KURTULUŞ CEPHESİ - Mayıs-Haziran 1996
Sınıf Mücadelesi
Sınıf Perspektifi
"Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi (yani yazılı tarih), sınıf mücadelelerinin tarihidir."
(Komünist Manifesto)
Oligarşinin 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte başlayan kitle pasifikasyonu, ülke tarihinde görülmedik genişlikte sürdürülmüştür. Resmi kayıtlara göre, 3 milyon kişi gözaltına alınmış ve işkence koşulları içinde sorgulanmıştır. Yine resmi kayıtlara göre, bunlardan 640.000'i tutuklanmış ve askeri mahkemelerde yargılanmışlardır. Böylesine geniş kapsamlı bir devlet terörü, sadece devrimci örgütlerin imha edilmesiyle sınırlı hedefler gütmemiştir. Ana hedef, kitlelerin pasifize edilmesi, politize olmuş kitlenin sindirilmesi ve gelecekte aynı türden hareketler içine girmekten uzak tutulması olmuştur.
Ancak oligarşinin kitle pasifikasyonu, salt askeri yönetim dönemlerine özgü olmayıp, her dönemde geçerli olan bir uygulama durumundadır. 12 Eylül öncesinde MHP'li faşist milisler aracılığıyla sürdürülen saldırılar ve CHP iktidarı, oligarşinin kitle pasifikasyonu için kullandığı araçlardan sadece ikisidir.
Yine ülkemizin yakın tarihinde 1 Mayıs katliamı olarak bilinen olaylar, oligarşinin devlet gücü ile gerçekleştirdiği önemli bir pasifikasyon hareketi durumundadır.
Bu boyutları ile oligarşinin kitle pasifikasyonuna yönelik her uygulamasının, oligarşinin kendi iktidarını korumak ve güçlendirmek amacıyla yürüttüğü uygulama olduğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. Bir başka deyişle, oligarşinin kitle pasifikasyonu, oligarşik yönetime karşı sınıf ve tabakalara yönelik sınıf mücadelesinden başka birşey değildir. İşte oligarşinin pasifize etmek için tüm olanaklarını seferber ettiği bu sınıf ve tabakalar halkı oluşturmaktadırlar. Bu nedenden dolayı, oligarşiye karşı olan tüm sınıf ve tabakalar, halk kavramı ile tanımlanmakta ve yürüttükleri mücadele halkın oligarşiye karşı mücadelesi olarak ifade edilmektedir. Yakından bakıldığında görülecektir ki, halk kavramı, (kendimizi bugünkü toplumsal ilişkilerle sınırlandırırsak), oligarşiye karşı olan ve oligarşik yönetimden zarar gören tüm sınıf ve tabakaları kapsar. Bu yönüyle, halk kavramı, bir çok sınıf ve tabakayı içeren heterojen bir bileşimi ifade eder. Bu nedenle de, halkı oluşturan sınıf ve tabakaların, kendi sınıfsal istem ve amaçları birbirinden farklı olmakla birlikte, oligarşiye karşı olmakta birleşmektedirler. İşte oligarşiye karşı olan, ancak kendi sınıfsal istem ve amaçları farklı olan kesimlerin bütünselliğini halk olarak tanımlıyoruz.
"Halk siyasi bir kavramdır. İçinde bulunulan devrimci aşamaya göre bir araya gelen, çıkarları mevcut hakim sınıflara karşı olan sınıfların kompozisyonudur." [1*]
Marksist-Leninistler, halk kavramının bu içeriğini ortaya koymakla, aynı zamanda tarihin, sınıf mücadelelerinin tarihi olduğu gerçeğini gözden kaçırmak isteyen değişik ideolojik yaklaşımlara karşı olduklarını da ortaya koymuş olurlar. Kim ki, halk kavramının de ğişik sınıflardan oluştuğunu unutursa, o kişi Marksist-Leninist olamaz.
Halk kavramının içinde bulunulan devrimci aşamaya göre değişen değişik sınıfları tanımlaması, kaçınılmaz olarak sınıf kavramını birincil dereceden önemli hale getirir. Eğer mevcut toplumsal ilişkiler içersindeki sınıfların kimler olduğu ve sınıf özelliklerinin ne olduğu bilinmiyorsa, halk kavramı, her koşulda popülist politikaların basit bir söylemi olmaktan öteye geçmeyecektir.
Kendi iç dinamiği ile gelişmiş kapitalist bir toplumda, burjuvazi ile proletarya iki temel toplumsal sınıf olarak karşımıza çıkar. Böyle bir toplumda halk kavramı kaçınılmaz olarak proletaryayı ifade ettiği için, ayrı bir kavram olarak kullanılmaz ve proletarya sözcüğü burjuvaziye karşı olan sınıfı ifade eder. Ancak bu demek değildir ki, böyle bir kapitalist toplumda başka sınıf ve tabakalar mevcut değildir. Şüphesiz gelişmiş kapitalist bir toplumda da burjuvazi ile proletarya dışında değişik sınıf ve tabakalar mevcuttur. Bunlar süreç içersinde eriyen, dağılan sınıf ve tabakalar olarak vardırlar. Küçük imalatçılar, dükkancılar, zanaatçılar, köylüler kapitalist toplumda varlıklarını sürdürürler. Bunların kapitalist toplumdaki varlıkları, kapitalizmin mülksüzleştirme sürecinin gelişimine bağlı olarak belirlenir. Emperyalist dönemde kapitalist mülksüzleştirme süreci son aşamasına kadar gelmiş olmakla birlikte, burjuvazi devlet gücünü kullanarak, bu sürece müdahele edebilmiştir. Özellikle Ekim Devrimi'nden sonra emperyalist ülkelerde işçi aristokrasisinin yaratılması, küçük üreticilerin desteklenmesi proletaryanın mücadelesine karşı daha geniş bir taban oluşturmak amacıyla burjuvazinin istemsel olarak ortaya çıkardığı politikaların ürünüdür. Bu duruma bakarak, kapitalist bir toplumda burjuvazi ile proletarya dışındaki sınıf ve tabakaların varlık koşulları üzerine bir dizi teori yapılmıştır. Özellikle kendilerini "marksist" olarak sunan pekçok araştırmacı, küçük üreticiliğin "eklemlenmesi" teorisi ile, kapitalist sistemdeki bu gelişmeyi özel bir uygulama olarak değil, doğal bir olgu olarak sunmuşlardır. Bu sunuşun teorik yanılgısı bir yana bırakılacak olursa, temelinde Marksist-Leninist sınıf ve toplum tahlillerinin "yanlışlığı" yargısını oluşturmak yattığını kesin olarak söylemek olanaklıdır.
Günümüzde ortaya çıkan hemen her teorik değerlendirme ya da politik söylemde karşımıza çıkan gerçek de bu son noktada buluşmaktadır: Marksist-Leninist sınıf ve toplum tahlillerinin "yanlışlığı" ya da "eksikliği"!
Böylesine yaygın bir ideolojik saptırmanın ve saldırının hedefi, elbetteki proletaryanın ideolojisi olmaktadır. Ülkemizde 1980 sonrasında ortaya çıkan pekçok ekonomik, sosyal ve siyasal "teori"lerin yaygınlaştırılmasında, hemen her zaman oligarşinin özel bir katkısı olmasının nedeni de aynıdır.
Şöyle bir geçen onbeş yıla bakılacak olursa, ilk karşımıza çıkan "sivil toplumculuk" teorileri olacaktır. Hemen arkasından "ihracata yönelik sanayileşme" teorileri ortaya atılmıştır. Aynı süreçte, Gorbaçov'un "glastnost ve perestroyka"sı gündeme getirilmiştir.
Tüm bu teorilerin ortak noktası, sol bir söylem kullanmaları ve Marksizm-Leninizmin "eksik" ya da "yetersiz" olduğunu iddia etmeleridir. Ortaya atılan her yeni teori, yazılan her yeni yazı, Marksizm-Leninizmin "yeni gelişmeler" karşısında ne kadar "yetersiz" kaldığını göstermek ve okuyucuları buna inandırmaktan öte hiçbirşey getirmemiştir. Bu yöndeki en önemli saldırı, Marksizm-Leninizmin emperyalizm tahlili üzerine olmuştur.
Bilindiği gibi, Marksist-Leninistler, emperyalizmin tekelci kapitalizm olduğunu ve bu boyutu ile sosyalizmin arifesi olduğunu belirlemişlerdir. Bu belirleme, kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçlerle çatışma içinde olduğu, üretici güçlerin gelişimini engellediği belirlemesiyle birlikte ortaya konulmuştur. 1980 ekonomik buhranı sonrasında emperyalist ülkelerde yeni teknolojilerin üretime uygulanmasıyla birlikte başlayan ideolojik saldırılar, hemen her durumda Marksizm-Leninizmin bu belirlemesinin "artık geçersiz olduğunu" ilan etmeyi amaçlamıştır. Kapitalizmin kendisini yenilediği, üretici güçleri geliştirdiği türünden bir dizi düşünce hemen hergün kitlelerin önüne sürülmüştür.
Burjuvazinin ideolojik saldırısının ikinci konusu ise, doğrudan Sovyetler Birliği'nin içinde bulunduğu durum olmuştur.
İşte "sivil toplumculuk" söyleminden, neo-liberalizm söylemine kadar tüm söylemler, proletarya ideolojisine karşı yürütülen saldırıların birer parçası durumunda olmuşlardır. Böyle bir ortamda, bireyler, o güne kadar "inandıkları" düşüncelere "inançlarını" "sorgulamaya" başlamışlar ve giderek "inanmaz" olmuşlardır. 1980 sonrasında dünya çapında ortaya çıkan bu gelişmeler, ülkemiz somutunda, bireylerin "inançlarını" sarsacak her yayının piyasaya sürülmesiyle birlikte görülmüştür. Yalçın Küçük'ün kitaplarının birbiri ardına yayınlanması, "tabuları yıkıyoruz" söylemiyle birlikte olmuştur. "Kimlik arayışı"yla birlikte gelişen bu süreç, Kürt ulusal hareketinin gelişimiyle birlikte her türlü sınıf perspektifinin reddedilmesiyle birlikte gelişmiştir.
Sözün özü, 1980 sonrasındaki kitle pasifikasyonu, aynı zamanda oligarşinin ideolojisizleştirme faaliyetleriyle birlikte sürdürülmüştür. Günlük yaşamda pragmatizmin egemen kılınması, politik ilişkiler alanında da pragmatizmin egemen olmasını getirmiştir. En basit anlatımla, artık tek bir düşünce vardır: Kedinin görevi fare tutmaktır; fare tuttuktan sonra renginin hiçbir önemi yoktur.
Oligarişinin ideolojisizleştirme faaliyetlerinin günümüzdeki yansısını hemen her sol yayında görmek olanaklıdır. Artık hiçbir faaliyet, kendisini belli bir Marksist-Leninist belirlemeyle ölçmek durumunda değildir. Devrimcilik adına yapılan herşey, eğer işe yaramışsa (ki bu işe yarama, salt örgütsel olabilir) doğrudur şeklinde kavranmaktadır. Kendisini DHKP-C olarak örgütleyen DS'nin belirlemelerinde açıkca ifade edildiği gibi, "şuna ters düşermiyiz ya da şuna benzermiyiz" türünden düşünce ya da değerlendirmeler bir yana bırakılmıştır.
Pragmatizmin böylesine yaygınlaşması ve yüceltilmesi, aynı zamanda proletarya ideolojisinin o oranda gerilemesi anlamına geldiğini oligarşi çok iyi bilmektedir. Ama bilmeyenler, kendilerine "Marksist-Leninist" olarak tanımlayanlar olmaktadır.
Bu alanda ortaya çıkan son gelişmeler, hemen her gün sol ilişkilerde ve yayınlarda görülmektedir. Örneğin, birlik konusunda yıllar boyu "ilkeli birlik" sözünü dilinden düşürmeyenler, birlikten kendilerine göre "komünistlerin birliği"ni anlayanlar, birden bire "birlik"ler oluşturabilmekte ya da dağıtabilmektedir. İşte MLKP örneği. Daha bundan birkaç yıl önce PKK ile birlik kuran MLKP, birkaç ay sonra bu birlik dağıtıldığında tek bir söz söylemediği gibi, bir değerlendirme de yapmamıştır. Ama aynı MLKP, büyük iddialarla "komünistlerin birliğini" kurduklarını ilan edebilmiştir. Aynı şekilde, gayrı meşru ilişkiler kullanarak devrimci ahlâkla bağdaşmayan yollarla para temin edenler TKP-ML saflarında ortaya çıkmış olmasına rağmen, sonuç olarak hiçbirşey olmamıştır. Bu iki örnek bile, soldaki pragmatizmin boyutlarını göstermeye yeteceği kanısındayız. Önemli olan ilkeler değildir artık. Murat Belge'nin yıllar önceki sözleriyle, "soyut bir gelecek için, somut bugünden vazgeçmek" pek fazla işe yaramamaktadır.
Bir dönemlerin "sosyal-emperyalizm" teorisi savunucusu kesimlerine, yani kendilerini "Mao Zedung düşüncesinin" savunucusu olarak tanımlayan kesimlere bakıldığında görülen teorik belirsizlikler ne kadar açıksa, bir dönemlerin modern revizyonist kesimlerinin belirsizlikleri de o kadar açıktır.
Tüm bu olgular ve gelişmeler, ülkemiz solunda sınıf perspektifinin ve proletarya ideolojisinin ne denli geriletilmiş olduğunu göstermektedir. Öyle ki, bugün ülkemiz solunda belli bir stratejik çizgiye bağlı olmak, belli ilkeleri savunmak ve kitlelerin belli bir bilince sahip olmaları için mücadele etmek hor görülmekte, küçüksenmektedir. Deng Zio Ping'in dediği gibi, artık önemli olan "fare tutmaktır". Bunun ülkemiz solundaki karşılığı "kitleleri yürütmek" olmaktadır. Kitleleri nasıl yürütürseniz yürütün bunun önemi yoktur; önemli olan onların yürümüş olmasıdır. İşte geldiğimiz son aşama budur.
Bu ideolojisizleşmenin kavramsal sonuçları uzun dönemde kalıcı olacağıda kesin gibidir. Son onbeş yılda günlük konuşma dilinde meydana gelen bozulmaya benzer bir bozulma, bu ideolojisizleşme süreciyle birlikte solda da ortaya çıkmıştır. Lümpen-arabesk kültür ürünleri olan günlük dildeki bozulmanın soldaki yansısı pragmatizmin dili olarak ortaya çıkmaktadır. Buna verilebilecek örneklerden birisi sınıf kavramlarının bozulmasıdır.
Bilindiği gibi, emperyalist ülkelerdeki gelişmeler, proletaryanın sayısında belli bir düşüş ortaya çıkarmıştır. Eski dönemin istatistik veri tabanlarına göre açıklanan bu düşüş, sanayi proletaryasının yeni teknoloji uygulamalarıyla birlikte sürekli olarak azaldığı şeklindedir. Sanayi proletaryasının sayısal olarak azalmasının yanında, hizmetler sektörü denilen metaların dolaşım alanına ilişkin işlerde çalışanların sayısında bir artışın ortaya çıkması yeni bir kavram kullanılmasını "gerektirmiş"tir. Kimilerinin "beyaz yakalı işçi" olarak tanımladığı, kimilerinin "emekçiler" olarak belirsizleştirdiği bu yeni kavramlar, kaçınılmaz bir biçimde proletarya kavramının içeriğinin boşaltılmasını getirmiştir. Ülkemizde "kamu emekçileri" söylemi ile yaygınlaşan bu belirsizlik, pratikte işçilerin sayısının "artışı" olarak kullanılmaktadır. Bunlara yeni eklenen "kent yoksulları" söylemini de ekleyecek olursak, burjuva ideologlarının 1980 sonrasında Marksizm-Leninizme karşı kullandıkları proletaryanın sayısının azalması "istatistikleri" nin etkisi yıkılmış olmaktadır!
Ancak bu olayın bir yönüdür. Diğer yönü, kendisine "Marksist-Leninist" diyen örgütlenmelerin örgütlediklerini söyledikleri kitlenin "işçi" kitlesi olduğunu göstermenin bir aracı olmasıdır. Eğer işçi sınıfı kavramı, yani proletarya kavramı, ne denli genişletilirse ve belirsizleştirilirse, sol örgütlenmelerin kitlesi de o denli "işçi" kitlesi olacaktır. Böylece küçük-burjuvaların örgütlenmesi daha haklı ve meşru gösterilebilecektir. Hemen hemen tüm devrimci faaliyetin, sonal olarak kent küçük-burjuvazisinin örgütlenmesi haline dönüştürülmüş olması da böylece meşrulaşmış olmaktadır. Örneğin devlet memurları "kamu emekçileri" olarak tanımlanırsa, proleterler de sonal olarak "emekçi" olduklarından devlet memurları da "proleter" olmak durumundadır. Böylece ne kadar çok memur örgütlerseniz, o kadar çok "proleter" örgütlemiş olursunuz. Ve bu durum, her toplumsal tabaka için genişletilerek sürüp gider.
Yıllar önce aynı tür söylem üzerine Lenin'in değerlendirmesi ise şöyledir:
"Narodnik gazetelerde ve dergilerde sık sık işçilerin ve 'emekçi' köylülerin aynı sınıftan oldukları iddiası ile karşılaşırız.
Bu görüşün tamamen yanlış oluşu, modern devletlerin hepsinde az ya da çok gelişmiş kapitalist üretimin egemen olduğunu, yani sermayenin pazara egemenliğini ve sermayenin emekçi yığınlarını ücretli işçiler haline dönüştürmesini anlayan herkes için açıktır. Sözde emekçi' olan köylü, gerçekte, her zaman için ya kendisi bir işçi olarak ücretle çalışan ya da ücretli işçi çalıştıran, bir küçük mülk sahibi, ya da bir küçük-burjuvadır. Bir küçük mülk sahibi olduğundan, 'emekçi' köylü, siyaset alanında da, patronlar ile işçiler, burjuvazi ile proletarya arasında bocalar." [2*]
Görüldügü gibi, bu tür söylemler, sınıf ilişkilerini bozar ve bu ilişkileri belirsizleştirir. Ancak yine görüleceği gibi, bu türden söylemler ve bozmalar sadece günümüze özgü değildir.
Sınıf ilişkilerini, belirsiz kavramlarla tanımlamak ve özellikle işçi sınıfını diğer sınıflarla birleşik ve bütünsel olarak ifade etmek, her koşulun altında proletaryanın ideolojisini bozacağı gibi, proletaryanın sınıf özelliklerinin yerine diğer sınıf ve tabakaların özelliklerinin geçmesine neden olacaktır. Bunun en yıkıcı sonucu ise, devrimci olan insanların proletaryanın sınıf özellikleri yerine, kendi içinden çıktıkları toplumsal sınıf ya da tabakaların özellikleri ile belirlenmeleridir. Bunun en açık sonucu, proleter devrimci olmak sorununun hiçbir şekilde sorun olmamasıdır. Bugün solda görülen küçük-burjuva tutum ve davranışlarının "doğal ve olağan" kabul edilmesinin nedeni de budur.
Aşağıda aktaracağımız yazı kendisini DHKP-C olarak örgütleyen DS'ye aittir.
"Yürüttüğümüz propaganda ve ajitasyon açısından, emekçi halkla bu faaliyet arasında sanki bir 'anlaşmazlık' var. Ama anlamama mı, anlatamama mı? Soru bir yerde bu.
Küçük-burjuvazi hemen 'evet, halk bizi anlamıyor' diyor bu soruya cevap olarak. Hatta görünürde biraz daha fazla çaba safretmişse daha da umutsuzlaşıp kızgınlaşarak 'bu halk adam olmaz' deyip çıkıyor işin içinden.
Küçük-burjuvazi halkın bir parçasıdır ama halkın dışındadır. Dışında ve üstünde görür kendini. Üstünde olmak ister çünkü. Bu ruh hali onu halka yabancılaştırmıştır; ideolojisiyle, değerleriyle, ahlakıyla, üslubuyla. Herşeyiyle halktan farklılaşmıştır. Ama gerçekte ekonomik farklılığın çok ötesine taşan bu farklılaşmayı görmez, görmek de istemez. Bunu sorgulamadığı için de halkın kendine, kendi çağrılarına niye uzak durduğuna kızıp durur. Sonuçta açık bir 'anlaşmazlık' vardır emekçi halkla arasında. Aynı frekanslardan konuşmamaktadırlar." [3*]
Görüldüğü gibi, bir örgütsel faaliyete ilişkin (propaganda ve ajitasyon faaliyetleri olarak) genel bir değerlendirmedir söz konusu olan. Ve yazıdan anlaşıldığı kadarıyla, DS'nin yürüttüğü propaganda ve ajitasyon çalışmalarında bazı sorunlar ortaya çıkmaktadır. Kendi yazdıklarına göre bu sorun, yürütülen propaganda ve ajitasyon çalışmalarında ortaya konulanların kitleler tarafından "anlaşılmaması"dır. Ve DS, bunun nedenlerini sorgulamaktadır: Küçük-burjuvazi.
Oysa yazıyı okuyan her kişinin hemen göreceği gibi, sözü edilen bu örgütsel faaliyet içindeki bireylerin küçük-burjuva nitelikleri ve küçük-burjuva kavrayışlarıdır DS'nin yakındığı. Ve demektedir ki kendi kadrosuna, bu türden küçük-burjuva yaklaşımla kitlelere ulaşamazsınız. Ama yine hemen görülecektir ki, DS bunları söylerken, birey ile sınıfı, kitle ile halkı birbirine karıştırmaktadır. Kendi saflarındaki küçük-burjuvalardan yakınırken ve hatta sıraladıkları özelliklerine bakacak olursak küçükburjuva aydınlarından yakınırlarken, küçük-burjuvaziye saldırmaktadırlar. Küçük-burjuva kavramı ile küçük-burjuvazi kavramı arasındaki fark tümüyle silinmiştir. Birincisinin bireyi, ikincisinin sınıfı ifade ettiğine bile dikkat edilmemektedir. Böyle olunca, bir küçük-burjuva aydınında görülebilen özellikler, yani kendisini halktan büyük görmesi türünden özellikler küçük-burjuvaziye ait bir özellik olarak tanımlanabilmektedir. Bunun sonucu ise, küçük-burjuvaziyi sınıf olarak halkın dışına çıkarmak olmaktadır.
Oysa ki, küçük-burjuvazinin sınıf özelliği, kendisini halk kabul etmesiyle başlar. Bu yönüyle küçük-burjuvazi, kendisini ifade ederken halk söylemini daha çok öne çıkarır ve sınıf kavramını dışlar. Küçük-burjuvazi kendisini halktan değil, proletaryadan ayırır. Onun küçük gördüğü işçilerdir, yani sadece kendi emekleri ile geçinen insanlardır. Bir başka deyişle, küçük-burjuvazi mülksüzleri küçük görür ve kendisini bu kesimle eş tutulmasına karşı çıkar.
Demokratik halk devrimi açısından ele alındığında, küçük-burjuvazi, işçi sınıfı ve köylülükle birlikte halkı oluştururlar. DS, bu belirlemeyi kabul ettiğinden, küçük-burjuvaziyi "halkın bir parçasıdır" diye ifade etmek zorunda kalmıştır.
İşte ülkemiz solundaki gelişmeler içersinde ortaya çıkan sınıf perspektifinin yitirilmesinin ve ideolojisizleşmenin bir örneği budur. Ve öylesine bir bozulma söz konusudur ki, sonuçta sıradan, günlük sözcükler teorik bir belirlemede bile düşünce ifade etmenin aracı olmaktadır: Aynı frekanslardan konuşmamak.
Ülkemiz solundaki bu gelişmeler, Marksizm-Leninizmin geriletilmesi karşısında sol örgütlerin ne denli duyarsız kaldıklarının da bir ifadesidir. Böyle olunca, kendi özünün yok edildiğini bile fark etmeyen bir sol örgütlenmeler topluluğu ortaya çıkmaktadır. Doğal olarak, böyle bir topluluğun ilkelere bağlı olmasını, Marksist-Leninist belirlemelere göre hareket etmesini beklemek boşuna olmaktadır. Bunların karşısına Marksist-Leninist ilkelerle ve belirlemelerle çıkmak ise pek bir işe yaramamaktadır. Pratikte çalışan her kadronun gördüğü gibi, ne zaman Marksist-Leninist belirlemelerden söz edilse ve yapılanların, söylenenlerin bunlara ters düştüğü ortaya konulsa, söylenen söz hep aynı olmaktadır: Siz pratikte neredesiniz? Kaç kişisiniz? vs. vs.
Bunların sonuçları belki kısa vadede önemli olmayabilecektir. Fakat bunların kendileri için bile ne denli açmazlar yarattığını bilmeleri de gerekmektedir. Bu ortamın sol örgütlere yarattığı en önemli sorun, söyledikleri ile yaptıklarının, teorileri ile pratiklerinin birbirine ters düşmesidir. Buna verilebilecek en basit örnek, her zaman olduğu gibi bu durumdan en çok etkilenen DS'den verilebilir.
Yukarda alıntı yaptığımız Devrimci Sol dergisini Aralık 1995'de yeniden çıkartmaya başlayan DS, buna ilişkin açıklamasında (aynı sayıda) şöyle yazmaktadır:
"Devrimci Sol dergisinin DHKP Merkez Yayın Organı olarak çıkışı, Kuruluş Kongremizin kararlarından birinin daha hayata geçirilmesidir. 'Yayın Faaliyetlerimiz Üzerine' başlığını taşıyan 9 Nolu karar Merkez Yayın Organı'na ilişkin şunu belirtiyordu:
KARAR: 9
Partili dönemde yayın faaliyetimizi daha profesyonelce ele almalı ve yetkinleştirmeliyiz. Bu anlamda:
1. 12 Eylül'den önce dört sayı, 13 Eylül darbesinden sonra ise iki sayı çıkardığımız DEVRİMCİ SOL DERGİSİ, 'DHKP MERKEZ YAYIN ORGANI DEVRİMCİ SOL' logosuyla periyodik olarak çıkacaktır...'" [4*]
"Kongre Kararı" böyle olmakla birlikte, yayınladıkları 7. sayının logosunda "Merkez Yayın Organı" sözleri yer almamaktadır. Keza yine Mart ayında çıkardıkları 8. sayıda da (ki buna özel sayı adını vermişlerdir) aynı sözler bulunmamaktadır. İşte alınan karar, işte hayata geçirilen.
İşte baştan beri ortaya koyduğumuz ideolojisizleştirilme sürecinin, pragmatizmin yükselişinin sonuçları -küçük de olsa- böyle ortaya çıkmaktadır.
Başlangıçta basit ve ajitasyona ilişkin bir söylem gibi gözüken sınıf kavramlarının içeriğinin boşaltılması ve muğlaklaştırılması, doğrudan oligarşi tarafından başlatıldığını da hiç unutmamak gerekmektedir. T. Özal'ın "orta direk" söylemi ile başlayan bu muğlaklaştırma, proletarya ideolojisine yöneltilmiş kavramsal saldırıların başlangıcı olmuştur. Bir kez kullanılan kavramlar belirsizleştirildi miydi, o kavramları kullanarak yapılan her türlü belirleme de belirsizleşecektir. Bu öylesine kesin bir gerçektir ki, yıllar önce Mahir Çayan yoldaş Althusser'den yaptığı bir aktarmayla bunun altını çizmiştir:
"... kavramların doğru ve yerinde kullanılması Marksizmde, Marksist felsefede hayati öneme haizdir. Burada sözü Louis Althusser'e bırakalım: 'Felsefe halkın teori alanındaki sınıf mücadelesini temsil eder. Neden felsefe kelimelerle dövüşür? Sınıf mücadelesinin gerçekleri kelimeler tarafından 'temsil edilen', 'fikirler' tarafından temsil edilir. Bilimsel ve felsefi akıl yürütmelerde kelimeler (kavramlar, kategoriler) bilginin 'araçlarıdır'. Fakat siyasi, ideolojik ve felsefi mücadelede kelimeler aynı zamanda silah, patlayıcı veya uyuşturucu madde ve zehirdir. Bazen sınıf mücadelesi bir kelimenin diğer bir kelimeye karşı mücadelesinde özetlenebilir. Bazı kelimeler kendi aralarında bir düşman gibi dövüş yaparlar. Başka kelimeler vardır ki, anlam karışıklığına yol açarlar, hayati fakat sonucu bağlanmamış bir muharebenin kaderi gibi. (...) En soyut, en zor ve en uzun teorik eserlerine kadar felsefe kelimelerle dövüşür: Yalan kelimelere karşı, anlam karışıklığına yol açan kelimelere karşı, doğru kelimelerden yana 'nüanslarla' dövüşür. Kelimeler üzerindeki bu savaş, siyasi mücadelenin bir parçasıdır." [5*]
Mahir Çayan yoldaşın Althusser'den yaptığı bu aktarmayla ortaya konulan gerçekler, dilin bir bilinç olmasının ifadesidir. İnsanlar her zaman belli kavramlarla düşünürler ve kavramlarla düşüncelerini ifade ederler. Doğal olarak farklı anlamlara gelen kavramlar farklı düşünceler ortaya çıkaracaktır. Burjuva ideolojisinin kavramlarını kullanarak Marksist-Leninist ideolojinin sorunlarının çözülmesi elbette beklenmemelidir. Aynı şekilde burjuva ideolojisinin kavramlarını kullanarak üretilen düşüncelerden de Marksist-Leninist bir pratik beklemek olanaksızdır.
Son dönemde ortaya çıkan "varoş" edebiyatı yukarda ortaya koyduğumuz sonuçlar vermesi açısından oldukca önemli görülmektedir. Daha düne kadar kırsal alanlarda ortaya çıkan mülksüzleşmenin ürünü olarak sanayi kentlerine yönelik göç olgusu değerlendirilirken, bugün "varoşlar"ın değerlendirilmesi gündeme getirilmiştir. Oysa birincisi ekonomik ilişkiler alanına ilişkin olup, Marksizm-Leninizm açısından üretim ilişkileri kapsamında iken; ikincisi, yani "varoşlar" olgusu sosyal ilişkiler alanına ilişkin olup, sosyolojinin konusu olmaktadır. Kentlerin dış mahalleleri anlamına gelen "varoş" sözcüğünün ülkemizde kullanılan karşılığı "gecekondu mahalleleri"dir. Kimi sosyolojik araştırmalarda bu olgular "preferi" olarak da ifade edilmektedir. "Merkez-preferi" ilişkisi olarak toplumsal yapının tahlil edilmesi, hemen hemen tüm emperyalist ülke üniversitelerindeki sosyoloji bölümlerinin temel yaklaşımı durumundadır. Bu yaklaşımlar, sonal olarak, kent-kır ya da sanayi-tarım ilişkilerini, üretim ilişkileri düzeyinden çıkartarak, yalın bir sosyal (toplumsal) ilişkiler düzeyi olarak değerlendirme anlamına gelmektedir. Şüphesiz burjuvazi için böyle bir değerlendirme, kendisinin ekonomik uygulamaları için belli bir veri tabanı oluşturmaktadır. Ancak doğrudan kitlelerin mevcut düzene karşı tepkilerinin pasifize edilmesi amacıyla gündeme alındığından, aynı zamanda kitlelerin tepkilerinin kanalize edilmesi için de kullanılmaktadır.
Bu kavramsal çarpıtmanın diğer bir yanı da, 1980 sonrasında Marksizm-Leninizme yönelik ideolojik saldırılarda yer alan kimi "sol" ideologların (ki çoğunluğu üniversitelerde öğretim üyesi durumundadır) bu "merkez-preferi" ilişkisini bilinçli olarak gündeme getirmiş olmalarıdır. Marksist-Leninist literatürde pek kullanılmayan ve terminolojisinde pek yer almayan bu "merkez-preferi (varoş)" ilişkisinin kullanılmasıyla olguların ele alınması, kaçınılmaz bir biçimde olguculuğun bir yöntem haline gelmesini ve giderek de tarihi materyalizmin gündemden çıkartılmasını getirmektedir. Olgular ele alındığından, ilk bakışta aynı somutluktan söz ediliyormuş gibi bir izlenim uyanabilmektedir. Böylece kavramlar farklı olsa da, aynı somut durumların aynı biçimde tahlil edildiği şeklinde bir kavrayışın ortaya çıkmasına neden olmaktadır. 1980 yıllarında "ihracata yönelik sanayileşme" üzerine yapılan her türlü burjuva değerlendirmelerinin ülkemiz solunda itibar görmesinin nedeni de bu durum olmuştur.
Bugün Gazi olaylarından beri gelişen toplumsal olaylar ve kitle hareketleri, sözcülüğünü "medya"nın yaptığı bir sosyolojik olay olarak ele alınmakta ve sunulmaktadır. "Varoşlar" edebiyatının "medya"dan devşirilmiş olması da bu gerçeği göstermektedir. Bu sosyolojik değerlendirmelere yakından bakıldığında görülecektir ki, hemen tümü, kırsal alanlardan kentlere göç etmiş nüfusun karşı karşıya olduğu sorunlar "sosyal" sorunlar olarak ele alınmaktadır. Oysa ki, sorunlar, sosyal olmaktan çok, ülkenin ekonomik yapısına ve siyasal ilişkilerine bağlı sorunlardır. Böylece ekonomik ve siyasal ilişkilerin sorunlar üzerindeki yeri ikincil kılınmakta ve herşey sosyal (toplumsal) sorun olarak değerlendirilmektedir. İşte 1 Mayıs 1996 olayları sonrasında sürekli olarak işlenen "varoşlardaki gençlerin kin ve öfkesi" söylemi, böylesine bir sosyolojik kavrayışın ürünüdür. Olaylar üzerine yapılan tüm değerlendirmelerde, kırsal alanlardan kentlere gelen nüfusun ne denli olumsuz koşullarda yaşadığının, yani gecekonduların ne denli kötü yaşam koşullarını içerdiğinin sürekli işlenmesi doğal olmaktadır. Denilmektedir ki, lağım sularının aktığı pis gecekondu semtlerinde oturan gençler için, elbette "çiçekler" bir başka yaşamı temsil etmektedir. Doğal olarak çiçeklerin ezilmesi, parçalanması bu koşullarda yaşayan gençler için "kin ve öfkelerinin" dışa vurumu olacaktır. Aynı şekilde, işsiz bir nüfusun insanları vitrinde gördükleri şu ya da bu giyeceği alacak durumda olmadıklarından, olaylar sırasında "yağmacılık" yapmaları kaçınılmazdır.
Bu ve benzeri değerlendirmeleri sıralamak olanaklıdır. Ancak hepsinde görülecek ortak nokta, sorunun salt bir sosyal olay olarak ele alınmasıdır. Yetersiz beslenme, kötü yaşam koşulları, işsizlik, eğitimsizlik vs.
Devrimci örgütlenmeler açısından bu tür değerlendirmelerin ne denli Marksist-Leninist değerlendirme olduğu pek fazla önemli olmamaktadır. Yukarda da ortaya koyduğumuz gibi, 1980 sonrasında ortaya çıkan depolitizasyon ve ideolojisizleştirme koşullarından etkilenen devrimci örgütlenmeler de gelişmelerin tarihsel bir irdelemesini yapmak yerine, günlük faaliyet yürütmeyi ve olayların kendiliğinden gelişimini izlemeyi temel bir politika olarak seçmişlerdir. Zaten pragmatizmin bu kadar gözde olmasının nedeni de bu irdelemelere dayalı politikalar belirlemek yerine, olayların kendiliğinden gelişimine göre politika yapma eğiliminden kaynaklanmaktadır.
Burjuva ideologlarının (sosyologlar olarak) toplumsal olayları ele alışlarının soldaki bu yansısı, kaçınılmaz olarak 1980 öncesinin gecekondularına ilişkin gelişmelerden dersler çıkartılmasını da engellemektedir. Örneğin 1980 öncesinin Ümraniye'si, "1 Mayıs Mahallesi" olarak, birkaç yıl devrimci örgütlerin faaliyetlerinin temel alanı olmuştur. Ama 1980 sonrasında uygulanan ekonomik-politikalar sonucunda, özellikle "tapu tahsis belgeleri" uygulamalarıyla birlikte, aynı mahalle gecekondu mahallesi olmaktan çıkartılmış ve kent mahallesi haline dönüşmüştür. Taha Akyol'un ifadesiyle söylersek, ülkemizde devrimcilik adına "modernizm"in savunulmuş olması, ister istemez böyle bir dönüşümün ortaya çıkmasını getirmiştir.
Ülkemizin ekonomik, sosyal ve siyasal koşullarının tahlilini bir yana bırakan bir sol örgütlenmeler topluluğunun, PKK'nin pragmatik politikalarının "işe yarar" olmasından da etkilenerek artan oranda pragmatik politikalara yönelmesinin en önemli sonucu kitlelerin kendi yaşam koşullarını "iyileştirme"den öte bir faaliyet içersine girmekten kaçınacakları olacaktır. Bu da, mevcut düzen içinde belli bir reformist yönelimin bu kitle arasında önemli bir yansı bulacağı ve giderek de bu reformist politikaların peşine takılacağıdır. Boyner'in YDH'nin kuruluş amacıda böyle bir politikayla kitleleri peşine takmak olmuştur. Ancak elinde siyasal iktidara ilişkin hiçbir olanak olmayan YDH, bu olanağa sahip olamayacağının görüldüğü yerde bitmiştir. ÖD Partisi' nin oynamak istediği rol de benzer bir roldür. Memur eylemleri içersinde ÖD Partisi'nin daha etkin olmasının nedeni de burada yatmaktadır.
İşte bu noktada politik belirlemeler gündeme gelmektedir.
"Emperyalizmin işgali altında olan ülkelerde emperyalizm ve oligarşiye karşı mücadele nasıl yürütülecektir? Oligarşi ile halkın memnuniyetsizlik ve tepkileri arasında kurulmuş olan suni denge hangi mücadele biçimi temel alınarak bozulacaktır? Halkı devrim saflarına çekmek için hangi mücadele metodunu temel olarak seçeceğiz? Geniş bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının temel aracı hangi mücadele biçimi olacaktır?
İşte devrimci çizgi ile oportünist çizgiyi, devrimci teoriyi, 'ortodoks' ideolojik-politik sözebeliğinden ayırd eden temel ölçü buradadır.
Devrimci mücadeleyi yaşadığımız dönemde, evrim ve devrim aşamaları diye kesin çizgilerle ayıran, uluslararası revizyonizmin, pasifizmin bu soruya cevabı şudur: (Aralarındaki ayrılıklar ne olursa olsun, şehirleri temel alanlardan, kırları temel alana kadar)
'Kitlelerin içine girerek, kitlelerin acil gereksinmeleri etrafında, kitleleri örgütleyip, eyleme sokma ve kitlelere siyasi bilinç götürüp örgütleme, yani emekçi kitlelerin ekonomik ve demokratik hak ve istemleri etrafında kitleleri örgütleyip, siyasi hedefe yönlendirme.'
Demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılmadığı -rafa kaldırıldığı- daha doğru bir deyişle oligarşi tarafından kullanılmasına 'izin' verilmediği, ordusu, polisi ve diğer güçleri ile emekçi kitlelere tam bir tenkil politikasının izlendiği bütün geri-bıraktırılmış ülkelerde, bu tip klâsik 'kitle çalışması' ile ekonomik ve demokratik mücadeleyi, politik mücadeleye dönüştürmek isteyen örgütler, düşmanın askeri üstünlüğü ve baskısı karşısında, güçsüzlüğe düşecekler, giderek de iyice sağa kayacaklardır.
Bu yol, 'oligarşik diktatörlük ile halktan gelen baskı arasında kurulmuş olan suni dengeyi bozacak yerde onu devam ettirecektir'. (Che)" [6*]
Daha henüz sınıfların neler olduğunu, hangi sınıfın ne özellikler taşıdığını bile tanımlamamış, sınıf ilişkilerini karmakarışık etmiş bir sol hareketin kendiliğindencilikle ulaşabileceği hiçbir yer yoktur. Ülkemiz solunda, artık sınıf tahlilleri, mevcut durum tahlilleri, milli kriz değerlendirmeleri hemen hemen hiç yapılmaması politikaların kendiliğindenciliğinin açık ifadeleri durumundadır. Son dönemlerde kendisini DHKP-C olarak tanımlayan DS ile MLKP'nin kurdukları ittifak bu gelişmelerin nerelere kadar uzanabileceğini göstermektedir. Bugün ülkemiz solunun tarihini az çok bilen herkes, bu iki yapının çok farklı kavrayışlara ve yaklaşımlara sahip olduklarını bilecektir. Biraraya gelmeleri neredeyse olanaksız olarak düşünülecek bu iki yapının ittifak kurması, 1980 öncesinde DY'nin TDKP ile ittifak kurmasıyla bir ve aynı niteliklere sahiptir. Bu ortak yanda, politikada pragmatizm ve kendiliğindenciliktir.
Herkesin kesinkes bilmesi gereken temel gerçek, sınıf perspektifini yitirmiş bir sol hareketin, düzen sınırları içindeki "radikal popülist" politik hareketlerden hiçbir farkının olamayacağıdır. Marksist-Leninist teorinin önemsenmemesi, Marksist-Leninist perspektifin terk edilmesi nasıl ki PKK'yi sıradan bir milliyetçi hareket haline dönüştürmüşse, bu yolu izleyen ve izlemek isteyen örgütlenmeleri de sıradan bir politik harekete döşüştüreceği kesindir. Söylemde kullanılan keskinlikler, yapılan kimi radikal silahlı eylemler bu sonucu değiştirmeyecektir. Olsa olsa süreyi uzatabilir. Ama hepsi bu kadar.
Dipnotlar
1* Mahir Çayan: Kesintisiz Devrim-I
2* Lenin: İşçi Sınıfı ve Köylülük, s: 280
3* Devrimci Sol, Sayı: 7, Aralık 1995 ya da Legal Kurtuluş, Sayı: 43, 4 Mayıs 1996
4* Devrimci Sol, Sayı: 7, Aralık 1995
5* Mahir Çayan: Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori, ASD, Sayı: 15, Ocak 1970
6* Mahir Çayan: Kesintisiz Devrim II-III