"Doğru devrimci çizgi belirlendikten sonra, bizzat devrimci çizginin geleceğini, başarı ya da başarısızlığını örgütsel çalışma (kadrolar) belirler"
STALIN
Devrimci mücadelenin en temel ve en basit gerçeği, bu mücadelenin insanlar tarafından ve insanlar için yürütüldüğü gerçeğidir. Proleteryanın sınıf mücadelesi de, proleterya tarafından, kendisi ve tüm insanlık için yürütülen bir mücadele olduğu herkes tarafından bilinir. Doğal olarak, bu temel gerçek devrimci mücadelede insan unsurunun belirleyici olduğunu gösterir. Devrimci politik-askeri bir faaliyette insan, aynı zamanda, örgütlüdür. Bu nedenle, bu faaliyete örgütlü olarak katılan insanlar, "kadrolar", olarak tanımlanır. Ve doğru devrimci çizginin başarı ya da başarısızlığını, zafer ya da yenilgiyi bu insanlar, yani kadrolar belirler.
Proleterya partisi, marksist-leninist ilkeler üzerinde kurulmuş, belirlenmiş bir politik çizgiye sahip maddi bir örgüt birliğidir. Bir başka deyişle, proleterya partisi, "irade, eylem ve disiplin birliği" temelinde faaliyet gösteren kadroların maddi örgütlenmesidir. Aynı şekilde, Halk Kurtuluş Cephesi de, belirlenmiş bir politik çizgiye sahip maddi bir örgüt birliğidir ve proleterya partisinin önderliğinde faaliyet yürütür. Her iki durumda da, kadrolar sorunu, aynı zamanda, politik çizginin ve örgütlenmenin varlığı ve faaliyeti sorunu demektir.
Burada proleterya partisinin örgüt anlayışına, yani leninist parti anlayışına girmeyeceğiz. Ancak leninist parti anlayışına yönelik her türden saldırı ve tahrifat ortamında şunu bir kez daha vurgulamakta yarar vardır: Dünyayı farklı yorumlayanların dünyayı değiştirme tarzları da farklı olacaktır. Aynı şekilde dünyayı değiştirmek için yola çıkanlar ile değişmez denilen bir dünyada yaşamını sürdürenlerin dünyayı yorumlayışları da farklıdır. Sözün özü, aynılar aynı yerde ve ayrılar ayrı yerde bulunurlar. Bu farklılık, tek tek bireylerin niteliğini belirlediği gibi, bunların varlık sorununu da belirler. "Kadro", belirlenmiş doğru devrimci çizgiye bağlı, bu çizginin bilincinde bulunan, bu çizginin yürütülmesinde yer alan, bu yer alışının tarihselliğinin bilincine sahip ve bu bağlamda örgütlü, kollektif bir devrimci faaliyet içindeki bireydir.
Örgüt anlayışı ve çalışma tarzının devrim teorisinden çıktığını hemen herkes bilir. Farklı devrim anlayışlarına sahip örgütlenmelerin, örgüt anlayışı ve çalışma tarzı farklıdır ve bu farklılık kadroların niteliğinde de kendisini dışa vurur.
Ancak doğru bir devrim teorisine sahip olmak tek başına belirleyici değildir. Doğru devrim teorisi pratiğe uygulanmadığı sürece, kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur. Bunun anlamı, devrim teorisine uygun bir pratik faaliyetin zorunlu olduğudur. Bu pratik faaliyet, kaçınılmaz olarak, aynı devrim anlayışına sahip kadroların ortak, birleşik ve kollektif faaliyeti olmak durumundadır ve bu da örgütlü mücadele kavrayışını ifade eder. Kısacası, doğru devrimci çizginin, şu ya da bu biçimde değil, bu çizgiye uygun örgüt anlayışı ile pratiğe geçirilmesi olmaz-sa-olmaz koşuldur.
İşte bu temel gerçekler, doğrudan politik-örgütsel faaliyeti kapsar ve bu faaliyette bulunanların, yani kadroların, politik eğitiminden, görev yapış tarzlarına kadar her alanı içerir.
Doğru bir örgütlenme anlayışına ve doğru bir çalışma tarzına sahip olmak, aynı zamanda, kadroların bunlara göre biçimlendirilmiş olmasını gerektirir. Bir örgütün, kendi anlayışına uygun kadrolara sahip olmadığı sürece, devrim mücadelesini kendi anlayışına uygun olarak sürdürebilmesi olanaksızdır.
Genel olarak dünya devrimci pratiği, özel olarak ülkemizin pratiği göstermiştir ki, aynı devrim anlayışından yola çıktığını söyleyen değişik örgütlenmeler, aynı çizgide uzun süre kalamamaktadırlar. Farklı devrim anlayışları nasıl ki farklı örgüt anlayış ve çalışma tarzı ortaya çıkarıyorsa, farklı örgüt anlayışları ve çalışma tarzı da, süreç içinde farklı bir devrim anlayışını ortaya çıkarır. Hiçbir politik-devrimci örgütlenme, kendi kendini var edemez. Ya ikinciler birinciye uyacak, ona göre biçimlenecektir; ya da ikinciler kendilerine yeni bir birinci bulacaklardır. Bu öz-biçim diyalektiğinin pratik-örgütsel gerçekliğidir.
Bu nedenledir ki, örgütlenme anlayışı ve çalışma tarzı ile devrim teorisi arasındaki organik bütünlük sorunu, doğrudan kadro sorunu ile örtüşür.
Doğru devrimci çizgiyi uygulamak için uygun kadrolara, yani örgütün çizgisini kavrayan, bunu kendi anlayışı olarak benimseyen, bu anlayışa uygun mücadele sürdürmeye hazır olan, bunu pratiğe geçirebilen ve bu anlayıştan sorumlu olup, onu savunabilen ve de onun için savaşabilen kişilere sahip olmak gerekir.
Kadro bu şekilde belirlenmekle birlikte, bu sorunun iki yanı olduğu sıkça unutulur. Genellikle örgütsel faaliyetle kadro sorunu tek yönlü bir ilişki olarak ele alınır ve buna göre çözümlenmeye çalışılır. Bu tek yönlü anlayışlar, ya örgütten yola çıkarak kadrolara bakar ve kadroların görevlerini öne çıkarır; ya da kadrolardan yola çıkarak örgüte bakar ve örgütün kadrolar için neler yapması gerektiğini öne çıkarır. Her iki durumda da, örgüt ile kadrolar birbirinden farklı düzeyler olarak kavranır. Doğal olarak, bu tek yönlü kavrayış, örgütü kadroların dışında bir varlık olarak tasarlar. Pratikte sıkça duyulan örgüt yapar", "örgüt bulur" vb. safsataların temelinde bu tasarım yatar.
Sorun, birbirine bağlı iki yönü kapsar. Bunun bir yanı, maddi bir güç olarak örgüt iken, diğer yanı bu gücün bileşenleri olarak kadrolardır. Örgütsüz kadro düşünülemeyeceği gibi, kadrosuz örgüt tasarlanılamaz bile. Bu yüzden sorun iki yönden ele alınarak tanımlanabilir ve çözülebilir. Böylece bir yandan örgüt karşısında kadroların durumu, görevleri, sorumlulukları, hakları vb. ele alınırken; diğer yandan tek tek kadroların örgüt karşısındaki konumu, yükümlülüğü, desteği vb. ele alınır.
Yıllar boyu revizyonizmin ve oportünizmin ülkemiz solundaki egemenliği, sürekli olarak kadro sorunu yaratmıştır.
"Yoğunbirşehirleşmeninvegerçekbirsanayileşmedeğilsebileazçokgelişmişbirhafifveortasanayininbulunduğuülkelerdegerillagruplarıteşkiletmekdahazordur.Şehirlerinideolojiketkisi,barışçılusullerleörgütlenmişkitlesavaşlarıumudunuyaratarak,gerillasavaşlarınıfrenler. Bu dabirçeşit'örgütçülük'yada'kurumculuk'(revizyonistörgütlenme)yaratırki,azçok'normal'sayılabilecekolandönemlerde,halkıngeçimşartlarınınbaşkadurumlaranazaranpekokadarçetinolmamasıilenitelenebilir."
(Che Guevara)
Bu anlayışın ülkemizdeki en tipik temsilcileri THKP-C'nin yaratmış olduğu sempatiyi kendi oportünist amaçları için kullanmak isteyen DY ve KSD olmuştur. Onların yaptıkları, THKP-C'nin ideolojik-politik çizgisine, revizyonist örgüt anlayışını ve çalışma tarzını monte etmekten ibarettir. Gerisi arkasından gelmiştir.
Aynı anlayışlar solda "güçlü" görünmeyi özel bir nitelik olarak göstermeye çalışmışlardır. Legalizmle birleşerek bu "güç"lülük, doğrudan "örgüt"ün niceliği ile özdeşleştirilmiştir. Kimin derneğinin daha çok olduğu, kimin mitinglerde daha çok "kitle yürüttüğü" bir "güç" olarak algılanmaya başlanmıştır. Böylece nicelik herşeyin önüne geçmiştir. Ancak 12 Eylül'le birlikte bu "güç"ün nasıl dağıldığının görülmesi üzerine, bir süre nitelik sorunu öne geçmiştir. Ancak düşünce alanında herşey olduğu gibi kalmıştır.
Bazı oluşumların 1980 öncesinde olduğu gibi, legal plandaki dernekçiliği nicelik düzeyinde bir "güç" gibi sunmaları bunun ürünüdür. Bu mantık öyle noktaya ulaşmıştır ki, adı sıralanan 20-30 "demokratik kitle örgütü"nün desteklediği ilan edilen bir korsan mitinge 30-40 kişinin katılması "güçsüz solun en güçlüsü" olunduğunun kanıtı olarak bile ilan edilmiştir. Aynı mantık, bir süre sonra, silahlı eylemler içinde geçerli kılınmıştır. Kimin daha çok silahlı eylem yaptığı, yani silahlı eylemlerin hedefleri ve amaçları değil, niceliği, solda bir "güç" kanıtı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Legal faaliyetin giderek önemsizleştirilmesine paralel olarak, bu ikinci tarz "güç" kavramı yaygınlaşmıştır. Bu durum, devrimci silahlı mücadeleyi, sola yönelik bir "kuvvet gösterisi"ne dönüştürürken, silahlı propagandayı solda "kim daha güçlü" propagandasına dönüştürmüştür. Bu durum, solda sürekli prestij kaybeden çeşitli revizyonist ve oportünist çevreleri de etkileyerek, bunlarında kendilerine gerilla yapan birer şube açmalarına neden olmuştur. Mahir yoldaşın deyişiyle, "tabii bu gerilla hikaye olmuştur".
Devrimci silahlı mücadelede örgütlenme anlayışının ve çalışma tarzının böylesine çarpıtılması, silahlı mücadelenin sürdürülmesinin gerekleri ile çarpık mantığın ürünü kadrolaşmanın gereklerinin birbirine karışmasına yol açmıştır. Sonuçta yapılan silahlı eylemlerin (asla silahlı propaganda değildir), ülkedeki devrimci politik-askeri mücadelenin (stratejinin) bir parçası olarak mı, yoksa genel olarak solda, özel olarak kendi kadroları açısından bir "güç" olmak ya da olmayı sürdürmek için mi yapıldığı belirsiz hale gelmiştir. Bu durum halk kitlelerine soyut bir silahlı mücadele ile somut bir "silahlı eylemcilik" şeklinde yansımıştır. Böylece gerilla savaşının devrimci politik amaçlarla sürdürülmediği şeklinde bir kanı yaygınlaşmaya başlamıştır. (Emperyalizm ve oligarşi, gerek ülkemizde, gerekse diğer geri-bıraktırılmış ülkelerde, bu gelişmeyi yaratmak için çok uğraşmıştır. Onların amacı, böyle bir gelişmeye bağlı olarak soyut bir "terörizm" demogojisini kitlelere benimsetmektir. Bu açıdan ülkemizde uygun bir zemin yakalamışlardır. Başarılı olup olmayacakları, sadece doğru bir çizgide silahlı propagandanın sürdürülmesine bağlıdır.)
İşte bu ortamda ve bu ortam tarafından biçimlenen toplumun ileri unsurları, sürekli bir belirsizlik ortamında, o "güç"ten bu "güce" sürekli geçiş halinde yıllar geçirmişlerdir. Her yeni "güç"ün karşılaştığı her zorluk, "güç"e yönelmiş unsurların uzaklaşmasına neden olmuş ve sonuçta "örgüt" sözcüğünden kaçan örgütsüzler yığını büyümeye başlamıştır.
Aynı ortam, pek çok samimi unsuru daha doğru mücadele eden bir "gücü" beklemeye yöneltmiştir. Onlara göre, onların dışında ortaya çıkacak bir "güç" bu sorunları çözecektir. Böylece o "güce" kadar bekleyen, dolayısıyla edilgen bir topluluk oluşmuştur.
Bu ortamın devrimci örgütleri etkilemiyeceğini ve etkilemediğini düşünmek de saflık olur. Onlar içinde, hemen hemen benzer kavrayışın yarattığı zorluklar vardır. Kadroların üzerlerine düşenleri yapma duyarsızlığı, özverinin çok büyük yer tuttuğu bir evrede özveride bulunma isteksizliği ve en olumsuzu, kendileri dışında örgütün bir "güç" olması beklentisinin getirdiği basbayağı hareketsizlik 1980 sonrasında Latin-Amerika ülkelerinde çok yaygın bir biçimde ortaya çıkan bir gerçektir.
Sözün özü, devrimci mücadelede, örgüt ile kadrolar bir bütündür. Bunlar arasındaki organik bağın, isterse soyut planda olsun kopartılması, devrimci mücadelenin örgütlü tarzda yürütülme zorunluluğu karşısında önemli sorunlar yaratacaktır. Bu yüzden günümüzün en temel sorunlarından birisi de, devrimci örgüt ile kadro ilişkisinin, teorik ve pratik olarak, organik bütünlüğünün kavratılmasıdır.
Kadrolar, devrimci örgütsel faaliyetin ve devrimci mücadelenin zincirlerinin birer halkasıdırlar. Kim ki, devrimci unsurların bu organik bütünlüğe yönelik bilinçlerini muğlaklaştırır ve bozarsa, o kişi örgütsüzlüğün propagandasını yapıyor demektir, kitlelerde "güçlü olanın yanında yer alma" yargısı oluşturuyor demektir. Aynı şekilde, kadrolarda "güç olana kadar fazla çaba göstermeme" zihniyeti doğurarak, örgütlü mücadele bilincini ve pratiğini engelliyor demektir. Maddi ve teknik olarak güçlü düşmana karşı, yani emperyalizme ve oligarşiye karşı politik ve moral üstünlük sağlamak için, herşeyden önce, devrimciler öncelikle kendilerine şunu sormalıdırlar: Ben devrim için, örgüt için, halk için ne yaptım ve ne yapabilirim? Bu sorulmaksızın doğru bir çizgide devrimci mücadelenin sürdürülmesi, sanıldığı kadar kolay olmayacaktır.