gelmiş olan Recep Tayyip Erdoğan’ın hükümeti, bu yetkiyle görüntüsel olarak bile meclise gereksinme duymadığını ortaya koymuştur. Mutlak çoğunluğuna sahip olduğu TBMM, Recep Tayyip Erdoğan hükümeti için bir yük ve kambur haline gelmiştir.
TBMM, yani “parlamento”, AKP çoğunluğu aracılığıyla yasa yapma yetkisini KHK ile hükümete devrederek, temel ve asli görevini tüketmiştir. İşte bu tükenmişlik içinde TBMM’ye “yeni görev” ihdas edilmiştir. Bu “yeni görev”, Recep Tayyip Erdoğan’ın mutlak iktidarı için gerekli anayasayı hazırlamak olmuştur.
Türkiye’de hiçbir zaman gerçek anlamda varolmayan ve sadece sözde kalan “parlamenter demokrasi”, bu gelişmelerle birlikte kendi ölüm fermanını imzalamıştır. Bu andan itibaren “parlamento”, güçler ayrımına uygun olarak yasama yetkisine sahip kurum olmaktan çıkmış ve sadece “muhalefet” partilerinin kendi kendilerine konuştukları ve 550 milletvekilinin maaş aldıkları bir “arpalık” haline gelmiştir.
Öte yandan, Türkiye’nin geleceğini belirleyecek nitelikteki büyük ve önemli iç ve dış sorunlar “kapalı kapılar arkasında” yapılan “gizli” görüşmelerle halledilmeye çalışılmaktadır. Bu ortamda TBMM’deki “muhalefet partileri”, Turgut Özal’ın “meşhur” sözüyle, “Küçük Turgut”la oyalanmak durumundadırlar. Artık “muhalefet partileri”nin, “parlamenter demokrasi”nin varolduğu sanısını korumaktan, parlamentonun yasama organı olarak varlığını sürdürdüğü görüntüsünü vermekten ve AKP hükümetinin tüm icraatlarını meşrulaştırmaktan başka işlevleri kalmamıştır.
Bu “parlamenter demokrasi” maskaralığına rağmen, hala mecliste bir şeyler yapabileceklerini sanan ve uman “muhalifler” bulunmaktadır. BDP örneğinde olduğu gibi, “meclis zemininde Kürt sorununun çözülebileceği” umudu taşınmaktadır. Oysa, herkesin bildiği gibi, “Kürt sorunu”, devlet (şimdilik MİT) ile PKK arasında yapılan “gizli” görüşmelerle “halledilmeye” çalışılmaktadır. Yasa yapma yetkisini KHK ile hükümete devretmiş olan bir meclis, olsa olsa “gizli” görüşmelerde varılan “mutabakatı” tasdikleyen bir “noter” olabilecektir.
Bu koşullarda, hala TBMM “çatısı altında” ve “zemininde” “toplumsal muhalefet” yapacağını sananlar, Lenin’in ünlü sözüyle, iflah olmaz “parlamenter alıklar” (
crétinist)
[2*] olmaktan öteye geçemezler.
Dipnotlar
[1*] Sweezy, Çağdaş Kapitalizmin Bunalımı, s. 90.
[2*] Crétinisme (kretenizm), tiroit bezinin kana yeterince salgı vermemesi sonucu oluşan, bedensel ve zihinsel gelişimin duraksamasıyla ortaya çıkan zeka geriliği ve cücelik.