Küçüklü-büyüklü istisnasız tüm "medya"da ANKA ajansı kaynaklı bir haber yayınlandı: "20 Aralık günü, çalışmalarını Bilim, Eğitim, Estetik, Kültür Sanat Araştırmaları Vakfı (BEKSAV) bünyesinde yürüten 'Nazım Hikmet Marksist Bilimler Akademisi' açılış kokteyli Akademi'nin Taksim Gümüşsuyu'ndaki binasında yapıldı.
Açılış kokteylinde bir konuşma yapan araştırmacı yazar Haluk Gerger, dünya kapitalizminin kriz içinde olduğunu ve yegâne alternatifin sosyalizm olduğunu söyledi. Gerger, kapitalizmin normal işlediği için krize yuvarlandığını da kaydetti. Gerger, 'Gerçekten de sosyalist yaşamak için, devrimciliği kendimizde her gün yeniden üretebilmek için böylesi bir çatı kurduk. Burada hep birlikte insanlığımızı korumak için, sosyalist olabilmek, sosyalist yaşayabilmek için bir tedrisat değil, bir ilişkiler ağı kurmayı amaçlıyoruz' dedi." Böylece "nur topu" gibi bir "Marksist Bilimler" Akademisinin dünyaya geldiğini cümle alem öğrendi.
"Deniz manzarası, birbirinden güzel yemek ve içecekleriyle size nezih bir ortam" sunan "kafe"siyle ünlü BEKSAV'ın "bünyesinde" kurulan "Akademi"nin, üstelik "Marksist" ve hatta "Bilimsel" akademinin, Haluk hoca'nın dediği gibi, "hep birlikte insanlığımızı korumak için" "nezih bir ortam" sunacağını şimdiden söylemek yanlış olmayacaktır.
Geleceğe daha umutlu bakabilmek için de, "sosyalist olabilmek" için de, "sosyalist yaşayabilmek" için de "huzurlu" bir "mekan" olacağı ilan edilen "akademi" kendisini şöyle tanımlıyor: "Anadilde ve parasız öğrenim, bilimsel demokratik tartışma ortamı, politeknik eğitim yöntemi, özerk demokratik yönetim tarzı gibi temel ilkeler, Nazım Hikmet Marksist Bilimler Akademisi'nin idari ve kurumsal kimliğinin kurucu unsurları olarak benimsenecek ve uygulanacaktır. Akademi'miz, bu açıdan da burjuva eğitim sistemine bir karşı duruş, sermaye ve devlet ilişkilerinin dışında kalan yeni tipte bir okuldur." (Nazım Hikmet Marksist Bilimler Akademisi "Kuruluş Bildirgesi")
Böylesine "nezih ortam"da, böylesine "akademik" bir havada bulunabilmek için ne yapılması gerektiğini ise "koordinatör" şöyle açıklamaktadır: "Akademi'de her gün ders verileceğini vurgulayan Alp Altınörs, kayıtlar esnasında gönüllü katkı alacaklarını söyledi. Altınörs, aylık olarak ders başına 25 TL, iki ders 40 TL ve üç dersin 60 TL olduğunu belirterek, dördüncü dersten sonrasının bedava olacağını açıkladı."
Her ne kadar solun (ve elbette BEKSAV'cıların) genel tutumu, eğitimde her türlü katkı payına karşı çıkmaksa da, bunun sadece "direnme"yle gerçekleşeceğini, "direnme"nin de örgütlü insanların eylemi olduğunu bildikleri için, şimdilik "katkı payı" almakta sakınca görmemişlerdir.[1*] Ne de olsa "yeni" kayıt olacak olan öğrenciler henüz sosyalist olmamışlardır. Olduklarında örgütlenecekler, örgütlendikleri için de "eğitimde katkı payına hayır!" diyerek direneceklerine şüphe yoktur. Ve o zamandır ki, dersler "bedava" olacaktır.
"Akademi", böylesine "nezih", böylesine "bedava" ve böylesine "neşeli" havada, 20 Aralıkta "açılış kokteyli"ni yapmış, 31 Ocak günü "açılış dersleri"ni gerçekleştirmiştir.
Haluk hoca'nın dediği gibi, "insanlığımızı korumak, sosyalist olabilmek, sosyalist yaşayabilmek" için bir şeyler yapılması elbette "şükran"la karşılanabilir, hatta "eleştiri"lecek ("bizim yaptığımız gibi"!) bir şey olarak görülmeyebilir. 1986 yılında Aziz Nesin, Yalçın Küçük, Haluk Gerger'in içlerinde bulunduğu EKİN-BİLAR'ın "halk üniversitesi" girişimi, Fikret Başkaya'nın Özgür Üniversitesi ya da SBKP'nin "Bilimler Akademisi" anımsandığında, bu "yeni-yerli" Akademi'nin de benzer bir girişim ya da benzer bir kuruluş olacağı da söylenebilir. Dahası öylesine boş boş oturup "umudu" büyütmekten söz etmek yerine "aktif" olmak, "aktif" olurken öğrenmek, öğrenirken "topluluk içinde yaşamak", "birlikte üretmek" vs.'nin daha iyi olacağı da ileri sürülebilir.
Söz konusu olan Akademi'de bazı dersleri verecek olan eğitmenlerin ve uzmanların varlığı da, bu ve benzeri değerlendirmeler yapmak için yeterli görülebilir. "Bizim yapmadığımız gibi" (!) daha henüz ders başı bile yapmamış bir girişime "saygı" göstermek gerektiği de söylenebilir.
Elbette "saygı da kusur" eylemek istemeyiz. Bir başka söylemle, yani "marksist leninist komünist" bir söylemle, söz konusu olan eğitmenlerin küçük-burjuva aydınları olduğunu da kabul etmek durumundayız. İçlerinde "kendine özgü" solcuların olduğunu, hatta bazılarının ABD büyükelçisiyle "kahvaltı" kültürüne bile sahip olduğunu da kabul etmek gerekir. Ve bütün bu "dokundurmalı" sözleri bir yana itip, bu aydınların düzen tarafından nasıl "gadre" uğradıklarını da herşeyin önüne ve üstüne koyabiliriz.
Ancak bütün bu saygı gösterme ve değer verme düşüncesi, "Akademi"nin "medyatik" özelliğini, Marksizm-Leninizmin tarihsel pratiğini, "sosyal-emperyalizm" teorisi mantığını ve Enver Hoca'cılığı ortadan kaldırmaya yetmemektedir. Çok daha önemlisi, "akademi"ye biçilen işlev ve "akademik" eğitimin devrimci mücadeleyle olan ilişkisinin çarpıtılmış olmasıdır.
Belki bu "akademi"nin, solun geleneksel "ideolojik mücadele" anlayışı içinde "kapalı kapılar" ardında ya da "ikili ilişkiler"de "parti okulu" olduğu ileri sürülebilir ve RSDİP'in Maksim Gorki'nin Capri adasındaki evinde gerçekleştirilen ve bir bölümünde Lenin'in de yer aldığı "parti okulu" örnek olarak gösterilebilir. Amaç, her durumda Marksizm-Leninizmi derinliğine ve genişliğine kavramış insanların (ya da kadroların) yaratılması olarak da tanımlanabilir.
Bu türden "zımni" ifadelere kimin ne kadar inandığını saptayabilecek durumda değiliz. Bu "akademi", ister ciddiye alınsın, ister alınmasın, her durumda "evrimci" bir çalışma tarzının, mantığının ürünü olduğu açıktır. Ama bu "evrimci" çalışma tarzının, "marksist leninist komünist" söylem içinde eklektizme ve pragmatizme dayandığı da bir gerçektir.
Şimdi bu "akademi"ye ilişkin her şeyi bir yana bırakıp, devrim, evrim, tarih ve devrimci mücadele çerçevesinde bazı gerçekleri anımsayalım.
Bilindiği gibi, Lenin'in saptadığı gibi, bir devrimin olabilmesi için "devrimci bir durum"un olması şarttır (milli kriz). Devrimin nesnel koşulları adını verdiğimiz ve insanların iradesinden bağımsız olan bu "milli kriz" mevcut ise, proletarya ve partisinin öncülüğünde iktidarı ele geçirmek için harekete geçen kitleler devrimi gerçekleştirirler, yani öznel koşullar varsa, devrim gerçekleşir.
Eğer bu nesnel durum mevcut değilse, doğal olarak, bir yandan gelecekteki savaşlar için kitlenin bilinçlendirilmesi ve örgütlendirilmesi için mücadele edilir, diğer yandan nesnel koşullar olgunlaşana kadar uzun bir mücadele çizgisi izlenir. Bu da, devrimci mücadelenin evrim aşaması ile devrim aşamasının birbirinden kesin çizgilerle ayrılması, her aşamaya özgü çalışma tarzının yürütülmesi demektir.
Genel kural olarak, kapitalizmin iç dinamikle geliştiği ülkelerde (emperyalist-kapitalist ülkeler) "milli kriz" sürekli değil, kesiklidir; onlarca yılı kapsayan bir süreç sonucunda ortaya çıkar. Bu nedenle, bu ülkelerin proletarya partileri evrim aşamasına uygun bir çalışma tarzı izlerler. Yalın ifadesiyle, devrimci durum, onlarca yıl süren bir evrimden sonra ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla da, evrim aşaması onlarca yılı kapsayan bir aşamadır ve bu aşamada milli kriz mevcut olmadığından, öznel girişimler (devrimci atılım) yenilgiyle sonuçlanır. Silahlı mücadele yöntemleri ise, böyle bir aşamada asla söz konusu olamaz.[2*] Milli kriz (devrimci durum), on yıllar sonrasında ortaya çıktığında, o güne kadar yürütülen "militanca" evrim aşaması çalışmalarıyla belli öznel koşullar oluşturulmuşsa, devrimci atılım gerçekleştirilir, devrim yapılır.
Böyle olmakla birlikte, dünya tarihi ve değişik ülkelerdeki milli krizin oluşum ve gelişimi oldukça farklı durumlar ortaya çıkarmıştır. Örneğin Avrupa'nın emperyalist-kapitalist ülkelerinde, II. Yeniden Paylaşım Savaşı'ndan günümüze kadar geçen sürede, 1968 Paris olayları bir yana bırakıldığında, hiç kimse şu ya da bu zaman diliminde devrimci bir durumun ortaya çıktığını, milli krizin oluştuğunu ileri süremez. Dolayısıyla yaklaşık 65 yıldır "evrim" aşaması sürmekte, 65 yıldır "evrimci" çalışma yapılmaktadır. Herkesin de bildiği ve bilebileceği gibi, bu 65 yıllık "evrim" çalışmasına karşın, bu ülkelerde ciddiye alınabilecek bir proletarya hareketi mevcut değildir.
İşte kapitalizmin iç dinamikle geliştiği bu ülkelerde Marksist-Leninistler arasındaki tartışmanın özü, böylesine uzun bir "hazırlık" aşaması sürecinde bir proletarya partisinin "evrilmeden" nasıl ayakta kalabileceği, "marksistler"in bu uzun süreçte nasıl varlıklarını koruyabileceklerine ilişkindir. Bu hem pratik, hem teorik bir sorun olarak, şimdilik 65 yıllık bir sorundur.
Bu soruya değişik yanıtlar verilmiştir. Bu yanıtların en çok konuşulanı, ama en az gönderme yapılanı ise, Gramsci'nin "sivil toplumda hegemonya" teorisidir.
Gramsci'ye göre, mevcut düzen, sivil toplumdaki hegemonyaya dayanarak siyasal toplumdaki egemenliğini sürdürebilmektedir. Ortaya çıkacak olan siyasal bunalımlar, konjonktürel nitelikte olur ve sivil toplumdaki hegemonya ortadan kaldırılmadığı sürece bir devrime yol açmazlar. Bu nedenle der Gramsci, marksistlerin görevi sivil toplumda hegemonya kurmaktır. Yani "koskoca" 65 yıl boyunca, "marksist" partiler öyle bir yol izlemelidirler ki, burjuvazinin sivil toplumdaki hegemonyasını yıkarak, yerine proletaryanın hegemonyasını geçirmelidirler. Bu yüzden de, Gramsci tüm çalışmalarını sivil toplum ve hegemonya konusunda yoğunlaştırmıştır.
Gramsci'ye göre, egemen sınıflar egemenliklerini "sivil toplum"daki hegemonyalarıyla sağlarlar ve bu hegemonya da o sınıfların aydınları tarafından gerçekleştirilir. Gramsci'ye göre bu hegemonya kurmayı sağlayan aydınlar: Avukatlar, noterler (özellikle kırsal kasabalarda), papazlar, ilkokul öğretmenleri, hekimler, fabrika teknisyenleri, politikacılar, devlet memurları, sanatçılar, felsefeciler, üniversite hocaları, ideologlar, gazeteciler, yargıçlar ve subaylardır. "Başa geçmek isteyen her grubun en önemli özelliklerinden biri, geleneksel aydınları 'ideolojik olarak' kendine dönüştürme ve kazanma yolunda yaptığı savaştır. Bu grup, organik aydınlarını yetiştirdiği ölçüde, bu dönüştürme ve kazanma işi çabuk ve etkili olarak gerçekleştirilebilir." Bu yüzden, Gramsci'nin uzun evrim dönemi çalışmasını yürütecek olan parti, sivil toplumda proletaryanın hegemonyasını kurmayı amaçlamalıdır. Bu yüzden de, Gramsci için partinin temel işlevi, "eğitici işlevidir, yani entelektüel işlevi"dir.
Bu Gramscici evrimci çalışma tarzı, bir yandan egemen sınıfın "geleneksel aydınlar"ını kazanmaya yönelirken, diğer yandan sınıfın "organik aydınları"nı yaratmayı amaçlar. Birinci işlev, dışa yönelik entelektüel/ideolojik mücadeleyi; ikincisi ise, içe yönelik, yani sınıfa yönelik "eğitici" işlevi kapsar.
Ve kolayca anlaşılabileceği gibi, "eğitici işlev" açıktır ki, uzun erimli bir "eğitim"le, "eğitim"i kurumlaştırmakla yerine getirilebilir. Bu, "okul"dur, partinin "eğitim okulları"dır.
İşte "akademi" denilen şey, Gramscici evrimci anlayışın yalın bir dışa vurumudur. 65 yıl gibi "koskocaman" onlarca yıl öylesine oturup "Godot"yu beklemek yerine, o gelene kadar hazırlıklar yapmak, karınca kararınca bir şeyler biriktirmek daha akla yakındır.
Elbette Gramscici "evrimci" anlayış böyle olmakla birlikte, eklektik bakış açısıyla ve oportünist bir zihniyetle, bu türden "evrimci" anlayışın bütünsel araçlarını geçici ve öznel amaçlar için de kullanmak olanaklıdır. Özellikle bizim gibi ülkelerde hiç kimse milli krizin olmadığını ya da milli krizin öylesine onlarca yıl hiç olmayacağını iddia edemeyeceği için, ister istemez "seçmeci" bir anlayışla, durumu idare etmek, geçici durağanlık zamanlarında "umudu" ayakta tutmak, varolan birikimin dağılmasını engellemek, en azından "bir şeyler yapılıyor" görüntüsü verebilmek için de, Gramscici teoriden bazı şeyler ödünç alınabilir. Tıpkı teoride yapıldığı gibi, bu türden "ödünç" alınan şeyler, iş gördükleri sürece ("kedinin rengi önemli değildir") kullanılabilir ve iş görmediklerinde kolayca bir yana itilebilir.[3*] Gramscici "evrimci" çalışma tarzı, şöyle ya da böyle 65 yıldır Avrupa'nın değişik ülkelerinde "komünist parti"ler tarafından yürütülmektedir. Gramsci'nin ülkesi İtalya'da görüldüğü gibi, aradan geçen 65 yıla rağmen, henüz "sivil toplumda hegemonya" kurulamamış, bir kaç televizyon kanalına sahip olan "popülist" Silvio Berlusconi çok kolaylıkla seçimleri kazanabilmektedir.
Bizde ise, milli kriz, tam anlamıyla olgun olmasa da, her dönemde mevcuttur. Dolayısıyla yalın bir "evrim aşaması" çalışma tarzı ya da "devrim aşaması" çalışma tarzının uygulanması, yani bu aşamaların birbirinden kesin çizgilerle ayrılması olanaksızdır. Buna rağmen, ülkemizde evrim ve devrim aşamalarını birbirinden kesin çizgilerle ayırarak, "evrim aşamasında" olunduğu varsayılarak, evrimci bir çalışma tarzı izlenmesi genel legalist çalışmanın özünü oluşturur. Bugüne kadarki dünya ve ülke pratiği bu anlayışın, nesnel gerçekliğin kavranamayışın ürünü olan çalışma tarzlarının başarısızlığını ve yanlışlığını çokça kanıtlamıştır. Ancak bu kanıtlama, doğru devrimci çalışma tarzının pratikte etkinliğiyle tamamlanamadığından, sürekli yeniden ve yeniden, farklı kılık-kıyafet içinde piyasaya sürülebilmektedir.
"Marksist Bilimler" Akademisi denilen şey, Gramscici "sivil toplumda hegemonya kurma" anlayışının ürünü olan "eğitsel" mantığın ürünüdür, yani evrimci çalışma tarzının mantıki sonucudur. Ve şimdi bir kez daha yanlışlığı defalarca kanıtlanmış olan yanlış bir çalışma tarzının yeni bir versiyonu ortaya çıkartılmıştır. Anlaşılan bugüne kadar yanlışlığının kanıtlanmış olması yetmemiştir. Şimdi "olmayana ergi" yöntemiyle, bir kez daha bu yanlışlık kanıtlanmaya çalışılmaktadır.
Her ne kadar en kötü öğrenme yöntemi olsa da, yaşayarak öğrenilecektir. Bir kez daha yanlışlığın yanlış olduğu kanıtlanarak, doğrunun tartışmasız doğruluğu ortaya konulacaktır. Ama bütün bu zaman içinde, devrimci mücadelenin geliştirilmesi için gereken insanlar olmadık şeylerle meşgul edilip, evrimci çalışmalar içinde zamanlarını tüketeceklerdir. Zaten "Marksist Bilimler" Akademisi'nin de tüm amacı, zamanı öylesine geçirmeye yöneliktir. Bu nedenle, böylesine "nezih" bir kuruluşun başka türlü olmasını beklemek de abesle iştigal olur.
Belki "şaka" gibi gelecektir, ama eğer böylesine zaman geçirilirken biraz boşluk duygusu ortaya çıkarsa, hiç kimse kaygıya kapılmamalıdır. Bir adım ötede "Arjantin tango" onları beklemektedir. Böylece "bedenin duygusal ifadesi ve hafızanın doğal buluşması" sağlanacaktır.[4*] "Ya devrim" derseniz, o da evrimcilikten sonra düşünülecektir.
[1*] Geçmiş zamanlarda ("bir zamanlar" da denilebilir) Atılım gazetesinde şöyle bir haber yayınlandı: "10 Haziran günü (2003) okul bahçesinde bir araya gelen 50 öğrenci, 'Direne direne kazanacağız'... sloganları attı...Katkı payı ve karne paralarıyla okulun ticarethaneye dönüştürüldüğünün altını çizen öğrenciler, katkı paylarını ve karne paralarını ödemeyeceklerini ilan ettiler. Alkış ve sloganlarla eylemi bitiren öğrenciler idare tarafından okula alınmayınca, öğrencilerin okul yolunu 5 dakika boyunca kapattılar. Öğrencilerin okula girdikleri sırada polisin saldırdığı, fakat gözaltı yaşanmadığı bildirildi." [2*] Bu, partinin silahlı bir birime sahip olmayacağı, olmaması anlamına gelmez. Lenin, "Bir Yoldaşa Mektup"ta şöyle yazar: "Aynı zamanda, gösterilerde ve hapisten adam kaçırma eylemlerinde vb. görevlendirilmek üzere, askeri eğitim görmüş ve özellikle güçlü ve atılgan işçilerin alındığı savaş gruplarına da ihtiyacımız var." [3*] Teoride diyoruz, örneğin "marksist leninist komünist" olmayan bir çevre, SİP-TKP'si bir kaç yıl önce "devletin çözülmesi" teorisini ortaya atmıştır. Ancak bugün "devletin çözülmesi"nden hiç söz etmemektedirler. [4*] Evet, bütün bunlar "şaka" gibidir. "Arjantin tango" BEKSAV "bünyesinde" yürütülen "atölye" çalışmalarından birisidir. Öte yandan Yapı-Kredi Kültür Sanat Merkezi'nin de "Arjantin tango"su vardır. Keza SİP-TKP'sinin "Nazım Hikmet Kültür Merkezi"nde de "dans atölyesi" salsa, çaça, rumba'yla birlikte "tango" kursları vermektedir. Tıpkı "Kültür Merkezi'ni ziyaret eden tüm Nâzım dostlarının sohbetlerine, taze çayı ve leziz mutfağıyla katılan" Piraye Kafe'si gibi. Bu kadar benzerlik de, olsa olsa Hollywood filmlerindeki gibi "sadece rastlantı"dır!