[ONYEDİNCİ BÖLÜM]
RICARDONUN BİRİKİM TEORİSİ VE ELEŞTİRİSİ.
(BUNALIMLARA YOL AÇAN NEDEN: SERMAYENİN DOĞASI)
[1. Adam Smith’in ve Ricardo’nun, Değişmeyen Sermayeyi
Dikkate Almaktaki Başarısızlıkları.
Değişmeyen Sermayenin Farklı Parçalarının Yeniden-Üretimi]
Önce Ricardo’nun, tüm yapıtına dağılmış olan tezlerini inceleyeceğiz.
“Bir ülkenin bütün ürettikleri tüketilir; ama bir başka değeri yeniden-üretenler tarafından mı yoksa yeniden-üretmeyenler tarafından mı tüketildiği, düşünülebilecek farklılıkların en büyüğünü yaratır. Gelir tasarruf edilir ve sermaye eklenir dediğimiz zaman kastettiğimiz şey, sermayeye eklendiği söylenen gelir parçasının, üretken olmayan emekçiler tarafından değil, üretken emekçiler tarafından tüketildiğidir.” (Adam Smith’in yaptığı ayrım da bunun aynıdır.) “Sermayenin tüketilmeksizin artırıldığını düşünmekten daha büyük hata olamaz. Emeğin ücreti öylesine yükselseydi ki, sermayeyi artırmak şöyle dursun, artık daha fazla emek çalıştırılamasaydı, böyle bir sermaye artışının bile üretken olmayan bir biçimde tüketildiğini söylemem gerekirdi” (agy, s. 163, dipnot).
Demek ki burada –Adam Smith’te ve diğerlerinde olduğu gibi– sorun yalnızca [ürünlerin] işçiler tarafından tüketilip tüketilmemesi [sorunudur]. Ama sorun, aynı zamanda, değişmeyen sermayeyi oluşturan metaların
sınai tüketimi sorunudur; emeğin iş araçları ya da malzemesi olarak tüketilip tüketilmedikleri
[sayfa 453] sorunudur; ya da emeğin iş araçlarına veya malzemesine dönüştürülecek bir doğrultuda tüketilip tüketilmedikleri sorunudur. Sermaye birikiminin,
geliri ücretlere dönüştürmekle özdeş olduğu, başka deyişle,
değişen sermayenin birikimiyle aynı anlama geldiği anlayışı tekyanlıdır, yani doğru değildir. Bu, birikim sorununun tümüne yanlış biçimde yaklaşmaya yol açar.
Her şeyden önce
değişmeyen sermayenin yeniden-üretiminde açık bir anlayışa varmak gerekiyor. Burada
yıllık yeniden-üretimi inceliyoruz, yılı, yeniden-üretim sürecinin zaman ölçütü olarak alıyoruz.
Değişmeyen sermayenin büyük bir bölümü –
sabit sermaye– yıllık değer yaratımı sürecine girmeksizin yıllık çalışma sürecine katılır. Tüketilmemiştir, bu nedenle yeniden-üretilmesi gerekmez. Üretim sürecine girdiği ve canlı emekle temasta kaldığı için –kullanım-değerinin yanısıra değişim-değeri olarak da– varlığı
sürdürülür. Bir ülkede bir yıl içinde bu sermaye parçası ne kadar büyükse, izleyen yılda biçimsel yeniden-üretimi (korunması) göreli olarak o kadar büyük olacaktır — aynı düzeyde olsa bile üretim sürecinin yenilenmesi, sürdürülmesi ve akışın korunması koşuluyla. Sabit sermayeyi ayakta tutmak için gereken onarım ve benzeri işler, o sermayenin başlangıçtaki maliyetinin parçası sayılır. Bunun, yukarda sözü edilen anlamdaki korumayla herhangi bir ortak yanı yoktur.
Değişmeyen sermayenin ikinci parçası, meta üretiminde yıllık olarak tüketilir ve bu nedenle o parça da yeniden-üretilmelidir. Bu parça, sabit sermayenin yıllık değer yaratma sürecine giren kısmının tamamının yanısıra değişmeyen sermayenin döner sermaye parçasını, hammaddeleri ve
ikincil malzemeyi de içerir.
Değişmeyen sermayenin bu ikinci parçasıyla ilgili olarak şu ayrımlar yapılmalıdır:
||695| Bir üretim alanında değişmeyen sermaye olarak –emek araç-gereçleri ve malzemeler olarak–
beliren şeyin geniş bir bölümü
aynı anda bir başkasının, paralel bir üretim alanının ürünüdür. Örneğin, dokumacının değişmeyen sermayesinin parçası olan iplik, eğirmenin ürünüdür ve daha bir gün önce iplik olma sürecinden geçmiş olabilir. Burada
aynı anda terimini kullandığımız zaman
aynı yıl içinde üretilmiş olmayı kastediyoruz. Aynı ürünler aynı yıl içinde farklı evrelerde çeşitli üretim alanlarının içinden geçerler. Bir alandan ürün olarak çıkarlar, bir başkasına, değişmeyen sermayeyi oluşturan metalar halinde girerler. Ve değişmeyen sermaye olarak, hepsi yıl içinde tüketilir;
sabit sermaye durumunda olduğu gibi, ister yalnızca değerleri metaya girsin, ya da döner
[sayfa 454] sermaye durumunda olduğu gibi ister kullanım-değerleri de meta-ya pirsin, hepsi yıl içinde tüketilir. Bir üretim alanında üretilen meta, –
birbirini izleyen üretim alanlarına girişine ek olarak– değişmeyen sermaye halinde tüketilmek üzere bir başka üretim alanına girerken, bu metanın çeşitli öğeleri ya da çeşitli evreleri, birbiriyle yanyana
aynı anda üretilir. Aynı yıl içinde bir meta, bir üretim alanında değişmeyen sermaye olarak sürekli tüketilirken, bir başka paralel alanda meta olarak üretilir. Böylece yıl içinde değişmeyen sermaye olarak tüketilen aynı metalar, aynı zamanda, aynı biçimde, aynı yıl içinde sürekli olarak üretilirler. Bir makine, A alanında aşınıp tükenmektedir. Aynı zamanda B alanında üretilmektedir. Yıl içinde, tüketim araçları üreten üretim alanlarında tüketilen değişmeyen sermaye
aynı zamanda başka üretim alanlarında üretilmektedir; böylece yıl
sürerken ya da
yılın sonunda, in natura yenilenir. Her ikisi birden, tüketim maddeleri kadar, değişmeyen sermayenin bu parçası da, yıl içinde istihdam edilen yeni emeğin ürünüdür.
Daha önce belirttiğim gibi,
[121] tüketim maddeleri üreten alanlardaki değişmeyen sermayeyi yenileyen ürün
değeri parçası, o değişmeyen sermaye
üreticilerinin gelirini oluşturur.
Ama değişmeyen sermayenin, geçim araçları (tüketim maddeleri) üreten üretim alanlarına tamamlayıcı bir parça olarak girmeksizin
yıllık olarak tüketilen bir parçası daha vardır. Bu nedenle, o üretim alanlarının [ürünleriyle] yenilenemez. Emek araçlarını, hammaddeleri ve ikincil malzemeleri, yani değişmeyen sermayenin, makinelerin, hammaddelerin, ikincil malzemelerin yaratılmasında ya da üretilmesinde sınai olarak tüketilen değişmeyen sermaye parçasını kastediyoruz. Daha önce gördüğümüz gibi
[122] bu parça –tohumlukta, canlı hayvanlarda ve bir ölçüye kadar kömürde olduğu gibi– ya bu üretim alanlarındaki ürünün içinden doğrudan ayrılarak ya da değişmeyen sermaye imal eden çeşitli üretim alanlarının, ürünlerinin bir parçasını karşılıklı değiştirmeleri yoluyla yenilenir. Bu durumda sermaye, sermaye ile değiştirilmiş olur.
Değişmeyen sermayenin bu parçasının varoluşu ve tüketilmesi yalnızca ürün kitlesini artırmakla kalmaz, ama yıllık ürünün
değerini de artırır.
Yıllık ürünün değerinde yer alan ve tüketilen değişmeyen sermayenin bu kesiminin
değerine eşit olan
parçası, tüketilen değişmeyen sermayeyi kendi türünde yenileyecek olan parçayı ya kendi türünde geri satın alır ya da yıllık üründen o parçayı geri çeker. Örneğin toprağa atılan tohumluğun değeri, hasat değerinin
[sayfa 455] (ve dolayısıyla tahıl miktarının) toprağa, üretime, değişmeyen sermaye olarak geri döndürülmesi gereken parçasını belirler. Bu parça, yıl içinde yeni eklenen emek olmaksızın yeniden-üretilemezdi; ama aslında bir yıl öncesinin emeği ya da geçmiş emek tarafından
üretilmiştir ve –emeğin üretkenliği aynı kaldığı sürece– yıllık ürüne eklediği değer, bu yılın emeğinin değil, bir önceki yıl emeğinin sonucudur. Bir ülkede kullanılan değişmeyen sermaye
oransal olarak ne kadar büyükse, değişmeyen sermaye üretiminde tüketilen ve kendisini yalnızca daha fazla sayıda ürünle ifade etmekle kalmayıp, bu ürün miktarının değerini de yükselten değişmeyen sermaye parçası o kadar büyük olacaktır. O nedenle bu
değer, yalnızca içinde bulunulan yıl emeğinin değil, ama aynı ölçüde önceki yıl emeğinin, geçmiş emeğin de –her ne kadar o geçmiş emek, içinde bulunulan yılın doğrudan emeği
olmaksızın, yalnızca parçası olduğu üründen daha fazla bir şey olarak yeniden ortaya çıkamazsa da– sonucudur. Eğer [değişmeyen sermayenin] bu parçası büyürse, yalnızca yıllık ürün kitlesi büyümekle kalmaz, ama yıllık emek aynı kalsa bile o ürünlerin
değeri de büyür. Bu büyüme,
sermaye birikiminin anlaşılması önemli olan bir biçimidir. Ve hiçbir şey, böyle bir anlayışa Ricardo’nun tezinden daha uzak olamaz:
“İmalattaki bir milyon insanın emeği her zaman aynı değeri üretecektir, ama her zaman aynı zenginliği üretmeyecektir” (agy, s. 320).
Bu [bir
-ç.]
milyon kişi –belli bir işgünü uzunluğunda– emeğin üretkenliğine bağlı olarak yalnızca çok farklı miktarda metalar üretmekle kalmayacaklar ama bu farklı miktarlardaki metaların değeri –daha fazla ya da daha az değişmeyen sermaye ile üretilip üretilmediklerine göre, yani
önceki yılların geçmiş emeğinden kaynaklanan daha fazla ya da daha az emeğin onlara katılmış olup olmadığına göre– birbirinden çok farklı olacaktır.
[2. Değişmeyen Sermayenin Değeri ve Ürünün Değeri]
Değişmeyen sermayenin yeniden-üretiminden söz ettiğimiz zaman, sırf sadelik adına, her şeyden önce emek üretkenliğinin ve dolayısıyla üretim yönteminin aynı kaldığını varsayacağız. Yenilenmesi gereken değişmeyen sermaye, belli bir üretim düzeyinde, kendi türünden belirli bir miktardır. Eğer üretkenlik aynı kalırsa, o zaman ||696< bu miktarın değeri de değişmeksizin aynı kalacaktır. Eğer emeğin üretkenliğinde, aynı miktarı daha çok ya da az maliyetle, daha az ya da çok emekle yeniden-üretmeye yol açacak değişiklikler olursa o zaman değişmeyen sermayenin değerinde
[sayfa 456] benzer değişiklikler olacak, bu da değişmeyen sermayenin düşülmesinden sonra [geriye kalan
-ç.] artı-ürünü etkileyecektir.
Örneğin, toprağa atmak için 3 sterlinden, toplam 60 sterlinlik 20 quarter [buğdaya] gerek olduğunu kabul edelim. Eğer bir quarteri yeniden-üretmek için üçte-bir daha az emek kullanılırsa, maliyeti yalnızca 2 sterline gelecektir; toprağa tohum atmak için eskisi gibi üründen gene 20 quarter düşülecektir; ama tüm ürün değeri içinde bu miktarın payı yalnızca 40 sterlin olacaktır. Böylece aynı
değişmeyen sermayenin yenilenmesi, her ne kadar toprağa gene tohum olarak 20 quarter geri döndürülüyorsa da daha az bir değer parçasını, toplam üründen kendi türünde daha az bir payı gerektirecektir.
[123]
Bir ulus tarafından yılda tüketilen değişmeyen sermaye 10 milyon sterlin, bir başka ulus tarafından tüketilen yalnızca 1 milyon sterlin olsa ve 1 milyon kişinin yıllık emeği 100 milyon sterline ulaşsa, o zaman birinci ulusun ürün değeri 110 milyon, ikincininki 101 milyon olur. Ayrıca ulus I’in metaları tek tek ulus II’nin metalarından daha ucuz olması, olasılıktan öte bir kesinliktir; çünkü ulus II, aynı miktar emekle çok daha az miktarda, 10 ile 1 arasındaki farktan çok daha az miktarda meta üretir. Doğrudur, ulus II ile karşılaştırıldığı zaman, ulus I’de ürün değerinin dolayısıyla toplam ürünün daha büyük bir parçası sermayenin yenilenmesine gider. Ama toplam ürün de daha büyüktür.
Fabrika yapımı metalara gelince, bilindiği üzere İngiltere’deki bir milyon işçi örneğin Rusya’dakine göre yalnızca daha fazla ürün üretmekle kalmaz, bireysel ürünün değeri çok daha ucuz olduğu halde Rusya’dakinden çok daha büyük bir değer de yaratır. Ancak tarımda kapitalist açıdan gelişmiş ülkeyle göreli olarak gelişmemiş ülke arasında aynı durum var gibi görünmez. Daha geri ülkenin ürünü, kapitalist doğrultuda gelişmiş ülkenin ürününden
para fiyatı ölçüsüyle daha ucuzdur. Ama gene de gelişmiş ulusun ürünü geri ülkeye göre çok daha az (yıllık) emekle üretilir. Örneğin İngiltere’de [işçilerin] üçte-birinden azı Rusya’da ise beşte-dördü tarımda çalışmaktadır; İngiltere’de 5/15, Rusya’da 12/15’tir. Bu sayılarla
oldukları gibi yetinmemek gerekir. Örneğin İngiltere’de tarımsal-olmayan mesleklerde –makine imalinde, ticarette, ulaştırmada, vb.– çok sayıda insan, tarımsal ürün elemanlarının üretimiyle ve dağıtımıyla uğraşır, oysa Rusya’da durum böyle değildir. Dolayısıyla, tarımla uğraşan kişilerin oranı, tarımda doğrudan istihdam edilenlerin sayısıyla belirlenemez. Kapitalist üretim tarzına bağlı ülkelerde, birçok insan tarımsal üretimde
dolaylı olarak yer alır, oysa daha az gelişmiş ülkelerde o tür insanlar doğrudan tarımla
[sayfa 457] uğraşanlar arasında yer alır. O nedenle fark, olduğundan da fazladır. Bir ülkenin bir bütün olarak uygarlığı açısından bu fark çok önemlidir, yalnızca tarımla meşgul olan geniş bir işçi kesiminin tarıma doğrudan katılmaması durumunda bile önemlidir; çünkü böylelikle o insanlar kırsal yaşamın dar cemaatçiliğinden kurtulup sanayi nüfusuna ait olurlar.
Ama
şimdilik hem bu noktayı bir yana koyalım, hem birçok
tarımcı halkı kendi ürünlerini değerinin
altında satmaya zorlanırken ileri kapitalist üretime sahip ülkelerde tarımsal ürünün değer olarak artışını bir yana bırakalım. Her ne ölçüde olursa olsun, değişmeyen sermaye değerinin bir bölümü
İngiliz tarımcının ürettiği ürünün değerine girer, Rus çiftçinin ürününe böyle bir değişmeyen sermaye bölümü girmez. Varsayalım ki bu değer parçası 10 kişinin bir günlük emeğine eşittir ve bu değişmeyen sermayeyi 1 İngiliz işçi harekete getirmektedir. Tarımsal ürünün, değişmeyen sermayesinin, örneğin tarımsal araç-gereçlerde olduğu gibi, yeni emekle yenilenmeyen parçasından sözediyorum. Eğer 1 İngiliz işçinin, değişmeyen sermaye yardımıyla ürettiği ürünün aynını üretmek için beş Rus işçiye gereksinim varsa ve Rusun kullandığı değişmeyen sermaye bir [günlük emeğe] eşitse o zaman İngilizlerin ürünü 10 + I = 11 işgününe, Ruslarınki ise 5 + 1 = 6 işgününe eşit olacaktır. Eğer Rusların toprağı, İngilizlerin toprağına göre, herhangi bir değişmeyen sermaye kullanmaksızın ya da onda-bir büyüklüğünde bir sermaye kullanarak, İngilizlerin on kat fazla bir değişen sermayeyle ürettiği kadar tahıl üretebilecek ölçüde verimli olsaydı, o zaman aynı miktardaki İngiliz ve Rus tahıllarının değeri 11:6 oranında olurdu. Eğer Rus tahılının quarteri 2 sterlinden satılsaydı, İngiliz tahılı 3
2/
3 sterlinden satılırdı, çünkü 2:3
2/
3 = 6:11’dir. Bu durumda İngiliz tahılının para fiyatı ve değeri Rus tahılınınkinden çok daha yüksek olurdu, ama gene de İngiliz tahılı daha az emekle üretilirdi; çünkü, ürünün miktarında ve değerinde yeniden ortaya çıkan
geçmiş emek, ek bir emeğe malolmazdı. Eğer İngiliz, Rusa göre daha az
doğrudan emek kullanırsa durum her zaman böyle olur; ama kullandığı daha fazla miktardaki değişmeyen sermaye –her ne kadar bir şeylere malolduysa ve ödenmesi gerekiyorsa da ona o anda
hiçbir maliyeti
yoktur– emeğin üretkenliğini Rus toprağının doğal verimini dengeleyecek ölçüde artıramaz. Kapitalist üretim [yapan
-ç.] ülkelerde tarımsal ürünlerin para fiyatı, her ne kadar o ürünler daha az emeğe m al oluyorlarsa da, işte bundan ötürü,
||697| daha az gelişmiş ülkelerde olduğundan daha yüksektir. Bu ürünler daha fazla
doğrudan emek ve
geçmiş emek içerirler, ama bu geçmiş emeğin maliyeti yoktur. Eğer doğal verimin müdahalesi
[sayfa 458] olmazsa ürün daha ucuza gelebilir. Bu aynı zamanda, [kapitalist üretim yapan ülkelerdeki
-ç.] emekçi ücretinin daha yüksek olan para fiyatını da açıklamaktadır.
Bu ana kadar yalnızca sermayenin yeniden-üretimi hakkında konuştuk. Emekçi ücretini, kapitalistin kârını (rant dahil) oluşturan bir artı-ürünle ya da artı-değerle birlikte yeniler. Emekçi, yıllık ürünün, kendisine yeniden ücret olarak gelen kısmını yeniler. Kapitalist kendi kârını yıl içinde tüketmiştir, ama emekçi ürünün bir kısmını, tekrar kâr olarak tüketilmek üzere üretmiştir. Değişmeyen sermayenin, tüketim maddelerinin üretimi sırasında tüketilen parçası, yıl içinde yeni emeğin ürettiği değişmeyen sermayeyle yenilenmiştir. Bu yeni değişmeyen sermaye parçasının üreticileri kendi gelirlerini (kâr ve ücretlerini) tüketim maddelerinin, üretimi sırasında tüketilen değişmeyen sermaye değerine eşit olan parçası vasıtasıyla elde ederler. Son olarak değişmeyen sermayenin makinelerin, hammaddelerin ve
ikincil malzemenin üretimi sırasında tüketilen değişmeyen sermaye parçası, ya kendi türünden ayni olarak yenilenir ya değişmeyen sermaye üreten üretim alanları arasındaki değişim yoluyla yenilenir.
[3. Sermaye Birikiminin Gerekli Koşulları.
Sabit Sermayenin Amortismanı ve Bunun Birikim Sürecindeki Rolü]
Peki öyleyse, yeniden-üretimden ayrı olarak, sermayenin
artmasında,
birikmesinde, gelirin sermayeye
dönüştürülmesinde durum nedir?
Sorunu sadeleştirmek için emek üretkenliğinin aynı kaldığını, üretim yönteminde herhangi bir değişiklik olmadığını, bu çerçevede aynı miktarda meta üretmek için aynı miktar emeğe gerek olduğunu ve sonuç olarak sermayedeki
artışın, aynı büyüklükteki bir sermayenin üretimi önceki yıl ne miktar emeğe malolduysa gene o kadar emeğe malolacağını varsayıyoruz.
Artı-değerin bir bölüğünün, gelir olarak tüketilmek yerine sermayeye dönüştürülmesi gerekiyor. [Bu parçanın
-ç.] kısmen değişmeyen sermayeye, kısmen değişen sermayeye çevrilmesi gerekiyor. Sermayenin bu iki parçasına ayrılma oranı, üretim yöntemi değişmediğine ve dolayısıyla her iki parçanın oransal değeri aynı kaldığına göre, sermayenin veri olarak kabul edilen organik bileşimine bağlı bulunuyor. Üretimin gelişmesi ne kadar yetkinleşirse, artı-değerin değişmeyen sermayeye dönüştürülen parçası, değişen sermayeye dönüştürülen parçasıyla karşılaştırıldığında, o kadar büyük olacaktır.
[sayfa 459] Her şeyden önce artı-değerin bir bölümü (ve ona uygun düşen artı-ürün parçası, geçim araçları biçimiyle) değişen sermayeye ayrılmalı, yani onunla yeni emek satın alınmalıdır. Bu yalnızca eğer işçi sayısı artar ya da çalıştıktan emek-zamanı uzatılırsa olanaklıdır. Emek-zamanının uzatılması, örneğin emekçi nüfusun bir kısmı yalnızca [normal zamanın] yarısı ya da üçte-ikisi kadar süre çalış-tınlıyorsa ya da kısa veya uzun bir süre için emek-zamanı –ödenmek kaydıyla– mutlak olarak uzatılıyorsa olabilir. Ama bu, sürekli kullanılan bir birikim yöntemi olarak görülemez. Daha önceki üretken-olmayan emekçiler üretken emekçiler haline getirildikçe, ya da nüfusun, kadınlar, çocuklar ve serseri yoksullar gibi daha önce çalışmayan kesimleri üretim güçlerinin içine çekilirse, emekçi nüfus artar. Sonuncu noktayı, burada konumuz dışında bırakıyoruz. Son olarak da nüfusun genel artışıyla birlikte emekçi nüfus mutlak olarak büyüyebilir. Eğer birikim istikrarlı ve süreğen bir süreç olacaksa nüfusun bu mutlak artışı –gerçi kullanılan sermayeye oranla azalıyor da olabilir ama– gerekli bir koşuldur. Öyle anlaşılıyor ki,
artan nüfus, süreğen bir süreç olarak birikimin temelidir. Ama bu, yalnızca emekçi sınıfın yalnızca [kendini
-ç.] yeniden-üretmesine değil, ama aynı zamanda sürekli artmasına elveren ortalama bir ücreti de önkoşul sayar. Kapitalist üretim, emekçi sınıfın bir kesimini aşırı çalıştırarak, bir başka kesimini ise, kısmen ya da tamamen serseri yoksullardan oluşan emre hazır yedek ordu halinde tutarak beklenmedik durumlar yaratır.
Peki, artı-değerin değişmeyen sermayeye çevrilecek olan öteki parçasında durum nedir? Bu soruyu sadeleştirmek için dış ticareti hesap dışı bırakacağız ve kendine yeterli bir ulusu inceleyeceğiz. Bir örnek verelim. Varsayalım ki bir keten bezi dokumacısının ürettiği artı-değer 10.000 sterlindir ve bu miktarın yansını yani 5.000 sterlini sermayeye çevirmek istemektedir. Sermayenin makine dokumasındaki organik bileşimiyle uyumlu olarak bunun beşte-biri ücretlere yatırılacak olsun. Burada, sermayenin cirosunu dikkate almıyoruz; belki de, beş hafta için yeterli olacak bir miktar, onun işi sürdürmesini sağlayabilir, ondan sonra [ürününü] satabilir ve ücretleri ödeyeceği sermayeyi dolaşımdan elde edebilir. Biz yıl içinde (20 kişi için)
ücretlere kısım kısım 1.000 sterlin harcayacağını, bunu
bankada tuttuğunu varsayıyoruz. Bu durumda 4.000 sterlin de değişmeyen sermayeye çevrilecektir. Her şeyden önce, 20 kişinin bir yıl içinde dokuyabileceği kadar iplik satın almalıdır. (Döner sermayenin cirosu bu incelemede dikkate alınmamıştır.) Ayrıca fabrikasındaki dokuma tezgahlarının sayısını artırmalıdır; ve hatta ek bir buharlı makine koymalı ya da mevcudun kapasitesini
[sayfa 460] artırmalıdır, vb.. Ama bütün bunları satın almak için pazarda hazır iplik, dokuma tezgahı, vb. bulunmalıdır. 4.000 sterlinini ipliğe, dokuma tezgahına, kömüre, vb. çevirmeli 11 698İ yani bunları satın almalıdır. Bunlar, satın alabilmesi için hazır durumda olmalıdır. Eski sermayenin yeniden-üretilmesinin eski koşullar altında gerçekleştiğini varsaydığımıza göre, iplik eğirmeni, sermayesinin tümünü, dokumacıların önceki yıl gereksinim gösterdikleri iplik miktarını sağlamaya harcamıştır. Peki öyleyse
ek iplik talebini, ek bir arzla nasıl karşılayacaktır?
Dokuma tezgahını, vb. yapan makine imalatçısının durumu da aynıdır. O yalnızca, dokumacılıktaki ortalama tüketimi sağlamaya yetecek kadar yeni dokuma tezgahı yapmıştır. Ancak birikimde ısrarlı olan dokumacı 3.000 sterlinlik iplik ve 1.000 sterlinlik dokuma tezgahı, kömür (kömür üreticisinin konumu da aynıdır), vb. sipariş eder. Ya da gerçekte, 3.000 sterlini eğirmene, 1.000 sterlini makine yapımcısına ve kömür tacirine, vb., bu parayı ipliğe, dokuma tezgahına, kömüre, vb. dönüştürsünler diye verir. Böylece, kendi [sermaye
-ç.] birikimini –yeni keten bezi üretimini– başlatmadan önce bu sürecin tamamlanmasını beklemek zorunda olacaktır. Bu, birinci engeli oluşturur.
Ama elindeki 4.000 [sterlinle
-ç.] dokumacı kendini hangi konumda bulduysa, bu kez de iplik eğirme fabrikasının sahibi elindeki 3.000 sterlinle kendini aynı konumda bulur, yalnızca paradan kârını düşer, o kadar.
Ek sayıda eğirmenler bulabilir, ama ham ketene, iğlere, kömüre, vb. de gerek duymaktadır. Benzer biçimde kömür üreticisi de
ek işçilerden başka yeni makinelere ya da araç-gereçlere [gereksinim duyar]. Yeni dokuma tezgahlarını, iğleri, vb. sağlayacağı düşünülen makine yapım atelyesinin sahibi ek işçilerin yanısıra demire [gereksinim duyacaktır]. Ama durumu en kötü olan ham keten yetiştiricisidir, çünkü ek miktarda ham keteni ancak izleyen yılda sağlayabilir.
Dolayısıyla birikimin sürekli bir süreç olabilmesi ve dokumacının, yılan hikayesine dönen karışıklıklar, kesinti ve engeller olmaksızın, kârının bir bölümünü her yıl değişmeyen sermayeye dönüştürebilmesi için, pazarda ek bir miktar
ipliği, dokuma tezgahını, vb. kullanıma hazır bulması gerekir. O [dokumacı], eğirmen, kömür üreticisi, vb. eğer ham keteni, iğleri ve dokuma makinelerini bulabilirlerse ek işçiye gerek duyacaklardır.
Değişmeyen sermayenin, her yıl kullanılıp tüketildiği hesaplanan ve ürün değerine
aşınma payı olarak giren parçası, gerçekte kullanılıp
tüketilmemiştir. Örneğin 12 yıl çalışabilecek olan ve 12.000 sterline malolan bir makineyi ele alalım; her yıl hesaba
[sayfa 461] eklenecek olan ortalama
aşınma payı 1.000 sterlindir. Böylece her yıl ürüne 1.000 sterlin eklendiğine göre, 12.000 sterlinin değeri, oniki yılın sonunda yeniden-üretilmiş olacak ve bu fiyata yeni bir makine satın alınabilecektir. Oniki yıl boyunca gereken onarım ve parça yenileme işleri makinenin üretim maliyetinin parçası sayılır ve tartışma konusuyla hiçbir ilişiği yoktur. Ne var ki işin aslında, gerçek, bu ortalamalar hesabından farklıdır. Makine ikinci yıl, belki ilk yıldakinden daha düzenli işleyebilir. Ama gene de oniki yıl sonra artık kullanılabilir olmaktan çıkar. Ortalama yaşam süresi on yıl olan hayvan için durum neyse, burada da aynıdır; gerçi on yılın sonunda yerine bir yenisi konmalıdır ama, ortalama yaşam süresi on yıldır diye, hayvan her yıl yaşamının onda-biri ölçüsünde ölüyor demek değildir. Doğal ki, [herhangi bir
-ç.]
şu ya da bu yıl içinde makinelerin, vb. belli bir miktarı, yeni makinelerle değiştirilmeleri gereken bir noktaya gelirler. Bu nedenle her yıl belli miktardaki eski makine, vb. kendi türünden yeni makinelerle, vb. değiştirilmek zorundadır. Ve yıllık ortalama makine, vb. üretimi bununla uyuşumludur. Karşılıklarının ödeneceği değer hazır durumdadır; bu değer, makinelerin yeniden-üretimi dönemlerine göre metaların [satışından elde edilen kaynaktan
-ç.] alınır. Ama her ne kadar yıllık ürün değerinin, her yıl bu iş için ödenen değerin geniş bir bölümünün örneğin eski makineleri oniki yıl sonra yenilemek için gereksiniliyor olması gerçeği, her yıl onikide-birinin yenilenmesini gerektirmez; bu, uygulanabilir de değildir. Bu [aşınma payı
-ç.] fonu –sürekli olarak dolaşıma sokulan ama dolaşımdan hemen dönmeyen– meta satılmadan ve parası ödenmeden önce, kısmen ücretlere ya da hammadde alımına harcanabilir. Ancak kuşkusuz bu, tüm yıl boyunca böyle olamaz; çünkü, yıl içinde cirolarını tamamlayan metalar kendi değerlerinin tümünü nakde dönüştürürler ve böylece içerdikleri ücretleri, hammaddeyi ve kullanılıp tüketilen makineyi yerine geri koydukları gibi artı-değeri de öderler.
Demek ki çok miktarda değişmeyen sermayenin ve aynı zamanda çok miktarda sabit sermayenin kullanıldığı yerde, ürün değerinin, sabit sermayedeki
aşınma payını yenileyen parçası bir
birikim fonu sağlar; bu fonu kontrol eden kişi –birikimin bu parçası için artı-değerden herhangi bir kesinti yapmaksızın– o fonu yeni bir sabit sermaye (ya da döner sermaye) olarak yatırabilir. (Bkz: McCulloch).
[124] Bu birikim fonu, çok fazla sabit sermayenin varolmadığı üretim düzeylerinde ya da uluslarda mevcut değildir. Bu nokta önemli. Bu, sürekli iyileştirmeler ve genişlemeler, vb. yapılabilmesine [elveren
-ç.]
bir fondur.
[sayfa 462]
[4. Birikim Sürecinde Üretimin Farklı Alanları Arasındaki Bağıntı.
Artı-Değerin Bir Bölümünün Değişmeyen Sermayeye Doğrudan
Aktarılması — Tarımdaki ve Makine Yapım Sanayisindeki Birikime
Özgü Bir Özellik]
Ancak burada belirtmek istediğimiz nokta şu: makine yapım sanayisinde kullanılan toplam sermaye ancak, makinelerin yıllık
aşınmasını yenileyebilecek kadar olsaydı bile, gene de her yıl gerek duyulandan çok daha fazla makine üretebilirdi; çünkü
aşınma, bir bölümüyle yalnızca nominal olarak vardır ve
gerçekte, belli sayıda yıl geçtikten sonra yenilenir. Bu çerçevede, [makine yapım sanayisinde
-ç]
kullanılan sermaye, işte bu durumdan ötürü, yıllık olarak yeni sermaye yatırımları için emre hazır bir makine yığını üretir ve bu yeni sermaye yatırımlarını önceden gözönünde bulundurur. Örneğin makine yapımcısının fabrikası diyelim bu yıl üretime başlamıştır. Yapımcı yıl içinde 12.000 sterlin değerinde makine çıkarır. Eğer yalnızca kendi ürettiği makineleri yenileyecek olsaydı, izleyen onbir yılın her birinde yalnızca 1.000 sterlin değerinde makine üretecekti; bu yıllık üretimde yıl yıl tüketilmezdi. Sermayesinin tümünü yatırsaydı bile, gene de üretiminin yalnızca küçük bir parçası kullanılırdı. Makine yapımcısının sermayesini kullanmaya devam etmesi ve o sermayeyi yalnızca yeniden-üretmesi için, yaptığı bu makineleri kullanan sanayi dallarındaki üretimin sürekli genişlemesi gerekir. ||699| (Hatta eğer o da sermaye birikimi yapıyorsa, daha da büyük bir genişlemeye gerek olur.)
Dolayısıyla [
makine yapım -ç.]
alanındaki sermayenin yalnızca yeniden-üretilmesi bile, üretimin geri kalan alanlarında sürekli birikimi gerektirir. Ama işte bundan ötürüdür ki, sürekli birikimin etmenlerinden biri, her zaman pazarda emre hazırdır. Burada bir üretim alanında –yalnızca mevcut sermaye yeniden-üretiliyor olsa bile– diğer alanlardaki yeni, ek sınai tüketim için, yani birikim için sürekli meta arzı sağlanmaktadır.
Örneğin dokumacının, sermayeye dönüştürülecek 5.000 sterlinlik kârına ya da artı-değerine gelince, iki olasılık vardır — her zaman, 5.000 sterlini, o alanda başat olan koşullarda sermayeye dönüştürebilmesi için, o 5.000’in bir parçasıyla yani 1.000 sterlinle satın alacağı
emeği pazarda
emre hazır bulacağı varsayılır. [Sermayeleştirilen artı-değerin] bu parçası değişen sermayeye dönüştürülür ve
ücretlere yatırılır. Ama bu emeği çalıştırabilmesi için ipliğe, ek ikincil malzemeye ve
ek makinelere de gerek duyacaktır, (elbette işgünü uzatılmadıysa. Öyle bir durumda makineler daha hızlı çalıştırılır, yeniden-üretim süreleri kısalır, ama aynı zamanda
[sayfa 463] daha fazla artı-değer üretilir; ve her ne kadar makinenin değeri, daha kısa sürede üretilen metalara bölüştürülecekse de çok daha fazla meta üretildiği için, makinenin daha hızlı aşınmasına karşın, her bir metanın değerine ya da fiyatına, daha küçük bir makine değer parçası isabet eder. Bu durumda makineler için doğrudan
yeni bir sermaye yatırımı yapılmaz. Yalnızca makinenin değerini biraz daha çabuk yenilemek gerekir.
Ama ikincil malzemeler için
ek sermaye yatırılması gerekir.) Dokumacı bu malzemeleri, bu üretim koşullarını ya pazarda bulacaktır ki, o zaman bu metalar, öteki metalara göre, onları
bireysel tüketim için değil
sınai tüketim için satın alması nedeniyle farklılık gösterir; ya da bu üretim koşullarını pazarda bulamaz: o zaman da bunları sipariş etmesi gerekecektir (örneğin yeni bir tasarımın ürünü makineler gibi), tıpkı kişisel tüketimi için, pazarda istendiği anda emre hazır olmayan mallan sipariş etmesi gibi. Eğer hammadde (ham keten) yalnızca sipariş üzerine üretiliyor olsaydı (tıpkı Hintli reayanın, indigoyu ve jütü, İngiliz tüccardan öndelik olarak tükettikleri gibi) o zaman dokumacı kendi alanında o yıl içinde birikim yapamazdı. Öte yandan eğirmenin 5.000 sterlini sermayeye dönüştürdüğünü ve dokumacının dönüştüremediğini düşünürsek, o zaman eğrilen iplik –her ne kadar onun üretiminin tüm koşulları pazarda hazır durumda olsa da– satılamayacak ve 5.000 sterlin gerçekte ipliğe dönüştürülmüş ama sermayeye dönüştürülememiş olacaktır.
(Burada bizi daha fazla ilgilendirmeyen
kredi, birikmiş sermayenin yaratıldığı alanda kullanılmadığı ama daha iyi amaçlarla kullanılabilmesinin sözkonusu olduğu yerlerde [yatırılmasının
-ç.] aracıdır. Ancak her kapitalist, olabildiği ölçüde, kendi birikimini kendi üretim alanında kullanmayı yeğleyecektir. Eğer bir başka alanda yatırırsa, o zaman
para kapitalisti haline gelir ve –spekülatif işlemlere kalkışmazsa– kâr yerine faiz elde eder. Ancak biz burada ortalama birikimi gözden geçiriyoruz ve konuyu gözler önüne serebilmek için belirli bir alanda yatırıldığını [varsayıyoruz]).
Öte yandan, eğer ham keten üreticisi üretimini genişletmiş yani sermaye birikimi yapmış, ve eğirmen, dokumacı ve makine yapımcısı yapmamış olsaydı, o zaman depolarında fazladan, gereksiz ham keten yapılacak ve izleyen yıl belki de daha az üretecekti.
(Burada, bu an için bireysel tüketimi tamamen hesap dışı tutuyoruz ve yalnızca üreticiler arasındaki karşılıklı ilişkileri dikkate alıyoruz. Eğer bu ilişkiler mevcut ise, o zaman her şeyden önce üreticiler, birbirlerinin yenileyecekleri sermayeleri için [kendi aralarında
-ç.]
bir pazar oluştururlar. Yeni istihdam edilen ya da daha
[sayfa 464] tam istihdam edilen işçiler, bazı geçim araçları için bir pazar oluşturur; ve izleyen yıl artı-değer arttığı için kapitalistler gelirlerinin artan bir bölümünü tüketebilirler, bu nedenle
belli bir ölçüde onlar da, biri öteki için, bir pazar oluştururlar. Bu durumda bile, yıllık ürünün geniş bir bölümü satılmadan kalabilir.)
Şimdi sorunun şöyle konması gerekmene/
bir birikim olduğunu varsayarsak, başka deyişle tüm üretim alanlarında bir ölçüde sermaye biriktirildiğini varsayarsak—gerçekte bu kapitalist üretimin koşuludur; para biriktiren için paraları istif etme güdüsü ne ise kapitalist için de sermaye birikimi dürtüsü odur (kapitalist üretim sürecekse aynı zamanda bir zorunluluktur)— bu genel birikimin
koşulları nelerdir, birikim neye varır? Ya da keten bezi dokumacısı, genelde kapitalisti temsil eden kişi olarak alınabileceğine göre, onun kesintiye uğramaksızın 5.000 sterlinlik artı-değerini yeniden sermayeye dönüştürebileceği ve yıldan yıla birikim sürecini istikrar içinde sürdürebileceği
koşullar nelerdir? 5.000 sterlinin birikimi, bu para, bu miktar değer sermayeye dönüştürülmeksizin hiçbir anlam ifade etmez.
Şu halde, sermayenin birikim koşulları, üretilmesinin ya da yenide n-ü ret ilme s inin başlangıçtaki koşulları ne ise onların aynısıdır.
Bu koşullar şöyleydi: paranın bir bölümü ile emek, öteki bölümüyle de bu emeğin
sınai olarak tüketebileceği metalar –hammadde, makine, vb.– satın alınmıştı. (Makine, hammaddeler, yarı-mamul ürünler gibi bazı metalar yalnızca sınai olarak tüketilebilir; evler, atlar, buğday (ki ondan brendi, nişasta, vb. de yapılabilir) vb. ise sınai olarak da tüketilebilir, bireysel olarak da tüketilebilir.) Bu metalar eğer pazarda ||700| –üretim tamamlandıktan ama tüketim henüz başlamadan önceki ara aşamada, satıcının elinde, dolaşım aşamasında– meta olarak varsa satın alınabilir; ya da sipariş üzerine yapılmışlarsa (yeni fabrikaların, vb. kurulmasında olduğu gibi sipariş üzerine üretildiyse) satın alınabilir. Sermayenin üretiminde ve yeniden-üretiminde önkoşul olarak varsa-yıldığı üzere, toplumsal çerçevedeki (emek ve sermayenin farklı üretim alanları arasında dağılımı çerçevesindeki) kapitalist üretimde gerçekleştirilen işbölümü sonucu, metalar emre hazır durumda olur; alanın tümü üzerinde
eşzamanlı gerçekleşen
paralel üretim ve yeniden-üretim sonucu, metalar emre hazır durumda olur.
Pazarın, sermaye üretiminin ve yeniden-üretiminin koşulu budur. Sermaye ne kadar büyükse, emeğin üretkenliği ve kapitalist üretimin derecesi o kadar daha çok gelişir;
ayrıca pazarda, dolaşımda, üretimle tüketim arasındaki geçiş aşamasında (bireysel ve sınai olarak)
bulunabilecek meta oylumu daha büyük olur; ve
[sayfa 465] her bir sermayenin yeniden-üretim koşullarını pazarda tamamen hazır bulması daha kesin olur. Bu, şunun için de böyledir: 1. her bir sermaye (sipariş, özel gereksinim gibi) bireysel taleple belirlenmeyen ama olabildiği ölçüde emeği ve dolayısıyla olabildiği kadar çok artı-değeri gerçekleştirme ve belli bir sermayeyle olabilecek en fazla metayı üretme çabasındadır; ve 2. her bir sermaye olabilecek en büyük pazar payını ele geçirme, rakiplerinin ayağını kaydırıp pazarın dışına çıkarma çabasındadır, yani
sermayeler rekabet eder; bunlar kapitalist üretimin doğasında vardır.
<Ulaşım ve iletim araçları ne kadar fazla gelişirse, pazardaki stoklar o kadar fazla azaltılır.
“Üretimin ve tüketimin, başka yerlere kıyasla büyük olduğu yerlerde, gerçekten de doğal olarak herhangi bir anda, ara aşamada, pazarda, üretimden çıkıp tüketicinin eline geçme yolunda başka yerlere kıyasla daha büyük bir fazlalık olacaktır; mallar, gerçekten satılması gereken hızla satılmadıkça, artan üretimin sonucu olabilecek şeylerin tersini ortaya çıkaran bir yığılma olması beklenir.” (An Inquiry into those Principles, respecting the Nature of Demand and the Necessity of Consumption, lately advocated by Mr. Malthus [Talebin ve Tüketim Gereğinin Doğasıyla İlgili Olarak Son Zamanlarda Bay Malthus Tarafından Savunulan İlkeler Hakkında Bir Araştırma] Londra 1821, s. 6-7.)
Bu çerçevede yeni sermayenin birikimi, ancak, zaten varolan sermayenin yeniden-üretimi koşullarında sözkonusu olabilir.
<Burada, üretime yatırılabilecek olandan daha fazla sermayenin biriktirildiği bu nedenle bankada para olarak hareketsiz yattığı durumu dikkate almıyoruz. Bu para, yurtdışına, vb. ödünç verilir, kısa spekülatif yatırımlara yöneltilir. Üretilen meta yığınlarını satmanın olanaksız olduğu durumu, bunalımları, vb. de ele almıyoruz. Bu rekabet bölümünün konusudur. Burada yalnızca, kendi sürecinin çeşitli aşamalarındaki sermayenin biçimlerini inceliyoruz ve baştan itibaren, hep metaların değerlerinden satıldığını varsayıyoruz.>
Dokumacı, eğer 1.000 sterlin karşılığı olan emeğin yanısıra, ipliği, vb. pazarda
hazır bulursa ya da sipariş vererek elde edebiliyorsa, 5.000 sterlinlik artı-değerini yeniden sermayeye dönüştürebilir; bu, onun değişmeyen sermayesine giren metaları, özellikle uzun bir üretim dönemini gerektiren ve oylumu hızla artırılama-yan ya da yıl içinde hiç artırılamayacak olanları, örneğin ham keten gibi hammaddeleri içeren bir
artı-ürünün üretimini öngörür.
(Burada oyuna katılan şey, artan bireysel ve sınai tüketimi karşılamak üzere depolarda stok bulunduran tüccar sermayesidir; ama bu yalnızca
aracı bir acentadır, bu konuyla değil sermayelerin
[sayfa 466] rekabeti konusuyla ilgilidir.)
Bir
alanda, varolan sermayenin üretimi ya da yeniden-üretimi, nasıl ki, başka alanlarda
koşut üretim ve yeniden-üretimi öngörürse
bir üretim dalında ek sermaye birikimi ya da oluşumu da üretimin
öteki dallarında eşzamanlı ya da
koşut ek ürün yaratılmasını öngörür. Demek ki değişmeyen sermaye sağlayan tüm alanlardaki üretim düzeyi (genel üretim artışına her bir alanın –talep tarafından belirlenen– ortalama katılımıyla uyumlu olarak) eşzamanlı büyümeli ve bireysel tüketim için mamul ürünler üretmeyen tüm alanlar değişmeyen sermaye sağlamalıdır. En önemli olanı, makine (araç-gereçler),
hammadde ve
ikincil malzemenin artmasıdır; çünkü eğer bu önkoşullar mevcutsa, bunların üretimine girdiği tüm öteki sanayiler, ister yarı-mamul ister mamul mallar üretsin, yalnızca daha fazla emeği harekete geçirmesi yeterli olacaktır.
Bu nedenle görünen odur ki, birikimin gerçekleşmesi için, tüm alanlarda sürekli
fazladan üretim gereklidir.
Bunun daha yakından tanımlanması gerekecektir.
Bunun ardından ikinci önemli soru gelir:
Artı-değerin [ya da] bu örnekte kârın (rant dahil olmak üzere; eğer toprak sahibi sermaye biriktirmek, rantı sermayeye dönüştürmek isterse, artı-değeri avucunun içine alan her zaman
sanayi kapitalistidir; hatta bir işçi gelirinin bir bölümünü sermayeye dönüştürdüğü zaman da aynı şey olur) yeniden sermayeye dönüştürülen parçası yalnızca geçen yıl içinde
yeni eklenen emekten ibarettir. ||701| Şimdi soru bu yeni sermayenin tamamıyla ücretlere harcanmasının yani yalnızca yeni emek karşılığında değişilmesinin gerekip gerekmediğidir.
Aşağıdaki ifade, bunu dile getiriyor: Tüm değer başlangıçta emekten çıkmıştır. Tüm değişmeyen sermaye, kaynağında, değişen sermaye kadar, emeğin ürünüdür. Ve burada görüldüğü gibi, bir kez daha, sermayenin doğrudan emekten kaynaklanan başlangıcıyla karşı karşıya geliriz.
Buna karşıt tez şudur: Ek sermaye oluşumunun, eski sermayenin yeniden-üretiminden daha kötü koşullarda gerçekleştiği varsayılabilir mi? Daha düşük düzeyde üretime mi gerilenmiştir? Eğer yeni değer yalnızca doğrudan emeğe harcansaydı durum böyle demek olurdu:
sabit sermaye, vb. olmaksızın doğrudan emek, tıpkı başlangıçta emeğin kendi değişmeyen sermayesini yaratması gibi, ilkin bu sabit sermayeyi üretmek zorunda kalırdı. Bu düpedüz saçmadır. Ama bu
Ricardo’nun vb. varsayımıdır. Daha yakından incelenmesi gerekiyor.
İlk soru şu:
[sayfa 467]
Bir kapitalist artı-değerin ya da onun ifadesi olan artı-ürürün bir bölümünü
satmak yerine,
doğrudan sermaye olarak kullanıp sermayeye dönüştürebilir mi? Bu soruya olumlu karşılık verilmesi, sermayeye dönüştürülen artı-değerin tümünün, değişen sermaye durumuna
getirilmediği, yani ücretlere harcanmadığı anlamına
gelir.
Tarımsal ürünün tahıldan ya da canlı hayvandan oluşan bölümünde, bu daha en başından ayan-beyan ortadadır. Tahılın, çiftçinin artı-ürününü ya da artı-değerini temsil eden ürüne ait olan parçası (aynı biçimde bir miktar canlı hayvan) satılmak yerine üretim aracı durumuna, tohumluk ya da çift hayvanı durumuna derhal dönüştürülebilirler. Aynı şey, çiftlikte üretilen hayvan gübresi için de geçerlidir; aynı gübre aynı zamanda meta olarak
pazarda da bulunur, yani satılabilir. Artı-değer olarak, kâr olarak, çiftçinin payına düşen bu artı-ürün parçasını çiftçi derhal, kendi üretim alanında üretim aracı haline dönüştürebilir, böylece
doğrudan sermayeye çevirmiş olur. Bu parça ücretlere harcanmaz, değişen sermayeye dönüştürülmemiştir. Smith’in ve Ricardo’nun kastettiği anlamda
üretken amaçla tüketilmeksizin bireysel tüketimden çekilmiştir.
Sınai olarak tüketilmektedir, ama hammadde olarak tüketilmektedir; üretken olan ya da olmayan işçilerin geçim aracı olarak değil. Ancak tahıl, yalnızca üretken işçiler, vb. için yalnızca geçim aracı olarak hizmet etmekle kalmaz, canlı hayvanlar için
ikincil madde olarak, içki ve nişasta, vb. için hammadde olarak da hizmet eder. Canlı hayvanlar da (besi ya da çift hayvanları) yalnızca geçim aracı olarak hizmet etmekle kalmaz, ama kürkü, derisi, kemikleri, boynuzları, vb. birçok sanayi için hammadde olarak iş görür, ayrıca kısmen tarım için kısmen ulaşımda hareket gücü sağlar.
Yeniden-üretim süresinin bir yılı aştığı ama aynı zamanda ürünlerinin sürekli olarak yeniden-üretilmesinin gerektiği, dolayısıyla bir miktar emeğin kullanılmasına gereksinim gösteren bütün işlerde, örneğin canlı hayvan, kereste, vb. işlerin önemli bir bölümünde, yalnızca ödenmiş emeği değil, ödenmemiş emeği de içeren
yeni katma-emeğin –ürün satış için hazır durumuna gelinceye kadar– ayni olarak biriktirilişi ölçüsünde, birikim ve yeniden-üretim aynı zamanda olur. (Burada, kârın birikiminden söz etmiyoruz; o, genel kâr oranına göre, her yıl (sermayeye) eklenir; bu
gerçek birikim değildir, yalnızca bir hesaplama yöntemidir. Burada üzerinde durduğumuz şey, birden fazla yıl boyunca yinelenen toplam emeğin birikimidir, o süre boyunca yalnızca ödenmiş emek değil, ödenmemiş emek de ayni olarak birikir ve anında yeniden sermayeye
[sayfa 468] dönüşür. Ancak bu durumlarda kârın birikimi yeni katılmış emek miktarından bağımsızdır.)
Ticari ürünlerde (hammadde de olsalar
ikincil malzeme de olsalar) aynı durum sözkonusudur. Tohumları ya da yeniden gübre, vb. olarak kullanılabilecek kısımları, toplam ürünün bir bölümünü temsil ederler. Bu satılamaz [türden
-ç.]
olsa bile, yeniden-üretim aracı haline gelir gelmez toplam değerin bir parçasını oluşturması ve ||702|bu niteliğiyle yeni üretim için değişmeyen sermaye olması gerçeğini değiştirmez.
Tarımsal ürünler sözkonusu olduğu ölçüde, hammaddeler ve geçim araçları (yiyecek) olma sorunu böylece çözülmüş oluyor. Bu çerçevede, burada birikim daha geniş bir ölçekteki yeniden-üretimle,
doğrudan aynı zamana denk geliyor; öyle ki artı-ürünün bir parçası,
ücretlerle ya da başka metalarla değiştirilmeksizin kendi alanında tekrar üretim aracı olarak hizmet ediyor.
İkinci önemli soru
makinelerle ilgili. Meta üreten makineler değil, makine üreten makineler, makine yapım sanayisinin
değişmeyen sermayesi. Bu makine mevcut olduğu zaman madencilik sanayisi, konteynerler ve makineler üretimi için hammadde, demir, vb. çıkarmak üzere emekten başka hiçbir şeye gerek göstermezler. Ve o hammaddelerle, demirle, vb. de hammaddeleri işleyecek olan makineler üretilir. Buradaki güçlük, bir önvarsayımlar
kısır döngüsüne düşmek değildir. Çünkü, daha çok makine üretmek için, daha çok hammadde (demir, kömür, vb.) gerekir, bunu üretmek için de daha çok makineye gerek vardır. Makine yapan makineleri üreten sanayicilerle (makine yapan makineleri kullanarak) makine imal eden sanayicilerin bir ve aynı kategoriden olduğunu varsaymamız ya da varsaymamamız durumu değiştirmez. Şu kadarı açıktır: Artı-ürünün bir bölümü, makine yapan makinelere somutlaşmıştır (en azından böyle olması makine imalatçılarının bunun böyle olmasını sağlamalarına bağlıdır). Bunların satılması gerekmez, yeni ürüne, değişmeyen sermaye biçiminde ve kendi türlerinde ayni olarak girebilirler. Demek ki bunlar, önce değişen sermayeye dönüştürülme sürecinden geçmeksizin, yeni ürüne (birikime) doğrudan (ya da aynı üretim alanı içinde değişime sokularak) giren ikinci grup artı-ürünlerdir.
Artı-değerin bir bölümünün değişmeyen sermayeye doğrudan dönüştürülebilip dönüştürülemeyeceği sorusu, böylece, her şeyden önce, şu soruya indirgenir: artı-değeri ifade eden
artı-ürün parçası, ilkin yabancılaştırılmaksızın, kendi üretim alanına, üretim aracı olarak yeniden girebilir mi?
Genel yasa şudur:
[sayfa 469]
Ürünün ve elbette dolayısıyla
artı-ürünün (yani artı-değerin ifadesi olan kullanım-değerinin) bir bölümünün, içinden çıktığı üretim alanına, herhangi bir ara-aşamadan geçmeksizin doğrudan üretim aracı olarak –emek araç-gereci ya da emek malzemesi olarak– girebildiği yerlerde, birikim artı-ürünün bir parçasının, satılması yerine, yeniden-üretim sürecine üretim aracı olarak doğrudan (ya da aynı üretim alanında benzer biçimde birikim sağlayan öteki uzman kuruluşlarla değişime girerek) eklemlenmesi yoluyla olmak zorundadır ve olabilir; böylelikle birikim ve daha geniş ölçekte yeniden-üretim
doğrudan aynı ana denk gelir. Birikim ve yeniden-üretim her yerde denk düşer ama, bu doğrudan biçimiyle değil.
Bu
ikincil malzemelerin bir bölümü için de geçerlidir. Örneğin her yıl üretilen kömür. Artı-ürünün bir bölümü, daha fazla kömür üretmek için kullanılabilir ve o nedenle, bir ara aşamadan geçirilmeksizin, doğrudan üreticisi tarafından, daha geniş ölçekli bir üretimde, değişmeyen sermaye olarak tüketilir.
Sanayi yörelerinde, imalatçılar için anahtar teslimi fabrika üreten makine yapımcıları vardır. Bunun onda-birinin artı-ürün ya da ödenmemiş emek olduğunu varsayalım. Bu onda-birin, bu artı-ürünün, bir üçüncü taraf için yapılan ve ona satılan fabrika yapılarından mı oluştuğu yoksa üreticinin kendisi için inşa ettiği –ve kendine sattığı– binalardan mı oluştuğu hiç fark etmez. Burada önemli olan tek şey, artı-emeği temsil eden
kullanım-değeri türünün, artı-ürünün ait olduğu kapitalistin üretim alanına bir üretim aracı olarak yeniden girebilip giremeyeceğidir. ||703| Bu,
kullanım-değerinin ekonomik olguların belirlenmesine ilişkin çözümlemelerde ne kadar önemli olduğunun bir başka örneğidir.
Demek ki burada, artı-ürünün ve dolayısıyla artı-değerin,
sermaye olarak biriktirilmek üzere doğrudan değişmeyen sermayeye dönüştürülebilecek olan ve dönüştürülmesi gereken önemli bir bölümü var; ve bu parça olmaksızın herhangi bir sermaye birikimi gerçekleşemez.
İkincisi, daha önce gördüğümüz gibi, kapitalist üretimin geliştiği, yani emek üretkenliğinin, değişmeyen sermayenin ve özellikle de değişmeyen sermayenin sabit sermaye parçasının geliştiği yerlerde,
sabit sermayenin tüm alanlarda yalnızca yeniden-üret imi ve sabit sermaye üreten mevcut sermayenin paralel üretimi bir birikim fonu oluşturur, başka deyişle genişletilmiş ölçekte üretim için makine yani değişmeyen sermaye sağlar.
Üçüncüsü: Geriye şu soru kalıyor: Örneğin makine, emek araç-gereçleri, vb. üreticisiyle hammadde, demir, kömür, metal, kereste, vb. üreticisi arasındaki bir ara değişim yoluyla yani değişmeyen
[sayfa 470] sermayenin çeşitli tamamlayıcı parçalarının değişime sokulması yoluyla,
artı-ürünün bir bölümü sermayeye (yani değişmeyen sermayeye) yeniden aktarılabilir mi? Örneğin, eğer demir, kömür, kereste, vb. imalatçısı, makine yapımcısından makine ya da alet-edevat satın alırsa, ve makine yapımcısı da, birincil malzeme üreticisinden metal, kereste, kömür vb. satın alırsa o zaman, bunlar kendi
değişmeyen sermayelerini oluşturan parçaları bu karşılıklı değişim yoluyla yeni sermayeyi oluşturmuş ya da yenilemiş olurlar. Soru şu: Bu yolla
artı-ürün ne ölçüde dönüştürülür?
[5. Sermayeleştirilen Artı-Değerin,
Değişmeyen ve Değişen Sermayeye Aktarılması]
Yatırılan sermayenin basit yeniden-üretiminde daha önce gördük ki[125] değişmeyen sermayenin yeniden-üretiminde, kullanılıp tüketilen değişmeyen sermaye parçası, ya doğrudan ayni olarak ya da değişmeyen sermaye üreticileri arasındaki değişim yoluyla –gelirin gelirle ya da gelirin sermaye ile değil, sermayenin sermayeyle değişimi yoluyla– yenilenmektedir. Ayrıca, tüketim maddelerinin –bireysel tüketime giden metaların– üretiminde kullanılıp tüketilen değişmeyen sermaye, aynı türden yeni ürünlerle yenilenmektedir; bu yeni ürünler, yeni katma-emeğin ürünüdür ve o nedenle gelire (ücretlere ve kâra) ayrışır. Bu nedenle de tüketim maddesi üretilen alanlarda toplam ürünün, kendi değişmeyen sermayesini yenileyen parçası, değişmeyen sermaye üreticilerinin gelirini temsil eder; öte yandan, değişmeyen sermaye üreten alanlarda, toplam ürünün, yeni katma emeği temsil eden ve dolayısıyla bu değişmeyen sermaye üreticilerinin gelirini oluşturan parçası, tüketim maddesi üreticilerinin değişmeyen sermayesini (yenileme sermayesini) temsil eder. Bu çerçevede değişmeyen sermaye üreticilerinin kendi artı-ürünlerini (ki burada, kendi ürünlerinin, kendi değişmez sermayelerinin üstündeki fazlasına eşittir) geçim araçlarıyla değiştirdikleri ve değerini bireysel olarak tükettikleri kabul olunur.
Ancak bu artı-ürün şunlardan oluşur:
1. Ücretler (ya da yeniden-üretilmiş ücretler fonu); bu artı-değer parçası, (kapitalist tarafından) ücretleri ödemeye yani bireysel tüketime ayrılmaya devam edilmelidir (ve asgari ücret olduğu düşünülürse, işçi de aldığı ücreti, yalnızca tüketim maddelerine çevirebilir);
2. Kapitalistin kârı (rant dahil). Eğer bu parça yeterince fazlaysa, bir bölümü bireysel, bir bölümü sınai olarak tüketilebilir. Sınai [sayfa 471] tüketimde, değişmeyen sermaye üreticileri arasında ürün değişimi gerçekleşir; ancak bu değişim, ürünlerinin değişmeyen sermayeyi temsil eden parçasını –karşılıklı olarak yenilemek üzere– girişilmiş bir değişim işlemi değildir, artı-değerlerinin gelir parçasının (yeni katma-emeğin) değişimidir; doğrudan değişmeyen sermayeye dönüştürülmekte, böylece değişmeyen sermaye miktarını artırmakta ve yeniden-üretimin ölçeğini genişletmektedir.
Bu durumda da demek ki mevcut artı-ürünün, yani yıl içinde yeni katılmış emeğin bir bölümü, değişen sermayeye dönüştürülmeksizin, doğrudan değişen sermayeye aktarılmaktadır. Bu bir kez daha göstermektedir ki, artı-ürünün sınai tüketimi –ya da birikimi– tüm artı-ürünün, işçilere ödenen ücretlere dönüştürülmesiyle bir ve aynı şey değildir.
Olabilir ki, makine imalatçısı, metalarının (bir bölümünü) diyelim kumaş imalatçısına satmıştır. Kumaş imalatçısı ödemeyi para ile yapmıştır. Bu parayla o, geçim araçları yerine demir, kömür, vb. almıştır. Ama bu süreç bir bütün olarak gözden geçirilince görülür ki, değişmeyen sermayenin yenilenen bölümlerinin üreticileri kendi geçim araçlarını satın almadıkça, geçim araçlarının üreticileri yenileyecekleri herhangi bir makineyi ya da hammaddeyi onlardan satın alamazlar; başka deyişle bu dolaşım, geçim araçlarıyla değişmeyen sermaye arasında esas olarak bir değişim haline gelmedikçe, satın alamazlar. Satın alma ve satma işlemlerinin ayrı oluşu, bu birbirini dengeleyici süreçte kuşkusuz ciddi rahatsızlığa ve karışıklığa neden olur.
||704| Eğer bir ülke, sermaye birikimi için gereksinilen miktarda makineyi kendisi üretemezse, o zaman yurtdışından satın alır. Eğer kendisi (ücretler için) yeterince geçim aracı ve hammadde üretemezse, aynı şey orada da olur. işin içine uluslararası ticaret girer girmez çok açıkça ortaya çıkar ki, bir ülkenin artı-ürününün bir parçası –birikim amaçlandığı ölçüde– ücretlere dönüştürülmez, doğrudan değişmeyen sermayeye dönüştürülür. Ama o zaman, karşı tarafta, yabancı ülkede, böylece yatırılan paranın tümüyle ücretlere harcandığı gibi bir mesele ortaya çıkabilir. Daha önce gördüğümüz gibi, dış ticaret hesap dışı tutulduğu zaman bile, bu böyle değildir ve olamaz.
Artı-ürünün değişen ve değişmeyen sermaye arasında bölünme oranı, sermayenin ortalama bileşimine bağlıdır; kapitalist üretim ne kadar çok gelişirse, doğrudan ücretlere ayrılan bölüm göreli olarak o kadar küçük olacaktır. Artı-ürünün yalnızca yıl içinde yeni katılan emeğin ürünü oluşu nedeniyle ancak değişen sermayeye dönüştürülebileceği yani yalnızca ücretlere harcanabileceği fikri, [sayfa 472] ürün yalnızca emeğin sonucu ya da somutlaşması olduğu için değerinin de yalnızca gelire –ücretlere, kâra ve ranta– ayrışacağı şeklindeki yanlış görüşe, Smith ve Ricardo’nun bu yanlış görüşüne uygun düşer.
Değişmeyen sermayenin, daha açıkçası sabit sermayenin büyük bir bölümü, doğrudan geçim araçları, hammadde, vb. üretimi sürecine girebilir veya, ya demiryolları, yollar, deniz ulaşımı, telgraf vb. dolaşım sürecini kısaltacak işlere hizmet eder ya da doklar, antrepolar, vb. meta stoklarını depolama işlerine gider veya, bir başka seçenek olarak, uzun bir süre sonra verimi artıracak arazi düzeltme ve drenaj işlerinde kullanılır. Artı-ürünün büyük ya da küçük bir parçasının bu tür sabit sermayelerden birine ya da ötekine dönüştürülmesine göre, geçim araçlarının yeniden-üretimi üzerindeki doğrudan sonuçları çok farklı olacaktır.
[6. Bunalımlar (Sunuş Niteliğinde Bazı Düşünceler)]
Değişmeyen sermayenin
genişletilmiş [ölçekte
-ç.]
üretildiği varsayılırsa –yani eski sermayenin yenilenmesi için ve ayrıca eski miktarda geçim aracının üretimi için gerekenden daha fazlasının üretildiği varsayılırsa– makine, hammadde, vb. kullanan alanlardaki genişletilmiş üretim, herhangi bir güçlükle karşılaşmaz. Eğer yeterli ek emek mevcut ise [imalatçılar] yeni sermaye oluşturmak, ek paralarını yeni sermayeye dönüştürmek için gereken her şeyi pazarda bulacaklardır.
Ama tüm birikim süreci de [böylece
-ç.]
her şeyden önce, gelip
genişleyen ölçekte üretime dayanmış olur; bu, bir yandan nüfusun doğal büyümesiyle uyumludur, ama bir yandan da
bunalımlar sırasında ortaya çıkan olgular için işin özünden kaynaklanan bir taban oluşturur. Bu üretim genişlemesinin ölçütü sermayenin kendisidir, varolan üretim koşullarının düzeyidir; kapitalistlerin kendilerini zenginleştirmek ve sermayelerini genişletmekteki sınırsız arzularıdır, ama hiçbir biçimde
tüketim değildir — nüfusun çoğunluğu, emekçi insanlar tüketimlerini çok dar sınırlar içinde genişletebildiklerine; emek talebi, her ne kadar
mutlak olarak büyüyorsa da, kapitalizmin gelişimi ölçüsünde,
göreli olarak azaldığına göre, tüketim daha başından engellenmiştir. Ayrıca, tüm dengelemeler
raslansaldır ve ayrı ayrı alanlarda kullanılan sermaye oranlan sürüp giden bir süreçle her ne kadar eşitlenirse de bu sürecin bir türlü sona ermeyen varlığı, aynı biçimde, sürekli bir oransızlığın varolduğunu gösterir, ki bu oransızlık sürekli olarak ve sık sık da şiddetle düzeltilir.
[sayfa 473]
Burada incelememiz gereken tek şey, sermayenin, kendi gelişiminin çeşitli aşamalarında aldığı biçimlerdir. Bu nedenledir ki, [burada
-ç.], fiilî üretim sürecinin içinde oluşageldiği gerçek koşullar çözümlenmemektedir. Gene tüm inceleme boyunca, metanın değerinden satıldığı varsayılmıştır. Ne sermayelerin rekabeti, ne kredi sistemini, ne de kuşkusuz yalnızca iki sınıftan, işçilerle sanayi kapitalistlerinden oluşan ve bu nedenle tüketicilerle üreticilerin bir ve aynı kategoriler olmadığı fiilî toplum örgüsünü inceliyoruz. Birinci kategori, yani tüketiciler kategorisi (ki gelirleri, bir bölümüyle birincil değil ikincil niteliktedir, yani kârdan ve ücretlerden elde edilmektedir), ikinci kategoriden [üreticilerden] çok daha geniştir ve o nedenle gelirlerini harcayış biçimleri ve bizzat gelirlerinin miktarı ekonomide, özelikle de sermayenin dolaşım ve yeniden-üretim sürecinde çok önemli değişikliklere neden olur. Gene de tıpkı paranın –hem metaların doğal biçimlerinden bütün bütün farklı bir biçimi temsil edişi ölçüsünde, hem ödeme aracı biçimiyle– incelenmesi,
[126] nasıl ki, bunalım olasılığını içinde taşıdığını gösterdiyse, sermayenin genel yapısının –hatta gerçek üretim sürecinin önkoşulları olan fiilî ilişkilere bile dalmaksızın– incelenmesi, bunu daha da açıklıkla ortaya koyar.
||705| Ricardo’nun mızmız Say’den alıp benimsediği (bu acınası kişiyi konuşurken bu noktaya döneceğiz) ama (aslında [James] Mill’e ait olan)
aşırı-üretim olabilir bir şey değildir ya da en azından
pazarda genel bir mal bolluğu olabilir bir şey değildir anlayışı,
ürünlerin ürünlerle değişildiği
[127] tezine, ya da Mill’in deyişiyle “satıcılarla alıcıların metafizik dengesi”ne
[128] dayandırılmıştır; ve bu, talebin, ancak üretim tarafından belirlendiği ve talep ile arzın özdeş olduğu [sonucuna] yol açmıştır. Aynı tez, Ricardo’nun özellikle pek hoşlandığı bir [başka
-ç.\ biçimiyle de yani
herhangi bir miktarda sermaye, herhangi bir ülkede
üretken olarak kullanılabilir biçimiyle de mevcuttur.
Ricardo XXI. bölümde (“Birikimin Kârlar ve Faiz Üzerindeki
Etkileri”)
“Bay Say” diyor, “çok doyurucu biçimde göstermiş ... bulunuyor ki, miktarı ne olursa olsun, bir ülkede sermayenin yatırılamaması gibi bir şey sözkonusu olamaz, çünkü talebi sınırlayan yalnızca üretimdir, insan, ancak tüketme ya da satma düşüncesiyle üretir ve ancak, kendisine hemen doğrudan yaran olabilecek ya da ilerdeki üretimine katkı yapabilecek başka metaları alma niyetiyle satar. Demek ki, üretim yaparak, kaçınılmaz olarak, ya kendi mallarının tüketicisi haline gelir ya da bir başka kişinin mallarının alıcısı ve tüketicisi olur. Bu kişinin, seçtiği amaca, yani başka malların sahibi olma amacına ulaşmak için en elverişli biçimde üretebileceği metalar [sayfa 474] hakkında, herhangi bir sürece yanlış bilgi sahibi olabileceği düşünülemez; bu nedenle de kimsenin istemediği bir metayı sürekli olarak üretmesi” (burada sözkonusu olan önsüz-sonsuz yaşam değil) “olası değildir.” ([David Ricardo, On the Principles of Political Economy, and Taxation [Ekonomi Politiğin İlkeleri ve Vergilendirme Üzerine], 1821), s. 339-340.)
Her zaman tutarlı olma çabası gösteren Ricardo, bu noktada, alıntıladığı kişinin, Say’nin, kendisini aldattığını fark eder. Bu alıntıyla ilgili dipnotunda şu yorumu yapar:
“Acaba şu aşağıdaki sözler, bay Say’nin ilkesiyle herhangi bir biçimde tutarlı mı? ‘Kullanılabilir sermayeler, kullanılma ölçüleriyle orantılı olarak ne kadar daha bol olurlarsa, sermaye ödünçlerinden alman faiz o kadar düşer.’ (Say, c. II, s. 108) Herhangi genişlikte olursa olsun sermaye herhangi bir ülke tarafından kullanılabiliyorsa, onun kullanılma ölçüsüyle karşılaştırılarak bol olduğundan nasıl söz edilebilir?” ([Ricardo], agy, s. 340 dipnot.)
Say’den alıntıyı yapan Ricardo olduğu için, Say’nin teorilerini, daha sonra bu sahtekarı ele aldığımızda, eleştireceğiz.
Burada yalnızca şunu belirtelim: Sermaye birikiminde olduğu gibi yeniden-üretimde de sorun, sermayeyi oluşturan kullanım-değerlerini yalnızca
aynı miktarda, eski ölçekte ya da (birikim durumunda) artan ölçekte yenilemek değildir, yatırılan sermayenin delerini olağan kâr oranıyla (artı-değerle) birlikte yenilemektir. Bundan ötürüdür ki, eğer herhangi bir nedenle ya da nedenler demetiyle metaların pazar fiyatları (hepsinin ya da çoğunun farketmez) maliyet fiyatlarının fazlaca altına düşerse, sermayenin yeniden-üretimi, o ölçüde kösteklenmiş demektir. Birikim ise daha da fazla durağanlaşır. Para (altın ya da banknot) biçiminde yığılmış olan artı-değer, sermayeye ancak zararla dönüştürülebilir. Bu nedenle ya hareketsiz bir birikim olarak bankalarda yatar ya da kredi parası olur ki özünde hiç fark etmez. Eğer yeniden-üretimin
gerçek önkoşulları mevcut değilse (örneğin tahıl daha pahalı hale geldiyse ya da yeterince değişmeyen sermaye ayni olarak biriktirilmemişse) aynı tutuk durum tersine nedenlerle de ortaya çıkabilir. Orada yeniden-üretimde ve dolayısıyla dolaşım akışında bir duraklama belirir. Alışveriş durur ve kullanılmayan sermaye atıl para haline gelir. Aynı olgu (ve bu genelde bunalımlardan önce ortaya çıkar), ek sermaye çok hızlı ölçüde üretildiği ve yeniden üretken sermayeye dönüştürülmesi, o ek sermayeyi oluşturan tüm öğelere olan talebi, fiilî üretimin başedemeyeceği ölçüde artırdığı zaman da görülür; bu, sermayenin oluşumuna giren tüm metaların fiyatını artırır. Böyle bir durumda, kâr ne kadar artarsa artsın faiz oranı keskin bir düşüş gösterir ve faiz oranındaki bu düşüş, en riskli
[sayfa 475] spekülatif serüvenlere yol açar. Yeniden-üretim sürecinin kesintiye uğraması değişen sermayede azalmaya, ücretlerde ve istihdam edilen emek miktarında düşüşe neden olur. Bu durum yeniden fiyatları etkiler ve yeniden düşmelerine yol açar.
Asla unutulmamalıdır ki, kapitalist üretimde önemli olan, hemen ilk ağızdaki kullanım-değeri değil değişim-değeridir ve özellikle de artı-değerin genişlemesidir. Kapitalist üretimin itici gücü budur; ve –kapitalist üretimin çelişkilerini gözlerden uzak tutmak için– o üretim biçiminin asri temelinden çıkan ve o üretimi, üreticilerin tüketimini doğrudan tatmine yönelmiş bir üretim gibi gösteren yaklaşım, çekici gelen bir yaklaşımdır.
Dahası var: Sermayenin dolaşımı bir günün içinde tamamlanmadığına ve sermaye başlangıçtaki biçimine dönünceye kadar oldukça uzun bir süreye yayıldığına göre; bu süre, pazar fiyatlarının ||706| maliyet fiyatlarına eşitlendiği süreyle aynı zaman dönemi içinde yer aldığına göre ve bu süre içinde
pazarda, büyük iniş-çıkışlar ve değişiklikler olduğuna göre; gene bu süre içinde emeğin üretkenliğinde ve dolayısıyla metaların
gerçek değerinde büyük değişiklikler olduğuna göre, apaçık ortadadır ki, başlangıç yani önkoşul sermaye ile bu dönemlerden birinin sonunda geri dönüşü arasında, büyük felaketler olmuş olabilir, bunalım etmenleri biraraya gelmiş ve gelişmiş olabilir; ve ürünler ürünle değişilir yollu acınası tezle bunlar, bir kalemde yadsınamaz. Bir dönemdeki değer ile aynı metaların daha sonraki döneme ait değerlerinin
karşılaştırılması, bay Bailey’in iddia ettiği gibi
[129] skolastik bir yanılsama değildir, sermayenin dolaşım sürecinin temel ilkesini oluşturur.
Bunalımlar sırasında
sermayenin tahrip edilmesinden söz edildiği zaman iki etmen arasında ayrım yapmak gerekir.
Yeniden-üretim süreci gemlendiği, emek sürecinin sınırlandığı ya da bazı durumlarda tamamen durduğu ölçüde
gerçek sermaye tahrip edilmiş olur. Kullanılmayan makine sermaye değildir. Sö-mürülmeyen emek yitirilen üretime denktir. Kullanılmaksızın kalan hammadde sermaye değildir. Kullanılmayan ya da yarım kalmış yapılar (ve yeni yapılmış makineler), depolarda çürüyen metalar — bütün bunlar sermayenin tahrip edilmesidir. Tüm bunlar yeniden-üretim sürecinin gemlenmesi demektir,
mevcut üretim araçlarının, üretim aracı olarak kullanılmaması, işletilmemesi demektir. Böylece bu araçların kullanım-değeri ve değişim-değeri mahvolur.
Bunalımlar sonucu
sermayenin yıkımı, ikinci olarak,
değerlerin aşınması anlamına gelir; bu aşınma daha sonra sermaye olarak aynı ölçekte yeniden-üretimlerini yenilemelerini önler. Bu, meta
[sayfa 476] fiyatlarındaki düşüşün yıkıcı sonucudur. Bu, herhangi bir kullanım-değerinin yıkımına neden olmaz. Birinin kaybı ötekinin kazancıdır. Sermaye olarak kullanılmış olan değerler, aynı kişinin elinde yeniden
sermaye olarak hareket etmekten alıkonur. Eski kapitalist iflas eder. Bir kapitalistin, satışından, sermayesini yeniden-ürettiği metaların değeri, 2.000 sterlini kâr olmak üzere 12.000 sterlinse ve o metaların fiyatı 6.000 sterline düşerse, o zaman o kapitalist ne sözleşmelerden doğan yükümlülüklerini karşılayabilir ne de böyle bir yükümlülüğü yoksa bile, meta fiyatları yeniden kendi maliyet fiyatları düzeyine yükseldiği için, 6.000 sterlinle işini eski düzeyde götürmesi sözkonusu olabilir. Kuşkusuz, bu metaları satın almış olan kişi, maliyet fiyatının yarısından elde ettiği için, işler canlanınca çok iyi iş yapabilir ve kâr bile edebilir ama, bu yolla, 6.000 sterlin de tahrip edilmiş olur. Toplumun nominal sermayesinin, yani mevcut sermayenin
değişim-değerinin büyük bir bölümü –her ne kadar yıkım, kullanım-değerini etkilemediği için taze bir yeniden-üretimi teşvik edebilirse de– bir daha geri gelmemek üzere yıkılmıştır. Bu dönem ayrıca parayı bir mülk olarak gören sınıfın, sanayinin zararına kendini zenginleştirdiği dönemdir. Nominal sermayedeki, devlet tahvillerindeki, pay senetlerindeki, vb. düşüşe gelince –devletin ya da pay senedi işlerini gören aracı kurumun iflasıyla sonuçlanmadığı ölçüde, ya da bu tür menkul kıymetleri elinde bulunduran sanayi kapitalistlerinin kredilerini baltalayarak yeniden-üretimi tamamen durdurmadığı sürece– yalnızca zenginliğin bir elden başka bir ele aktarılmasına varır; ve bu tahvilleri ya da pay senetlerini ellerine ucuzca geçiren sonradan görmeler, eski sahiplere göre çoğunlukla daha girişimci oldukları için, genelinde, yeniden-üretime daha da yararlı bir katkıda bulunur.
[7. Aşırı Sermaye Fazlalığının Kabullenilmesine Karşın
Aşırı Meta Üretimini Yadsımanın Saçmalığı]
Ricardo elinden geldiğince, bilebildiği ölçüde her zaman tutarlıdır. Dolayısıyla (metaların) aşırı-üretimi olası değildir ifadesi onun gözünde sermayenin
aşırı bolluğu ya da piyasanın gırtlağına kadar sermayeye boğulması ifadesiyle eşanlamlıdır.
“Demek ki, bir ülkede, üretken olarak kullanılamayacak herhangi bir miktarda sermaye biriktirilemez, ta ki, gerekli geçim araçlarındaki [sayfa 477] artış sonucu ücretler öyle yükselsin ki, geriye sermayenin kârı için pek az şey kalsın ve birikim dürtüsü kalmasın” ([ Ricardo], agy, s. 340). “Bundan şu çıkar ki ... talep için herhangi bir sınır yoktur — kâr getirdiği sürece sermayenin kullanılması için herhangi bir sınır yoktur ve sermaye ne kadar bollaşırsa bollaşsın, kârın düşmesi için ücret artışlarının dışında başka herhangi bir neden yoktur; belki şu eklenebilir: ücret artışları için tek yeterli ve sürekli neden artan sayıda işçi için gıda ve zorunlu geçim araçları sağlamaktaki ||707| artan güçlüktür” (agy, s. 347-348).
Peki öyleyse, bir biçimdeki aşın-üretimi
(pazardaki genel mal bolluğu olarak) geçiştiren ve bir başka biçimiyle yani
aşırı sermaye üretimi, sermaye bolluğu, piyasanın sermayeye boğulması biçimiyle [aynı aşırı üretimin
-ç.] yalnızca varlığını itiraf etmekle kalmayıp, onu öğretilerinin önemli bir köşe taşı yapan ardıllarının budalalığı karşısında acaba Ricardo ne derdi?
Ricardo sonrasının, sorumluluk duygusu taşıyan hiçbir iktisatçısı
aşırı sermaye bolluğunu yadsımıyor. Tam tersine hepsi, bunu bunalımların (bunalımı krediye ilişkin etmenlerle açıklamadıkları ölçüde) nedeni sayıyor. Bu durumda hepsi aşın-üretimi bir biçimiyle itiraf ediyor, bir başka biçimiyle yadsıyor. Dolayısıyla geri kalan tek soru şudur: Aşırı-üretimin bu iki biçimi arasındaki yani yadsınan biçimiyle varlığı kabul edilen biçimi arasındaki ilişki nedir?
Aslında Ricardo’da üretim sürecinin kendisinden ileri gelen bunalımlar hakkında, dünya pazarının genel bunalımları hakkında hiçbir şey bilmiyordu. 1800-1815 arasında ortaya çıkan bunalımları, kötü hasat sonucu tahıl fiyatlarının artmasına, kağıt paranın değerinin düşürülmesine, Avrupa kıtasının ablukası sonucu pazarın ekonomik değil ama siyasal nedenlerle daralması nedeniyle koloni ürünlerinin değer yitirmesine bağlayarak açıklayabiliyordu. 1815’ten sonraki bunalımları da bir ölçüde kötü hasat yılı ve tahıl darlığıyla; bir ölçüde de kendi teorisine göre savaş sırasında İngiltere’nin kıtayla bağlantısının kesildiği dönemde, tahıl fiyatını fırlatan nedenlerin ortadan kalkması sonucu tahıl fiyatlarının düşmesiyle; bir ölçüde de savaştan barışa geçişle birlikte “
ticaret kanallarında ani değişiklikler”
olmasıyla açıklayabiliyordu. [Agy, s. 307]. (
İlkeler’in “Ticaret Kanallarındaki Ani Değişiklikler Hakkında”ki XIX. bölüme bakınız.)
Daha sonra, tarihsel olgular, özellikle de dünya pazarında, bunalımların neredeyse düzenli aralıklarla yinelenir olması, Ricardo’nun ardıllarının, gerçekleri yadsımalarına ya da raslansal
gerçekler diye yorumlamalarına elvermez oldu. Her şeyi krediyle açıklayan ama sonradan sermayenin aşırı bolluğunu bir önvarsayım olarak kabullenmeye zorlandıklarını itiraf edenlerin dışında,
[sayfa 478] Ricardo’nun ardılları bu kez,
sermayenin aşırı bolluğu ile
aşırı üretim arasında zarif bir farklılık icat ettiler. İkincisine karşı kendilerini Ricardo ve Adam Smith’in kullandığı ifadelerle ve sağlam nedenlerle silahlandırırken, sermayenin aşın bolluğu dedikleri araçla, başka türlü açıklayamadıkları olguları açıklamaya çalıştılar. Örneğin Wilson, bazı bunalımları sabit sermayenin aşırı bolluğuyla, bazılarını ise döner sermayenin aşırı bolluğuyla açıklıyordu. Sermayenin aşın bolluğunu (Fullarton gibi) en iyi ekonomistler de doğruladı ve terim öylesine bir gerçeklik kazandı ki, çok bilmiş Roscher’in derlemelerinde
[130]bile doğruluğundan hiç kuşku olmayan bir olgu olarak yer alıyor.
Şimdi bu durumda soru şudur: Sermayenin aşırı bolluğu nedir, aşırı-üretimden farkı nedir?
(Ama hakkaniyet gereği söylemeli ki, Ure, Corbet, vb. ekonomistler, anavatan sözkonusu olduğu ölçüde aşırı-üretimin,
geniş ölçekli sanayinin olağan gereği olduğunu ilan ederler ve
belli bazı koşullarda dış pazarın da daraldığı bunalımlara yol açtığını söylerler.) ‘
Aynı ekonomistlere göre, sermaye eşittir para ya da meta. Öyleyse sermayenin aşın üretimi, paranın ya da metanın aşırı üretimidir. Ama bu iki olgunun, ortak herhangi bir yanı olduğu gene kabul edilmemektedir. Hatta para onlara göre bir meta olduğu için, paranın aşırı üretimi de pek [yardımcı olmaz]; böylece tüm olay, bir ad altında kabul ettikleri öteki ad altında yadsıdıkları metaların aşırı-üretimine gelir dayanır. Dahası var: aşırı sabit sermaye ya da aşın döner sermaye üretiminin olduğu biçimindeki ifade, metaların bu basit biçimleriyle değil, sermaye adayı oluşlarıyla ele alındıkları gerçeğine dayandırılmaktadır. Ancak bu, kapitalist ||708| üretimde ve onun aşırı-üretim olgusunda, sorunun yalnızca ürünün
meta olarak ortaya çıktığı basit bir ilişki olmadığının, ama, toplumsal çerçevedeki adaylığının, yani bir metadan
daha fazla ve daha farklı bir şey haline gelişi sorunu olduğunun itirafıdır.
Metaların aşırı-üretimi ifadesi yerine
sermayenin aşırı-bolluğu ifadesi, eğer yalnızca belli bir olgunun varlığını ve zorunluluğunu adına A dendiği zaman kabul eden, ama adına B dendiği anda yadsıyan kaçamak bir ifade ya da bilinçsiz bir düşüncesizlik olmadığı ölçüde, gerçekte yalnızca olgunun kendisi konusunda değil,
adı konusunda kuşku ve duraksamaları olduğunu gösterir; ya da varolan önyargılarla çelişen biçimiyle (bir ad altında) yadsıyarak ve anlamsız hale geldiği biçimiyle kabul ederek olguyu açıklama güçlüğünden sakınma çabası olmadığı ölçüde de — yani bu yönlerinin dışında “
metaların aşırı-üretimi”
teriminden “
sermayenin aşırı-bolluğu”
[sayfa 479] terimine geçiş gerçekten bir
ilerlemedir. Bu ilerleme nerede? Üreticilerin birbirinin karşısına yalnızca meta sahipleri olarak değil, kapitalistler olarak çıktıkları [gerçeğinin ifadesinde].
[8. Ricardo’nun Genel Aşırı-Üretimi Yadsıması.
Meta ile Para Arasındaki İçsel Çelişkilerin
Doğasında Bulunan Bunalım Olasılığı]
Ricardo’dan birkaç tümce daha:
“İnsan, Adam Smith’in, sanki bir miktar tahıl, yünlü mallar ve alet-edevat fazlası üretmek zorunda imişiz” (elbette öyle ya) “ve onları üreten sermaye sanki başka türlü kullanılamazmış gibi ... düşünmeye itiliyor. Oysa sermayenin nasıl kullanılacağı her zaman bir seçim meselesidir; ve o nedenle de herhangi bir zaman içinde, asla herhangi bir meta fazlası sözkonusu olamaz; çünkü olursa, doğal fiyatının altına düşer ve sermaye başka daha kârlı bir yatırım alanına aktarılır” (agy, s. 341-342, dipnot).
“Üretilenler her zaman üretilenlerle ya da hizmetlerle satın alınır; para yalnızca değişimi gerçekleştiren bir aracıdır.”
(Yani, para yalnızca bir dolaşım aracı, ve değişim-değerinin kendisi de ürünün ürünle değişilmesinin, yalnızca hızla geçip giden geçici bir görünümü oluyor — ki yanlış.)
“Belli bir metadan çok fazla üretilmiş olabilir; pazarda o metadan o kadar çok bulunabilir ki, ona harcanan sermayeyi geri ödeyemeye-bilir; ama böyle bir durum, tüm metalar için sözkonusu olamaz” (agy, s. 341-342).
“Bu artmış ürünler ve onların sonucu olan talebin, kârları düşürüp düşürmemesi, yalnızca ücret artışlarına bağlıdır; ve ücret artışları da, sınırlı bir zaman süresi dışında emekçinin yiyeceğinin ve zorunlu geçim araçları üretiminin kolay [olup olmadığına -ç] bağlıdır” (agy, s. 343).
“Tüccarlar sermayelerini dış ticarete ya da taşımacılık ticaretine yatırdıkları zaman, bu bir zorunluluk değil, her zaman bir seçim sonucudur: o ticarette kârlarının, iç ticarete göre bir miktar fazla olacağı içindir” (agy, s. 344).
Bunalımlar sözkonusu olduğu ölçüde, fiyatların gerçek hareketini tanımlayan yazarlar ya da fiilî bunalım durum içinde yazı yazan uzmanlar, anlamsız bir teorik gevezelik olduğu iddia edilen şeyi görmezden gelmekte ve soyut teoride doğru olan şeyin pratikte yanlış olduğu –yani pazarın mala vb. boğulmasının sözkonusu olmadığı– fikriyle yetinmekte haklıydılar. Bunalımların sürekli yinelenişi, sonunda, Say’nin ve başkalarının saçma sapan konuşmalarını, şimdi artık yalnızca gönenç dönemlerinde kullanılan, bunalım zamanlarında unutulmuş olması gereken tumturaklı söz [sayfa 480] söyleme lafazanlığına indirgedi.
||709| Dünya pazarının bunalımları, burjuva üretimin çelişkilerini ve karşıtlıklarını çok çarpıcı biçimde ortaya koydu. Minareye kılıf arayanlar, felaketlerle patlak veren karşıt etmenlerin doğasını araştıracak yerde, felaketin kendisini yadsımakla ve düzenli ve dönemsel yinelenmeler karşısında da eğer üretim ders kitabına uygun biçimde sürdürülseydi bunalımın patlamayacak olduğunda ısrar etmekle yetindiler. Görüldüğü gibi minareye kılıf arayışı, en basit ekonomik ilişkileri çarpıtmakla ve özellikle, çelişki karşısında birlik anlayışına sarılmakla sınırlı.
Örneğin alım ve satım –ya da metaların başkalaşımı– iki sürecin birliğini ya da daha doğrusu birbirine karşıt iki evreden geçen tek bir sürecin hareketini ve böylece özünde iki evrenin birliğini temsil ediyorsa, hareket esas olarak bu iki evrenin ayrılması ve birbirinden bağımsız hale gelmesi de demektir. Ancak, ikisi birarada olduğu için, birbiriyle değişkenlik bağlantısı içindeki bu iki görünümün bağımsızlığı
kendisini ancak zor yoluyla, yıkıcı bir süreç olarak
gösterebilir. Birlik oluşlarını, farklı görünümün birliği olduklarını ancak
bunalım içinde, gözler önüne sererler. Bu ikisini birbirine bağlayan bağımsızlık ve birbirini tamamlayıcı evreler zorla yıkılır. Böylece bunalım, birbirinden bağımsız hale gelen iki evrenin birliğini ortaya koyar. Birbiriyle ilgisiz görünen etmenlerin bu içsel birliği olmasaydı herhangi bir bunalım da olmazdı. Ama minareye kılıf hazırlayan ekonomist, hayır diyor; bu birlik olduğu içindir ki herhangi bir bunalım
olamaz. Bunun anlamı, çelişkin etmenlerin birliği, çelişkiyi dışlar demekten başka bir şey olamaz.
Kapitalist üretimin genel bunalımlara yol açamayacak olduğunu kanıtlamak için, tüm koşulları, ayırdedici biçimleri, tüm ilkeleri ve
kendine özgü farklılıkları –kısacası
kapitalist üretimin kendisi– yadsınıyor. İşin aslında, eğer kapitalist üretim biçimi kendine özgü bir doğrultuda gelişmeseydi ve toplumsal üretimin benzersiz bir biçimi haline gelmeseydi, ama en güdük kalmış evrelere geri giden bir üretim tarzı olsaydı, o zaman, o garip, kendine özgü çelişkilerinin ve çatışmalarının ve dolayısıyla bunların bunalımlar halinde patlamasının sözkonusu olmayacağı söylenmiş oluyor.
Say’yi izleyerek Ricardo şöyle diyor:
“üretilenler her zaman üretilenlerle ya da hizmetlerle satın alınır; para yalnızca değişimi gerçekleştiren bir aracıdır” (agy, s. 341).
Demek ki burada her şeyden önce, içinde, değişim-değeri ile kullanım-değeri arasındaki çelişkinin varolduğu
meta, basitinden bir ürün (kullanım-değeri) haline geliyor ve dolayısıyla metaların değişime sokulması, basitinden bir ürün takasına basit
[sayfa 481] kullanım-değerlerinin takasına dönüştürülüyor. Bu yalnızca kapitalist üretim öncesi zamana dönüş değildir, ama basit meta üretiminin varolduğu zamandan da öncesine geri gidiştir; ve kapitalist üretimin ilk koşulunu yani ürünün bir meta olması ve dolayısıyla kendisini para olarak ifade etmesi ve başkalaşım sürecinden geçmesi koşulunu yadsıyarak, kapitalist üretimin en karmaşık olgusu –dünya pazarı bunalımı– yadsınmış oluyor. Ücretli emekten söz etmektense “
hizmetler”
terimi kullanılıyor. Gene bu sözcük de ücretli emeğin özgün karakteristiğini ve kullanılışını –yani karşısında değişime sokulduğu metaların değerini artırışını, artı-değer yaratışını– gözlerden saklıyor ve böyle yaparak paranın ve metaların sermayeye dönüştürüldüğü özgün ilişkiyi görmezden geliyor. “
Hizmet” yalnızca
kullanım-değeri (ki kapitalist üretimde bir ikincil sorunsaldır) olarak görülen emektir, tıpkı “üretimler” sözcüğünün,
meta sözcüğünün özünü ve yapısındaki çelişkiyi ifadeden aciz kalması gibi. Bu durumda paranın, ürünlerin değişiminde yalnızca bir aracı olarak görülmesi, kendini değişim-değeri olarak, genel toplumsal emek olarak ifade etmesi gereken metanın zorunlu ve temelli varlık biçimi olarak görülmemesi, çok tutarlıdır. Metanın basitinden bir kullanım-değerine (ürüne) dönüştürülmesi ||710| değişim-değerinin özünü ortadan kaldırdığına göre, artık, paranın, metanın önemli bir görünümü olduğunu ve başkalaşım sürecinde, metanın orijinal biçiminden
bağımsız olduğunu yadsımak kolaydır hatta zorunludur.
Böylece kapitalist üretimin ilk öğeleri –yani ürünün meta olarak varlığı, metanın metada ve parada iki bölüme ayrılması, metaların değişiminde bunun sonucu olan ayrılma ve son olarak paranın ya da metanın ücretli c ıekle ilişkisi– unutularak ya da yadsınarak, bunalımların varoluş mantığı ortadan kaldırılmaktadır.
Bu arada yeri gelmişken, bunalımları, metaların –örneğin alım ve satım arasındaki ayrılma gibi– başkalaşımında yer alan basit bunalım
olasılıkları ile açıklamak isteyen (John Stuart Mill gibi) iktisatçılar da [ötekilerden
-ç.]
daha iyi değiller. Bunalım olasılığını açıklayan bu faktörler, bunalımların fiilen oluşumunu hiçbir biçimde açıklamaz. Sürecin evreleri
neden böyle bir çatışmaya giriyor ki, o evrelerin iç birliği kendisini ancak bir bunalım yoluyla, şiddet yoluyla ortaya koyuyor [sorusunu
-ç.]
bu faktörler açıklamaz. Bu
ayrılma bunalımda ortaya çıkar; bunalımın başlangıçtaki biçimidir. Bunalımı bu temelde, başlangıçtaki biçimi temelinde
açıklamak, bunalımın varlığını en soyut biçimini tanımlayarak açıklamaktır, yani bunalımı, bunalımla açıklamaktır.
Ricardo şöyle der:
[sayfa 482]
“İnsan ancak tüketme ya da satma düşüncesiyle üretir ve ancak kendisine hemen doğrudan yararı olabilecek ya da ilerdeki üretimine katkı yapabilecek başka metaları alma niyetiyle satar. Demek ki, üretim yaparak, kaçınılmaz olarak, ya kendi mallarının tüketicisi haline gelir, ya da bir başka kişinin, mallarının alıcısı ve tüketicisi olur. O kişinin, seçtiği amaca, yani başka malların sahibi olma amacına ulaşmak için en elverişli biçimde üretebileceği metalar hakkında, herhangi bir sürece yanlış bilgi sahibi olabileceği düşünülemez; o nedenle de kimsenin istemediği bir metayı sürekli olarak üretmesi olası değildir” [agy, s. 339-340].
Bu, [örneğin
-ç.]
bir Say’nin çocukça agucukları olabilir de, Ricardo’ya yaraşmıyor. Her şeyden önce hiçbir kapitalist ürününü, kendi tüketsin diye üretmez. Kapitalist üretimden sözederken, kapitalist kendi ürününün bazı bölümlerini sınai tüketim amacıyla kullanıyor olsa bile “hiç kimse kendi ürününü kendisinin tüketmesi düşüncesiyle üretmez” demek doğrudur. Ama burada sözkonusu olan özel tüketimdir. Daha önce ürünün meta olduğu unutulmuştu. Şimdiyse toplumsal işbölümü bile unutuluyor. İnsanların kendileri için ürettikleri durumda gerçekten bunalım yoktur. Ama kapitalist üretim de yoktur. Ya da eskiçağ insanlarının, kölelere yaptırdıkları üretimlerinde, her ne kadar bireysel üreticiler iflas ediyor idiyseler bile, bunalım diye bir şeyi bildiklerini hiç duymuşluğumuz yok. Seçeneğin ilk bölümü saçma. İkinci bölümü de öyle. Üreten kişinin satma ya da satmama gibi bir seçeneği yoktur.
Satmak zorundadır. Satamadığı, yalnızca maliyet fiyatının altında satabildiği ya da pozitif bir kayıpla satmak zorunda kaldığı durum bunalımda sökün eder. Peki öyleyse, satmak üzere üretmesi onun için ya da bizim için fark eder mi? Bizim çözmek istediğimiz soru, onun bu iyi niyetini neyin boşa çıkardığıdır.
Biraz daha ilerde:
İnsan “kendisine hemen doğrudan yaran olabilecek ya da ilerdeki üretimine katkı yapabilecek başka metaları alma niyetiyle satar.” (agy, s. 339).
Burjuva koşulların nasıl da ılık bir tanımı! Ricardo, bir insanın
ödeme yapmak için de
satabileceğini ve bu gerekli satışların bunalımlarda çok önemli bir rol oynadığını unutuyor. Kapitalistin satımdaki ilk amacı, metasını ya da daha doğrusu meta sermayesini
para sermayeye geri döndürmek ve kârını
gerçekleştirmektir. Tüketim –gelir– bu süreçte hiçbir biçimde rehber güdü değildir; o yalnızca,
metaları geçim aracına dönüştürmek üzere satan kişi için sözkonusudur. Ama bu kapitalist üretim değildir — kapitalist üretimde gelir belirleyici amaç olarak değil, sonuç olarak ortaya çıkar. Herkes her şeyden önce satmak için
satar, yani metaları paraya
[sayfa 483] çevirmek için satar.
||711| Bunalım sırasında, insan, hemen derhal bir alım yapmayı düşünmeksizin eğer metalarını
satmış ise çok memnun olabilir. Öte yandan, gerçekleştirilen değer yeniden sermaye olarak kullanılacaksa, yeniden-üretim sürecinden geçmesi, yani metalar ve emek karşılığında değişime sokulması gerekir. Ama bunalım karışıklık ve yeniden-üretim sürecinin kesinti evresidir. Ve bu karışıklık, bunalım olmadığı zamanlarda karışıklık olmayışı olgusuyla açıklanamaz. Hiç kuşku yok ki, hiç kimse “
herhangi bir talep olmayan bir metayı sürekli üretmeyecektir”
(agy, s. 340), ama kimse böyle deli zırvası bir hipotezden söz etmiyor. Bunun sorunla da ilgisi yok. Kapitalist üretimin hemen ilk ağızdaki amacı “
başka mallara sahip olmak”
değil, ama
değerin, paranın, soyut zenginliğin sahiplenilmesidir.
Ricardo’nun buradaki ifadesi, James Mill’in daha önce incelediğim “alımların ve satımların metafizik denkliği” tezine de dayanıyor; alım ve satım sürecinde ayrılığı değil,
yalnızca birliği gören bir denklik. (James Mill’i izleyerek) Ricardo’nun savı da öyle:
“Belli bir metadan çok fazla üretilmiş olabilir; pazarda o metadan o kadar çok bulunabilir ki, ona harcanan sermayeyi geri ödeyemeye-bilir; ama böyle bir durum tüm metalar için sözkonusu olamaz” (agy, s. 341-342).
Para yalnızca “
değişimin gerçekleştirildiği bir aracı”
değildir (agy, s. 341), ama aynı zamanda “
ürünün ürünle değişilmesini, birbirinden bağımsız, zamanda ve mekanda birbirinden ayrı iki harekete bölen bir aracıdır”
. Ne var ki Ricardo’daki o hatalı para kavramı, onun dikkatini, değişim-değerinin yalnızca
miktar olarak belirlenmesi üzerinde, yani belli bir miktarda emek-zamanına eşit olması üzerinde toplamasından ileri gelmektedir; Ricardo [bir yandan
-ç.] böyle yaparken, öte yandan değişim-değerinin
nitel karakteristiğini, yani bireysel emeğin kendini, ancak yabancılaşma yoluyla,
soyut, genel toplumsal emek olarak ortaya koymak durumunda olduğunu unutmuştur.
Bütün metaların değil, yalnızca
belli bazı metaların “pazarda
bir arz bolluğu”
yaratabileceği ve bu nedenle aşırı-üretimin her zaman [yalnızca
-ç.] kısmi olabileceği savı, kötü bir çıkış yoludur. Her şeyden önce, eğer yalnızca metanın doğasını gözden geçirirsek bile görürüz ki, bütün metaların pazarda aşırı bollaşmasını ve
[sayfa 484] dolayısıyla hepsinin, fiyatının altına düşmesini
[131] önleyen hiçbir şey yoktur. Biz burada yalnızca bunalım etmeni ile ilgileniyoruz. Paranın dışında tüm metalar [aşırı bol olabilir].
Bir metanın paraya dönüştürülmesi gereklidir [tezi] yalnızca,
bütün metaların böyle yapması gerektiği anlamındadır. Ve bu başkalaşımı geçirme güçlüğü özel bir meta için ne kadar varsa tüm metalar için de o kadar varolabilir. Metaların başkalaşımının genel doğası –ki alımın ve satımın birliğini olduğu kadar ayrılmasını da içerir– genel bir bolluk
olasılığını dışlamak yerine, tam tersine
genel bir bolluk olasılığını içerir.
Ricardo’nun mantığı ve benzerleri, ayrıca, yalnızca
alım ve satım ilişkisine değil, ama aynı zamanda, sermayelerin rekabetini incelerken ele alacağımız
talep ve arz ilişkisine de dayanmaktadır. Mill’in satış alıştır, vb. demesi gibi, demek ki talep arzdır ve arz da talep. Ama bunlar da birbirinden ayrı düşebilir ve bağımsız duruma gelebilir. Belli bir anda, tüm metaların arzı, tüm metalar için olan talepten daha fazla olabilir; çünkü
genel meta, para, değişim-değeri talebi, tüm belli başlı metalardan daha fazla olabilir, başka deyişle metayı paraya çevirme, onun değişim-değerini gerçekleştirme güdüsü, metayı yeniden kullanım-değerine dönüştürme güdüsüne üstün gelebilir.
Eğer talep-arz ilişkisi daha geniş ve daha somut anlamında düşünülürse,
üretim ve
tüketim ilişkisini de içerir. Burada da bir kez daha, bu iki evrenin, bunalım sırasında varolan ve kendini cebri olarak ortaya koyan
birliği, aynı iki evrenin
ayrılığı ve
karşıtlığının zıttı olarak görülmelidir; aynı derecede varolan ayrılık ve karşıtlık ayrıca burjuva üretimin tipik özelliğidir.
Kısmi ve evrensel aşın-üretim arasındaki çelişkiye gelince, ikincisinden sıyrılmak için birincisi itiraf edildiği ölçüde şu gözlem yapılabilir:
Birincisi: çoğu zaman bunalımlardan önce, kapitalist üretimin mal
fiyatlarında genel bir
enflasyon olur. Bu nedenle izleyen
çöküntüye hepsi katılır ve eski fiyatlarıyla, piyasada bir bolluğa neden olurlar. Pazar, düşen fiyatlarda, maliyet fiyatının altına düşen fiyatlarda, eski fiyatlarından emebileceğinden daha büyük bir bölümünü emebilir. Meta fazlası her zaman görelidir; başka deyişle fazlalık, belli fiyatlarda bir fazlalıktır. Sonradan metaların emildiği fiyatlar üretici ya da tüccar için yıkıcıdır.
||712|
İkincisi:
Bir bunalımın (ve dolayısıyla aşın-üretimin) genel olması için, belli-başlı ticaret mallarını etkilemesi yeterlidir.
[sayfa 485]
[9. Ricardo’nun, Kapitalizm Koşullarında Üretim-Tüketim ilişkisi
Konusundaki Yanlış Yaklaşımı]
Ricardo’nun
pazarda genel bir mal fazlalığı olması olasılığını nasıl yadsımaya çalıştığına daha yakından bakalım:
“Belli bir metadan çok fazla üretilmiş olabilir; pazarda o metadan o kadar çok bulunabilir ki, ona harcanan sermayeyi geri ödeyemeye-bilir; ama böyle bir durum tüm metalar için sözkonusu olamaz; tahıl talebi onu yiyecek ağızlarla, ayakkabı ve palto talebi onları giyecek insanlarla sınırlıdır; ancak, her ne kadar bir toplum ya da toplumun bir parçası, tüketmek isteyebileceği ya da tüketebileceği kadar tahıla, şapkaya, ayakkabıya sahip olabilirse de doğanın ya da bir mesleğin ürettiği her ürün için aynı şey söylenemez. Bazıları, bulabilme olanağına sahiplerse daha fazla şarap tüketebilirler. Başkaları yeterince şarabı olduğu için, mobilyalarının miktarını artırmayı ya da kalitesini yükseltmeyi isteyebilir. Daha başkaları bahçelerini güzelleştirmeyi ya da evlerini genişletmeyi arzulayabilir. Bunların hepsini ya da bazılarını yapma arzusu, her insanın yüreğindedir; gereken şey bunun aracıdır ve bu aracı, üretimin artmasından başka bir şey sağlayamaz” (agy, s. 341-342).
Bundan daha çocukça bir mantık yürütülebilir mi? Şunun gibi bir şey oluyor: belli bir meta, tüketilebileceğinden daha fazla üretilmiş olabilir; ama bu
tüm metalar için aynı anda olamaz. Çünkü metaların karşıladığı gereksinimlerin sınırı yoktur ve tüm gereksinimler aynı zaman süresinde karşılanmaz. Tam tersine. Bir gereksinimin karşılanması, bir başkasının, deyim yerindeyse, saklı kalmasına neden olur. Demek ki gereken, bu talepleri karşılayacak araçlardan başka bir şey değildir ve bu araçlar ancak üretim artışıyla sağlanabilir. Dolayısıyla herhangi bir genel aşırı üretim olabilir bir şey değildir.
Bütün bunların amacı ne? Aşırı-üretim dönemlerinde ulusun geniş bir bölümü (özellikle işçi sınıfı) şarap ve
mobilya şöyle dursun, tahılı, ayakkabıyı, vb. çok daha az elde eder. Eğer aşırı-üretim, yalnızca bir ulusun tüm üyeleri, diyelim en ivedi gereksinimlerini karşılar karşılamaz ortaya çıkabilecek olsaydı bile burjuva toplumun tarihinde şu ana kadar, hiçbir genel aşırı-üretim ya da kısmı aşırı-üretim olamazdı. Örneğin
pazar, ayakkabı, amerikan bezi, şarap ya da koloni ürünleriyle gırtlağına kadar dolup taştığı zaman, bu acaba ulusun altıda-dördünün ayakkabı, amerikan bezi, vb. gereksinimini fazlasıyla karşıladığı mı demek olur? Her şey bir yana aşırı-üretimin mutlak gereksinimlerle ne ilgisi var? Bu yalnızca ödeme gücüyle desteklenen taleple ilgili bir şeydir. Bir mutlak aşırı-üretim sorunu değildir — metalara sahip
[sayfa 486] olma mutlak gereksinimine ya da arzusuna göre bir mutlak aşırı-üretim genel bir aşırı-üretim vardır; ve biri ötekinin karşıtı değildir.
Ama –Ricardo diyecektir ki–
ayakkabı ve amerikan bezi isteyen o kadar çok insan varsa, neden, ayakkabı ve amerikan bezi almaları olanağını sağlayacak olan bir şeyler üreterek, onları alabilecekleri araçları elde etmiyorlar? Şöyle söylese daha sade olmaz mıydı: Neden kendileri için ayakkabı ve amerikan bezi üretmiyorlar? Aşın-üretimin daha da garip bir yanı,
pazarı doldurup taşıran aynı metaların fiilen üreticisi olan işçilerin, o metalara gereksinim duymalarıdır. Burada, onları elde etmek için bir şeyler üretmeliler denemez; çünkü onları üretmişlerdir ama elde edememişlerdir. Ya da belli bir meta
pazarı doldurup taşırmıştır, çünkü ona kimsenin gereksinimi yoktur da denemez. Demek ki,
kısmi aşın-üretimin.
pazarı doldurup taşıran metalara yönelik talebin bol bol tatmin edilmiş olmasından kaynaklandığı savıyla açıklamak olanaksızsa,
evrensel aşırı-üretimi, pazarda bulunan birçok meta için gereksinimlerin, tatmin edilmemiş gereksinimlerin varolduğuyla açıklamak epey olanaksızdır.
Amerikan bezi dokumacısı örneğine bağlı kalalım.
[132] Yeniden-üretim kesintiye uğramaksızın sürdükçe –ve dolayısıyla, satılabilir bir meta olarak amerikan bezinin değerinden paraya çevrildiği yeniden-üretim evresi kesintisiz sürdükçe– diyelim amerikan bezini üreten işçiler ürünün bir bölümünü tükettikçe, ve yeniden-üretimin genişletilmesiyle yani [sermaye
-ç.] birikimiyle, işçiler ürünün daha fazlasını ürettikçe ya da ürünün bir parçasını tüketen daha çok işçi çalıştırıldıkça...
[10. Bunalımın Bir Olasılık Olmaktan Çıkıp Kesinlik Kazanması.
Burjuva Ekonominin Tüm Çelişkilerinin İfadesi Olarak Bunalım]
Daha ileri gitmeden önce, şunun belirtilmesi gerekiyor:
Metanın
basit başkalaşımında, görünür hale gelen bunalım olasılığı, (doğrudan) üretim süreci ile dolaşım sürecinin yollarının ayrılmasıyla bir kez daha varlığını ortaya koyar. Bu iki süreç birbiriyle yumuşak biçimde kaynaşmayıp da ||713| birbirinden bağımsız duruma gelir gelmez ise, bunalım işte oradadır.
Metanın başkalaşımındaki bunalım olasılığı kendini şöyle gösterir:
Birincisi, fiilen bir kullanım-değeri ve nominal olarak, fiyatında, bir değişim-değeri kimliğiyle varolan metanın paraya dönüştürülmesi gereklidir: M–P. Eğer bu güçlük, satış, çözülürse o zaman
[sayfa 487] alış, P–M, herhangi bir güçlük yaratmaz; çünkü para her şeyle doğrudan değişilebilir. Metanın kullanım-değeri olduğunu, içerdiği emeğin yararını, daha en başından varsaymak gerekiyor; yoksa bu bir meta değildir. Ayrıca metanın bireysel değerinin toplumsal değerine eşit olduğu, yani içinde somutlaşmış emek-zamanının, üretimi için toplumsal bakımdan
gerekli emek-zamanına eşit olduğu da varsayılmalıdır. Böylece, metanın basit başkalaşımında kendini ortaya koyduğu ölçüde, bunalım olasılığı, yalnızca, metanın kendi gelişimi sırasında içinden geçtiği biçimlerin —evrelerin— her şeyden önce, zorunlu olarak birbirini tamamladıkları gerçeğinden ve ikincisi –zorunlu içsel değişkenlik bağlantısına karşın– bu evrelerin sürecin birbirinden ayrık parçalan ve biçimleri olmaları, birbirinden bağımsız, zamanda ve mekanda birbirinden sapan, birbirinden ayrılabilen ve ayrılmış biçim ve evreler oldukları gerçeğinden kaynaklanır. Dolayısıyla, bunalım olasılığı yalnızca satımın alımdan ayrılmasında yatar duruma gelir. Böylece meta burada artık yalnızca meta biçimiyle bu güçlüğü aşmak durumundadır. Para biçimine bürünür-bürünmez bu güçlüğü aşmış olur. Ne var ki ondan sonra da bu, satımın ve alımın ayrılmasına gelir dayanır. Eğer meta dolaşımdan para biçimiyle çekilemezse ya da yeniden metaya dönüştürülmesi –doğrudan takasta olduğu gibi– ertelenemezse, eğer alım ve satım birbiriyle buluştuysa, o zaman bunalım
olasılığı, yapılan varsayım çerçevesinde, ortadan kalkar. Çünkü metanın başka metaların sahipleri için
kullanım-değerini temsil ettiği varsayılmaktadır. Doğrudan takas biçiminde, metanın bir kullanım-değeri yoksa ya da karşı tarafta, değişilebileceği bir kullanım-değeri mevcut değilse, meta değişilemez; yalnızca bu iki durumda, yani ya bir taraf
yararsız şeyler üretmişse ya da karşı taraf, dengi olarak değişilebilecek
yararlı bir şey sunmamışsa meta değişilemez. Bu iki durumda da herhangi bir değişim olmaz. Ancak
değişim olduğu zaman evreleri birbirinden ayrılmaz. Alıcı satıcıdır, satıcı da alıcı. Değişimin –o değişim bir dolaşım olduğu ölçüde– biçiminden ileri gelen
kritik aşama, böylece [takasta
-ç.]
varolmaktan çıkar; demek ki, meta başkalaşımının basit biçimi bunalım olasılığını içerir dediğimiz zaman yalnızca, bu biçimde, esas olarak birbirini tamamlayıcı olan evrelerin ayrılması ve kesinti olasılığından söz etmiş oluyoruz.
Ama bu içerik için de geçerlidir. Doğrudan takasta, üretimin esaslı bölümü, üreticinin kendi gereksinimlerini karşılama niyetiyle gerçekleştirilmiştir ya da işbölümünün daha gelişmiş olduğu durumlarda üretici dostlarının kendisince bilinen gereksinimlerini karşılama niyetiyle gerçekleştirilmiştir. Meta olarak değişilen şey
[sayfa 488] aslında ürün fazlasıdır ve bu fazlalığın değişilip değişilmediği önemli değildir.
Meta üretiminde ise metanın paraya dönüştürülmesi, satış,
conditio sine qua [
non]dur.
Kişisel gereksinimler için doğrudan üretim olmaz. Bunalım satma olanaksızlığından ileri gelir.
Metayı –bireysel emeğin özel ürününü– kendi karşıtına, paraya, yani soyut genel toplumsal emeğe dönüştürme güçlüğü,
paranın, bireysel emeğin özel ürünü olmamasından ve bir satışı gerçekleştiren ve dolayısıyla para biçiminde metalara sahip olan kişinin, hemen derhal yeniden satın almak ve parasını bireysel emeğin özel bir ürününe dönüştürmek zorunda olmayışındadır. Takasta bu çelişki yoktur: hiç kimse alıcı olmadan satıcı, satıcı olmadan alıcı olamaz. Satıcının güçlüğü –metasının kullanım-değeri olduğunu varsayarak– yalnızca, alıcının parayı yeniden metaya dönüştürmeyi kolaylıkla erteleyebilecek olmasından kaynaklanır. Metayı paraya çevirme, satma güçlüğü, metanın paraya dönüştürülmesinin gerekmesinden ama paranın derhal metaya dönüştürülmesi gibi bir gereksinim olmamasından ve dolayısıyla
satım ve
alımın birbirinden ayırılabilmesinden ileri gelir. Bu
biçimin bunalım olasılığını içerdiğini söylemiştik; yani birbiriyle değişkenlik bağlantısı içinde ve ayrılamaz olan etmenlerin ayırılmasının ve sonuçta zorla birleştirilmesinin, karşılıklı bağımsızlıklarına karşı tutarlı olmalarının kendilerine zorla kabul ettirilmesi olasılığını içerdiğini söylemiştik. ||714|
Bunalım, üretim sürecinin, birbirinden bağımsız duruma gelen evrelerinin birliğinin zorla vurgulanmasından başka bir şey değildir.
Genel, soyut bunalım olasılığı, bunalımı, herhangi bir içerik taşımayan, zorlayıcı hareket etmenine sahip olmayan
en soyut biçimi ile ifade eder. Alım ve satım birbirinden ayrı düşebilir. Böylece potansiyel bir bunalımı işaret edebilirler ve birbirleriyle aynı ana Taslamaları, meta için her zaman kritik bir etmen olarak kalır. Ama birinden ötekine geçiş, yumuşak bir biçimde olabilir. Demek ki
bunalımın en soyut biçimi (ve dolayısıyla formel bunalım olasılığı]
metanın başkalaşımının kendisidir; değişim-değeri ile kullanım-değerinin ve ondan öte, paranın ve metanın, metanın birliğinin içinde yer alan çelişkisi, metanın başkalaşımında, yalnızca o başkalaşıma bağlı bir hareket olarak vardır. Bunalım olasılığını [fiilî] bir bunalım haline dönüştüren etmenler, bu biçimin kendisinin içinde değildir; bu biçim, yalnızca bunalım için bir çerçevenin varolduğunu gösterir.
Ve burjuva ekonominin incelenişinde bu önemli bir noktadır. Dünya ticaret bunalımları, burjuva ekonominin tüm çelişkilerinin
[sayfa 489] gerçek yoğunlaşması ve zorla çekidüzene sokulması olarak görülmelidir. Bu bunalımlarda tıka basa yoğunlaştırılmış olan bireysel etmenler, demek ki burjuva ekonominin her alanında ortaya çıkma durumundadır ve tanımlanmalıdır; ve bu bireysel etmenleri incelemekte ilerleme sağladığımız ölçüde, bir yandan bu çatışmanın daha çok yönünün izini sürmek gerekecektir, öte yandan, bunalımın daha soyut biçimlerinin birbirini izlediğinin ve daha somut biçimlerin içinde yer aldığının gösterilmesi gerekecektir.
Dolayısıyla, bunalımın ilk biçimi, metanın başkalaşımının kendisidir, alım ve satımın birbirinden ayrı düşmesidir.
İkinci biçimiyle bunalım, paranın ödeme aracı olarak işlevidir; ödeme aracı olarak paranın iki farklı işlevi vardır ve zaman içinde birbirinden ayrılmış iki evrede kendini gösterir. Gerçi ikinci, birinciden daha somuttur ama, bu iki bunalım biçimi de henüz oldukça soyuttur.
Demek ki, sermayenin (dolaşımıyla aynı zamana denk gelen)
yeniden-üretim sürecini incelerken her şeyden önce, yukardaki biçimlerin kendilerini o süreç içinde yinelediklerini ya da kendilerini ifade edebilecekleri bir içerik, bir temel kazandıklarını kanıtlamak gerekir.
Sermayenin, bir meta olarak üretim sürecini terk ettiği andan, o süreçten yeniden meta olarak çıkacağı zamana kadarki hareketine bir göz atalım. Burada, içeriğini belirleyen bütün öteki etmenlerden soyutlarsak, o zaman toplam meta-sermaye ve onun her bir metası, M–P–M sürecinden, metanın başkalaşımı sürecinden geçmek zorundadır. Bu başkalaşım biçiminin içinde yer alan genel bunalım olasılığı –alım ve satımın birbirinden ayrı düşmesi– demek ki, sermayenin
de meta olması ve metadan başka bir şey olmaması koşuluyla, sermayenin içinde mevcuttur. Metaların başkalaşımlarının birbiriyle olan iç bağlantılarının doğal sonucu, ayrıca, şudur ki, bir meta –başka bir meta, para biçiminden çıkarak yeniden meta biçimine dönüştüğü için– para biçimini kazanır. Üstelik, burada, alım ve satımın ayrılığı bir başka şeyi daha gösterir: Bir sermayenin meta biçiminden para biçimine dönüşmesinin, başka bir sermayenin para biçiminden yeniden meta biçimine dönüşmesine tekabül etmesi gerektiğini gösterir. Bir sermayenin ilk başkalaşımı, ötekinin ikinci başkalaşımına denk düşmelidir; bir sermaye üretim sürecini terk ederken, bir başka sermaye üretim sürecine döner. Farklı sermayelerin yeniden-üretim ya da dolaşım süreçlerinin bu içiçeliği ve bütünselliği bir yandan işbölümünün gereğidir, öte yandan raslansaldır; böylece bunalımın içeriğinin tanımı daha bir tamlık kazanmış oluyor. [sayfa 490]
Ne var ki,
ödeme aracı biçimiyle paradan kaynaklanan bunalım olasılığında, öyle görünüyor ki sermaye, bu olasılığı gerçeğe: dönüştürmekte daha sağlam bir temel oluşturmaktadır. Örneğin dokumacı, öğelerini eğirmenin, ham keten yetiştiricisinin, makine imalatçısının, demir ve kereste üreticisinin, kömür üreticisinin vb. ürettiği
değişmeyen sermayenin tamamını ödemek zorundadır. O üreticiler mamul ürün olan kumaşa girmeksizin yalnızca değişmeyen sermayenin üretimine giren değişmeyen sermaye ürettikleri ölçüde sermaye değişimi yoluyla birbirlerinin üretim aracını yenilerler. Varsayalım ki ||715| dokumacı, kumaşı 1.000 sterline bir
tüccara satmış karşılığında
ödeme aracı olarak vadeli bir çek almıştır. Dokumacı, çeki, ya borcunun karşılığı olarak ya da onun hesabına kırdırmak üzere
bankacıya verir. Ham keten yetiştiricisi eğirmene bir çek karşılığında mal satmıştır; aynı biçimde eğirmen dokumacıya, makine üreticisi dokumacıya, demir ve kereste üreticisi makine imalatçısına, kömür üreticisi, eğirmene, dokumacıya, makine üreticisine, demir ve kereste tüccarına aynı biçimde çek karşılığında mal verir. Ayrıca demir, kömür, kereste ve ham keten üreticileri birbirlerine ödemeyi de çekle yaparlar. Şimdi eğer tüccar ödemezse, dokumacı, vadeli çekini bankacıya ödeyemez.
Ham keten yetiştiricisi eğirmenin çekini, makine imalatçısı dokumacının ve eğirmenin çekini paraya çevirmek ister. Eğirmen borcunu ödeyemez, çünkü dokumacı ödeyemez; her ikisi de makine imalatçısına borçlarını ödeyemez; o da demir, kereste kömür tüccarına ödeyemez. Ve bütün hepsi kendi metalarının değerini elde edemeyince, kendi
değişmeyen sermayelerini yenileyecek olan değer parçasını yenileyemezler. Böylece genel bunalım ortaya çıkar. Bu, ödeme aracı olarak para üzerinde dururken tanımlanan
bunalım olasılığından başka bir şey değildir; ama burada –kapitalist üretimde– karşılıklı hakların ve yükümlülükler arasındaki, olasılığın fiilî duruma dönüştüğü alımlar ve satımlar arasındaki bağlantıyı görüyoruz.
Her ne ise, eğer alım ve satım batağa saplanmazsa, dolayısıyla zor yoluyla çekidüzene sokulması gerekmezse –ve öte yandan, para ödeme aracı olarak, hak istemlerinin karşılıklı yerine getirildiği ve böylece, ödeme aracı olarak paranın özünde varolan çelişkinin ortaya çıkmadığı bir doğrultuda işlerse– ve dolayısıyla bunalımın bu iki soyut biçiminden hiçbiri
gerçek olmazsa, bunalım ortaya çıkmaz. Alım ve satımlar birbirinden ayrılmadığı ve birbiriyle çatışmaya düşmediği, ya da ödeme aracı olarak paranın yapısında yer alan çelişkiler fiilen işlevsel hale gelmediği sürece hiçbir buna-. hm olamaz; demek ki, bunalım, kendisini kendi basit formu içinde,
[sayfa 491] yani alımla satımın çelişkisi ve ödeme aracı olarak paranın taşıdığı çelişki biçiminde ifade etmedikçe, sözkonusu olamaz. Ama bunlar yalnızca
biçimlerdir, bunalımın genel olasılıklarıdır, dolayısıyla fiilî bunalımın da biçimleri, soyut biçimleridir. Bunlarda bunalımın doğası en basit biçimleriyle ortaya çıkar ve bu biçim aynı zamanda bunalımın en basit içeriği olduğu için en basit içeriğiyle ortaya çıkar. Ama içeriğin doğruluğu henüz
kanıtlanmış değildir. Basit para dolaşımı ve hatta ödeme aracı olarak paranın dolaşımı –ve her ikisi de kapitalist üretimden çok
önce henüz ortada bunalımlar yokken vardı– her zaman olagelen bir şeydir ve gerçekte bunalıma gitmeksizin gerçekleşir. Demek ki yalnızca bu biçimler, kritik yönlerinin nasıl öne çıktığını ve içerdikleri potansiyel [güç olarak] çelişkinin neden gerçek çelişki haline geldiğini açıklamaz.
Bu nokta, aşırı-üretim ve bunalımlar olgusunu açıklamakta yetersiz kaldıkları zaman, bu biçimlerin
bunalımlar olasılığını içerdiğini, o nedenle bunalım çıkıp çıkmamasının
raslansal olduğunu ve yalnızca bir
şans meselesi olduğunu söylemekle yetinen iktisatçıların ne kadar ruhsuz ve donuk olduğunu gösterir.
Metaların dolaşımının yapısında saklı bulunan, paranın dolaşımıyla daha da gelişen –ve böylece bunalım olasılıklarını da geliştiren– çelişkiler, sermayede kendilerini otomatik olarak yeniden-üretirler; çünkü gelişkin düzeyde meta dolaşımı ve para dolaşımı yalnızca sermaye temelinde ortaya çıkar.
Ancak
potansiyel bunalımın gelişme adımlan –gerçek bunalım, ancak kapitalist üretimin gerçek hareketinden, rekabet ve krediden çıkarılabilir– bunalımlar sermayenin, sermayeye
özgü özel yönlerinden çıktığı ölçüde o yönlere geri giderek izlenmelidir, yalnızca meta ve para olarak varlığında değil.
||716| Sermayenin yalnızca (doğrudan)
üretim sürecinin kendisi, bu çerçeveye yeni bir şey katamaz. Varlık kazanması için gerekli koşullar zaten varsayılmıştır. Gerçi üretim süreci mülk edinmeyi ve dolayısıyla artı-değer üretimini öngördüğü için, bunalım öğesini
elbette içerir ama, sermayeyle ilgili ilk bölüm –
doğrudan üretim süreci– bunalıma herhangi yeni bir öğe katmaz. Üretim süreci üzerinde dururken, bu nokta ortaya konamaz; çünkü üretim süreci ne yeniden-üretilen değerin ne artı-değerin
gerçekleştirilmesiyle ilgili değildir.
Bu ancak, kendisi bir
yeniden-üretim süreci olan
dolaşım sürecinde ortaya çıkar.
Ayrıca, zaten varolan sermayeyi –
sermaye ve kârı– ele almadan
önce dolaşım ya da yeniden-üretim sürecini tanımlamak zorunludur; çünkü yalnızca sermayenin nasıl ürettiğini değil, ama
[sayfa 492] sermayenin nasıl üretildiğini de açıklamamız gerekir. Ama fiilî hareket varolan sermayeden başlar, yani fiilî hareket, gelişmiş kapitalist üretimi işaret eder, o da kendi tabanından başlar ve o tabanı öngörür. Yeniden-üretim süreci ve bu süreç içinde daha da gelişen bunalıma yatkınlık, dolayısıyla bu başlık altında yalnızca kısmen tanımlanmıştır ve “
Sermaye ve Kâr”
[133]hakkındaki bölümde daha da işlenmesi gereklidir.
Bir bütün olarak dolaşım süreci ya da bir bütün olarak sermayenin yeniden-üretim süreci, sermayenin üretim evresinin ve dolaşım evresinin birliğidir, öyleki bu iki süreci ya da evreleri içerir. Soyut bunalım biçimi ya da olasılığının daha ileri aşamada gelişimi oradadır. Bunalımı yadsıyan ekonomistler sonuç olarak, bu iki evrenin birliğini ileri sürerler. Eğer birlik olmasalardı da yalnızca ayrı olsalardı, o zaman birlikleri zorla kurulamazdı, ve dolayısıyla bunalım olamazdı. Eğer ayrı olmaksızın yalnızca birlik olsalardı, o zaman, bunalım anlamına gelecek şiddete dayalı bir ayrılma sözkonusu olmazdı. Bunalım, birbirinden bağımsızlaşan etmenlerin birliğinin zor yoluyla kurulması ve esas olarak tek ve bir olan etmenlerin zor yoluyla ayırılmasıdır. |716||
[11. Bunalım Biçimleri Üzerine]
||770a| Sayfa 716’ya eklenti.
Demek ki:
1. Genel bunalım
olasılığı, sermayenin başkalaşımı sürecinde, iki bakımdan veridir: para
dolaşım aracı olarak işlev gördükçe [bunalım olasılığı]
alım ve safımın birbirinden ayrılmasındadır; para
ödeme aracı olarak işlev gördükçe birbirinden farklı iki iş görür —
değer ölçütü ve
değeri gerçekleştirici olarak hareket eder. Bu iki yön birbirinden ayrılabilir. Bu ikisi arasındaki
aralıkta değer değişirse, eğer metanın satıldığı andaki
değeri, paranın değer ölçütü olarak ve dolayısıyla karşılıklı yükümlülüklerin ölçütü olarak hareket ettiği andaki meta
değeri kadar değilse, o zaman
metanın satışından elde edilen parayla yükümlülük yerine getirilemez ve bu nedenle, geriye doğru yalnızca bu tek işleme bağlı olan tüm işlemler, çözüme bağlanamaz. O zaman meta, yalnızca
sınırlı bir zaman boyunca satılamazsa, her ne kadar değeri değişmese bile,
para ödeme aracı olarak hareket edemez, çünkü o kimliğiyle
kabul edilmiş belli bir zaman süresi içinde işlevini yerine getirmiş olması gerekir. Ancak aynı miktarda para, bir dizi karşılıklı işlem ve yükümlülükte [ardarda
-ç.] işlevsel olduğu için ödeme güçsüzlüğü yalnızca bir noktada değil birçok noktada olur ve
bunalım ortaya çıkar.
[sayfa 493]
Bunlar bunalımın
biçimsel olasılıklarıdır. Anılan ilk biçim, ikincisi olmaksızın olanaklıdır — yani bunalımlar, kredi olmaksızın, para ödeme aracı olarak hareket etmeksizin olanaklıdır. Ama ikinci biçim,
birincisi olmaksızın olanaklı değildir — yani alımla satım ayrılmaksızın olanaklı değildir. Ancak ikinci durumda bunalım, meta satılamadığı için patlak vermez,
belirli bir zaman süresi içinde satılamadığı için patlak verir; bunalım ortaya çıkar ve karakterini yalnızca metanın
satılamamış olmasından değil, ama bu belirli metanın belirli bir zaman süresi içinde satılmasına bağlı olan
bir dizi ödemenin yerine getirilmemiş olmasından alır. Bu
para bunalımının karakteristik biçimidir.
Dolayısıyla, alım ve satım birbirinden ayrıldığı için
bunalım ortaya çıktıysa, para
ödeme aracı olarak belirir belirmez, bir
para bunalımı halini alır; ve bu
ikinci bunalım
biçimi, birincisi ortaya çıktığı zaman onu, işin seyri gereği [doğal olarak
-ç.] izler. Genel
bunalım olasılığının neden
gerçek bunalıma dönüştüğünü incelerken, bunalımın
koşullarını incelerken, paranın bir
ödeme aracı olarak belirmesinden kaynaklanan bunalım
biçimlerine eğilmek [bu nedenle
-ç.] çok gereksizdir. Ekonomistlerin bu
apaçık biçimi, bunalımların
nedeni diye öne sürmekten pek hoşlanmaları da işte bundan ileri gelir. (Paranın ödeme aracı olarak belirişi kredinin ortaya çıkışıyla ve
kredi fazlasıyla ilgili olduğu ölçüde bu ikinci durumun nedenleri daha sonra incelenecektir; burası yeri değil.)
2. Bunalımlar
fiyatlardaki değişikliklerden ve
fiyatların altüst oluşundan ileri geliyorsa, bunlar metaların
değerindeki değişmelerle örtüşmedikçe, doğal olarak, sermayenin genel [bir çerçevede
-ç.] incelenişi sırasında ele alınamaz, çünkü bu konumda meta fiyatlarının, meta
değerleriyle özdeş olduğu varsayılmaktadır.
3. Bunalımın
genel olasılığı, sermayenin kendisinin biçimsel
başkalaşımıdır, zamanda ve mekanda alımın ve satımın ayrılmasıdır. Ama bu asla bunalımın
nedeni değildir. Çünkü bu,
bunalımın en genel biçiminden başka bir şey değildir, yani
en genelleştirilmiş ifadesiyle bunalımdır. Ama,
bunalımın soyut biçiminin bunalım nedeni olduğu söylenemez. Eğer biri nedeninin ne olduğunu sorarsa, bunalımın
soyut biçiminin, olabilirlik biçiminin, olasılıktan
fiiliyata neden dönüştüğünü bilmek istiyor demektir.
4. Bunalımların
genel koşulları, değerdeki dalgalanmalardan farklı olarak ortaya çıkan fiyat dalgalanmalarından (bu kredi sistemiyle bağlı olsun ya da olmasın fark etmez) bağımsız oldukça, kapitalist üretimin genel koşulları yönünden açıklanabilir nitelikte olmalıdır. |770a||
||716| (Bir
bunalım: 1. [paranın]
üretken sermayeye [sayfa 494] yeniden-dönüştürülmesi sırasında ortaya çıkabilir; 2. üretken sermayenin parçalarının, özellikle
hammadde parçasının
değerindeki değişmeler yoluyla, örneğin pamuk hasadının miktarında bir azalma olduğunda –böylece değeri artınca– ortaya çıkabilir. Burada henüz fiyatlarla değil
değerlerle ilgileniyoruz.) |716||
||770a|
Birinci Evre. Paranın yeniden sermayeye dönüştürülmesi. Belirli bir
üretim ya da
yeniden-üretim düzeyinin varolduğu öngörülmüştür. Burada
sabit sermaye belirli olduğu, geri kalanın da değişmediği ve
değer yaratılması sürecine katılmadığı kabul edilebilir. Ham-maddenin yeniden-üretilmesi, yalnızca istihdam edilen emeğe bağlı olmadığı, ama
doğal koşullarla sınırlı bulunan emeğin üretkenliğine de bağlı olduğu için ||XIV-771a|
aynı miktar emeğin ürettiği ürün
miktarının, oylumunun (
kötü hasat sonucu) düşmesi olanaklıdır.
Hammaddenin değeri bundan ötürü artar, oylumu azalır; başka deyişle, üretimi eski düzeyde sürdürmek için
sermayenin çeşitli tamamlayıcı parçalarına, yeniden-dönüştürülmesi gereken para
payları bozulur.
Hammaddeye daha fazla harcanması gerekir,
emek için daha az kalır ve eskisi kadar emek miktarını emmek olanaklı olmaz. Birincisi, hammadde açığı nedeniyle, bu
fiziksel olarak olanaklı değildir. İkincisi, daha büyük bir
ürün değeri parçasının hammaddeye dönüştürülmesi gerektiği, böylece
değişen sermayeye dönüştürülecek payın daha az kalması nedeniyle olanaklı değildir. Yeniden-üretim aynı düzeyde
yinelenemez. Sabit sermayenin bir parçası atıl kalır, işçilerin bir bölümü de kapı dışarı edilir.
Kâr oranı düşer, değişmeyen sermayenin değişen sermayeye göre değeri artmış ve daha az değişen sermaye kullanılmıştır. Süreğen bir kâr oranına ve emek sömürüsüne temellendirilen sabit yüklentiler –faiz, rant– aynı kalır ve bir bölümü
ödenemez. İşte
bunalım. Emek krizi, sermaye krizi. Demek ki bu, değişmeyen sermayenin, ürün değerinden karşılanarak yenilenecek olan parçasının değerindeki artıştan ötürü,
yeniden-üretim sürecinde meydana gelen bir
altüst oluştur. Üstelik gerçi
kâr oranı azalmaktadır ama,
ürünün fiyatında artış vardır. Eğer bu ürün, öteki üretim alanlarına, üretim aracı olarak giriyorsa, fiyatındaki artış, oralardaki
yeni-den-üretimde de aynı altüst oluşa yol açacaktır. Eğer, yaşam aracı olarak genel tüketime giriyorsa,
işçilerin de tüketimine girebilir ya da girmeyebilir. Eğer girerse, etkisi,
değişen sermayede yarattığı altüst oluşun aynıdır; buna daha sonra değineceğiz. Ama
genel tüketime girdiği ölçüde (eğer tüketimi azaltılmazsa) öteki ürünlerdeki
talebin düşmesine yol açabilir ve sonuçta o ürünlerin, değerlerinden,
yeniden paraya
dönüştürülmelerini engeller, böylece, üretimlerinin
öteki yönünü —
paranın yeniden üretken sermayeye
[sayfa 495] dönüştürülmesini değil, ama metaların
yeniden paraya
dönüştürülmesini altüst eder. Her durumda,
kârın oylumu ve
ücretlerin oylumu bu üretim alanında azalır, böylece meta satışı sonucu, öteki üretim alanlarından gelecek
gerekli gelirlerin bir bölümünü azaltır.
Bu tür bir
hammadde darlığı yalnızca
hasadın etkisiyle ya da hammadde sağlayan emeğin
doğal üretkenliğinin etkisiyle olmayabilir. Çünkü
artı-değerin, ek sermayenin aşırı bir bölümü, belli bir üretim alanında makineye vb. yatırılırsa, o zaman hammadde,
eski üretim düzeyi için ne kadar yeterli olsa da
yeni düzeyde yetersiz kalacaktır. Demek ki böyle bir durum, ek sermayenin çeşitli tamamlayıcı parçalarına
oransız dönüştürülmesinden ileri gelir. Bu,
sabit sermayenin aşırı-üretimidir ve birinci durumda ortaya çıkan sonuçların aynısına yol açar. (Bir önceki sayfaya bakınız.) |XIV-771a||
||XIV-861a| [...]
Ya da [bunalımlar]
sabit sermayenin aşırı-üretiminden, dolayısıyla döner sermayenin göreli eksik-üretiminden ileri gelebilir.
Sabit sermaye, döner sermaye gibi metalardan ibaret olduğuna göre,
sabit-sermayenin aşırı-üretimini kabul ve itiraf eden aynı iktisatçıların,
metaların aşırı-üretimini yadsımaları epey gülünçtür.
5.
Yeniden-üretimin birinci evresindeki altüst oluşlardan ileri gelen
bunalımlar: yani, metaların paraya dönüşündeki kesinti ya da
satışın kesintiye uğraması. Birinci türden [hammadde fiyatındaki artıştan ileri gelen] bunalımlarda, bunalım, üretken sermayedeki etmenlerin
geriye akışındaki kesintiden kaynaklanır. |XIV-861a|
[sayfa 496]
[12. Kapitalizm Koşullarında Üretimle Tüketim Arasındaki Çelişkiler.
Belli-Başlı Tüketim Mallarındaki Aşırı-Üretimin Genel Aşırı-Üretim
Halini Alması]
||XIII-716| Bunalımın yeni biçimleri
[134] üzerindeki incelemelere geçmeden önce, Ricardo’yu ve yukardaki örneği yeniden gözden geçireceğiz. |716||
||716| Dokuma fabrikasının sahibi yeniden-ürettikçe ve [sermaye
-ç.] biriktirdikçe işçileri de onun ürününün bir bölümünü satın alırlar, ücretlerinin bir bölümünü amerikan bezine harcarlar. O ürettiği için işçiler, onun ürününün bir bölümünü satın alacak araçlara sahiptirler ve böylece bir ölçüde ona amerikan bezini satma araçlarını verirler, işçi yalnızca
bireysel tüketime giren metaları satın alabilir — yalnızca o tür metalara yönelik
talebi temsil edebilir; çünkü kendi emeğini kendi hesabına kullanmamaktadır, zaten bunu yapabileceği araçlara –emek araçlarına ve işleyebileceği hammaddeye de– sahip değildir. Bu durum, demek ki, üreticilerin, işçilerin çoğunluğunu kapitalist üretimin başat olduğu yerde tüketiciler, [birçok metanın] alıcıları olmaktan dışlar. İşçiler herhangi bir hammadde, herhangi bir iş araç-gereci satın almazlar; yalnızca geçim araçları, doğrudan
bireysel tüketime giren metalar satın alırlar. Dolayısıyla, üreticilerle tüketicilerin özdeşliğinden söz etmekten daha gülünç hiçbir şey olamaz; çünkü üretim alanlarının çok büyük bir bölümünde –doğrudan tüketim maddeleri çıkarmayanlarda– üretime katılanların tüm kitlesi, kendi ürünlerini
satın almaktan dışlanmışlardır. Her ne kadar kendi ürünlerinin bu geniş bölümünün değerinin bir parçasını satın aldıkları tüketim maddelerine öderlerse de hiçbir zaman o ürünlerin
doğrudan tüketicileri ya da alıcıları değildirler. Bu ayrıca, tüketici sözcüğünün nasıl ikili bir anlam taşıdığını ve bu sözcüğü alıcı sözcüğüyle özdeşlemenin ne kadar yanlış olduğunu da gösterir. Sınai tüketime gelince, makineleri ve hammaddeyi tüketenler, çalışma sürecinde kullanıp tüketenler de işçilerin ta kendisidir. Ama onları kendileri için kullanıp tüketmezler, ve bu nedenle o metaların
alıcıları değildirler. Makineler ve hammaddeler onlar için ne kullanım-değeridir, ne metadır; kendilerinin öznel koşulu olduğu bir sürecin nesnel koşullarıdır.
||717| Bununla birlikte, işverenlerinin, üretim araçları ve hammadde alımında onları temsil ettiği söylenebilir. Ama o, onları, onların kendilerini pazarda temsil ettiklerinden daha farklı koşullarda temsil etmektedir. O artı-değeri, ödenmemiş emeği temsil eden miktarda metayı satmak durumundadır, işçiler ise yalnızca,
[sayfa 497] üretime yatırılan değeri –üretim araçlarının, hammaddelerin ve ücretlerin değerini– yeniden-üretecek miktarda meta satmak durumundadırlar. Dolayısıyla, [kapitalist
-ç.]
işçilerin gerek duyduğundan daha geniş bir pazara gerek duyar. Ayrıca, yeniden-üretimi başlatmak için pazar koşullarının yeterli olup olmadığı da işçilere değil, ona bağlıdır.
Böylece bireysel olarak değil, sınai olarak tüketilmesi gereken maddelerle ilgili olarak –yeniden-üretim sürecinde herhangi bir kesinti yokken bile– işçiler tüketici olmaksızın üreticidirler.
Dolayısıyla, tüketiciler (alıcılar) ile üreticilerin (satıcıların) kapitalist üretimde özdeş olduğunu, bunalımları yadsımanın bir aracı olarak öne sürmekten daha saçma hiçbir şey yoktur. Bunlar tamamen birbirinden ayrı kategorilerdir. Yeniden-üretim süreci gerçekleştiği ölçüde, bu özdeşlik 3.000 üreticiden yalnızca biri için, kapitalist için iddia edilebilir. Öte yandan, tüketicilerin üreticiler olduğunu öne sürmek de aynı derecede yanlıştır. Toprak sahibi (rant) üretmez, ama tüketir. Aynı şey para sahibi sınıf için de geçerlidir.
Bunalımları yadsımak için kullanılan minareye kılıf arayıcı ifadeler, her zaman kanıtlamak istediği şeyin tersini kanıtladığı için önemlidir. Bunalımları yadsımak için, birliği vurguladıkları yerde çelişki ve karşıtlık vardır. Dolayısıyla, düşlemlerinden silip attıkları çelişkiler, fiilî olarak bulunmasaydı herhangi bir bunalım olmayacağını kanıtladıkları söylenebildiği ölçüde önemlidirler. Ama gerçekte bunalımlar vardır, çünkü bu çelişkiler vardır. Bunalıma karşı öne sürdükleri her mantık, karanlık ruhtan çekilip çıkarılacak dışarı atılan bir çelişkidir ve bu nedenle bunalımlara neden olabilen gerçek bir çelişkidir. Çelişkilerin varolmadığına kendini inandırabilme arzusu, aynı zamanda, gerçekten varolan çelişkilerin
varolmaması gerektiğini yakaran bir iman ifadesidir. İşçinin gerçekte ürettiği şey, artı-değerdir. Bunu ürettikleri sürece tüketebilirler. Artı-değeri üretir olmaktan çıktıkları anda tüketimleri durur, çünkü üretimleri durur. Ancak tüketebiliyor olmaları, kendi tüketimlerinin eşdeğerini üretmiş olmalarından ötürü değildir. Tam tersine, yalnızca böyle bir eşdeğeri ürettikleri anda tüketimleri kesilir, tüketecekleri bir eşdeğer kalmaz. Ya çalışmaları durdurulur veya kısaltılır, ya da, her durumda, ücretleri düşürülür. Böyle bir durumda –üretim düzeyi aynı kalırsa– ürettiklerinin eşdeğerini tüketmezler. Ama bu tüketim araçlarından yoksun kalışları yeterince üretmedikleri için değil, kendi ürünlerinden kendilerine çok az düştüğü içindir.
Bu ilişkiler yalnızca tüketiciyle üretici ilişkilerine indirgendiği zaman, bazı tüketicilerin hiç üretmediği gerçeği bir yana, üreten
[sayfa 498] ücretli emekçiyle üreten kapitalistin birbirinden tamamen farklı iki üretici olduğu gözardı edilmiş olur. Bir kez daha, üretimde gerçekten varolan bir
çelişki, o çelişkiye sırtını dönerek yadsınmaktadır. Ücretli emekçiyle kapitalist arasındaki ilişkinin yalnızca kendisi bile:
1. Üreticilerin çoğunluğunun (işçilerin), kendi ürettikleri ürünlerin geniş bir bölümünün, özellikle üretim araçlarıyla hammaddelerin tüketicileri (alıcıları) olmadıklarını gösterir;
2. Üreticilerin çoğunluğunun, işçilerin, ürettiklerine denk bir miktarı, o denk miktardan daha fazlasını yani bir
artı-değeri, bir
artı-ürünü üretirlerse tüketebildiklerini gösterir. Her zaman
aşırı-üreticiler olmak zorundadırlar; ||718| kendi gereksinimlerinin sınırları içinde tüketici ve alıcı olabilmek için bu gereksinimin üstünde ve ötesinde üretmelidirler.
[135]Bu üreticiler sınıfıyla ilgili olarak, üretimle tüketimin birliği, her durumda,
prima facie yanlıştır.
Ricardo
talepte tek sınırın üretim olduğunu ve bunun sermaye tarafından sınırlandığını
[136] söylediği zaman, bunun anlamı, gerçekte, yanlış varsayımlardan ayıklanınca, kapitalist üretimin, kendi ölçütünü yalnızca sermayede bulduğudur, bundan başka bir şey değildir; ne var ki, bu çerçevede sermaye terimi, sermayenin üretim koşullarından biri olarak, onunla bütünleştirilen (sermayenin satın aldığı) emek-gücünü de içerir. Soru, bu haliyle sermayenin, tüketim için bir sınır olup olmadığıdır. Her şey bir yana, olumsuz anlamda, yani üretilenden daha fazlası tüketilemez anlamında bir sınırdır. Ama soru, bunun olumlu anlamda da geçerli olup olmadığıdır, yani –kapitalist üretim temelinde– üretilen kadar tüketilebilir mi ya da tüketilmeli midir, sorusudur. Ricardo’nun tezi doğru çözümlendiği zaman, kastettiğinin tam tersini söyler — yani, üretim, mevcut tüketim sınırlarını dikkate almaksızın gerçekleştirilir, ama yalnızca sermayenin kendisi tarafından sınırlandırılmıştır. Ve bu, bu üretim biçiminin karakteristiğidir.
Demek ki varsayıma göre, pazar, diyelim
pamuklu kumaşa boğulmuştur, öyle ki bir bölümü ya da tümü satılmaksızın beklemektedir veya ancak fiyatının epey altında satılabilmektedir. (Şimdilik bu fiyata, biz
değer diyeceğiz; çünkü gerçi dolaşım ya da yeniden-üretim sürecini gözden geçiriyoruz ama henüz, maliyet fiyatıyla ya da ondan da daha az ölçüde pazar fiyatıyla değil, değerle ilgiliyiz.)
Söylemeye gerek yok, bu gözlemlerimizin tümünde, tek tek bazı alanlarda çok fazla üretim yapılmış olabileceği ve
bu nedenle başka alanlarda çok az üretilmiş olabileceği yadsınmamıştır; şu halde
dengesiz üretimden kısmi bunalımlar doğabilir (ne var ki
[sayfa 499] dengesiz üretim her zaman yalnızca rekabet temelindeki dengesiz üretimin sonucudur) ve bu dengesiz üretimin genel biçimi, sabit sermayenin aşırı üretimi ya da öte yandan döner sermayenin aşırı üretimi biçiminde kendini gösterir.
Nasıl ki metaların, değerlerinden satılmalarının koşulu, yalnızca toplumsal bakımdan gerekli olduğu kadar emek-zamanı içermeleriyse, sermayenin tüm üretim alanının koşulu da belli bir üretim alanında, toplumun toplam emek-zamanının yalnızca gerekli parçasının kullanılmasıdır — yalnızca toplumsal gereksinimin (talebin) doyurulması için gerek duyulan emek-zamanının kullanılmasıdır. Eğer daha çoğu kullanılırsa, her bir bireysel meta yalnızca gerekli emek-zamanını içeriyor olsa bile, toplamın kendisi, toplumsal bakımdan gerekli olandan daha fazla emek-zamanını içerir; dolayısıyla, gerçi bireysel meta bir kullanım-değeri taşıyorsa da metalar toplamı, düşünülen bu koşullar altında kullanım-değerinin bir bölümünü yitirir.
Bununla birlikte, bu durum, dengesiz üretimden kaynaklandığı ölçüde, yani toplumsal emeğin tek tek üretim alanları arasındaki dengesiz dağılımından kaynaklandığı ölçüde bir bunalımdan söz etmiyoruz. Bu, ancak sermayelerin rekabetiyle bağlantılı olarak gözden geçirilebilir. Bu çerçevede daha önce belirtildiği gibi
bu dengesizliğin pazar fiyatında neden olduğu yükselme ya da düşme, sermayenin bir daldan çekilip bir başkasına aktarılması ile, sermayenin bir daldan ötekine göçü ile sonuçlanır. Ne var ki bu dengelemenin kendisi, dengelemenin karşıtının önceden varolmasını gerektirir ve dolayısıyla
bunalımı kapsar; bunalımın kendisi dengelemenin bir türü olabilir. Ricardo, vb. bu bunalım türünü kabul ederler.
Üretim sürecini gözden geçirirken
[137] gördük ki, kapitalist üretimin bütün hedefi olabilen en büyük artı-emeği ele geçirmektir; başka deyişle, belli bir sermayeyi kullanarak, ister işgününün uzatılması yoluyla olsun, ister işbirliği, işbölümü, makine vb. aracılığıyla emeğin üretkenlik gücünü artırarak olsun, kısacası geniş ölçekli üretim, yani kitlesel üretim yoluyla, olabilen en büyük miktarda doğrudan emeği fiiliyata geçirmektir. Demek ki pazarın sınırlarını dikkate almaksızın üretmek, kapitalist üretimin doğasında vardır.
Yeniden-üretimi incelerken, her şeyden önce, üretim yönteminin aynı kaldığını ve üretimin genişlediği sürece aynı kaldığını varsaymıştık. Bu örnekte, üretilen metalar, sermaye daha üretken
[sayfa 500] kullanıldığı için değil, daha fazla sermaye kullanıldığı için artmıştı. Ama sermayede ||719| yalnızca miktar olarak artış bile onun üretkenlik gücünün arttığına işarettir. Eğer sermayenin miktar olarak artışı, üretkenlik gücünün gelişiminin sonucuysa, üretkenlik gücü de daha geniş, daha büyümüş kapitalist temelin varlığına dayanarak gelişir. Karşılıklı etkileşim sözkonusudur. Daha genişlemiş bir temeldeki yeniden-üretim, [sermaye
-ç.]
birikimi, başlangıçta üretimin yalnızca miktar olarak artışıymış gibi görünse de –aynı üretim koşullarında daha fazla sermaye kullanılması– belli bir noktada, her zaman, yeniden-üretimin gerçekleştirildiği koşulların daha ileri üretkenliği biçimi altında niteliksel bir genişlemeyi de ifade eder. Sonuç olarak ürün hacmi, yalnızca, genişletilmiş yeniden-üretimdeki –birikimdeki– sermaye büyüyüşüne oranla artmakla yetinmez.
Şimdi amerikan bezi örneğimize geri dönelim.
Pamuklu beze doymuş olan pazardaki durgunluk, dokumacının yeniden-üretim sürecini engeller. Bu altüst oluş önce onun işçilerini etkiler. [İşçiler] şimdi artık onun ürününün –pamukluların– ve kendi tüketimlerine giren öteki metaların ya daha alt düzeyde tüketicisidirler ya da hiç tüketicisi değildirler. Kuşkusuz, işçiler pamuklulara gereksinim duymaktadırlar, ama satın alamazlar, çünkü alma olanakları yoktur; alma olanakları yoktur, çünkü üretimi sürdürememektedirler; üretimi sürdürememektedirler, çünkü çok fazla üretilmiştir, pazarda çok fazla pamuklu vardır. Ne Ricardo’nun “onların üretimini artırma” öğüdü, ne önerdiği “başka bir şey üretme” seçeneği işçilere yardım edebilir.
[138] Şimdi geçici artı-nüfusun bir parçasını
emekçilerin üretim fazlasının –bu örnekte
pamuklu üreticilerinin– bir parçasını oluştururlar, çünkü
pazarda pamuklu ürünü fazlası vardır.
Ancak, pamuğun bu yeniden-üretimi sürecindeki kesintiden pamuklu dokumaya yatırılan sermayenin doğrudan istihdam ettiği işçilerin yanısıra çok sayıda başka üretici de darbe yemiştir:
eğirmenler, pamuk yetiştiricileri, makine yapımcıları (iğ, dokuma tezgahı, vb. üreticileri), demir ve kömür üreticileri, vb.. Bütün bu alanlardaki yeniden-üretim de engellenecektir, çünkü pamuklu kumaşın yeniden-üretimi, kendi yeniden-üretimlerinin koşuludur. Onlar kendi alanlarında
aşırı üretim yapmamış olsalar bile, yani pamuk üretiminin, düzenli işlerken koyduğu sınırların ötesinde üretmemiş olsalar bile, bu böyle olur. Bütün o sanayilerin ortak yanı, gelirlerini (ücretlerini ve kârlarını, kâr biriktirilmeyip gelir olarak tüketildiği ölçüde) kendi ürünlerine değil, amerikan bezinin yanısıra başka alanlarda üretilen tüketim maddelerine harcayarak
[sayfa 501] tüketmeleridir. Demek ki, pazarda çok fazla amerikan bezi bulunduğu için tüketimi ve amerikan bezi talebi düşer. Ama bu, o
dolaylı pamuklu üreticilerinin tüketim maddesi olarak gelirlerini harcadıkları öteki tüm metalar için de sözkonusudur. Amerikan bezi ve öteki tüketim maddelerini alma olanakları daralır, azalır, çünkü pazarda çok fazla amerikan bezi vardır. Bu öteki metaları da (tüketim maddelerini de) etkiler. Şimdi hepsi, bir anda
göreli olarak aşırı-üretilmiş gibi olur, çünkü, onları satın alma
araçları ve dolayısıyla talep daralmıştır. Bu alanlarda aşın-üretim olmamışsa bile şimdi artık aşırı-üretmektedirler.
Eğer aşın-üretim yalnızca
pamukluda değil, ama
keten, ipekli ve
yünlü kumaşlarda da olmuş olsa, o zaman bu az sayıda ama önde gelen mallarda görülen aşın-üretimin, pazarın tümünde aşağı yukarı genel [
göreli)
bir aşın-üretime nasıl yol açtığı anlaşılabilir. Bir yandan her türlü yeniden-üretim aracı bolluğu ve pazarda da her türlü satılmamış malın aşın bolluğu vardır, öte yanda iflas etmiş kapitalistler ile, sefil, aç işçiler.
Ama bu, iki uçlu bir savdır. Bazı önemli tüketim maddelerindeki aşın-üretimin, kendi ardından, aşağı yukarı genel bir aşırı-üretimi getirmek zorunda olduğu eğer kolaylıkla anlaşılır bir şeyse de bu maddelerdeki aşın-üretimin nasıl ortaya çıkabileceği o kadar açık değildir. Çünkü genel aşın-üretim olgusu, yalnızca bu alanlarda doğrudan istihdam edilen işçilerin karşılıklı bağımlılıklarından değil, ama birbirlerinin ürünlerinin öğelerini,
değişmeyen sermayelerinin çeşitli aşamalarını üreten tüm bu sanayi dallarının karşılıklı bağımlılıklarından çıkar. Arkadan gelen sanayi dallarında aşın-üretim bir sonuçtur. Ama birincisine [dokumacıya
-ç.]
nereden gelmiştir? Çünkü, birinci
üretimi sürdürdükçe ötekiler üretime devam ederler, gelirde ve dolayısıyla kendi tüketimlerinde genel bir büyüme güvence altında görünür.
[139] |719||
[13. Pazardaki Genişlemenin Üretimdeki Gelişmeye Ayak
Uyduramaması. Tüketimin ve İç Pazarın Sınırsız Genişleyebilirliği
Konusundaki Rikardocu Yaklaşım]
||720| Eğer [yukardaki
-ç.] soruya, sürekli gelişen üretimin (üretim yıllık olarak iki nedenle genişler; birincisi, üretime yatırılan sermaye sürekli olarak büyüdüğü için; ikincisi, sermaye sürekli olarak daha üretken kullanıldığı için; yeniden-üretim ve birikim sırasında, ufak tefek iyileştirmeler sürekli üstüste eklenir ve sonunda üretim düzeyinin tamamını değiştirir. Geliştirmeler üstüste yığılır, üretken güçlerde kümülatif bir gelişme olur.) sürekli genişleyen
[sayfa 502] bir pazar gerektirdiği ve üretimin pazardan daha hızlı genişlediği belirtilerek yanıt verilirse, o zaman açıklanması gereken olguyu anlatmak için, yalnızca farklı terimler kullanmakla –soyut terimler yerine somut terimler kullanmakla– yetinilmiş olur. Pazar, üretimden daha yavaş genişler; ya da sermayenin, yeniden-üretim sürecinde içinden geçtiği döngüde –içinde sermayenin yalnızca yeniden-üretilmediği ama genişletilmiş ölçekte yeniden-üretildiği, içinde sermayenin bir çemberi değil bir sarmalı tanımladığı döngüde– bir an gelir ki, pazar, kendisinin üretim için çok dar olduğunu ortaya koyar. Bu döngünün sonunda olur. Ama yalnızca, pazarın [metaya
-ç.] boğulduğunu ifade eder. Aşırı-üretim belirgindir. Eğer pazarın genişlemesi üretimin genişlemesine ayak uydurabilseydi, pazarda aşırı mal bolluğu, aşın-üretim olmazdı.
Ne var ki, pazarın üretimle birlikte genişlemek zorunda olduğunun yalnızca itiraf edilmesi bile, öte yandan, bir kez daha aşırı-üretim olasılığının itiraf edilmesidir; çünkü pazar kendi dışından coğrafi anlamda sınırlandığı için, iç pazar, hem iç hem dış pazarla karşılaştırıldığında sınırlıdır; dış pazar dünya pazarıyla karşılaştırıldığında sınırlıdır, dünya pazarı ise, kendi içinde genişleyebilme gücünde olduğu halde, zamanın her anındaki sınırıyla çerçevelenmiştir. Aşırı-üretim olmayacaksa pazarın genişlemesinin gerektiğinin itiraf edilmesi, bu nedenle aşırı-üretim olabileceğinin itirafıdır. Çünkü, pazar ve üretim bağımsız iki faktör olduğuna göre birinin genişlemesinin, ötekinin genişlemesine
denk düşmemesi olanaklıdır; pazar sınırlarının üretim için yeterince hızlı genişletilmemiş olması ya da yeni pazarların –pazarın yeni eklentilerinin– üretimin hızlı adımlarının gerisinde kalmış olması ve böylece genişletilmiş pazarın, daha önceki dar pazar gibi bir engel halini alması olanaklıdır.
Bu nedenle Ricardo, üretimin genişlemesi ve sermayenin büyümesiyle eşzamanlı olarak
pazarın genişlemesinin gerekirliğini yadsırken tutarlıdır. Bir ülkede bulunan tüm sermaye o ülkede yararlı biçimde kullanılabilir [der
-ç.]. Böylece Ricardo, bir yandan kendisinin (Ricardo’nun) görüşünü öne süren, öte yandan her zamanki akılcı yetisiyle o görüşe karşı çıkan Adam Smith’le polemiğe girişir. Adam Smith henüz aşırı-üretim olgusundan ve aşırı-üretimden kaynaklanan bunalımlardan habersizdir. Onun tek bildiği, kredi ve banka sistemiyle birlikte otomatik olarak ortaya çıkan kredi ve para bunalımlarıdır. İşin aslında, sermaye birikiminde, bir ulusun genel zenginlik ve gönencinin koşulsuz artışını görür. Öte yandan iç pazarın, dış pazara, koloni pazarına ve dünya pazarına doğru genişleyişi gerçeğinde, iç pazarda göreli (potansiyel) aşırı üretim
[sayfa 503] dediği şeyin kanıtını görür. Bu noktada Ricardo’nun ona yönelttiği polemiği alıntılamaya değer:
“Tüccarlar sermayelerini dış ticarete ya da taşımacılığa yatırdıkları zaman bu bir zorunluluk değildir, her zaman bir seçim sorunudur: o işte kârları, iç ticarete göre şu ya da bu ölçüde daha fazla olacağı içindir.
“Adam Smith haklı olarak ‘her insanda yiyecek arzusunun, insan midesinin dar kapasitesiyle sınırlandığını gözlemlemiştir”’.
<Burada Adam Smith fevkalade hatalıdır, çünkü lüks tarım ürünlerini dışlar>
“ama maddi rahatlıklar, yapı süsleme eşyaları, giysi, yolculuk kıyafetleri, ev eşyası ve mobilyalar için duyulan arzu, görünüşe göre sınırsızdır ya da belirli bir çerçevesi yoktur.”
“Doğa” (diye devam ediyor Ricardo) “demek ki, tarımda herhangi bir [...] anda kârlı biçimde yatırılabilecek sermaye miktarını zorunlu olarak sınırlamıştır,”
<
Tarımsal ürünler ihraç eden ulusların bulunmasının nedeni bu mu acaba? Sanki doğaya karşın, örneğin İngiltere’de kavun, incir, üzüm, vb. ... çiçek, vb. ... ve kuşlar av kuşları vb. (örneğin Romalıların yalnızca yapay balık yetiştirme kültürüne yatırdıkları sermayeyi düşünün) üretmek için olabilecek her sermayeyi koyması olanaksızmış gibi. Ve sanki sanayi hammaddelerini tarımsal sermaye üretmiyormuş gibi.>
“ama doğa, maddi rahatlıklar ve yaşamı [güzelleştiren -~ç.] süs eşyaları sağlamakta kullanılabilecek sermaye miktarına herhangi bir sınır koymamıştır.” (Sanki, doğanın konuyla herhangi bir ilgisi varmış gibi.) “Bu hoş nesneleri azami miktarda sağlamak hedeflenen amaçtır ve bu amacı ancak dış ticaret ya da taşımacılık daha iyi başaracağı için, insanlar, gerek duyulan o metaları ülke içinde’ üretmek yerine dış ticarete ya da taşımacılık işine girerler. Ancak eğer bazı özel durumlar nedeniyle dış ticarete ya da taşımacılığa sermaye yatırmamız engellenirse, o kadar avantajlı olmasa da o sermayeyi ülke içinde yatırmalıyız; ve ‘maddi rahatlıklara, yapı süsleme eşyalarına, giysilere, yolculuk kıyafetlerine, ||721| ev eşyası ve mobilyaya1 duyulan arzunun sınırı olmadığına göre, onları üretecek işçilerin geçimini sağlama gücümüzü çerçeveleyen sınırların dışında, bunları sağlamakta kullanılacak sermayenin herhangi bir sınırı olamaz.
“Oysa Adam Smith taşımacılık işinden seçimimize bağlı bir iş gibi değil, gerektiği için yapılan bir iş gibi söz ediyor; sanki o işe yatırılan sermaye, o yolda kullanılmasaymış, atıl kalırmış gibi, sanki iç ticaretteki sermaye sınırlanmazsa, aşırı bir sermaye akımına uğrarmış gibi söz ediyor. ‘Bir ülkenin sermaye stoku’ diyor, ‘o belirli ülkede tüketimi karşılamakta ve üretken gücünü beslemekte hepsi kullanılamayacak’” (italikler Ricardo’nun)” ‘kadar artarsa, o sermayenin [sayfa 504] fazla kısmı kendini doğal olarak taşımacılık işine fırlatır atar ve aynı hizmeti başka ülkeler için de görmüş olur.
“Peki ama, Büyük Britanya’nın üretken emeğinin bu parçası, ülke içinde daha fazla isteklisi bulunan bir şeyleri satın almakta kullanılacak daha başka mallan hazırlamakta istihdam edilemez mi? Ve eğer bu yapılamazsa, bu üretken emeği, daha az avantajlı da olsa, ülke içinde aranan malları ya da onların yerini tutabilecek olan bazı mallan yapmakta kullanamaz mıyız? Kadife yapmak istiyorsak, kadife yapma girişiminde bulunamaz mıyız; ve eğer başaramazsak, daha fazla kumaş ya da arzuladığımız başka nesneler yapamaz mıyız?
“Meta üretiyoruz ve onlarla yurtdışından mal satın alıyoruz, çünkü ülke içinde sağlayabileceğimizden daha fazla miktarda” (kalite farkı mevcut değil!) “elde edebiliyoruz. Bizi bu ticaretten mahrum edin derhal kendimiz için üretiriz. Ne var ki, Adam Smith’in bu görüşü, onun bu konudaki genel öğretisinin tümüne ters düşüyor.” (Ricardo şimdi Adam Smith’i alıntılıyor:) “Eğer yabancı bir ülke bize bir malı, bizim ürettiğimizden daha ucuza sağlayabiliyorsa, bizim daha avantajlı olduğumuz bir yolda kullanılacak kendi sanayi Ürünlerimizin bir parçasıyla onu satın almak daha iyidir. Ülkede istihdam ettiği genel emekle her zaman oranlı olan sermaye” (çok farklı oranlı) (italikler gene Ricardo’nun) ‘”bu yüzden azalmayacaktır, yalnızca, en yararlı biçimde kullanılabileceği yolu bulmak için serbest kalacaktır.
“Bir kez daha. ‘Bu çerçevede, elinin altında kendi tüketebileceğin-den daha fazla gıda bulunanlar, fazla kısmı ya da aynı anlama gelmek üzere fiyatını, başka hoş şeylerle değiştirmeyi her zaman arzu ederler. Sınırlı arzuyu karşılayanın üzerinde kalan şey, doy tırıllamayan ve tümüyle sınırsız görünen arzuların yerine getirilmesi için verilmektedir. Yoksullar, yiyecek elde etmek için, zenginin keyfîni yerine getirmek için çaba harcayacak ve o yiyeceği daha bir güven altına almak için, kendi ürünlerinin ucuzluğu ve mükemmelliğinde birbirleriyle yarışacaklardır. Artan gıda maddesi miktarıyla ya da artan iyileşmeler ve toprakların ekilmesiyle birlikte işçi sayısı da artar; ve yaptıkları işin doğası, emeğin azami ölçüde alt bölümlere ayrılmasına elvereceği için, kullanabilecekleri malzeme miktarı, işçi sayısındaki artıştan daha fazla o anda artacaktır. Böylece insan buluşunun, yapılarda, giyside, yolculukta kullanılan giysi ve eşyada ya da evlerdeki eşya ve mobilyada, yararlı ya da güzelleştirici bir biçimde kullanma becerisini göstereceği her malzemeye talep çoğalacaktır; toprağın derinliklerinde bulunan fosillere, minerallere, kıymetli ve değerli taşlara olan talep artacaktır.
“Bunlardan çıkan, talebin sınırı olmadığıdır, kâr bıraktığı sürece sermayenin kullanılmasında sınır olmadığıdır ve sermaye ne kadar bollaşırsa bollaşsın, kârların düşmesi için, ücret artışlarından başka bir neden bulunmadığıdır ve bir de şu eklenebilir: ücretlerin [sayfa 505] artışı için yeterli ve kalıcı tek neden, giderek artan sayıdaki işçiler için yiyecek ve zorunlu geçim araçları bulmaktaki güçlüktür” (agy, s. 344-348).
[14. Üretici Güçlerin Hızlı Gelişimiyle Tüketimin Sınırlılığı
Arasındaki Çelişkinin Aşırı-Üretime Yol Açması.
Genel Aşırı-Üretimin Olanaksızlığı Teorisinin Esas Olarak
Mazeretçi Bir Eğilim Göstermesi]
Yanlışlığa yönelten,
aşırı-üretim teriminin kendisidir. Toplumun geniş bir kesiminin en ivedi gereksinimleri karşılanmadıkça ya da
yalnızca en öncelikli gereksinimler karşılandıkça, kuşkusuz
ürünlerin aşırı-üretiminden –o insanların gereksinimine göre ürün miktarının aşırı fazla olduğu anlamında– kesinlikle söz edilemez. Tam tersine, kapitalist üretim temelinde, bu anlamda sürekli bir
eksik-üretim olduğunun söylenmesi gerekir. Üretimin sınırlarını kapitalistin kârı belirler, asla üreticilerin gereksinimleri değil. Ancak, ürünlerin aşırı-üretimiyle,
metaların aşırı-üretimi, tepeden tırnağa, iki farklı şeydir. Eğer Ricardo
meta biçiminin ürün için hiç fark etmediğini ve bir de
meta dolaşımından yalnızca biçimce farklı olduğunu düşünüyorsa –yani bu çerçeve içinde değişim-değerinin, şeylerin değişime sokulmasının yalnızca eğreti bir yaftası olduğunu ve dolayısıyla paranın biçimsel bir dolaşım aracı olduğunu düşünüyorsa– o zaman bu düşüncesi, burjuva üretim biçiminin mutlak üretim biçimi olduğu, dolayısıyla belirli özgün karakteristiği olmayan, ayırıcı özellikleri yalnızca biçimsel olan bir üretim biçimi olduğu yollu önvarsayımı ile aynı çizgidedir. Bundan ötürüdür ki, burjuva üretimin, kendi içinde, üretici güçlerin serbestçe gelişimini önleyen ve bunalımlarda özellikle
aşırı-üretimde –bunalımlardaki bu temel olguda– su yüzüne vuran bir engel taşıdığını itiraf edemez.
||722| Ricardo, Adam Smith’in parçalarında, her tür kullanım-değeri için duyulan sınırsız “
arzu”nun, üreticiler yığınının aşağı yukarı gerekli geçim araçlarıyla –yiyecek ve gerekli tüketim maddeleriyle– sınırlandığı bir ortamda, her zaman karşılanabileceğini, böylece o büyük üreticiler çoğunluğunun –zenginlik, gerekli geçim araçları sınırının ötesine geçtiği ölçüde– bu zenginliğin tüketiminden şöyle ya da böyle dışlanabileceğim görmüş, bunları alıntılamış, onaylamıştır ve bu nedenle de yinelemiştir.
Aslında, köleliğe dayanan eski üretim biçiminde de durum buydu, hatta daha da aşırı ölçüdeydi. Ama o eskiler artı-ürünü sermayeye dönüştürmeyi hiç mi hiç düşünmediler. Ya da çok sınırlı
[sayfa 506] ölçüde dönüştürdüler. (Onlar arasında, dar anlamda hazine yığmanın yaygın oluşu, ne kadar çok artı-ürünün tamamen atıl kaldığını gösterir.) Artı-ürünün büyük bir bölümünü, sanat, din işlerinde,
kamusal işlerde, üretken-olmayan harcamalarda kullanırlardı. Üretimlerinin daha da azı, maddi üretim güçlerinin serbest bırakılmasına ve geliştirilmesine –işbölümüne, makinelere, doğa güçlerinin kullanımını kontrol altına almaya– özel üretime yönlendirilmişti, işin aslında, genel çerçevede, el-zanaatı emeğinin ötesine geçmediler. Özel tüketim için ürettikleri zenginlik, bu nedenle, göreli olarak küçüktü; eğer büyük görünüyorsa, onunla ne yapacağını pek bilemeyen az sayıda insanın elinde toplanmış olmasındandır. Dolayısıyla, eskiler arasında, gerçi hiçbir
aşırı-üretim yoktu ama, zenginlerin Roma ve eski Yunan’ın son dönemlerinde çılgınca bir israfa dönüşen
aşırı-tüketimi vardı. Aralarından ticaret yapan pek az kişi, bir ölçüde,
esas olarak yoksul olan bu halkların sırtından geçinirdi. Modern aşın-üretimin temelini [oluşturan] şey ise, bir yandan, gerekli geçim araçlarının sınırları içine kapatılan üreticiler kitlesi temelinde üretici güçlerin gemlenmemiş gelişimi ve dolayısıyla kitlesel üretim, öte yandan kapitalistlerin kârının belirlediği engeldir.
Ricardo’nun ve başkalarının aşırı-üretim, vb. [tezine
-ç.] karşı ortaya koydukları tüm itirazları, burjuva üretimini ya alım ile satım arasında herhangi bir ayrımın olmadığı bir üretim biçimi –doğrudan takas– ya da
toplumsal bir üretim olduğu görüşüne dayanır; öyle bir toplumsal üretim ki, sanki bir plana göre, toplum kendi üretim araçlarını ve üretken güçlerini, çeşitli toplumsal gereksinimlerin giderilmesi için gereken ölçü ve derecede dağıtır ve her üretim alanı, o alanda gerek duyulan gereksinimi karşılayacağı toplumsal sermaye
payını alır. Bu kurgu, tamamen, burjuva üretimin kendine özgü biçimini kavrama yetersizliğinden kaynaklanır ve bu yetersizliğin kaynağı da tıpkı belirli bir dine inanan ve o dini
en üstün din olarak gören ve onun dışındakileri
sahte din sayan kişinin tutkusu gibi, burjuva üretimini, üretim işte böyle olur diye algılama tutkusudur.
Tam tersine, yanıtlanması gereken soru şudur: Kapitalist üretim temelinde, herkes kendisi için çalıştığına göre ve belli bir emeğin de aynı anda onun karşıtı olarak, soyut genel emek olarak ve bu biçimiyle toplumsal emek olarak ortaya çıkması gerektiğine göre, çeşitli üretim alanları arasında karşılıklı bağımlılığı ve bu alanların boyutlarıyla birbirlerine oranı arasında gerekli dengeyi, süreğen bir uyumsuzluğun sürekli düzeltilerek etkisizleştirilmesi dışında başarmak nasıl olanaklı olabilir? Rekabet yoluyla ayarlama
[sayfa 507] yapıldığından söz edenler bu durumu itiraf etmiş oluyorlar; çünkü bu ayarlamalar, her zaman ayarlanacak bir şey olduğunu, ve dolayısıyla uyumun yalnızca varolan uyumsuzluğu düzelterek gidermeyi öngördüğünü peşin peşin kabul etmiş oluyorlar.
Ricardo’nun bazı metalar için
boğulmuşluğu kabul etmesi de bundandır.
Olanaksız olduğu varsayılan tek şey,
pazarın eşzamanlı olarak genel bir mal fazlalığına
boğulmasıdır. Demek ki, herhangi bir üretim alanında aşın-üretim olasılığı yadsınmıyor. Olanaksız olduğu söylenen şey, bu
eşzamanlılık olgusunun
tüm üretim alanlarında ortaya çıkmasıdır, böylece [
genel] aşırı-üretimin ve pazarın genel bir mal fazlalığına boğulmasının olanaksızlığıdır. (Bu ifade her zaman
cum grano salis kabul edilmelidir; çünkü genel aşırı-üretim dönemlerinde, bazı alanlardaki aşın-üretim hep belli-başlı ticari maddelerdeki aşın-üretimin
ürünü ve sonucudur; her zaman
görelidir; yani, başka alanlarda aşın-üretim olduğu için aşırı üretim.)
Mazeretçiler bunu, tam tersine dönüştürürler. [Yalnızca] belli-başlı ticari maddelerde aşın-üretim [vardır], yalnızca oralarda aktif aşırı-üretim kendini gösterir — bunlar genelde, fabrika yöntemleriyle (ve tarımda da) kitlesel olarak üretilen maddelerdir; o maddelerde aşırı-üretim varolduğu için, onlarda göreli ya da pasif aşırı-üretim, ortaya çıkar. Buna göre aşırı-üretim, yalnızca evrensel olmadığı için vardır. Aşırı üretimin
göreli oluşu –yani birkaç alandaki fiilî aşırı-üretimin başka alanlarda aşırı-üretimi açığa çıkarması– şöyle ifade ediliyor:
Evrensel aşırı-üretim diye bir şey yoktur, çünkü eğer aşırı üretim evrensel olsaydı, tüm üretim alanları, birbirine karşı aynı konumda olurdu; bu nedenle
evrensel aşırı-üretim, aşırı-üretimi dışlayan oransal üretimdir. Ve bunun, evrensel aşırı-üretime karşıt bir sav olması bekleniyor. ||723| Çünkü, mutlak anlamda
evrensel aşırı-üretim, aşırı-üretim olmaktan çok, bütün üretim alanlarında üretken güçlerin olağandan daha fazla gelişmesi demek olacağı için, öne sürüldüğüne göre, bu varolmayan, bu kendi kendini iptal etmiş bulunan aşırı-üretim değildir,
fiilî aşırı-üretim yoktur — o her ne kadar varsa da bu değildir.
Eğer bu zavallı laf ebeliği daha yakından incelenirse, şu demek olur: Varsayalım ki, demirde, pamuklu,
keten, ipek, yün kumaşta vb. aşırı-üretim vardır; o zaman, örneğin çok az kömür üretildi, bu sözü edilen aşırı-üretimin nedenidir, denemez. Çünkü, demirin aşırı-üretimi, kömürde de benzer bir aşırı üretimi içine çeker, tıpkı dokuma kumaştaki aşırı-üretimde iplikteki aşın-üretimin pay
[sayfa 508] sahibi olması gibi. (Kumaşla karşılaştırınca ipliğin aşırı-üretimi, makineyle karşılaştırınca demir, vb. olabilir. Bu her zaman, değişmeyen sermayenin göreli aşırı-üretimidir.) Bu nedenle,
(“
çok fazla üretilmiş olabilecek olan”
) pazarda çok fazla
bulunduğu için “
ona harcanan sermayeyi geri ödeyemeyen inaldan”
[agy, s. 341-342] pozitif aşırı-üretimleri, açıklanması gereken fiilî bir durum olan malların üretimine bir etmen olarak, yani hammadde,
ikincil malzeme ya da üretim aracı olarak girdikleri öne sürülen maddelerin eksik üretilmeleri
sözkonusu olamaz. Sorun, daha çok, doğrudan [başka] üretim alanlarına ait olan mallardadır; bunlar, varsayıma göre, ne
aşırı-üretilen belli-başlı ticari mallar grubuna giren mallardır; ne de belli-başlı ticari mallar grubuna
ara-mallar verdikleri için üretim düzeyi en azından mamulün üretimi düzeyine erişmiş alanların malları grubundandır — gerçi bu alanlarda da üretimin daha da ileri gitmesini ve aşırı-üretim içinde aşırı-üretime neden olmasını engelleyen hiçbir şey yoktur. Örneğin, kömürün, üretimin zorunlu koşulu olduğu tüm sanayilerin sürdürülebilmesine yetecek miktarda üretilmiş olması gerektiğine göre, demirin, ipliğin, vb. aşırı-üretildiği söylendiği zaman, (kömür, demire, ipliğe [vb.] göre
oranlı olarak üretilmiş olsa bile) bu kömürün de aşırı-üretilmiş olduğunu ifade eder ama, demirin, ipliğin, vb. aşırı-üretimi için yeterli olacak kömürden daha fazlasının üretilmiş olması
da olasıdır. Bu yalnızca olanaklı değildir, ama büyük olasılıkla öyledir. Çünkü
kömür ve iplik üretimi ve bir malın ilk evrelerinin üretilmesi için şart olan ve bir başka üretim alanında tamamlanacak olan ürünlerin üretimini yöneten şey hemen görünürdeki talep ya da görünürdeki üretim veya yeniden-üretim değildir, bunların
genişleme derecesi, ölçüsü oranıdır. Açıkça ortadadır ki bu hesapta hedef gereğinden fazla yakına alınmış olabilir. Bu durumda, örneğin piyanodan, değerli taşlardan, vb. yeterince üretilmemiştir, bu ürünler
eksik-üretilmiştir. (Ancak, belli-başlı maddeler arasında olmayan maddelerin aşırı-üretiminin, [öteki alanlardaki
-ç.]
aşırı üretimin sonucu olmadığı, tam tersine, örneğin tahıl ya da pamuk hasadının kötü gitmesinden ileri gelen
eksik-üretimin sonucu olduğu durumlar da vardır.)
Uluslararası sahneye taşındığı anda, bu ifadenin saçmalığı ortaya çıkar; Say’nin ve ondan sonra başkalarının yaptığı budur.
[140] Örneğin İngiltere
aşırı-üretmemiştir, ama İtalya
eksik-üretmiştir. Eğer, her şeyden önce, İtalya, İngiltere’nin meta olarak İtalya’ya ihraç ettiği sermayeyi yenileyecek kadar sermayeye sahip olsaydı, herhangi bir aşırı-üretim olmayacaktı; ikincisi, İtalya o sermayeyi, İngiliz sermayesinin –kısmen kendini yenilemek, kısmen o
[sayfa 509] sermayenin getirdiği geliri yerine geri koymak için– gereksindiği başlıca malları üretecek biçimde yatırmış olsaydı [İngiltere’de
-ç.] aşın-üretim olmayacaktı. Demek ki
İngiltere’de –İtalya’daki
fiili üretime göre– varolan fiilî,
aşın-üretim, aslında sözkonusu değildir; ortada yalnızca
İtalya’daki hayali eksik-üretim vardır; hayalîdir, çünkü ||724| İtalya’da olmayan bir sermayeyi ve üretken güçlerin [belli bir
-ç.]
gelişmişliğini öngörür; ikincisi İtalya’da
varolmayan bu sermayenin,
İngiltere’nin arzıyla İtalya’nın
talebini, İngiliz ve İtalyan üretimini birbirinin tamamlayıcısı yapan bir yolda kullanıldığı gibi ütopik bir varsayıma dayanır. Başka deyişle, eğer arz ve talep birbirine tekabül etseydi, eğer sermaye tüm alanlara bir ürünün üretiminin, ötekinin tüketimini kavradığı, dolayısıyla kendi tüketim kavradığı oranlarda dağılsaydı, aşın-üretim olmayacaktı, demekten başka bir şey değildir. Aşın-üretim olmasaydı, aşın-üretim olmazdı. Ne var ki, kapitalist üretim kendine, yalnızca belli bazı alanlarda belli bazı koşullarda dizginleri salıverme iznini verebildiğine göre, eğer tüm alanlarda
eşzamanlı ve
dengeli gelişmek zorunda olsaydı, kapitalist üretim diye bir şey olmazdı. Mutlak aşın-üretim belli bazı alanlarda olduğu içindir ki, aşın-üretim olmayan alanlarda da göreli aşın-üretim ortaya çıkmaktadır.
Demek ki, bir alandaki aşırı-üretimi, bir
başka alandaki eksik-üretimle açıklamak, yalnızca, eğer üretim birbiriyle oranlı olsaydı aşın-üretim olmayacaktı, demektir. Eğer arz ile talep birbirine tekabül etseydi ya da kapitalist üretim ve üretimin genişlemesinde tüm alanlar –işbölümü, makine, uzak pazarlara ihracat, vb. kitlesel üretimde– eşit fırsat sunsaydı, yani birbiriyle ticaret yapan ülkeler üretimde (ve gerçekten farklı ve birbirini tamamlayıcı üretimde) aynı kapasiteye sahip olsaydı, aynı şey söylenebilir; aşın-üretim olmazdı denebilir. Demek ki aşın-üretim, dini bütünlerin tüm bu duaları kabul olunmadığı için ortaya çıkmaktadır. Ya da daha soyut bir biçimde [şöyle denebilir
-ç.]: Eğer her yerde aynı çapta aşın-üretim olsaydı, hiçbir yerde aşın-üretim olmazdı. Ama her yerde evrensel ölçüde aşın-üretim yapacak kadar sermaye yoktur, o nedenle kısmi bir aşın-üretim vardır.
Bu fanteziyi daha yakından inceleyelim:
Her bir sanayide aşın-üretim olabileceği kabul ediliyor.
Tüm sanayilerde eşzamanlı aşırı-üretimi önleyebilecek tek şey, iddiaya göre, metanın bir metaya karşı değişildiğidir, yani
takasın varsayılan koşullarına sığınılmaktadır. Ama bu saptırmanın yolunu kesen şey [kapitalizm koşullarında],
burada ticaretin takas olmadığıdır; o nedenle, bir metanın satıcısı, mutlaka
aynı zamanda bir başka malın alıcısı olmak zorunda değildir. Demek ki bu saptırmanın
[sayfa 510] esası, paradan uzak durmaya ve bizim, ürünlerin değişime sokulmalarıyla ilgilenmeyip metaların dolaşımıyla –ki bunun önemli bir parçası alım ve satımın birbirinden ayrılmasıdır– ilgilenmiş olmamıza dayandırılmaktadır.
(Sermayenin dolaşımı, kendi içinde kesinti
olasılıklarını taşır. Paranın örneğin yeniden-üretim koşullarına dönüştürülmesinde, sorun yalnızca paranın aynı kullanım-değerlerine (aynı türde) çevrilmesi değildir; yeniden-üretim sürecinin yinelenmesi için, bu kul-lanım-değerlerinin yeniden eski değerlerinden (daha düşük bir değer kuşkusuz daha da iyi olur) elde edilebilmeleri de [bir o kadar
-ç.] önemlidir. Yeniden-üretim öğelerinin hammaddeleri de içeren önemli bir bölümünde, iki nedenle fiyat artışı olabilir.
Birincisi, üretim araç-gereçleri, belli bir zamanda hazır edilebilecek hammadde miktarından daha hızlı artarsa.
İkincisi, hasadın değişken karakteri sonucu. Bundan ötürüdür ki, Tooke’un haklı olarak belirttiği gibi
[141] hava koşulları modern sanayide büyük bir rol oynar. (Aynı şey, ücretlerle ilgili olarak geçim araçlarında da sözkonusudur. Dolayısıyla, paranın yeniden metaya çevrilmesinde, tıpkı, metanın yeniden paraya çevrilmesinde olduğu gibi, bazı güçlükler çıkabilir ve bunalım olasılıkları belirebilir. Basit dolaşım –sermayenin dolaşımı değil– incelenirken, bu güçlükler sözkonusu değildir.) (Bunun yanısıra bunalımların daha başka etmenleri, koşulları ve olasılıkları vardır ki, onlar somut durumları özellikle sermayelerin rekabetini ve krediyi gözden geçirirken incelenebilir.)
||725|
Metaların aşırı-üretimi yadsınmakta, ama
sermayenin aşırı-üretimi kabul ve itiraf edilmektedir. Ne var ki, sermayenin kendisi de metalardan oluşur ya da paradan oluştuğu ölçüde, sermaye olarak işlev görmesi için, yeniden
şu ya da bu türden metalara çevrilmesi gerekir. Peki öyleyse,
sermayenin aşırı-üretimi ne demek oluyor? Artı-değer üretmeye ayrılmış değerin aşırı-üretimi demek oluyor; ya da eğer maddi içerik dikkate alınırsa, yeniden-üretime — yani
çok daha geniş bir ölçekte yeniden-üretime ayrılmış metaların aşırı-üretimi demek oluyor ki, bu sade ve basit anlamında aşırı-üretim ile aynı şeydir.
Daha ayrıntısıyla tanımlanırsa, bunun anlamı,
zenginleşme uğruna çok fazla üretildiğini, ya da ürünün çok büyük bir kısmının gelir olarak tüketilmesinin değil
daha fazla para getirmesinin (birikim için) amaçlandığını: sahibinin kişisel gereksinimlerini karşılamasının değil, ama ona para, soyut toplumsal zenginlik, sermaye getirmesinin, emek üzerinde daha fazla güç sağlamasının, yani bu gücü artırmasının amaçlandığını söylemekten başka bir şey değildir. Bir tarafın söylediği işte bu. (Ricardo bunu yadsır.
) Peki ya
[sayfa 511] öteki taraf, metaların aşırı-üretimini nasıl açıklıyor?
Üretimin yeterince farklılaştırılmadığını, belli tüketim maddelerinin yeterince fazla miktarlarda üretilmediğini söyleyerek açıklıyor. Sorunun sınai tüketim sorunu olmadığı ortada; çünkü keten bezini aşırı-üreten imalatçı, o yolla, iplik, makine, emek, vb. talebini kaçınılmaz olarak artırır. O nedenle sorun kişisel tüketim sorunudur. Çok fazla keten bezi üretilmiştir, ama belki de çok az portakal. Daha önce, alım-satım arasında [herhangi bir] ayrılma [olmadığını] göstermek için paranın varlığı yadsınmıştı. Burada ise kapitalistleri, zenginleşme, yani artı-değerin bir bölümünü sermayeye dönüştürme amacıyla üreten kapitalistler
olarak değil, bireysel tüketim için üreten ve basit M–P–M işlemini gerçekleştiren kişilere dönüştürmek için, sermayenin varlığı yadsınıyor. Ama
çok fazla sermaye olduğunun söylenmesi, her şey bir yana,
gelir olarak çok az tüketildiğini ve o koşullarda daha fazlasının tüketilemeyeceğini söylemek demek oluyor. (
Sismondi.)
[142] Keten bezi üreticisi, tahıl üreticisinden, neden daha fazla keten bezi tüketmesini istiyor, ya da ikinci, neden keten bezi üreticisinin daha fazla tahıl tüketmesini istiyor? Keten bezini üreten kişi, gelirinin (artı-değerin) daha büyük bir parçasını, kendisi keten bezine ve çiftçi tahıla neden çevirmiyor? Her bir birey sözkonusu olduğu ölçüde, (kendi gereksinimlerinin sınırları dışında) sermayeleştirme arzusunun, bunu yapmasını engellediği kabul edilmektedir. Ama kolektif olarak hepsi için bu kabul edilmiyor.
(Metaların yeniden-üretiminin, üretiminden daha ucuz oluşundan kaynaklanan bunalım etmenlerini, dolayısıyla metaların pazardaki değer aşınmasını, burada tümüyle bir yana bırakıyoruz.)
Dünya pazarı bunalımlarında, burjuva üretimin bütün çelişkileri kolektif olarak patlak verir; belirli (içerikleri ve genişlikleri
belirli)
bunalımlarda patlamalar ara aradır, yalıtılmıştır ve tek-yanlıdır.
Aşırı-üretimi, sermaye üretiminin genel yasası özellikle koşullandırır; bu yasa, üretici güçlerin belirlediği sınıra kadar üretme, başka deyişle, pazarın fiilî koşullarını ya da ödeyebilme gücüyle desteklenen gereksinimleri dikkate almaksızın, belli bir miktardaki sermayeyle emeği azami ölçüde sömürme yasasıdır; ve bu, yeni-den-üretimin ve birikimin sürekli genişletilmesiyle ve dolayısıyla gelirin yeniden sermayeye dursuz duraksız dönüştürülmesiyle sürer giderken ||726| öte yandan üretici kitleleri ortalama gereksinim düzeyiyle sınırlı kalırlar ve kapitalist üretimin doğası gereği öyle kalmaları gerekir.
[sayfa 512]
[15. Sermayenin Farklı Birikim Türleri ve Birikimin Ekonomik
Sonuçları Üzerine Ricardo’nun Görüşleri]
“
Vergiler Hakkında”ki VIII. bölümde Ricardo şöyle diyor:
“Bir ülkenin yıllık üretimi yıllık tüketimini yenileyen [bölümden -ç.] daha fazla olduğu zaman, o ülkenin sermayesini artırdığı söylenir; yıllık tüketimi, yıllık üretimi karşılayacak kadar değilse, sermayesinin azaldığı söylenir. Demek ki sermaye artan bir üretimle artırılabilir ya da üretken-olmayan bir tüketim sonucu azalır” (agy, s. 162-163).
“
Üretken-olmayan tüketim”
derken, burada Ricardo’nun kastettiği şey 163. sayfadaki dipnotta söylediği gibi, üretken-olmayan işçilerin “...
yeniden değer üretmeyenlerin”
tüketimidir. Bu nedenle, yıllık üretimdeki artış derken kastedilen, yıllık sınai tüketimdeki artıştır. Yıllık üretimdeki artış, sınai-olmayan tüketim sabit kalırken ya da hatta büyürken doğrudan üretim
genişletilerek ya da sınai-olmayan tüketim azaltılarak sağlanır.
“Gelir tasarruf edildi ve sermayeye eklendi dediğimiz zaman” diyor Ricardo aynı dipnotta, “kastettiğimiz şey, üretken-olmayan işçiler yerine üretken işçiler tarafından tüketilen ve böylece sermayeye eklendiği söylenen gelir parçasıdır” (agy, s. 163, dipnot).
Daha önce gösterdiğim gibi,
gelirin sermayeye çevrilmesi, hiçbir biçimde, gelirin değişen sermayeye dönüştürülmesiyle ya da ücretlere harcanmasıyla eşanlamlı değildir. Ancak Ricardo öyle düşünüyor. Aynı dipnotta şöyle diyor:
“Emeğin fiyatı, sermayedeki artışa karşın, daha fazla işçi istihdam edilemeyecek ölçüde artarsa, belirtmem gerek ki, sermayedeki o artış gene de üretken-olmayan bir biçimde tüketilmiş olur” [agy, s. 163, dipnotu].
Demek ki tüketimi “üretken” yapan şey, gelirin üretken işçiler tarafından tüketilmesi değil, ama artı-değer üreten işçiler tarafından tüketilmesidir. Buna göre sermaye, ancak
daha fazla emeğe komuta ederse artar.
“
Dış Ticaret Hakkında”
ki bölüm VII.
“Sermaye iki biçimde biriktirilebilir: Ya gelir artışı ya tüketim azalışı sonucu tasarruf edilebilir. Harcamalarım aynı olmaya devam ederken eğer kârım 1.000 sterlindendi.200 sterline yükselirse, daha öncesine göre yıllık olarak 200 sterlin daha fazla biriktirmiş olurum. Kârım aynı kalırken, harcamalarımdan 200 sterlin tasarruf edersem, aynı sonuç elde edilir; sermayeme yıllık 200 sterlin eklenmiş olur” (agy, s. 135). [sayfa 513]
“Makine kullanımı yoluyla, gelirin harcandığı mutaların genelindi* değer %20 azaltılırsa, sanki gelirim fiilen %20 artmış gibi tasarruf olanağını bulabilirim; ancak birinde kâr oranı sabittir, ikincisinde %20 artmıştır. — Eğer ucuz yabancı inallarını kullanarak, harcamalarımda %20 tasarruf edebilirsem, sonuç tamı tamına, makinenin onların üretim giderlerini düşürmesi gibi olur, ama kâr yükselmez” (agy, s. 136).
(Yani ucuz mallar ne değişen, ne değişmeyen sermayeye giriyor değilse, kâr artmaz.)
Demek
ki gelir harcaması aynı ise, birikim kâr oranındaki artışın ürünüdür (ama birikim, yalnızca kâr oranına değil, aynı zamanda kâr miktarına da bağlıdır);
kâr oranı sabit ise, birikim, azalan harcamanın sonucudur; Ricardo bunun “gelirin harcandığı metaların” düşen fiyatı sonucu (ister makinenin ister dış ticaretin sonucu olsun) olacağını varsaymıştır.
“
Değer ve Zenginlikler, Ayırdedici Özellikleri”
bölüm XX.
“Bir ülkenin zenginliği,” (Ricardo bunu, kullanım-değerleri anlamında alıyor) “iki biçimde artırılabilir: gelirin daha büyük bir kısmını üretken emeğin istihdam edilmesinde kullanarak artırılabilir —bu yalnızca metalar kitlesinin miktarını artırmakla kalmaz, ama değerim de artırır; ya da herhangi bir ek emek miktarı istihdam etmeksizin, aynı miktar emeği daha üretken yaparak artırılabilir — bu [meta -ç.] miktarını artırır, ama metaların değerini yükseltmez.
“Birinci durumda bir ülke yalnızca zengin olmakla kalmaz, ama enginliklerinin değeri de artar. Parasının hesabını iyi yaparak, hasislik ederek zengin olur; zevk ve sefa maddelerine yaptığı harcamaları azaltarak ve o tasarrufları yeniden-üretimde kullanarak zengin olur.
||727| “İkinci durumda mutlaka zevk ve sefa harcamalarını azaltmak ya da istihdam edilen üretken emeğin miktarını artırmak gerekli değildir, aynı emekle daha fazla üretim yapılabilir; zenginlik artar, ama değer değil. Bu iki tür zenginlik artırma biçiminden sonuncusu yeğlenmelidir; çünkü o ikinci biçim, zevk ve sefadan fedakarlık yapmaksızın aynı sonucu doğurur, oysa zevk ve sefanın azaltılması ve yoksunluğu birinci biçime mutlaka eşlik etmelidir. Sermaye, bir ülke zenginliğinin, gelecekteki üretimi gözönünde tutarak kullanılan parçasıdır ve zenginliğin artırıldığı aynı tarzda artırılır. Gelecekteki zenginliğin artırılmasında, ek sermaye –ister ustalık ve makinelerdeki gelişmelerle elde edilsin, ister daha fazla miktarda gelir yeniden-üretim amacıyla kullanılsın– aynı biçimde etkili olur; çünkü zenginlik –üretimde kullanılan donanımın elde edilişinin kolay olup olmadığına bakmaksızın– üretilen metaların miktarına bağlıdır. Belli miktarda giyecek ve yiyecek aynı sayıda insanı yaşatacak ve çalıştıracak, dolayısıyla, 100 ya da 200 kişi tarafından üretilsin, aynı miktar işi sağlayacaktır; ama o işlerin üretiminde 200 kişi çalışırsa değerleri bir kat fazla olacaktır” (agy, s. 327-328). [sayfa 514]
Ricardo’nun ilk tezi şuydu:
Harcamalar aynı kalırken kâr oranı yükselirse ya da kâr oranı aynı kalırken, gelirin harcandığı metalar ucuzladığı için harcamalar (değer olarak) azalırsa, birikim artar.
Şimdi, bir anti-tez öne sürüyor.
Gelirin daha büyük bir bölümü bireysel tüketimden çekilir ve sınai tüketime yöneltilirse, böylece tasarruf edilen gelirle daha fazla üretken emek harekete geçirilirse, sermaye miktar ve değer olarak birikir, birikim artar. Bu durumda birikimi sağlayan
hasisliktir.
Ya da harcamalar aynı kalır ve herhangi bir ek üretken emek kullanılmaz, ama aynı miktar emek daha fazla üretir; emeğin üretken gücü yükseltilmiştir. Üretken sermayeyi oluşturan etmenler, hammaddeler, makineler, vb. (biraz önce, gelirin kendilerine harcandığı metalardı; şimdi üretim aracı olarak kullanılan metalar) aynı emekle, daha çok miktarda ve daha iyi dolayısıyla daha ucuz üretilmektedir. Bu durumda, birikim ne artan kâr oranına bağlıdır, ne hasislik ederek gelirin daha büyük bir bölümünü sermayeye çevirmeye, ne de gelirin kendilerine harcandığı metaların fiyatındaki azalma sonucu olarak gelirin üretken-olmayan bir biçimde harcanmasına. Birikim, burada, sermayeyi oluşturan unsurları üreten üretim alanlarındaki emeğin daha üretken hale gelmesine, böylece, üretim sürecine hammadde, araç-gereç vb. olarak giren metaların fiyatını düşürmesine bağlıdır.
Eğer emeğin üretim gücü,
sabit sermayenin, değişen sermayeye oranla, daha büyük bir üretkenliğe ulaşması yoluyla artırılmışsa, o zaman, yeniden-üretim yalnızca miktarca değil, ama aynı zamanda
değerce de daha yüksek olur; çünkü
sabit sermaye değerinin bir bölümü, yıllık yeniden-üretime girer. Gerçi, işçilerin sayısı, çalıştırdıkları
değişmeyen sermayeye oranla ve kararlı biçimde göreli olarak azalırsa da [yukarda andığımız
--ç.]
durum, nüfus artışıyla ve istihdam edilen işçi sayısının artmasıyla eşzamanlı da olabilir. Bundan ötürüdür ki, yalnızca zenginlik değil, değer de büyür ve her ne kadar emek daha üretken hale geldiyse ve üretilen meta miktarına oranla emek miktarı azaldıysa da daha fazla miktarda canlı emek harekete geçirilmiş olur. Son olarak, emek üretkenliği aynı kalırken, değişen ve değişmeyen sermaye nüfustaki doğal yıllık artışla eşit derecede büyüyebilir. Bu durumda da sermaye oylumca ve değer olarak birikecektir. Ricardo bu son noktaları dikkate almamıştır.
Aynı bölümde Ricardo şöyle der:
“imalattaki bir milyon insan, her zaman aynı değeri üretecektir, ama her zaman aynı zenginliği değil.” [sayfa 515]
<Bu çok yanlış. Bir milyon insanın ürettiği ürünün deleri yalnızca onların emeğine bağlı değildir, çalıştıkları sermayenin değerine de bağlıdır; o nedenle, zaten üretilmiş olan, çalıştıkları üretim güçlerinin miktarına göre ürün değeri önemli farklılıklar gösterir.>
“Makinelerin icadıyla, ustalığın gelişmesiyle, daha iyi bir işbölümüyle ya da daha avantajlı değişimin yapılabileceği yeni pazarların keşfiyle bir milyon kişi toplumun belli bir konumunda, bir başka konuma göre, zenginliğin, zorunlu geçim araçlarının, yaşamı rahatlatıcı araç-gereçlerin ve zevkin sefanın iki üç kat fazlasını üretebilir; ama böyle yapmışlardır diye, değere herhangi bir şey katmış olmayacaklardır”
(elbette katmış olacaklar; çünkü geçmiş ||728| emekleri yeniden-üretime daha geniş ölçüde girecek)
“çünkü, her şeyin değeri, onun üretimindeki kolaylığa ya da zorluğa göre, ya da başka deyişle, üretiminde kullanılan emeğin miktarına göre, azalır ya da çoğalır.”
(Metaların her biri tek tek daha ucuzlayabilir, ama büyüyen toplam meta kitlesinin değeri artar.)
“Varsayalım ki, belli bir sermaye ile, belli sayıda işçi 1.000 çift çorap üretmektedir ve makinelerdeki icatlar sonucu aynı sayıda işçi 2.000 çift üretebilmektedir ya da 1.000 çift üretmeye devam etmekte ve onun yanısıra 500 şapka üretmektedir; bu durumda, 2.000 çift çorabın değeri ya da 1.000 çift çorapla 500 şapkanın değeri, makinenin gelişinden önceki 1.000 çift çorabın değerinden ne fazla ne eksiktir; çünkü aynı miktar emeğin ürünüdürler.”
(
N. B.
Yeni icat edilen makinenin maliyeti sıfırsa)
“Ama genel meta kitlesinin değeri gene de azalacaktır, çünkü, gelişme sonucu, üretilen daha çok miktardaki ürünün değeri gerçi, gelişme olmasaydı üretilecek daha az miktardaki ürünün değeri kadar olacaktır ama, gelişmeden önce üretilmiş ama henüz tüketilmemiş ürünler üzerinde de bir etkisi olacaktır, bu [tüketilmemiş -ç.] ürünlerin değeri, gelişmenin tüm avantajıyla üretilmiş, miktarca [eskisine -ç.) eşit ürünlerin değer düzeyine ininceye kadar düşecektir; ve toplum, artan meta miktarına karşın, artmış zenginliğine ve keyif olanaklarına karşın daha az miktarda değere sahip olacaktır. Üretim olanaklarını sürekli artırarak gerçi bu yolla yalnızca ulusal zenginliklere eklemeler yapmakla kalmayız, aynı zamanda gelecekteki üretim gücünü de artırırız ama, daha önce üretilmiş ürünlerin bir kısmının değerini de sürekli düşürürüz” (agy, s. 320-322).
Burada Ricardo, üretim güçlerindeki sürekli gelişmenin, daha az lehteki koşullarda üretilmiş ürünlerin değerini –bunlar ister henüz pazarda olsun, ister üretim sürecinde işlevsel durumda
[sayfa 516] bulunsun– düşürdüğünü söylüyor. Ama, her ne kadar metaların bir bölümünün değeri düşecekse de bundan, “
genel metalar kitlesinin değerinin [...]
düşeceği”
anlamı çıkmaz. Eğer, birincisi,
gelişmenin sonucu olarak yeni eklenen makinelerin ve yeni metaların değeri, daha önceden varolan aynı türden malların değer kaybından daha küçükse; ikincisi, üretici güçlerin gelişmesiyle birlikte, üretim alanları sayısının giderek artmakta olduğu ve böylece daha önce hiç varolmayan yeni sermaye yatırımı olasılıklarına yol verdiği gerçeği hesaba katılmazsa, ancak o zaman bunun tek etkisi genel metalar değerinin düşmesi olur. Gelişme sürecinde üretim yalnızca ucuzlamakla kalmaz, ama aynı zamanda
çeşitlenir.
Bölüm IX “
Ham Ürün Vergileri”
.
“Ham ürünler vergilerine yöneltilen üçüncü itirazla, yani ücretleri yükseltmenin ve kârları düşürmenin birikimin cesaretini kıracağı ve toprağın doğal yoksulluğu ne yapıyorsa aynısını yapacağı itirazıyla ilgili olarak, bu çalışmanın bir başka yerinde göstermeye çalıştım ki, üretimden harcamalardan olduğu kadar etkinlikle tasarruf yapılabilir; metaların değerindeki bir azalmadan, kâr oranlarındaki bir artıştan olduğu kadar tasarruf sağlanabilir. Fiyatlar aynı kalırken kârımı 1.000 sterlinden 1.200 sterline çıkararak sermayemi tasarruf yoluyla artırma gücüm artar; ama gene de kârlarım eskisi gibi devam ederken meta fiyatlarının, 800 sterlinin, bana daha önce 1.000 sterlinin satın aldığı kadar meta sağladığı bir düzeye düşmesinin yaratacağı güç artışı ölçüsünde olmaz” (agy, s. 183-184).
Ürünün toplam değeri (ya da daha doğrusu ürünün, kapitalistle işçi arasında bölünen parçası) temsil ettiği değer kitlesi ölçüsüyle, net gelirde herhangi bir azalmaya neden olmaksızın düşebilir. (Hatta oransal olarak artabilir de.) Bu konu
bölüm XXXII’de “
Bay Malthus’un Rant Hakkındaki Görüşleri”nde ele alınıyor.
“Ne var ki bay Malthus’un tüm iddiası sağlam olmayan bir temele oturmaktadır: ülkenin brüt geliri azaldığı için, net gelirin de aynı oranda azalmış olması gerektiğini varsaymaktadır. Yapıtının hedeflerinden biri zorunlu geçim araçlarının gerçek değerindeki her düşüşle birlikte emek ücretlerinin düşeceğini sermaye kârlarının artacağını göstermekti — başka deyişle, belli bir yıllık değerin daha az bir parçasının emekçi sınıfa, daha büyük bir parçasının, bu sınıfı çalıştıranların fonuna ödeneceğini göstermekti. Belli bir imalatta üretilen metaların 1.000 sterlin değerinde olduğunu ve patronla emekçiler arasında, 800 sterlini emekçilere, 200 sterlini patrona olmak üzere bölündüğünü varsayalım; ||729| zorunlu geçim araçlarındaki düşme sonucunda bu metaların değeri 900 sterline düşer ve emek ücretlerinden 100 sterlin tasarruf edilirse, patronların net geliri hiçbir biçimde zarar görmez; dolayısıyla aynı miktarda vergiyi, [sayfa 517] fiyatların düşmesinden önce olduğu gibi düşmesinden sonra da aynı kolaylıkla öder” (agy, s. 511-512).
“
Ücretler Hakkında”ki bölüm V.
“Ücretlerin, kendi doğal oranlarına uyma eğilimine karşın, gelişen bir toplumdaki pazar oranlan, belirsiz bir süre boyunca sürekli olarak doğal oranın üstünde olabilir; çünkü artan sermayenin, yeni işçi talebine boyun eğdiren zorlayıcı gücünden hemen sonra, bir başka sermaye artışı ayrı sonucu doğurur; ve eğer sermaye artışı sürekli ve kademe kademe ilerlerse emek talebi, halkın çoğalması için sürekli bir itici güç olur” (agy, s. 88).
Kapitalist bakış açısından her şey başaşağı görünür. Hem sermayenin yeniden-üretimini, hem nüfusun yeniden-üretimini belirleyen, emekçi nüfusun sayısı ve emeğin üretkenlik derecesidir. Burada tersine, nüfusun [büyüklüğünü] sermaye belirlermiş gibi görünüyor.
Bölüm IX “
Ham Ürün Vergileri”
.
“Sermaye birikimi doğaldır ki, emeği çalıştıranlar arasında artan ‘ bir rekabet ve emeğin fiyatından bunun sonucu olan bir artış yaratır” (agy, s. 178).
Bu, sermayenin çeşitli parçalarının, birikim sonucu, hangi oranlarda büyüdüğüne bağlıdır. Sermaye biriktirilebilir, [ama gene de
-ç.] emek talebi mutlak ya da göreli olarak azalabilir.
Ricardo’nun rant teorisine göre, sermaye birikimi ve nüfus artışı sonucu, kâr oranı düşme eğilimindedir; çünkü
gerekli geçim araçlarının değeri artar ya da tarım daha az üretken hale gelir. Sonuçta birikim, birikimi gemleme eğilimi gösterir ve
düşen kâr oranı yasası –sanayi geliştikçe tarım, göreli olarak daha az üretken hale geldiği için– burjuva üretimin başı üzerinde pek de hayra alamet durmaz. Öte yandan Adam Smith, düşen kâr oranını gönül rahatlığıyla karşılamıştır. Onun modeli Hollanda’ydı. Düşen kâr oranları, büyük kapitalistler hariç, kapitalistlerin çoğunu, faizle geçinmek yerine sermayelerini sanayide kullanmaya zorlar, bu bakımdan üretim için bir çeşit mahmuzdur. Bu öldürücü eğilim korkusu Ricardo’nun havarileri arasında trajikomik biçimler alır.
Şimdi, Ricardo’nun bu konuya değindiği bölümleri karşılaştıralım:
“
Ücretler Hakkında”
ki bölüm V.
“Toplumun farklı aşamalarında, sermayenin ya da emeği çalıştırma araçlarının birikimi, hemen hemen hep hızlıdır ve her durumda emeğin üretim gücüne bağlı olmak zorundadır. Verimli toprak bol olduğu zaman emeğin üretim gücü genel olarak en üst düzeydedir: böyle dönemlerde birikim çoğu zaman öyle hızlıdır ki, sermayeyle aynı hızda emekçi sağlanamaz” (agy, s. 92). [sayfa 518]
“Yapılan hesaplara göre, olumlu koşullarda nüfus yirmibeş yılda bir kat artabilir; ama aynı olumlu koşullarda, bir ülkenin sermayesinin bütünü, büyük bir olasılıkla daha kısa sürede bir kat artabilir. Bu durumda, dönemin tümünde ücretler artma eğilimi taşır, çünkü işçi talebi, işçi arzından hâlâ daha hızlıdır.
“Gelişmişlikte çok ilerlemiş ülkelerin ustalık ve bilgisinin ortaya konduğu yeni yerleşimlerde, olasıdır ki sermaye, insanlıktan daha hızlı artma eğilimindedir; eğer emekçi açığı daha nüfuslu ülkeler tarafından kapatılmamış olsa, bu eğilim emeğin fiyatını çok fazla yükseltebilir. Bu ülkelerin daha fazla nüfuslu hale gelişi ve en kötü tür toprakların tarıma açılmasıyla oranlı olarak, sermayenin artma eğilimi azalır; çünkü, mevcut nüfusun gereksinimlerini karşıladıktan sonra geri kalan artı-ürün üretim olanaklarıyla, yani üretimde istihdam edilen daha az sayıdaki insanla orantılı olmak zorundadır. Gerçi, en elverişli koşullarda, bir olasılıkla, üretim gücü gene de nüfusunkinden büyük olur, ama bu uzun sürmez; çünkü toprak miktar olarak sınırlı, kalite olarak farklı olduğu için, yatırılan sermayedeki her artışla birlikte, üretim oranı düşecektir, o arada nüfusun gücü ise hep aynı kalacaktır” (agy, s. 92-93).
(Sonuncu ifade, bir rahip uydurması.
Üretimin gücüyle birlikte,
nüfusun gücü azalır.)
Birincisi, burada not edilmesi gereken şey, Ricardo’nun, “
her durumda sermaye birikiminin ... emeğin üretim gücüne dayanması gerektiğidir; demek ki esas olan emektir, sermaye değil.
Ayrıca Ricardo’ya göre,
uzun zaman öncesinden yerleşilmiş, sınai yönden gelişmiş ülkelerde, tarımda, kolonilerdekinden daha fazla insan çalışmaktadır; oysa durum bunun tersi. Ürün miktarına oranla ||730| örneğin İngiltere, tarım-dışı nüfusun geniş bir bölümü dolaylı olarak tarımsal üretime katılıyor olsa da, yeni ya da eski herhangi bir ülkeden daha az tarım işçisi çalıştırmaktadır. Ama bu bile, azgelişmiş ülkelerde tarıma doğrudan katılanların nüfusa oranına göre, aynı oranda değildir. Hatta kabul edelim ki İngiltere’deki tarımsal üretimde, daha az canlı emek, daha çok geçmiş emek, daha çok [değişmeyen
-ç.] sermaye kullanıldığı halde tahıl daha pahalıdır, üretim maliyetleri daha yüksektir. Ama her ne kadar değeri, üründe yeniden-üretiliyorsa da bu sermayenin yeni-den-üretimi, esasen varolan teknik üretim temelinden ötürü, daha az emeğe malolur.
“
Kârlar Hakkında”
ki bölüm VI.
Önce, birkaç gözlem. Daha önce gördüğümüz gibi artı-değer [miktarı], yalnızca artı-değer oranına bağlı değildir, eşzamanlı olarak istihdam edilen işçilerin sayısına, yani değişen sermayenin büyüklüğüne de bağlıdır.
Birikimi ise, doğrudan
artı-değer oranı belirlemez, ama
[sayfa 519] artı-değerin
toplam sermaye harcamalarına oranı, yani kâr oranı ve dahası,
toplam kâr miktarı belirler. Bu, daha önce gördüğümüz gibi, toplumun toplam sermayesinin, birbirine eklenmiş
artı-değerlerin tümüne eşit olmasından ötürüdür, ama farklı üretim dallarında kullanılan ayrı sermayeler, bu
farklı alanlarda kendileri tarafından üretilen artı-değer miktarlarından çok farklı olabilir. Sermaye birikimini bir bütün olarak düşünürsek, kâr artı-değere eşittir, ve kâr oranı da artı-değerin sermaye bölünmesine, ya da daha doğrusu 100 sterlinlik bir sermaye oranına eşittir.
Eğer (yüzde) kâr oranı belliyse, o zaman toplam kâr miktarı ve dolayısıyla kârla belirlendiğine göre de birikim, yatırılan sermayenin büyüklüğüne bağlıdır.
Eğer toplam sermaye belliyse,
toplam kâr miktarı kâr oranına bağlıdır.
Bu nedenle küçük bir sermaye daha yüksek bir kâr oranıyla, daha büyük bir sermayenin, daha düşük bir kâr oranıyla elde ettiğinden daha çok
kâr bırakabilir.
Varsayalım ki:
1
|
Sermaye
|
Kâr oranı
|
Toplam Kâr
|
£
|
%
|
£
|
100
100 x 2 = 200
100 x 3 = 300
100 x 1½ = 150
|
10
10/2 ya da 5
10/2 ya da 5
5
|
10
10
15
7½
|
2
|
100
2 x l00 =200
2½ x 100 =250
3 x 100 =300
|
10
10/2½ = 4
4
4
|
10
8
10
12
|
3
|
500
5.000
3.000
10.000
|
10
1
1
1
|
50
50
30
100
|
Eğer sermaye çarpanı ve kâr oranı böleni aynı ise, yani kâr
[sayfa 520] oranı düştükçe sermayenin büyüklüğü aynı oranda artıyorsa, o zaman toplam kâr değişmez, aynı kalır. 100’ün %10’u 10 yapar ve %
10/
2 ya da 5’ten 2 x 100 de %100 eder. Başka deyişle kâr oranı, sermayenin birikim (büyüme) oranında düşerse toplam kâr aynı kalır.
Kâr oranı, sermayenin büyümesinden daha hızlı düşerse, o zaman kâr miktarı azalır, %10’dan 500, toplam 50 kâr getirir. Ama 6 kat fazlası, 6 x 500 ya da 3.000 %
10/
10 ya da %1’den yalnızca 30 bırakır.
Son olarak eğer sermaye, kâr oranının düşüşünden daha hızlı büyürse, düşen kâr oranına karşın kâr miktarı artar. Böylece %10’dan 100, l0’luk bir kâr getirir. Ama 300 (3 x 100) %4’ten (yani kâr oranının %60 düştüğü durumda) toplam 12’lik bir kâr bırakır.
Şimdi gelelim Ricardo’dan aldığımız parçalara:
“
Kârlar Hakkında”
ki bölüm VI.
“Şu halde kârların doğal eğilimi düşmektedir; çünkü, toplumun ve zenginliğin gelişimi sırasında gereken ek gıda miktarı giderek daha fazla emek feda edilerek elde edilmektedir. Bu eğilim, kârların sanki bir tür yerçekimi etkisine girişi, bereket versin ki, zorunlu geçim araçlarının tüketimiyle bağlantılı makinelerdeki gelişmelerle ve onun yanısıra tarım biliminde, daha önce gerek duyulan emeğin bir bölümünden vazgeçmemizi olanaklı kılan ve dolayısıyla emekçinin başlıca gerekli geçim araçlarının fiyatını düşüren keşiflerle, ara ara tatmin edici biçimde gemleniyor. Ancak, gerekli geçim araçları fiyatındaki ve işçi ücretlerindeki artışlar sınırlıdır; çünkü ücretler ... 720 sterline, çiftçinin elde ettiğinin tamamına eşitlenir eşitlenmez, birikim sona ermek zorundadır; çünkü o zaman hiçbir sermaye herhangi bir kâr bırakamaz, ek işçi talebi olamaz ve sonuç olarak nüfus tepe noktasına varmış olur. Gerçekteyse bu dönemden epey bir süre önce, çok düşük kâr oranı tüm birikimi durduracak ve ülke ürününün hemen hemen tamamı, emekçilere ödendikten sonra, toprak sahiplerinin ve vergi ve aşar hakkı sahiplerinin malı olacaktır” (agy, s. 120-121).
Bu, Ricardo’nun gördüğü biçimiyle, burjuva için “Tanrıların Alacakaranlığı”dır
— Kıyamet Günüdür.
“Fiyatlar bu durumlarıyla süreğenleşmeden çok önce, birikim için hiçbir dürtü kalmaz; çünkü, hiç kimse birikiminin üretken olmasından başka bir düşünceyle biriktirmez ve [...] sonuçta fiyatların o durumlarıyla süreğenleşmesi diye bir şey gerçekleşmez. Emekçi ücretsiz ne kadar yaşarsa çiftçi ve imalatçı da kârsız, o kadar yaşayabilir. Kârın her azalışıyla birlikte onların birikim dürtüsü de azalır; ve kârları, katlandıkları sıkıntıyı ve sermayelerini üretken biçimde kullanmak için kaçınılmaz olarak göğüslemek zorunda oldukları riski yeterli ölçüde karşılamalarına yetmeyecek kadar düştüğü [sayfa 521] zaman da hiçbir birikim dürtüsü kalmaz.” (a£y, s. 123).
“Bir kez daha belirtmeliyim ki, kâr oranı ... daha hızlı düşer; çünkü, varsayılan koşullarda benim ifade ettiğim ürün değerinde çiftçinin sermayesinin değeri, değeri artan metaların birçoğunu zorunlu olarak içerdiği için büyük ölçüde artar. Tahıl 4 sterlinden 12 sterline yükselmeden önce, onun sermayesi değişilebilme değeri olarak herhalde bir kat artabilir ve 3.000 sterlin yerine 6.000 sterlin değerinde olabilir. Bu durumda, eğer başlangıçtaki sermayesinden kârı 180 sterlin ya da %6 idiyse artık gerçekte %3’ten fazla değildir, çünkü 6.000 sterlinin %3’ü 180 sterlindir; ve bu koşullarda, çiftlik işine ancak cebinde 6.000 sterlin parası olan yeni bir çiftçi, girişebilir (agy, s. 124).
“Ama aynı zamanda gene beklememiz gereken şey, toprakta sermaye birikiminin ve ücret artışlarının sonucu olarak sermayenin kâr oranı ne kadar azalırsa azalsın, gene de kârların toplam miktarının artacağıdır.
Şu halde, 100.000 sterlinin birbirini izleyen birikimlerde kâr oranının %20’den 19’a, 18’e, 17’ye, sürekli gerilediğini varsayarsak, bu sermayenin birbirini izleyen sahiplerinin elde ettiği kâr miktarının hep gelişme göstermesini beklememiz gerekir; yani sermaye 200.000 sterlin olduğu zaman, 100.000 sterlin olduğu zamankinden daha fazla olmasını, 300.000 sterlin olduğu zaman daha da fazla olmasını, vb. beklememiz gerekir;
azalan oranda da olsa, sermayenin her artışıyla birlikte artmasını beklememiz gerekir.
Bu ilerleme, ne var ki, yalnızca belli bir zaman için doğrudur; şöyle ki 200.000 sterlinde %19, 100.000 sterlindeki %20’den ve 300.000 sterlindeki %18, 200.000 sterlindeki %19’dan fazladır; ama sermaye büyük bir miktarda biriktiği ve kârlar düştüğü zaman,
daha ileri birikim toplam kârları azaltır. Bu çerçevede, birikimin 1.000.000 sterlin ve %7 olduğunu varsayarsak toplam kâr miktarı 70.000 sterlin olur; şimdi bir milyona 100.000 sterlinlik bir eklenti yapılsa ve kâr %6’ya düşmüş olsa, toplam sermaye 1.000.000 sterlinden 1.100.000 sterline çıktığı halde, sermayenin sahipleri 4.000 sterlin eksiğiyle 66.000 sterlin kâr elde edeceklerdir.
“Ne var ki, sermaye kâr getirmezse, yalnızca ürün artışı değil, ama değer artışı da olmazsa sermaye birikimi olamaz. 100.000 sterlinlik bir ek sermaye kullanıldığı zaman, eski sermayenin hiçbir parçası daha az üretken hale gelmiş olmaz. Ülke toprağının ve emeğinin ürününün artması gerekir; o ürünün değeri, yalnızca, eski üretim miktarına yapılan eklentinin değeri kadar değil, ama toprağın tüm ürününe, o ürünün son parçasının üretiminde karşılaşılan artan güçlük ölçüsünde verilen değer kadar da artacaktır. Ancak, sermaye birikimi çok büyüdüğü zaman, bu artan değere karşın, o değer öyle dağılacaktır ki, kârlara eskisinden daha az değer ayrılırken, ranta ve ücretlere verilen artacaktır” (agy, s. 124-126).
“Her ne kadar daha büyük bir değer üretilmekteyse de rantı ödedikten sonra geri kalan değerin daha büyük bir parçası üreticiler tarafından tüketilir ve kârları düzenleyen de işte bu parçadır, [sayfa 522] yalnızca bu parçadır. Toprak bol bol verirken ücretler geçici olarak artabilir ve üreticiler, alışıldık paydan daha fazlasını tüketebilirler; ama nüfusa böylece verilecek olan teşvik, emekçileri hızla alışılmış tüketimlerine indirecektir. Ama kötü topraklar ekime açıldığı zaman, ya da eski toprakta, daha az bir ürünle daha çok sermaye ve emek harcandığı zaman, etkisi sürekli olacaktır.” (agy, s. 127).
||732| “Demek ki birikimin etkileri farklı ülkelerde başka başka olacaktır ve esas olarak toprağın verimine bağlı bulunacaktır. Toprağın kötü kalitede olduğu ve gıda ithalinin yasaklandığı bir ülke ne kadar geniş olursa olsun, en ılımlı sermaye birikimlerine bile, kâr oranındaki büyük indirimler ve rantta hızlı bir artış eşlik edecektir; ve bunun tersine, küçük ama verimli [toprağı olan -ç.] bir ülke, hele hele gıda ithalini de serbest bırakmışsa, kâr oranında herhangi bir büyük azalma ya da toprak rantında herhangi bir büyük artış olmaksızın geniş bir sermaye stoku biriktirebilir” (agy, s. 128-129).
Vergilendirme nedeniyle, “geriye, genelde ülke sermayesini tasarruflarıyla artıranların gayretini teşvik edecek yeterli artı-ürün kalmamış olması da” [sözkonusu olabilir] {“Arazi Vergisi” hakkındaki bölüm XII, s. 206).
(Bölüm XXI “Birikimin Kâr ve Faiz Üzerindeki Etkileri”) “Yiyecek fiyatları düşükken, sermaye birikimine, kârlardaki düşüşün eşlik edebileceği yalnızca bir durum vardır, o da geçicidir ve bu, emeği sürdürecek fonların, nüfustan daha hızlı artması durumudur; — bu durumda ücretler yüksek, kârlar düşük olur. Eğer herkes lüks mal kullanmaktan vazgeçse ve yalnızca birikimde kararlı olsaydı, hemen tüketilemeyen bir miktar zorunlu geçim aracı üretilebilirdi. Sayıca çok sınırlı olan metalardan, hiç kuşku yok evrensel bir aşırı fazlalık olurdu ve sonuç olarak ne bu metalardan ek bir miktar için bir talep ortaya çıkardı ne de daha fazla sermaye kullanımıyla elde edilebilecek bir kâr. Eğer insanlar tüketmeyi durdursalardı, üretmeyi de durdururlardı” (agy, s. 343).
Birikim ve düşen kâr oranı yasası üzerine Ricardo böyle.
[sayfa 523]
Dipnotlar
1 Ürün olarak, ayni olarak -ç.
2 Burada bir ayrım yapılması gerekiyor. Adam Smith kâr oranındaki düşüşü sermayenin aşırı-fazlalığına, sermaye birikmesine bağlayarak açıklarken, sürekli bir etkiden söz etmektedir ve bu yanlıştır. Buna karşılık, sermayenin kısa süreli aşırı bolluğu, aşırı-üretim ve bunalımlar, farklı şeylerdir. Sürekli bunalımlar diye bir şey mevcut değildir.
3 ||718| (Ricardo’nun parayı yalnızca dolaşım aracı olarak (görmesi], değişinı-değerini yalnızca geçici bir biçim olarak görmesiyle ve burjuva ya da kapitalist üretimde tümüyle ve yalnızca formel bir şey saymasıyla aynı şeydir — bunun sonucu olarak, kapitalist üretim, onun açısından belirli, kendine özgü bir üretim biçimi de ğildir, yalnızca bir üretim biçimidir.) |718||
4 Olmazsa olmaz koşul -ç.
5 Elyazmasında, bu sayfanın sol üst köşesi koparılıp alınmış. Dolayısıyla, metnin ilk dokuz satırından yalnızca altı satırın sağ kısımları duruyor. Bu, metnin tamamını burada yeniden biçimlendirmeye yeterli değil, ama bir tahmin yapmamıza elveriyor. Marx burada, “değişen sermayenin değerindeki altüst oliiş”tan kaynaklanan bunalımlardan sözediyor. Örneğin kötü bir hasadın “zorunlu geçim araçlarının fiyatında” neden olduğu “artış”, “değişen sermayenin harekete geçirdiği” işçilerin maliyetinde bir artışa neden olabilir. “Aynı zamanda, bu artış”, işçilerin “tüketimine girmeyen bütün öteki metalara” olan talepte düşüşe yol açar. Bu nedenle “o metaları değerlerinden satmak olanaksızlaşır; üretimlerindeki ilk evre”, metanın paraya dönüştürülmesi kesintiye uğrar. Zorunlu geçini araçlarının artan fiyatları böylece, üretimin “başka alanlarında bunalıma” yol açar.
Yırtılan bölümün son iki satırı, hammaddelerin artan fiyatları sonucu, “bu hammaddeler değişmeyen sermayeye hammadde olarak girsin ya da girmesin, ya da geçim aracı olarak” işçilerin tüketimine girsin ya da girmesin, bunalımlar çıkabileceğini söyleyerek, öyle görünüyor ki, yaptığımız bu özeti doğruluyor.
-Ed.
6 ||720| (Eğirme makineleri icat edildiği zaman, dokumacılığa oranla aşırı iplik üretimi olmuştu. Dokumacılığa mekanik dokuma tezgahları gelince bu dengesizlik giderildi.) |720||
7 Bkz: Bu cilt, s. 192-196. -Ed.
8 Metinde, “gayret”, “çalışma” anlamıyla “industry” sözcüğü kullanılıyor; kastedilen “emek”tir. -ç.
9 Sözcük anlamında “bir tutam tuzla”; konuşma dilinde “kimi çekincelerle” anlamında, -ç.
10 Bkz: Bu cilt, s. 477-478. -Ed.
11 Bkz: Bu cilt, s. 453-463. -Ed.
12 Nota bene: Önemli not -ç.
13 El yazmasında “ürettiği”. -Ed.
14 İskandinav mitolojisinde tanrılarla devlerin birbirini yok ettiği savaş. -ç.
Açıklayıcı Notlar
[121] Bkz: Karl Marx,
Artı-Değer Teorileri, Birinci Kitap, s. 116-129, 220-223.-455.
[122] Bkz: Karl Marx,
Artı Değer Teorileri, Birinci Kitap, s. 129-141, 177-187, 230-238. – 455.
[123] Bu örnek, emeğin artan üretkenliği çerçevesinde tohumluk olarak harcanan 20 quarter buğdayla elde edilen hasadın eskisinden %50 daha büyük olacağı varsayımına dayanıyor. Eğer önceki hasat, diyelim, 100 quarter idiyse o zaman eskisi kadar emek sarfiyatıyla bu kez 150 quarter olacağı varsayılıyor. Ancak bu 150 quarter ürün daha önceki 100 quarter gibi, 300 sterline malolacaktır. Daha önce tohumluk hem quarter sayısı bakımından hem değer bakımından ürünün %20’sine eşitti. Şimdiyse, yalnızca %13
1/
3’üne eşit olacaktır. – 457.
[124] Ayraç içindeki “Bkz: McCulloch” sözcüklerini Marx daha sonra kurşun kalemle eklemiş. 24 Ağustos 1867’de Engels’e yazdığı mektupta Marx daha önce –20 Ağustos 1862 tarihli mektubunda–
aşınma payı fonunun birikim amacıyla kullanıldığı fikrini ifade etmiş olduğunu söylüyor ve
daha sonra McCulloch’un “amortisman fonunu bir birikim fonu olarak öne sürdüğu”nü ekliyor. (Marx’ın yaptığı alıntı, McCulloch’un, Edinburgh, 1825 baskılı
The Principles of Political Economy [
Ekonomi Politiğin İlkeleri\, başlıklı kitabından, s. 181-182). Marx bu konuya
Artı-Değer Teorileri’nin üçüncü kitabında (elyazmalarının 777-781. sayfalarında) yeniden dönüyor. – 462.
[125] Bkz: Karl Marx,
Artı-Değer Teorileri, Birinci Kitap, s. 129-141, 177-187, 230-238.– 471.
[126] Marx
Zur Kritik der politischen Ökonomie’yi [
Ekonomi Politiğin Eleştirisi]
kastediyor. – 474.
[127] Jean-Baptiste Say
Tezler’inde,
(2. Baskı, Cilt II, Paris 1814, s. 382) “Ürünler ancak ürünlerle satın alınabilir” diyor. Ricardo
İlkeler’inde (3. baskı, Londra 1821, s. 341) bu formülü neredeyse harfi harfine yineliyor. Marx daha ileriki yıllarda Ricardo
İlkeler’inden bu formülü de içeren parçayı alıntılar ve eleştirel bir gözle inceler. (Bkz: bu cilt, s. 580-583
ve Artı-Değer Teorileri, Üçüncü Kitap “Ricardocu Ekolün Çözülüşü”, elyazması s. 811). – 474.
[128] Marx, James Mill’in üretimle tüketim, arzla talep, toplam satış miktarıyla toplam alımlar arasındaki sürekli ve gerekli denge hakkındaki gözlemlerini kastediyor. Bu gözlemler, Mill’in
Elements of Political Economy [
Ekonomi Politiğin Öğeleri]
(1821 Londra baskısı, s. 186-195) başlıklı kitabında yer alıyor. Marx, James Mill’in (ilkin 1808’de Londra’da yayınlanan
Commerce Defended [Ticaretin Savunusu] başlıklı broşüründe yer alan) bu görüşünü,
Zur Kritik der politischen Ökonomie’de [
Ekonomi Politiğin Eleştirisi]
“Die Metamorphosen der Waren” bölümünde daha ayrıntılı olarak ele alır. – 474.
[129] Bkz: S. Bailey,
A Critical Dissertation on the Nature, Measures and Causes of Value [
Değerin Yapısı, Ölçüleri ve Nedenleri Hakkında Eleştirel Tez], Londra, 1825, s. 71-93. – 476.
[130] Bkz: W. Roscher,
System der Volkswirthschaft, Erster Band.
Die Grundlagen der Nationalökonomie, Dritte Auflage, Stuttgart und Augsburg, 1858, s. 368-70. –479.
[131] Marx “fiyatının altında” terimini daha önceki bir paragrafta şöyle açıklıyor: “Fiyatının
altında, yani değerini temsil eden para toplamından daha az”. (Bkz: Karl Marx,
Artı-Değer Teorileri, Birinci Kitap, s. 302.) – 485.
[132] Marx öyle görünüyor ki bu cildin 460. sayfasında ve devamında anılan dokumacı ya da dokuma fabrikasının sahibini kastediyor. Gerçi orada sözü edilen keten dokumacısıdır, burada sözü edilen amerikan bezi dokumacısıdır, ama kullanılan hammadde, ele alınan konu açısından hiç fark etmez. – 487.
[133] Marx daha sonra
Kapital’in üçüncü cildi haline gelen çalışmalarını kastediyor. Bkz: Karl Marx,
Artı-Değer Teorileri, Birinci Kitap, Sol Yayınları, 1998, açıklayıcı not 12, s. 394-395. – 493.
[134] Marx bunalım biçimleri hakkındaki gözlemlerini, elyazmalarının 716. sayfasındaki düşüncelerini yazdıktan kısa süre sonra, XIII. not deflerinin (elyazmasında 770a sayfası) ve XIV. not deflerinin (771a ve 861a sayfaları) kapaklarına not etmişti. Bu notlar, bu cildin “Bunalım Biçimleri Hakkında”ki 11. kesiminde yer alıyor. (Bkz: s. 493.) – 497.
[135] Elyazmasında bundan sonra, Ricardo’nun para ve değişim-değeri konusundaki görüşleri hakkında küçük bir eklenti var. Bu eklenti ayraç içine alınmış ve konunun bütünlüğünü kestiği için başka yere nakledilmesi gerektiği not edilmiş. O nedenle bu eklenti, bu cildin 484. sayfasında dipnot olarak yer alıyor. – 499.
[136] Ricardo’nun “talep yalnızca üretim tarafından sınırlanır” (
İlkeler, 3. Baskı, s. 339) sözlerinin de yer aldığı parçayı Marx daha önce geniş şekilde alıntılamıştı. (Bkz: bu cilt s. 474.) Ricardo’nun “talebin hiçbir sının, sermaye kullanımının hiçbir sınırı yoktur” şeklindeki sözleriyse
İlkeler’in 3. baskısında 347. sayfada yer almaktadır ve bu ciltte 477-478. sayfalarda alıntılanmıştır. – 499.
[137] 1861-1863 elyazmalarının I-V sayılı not defterleri ve özellikle mutlak ve göreli artı-değer üretimiyle ilgili bölümleri kastediliyor. VI. not deflerinden başlayan
Artı-Değer Teorileri ise önceki not defterlerinin doğrudan devamıdır.– 500.
[138] Marx, Ricardo’nun
İlkeler’indeki iki parçaya, özellikle tüketim maddelerinin sağlanmasıyla ilgili olarak söylediği “gereken şey araçlardır, araçları ise üretim artışından başka hiçbir şey sağlayamaz” şeklindeki sözlerini (bkz: bu cilt, s. 486) ve “talebi olmayan herhangi bir metayı üretmeye devam etmesi olası değildir” sözlerini (bkz: bu cilt, s. 474, 483) kastediyor. – 501.
[139] Elyazmalarında bundan sonra ayraç içine alınmış kısa bir ek var; kısmi bir bunalım örneğini, eğirine makinelerinin gelişinden sonra ortaya çıkan aşın iplik üretimini ele alıyor. Bu eklenti, bu cildin 499. sayfasında dipnot olarak kullanıldı. – 502.
[140] Marx, Say’nin
Lettres à Malthus’ta [
Malthus’a Mektuplar]
ifade edilen ve daha sonra imzasız yayınlanan
An Inquiry into Those Principles, Respecting the Nature of Demandand the Necessity of Consumption’dan [
Tüketim Gereğine ve Talebin Doğasına İlişkin İlikeler Üzerine Bir Araştırma]
alıntılanan görüşlerini kastediyor. Say’nin “bazı ürünlerin satışındaki yavaşlık başka bazı ürünlerin kıtlığından ileri gelir” şeklindeki teziyle karşılaştırınız. Marx bu tezi
Artı-Değer Teorileri’nin birinci kitabında, s. 253’te irdelemişti. – 509.
[141] Marx, Thomas Tooke’un
A Historyof Prices, and, of the State of the Circulation [
Fiyatların ve Dolaşım Durumunun Tarihi]
adlı çalışmasını kastediyor. (Cilt I-IV, Londra 1839, s. 57). Bu çalışmanın birçok yerinde havanın fiyatlar üzerindeki etkisine değinilmiştir. Tooke bu konuyu özellikle 1848’de yayınlanan IV. cildin başlarında ele almıştır. – 511.
[142] Sismondi bunalımların “
la disproportion croissante entre la production et la consommation’dan [üretimle tüketim arasındaki büyüyen oransızlık]” ileri geldiğini öne sürüyor. (
Nouveauxprincipes d’économie politique ou de la riches se dans ses rapports avec la population [Ekonomi Politiğin Yeni İlkeleri ya da Bu İlkelerin Nüfusla İlişkilerinin Zenginliği Hakkında]
, 2. baskı, cilt I, Paris 1827, s. 371). Marx,
Felsefenin Sefaleti başlıklı kitabında Sismondi’nin öğretisine göre “gelirdeki azalma üretimdeki artışa orantılıdır” diyor.
Artı-Değer Teorileri’nin üçüncü kitabında Sismondi’nin bunalım hakkındaki görüşlerini yeniden ele alır ve Sismondi’nin yaklaşımındaki temel zayıflıkların yanısıra değerli unsurları da ortaya koyar. (Elyazmaları, özellikle s. 775.) – 512.