Neo-Liberalizm ve Globalleşme
Movimiento Revolucionario Túpac Amaru
(Túpac Amaru Devrimci Hareketi) (MRTA)
(Bu yazı,1996 yılında
Movimiento Revolucionario Tupac Amaru (MRTA) -Tupac Amaru Devrimci Hareketi- tarafından yayınlanmıştır.)
Aşırı Yoksulluk
Latin-Amerika'da, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu'nca istenen özelleştirme akımı, işsizler ordusuna katılmak için binlerce işçinin sokağa atılmasıyla, bir işsizleştirme reçetesi halini almıştır. Kıtamızın çözülemez çelişkileri kristalize olmuştur. Biz inanıyoruz ki, globalleşme çağında Güney Amerika, ulusötesi emperyalist zincirin zayıf halkasıdır.
Emperyalist burjuva ve aydınları tarafından yayılan politik ve ekonomik düşünceler, toplumumuzun bir kesimini yoketmekten başka bir amaç taşımamaktadır. Biz, bu düşünceleri, bilimsel bir tarzla analiz etmeye çalışacağız. Bu görevi yerine getirmesi gereken "ilerici ve devrimci" aydınlar bir süredir "kendi kendine sansür" dönemine girmiş görünüyorlar. Bizler, halkın yüreğinde yer etmiş olan bir politik örgüt olarak, bu düşünceleri mümkün olduğunca sade bir dille, ama bunların bilimsel boyutunu bozmadan açıklamaya çalışacağız. Bu yöntem ve pratik eylemlerimiz, Fujimorizm'in zafer çığlıklarına hala inanan kimi aydınların, bir yandan diktatörlüğe mazeretler sıralarken, diğer yandan da ellerine geçen her fırsatta bizim yokedildiğimizi ilan etmelerine rağmen, halkın duygu ve düşüncelerinde kalıcı olmamızı sağlıyor. "Moda terminolojiyi" kullanma gibi bir tuzağa düşmeye niyetimiz yok, fakat kavramları açık biçimde ortaya koymayı da bir görev kabul ediyoruz, çünkü, bazı eski "devrimci" veya "ilerici" çevrelerde kullanılan bu terminoloji, halkımızın kafasını karıştırmakta ve onlara sahte umutlar aşılamaktadır.
"Neo-liberal model", Meksika, Venezuela, Arjantin vb. ülkelerde olduğu gibi, kendilerinin iddia ettiği sonuçlara değil, bir dizi şiddetli protestolara yol açarak kendi gerçek yüzünü göstermiştir. Artık Peru'da, Andlar'da, ve tüm kıtamızda, aşırı sefalete itilmiş milyonlarca yoksul halka daha fazla sahte umutlar satamamaktadırlar.
"Niyet Mektubu" veya Yeni-Sömürgecilik İçin Bir Program
Onlar, Dünya Bankası tarafından geliştirilen "Niyet Mektubu"nun gölgesinde, toprağı, doğal kaynakları ve kalan sanayimizi özelleştirmek için çalışıyorlar. Bu "mektup", Latin Amerika'daki yeni-sömürgeci hükümetlerin gerçek programıdır ve kitlelerin işsizliğinin, yoksulluğunun ve aşırı sefaletinin nedenidir. Onlar, milyonlarca insanı, Somali'deki gibi açlıkla ölüme mahkum ediyorlar. Bu koşullarda Latin Amerika ve Peru halkları ve onların devrimci örgütleri, bu cani ve soykırımcı sisteme karşı bilimsel ve objektif bir alternatif planlamalıdırlar.
Peru halkı, kıtamızın sömürgeciler tarafından işgalinden beri egemen sınıflarca tasarlanan büyük ekonomik kıyımlara karşı mücadele etmişler ve ayakta kalabilmişlerdir. Egemen sınıf, 1975'ten beri neo-liberal planı uygulamaya koymaya çalışmaktadır, fakat kitlelerin örgütlü karşı çıkışıyla uzun süre engellenmiştir. Halkın tüm direnişine rağmen, 1990'da, şok kararlar uygulamaya sokulmuştur ve halen bunun şiddetli sonuçlarını yaşamaktayız.
Liberalizm ve Neo-Liberalizm
Bu "model", teorik olarak Adam Smith ve David Ricardo'nun klâsik liberal teorilerinin globalleşme çağına uyarlanmış halidir. Bununla beraber, burjuva ekonomisinin klâsikleri ile sınıfsal farklılığımızı vurguluyorsak da, bu demek değildir ki, biz, onların genel ekonomi teorisine, emek-değer teorisine yaptıkları katkıları yadsıyoruz. Emek-değer teorisi, esas olarak, kapitalist ekonomi teorisinin adaletsizliğine bir temel görevi gören sınıf unsurlarının gerçek niteliğini sergilemiş ve dünyada yaratılan tüm zenginliklerin, onları yaratanlarca sahiplenilemediğini göstermiştir. Adalet ya da adaletsizlik gibi öznel soruları bir yana bırakırsak, bu sistem, zenginlikleri yaratma kapasitesiyle ve üretim sürecindeki kendi toplumsal örgütlenme biçimiyle kapitalizme tek alternatif olma özelliğine sahip tek devrimci sınıf olan proletaryayı yaratır. Kapitalizmin bunalımları, kapitalizm öncesi ekonomilerdeki gibi metaların kıtlığından değil, aşırı üretiminden doğar. Bu açıdan, "neo-liberal" olarak adlandırılan görüş, Marksizmden değil, Smith ve Ricardo'dan kaynaklanır. Bu görüşün burjuva yandaşları, "değer teorisi" üzerine ne tartışmak isterler, ne de tartışma yeteneğine sahiptirler. Buna rağmen, onlar, ürünlerin ve zenginliklerin üretimini azaltmaya; sermaye ve pazarın mutlak gücünü artırmaya girişirler. Onlar, sermayenin, işçiler tarafından yaratılmış ve biriktirilmiş değerlerin özel ellerde merkezileşmesinin ve toplanmasının bir ürünü olduğunu belki de bilmek istememektedirler. Bu noktada liberalizm ile neo-liberalizm birbirlerinden ayrılır. Aynı şekilde, liberaller tarafından savunulan "serbest ticaret"in çokuluslu tekellerin (emperyalistler) ya da globalcilerin tekelci ticaretiyle hiçbir ilgisi yoktur. 1987'de Jonathan Elliot, "dünya pazarı düzeyinde, ticaretin %40'ı serbest pazarlarda değil, iç ticaret (aynı şirketlerin karşılıklı ticaretinde) gerçekleştiğini" söylemektedir. 1994'de Jules Kagian, "Middle East International"da, ABD'nin deniz aşırı gelirlerinin (dolar olarak) %80'inin ihracattan değil, şirketlerin şubelerine (filyallerine) yapılan satışlardan elde edildiğini yazmaktadır.
Globalleşme: Emperyalizmin Yeni Maskesi
Pazarın kutsallığı, uluslararası düzeyde, ulusal sermayenin gelişimini kendisi için fiziksel bir engel olarak görür ve onu yıkıp atmaktan başka birşey yapmaz. Bu olgu, Lenin tarafından bu yüzyılın başlarında "emperyalizm" olarak tanımlanmıştır. Bu şekilde ekonominin globalleştirilmesi, çokuluslu dünya toplumu tarafından yaratılmış değerlerin merkezileştirilmesidir. Buna, üretken sermaye, mali sermaye ve bankacılık sermayesinin birleşip kaynaşması denir.
Çokuluslu şirketlerin sayısı, 1970'de 7.000 iken, 1992'de 37.000'e çıkmıştır. Yani eski ulusal şirketler, diğer ülkelerin şirketlerine katılmışlar ve bu şirketlerin en büyüklerine bağımlı hale gelmişlerdir. Çokuluslu şirketlerin ekonomik gücü, pekçok ulusal devletin gücünden çok daha büyüktür. Örneğin, onların toplam satışları 5.5 milyar dolara yükselmiştir. Bu satışların %90'ı (kuzey) emperyalist ülkeler tarafından gerçekleştirilirken, sadece %10'u (güneyin) üretici ülkelerince gerçekleştirilmiştir. Çokuluslu şirketlerin ekonomik gücü, onlara, ulusal devletler üzerinde sınırsız bir politik güç sağlamıştır.
Tarihten Küçük Bir Kesit
Üretimin gelişimi, emek ile sermaye arasındaki, üretimin toplumsal mülkiyeti ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki antagonist çelişkiyi keskinleştirmiştir. Ve bu, çeşitli bunalımlara ve iki dünya savaşına neden olmuştur. Bu savaşlar, galiplerin dünya pazarlarını yeniden paylaşmalarına ve böylece kendi bunalımlarını bertaraf edebilmelerine olanak sağlamıştır.
İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda çokuluslulaşma yoluyla sermeyenin temerküzü, Marshall Yardımı'yla kuzey Amerikan sermayesine, Avrupa ve Japon sermayesinin kalan bölümünü yutmak için olanak sağlamıştır. Çokuluslu şirketler, bu ülkelerde emeğin ulaştığı gelişme düzeyinin çok daha üstünde bir seviyeye gelmişlerdir. Yine de, bu olguya rağmen, bu ülkelerdeki işçiler, sosyalist ülkelerle rekabetin etkisiyle, kendi emek-güçlerini daha elverişli koşullarda satabilmişlerdir. Bu sayede, hem emek ile sermaye arasındaki, hem de üretimin toplumsal niteliği ile ürünlerin özel mülkiyeti arasındaki antagonist çelişkiyi yumuşatmak mümkün olmuştur. Bu durumu kavramadan, Fransa gibi ülkelerde ortaya çıkan hoşnutsuzlukları ve grevleri açıklamak olanaksızdır.
Emperyalistler ya da (yeni terminolojiyi kullanırsak) globalciler, büyük miktarlarda yaptıkları yatırımlarla belki bunalımlarını bertaraf edebilmekte, ayaklanmaları zor kullanarak önleyebilmekte ve kitle iletişim araçlarını kullanarak insanların düşüncelerini kontrol altında tutabilmektedirler; fakat hergün giderek büyüyen hoşnutsuzluğu engelleyemedikleri gibi, her defasında insanları dünyadaki sorunların bu sistemden kaynaklanmadığına inandırmaları daha da zorlaşmaktadır; kuzeye yönelik göç dalgasını görerek, "azgelişmiş" ülkelere insani "yardım" adı altında milyonlarca dolar akıtmaktadırlar. Savaş öncesi dönemde derinleşen ama genişlemeyen kuzeydeki iç pazarlarını güvenceye almışlardı. Bu, tüketiciliğin gelişmesini teşvik etti. Bu süreç, kendi tarihsel görevinden uzaklaştırılan işçi sınıfının burjuvalaştırılmasıyla sonuçlandı. Bunun mantıki sonucu ise, insanların kendi temel gereksinmeleri karşılanınca toplumsal değişime hiç ilgi duymamaları oldu. Hatta bu yüksek standartlı yaşamlarının nedeninin doğal kaynakları yağmalanan halkların yokedilmesinden kaynaklandığının bilincinde olsalar bile. Emperyalist hükümetler, güney halklarının cahil ve tembel olduklarını söyleyerek, kendilerini haklı göstermeye çalışıyorlar. Buna rağmen, istatistiklerle oynayarak gizlemeye çalışsalar da, işsizliğin sürekli artışıyla yüzyüzedirler ve bu durum, nüfusun önemli bir kesimini tüketici pazarının dışına itmektedir.
Emperyalistlerin bunalımlarını bertaraf edebilmek için başvurdukları diğer bir yol da, kendi merkezlerinden uzaktaki yerlerde dine, ırkçılığa, sınır anlaşmazlıklarına dayalı bölgesel savaşları geliştirmek olmuştur. Bu durum, onlara bulunmaz bir silah pazarı sağlamaktadır.
Fakat globalleşme dünyasında, korkunç şeyler olmaktadır. Yıldan yıla kârlar düşmektedir ve bunu telafi etmenin tek yolu, ücretleri ve sosyal hakları kısmaktan geçmektedir. Bu ise güney ülkelerinden başlayarak son yıllarda kuzey ülkelerine yayılan işten çıkarma dalgasına neden olmaktadır. Bu eğilim tersine çevrilemez. Bu eğilimin toplumsal sonuçları, kuzeyde, refah devleti tarafından yumuşatıldığından, güneyden farklıdır. Kuzey'de refah devleti bozulmakta, Latin-Amerika'da olduğu gibi orta sınıflar yok olmakta ve yaşam koşullarının bozulmasıyla iç ve dış göç artmaktadır.
Bu tarihsel süreçte uluslararası proletarya ve onun örgütleri, "refah devleti" ve "reformizm"in etkisi altında kaldıkları bir dönem yaşamışlardır. Bu, uzun dönemde dünya sosyalizminin teorik ve pratik gelişimini duraklatmıştır. Bu yüzden, emek güçlerinin sömürüsündeki ve dünya kaynaklarının yağmalanmasındaki eşitsiz gelişimi ortadan kaldıracak ve üretici güçlerin muazzam gelişimine uygun düşecek bir alternatif program ortaya konulamamıştır. Örneğin, bugün üretici güçlerin son yüzyılda birkaç misli artmış olduğunu ve enformasyon teknolojisi ile sibernetikte bir devrim gerçekleştiğini, buna rağmen halk kitlelerinin kuzeyde günde 8 saat, güneyde daha fazla süreyle çalışmak durumunda kaldıklarını görmezlikten gelmek olanaksızdır. Bunun mantıksal sonucu, bir kişinin, iki ya da üç kişinin işini yapmaya zorlanmasıdır. Eğer işgünü 1/3 veya 1/2 oranında azaltılmazsa, işi yapmak hiçbir işçi için mümkün olmayacaktır. Bu yapıldığı takdirde, onların kötü kaderi değişmiş olacaktır. Latin-Amerika'da IMF ve Dünya Bankası tarafından istenilen ünlü özelleştirmeler işsizliğin temel nedenidir. Yine de Latin-Amerika'da üretici güçlerin ulaşmış olduğu gelişim düzeyi ve işsizlik tehlikesiyle karşı karşıya bulunan işçi sınıfının politizasyonu ve hareketi (Ant'lardaki eski topluluklar da dahil) kıtamızdaki çözülemez çelişkileri kristalize etmiştir.
Biz, emperyalizmin zayıf halkasıyız. Kıtamız çeşitli aşamalardan geçmiştir. Bu aşamalarda, bizler çeşitli hatalar yaptık, bunlardan dersler çıkardık ve şimdi sosyalist bir alternatif oluşturmaya çalışıyoruz. Aksi takdirde, emperyalist globalleşmenin sınırları içinde kalırsak, işsizliğe, sefalete ve yokedilmeye mahkum olacağız.
Neo-Libaralizme ve Globalleşmeye karşı mücadele!
Ya Sosyalizm ya da Ölüm
Venceremos!
Tupac Amaru Devrimci Hareketi (MRTA)1996
Ana sayfaya dönüş [Return]
KURTULUŞ CEPHESi - Mayıs-Haziran 1997 / 37. Sayı