[ONBEŞİNCİ BÖLÜM]
RICARDO’NUN ARTI-DEĞER TEORİSİ
[A. KÂR VE RANT KONUSUNDA RİCARDO]
[1. Ricardo’nun Artı-Değer Yasaları ile Kâr Yasalarını Karıştırması]
||636| Ricardo hiçbir [çalışmasında
-ç.]
artı-değeri, belirli biçimlerinden –kâr (faiz) ve ranttan– bağımsız ve ayrı olarak incelememiştir. Bu nedenledir ki, sermayenin, çok büyük önem taşıyan organik bileşimi üzerindeki gözlemleri, Adam Smith’ten (gerçekte fizyokratlardan) devraldığı organik sermaye bileşimi farklılıklarıyla, yani dolaşım sürecinden (
sabit ve
döner sermaye)
kaynaklanan farklılıklarla sınırlı kalmıştır. Ricardo hiçbir [çalışmasında
-ç.] sermayenin organik bileşiminin fiilî üretim süreci içindeki farklılıklarına değinmez, o farklılıkları farketmez.
Değeri maliyet fiyatı ile karıştırması, yanlış rant teorisi, kâr oranındaki iniş-çıkışların nedenine ilişkin hatalı yasaları vb. bundan ileri gelir.
Kâr ve artı-değer, ancak yatırılan sermaye doğrudan ücretlere yatırılan sermaye ile özdeş olduğu zaman özdeştir. (Burada rant dikkate alınmamıştır; çünkü, artı-değere bütünüyle ilkin kapitalist elkoyar — iş-ortaklarına daha sonra ne miktar pay vermesi gerekeceği [ayrıdır]. Üstelik Ricardo kendisi de rantı kârdan ayrı, ondan ayrılmış bir kısım olarak sunar.) Kâr ve ücretlere ilişkin gözlemlerinde, Ricardo ücretlere gitmeyen değişmeyen sermaye kısmını da [tamamen
-ç.] unutur. Sorunu, sanki tüm sermaye doğrudan ücretlere
[sayfa 357] gitmiş gibi ele alır. Bu nedenle,
kârı değil, ama
artı-değeri ancak
bu ölçüde ele alır; onun artı-değer teorisinden bu çerçevede söz edilmesi olanaklıdır. Öte yandan da, kâr olarak kârı incelediğini sanır; işin aslında, artı-değere değil ama kâra ilişkin varsayımlara dayalı düşünceler de sürekli olarak konuya sızar. Artı-değer yasalarını doğruca ortaya koyduğu yerde ise, bu yasaları derhal kâr yasaları diye ifade ederek çarpıtır. Öte yandan, kâr yasalarını, ara-bağlantılar olmaksızın doğrudan artı-değer yasaları olarak sunar.
Bu nedenle, onun artı-değer yasasından söz ettiğimiz zaman, kârı artı-değerle karıştırdığı ölçüde yani kârı yalnızca değişen sermayeyle, ücretlere ödenen sermaye kısmıyla ilgili tuttuğu ölçüde, [aslında -
ç.] onun kâr yasasından söz etmiş oluruz. Artı-değerden farklı bir şey olarak kâr konusunda söylediklerine daha sonra değineceğiz.
Konunun doğası öyledir ki, artı-değer yalnızca değişen sermaye ile yani doğrudan ücretlere ödenen sermaye [kısmı
-ç.]
ile bağlantılı olarak incelenebilir –ve artı-değeri anlamaksızın herhangi bir kâr teorisi düşünülemez– Ricardo ise tüm sermayeyi değişen sermaye imişçesine ele alır ve ara sıra öndelikler diye söz ettiği değişmeyen sermayeyi
unutur.
||637| “
Brüt ve Net Gelir Hakkında”ki XXVI. bölümde Ricardo
“kârın, istihdam edilen emek miktarıyla değil, sermaye ile orantılı olduğu işler”den söz eder ([David Ricardo, On the Principles of Political Economy, and Taxation [Ekonomi Politiğin ilkeleri ve Vergilendirme Üzerine], 3. baskı] s. 418).
Kârlar, “istihdam edilen
emek miktarıyla değil,
sermaye ile orantılı olduğu” takdirde, Ricardo’nun tüm
ortalama kâr öğretisi (ki, onun rant teorisi de buna dayanır) nerede kalıyor? Kârlar eğer “
istihdam edilen emek miktarı ile orantılı olsaydı”
, o zaman eşit sermayeler hiç
eşit olmayan kârlar bırakırdı, çünkü kârları, kendi
üretim alanlarında yaratılan artı-değere eşit olurdu; ne var ki, artı-değer, sermayenin bir bütün olarak büyüklüğüne değil, istihdam edilen emek miktarının dengi olan değişen sermaye büyüklüğüne bağlıdır. Peki öyleyse, sermayenin belli bir kullanımına
özgü işlerden, yani ayrıksın işlerden söz etmenin, oralarda kârların
istihdam edilen emek miktarıyla değil, sermayenin büyüklüğüyle orantılı olduğunu söylemenin anlamı nedir? Belli bir artı-değer oranında, belli bir sermayenin artı-değer miktarı her zaman, sermayenin mutlak büyüklüğüne değil, ama istihdam edilen emek miktarına bağlı olmak zorundadır. Öte yandan, eğer ortalama kâr oranı belli ise, kâr miktarının her zaman,
istihdam edilen emek miktarına değil, kullanılan sermaye büyüklüğüne bağlı olması
[sayfa 358] gerekir. Ricardo
“taşımacılık, uzak dış ticaret ve pahalı makinelere gerek gösteren işleri” ismen belirtiyor (agy, s. 418).
Başka deyişle, göreli olarak daha büyük değişmeyen sermaye ve küçük bir değişen sermaye kullanan işlerden söz ediyor. Bunlar aynı zamanda, başka işlerle karşılaştırıldığı zaman, yatırılan sermayenin
toplam miktarının geniş olduğu işlerdir ya da ancak
geniş sermayelerle çevrilebilen işlerdir. Eğer kâr oranı belliyse kâr miktarı, tamamen, yatırılan sermayenin
büyüklüğüne bağlıdır. Ne var ki bu, geniş sermayelerin ve daha fazla değişmeyen sermayenin yatırıldığı (her ikisi her zaman birlikte olur zaten) işleri, küçük sermayeler kullanan işlerden ayırdetmez; yalnızca eşit sermayelerin eşit kâr getirdiği, dolayısıyla geniş sermayenin küçük sermayeye göre daha fazla kâr bıraktığı biçimindeki teorinin uygulanmasından başka bir şey değildir. Bunun “istihdam edilen emek miktarı” ile hiçbir ilgisi yoktur. Ancak, kâr oranının, genelde büyük mü ya da küçük mü olduğu,
tüm kapitalistler sınıfının yatırdığı sermayenin çalıştırdığı toplam emek miktarına ve ödenmemiş emeğin oranına bağlıdır; ve son olarak, emeğe harcanan sermayenin ve üretimin bir koşulu olarak yalnızca yeniden-üretilen sermayenin oranına bağlıdır.
Adam Smith’in
“... dış ticaretle uğraşan bazı tüccarların zaman zaman elde ettiği büyük kârlar, ülkenin genel kâr oranını yükseltecektir...” (agy, “Dış Ticaret Hakkındaki bölüm VII, s. 132)
biçimindeki görüşüne karşı çıkan Ricardo’nun kendisidir. Şöyle der:
“Kârlardaki genel artışın kârlarda eşitliği sağlayacağını öne sürüyorlar; ben, gözde işin getireceği kârların, hızla genel düzeye gerileyeceği düşüncesindeyim” (agy, s. 132-133).
Ayrıksın kârların (eğer bu kârlara, pazar fiyatının, değerin üstüne çıkması neden olmamışsa) kârların
eşitlenmesine karşın genel kâr oranını yükseltmeyeceği görüşünün ne ölçüde doğru olduğunu ve gene dış ticaretin ve pazar genişlemesinin kâr oranını
yükseltemeyeceği görüşünün ne ölçüde doğru olduğunu daha ilerde göreceğiz.
Ama diyelim ki [görüşü
-ç.] doğrudur ve genelde “kârlar eşit”tir; [peki o zaman
-ç.] “
kârın sermayeye orantılı olduğu”
işlerle, kârların “
istihdam edilen emek miktarıyla orantılı olduğu”
öteki işleri birbirinden nasıl ayırabilir?
Yukarda alıntılanan “
Brüt ve Net Gelir Hakkında”ki bölüm
[sayfa 359]
XXVI’da Ricardo şöyle diyor:
“Ekilen son toprağın dışında herhangi bir toprakta kullanılan belli büyüklükteki bir sermayenin, rantın doğası nedeniyle, imalatta ve ticarette kullanılan aynı büyüklükteki bir sermayeye göre daha fazla emeği harekete geçirdiğini kabul ederim” (agy, s. 419).
Bu ifadenin tümü saçma. Her şeyden önce, Ricardo’ya göre,
ekilen son toprakta, tüm öteki topraklara göre daha çok emek kullanılır. Ona göre öteki topraklar, bundan ötürü rant bırakır. Peki o zaman, belli bir sermaye, ekilen son toprağın
dışında tüm öteki topraklarda, imalattakine ve ticarettekine göre daha büyük miktarda emek-gücünü nasıl harekete geçirir? Daha iyi topraktan alınan ürünün
o toprakta kullanılan sermayenin istihdam ettiği emek miktarıyla belirlenen
bireysel değerinden
daha yüksek bir
pazar değerine sahip olması demek, hiç kuşku yok,
bu sermaye, imalatta ve ticarette kullanılan eşit miktardaki bir sermayeye göre, daha büyük miktardaki bir emek-gücünü harekete geçirir demek değildir. Ama Ricardo, toprağın verim farklılıklarından ayrı olarak, tarımsal olmayan ortalama sermayeye göre, tarımsal sermaye, sermayenin değişmeyen bölümüne oranla daha fazla emeği harekete geçirdiği için rant bırakır deseydi, o zaman bu dediği doğru olurdu.
||638| Ricardo,
belli bir artı-değerde, çeşitli öğelerin kâr oranını artırıp azaltabileceği ve genelde etkileyebileceği gerçeğini gözden kaçırıyor. Artı-değeri kârla özdeşlediği için, bununla epey tutarlı biçimde, kâr oranındaki artış ya da azalışın artı-değeri artıran ya da azaltan koşulların sonucu olduğunu göstermeye çalışıyor. Artı-değer miktarı belli olduğu zaman,
kâr miktarını değil ama
kâr oranını etkileyen koşulların dışında, ayrıca kâr oranının
artı-değer miktarına
bağlı olduğu, hiçbir biçimde
artı-değer oranına bağlı olmadığı gerçeğini de gözden kaçırıyor. Artı-değer oranı yani artı-emek oranı belli olduğu zaman, artı-değer miktarı sermayenin organik bileşimine, başka bir deyişle, belli bir değerdeki sermayenin, örneğin 100 sterlinin çalıştırdığı işçi sayısına bağlıdır. Eğer sermayenin organik bileşimi belli ise, artı-değer miktarı, artı-değer oranına bağlıdır. Demek ki iki öğe tarafından belirlenir: aynı anda kullanılan işçi sayısı ve artı-emek oranı. Eğer sermaye artırılırsa, sermayenin organik bileşimi ne olursa olsun, yeter ki değişmesin, o zaman artı-değer miktarı da artar. Ama bu, belli bir sermaye için, örneğin 100 [birim
-ç.] için [artı-değer miktarının] aynı kaldığı gerçeğini değiştirmez. Eğer bu örnekte 10 ise, 1.000 sterlinde 100’dür, ama bu [organik bileşim
-ç.] oranını değiştirmez.
(Ricardo:
[sayfa 360]
“Aynı [sermaye -ç.] kullanımında iki kâr oranı olamaz, bu nedenle, ürün değeri sermayeye göre farklı olduğu zaman, farklılık gösterecek olan kar değil ranttır” (agy, bölüm XII, “Arazi Vergisi”, s. 212-213).
Bu “aynı [sermaye
-ç.] kullanımında” yalnızca normal kâr oranı için gereklidir. Yoksa, daha önce alıntıladığımız
önermeyle doğrudan çelişir:
“Tüm metaların, ister imal edilsin, ister madenden çıkarılsın, ister toprağın ürünü olsun, hepsinin değişilebilme değeri, özellikle kendine özgü üretim kolaylıklarına sahip olanların yararlandığı hayli elverişli koşullar altında, üretimleri için yeterli olacak daha az miktar emekle değil, ama her zaman, bu tür kolaylıklara sahip olmayanların, o ürünlerin üretimi için zorunlu olarak harcadıkları daha büyük miktardaki emeğe göre düzenlenir; en elverişsiz koşullarda onları üretmeyi sürdürenlerce belirlenir; en elverişsiz koşullar [derken -ç.] kastedilen” (eski fiyattan) “gerek duyulan ürün miktarının üretimi sürdürülmeyi gerektirdiği en elverişsiz koşullardır” (agy, bölüm II, “Rant Üzerine”, s. 60-61).)
“
Arazi Vergisi”
hakkındaki bölüm XII’de Ricardo söz arasında Say’ye karşı aşağıdaki sözleri söyler; bu sözler, Kıta [Avrupası
-ç.] insanının ekonomik ayrımları sürekli unuttuğunu oysa İngilizin her zaman bu ayrımların bilincinde olduğunu gösterir:
“Bay Say Bir toprak sahibinin çalışkanlığı, tutumluluğu ve yeteneğiyle yıllık gelirini 5.000 Frank artırdığını’ varsayıyor; ama bir toprak sahibi, tarımı bizzat yapmadıkça ve o zaman da giriştiği iyileştirmeler bir toprak sahibinin kalitesinde değil de bir kapitalistin ve çiftçinin kalitesinde olmadıkça, kendi çalışkanlığını, tutumluluğunu ve yeteneğini kendi toprağı üzerinde uygulayacağı araç-gereçlere sahip değildir. Önce, toprağa yatırdığı sermaye miktarını artırmaksızın, kendine özgü yeteneğiyle” (demek ki “yetenek” aşağı-yukarı masaldan başka bir şey sayılmaz) “ürünü artırabileceği akim alacağı iş değildir” (agy, s. 209).
“
Vergiler ve Altın”
hakkındaki
bölüm XIII’te (Ricardo’nun para teorisi bakımından önemli) Ricardo.
pazar fiyatı ve
doğal fiyat ile ilgili olarak, bazı ek tanımlar ya da ek düşünceler daha öne sürer. Söyledikleri şuna varır: iki fiyatın ne sürede eşitleneceği, belli bir üretim alanının arzı ne ölçüde hızlı ya da yavaş artırıp azaltacağına bağlıdır ki, bu da o alana
sermaye aktarılmasının ya da o alandan
sermaye çekilmesinin hızlı ya da yavaş olmasına bağlıdır. Ricardo, rantla ilgili gözlemlerinde, büyük miktarda
sabit sermaye, vb. kullanan çiftçi için
sermayeyi geri çekmenin bazı güçlükler taşıdığını görmezden geldiği için birçok yazar (Sismondi, vb.)
[sayfa 361] tarafından eleştirilmiştir. (İngiltere’nin 1815-1830 arası tarihi bunun
güçlü kanıtını vermektedir.) Bu itiraz oldukça doğru olmasına karşın, teoriyi
hiçbir biçimde etkilemez, ona
pek ilişmez, çünkü bu örnekte sorun hiç şaşmaksızın, yalnızca, ekonomik yasanın şu ya da bu ölçüde hızlı ya da yavaş işleyişi sorunudur. Ama
yeni toprağa yeni sermaye yatırılmasına ilişkin
tersinden itiraz konusuna gelince, durum epey farklıdır. Ricardo, bunun, toprak sahibinin
müdahalesiyle karşılaşmaksızın gerçekleştirebileceğini varsaymaktadır; bu tür bir durumda sermaye bir iş alanında ||639| faaliyettedir, bu alanda [toprak sahibinin
-ç.]
herhangi bir direnişiyle karşılaşmaz. Ama bu
ciddi biçimde yanlıştır. Bu varsayımın gerçekten böyle olduğunu kanıtlamak için, kapitalist üretimin ve toprak mülkiyetinin geliştiği yerde, Ricardo her zaman, toprak mülkiyetinin fiilen ya da yasal olarak
varolmadığını ve kapitalist üretimin de en azından toprakta
henüz gelişmediğini kabul eder.
Anılan tümceleri şöyledir:
“Vergileme ya da üretim güçlüğünü, onun sonucu olarak er ya da geç meta fiyatlarındaki artış izleyecektir; ama pazar fiyatının doğal fiyata denk düşmesine kadar geçecek oranın uzunluğu metanın yapısına ve miktar olarak azaltılabilme kolaylığına bağlı olmak gerekir. Eğer vergilendirilen meta miktarı azaltılamazsa, çiftçinin ya da örneğin şapka yapımcısının sermayesi, başka kullanım alanlarına [aktarılmak üzere -ç.] geri çekilemezse, bu kârlarının vergi yoluyla genel düzeyin altına çekilmesinin sonucu değildir; metalarına talep artmadıkça tahılın ya da şapkanın pazar fiyatını, artan doğal fiyatına asla yükseltemezler. İş alanlarını terketme ve sermayelerini daha elverişli işlere taşıma tehditleri, gerçekleştirilemeyecek bir baş ağrısı gibi karşılanır; ve sonuçta fiyat, azalan üretim yoluyla artırılamaz. Gerçi metanın her türlüsü miktarca azaltılabilir ve daha kârlı alanlardakine bakışla daha az kârlı olan alanlardaki sermayeler ortadan taşınabilir, ama farklı hız dereceleriyle. Belli bir metanın arzı üreticiye rahatsızlık vermeksizin ne ölçüde hızla azaltılabilirse, vergi ya da başka nedenlerle üretimindeki güçlük arttıktan sonra, fiyatı o oranda daha hızla artacaktır” (agy, s. 214-215).
“Tüm metaların pazar fiyatı ile doğal fiyatının uyuşması her zaman arzın artırılabilmesi ya da azaltılabilmesi olanaklarına bağlıdır. Altın, konut ve emekte ve bunların yanısıra birçok başka şeyde, bazı koşullarda bu sonuç kolaylıkla yaratılamaz. Ama şapka, ayakkabı, tahıl ve kumaş gibi yıldan yıla yeniden-üretilen ve tüketilen metalarda durum farklıdır; bunlar gerekirse azaltılabilir ve onların üretimi giderlerinin artmasıyla orantılı olarak arzlarının azaltılması arasındaki süre çok uzun olmaz” (agy, s. 220-221).
[2. Çeşitli Öğelerin Etkisiyle Kâr Oranında Görülen Değişmeleri]
“
Vergiler ve Altın”
hakkındaki XIII. bölümde Ricardo
“rantın bir yaratım değil, yalnızca bir zenginlik aktarması olduğu”nu söyler (agy, s. 221).
Kâr bir zenginlik yaratımı mıdır, yoksa daha doğrusuyla işçiden kapitaliste bir artı-emek aktarması mıdır? Gerçekte ücretler de bir zenginlik yaratımı değildirler; ama aktarma da değildirler. Ücretler ürünü üretenlerin, onun bir bölümünü sahiplenmeleridir.
Aynı bölümde Ricardo şöyle diyor:
“Toprağın yüzeyinden elde edilen ham üründen alınan vergi ... emeği beslemeye giden fonları azaltarak ücretleri düşürmediği, nüfusu azaltmadığı ve tahıl talebini eksiltmediği sürece, tüketiciye yüklenecektir, rantı da hiçbir biçimde etkilemeyecektir” (agy, s. 221).
Ricardo’nun “
toprağın yüzeyinden elde edilen ham üründen alınan vergi”nin ne toprak sahibine ne de çiftçiye ama
tüketiciye yükleneceğinin doğru olup olmadığı burada bizi ilgilendirmiyor. Ama yalnızca şunu belirtmek isterim ki, eğer haklıysa, böyle bir vergi
rantı artırabilir, oysa o, tüketim maddesinin, vb. fiyatları artırarak sermayeyi, nüfusu ve tahıl talebini, vb. azaltmadıkça rantı etkilemeyeceğini düşünüyor. Çünkü Ricardo, ham ürün fiyatındaki bir artışın, işçinin
tüketim maddelerinin fiyatını yükselttiği ölçüde, yalnızca kâr oranını etkileyeceğini sanıyor. Ve
ham ürün fiyatındaki bir artışın, bu çerçevede yalnızca
artı-değer oranını ve dolayısıyla
artı-değerin kendisini ve
o yolla da kâr oranını etkileyeceği doğrudur. Ama
artı-değerin belli olduğunu varsayarsak. “Toprağın yüzeyinden elde edilen ham ürün”ün fiyatındaki bir artış, değişmeyen sermaye değerini değişen sermaye değeri karşısında yükseltir, değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranını artırır ve
bundan ötürü kâr oranını azaltır, böylece de
rantı artırır. Ricardo, ||640|
ham ürün fiyatındaki artışın ya da eksilişin, ücretleri etkilemediği ölçüde, kârı etkilemeyeceği görüşünden yola çıkıyor; çünkü, (daha ilerde değineceğimiz bir pasaj dışında
) yatırılan sermayenin değeri düşse de yükselse de kâr oranının aynı kalacağını öne sürüyor. Yatırılan sermayenin değeri artarsa, o zaman ürünün değeri ve artı-ürünü oluşturan parçasının değeri de yani kâr da artar. Yatırılan sermayenin değeri düşünce de bunun tersi olur. Bu [Ricardo’nun savı] yalnızca, değişen ve değişmeyen sermaye parçaları,
[sayfa 363] aynı oranda değişirse doğrudur; değişikliğe, hammadde fiyatlarındaki artışın mı, vergilerin mi vb. neden olduğu fark etmez. Bu durumda, oran aynı kalır, çünkü
sermayenin organik bileşiminde herhangi bir değişiklik sözkonusu değildir. Ama o zaman bile –
geçici değişikliklerde de olduğu gibi– ham ürünün fiyatı düşse de artsa da ücretlerin aynı kaldığının
varsayılması gerekir (başka deyişle ücretler aynı kalır, yani ücretlerin kullanım-değerindeki herhangi bir artma ya da eksilmeye bakılmaksızın değerleri aynı kalır).
Aşağıdaki olasılıklar sözkonusudur:
Birincisi, iki temel farklılık:
A.
Üretim yöntemindeki bir değişiklik kullanılan
değişmeyen sermaye ve
değişen sermaye miktarları arasındaki
oranda bir değişikliğe yol açar. Bu durumda, ücretler değişmeksizin aynı kalırsa (yani değer olarak aynı kalırsa) <başka deyişle temsil ettikleri emek-zamanı olarak aynı kalırsa> bu durumda artı-değer oranı aynı kalır. Ama aynı sermayeyle farklı sayıda işçi çalıştırılırsa, yani değişen sermayede bir değişiklik varsa, artı-değerin kendisi etkilenir. Eğer üretim yöntemindeki değişiklik, değişmeyen sermayenin göreli olarak düşmesi sonucunu verirse, artı-değer ve böylece kâr oranı da artar. Tersi, karşıt sonucu verir.
Burada baştan sona, değişmeyen ve değişen sermayenin, örneğin 100 sterlinin değerinin
pro tanto aynı olduğu varsayılmıştır.
Burada üretim yöntemindeki değişiklik
değişmeyen ve
değişen sermayeyi eşit etkileyemez; yani, örneğin –değerde bir değişiklik olmaksızın– değişmeyen ve değişen sermaye aynı boyutta artamaz ya da azalamaz; çünkü düşme ya da yükselme burada her zaman emeğin üretkenliğindeki bir değişikliğin sonucudur. Üretim yöntemindeki bir değişiklik [değişen ve değişmeyen sermaye üzerinde] aynı değil,
farklı bir etki yapar; ve bunun,
sermayenin belli bir
organik bileşiminde, kullanılacak sermayenin büyük ya da küçük olup olmamasıyla ilgisi yoktur.
B. Üretim yöntemi aynı kalır. Göreli oylumları [fizik birimler olarak] aynı kalırken (böylece, önceden olduğu gibi her biri, toplam sermayenin aynı
tam bölen kısmını oluştururken)
değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranında bir değişiklik olmuştur. Oranlarındaki bu değişikliğe değişmeyen ya da değişen sermayeye giren metaların
değerindeki bir değişiklik neden olmuştur.
Bu durumda şu olasılıklar vardır:
[1.] Değişen sermayenin değeri artar ya da eksilirken değişmeyen sermayenin değeri aynı kalır. Bu artı-değeri ve oradan giderek
[sayfa 364] kâr oranını hor zaman etkiler.
|2] Değişmeyen sermayenin değeri artar ya da eksilirken değişen sermayenin değeri aynı kalır. O zaman kâr oranı, birinci durumda düşer, ikinci durumda artar.
[3.] Eğer her ikisi de aynı anda, ama farklı oranlarda düşerse, o zaman biri, ötekine göre her zaman yükselmiş ya da azalmış olur.
[4.] Değişmeyen ve değişen sermayenin değeri, her ikisi de ister artsın ister eksilsin
eşit biçimde etkilenir. Eğer her ikisi de artarsa o zaman kâr oranı düşer; değişmeyen sermaye arttığı için değil, değişen sermaye
arttığı için; ve bu çerçevede artı-değer düşer (çünkü, değişmeyen sermaye eskisi gibi aynı sayıda işçiyi, belki daha az sayıda işçiyi harekete geçirirse de yalnızca değeri yükselmiştir). Eğer her ikisi de düşerse, o zaman kâr oranı artar; değişmeyen sermaye düştüğü için değil ama değişen sermaye (değer olarak) düştüğü için; ve bu çerçevede artı-değer artar.
C.
Üretim yönteminde değişiklik ve değişmeyen sermaye ile değişen sermayeyi oluşturan öğelerin değerinde değişiklik. Burada bir değişiklik ötekini götürebilir; örneğin
değişmeyen sermayenin miktarı artarken değeri düşer ya da aynı kalır (yani 100 sterlin başına
pro tanto düşer). Bu durumda sermayenin organik bileşiminde hiçbir değişiklik olmaz. Kâr oranı aynı kalır. Ama –tarım sermayesi dışında– değişmeyen sermayenin değeri
artarken, miktarının değişen sermayeye göre düşmesi hiçbir zaman sözkonusu olamaz.
Bu tür bir geçersizlik, (gerçek ücret değişmediği sürece) değişen sermaye için sözkonusu olamaz.
Bu tek durum dışında, demek ki yalnızca değişen sermayenin değerinin ve miktarının değişen sermayeye göre aynı zamanda düşmesi veya yükselmesi olasılığı vardır; bu nedenle değişmeyen sermayenin değeri, değişen sermayeye göre mutlak olarak artar ya da azalır. Bu, esasen incelenmişti. Ya da bunlar ||641| aynı zamanda düşer ya da yükselirler, ama eşit olmayan oranda. Yapılan varsayıma göre, bu olasılık her zaman, değişmeyen sermayenin, değişen sermaye karşısında göreli olarak düşmesine ya da yükselmesine varır.
Bu öteki örneği de içerir. Çünkü değişmeyen sermayenin miktarı artarsa, o zaman değişen sermaye miktarı göreli olarak düşer; ve tersi de geçerlidir. Değerde de durum benzer. |641||
[sayfa 365]
[3. Değişen Sermayenin Değerinde Artış Olurken
Değişmeyen Sermaye Değerinde Azalış Olması ve Tersi,
ve Bu Değişmenin Kâr Oranına Etkisi]
||642|
C durumu [
sayfa]
640 ile ilgili olarak şu noktanın da belirtilmesi gerekir:
Ücretlerin artması, ama
değişmeyen sermayenin kitlesi
anlamında değil, ama
değer anlamında düşmesi olanaklıdır. Eğer [sermayenin
-ç.] her iki kanadındaki artma ve azalmalar oransal olsaydı, kâr oranı değişmeyebilirdi. Örneğin değişmeyen sermaye 60 sterlin, ücretler 40 [sterlin] ve artı-değer oranı %50 olsaydı, o zaman ürün 120 sterlin olurdu. Kâr oranı %20 olurdu. Değişmeyen sermaye, kitlesi aynı kalmakla beraber 40’a düşseydi ve ücretler 60’a çıksaydı, artı-değer %50’den %33
1/
3’e düşerken, ürün 120 sterlin ve kâr oranı %20 olurdu. Bu yanlıştır.
Varsayıma göre istihdam edilen emek miktarının toplam değeri 60 sterlindir. Dolayısıyla, eğer ücretler 60 sterline çıksaydı, artı-değer ve dolayısıyla kâr oranı sıfır olurdu. Ama ücretler o ölçüde artmasaydı, o zaman ücretlerdeki herhangi bir artış, artı-değerde bir düşmeye yol açardı. Eğer ücretler 50 sterline çıksaydı, o zaman artı-değer 10 sterlin, 45 sterline [çıksaydı] o zaman [artı-değer] 15 sterlin olurdu, vb.. Bu nedenle, her koşulda artı-değer ve kâr oranı aynı ölçüde düşerdi. Çünkü burada değişmeyen toplam sermayeyi ölçüyoruz. Sermayenin büyüklüğü (toplam sermaye) aynı kaldığı sürece kâr oranı, her zaman, artı-değer oranıyla birlikte değil, ama artı-değerin mutlak miktarıyla birlikte artmak ya da azalmak durumundadır. Ama yukardaki örnekte, keten [fiyatı
-ç.] öyle düşseydi ki, aynı sayıda işçinin eğirdiği miktar 40 sterline satın alınabilseydi, o zaman durum şöyle olurdu:
Değişmeyen
Sermaye
|
Değişen
Sermaye
|
Artı-
Değer
|
Ürün
Değeri
|
Yatırılan
Sermaye
|
Kâr Oranı
|
40
|
50
|
10
|
100
|
90
|
%111/9
|
Kâr oranı %20’nin altına düşerdi.
Ama varsayalım ki:
Değişmeyen
Sermaye
|
Değişen
Sermaye
|
Artı-
Değer
|
Ürün
Değeri
|
Yatırılan
Sermaye
|
Kâr Oranı
|
30
|
50
|
10
|
90
|
80
|
%12½
|
Varsayalım ki:
[sayfa 366]
Değişmeyen
Sermaye
|
Değişen
Sermaye
|
Artı-
Değer
|
Ürün
Değeri
|
Yatırılan
Sermaye
|
Kâr Oranı
|
20
|
50
|
10
|
80
|
70
|
%142/7
|
Dolayısıyla, bu durumda, değişmeyen sermayenin değerindeki düşme, değişen sermayenin değerindeki artışa karşı, hiçbir zaman tam bir denge sağlamaz. Varsayıma göre, hiçbir zaman da onu tümüyle iptal edemez, çünkü kâr oranının %20 olması için, 10 sterlinin, yatırılan toplam sermayenin beşte-biri olması gerekir. Ama
değişen sermayenin 50 [sterlini] bulduğu örnekte bu ancak, değişmeyen sermayenin sıfır olması halinde olanaklı olabilirdi. Öte yandan değişen sermayenin yalnızca 45 [sterline] çıktığını varsayalım; o durumda artı-değer 15 [sterlin] olurdu. Ve değişen sermaye de düştü diyelim:
Değişmeyen
Sermaye
|
Değişen
Sermaye
|
Artı-
Değer
|
Ürün
Değeri
|
Yatırılan
Sermaye
|
Kâr Oranı
|
30
|
45
|
15
|
90
|
75
|
%20
|
Bu örnekte iki hareket birbirini karşılıklı olarak tamamen iptal eder.
||643| Varsayımı ilerletelim:
Değişmeyen
Sermaye
|
Değişen
Sermaye
|
Artı-
Değer
|
Ürün
Değeri
|
Yatırılan
Sermaye
|
Kâr Oranı
|
20
|
45
|
15
|
80
|
65
|
%231/13
|
;
Demek ki, artı-değerde düşüş olduğu zaman bile, bu örnekte kâr oranı
artabiliyor, çünkü değişmeyen sermayenin değerinde, oransal olarak daha büyük bir düşme oluyor. Ücretlerdeki artışa ve artı-değer oranındaki düşmeye karşın, aynı 100’lük sermaye ile daha fazla işçi çalıştırılabilir. Artı-değer oranındaki düşüşe karşın, işçi sayısı arttığı için artı-değer miktarı ve dolayısıyla kâr artar. Çünkü yukardaki 20
s + 45
d orantısı, 100’lük bir sermayeyle şu oranları verir:
Değişmeyen
Sermaye
|
Değişen
Sermaye
|
Artı-
Değer
|
Ürün
Değeri
|
Yatırılan
Sermaye
|
Kâr Oranı
|
3010/13
|
693/13
|
231/13
|
231/13
|
100
|
%231/3
|
Artı-değer oranı ile işçi sayısı arasındaki bağlantı burada çok önem kazanıyor. Ricardo bunu hiçbir zaman dikkate almadı. |643||
[sayfa 367]
*
||641| Açıktır ki, burada bir sermayenin
organik bileşimindeki değişmeler olarak görülen şey,
farklı sermayeler, farklı üretim alanlarındaki sermayeler arasındaki
organik bileşim farklılığı için de aynı ölçüde geçerlidir.
Birincisi: Tek sermayenin organik bileşimindeki değişiklik yerine
farklı sermayelerin organik bileşimindeki farklılık.
İkincisi: Sermayenin iki parçasındaki
değer değişikliği yoluyla organik bileşimdeki değişmeler; benzer biçimde, farklı sermayelerin kullandığı
hammaddelerin ve
makinelerin c/derindeki farklılık. Bu
değişen sermaye için sözkonusu değildir, çünkü, farklı üretim dallarındaki ücretlerin eşit olduğu varsayılmıştır. Farklı
alanlarda farklı işgünlerinin değerindeki farklılığın, bununla bir ilgisi yoktur. Eğer bir kuyumcunun emeği, bir
emekçininkinden daha değerli ise o zaman kuyumcunun artı-zamanı oransal olarak emekçininkinden daha pahalıdır.
[100]|641||
[4. Rikardocu Kâr Teorisinde Maliyet Fiyatları ile Değerin
Birbirine Karıştırılması]
||641|
‘’Vergiler ve Kârlar”
hakkındaki
XV, bölümde Ricardo şöyle diyor:
“Genelde lüks mallar diye anılan metalardan alınan vergiler, yalnızca onları kullananlara yüklenir. ... Ama zorunlu tüketim maddelerine konan vergiler, o zorunlu maddeleri kullanan tüketicileri, tüketebilecekleri miktarlara oranla değil, çok daha yüksek oranda etkiler.” “Örneğin tahıla konan vergi ... sermayenin kâr oranını değiştirir. ... Emeğin ücretini artıran herhangi bir şey sermayenin kârını azaltır; bu nedenle emekçinin tükettiği herhangi bir metaya konan vergi kâr oranım düşürme eğilimini taşır” (agy, s. 231).
Tüketicilere konan vergiler, vergilendirilen nesne yalnızca bireysel tüketime girmekle kalmayıp aynı zamanda sınai tüketime de girdiği ölçüde ya da yalnızca sınai tüketime girdiği ölçüde,
üreticilere de konmuş vergi demektir. Ancak bu yalnızca,
emekçiler tarafından tüketilen gerekli geçim nesneleri için geçerli değildir; kapitalistin sınai olarak tükettiği tüm materyal için de geçerlidir. Bu türden her vergi kâr oranını düşürür; çünkü değişen sermayeye oranla değişmeyen sermayenin değerini yükseltir. Örneğin ketene ya da yüne konan bir vergi. ||642| Ketenin fiyatı artar. Keten eğirmeni, bu nedenle artık, 100 sterlinlik bir sermayeyle aynı miktar keten satın alamaz. Üretim yöntemi aynı kaldığına göre, aynı miktar keteni eğirmek için aynı sayıda işçiye gerek duymaya devam
[sayfa 368] eder. Ama keten, ücretlere ödenen sermayeye göre, şimdi artık daha büyük bir değere sahiptir. Bu nedenle kâr oranı düşer.
Keten ipliği fiyatının artmış olması da onun işine yaramaz. Bu iplik fiyatının mutlak düzeyi
onun için gerçekte önemsizdir; önemli olan bu fiyatın,
yatırılan sermayenin fiyatı üzerindeki fazlasıdır. Eğer toplam ürünün [fiyatını] yükseltmek istese; yalnızca keten fiyatındaki [artışı kaldırmaya yetecek kadar] değil, ama, aynı miktar ipliğin, ona eskisi kadar kâr bırakacağı ölçüde yükseltmek istese, talep –ki iplik hammaddesindeki artış dolayısıyla zaten düşmektedir– daha yüksek kâr dolayısıyla ortaya çıkan yapay [fiyat
-ç.]
artışı yüzünden daha da düşer. Gerçi
ortalama kâr oranı bellidir ama, bu durumlarda fiyatı böyle artırmak olanaklı değildir.
[101] |642||
||643| “
Vergiler ve Kârlar”
hakkındaki
XV. bölüm[de] Ricardo şöyle diyor:
“Bu çalışmanın önceki bir bölümünde sermayenin sabit ve döner sermaye diye ya da daha doğrusu dayanıklı ve dayanıksız sermaye diye ayrılmasının metaların fiyatları üzerindeki etkilerini tartıştık. İki imalatçının, birbirinin tamı tamına aynı miktarda sermaye yatırabileceklerini ve o sermayeden tamı tamına aynı miktar kâr elde edebileceklerini, ama yatırdıkları sermayelerin hızlı mı yavaş mı tüketildiğine ve yeniden-üretildiğine göre, met alan m çok farklı paralara satabileceklerini gösterdik. Biri mallarını 4.000 sterline, öteki 10.000 sterline satabilir ve her ikisi de 10.000 sterlinlik bir sermaye kullanabilir ve her ikisi de %20 kâr ya da 2.000 sterlin kâr sağlayabilir. Birinin sermayesi örneğin yeniden-üretilecek 2.000 sterlin döner sermayeden, ve yapılar ve makineler olmak üzere 8.000 sterlin sabit sermayeden oluşuyor; ötekinin sermayesi, tersine 8.000 sterlin döner sermayeden ve yalnızca 2.000 sterlin, makine ve yapı olmak üzere, sabit sermayeden oluşuyor. Şimdi eğer bu iki kişiden her biri, gelirinin %10’u oranında ya da 200 sterlin vergilen-dirilseydi, biri, işinin kendisine genel kâr oranım getirmesi için, ürünlerinin [fiyatını -ç.) 10.000 sterlinden 10.200 sterline çıkarmak durumunda kalacaktı; öteki de mallarının fiyatını 4.000 sterlinden 4.200 sterline çıkarmak zorunluluğunu duyacaktı. Vergiden önce, bu imalatçılardan birinin mallan ötekinin mallarına göre 2½ kez daha değerliydi; vergiden sonra ise, 2,42 defa daha değerlidir: türlerden biri %2 artacaktır, öteki %5; sonuç olarak gelire konan vergi, paranın değeri aynı kalırken metaların göreli fiyatlarını ve değerini değiştirir” (agy, s. 234-235).
Hata bu son “
ve”de yatıyor — “
fiyatlar ve değer”
. Bu fiyat değişikliği –sermayenin farklı sabit ve döner sermaye parçalarını içermesinde olduğu gibi– yalnızca,
genel kâr oranının oluşmasının, genel kâr oranı tarafından düzenlenen fiyatların ya da maliyet
[sayfa 369] fiyatlarının, metaların değerinden çok farklı olmasını gerektirdiğini gösterir. Ve sorunun bu en önemli yanı Ricardo açısından mevcut değildir.
Aynı bölümde şöyle diyor:
“Eğer bir ülke vergilendirilmeseydi ve para değer yitirseydi, paranın her pazarda bol bol bulunuşu” (burada, para değerindeki bir düşüşe her pazarda bol bol bulunmasının eşlik ettiği biçimindeki saçma düşünceyi [ifade ediyor)) ||644| “her bir pazarda benzer bir etki yapardı. Eğer et %20 oranında arttıysa ekmek, bira, ayakkabı ve tüm metalar %20 artardı; her bir iş alanında aynı kâr oranını güvenceye almak için böyle yapmaları gereklidir. Ama bu metalardan herhangi biri vergilendirildiği zaman artık bu doğru değil; o durumda, hepsi para değerindeki düşüşle orantılı olarak [fiyat -ç.] artırsalar, kârlar eşit olmaktan çıkardı; vergilendirilen metalarda ise, kârlarda denklik sağlanıncaya kadar kârlar genel düzeyin üstüne çıkarılır ve sermaye bir işten başka bir işe aktarılırdı; kârlarda denklik ancak göreli fiyatlar değiştikten sonra olabilirdi” (agy, s. 236-237).
Ve böylece kârlardaki bu denklik, her şey bir yana göreli değerler tarafından sağlanırdı; metaların “
gerçek değerleri”
değişilmiş ve öyle ayarlanmış olurdu ki, kendi gerçek değerlerine değil, getirmeleri gereken ortalama kâra uygun düşerlerdi.
[5. Birbirleriyle İlişkileri Çerçevesinde Genel Kâr Oranı ile Mutlak
Rant Oranı. Ücretlerde Yapılan İndirimin Maliyet Fiyatına Etkisi]
“
Ham Ürünler Dışındaki Metalara Konan Vergiler” hakkındaki XVII. bölümde Ricardo şöyle diyor:
“Bay Buchanan tahılın ve ham ürünlerin tekel fiyatından [satıldığını -ç.]t çünkü rant bıraktığını düşünüyor: rant getiren her metanın, tekel fiyatında olması gerektiğini kabul ediyor; ve buradan, ham ürünlerle ilgili tüm vergilerin tüketiciye değil, toprak sahibine yüklenmesi gerektiği sonucunu çıkarıyor. ‘Her zaman rant getiren tahıl fiyatı diyor, *üretim harcamalarından hiçbir biçimde etkilenmediğine göre, bu harcamalar ranttan ödenmelidir; ve böylece bu harcamalar artar ya da azalırsa sonuç yüksek ya da düşük fiyat değil, yüksek ya da [...] düşük rant olur. Bu görüşe göre, çiftlik hizmetkarlarının, atların ya da tarım araç-gereçlerinin vergisi gerçekte arazi vergisidir; vergi yükü kira sözleşmesi boyunca çiftçinin ve sözleşme yenileneceği zaman toprak sahibinin sırtındadır. Böylece, çiftçinin harcamalardan tasarruf etmesini sağlayan o tüm gelişkin tarım araçları, biçerdöverler gibi makineler, pazara ulaşmasını daha kolaylaştıran her şey, örneğin iyi yollar, kanallar ve köprüler, her ne kadar orijinal tahıl maliyetini azaltırsa da, pazar fiyatını azaltmamaktadır. Bu gelişmelerle sağlanan her tasarruf böylece, [sayfa 370] onun rantının bir parçası olarak toprak sahibine ait olmaktadır.”
“Açıkça görülüyor ki” (diyor Ricardo) “eğer bay Buchanan’ın düşüncelerini üzerine kurduğu temeli, yani tahıl fiyatının her zaman rant bıraktığı [düşüncesini -ç.] bir kez kabul edersek, öne sürdüğü tüm sonuçlar, arkadan doğal olarak sökün edecektir” (agy, s. 292-293).
Bu pek de o kadar açık değil. Buchanan’ın savına temel yaptığı şey
her tür tahılın rant getirdiği değil, rant getiren her tahılın tekel fiyatından satıldığı ve bu tekel fiyatının –Adam Smith’in açıkladığı anlamda tekel fiyatı ki Ricardo’da da aynı anlamı taşıyor– “
tüketicilerin satın almaya rıza gösterdikleri en yüksek fiyat”
olduğudur.
[102]
Ama bu yanlış. (Farklılık rantı dışında)
rant getiren tahıl Buchanan’ın kastettiği anlamda tekel fiyatından satılmıyor. Tahıl, yalnızca
maliyet fiyatının üstünde ve
değerinden satıldığı ölçüde tekel fiyatından satılmış olur. Tahılın fiyatını,
içerdiği emek miktarı belirler,
üretim maliyeti değil; ve rant, değerin, maliyet fiyatı üzerindeki fazlasıdır, o nedenle de maliyet fiyatı tarafından belirlenir. Değer karşısında maliyet fiyatı, göreli olarak ne kadar küçükse, rant o kadar büyük olacak ve ne kadar yüksekse rant o kadar düşük kalacaktır.
Her türlü iyileştirme tahılın fiyatını düşürür, çünkü üretimi için gereken emek miktarını [azaltır]. Bu iyileştirmelerin rantı azaltıp azaltmaması çeşitli koşullara bağlıdır. Eğer tahıl ucuzlarsa ve ücretler bundan ötürü azaltılırsa, o zaman artı-değer oranı artar. Ayrıca çiftçinin tohumluk, hayvan yemi, vb. giderleri düşer. Ve böylece tarımsal-olmayan tüm üretim dallarında ve elbette tarımda
da kâr oranı yükselir. Doğrudan ve birikmiş emeğin göreli miktarı tarımsal-olmayan üretim alanlarında değişmeksizin aynı kalır; işçi sayısı (değişmeyen sermayeye göre) aynı kalır, ama
değişen sermayenin değeri azalır bu nedenle artı-değer ||645| ve ayrıca kâr oranı artar.
Bunun sonucu olarak, [artı-değer ve kâr oranı] tarımda da artar. Burada rant düşer, çünkü kâr oranı artmıştır.
Tahıl ucuzlar ama maliyet fiyatı yükselir. Doğal değeri ile maliyet fiyatı arasındaki fark da azalır.
Varsayımımıza göre, tarımsal-olmayan ortalama bir sermayenin oranı 80
s + 20
d sterlin idi, artı-değer oranı %50’ydi, böylece artı-değer 10 sterlin ve kâr oranı %10’du. Bu çerçevede 100 sterlinlik ortalama sermayenin ürün değeri 110 sterlindi.
Eğer, tahıl fiyatının düşürülmesi sonucu, ücretlerin dörtte-bir oranında azaldığını düşünürsek, o zaman 80 sterlinlik
değişmeyen sermaye ile yani o miktarda hammadde ve makine ile istihdam edilen
aynı sayıda işçi, şimdi artık yalnızca 15 sterline malolacaktır. Ve aynı miktarda meta şimdi 80
s + 15
d + 15
ad değerinde
[sayfa 371] olacaktır, çünkü varsayıma göre çıkardıkları iş 30 sterline eşittir. Böylece aynı miktarda ürünün değeri eskisi gibi 110 sterlindir. Ama yatırılan sermaye şimdi 95 sterlindir; 95 sterlin üzerinden 15 sterlin kâr [edilmiştir ve kâr oranı
-ç.] %15
15/
19’dur. Şu halde, eskisi kadar sermaye, yani 100 sterlin yatırılsaydı o zaman oran şöyle olacaktı: 84
4/
19s + 15
15/
19d. Bu durumda kâr 15
15/
19 sterlin olurdu. Ve ürün değeri 115
15/
19 sterline ulaşırdı. Ancak varsayıma göre tarımsal sermaye 60s +
40d idi; ürün değeri de 120 sterlindi. Rant 10 sterlin, maliyet fiyatı da 110 sterlindi. Şimdi ise rant yalnızca 4
4/
19 sterlin olurdu. Çünkü 115
15/
19 + 4
4/
19 = 120 sterlin ederdi.
Burada gördüğümüz gibi 100 sterlinlik ortalama sermaye, önceki 110 sterlin yerine şimdi maliyet fiyatı 115
15/
19 sterlin olan metalar üretiyor. Bu, metanın ortalama fiyatının artmasına mı neden oldu?
Metaların değeri aynı. Çünkü aynı miktarda hammaddeyi ve makineyi ürüne çevirmek için gereksinilen emek aynı. Ama 100 sterlinlik aynı sermaye daha fazla emeği harekete geçiriyor; daha önce 80 sterlinlik bir değişmeyen sermayeyi ürüne dönüştürürken şimdi 84
4/
19 sterlinlik bir
değişmeyen sermayeyi ürüne dönüştürüyor. Ancak şimdi bu emeğin daha büyük bir bölümü ödenmemiş emektir. Demek ki, 100 sterlinlik [bir sermaye] ile üretilen metaların
toplam değerinde ve kârda bir artış vardır. Her bir metanın münferit değeri aynı kalmaktadır, ama, 100 sterlinlik sermaye ile
aynı değerde daha fazla meta üretilmiştir. Peki üretimin münferit dallarında maliyet fiyatının durumu nedir?
Varsayalım ki tarımsal-olmayan sermaye aşağıdaki sermaye [parçalarından
-ç.]
oluşmuştur:
|
|
Ürün [fiyatı
şöyle olmalı]
|
Değer ile maliyet
Fiyatı arasındaki
fark
|
I. 80s + 20d
II. 60s + 40d
III. 85s + 15d
IV. 95s + 5d
|
Aynı
maliyet
fiyatından
satmak için
|
110 (değer=110)
110 (değer=120)
110 (değer=107½)
110 (değer=102½)
|
0
-10
+2½
+7½
|
Böylece ortalama sermaye = 80s+20d
|
II için fark - 10, III ve IV için [birlikte alındıklarında] + 10’dur. 400 sterlinlik toplam sermaye için 0 - 10 + 10 = 0’dır. 400 sterlinlik
[sayfa 372] sermayenin ürünü 440 sterlinden satılırsa o zaman o sermayenin ürünü
değerinden satılmış olur. Bu, %10 kâr getirir. Ama II’nin durumunda metalar, değerinin 10 sterlin altında; III’te 2½ [sterlin] üstünde ve IV’te 7½ [sterlin] üstünde satılmıştır. Yalnızca I’de, eğer maliyet fiyatından satılırsa değerinden satılmış olur, yani 100 sterlin sermaye +10 sterlin kâr.
||646| Ama ücretlerdeki bu dörtte-birlik düşüş sonucu durum ne olur?
Sermaye I için: 80
s + 20
d sterlin yerine şimdi 84
4/
19s + 15
15/
19d, kâr 15
15/
19,
ürün değeri 115
15/
19.
Sermaye II için: Şimdi ücretlere 30 sterlin harcanıyor, zira 40’ın 1/4’ü = 10 ve 40 - 10 = 30. Ürün 60
s + 30
d sterlin ve artı-değer 30 sterlin. (Çünkü
harcanan emeğin değeri 60 sterlin.)
90 sterlinlik bir sermayede [30 sterlinlik artı-değer] %33
1/
3’e eşittir. 100 [sterlinlik] sermayede oran 66
2/
3s + 33
1/
3d ve [
ürün]
değeri 133
1/
3 sterlindir. Kâr oranı da %33
1/
3’tür.
Sermaye III için: Şimdi ücretlere yalnızca 11¼ harcanıyor, çünkü 15
Jin ¼’ü = 3
3/
4 ve 15 - 3
3/
4 = 11¼. Ürün 85
s + 11¼
d sterlindir ve artı-değer 11¼ sterlindir. (Harcanan emek değeri 22½ olur.) 96¼ sterlinlik bir sermayede [11¼]. Bu %11
53/
77 demektir. 100 sterlindik bir sermaye için
-ç.] oran 88
24/
77s + 11
53/
77d’dir. Kâr oranı 11
53/
77 sterlin ve ürün [değeri] 111
53/
77 sterlindir.
Sermaye IV için: Şimdi ücretlere yalnızca 3
3/
4 ödenmektedir, çünkü 5’in ¼ü = 1¼’tür ve 5 – 1¼ = 3
3/
4’tür. Ürün 95
s + 3
3/
4d sterlin ve artı-değer 3
3/
4 sterlin olur (çünkü toplam emek değeri 7½’dir). 98
3/
4 sterlinlik bir sermayede [3
3/
4]. Bu, %3
63/
79 demektir. [Ürün] değeri 103
63/
79 olur.
Böylece şu sonucu elde ederiz:
|
|
Kâr oranı
%
|
|
Ürün [fiyatı
şöyle
olmalı]
|
Maliyet
fiyatı ile
değer
arasındaki
fark
|
I.
II.
III.
IV.
|
844/19s+1515/19d
662/3s+331/3d
8824/77s + 1153/77d
9616/79s+363/79d
|
1515/19
331/3
1153/77
363/79
|
Aynı ma-
liyet fiya-
tından sat-
mak için
|
116 (değer=11515/19)
116 (değer=1331/3)
116 (değer=11153/77)
116 (değer= 10363/79)
|
+4/19
-171/3
+424/77
+ 1216/79
|
|
Toplam 400
|
64 (en yaklaşık tam sayı)
|
|
[sayfa 373]
[Ortalama kâr oranı
-ç.| %16’dır. Tam olarak, %16
1/
7’den bir parça fazladır. Hesaplama tam doğru değil, çünkü ortalama kârın kesirli parçasını dikkate almadık; bu nedenle II’deki eksi farklılık bir parça daha büyük ve I, III, IV’teki [artı] bir parça küçük görünüyor. Ama aksi takdirde artı ve eksi farklılıklar birbirini götürüyormuş gibi görünebilirdi; ayrıca, bir yandan II’nin değerinin
altındaki satışı III’ün ve özellikle IV’ün değerinin
üstündeki satışı önemli ölçüde artardı. Doğrudur, fiyattaki artış ya da indirim, özel ürün için burada görüldüğü kadar büyük olmaz; çünkü dört kategorinin tamamında daha fazla emek istihdam edilmiş, dolayısıyla daha fazla değişmeyen sermaye (hammadde ve makine) ürüne dönüştürülmüştür. Fiyattaki artış ya da indirim, bu nedenle daha geniş bir ürün miktarına yayılır. Ama gene de önemli miktardadır.
Şimdi açıkça ortada ki, ücretlerdeki düşme I, III ve IV’ün maliyet fiyatında artışa, işin aslında IV’ün maliyet fiyatında çok önemli bir artışa neden olur. Aslında bu, döner ve sabit sermaye arasındaki farkla ilgili olarak Ricardo’nun geliştirdiği yasanın aynıdır;
[103] ama Ricardo bu yasanın değer yasasıyla uzlaşmaz olmadığını ve toplam sermaye için ürün değerinin aynı kaldığını hiçbir biçimde kanıtlamış değildir; zaten kanıtlayamazdı da.
||647| Sermayenin, dolaşım sürecinden kaynaklanan organik bileşimindeki farklılıkları da işin içine katarsak hesaplama ve yaklaşık tam sayılara göre düzenleme işlemleri çok daha karmaşıklasın Çünkü yukardaki hesap işlemleri için, yatırılan
değişmeyen sermayenin tümünün ürüne girdiğini varsaydık; yani sabit sermayedeki
aşınma payının, örneğin yalnızca bir yıl ürüne girdiğini varsaydık (çünkü kârı yıl için hesaplamamız gerekiyor). Aksi takdirde toplam ürün değerleri çok farklı olurdu, oysa burada [ki hesaplamada
-ç.] değerler yalnızca değişen sermayeye göre değişiyor. İkincisi, sabit bir artı-değer oranı ve ama birbirinden farklı dolaşım dönemleri durumunda,
yaratılan artı-değer miktarında, yatırılan sermayeye göre, büyük farklılıklar olurdu. Değişen sermayedeki her tür farklılık hesap dışı tutulduğu zaman ise, artı-değer miktarları, aynı [büyüklükteki
-ç.] sermayeler tarafından yaratılan değer miktarlarıyla orantılı olurdu. Değişmeyen sermayenin göreli büyük bir parçasının sabit sermayeden oluştuğu durumlarda kâr oranı hatta daha da küçük çıkardı; sermayenin göreli büyük bir parçasının döner sermayeden oluştuğu durumlarda da önemli ölçüde yüksek çıkardı. Değişen sermayenin, değişmeyen sermaye karşısında göreli olarak büyük olduğu ve aynı zamanda değişmeyen sermayenin sabit sermaye parçasının göreli olarak küçük olduğu durumlarda ise kâr oranı en yüksek çıkardı. Döner sermayenin, değişmeyen
[sayfa 374] sermaye içindeki sabit sermayeye oranı, farklı sermayelerde
aynı olsaydı, o zaman belirleyici tek öğe, değişen ve değişmeyen sermayeler arasındaki farklılık olurdu. Eğer değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranı aynı olsaydı, o zaman [belirleyici tek öğe
-ç.] sabit ve döner sermaye arasındaki farklılık olurdu, yani yalnızca değişmeyen sermaye içindeki farklılık olurdu.
Yukarda gördüğümüz gibi, daha düşük tahıl fiyatı nedeniyle tarımsal-olmayan sermayenin genel kâr oranı artarsa, çiftçinin kâr oranı da, her durum ve koşulda artardı. Ancak soru, çiftçinin kâr oranının doğrudan artıp artmayacağı sorusudur ve anlaşılan bu, iyileştirme ve geliştirmelerin yapısına bağlıdır. Eğer iyileştirme ve geliştirmeler, ücretlere yatırılan sermayenin, makineye, vb. yatırılan sermayeye göre önemli ölçüde azalmasına yol açan türdense, çiftçinin kâr oranı doğrudan artmayabilirdi. Örneğin, iyileştirme ve geliştirmeler, çiftçinin artık dörtte-bir daha az işçiye gerek duymasına yol açacak bir yapıda ise, o zaman, başlangıçta ücretlere ayırdığı 40 sterlin yerine, şimdi yalnızca 30 sterlin öderdi. Bu durumda sermayesi 60
s + 30
d sterlin ya da 100 sterlindik bir sermayede
-ç.] 66
2/
3s + 33
1/
3d sterlin olurdu. Ve 40 sterline malolan emek 20 sterlindik bir artı-değer sağladığına göre,] 30 sterline malolan emek 15 sterlin sağlar. Ve 33
1/
3 sterline malolan emekten de 16
2/
3 sterlin [artı-değer elde edilir]. Böylece [sermayenin
-ç.] organik bileşimi, tarımsal-olmayanın organik bileşimine yaklaşır. Ve yukardaki örnekte, ücretlerde dörtte-bir oranındaki eşzamanlı azalmayla tarımsal-olmayan sermayenin [organik bileşiminin
-ç.]
hatta
altına bile düşer.
[104] Bu durumda rant, (mutlak rant) ortadan kalkar.
Buchanan’dan yaptığı yukardaki alıntıdan sonra Ricardo şöyle der:
“Umarım yeterince açıklıkla göstermişimdir ki, bir ülkenin her yanı, en iyi derecede ekilinceye kadar, rant getirmeyen toprakta kullanılan bir sermaye kısmı her zaman varolacaktır ve” (!) “tahıl fiyatını kontrol eden de, ürünü imalatta olduğu gibi, kârla ücretler arasında bölüşülen bu sermaye parçasıdır. Dolayısıyla, rant bırakmayan tahıl fiyatını, kendi üretiminin giderleri etkilediğine göre, o giderler ranttan karşılanamaz. Bu nedenle, o giderlerin artmasının sonucu, düşük rant değil, yüksek fiyattır” (agy, s. 293).
Mutlak rant tarım ürününün değerinin, üretim fiyatının üstündeki fazlasına eşit olduğuna göre, açıktır ki, tahılın vb. üretimi için gereksinilen
toplam emek
miktarını azaltan bütün öğeler, rantı düşürür, çünkü değeri, dolayısıyla da değerin, üretim fiyatı üzerindeki fazla kısmını azaltır. Üretim fiyatı
giderleri içerdiği ölçüde de o fiyatın düşüşü, değerdeki düşmeyle özdeştir ve onunla elele gider.
[sayfa 375]
Ama üretim fiyatı (ya da giderler) yatırılan sermayeye ve ona ek olarak ortalama kâra eşit olduğu ölçüde, bunun tam tersi sözkonusudur. Eğer tahılın pazar değerindeki düşme sonucu genel kâr oranı artarsa, ürünün pazar değeri düşmüş, ama üretim fiyatına eşit olan kısmı artmış demektir. Bundan ötürü rant düşer, çünkü bu anlamda giderler artar — ve başka yerlerde Ricardo, üretim maliyetinden söz ederken giderleri bu anlamda ele alır.
Değişen sermayeye göre,
değişmeyen sermayede artışa neden olan tarımdaki iyileştirme ve gelişmeler, istihdam edilen toplam emek miktarını çok az düşürse ya da ücretleri (doğrudan artı-değeri) hiç etkilemeyecek kadar düşürse bile, gene de rantı ciddi ölçüde azaltır. Varsayalım ki, bu tür iyileştirme ve gelişmeler sonucu, sermayenin bileşimi 60
s + 40
d sterlinden 66
2/
3s + 33
1/
3d sterline değişmiştir; (bu, örneğin göçler gibi, savaş gibi, yeni pazarların keşfi gibi, tarımsal-olmayan sanayideki gönenç gibi nedenlerle ücretlerin artması sonucu, ya da yabancı ülke tahılının rekabeti [sonucu] olabilir ve çiftçi, daha fazla
değişmeyen sermaye daha az
değişen sermaye kullanmanın yolunu bulması gerektiğini hissetmiş olabilir; iyileştirme ve geliştirmelerden sonra aynı koşullar gene de sürüyor olabilir ve ücretler bu geliştirmelere karşın düşmeyebilir). ||648| O zaman tarımsal ürünün değeri 120 sterlinden 116
2/
3 sterline düşer, yani 3
1/
3 sterlin azalır. Kâr oranı %10 olmaya devam eder. Rant 10 sterlinden 6
2/
3 sterline düşer, ve dahası, bu düşüş, ücretlerde herhangi bir indirim yapılmaksızın olur.
Mutlak rant, sanayideki yeni gelişmelerden ötürü genel kâr oranında ortaya çıkan düşüş nedeniyle artabilir. Kâr oranı, ranttaki bir artıştan ötürü düşebilir; bu da tarımsal ürünün değeriyle maliyet fiyatı arasındaki farkın artmasından dolayı tarımsal ürün değerinde ortaya çıkan bir artışın sonucu olabilir. (Aynı zamanda kâr oranı, ücretler arttığı için de düşebilir.)
Mutlak rant, tarımsal ürünün değeri düştüğü ve genel kâr oranı arttığı için düşebilir. Mutlak rant, sermayenin organik bileşiminde meydana gelen temelli bir değişiklik sonucu, kâr oranı artmaksızın, tarımsal ürünün değerinde kendini gösteren bir düşüş nedeniyle de düşebilir.
Tarımsal ürünün değeri, maliyet fiyatına eşitlenir eşitlenmez, başka deyişle tarımsal sermaye, tarımsal-olmayan ortalama sermaye ile aynı [organik
-ç.] bileşime gelir gelmez mutlak rant bütünüyle ortadan kalkar.
Ricardo’nun görüşü şöyle ifade edilseydi ancak o zaman doğru olurdu: Tarımsal ürünün değeri maliyet fiyatına eşitlendiği zaman, mutlak rant olmaz. Ama Ricardo şöyle dediği için hatalı: Değer ve maliyet hem sanayide hem tarımda tamamen özdeş
olduğu için [sayfa 376] mutlak rant yoktur
Tam tersine eğer [tarımsal ürünün
-ç.\ değeri ve maliyet fiyatı özdeş olsaydı, tarım, sanayinin ayrıksın bir sınıfına mensup olurdu.
Bir rant ödemeyen hiçbir toprak parçası olmayabileceğini itiraf ederken bile, Ricardo, en azından sermayenin
toprağa yatırılan bir bölümünün rant bırakmayacağı gerçeğine değinerek, savını ciddi ölçüde geliştirdiğine inanmaktadır. Bir gerçek, teori açısından, öteki kadar konuyla ilgisizdir. Asıl soru şudur: Pazar değerini bu toprakların ya da bu sermayenin ürünü mü düzenliyor? Ya da [bu topraklar ya da sermaye
-ç]
ek ürünlerini, kendileri dışında belirlenen bu pazar değerinin
üstünde değil de ancak
o düzeyde satabilecekleri için, ürünlerini, değerinin
altında satmamaları mı gerekiyor? [Rant getirmeyen
-ç.]
sermaye kısmına gelince, sorun basit; çünkü,
bir miktar ek sermaye yatıran çiftçi açısından
toprak mülkiyeti [artık
-ç.]
sözkonusu değildir ve bir kapitalist olarak onun tek düşüncesi maliyet fiyatıdır; eğer ek sermayeye sahipse, onu, hatta ortalama kârın altında [bir kâr için olsa bile
-ç.]
ödünç vermek ve kâr yerine faiz almaktansa kendi çiftliğinde yatırmak çok daha yararlıdır. Toprağa gelince, rant getirmeyen toprak parçaları, rant getiren bir malikanenin parçasıdırlar ve kiraya verilen malikaneden ayırılamazlar; geri kalan kısmından yalıtlanarak [başka
-ç.) bir kapitalist çiftçiye kiralanamazlar (ancak belki bir rençpere ya da küçük çaplı bir kapitaliste kiralanabilirler). Bu toprak parçalarıyla ilgili olarak da çiftçi “
toprak mülkiyeti”yle karşı karşıya gelmiş değildir. Öteki çözüm, toprak sahibinin o parçaları bizzat ekmesidir. Çiftçi o parçalar için rant ödeyemez, toprak sahibi de herhangi bir harcama yapmaksızın toprağının ekim alanı haline getirilmesini istemedikçe
bedava kiraya vermez.
Tarımsal sermayenin [organik
-ç.\ bileşiminin
tarımsal-olmayan ortalama sermayeye eşit olduğu bir ülkede –ki bu, tarımda üst düzeyde bir gelişmeyi ya da sanayide düşük düzeyde bir gelişmeyi öngörür– durum farklıdır. Bu durumda tarımsal ürünün değeri, maliyet fiyatına eşit olur. O zaman yalnızca farklılık rantı ödenebilir. Hiçbir farklılık rantı bırakmayan
yalnızca tarımsal rant bırakan toprak o zaman hiç rant getirmez. Çünkü çiftçi tarımsal ürünü değerinden satarsa, yalnızca maliyet fiyatını karşılar. Bu nedenle o rant ödemez. O zaman
toprak sahibi toprağı bizzat ekmelidir ya da onun aldığı rant kiracısının kârının ya da hatta
[sayfa 377] ücretinin bir parçasıdır. Bir ülkede durumun böyle olması, bir başka ülkede bunun tersinin olamayacağı anlamına gelmez. Ama sanayinin –ve dolayısıyla kapitalist üretimin– düşük gelişme düzeyinde olduğu yerde, varlığı toprakta kapitalist üretimi öngören kapitalist çiftçiler yoktur. O zaman buralarda, toprak mülkiyetinin ekonomik bir kategori olarak yalnızca rant biçiminde varolduğu ekonomik örgütlenmeninkinden hayli farklı koşulların dikkate alınması gerekir.
Aynı XVII’nci bölümde Ricardo şöyle diyor:
“Kumaşın ve keten bezinin pazar fiyatını nasıl ki onların üretim maliyeti belirliyorsa arpanın ve buğdayın pazar fiyatını da maliyet fiyatı belirlediği için ham ürün tekel fiyatında değildir. Tek fark şu: tarımda kullanılan sermayenin bir bölümü, tahıl fiyatının, rant bırakmayanını düzenler; oysa mamul ürünlerin üretiminde sermayenin: her parçası aynı sonucu getirir ve hiçbir parçası rant ödemediği için her bir parça eşit olarak fiyat düzenleyicidir” (agy, s. 290-291).
Bu sav, yani sermayenin her parçasının aynı sonucu getirdiği ve hiçbirinin rant (burada kâr fazlası deniyor) ödemediği savı yalnızca yanlış olmakla kalmıyor, üstelik Ricardo’nun kendisi ||650|
[105] daha önce gördüğümüz gibi,
bunun yanlış olduğunu kanıtlarıyla ortaya koymuştur.
Şimdi geliyoruz Ricardo’nun artı-değer teorisinin sunulmasına.
[B. ARTI-DEĞER KONUSUNDA RİCARDO]
1. Emek Miktarı ve Emek Değeri
[Emeğin Sermaye Karşılığı Değişilmesi Sorunu:
Ricardo’nun Ortaya Koyduğu Biçimiyle Çözümsüzlük]
Ricardo “
Değer Hakkındaki bölüm 7’i
kesim 7’e koyduğu şu başlıkla açıyor:
“Bir metanın değeri, ya da değişileceği başka herhangi bir metanın miktarı, üretimi için gereken göreli emek miktarına, bağlıdır; o emek için ödenen daha fazla ya da az karşılığa bağlı değildir” (agy, s. 1).
Tüm araştırmasına başından sonuna sinen üslup içinde Ricardo, kitabına böylece, metaların değerini emek-zamanıyla belirlemenin,
ücretlerle, başka deyişle, bu emek-zamanı ya da emek miktarı için ödenen farklı karşılıklarla bir tutarsızlık içinde
olmadığını ifade ederek başlıyor. Ricardo [böylece
-ç.] daha en başında, Adam Smith’in metaların değerinin,
üretimleri için gereken göreli emek [sayfa 378] miktarıyla belirlenmesi ile
emeğin değerini (ya da emek için ödenen karşılığı) birbirine karıştırmasının karşısına dikiliyor.
Açıkça görülüyor ki, iki metanın, A ve B’nin içerdiği oransal emek miktarı, A ve B’yi üreten işçilerin kendi emek ürünlerinin azını ya da çoğunu almalarından kesinlikle etkilenmemektedir. A ve B’nin değerini, üretimlerinin malolduğu
emek miktarı belirlemektedir, A ve B [metalarının
-ç.]
sahiplerine emeğin maliyeti değil. Emek miktarı ve emeğin değeri iki ayrı şeydir. A ve B’nin her birinin içerdiği emek miktarının, A ve B’nin sahiplerinin, A ve B’deki emek için ne kadar
ödedikleriyle ya da hatta
kendilerinin bu metalara ne kadar emek
harcadıklarıyla, hiçbir ilgisi yoktur. A ve B, kendi içerdikleri
ödenmiş emekle orantılı olarak değil, ama ödenmiş ve ödenmemiş toplam emek miktarıyla orantılı olarak değişime sokulurlar.
“[Metaların -ç] değişilebilme değerinin orijinal kaynağını onca doğruluk ve dakiklikle tanımlayan ve her şeyin, üretimi için harcanan az ya da çok emeğe oranla az ya da çok değerli hale geldiği [tanımına -ç.] tutarlılık adına tutunması gereken Adam Smith, bizzat kendisi, bir başka standart emek ölçüsü daha ortaya çıkarmıştır ve nesnelerin, bu standart ölçünün şu ya da bu miktarına göre değişil-meleriyle orantılı olarak şu ya da bu değerde olacaklarından söz etmektedir, sanki bunlar eşdeğer iki ifadeymiş ve sanki insanın emeği iki kat etkinleşmiş ve bu nedenle bir metanın iki kat fazlasını üretebilirmiş ve onun” (yani kendi emeğinin) “iki katını zorunlu olarak alabilirmiş gibi.”
“Eğer bu gerçekten doğru olsaydı, emekçinin aldığı ödül, her zaman ürettiğine göre olsaydı, bir metaya harcanan emek ile bu metanın satın alabileceği emek miktarı aynı olurdu ve her biri, öteki nesnelerin değişkenliklerini kesin bir biçimde ölçerdi: Ama bunlar aynı değil” (agy, s. 5).
Adam Smith, hiçbir yerde “
bunların iki eşdeğer ifade olduğunu”
ileri sürmüyor. Tam tersine, diyor ki: kapitalist üretimde, işçinin ücreti artık ürününe eşit
olmadığı için, bir metanın malolduğu emek miktarı ile işçinin bu emek karşılığı satın alabileceği meta miktarı iki ayrı şeydir —
işte tam bu nedenle metaların içerdiği göreli emek miktarı, bu metaların değerini belirlemez olur; değer şimdi artık
emeğin değeri ile, yani benim, belli bir meta miktarıyla satın alabileceğim ya da yönetebileceğim emek miktarıyla belirlenir. Böylece, emeğin
göreli miktarı yerine,
emeğin değeri, değerin ölçüsü haline gelir. Ricardo’nun Adam Smith’e yanıtı, yani iki metanın içerdiği
göreli emek miktarının, bu emeğin ne kadarının işçilerin payına düştüğünden ve dolayısıyla emeğin karşılığının verildiğinden hiçbir biçimde etkilenmediği biçimindeki yanıtı doğrudur; eğer metalarınn değerinin ölçüsü, ücretlerin (ürün değerinden farklı
[sayfa 379] olan ücretlerin) arkadan gelişinden
önce, göreli emek miktarı idiyse, ücretler ortaya çıktıktan
sonra, gene ölçü olarak kalmaya devam etmemesi için hiçbir neden yoktur. Ricardo, doğru bir yaklaşımla, Adam Smith’in, eşdeğer oldukları sürece her iki ifadeyi de kullanabilecek olduğunu, ama bunlar eşdeğer olmaktan çıktıktan sonra, doğru ifade yerine yanlış ifadeyi kullanmanın mantığının eşdeğerliğe dayandırılamayacağını öne sürüyor.
Ama Ricardo, bunları söylediği zaman, Adam Smith’in çelişkisinin gerçek nedeni olan sorunu çözmüş olmuyor.
Emeğin değeri ve
emek miktarı, sorun
somutlaşmış emek sorunu olduğu ölçüde “eşdeğer ifadeler”dir. ||651|
Somutlaşmış emek, canlı emekle değişime sokulur sokulmaz bunlar eşdeğer olmaktan çıkarlar.
İki
meta, onların içinde somutlaşan emekle orantılı olarak değişime sokulur. Eşit somut emek miktarları birbiriyle değişilir.
Standart ölçüleri, emek-zamanıdır, ama işte tam da bu nedenle, metalar “
bu standart ölçünün şu ya da bu miktarına göre değişilmeleriyle orantılı olarak şu ya da bu değerde”dirler [agy, s. 5]. Eğer meta A bir işgünü değer içeriyorsa, aynı biçimde bir işgünü değer içeren herhangi bir miktardaki metalarla değişime sokulabilecektir; ve başka metalarda somutlaşan şu ya da bu miktar emekle orantılı olarak değişildiğine göre, “
şu ya da bu miktar değerli”dir; çünkü bu değişim ilişkisi, metanın kendisinin içerdiği göreli emek miktarını ifade eder, onunla özdeştir.
Ne var ki, şimdi ücretli emek bir metadır. Hatta
ürünlerin metalar olarak üretiminin, üstünde gerçekleştiği temeldir.
Değer yasası ona uygulanamaz. Bu nedenle kapitalist üretim bu yasa tarafından yönetilmez. Burada bir çelişki var. Bu, Adam Smith’in sorunlarının birincisidir, ikincisi, –ki bunu Malthus’un daha da abarttığını göreceğiz– bir metanın (sermaye olarak)
değerlenmesi, içerdiği emek miktarına orantılı olarak değil,
başkalarının emeğine komuta ettiği ölçüde, kendi içerdiği emekten ne kadar
daha fazla yabancı emeğe güç geçirdiği olgusunda yatar. Kapitalist üretimin başından itibaren metaların değerinin, içerdikleri emekle değil, ama komuta ettikleri canlı emekle, yani
emeğin değeri ile belirlendiğinin öne sürülmesinin altındaki örtülü ikinci neden budur.
Ricardo, yalnızca kapitalist üretimde işlevin işte böyle olduğu yanıtıyla yetinir. Yalnızca sorunun çözümünde başarısız olmakla kalmaz; Adam Smith’in yapıtında böyle bir sorunun varolduğunu bile fark etmez. Araştırmanın bütün düzenlenişiyle uyum içersinde, Ricardo, emeğin değişen değerinin –kısaca ücretlerin– emekten farklı olan meta değerinin, metanın içerdiği göreli emek miktarıyla belirlenişini
geçersizleştirmediğini göstermeyi yeterli
[sayfa 380] bulmuştur. “
Onlar eşdeğer değildir”
yani “
bir metaya harcanan emek ile bir
metanın satın alabileceği emek miktarı”
eşdeğer değildir [agy, s. 5|. Ricardo bu gerçeği ifade etmekle mutlu olmuştur. Peki ama meta-emek öteki metalardan nasıl farklıdır? Biri
canlı emektir, öteki
somutlaşmış emek. Demek ki bunlar emeğin iki farklı biçimidir. Farklılık yalnızca bir biçim sorunu olduğuna göre, bir yasa neden biri için geçerli olsun da öteki için olmasın? Ricardo [bu soruyu
-ç.\ yanıtlamaz — hatta bu soruyu sormaz bile.
Elbette ne de şöyle demesinin bir yararı olur:
“Emeğin değeri ... değişken değil midir; tüm öteki şeyler” (bunu metalar diye okuyun) “gibi, yalnızca toplumun koşullarındaki her değişiklikle birlikte aynı biçimde değişen arz ve talep arasındaki orandan etkilenmekle kalmayıp, emek ücretinin harcandığı gıda ve zorunlu tüketim maddelerinin değişen fiyatından da etkilenmez mi?” (agy, s. 7).
Öteki metalar gibi emeğin fiyatının arz ve taleple birlikte değişiyor olması, Ricardo’ya göre, emeğin değeriyle ilgili olarak hiçbir şeyi kanıtlamaz; arz ve taleple birlikte gelen bu fiyat değişikliğinin
öteki metaların değeriyle ilgili olarak hiçbir şeyi kanıtlamaması gibi. Ama “
emek ücreti”
nin –
ki, emek değerinin öteki ifadesidir– “
harcandığı gıda ve zorunlu tüketim maddelerinin değişen fiyatı”ndan emek ücretinin etkileniyor olması,
emek değerinin öteki metaların değerine göre neden farklı biçimde belirlendiğini (ya da belirleniyor göründüğünü) pek az gösterir. Çünkü öteki metalar da
kendi üretimlerine giren ve karşılığında değişime sokuldukları metaların fiyatındaki değişiklikten etkilenmektedirler.
Emek ücretinin gıda ve gerekli tüketim maddelerine harcandığını söylemek, yalnızca emek değerinin gıda ve zorunlu tüketim maddeleri karşılığında
değişildiğini söylemektir. Soru yalnızca,
emeğin ve
kendilerine karşılık emeğin değişime sokulduğu metaların, neden değer yasasına göre, yani göreli emek miktarına göre değişime girmediği sorusudur.
Soru, değer yasasının öncel varlığını öngören bir biçimde, böyle sorulduğu zaman, özü bakımından çözümsüz duruma gelir; çünkü
emek, emek olarak metanın karşısına konmaktadır, [yani
-ç.] belli miktardaki doğrudan emek, bu kimliğiyle, belli miktardaki somutlaşmış emeğin karşısına konmaktadır.
Ricardo’nun açıklamasındaki bu zayıflık, daha sonra göreceğimiz gibi, Ricardo ekolünün dağılıp çözülmesine ve saçma hipotezlerin ortaya atılmasına katkı yapmıştır.
||652|
Wakefield şöyle derken haklıdır:
“Emeğe meta olarak emek ürünü olan sermayeye de başka bir [sayfa 381] meta olarak davranıldığı zaman, eğer bu iki metanın değeri eşit emek miktarıyla belirlenseydi, belli bir miktardaki emek, her ne koşul altında olursa olsun, aynı miktar emek tarafından üretilen sermaye miktarına karşılık değişilmiş olurdu, geçmiş emek [...] her zaman aynı şimdiki [canlı -ç.] emek karşılığında değişilmiş olurdu [...] Bundan şu çıkar ki, öteki metalar çerçevesinde, emeğin değeri, ücretler, en azından bir paya bağlı olduğu ölçüde, eşit miktarda emek tarafından değil, ama arz ve talep arasındaki oran tarafından belirlenir” (E. G. Wakefield, Adam Smith’in Wealth of Nations’ının kendi hazırladığı baskısı, c. I, s. 230’daki dipnot, Londra 1835.)
Bu, Bailey’in de oyuncak tahta atlarından biridir; daha sonra ele alacağız. Ayrıca burada birden bire arz ve talebin belirleyici bir etmen olduğunu görmekten çok mutlu olan Say[‘yi de ilerde ele alacağız
-ç.]
[106]|652||
*
||652|
Re 1. Burada not edilmesi gereken bir başka nokta daha: bölüm I,
kesim 3 şu başlığı taşıyor:
“Metaların değerini, yalnızca, o metalar için harcanan doğrudan emek değil, ama o metalara yardımcı olan araç-gereçlere, alet-edevata, yapılara harcanmış emek de etkiler” (David Ricardo, On the Principles of Political Economy, and Taxation [Ekonomi Politiğin İlkeleri ve Vergilendirme Üzerine], Londra 1821, s. 16).
Demek ki bir metanın değerini üretimi için gereken
somutlaşmış (
geçmiş)
emeğin miktarıyla
canlı (
doğrudan)
emeğin miktarı eşit olarak belirliyor. Başka deyişle, emek miktarını, emeğin somut ya da canlı, geçmiş ya da şimdiki (doğrudan) emek olup olmadığı, bu
biçimsel farklılık hiç mi hiç etkilemiyor. Eğer bu farklılığın, meta değerini belirlemekte bir önemi yoksa, o zaman, geçmiş emek (sermaye) canlı emekle değişime sokulduğu zaman nasıl oluyor da bunca belirleyici bir önem kazanıyor? Bu durumda, metalar örneğinde gösterildiği gibi, farklılığın
kendisi değerin belirlenişinde bir etki yapmıyorsa, değer yasasını neden geçersiz hale getirmesi gereksin? Ricardo bu soruyu yanıtlamıyor, soruyu ortaya bile atmıyor. |652||
2. Emek-Gücünün Değeri. Emeğin Değeri
[Ricardo’nun Emeği Emek-Gücüyle Karıştırması.
“Emeğin Doğal Fiyatı” Kavramı]
||652| Artı-değeri belirlemek için Ricardo’nun fizyokratlar,
[sayfa 382] Adam Smith, vb. gibi, önce
emek-gücünün değerini ya da –Adam Smith’i ve öncellerini izleyerek– dediği gibi
emeğin değerini belirlemesi gerekiyor. |652||
||652| Peki öyleyse emeğin
değeri ya da
doğal fiyatı nasıl belirleniyor?
Ricardo’ya göre, işin aslında
doğal fiyat, değerin parasal ifadesinden başka bir şey değildir.
“Tüm öteki nesneler gibi alınıp satılan, miktarca” (tüm öteki metalar gibi) “artırılıp azaltılabilen emeğin de doğal fiyatı ve pazar fiyatı vardır. Emeğin doğal fiyatı, emekçilerin, sayıca çoğalmaksızın ya da azalmaksızın” (bu ifade şöyle okunmalı: üretimin ortalama gelişmesinin gerektirdiği artış oranıyla) “soylarını sürdürebilmeleri ve birbirlerinin geçimini sağlayabilmeleri için gerekli olan fiyattır.”
“Emekçinin kendini ve emekçilerin sayısını koruyabilmek için gerekli olan ailesini geçindirebilme gücü ... gıda ve gerekli geçim maddelerinin ve emekçiyle ailesini destekleyecek olanakların fiyatına bağlıdır. Gıda ve gerekli geçim maddelerinin fiyatında bir artma olursa, emeğin doğal fiyatı da artacak, fiyatta bir düşme olursa emeğin doğal fiyatı düşecektir” (agy, s. 86).
“Gıda ve gerekli geçim maddeleri temelinde hesaplanan emeğin doğal fiyatının, kesinlikle sabit ve değişmez olduğu gibi bir anlayışa kapılmamak gerekir. Emeğin doğal fiyatı aynı ülke içinde farklı zamanlarda farklılık gösterdiği gibi, maddi yapısı bakımından da ülkeden ülkeye farklılık gösterir. Temelde halkın geleneklerine ve alışkanlıklarına bağlıdır” (agy, s. 91).
Demek ki,
emeğin değeri belli bir ülkede işçilerin geçimi ve yeniden-üretilmesi için
gerekli olan
geçim araçlarıyla belirlenmektedir.
Ama neden?
Emeğin değeri, hangi yasa gereği böyle belirleniyor?
Ricardo’nun buna gerçekte yanıtı yok; yalnızca arz ve talep yasasının, ortalama emek fiyatını, emekçinin korunması için gerekli (belli bir toplumda fizik ve toplumsal bakımdan gerekli) olan geçim araçlarına indirdiği savı dışında yanıtı yok. ||653| Ricardo burada
değeri, tüm sistemin temel önermelerinden birinde –Say’nin haince bir haz alarak not ettiği gibi (Constancio’nun çevirisine bakınız)
[107]–
talep ve arzla belirliyor.
Ricardo,
emek yerine emek-gücünü tartışmalıydı. Ama öyle yapsaydı,
sermaye de bağımsız varlık kazanan bir güç halinde emeğin karşısına çıkar, emeğin maddi koşulları olarak belirirdi; sermaye o anda
kesin bir toplumsal ilişki olarak ortaya çıkardı. Bundan ötürü Ricardo sermayeyi, “
doğrudan emek’ten, yalnızca “
birikmiş emek”
olarak ayırır. Böylece sermaye yalnızca nesnel bir şey olur, yalnızca
emek sürecindeki bir öğe olur; emek ve sermaye,
ücret ve
[sayfa 383] kâr arasındaki ilişki buradan asla çıkarılıp geliştirilemez.
“Sermaye, bir ülke zenginliğinin üretimde kullanılan parçasıdır; emeğe etkinlik kazandırmak için gerekli olan gıda, giyecek, aletler, hammaddeler, makinelerden vb. oluşur” (agy, s. 89). “Daha az emekle aynı şey demek olan daha az sermaye ...” (agy, s. 73). “Emek ve sermaye” (yani birikmiş emek) (agy, s. 499).
Ricardo’nun buradaki uzun atlamasını
Bailey doğru bir biçimde seziveriyor:
“Bay Ricardo ilk bakışta kendi öğretisini yani değerin üretimde kullanılan emek miktarına bağlı olduğu biçimindeki öğretisini sıkıntıya sokuyor görünen bir güçlüğü yeterince ustalıkla savuşturmaktadır. Eğer bu ilkeye katılıkla bağlı kalınsaydı, bundan, emeğin değeri onu üretmek için istihdam edilen emek miktarına bağlıdır gibi bir sonuç çıkardı ki, bu açıkça saçmadır. Bu nedenle bay Ricardo ustaca bir dönüşle emeğin değerini ücretleri üretmek için gerekli olan emek miktarına bağlı hale getirmektedir; ya da kendi ifadesiyle söylemesine fırsat tanırsak, emeğin değeri ücretleri üretmek için gerekli olan emek miktarıyla hesaplanacaktır görüşünü korumaktadır; bundan kastı, emekçiye verilen parayı ya da metaları üretmek için gereken emek miktarıdır. Bu, şöyle demeye benzer: Kumaşın değeri, onun üretimi için harcanan emek miktarı ile değil, ama kumaşa karşı değişime sokulan gümüşün üretimi için harcanan emek miktarı ile hesaplanmaktadır.” (Samuel Bailey, A Critical Dissertation on the Nature, Measures, and Causes of Value, etc. [Değerin Yapısı, Ölçüleri ve Nedenleri Üzerine, vb. Eleştirel Tez], Londra 1825, s. 50-51).
Burada karşı çıkış
harfi harfine doğrudur. Ricardo
nominal ve
gerçek ücretler ayrımı yapmaktadır.
Nominal ücretler parayla ifade edilen ücretlerdir,
para-ücrettir.
Nominal ücretler “emekçiye ödenebilecek yıllık sterlin sayısıdır”, ama gerçek ücretler “bu sterlinleri elde etmek için gerekli olan işgünü sayısıdır” (David Ricardo, agy, s. 152).
Ücretler emekçinin gerekli geçim araçlarına eşit olduğuna ve bu ücretlerin (gerçek ücretlerin) değeri de bu geçim araçlarının değerine eşit olduğuna göre, açıktır ki, bu gerekli geçim araçlarının değeri de gerçek ücretlere, yani bu ücretlerin kontrol edebileceği emeğe eşittir. Eğer geçim araçlarının değeri değişirse, o zaman gerçek ücretlerin değeri de değişir. Varsayalım ki, emekçinin geçim aracı yalnızca tahıldır ve gerek duyduğu geçim aracı miktarı da ayda 1 quarter tahıldır. O zaman onun [bir aylık] ücretinin değeri 1 quarter tahılın değerine eşittir; tahılın quarter değeri artar ya da azalırsa, o zaman bir aylık emeğin değeri de artar ya da azalır.
[sayfa 384]
Ama bir quarter tahılın değeri ne kadar çok artarsa artsın ya da a/alırsa azalsın (bir quarter tahıl ne kadar çok ya da az emek içerirse içersin) her zaman bir aylık emeğe eşittir.
Ve burada, Adam Smith’in, sermaye ve onun sonucu olarak ücretli-emek işin içine karışır karışmaz, ürün değerinin, ona harcanan om ekip değil, ama onun kumanda edebileceği emek miktarıyla belirlendiği savının
gizli mantığını görüyoruz. Tahılın (ve öteki geçim araçlarının) emek-zamanıyla belirlenen değeri değişiyor; ama emeğin doğal fiyatı ödendiği sürece, bir quarter tahılın kontrol edebileceği emek miktarı aynı kalıyor. Demek ki emek,
tahılla karşılaştırıldığı zaman devamlı bir göreli değere sahip bulunuyor. Smith için de
emek değerinin ve tahıl (besin için, bkz:
Deacon Hume)
[108] değerinin, standart değer ölçüsü olması işte bundan ileri geliyor; çünkü emeğin doğal fiyatı ödendiği ölçüde, bir quarter tahıla harcanan emek ne olursa olsun, belli miktar tahıl her zaman [
aynı]
miktar emeğe kumanda eder. Aynı miktar emek her zaman aynı
kullanım-değerine kumanda eder ya da daha doğrusu, aynı kullanım-değeri her zaman
aynı miktar emeğe kumanda eder.
Ricardo bile, emeğin değerini,
doğal fiyatını böyle belirler. Ricardo şöyle diyor: Tahılın quarteri her ne kadar aynı ||654| emek miktarına kumanda ediyorsa –ya da aynı emek miktarı tarafından kumanda ediliyorsa da– çok farklı değerlere sahip olabilir. Evet, diyor, Adam Smith: Tahılın, emek-zamanıyla belirlenen quarter değeri ne kadar değişirse değişsin, işçi onu satın almak için her zaman aynı miktar emek ödemelidir (kurban etmelidir). Bu çerçevede tahılın değeri değişir ama emeğin değeri değişmez; çünkü bir aylık emek bir quarter tahıla eşittir. Tahılın değeri de yalnızca, onun üretimi için gerekli emeği gözönüne aldığımız sürece değişir. Öte yandan, eğer, karşılığında değişildiği, harekete geçirdiği emek miktarı bağlamında incelersek, değeri değişmez. Ve işte tam da bu nedenle,
karşılığında bir quarter buğdayın değişime sokulduğu emek miktarı standart değer ölçüsüdür. Ama öteki metaların değerleri de tahılla hangi ilişki içindelerse emekle de aynı ilişki içindedirler.
Belli bir miktar tahıl, belli bir miktar emeğe kumanda eder. Başka her tür metanın belli bir miktarı da belli miktarda tahıla kumanda eder. Dolayısıyla, her bir meta –
ya da daha doğrusu her bir metanın değeri–
kumanda ettiği emek miktarıyla ifade edilmektedir; çünkü o emek miktarı kumanda ettiği tahıl miktarıyla, tahıl da kumanda ettiği emek miktarıyla ifade edilmektedir.
Ama öteki metaların tahıl (geçim araçları) karşısındaki değeri nasıl belirleniyor?
Kumanda ettikleri emek miktarıyla. Ve
[sayfa 385] kumanda ettikleri emek miktarı nasıl belirleniyor? O emeğin kumanda ettiği tahıl miktarıyla. Burada Adam Smith kaçınılmaz olarak, bir
kısır döngüye yakalanmaktadır.
(Yeri gelmişken söyleyelim, Adam Smith, temelli bir çözümlemeye giriştiği zaman bu ölçüyü
asla kullanmaz.) Üstelik –Ricardo’nun da sık sık da yaptığı gibi– burada emeği, değerin
özündeki ölçüyü
para ile, değerin önceden belirlenmiş olmasını öngören
dışsal ölçü ile karıştırmaktadır; Adam Smith ve Ricardo gerçi emeğin, “
meta değerlerinin temeli”
olduğunu, ilan etmişlerdir ama, “
malların birbiriyle değişime sokulacak karşılıklı miktarlarını belirlemekte kural”
(Ricardo, agy, s. 80) “
bu metaların üretimi için gerekli olan karşılaştırmalı emek miktarı”
olmuştur.
Adam Smith belli miktarda emeğin belli miktardaki kullanım-değeri karşılığında değişilebilmesi olgusundan,
bu belirli emek miktarının değer ölçüsü olduğu, her zaman
aynı değeri taşıdığı, oysa aynı miktardaki kullanım-değerinin çok farklı değişim-değerlerini temsil edebileceği sonucunu çıkarırken yanılmıştır. Ricardo ise iki kat yanılmıştır; birincisi, Adam Smith’in hatalarının nedeni olan sorunu anlamadığı için yanılmıştır; ikincisi, metaların değer yasasını dikkate almadığı,
arz ve talep yasasına sığındığı için,
emeğin değerini kendisi belirlemiştir —
emek-gücünün üretiminde harcanan emek miktarı ile
değil, emekçinin aldığı ücretlerin üretimine harcanan emek miktarıyla kendisi belirlemiştir. Böylece işin aslında dediği şuna varır: Emeğin değerini, bu emek için ödenen paranın değeri belirler! Ya peki onu ne belirler? Emeğin karşılığında ödenen para miktarını ne belirler? Belli miktarda emeğe kumanda ettiği kullanım-değeri miktarı ya da belli miktarda kullanım-değerinin kumanda ettiği emek miktarı. Ve böylece Ricardo, Adam Smith’te kınadığı tutarlılığın aynısına
sözcüğün tam anlamıyla kendisi düşer.
Bu, daha önce esasen gördüğümüz gibi, onu ayrıca,
meta ile
sermaye arasındaki özgün ayrımı –metaların değişimi yasası uyarınca– metanın meta ile ve sermayenin meta ile değişilmesi arasındaki özgün ayrımı kavramaktan da alıkoyar.
Yukardaki örnek şuydu: 1 quarter tahıl 1 aylık emeğe, diyelim 30 işgününe eşittir. (12 saatlik bir işgünü.) Bu durumda 1 quarter tahılın değeri 30 işgününden daha azdır. Eğer 1 quarter tahıl, 30 işgününün ürünü olsaydı, emeğin değeri, onun ürününe eşit olurdu. Hiçbir artı-değer olmazdı, dolayısıyla hiç kâr olmazdı. Hiç sermaye olmazdı. Demek ki işin gerçeğinde, eğer 1 quarter tahıl 30 işgününün ücretini temsil ederse, 1 quarter tahılın değeri her zaman 30 işgününden azdır. Artı-değer, ne kadar az olduğuna bağlıdır.
[sayfa 386]
Örneğin 1 quarter tahıl 25 işgününe eşit olabilir. O zaman artı-değer 5 işgününe eşittir, toplam emek-zamanının 1/6’sı kadardır. Eğer 1 quarter (8 bushel) 25 işgününe eşitse o zaman 30 işgünü 1 quarter l
3/
5 bushele eşit olur. 30 işgününün değeri (yani ücretler) demek ki her zaman, 30 günün emeğini içeren ürünün değerinden daha azdır. Öyleyse, tahılın değerine 11 655İ, kumanda ettiği, karşılığında değişildiği emek değil, ama o tahılın içerdiği emek belirler. Öte yandan
30 günlük emeğin değeri her 1 quarter tahıl tarafından belirlenir; o bir quarter her ne olursa olsun.
3. Artı-Değer.
[Ricardo’nun Yapıtındaki Eksiklik:
Artı-Değer Kaynağının Çözümlenmeyişi.
Ricardo’da Sabit Bir Büyüklük Olarak İşgünü Kavramı]
Emekle emek-gücünü birbirine karıştırmasının dışında Ricardo
ortalama ücreti ya da emeğin değerini doğru tanımlıyor. Çünkü, emek-gücünü, işçinin aldığı paranın ya da geçim araçlarının belirlemediğini, ama
o emek değerinin üretilmesinin malolduğu emek-zamanının belirlediğini, yani emekçinin geçim araçlarında
somutlaşan emek miktarının belirlediğini söylüyor. Buna
gerçek ücretler diyor. (Daha sonra bu konuya döneceğiz.)
[Emek değerinin] bu tanımı, ayrıca, Ricardo’nun teorisinin zorunlu sonucu. Emeğin değerini, bu
değer için harcanmış olması gereken gerekli geçim araçlarının değeriyle ve
geçim araçlarının değeri de, tüm başka metaların değeri gibi,
içerdikleri emek miktarı ile belirlendiğine göre, bundan doğal olarak çıkan sonuç, emek değerinin geçim araçlarının değerine eşit olduğudur; bu geçim araçlarının değeri de
onlar için harcanan emek miktarına eşittir.
Bu formül ne ölçüde doğru olursa olsun (sermayenin ve emeğin doğrudan karşıtlığı dışında) gene de yetersizdir. Gerçi tek tek her bir işçi ücretinin karşılığını yerine geri koymak üzere, doğrudan kendi tüketim araçlarını
üretmez –ya da sürecin sürekliliği dikkate alınırsa
yeniden-üretmez– (kendi tüketimine hiç mi hiç girmeyen ürünler üretiyor olabilir; ve hatta gerekli geçim araçlarını üretiyor olsa bile, işbölümü gereği, gerekli
geçim araçlarının yalnızca bir parçasını, örneğin tahıl, üretiyor olabilir — ve
tek bir biçimini (örneğin ekmek değil, tahıl biçiminde) üretiyor olabilir); ama kendi geçim araçlarının delerinde metalar
üretir, yani kendi geçim araçlarının
değerini üretir. Dolayısıyla, onun gündelik ortalama tüketimini düşünürsek, onun gündelik geçim araçlarının içerdiği emek-zamanı,
onun işgününün bir parçasını oluşturur. Günün bir
[sayfa 387] bölümünde, kendi geçim araçlarının
değerini yeniden-üretmek için çalışır; işgününün bu bölümünde ürettiği metalar, kendi gündelik geçini araçlarının içerdiği emek-zamanı
miktarına eşit bir emek-zamanı miktarını temsil eder ya da onların taşıdığı değerle aynı değerdedir.
İşçinin işgününün ne kadarlık bir bölümünün, onun geçim araçlarının
değerini, yani eşdeğerini yeniden-üretmeye ya da üretmeye ayrılacağı,
bu geçim araçlarının değerine bağlıdır — başka deyişle, bu işçinin çalıştığı özel üretim dalının üretkenliğine değil, emeğin toplumsal üretkenliğine bağlıdır.
Ricardo kuşkusuz, gündelik geçim araçlarının içerdiği emek-zamanının, işçinin bu geçim araçlarının değerini yeniden-üretmek üzere her gün harcaması gerekli emek-zamanına eşit olması gerektiğini kabul eder. Ama emekçinin gününün bir parçasının, kendi emek-gücünü yeniden-üretmeye ayrıldığını
doğrudan göstermediği için, güçlüğe neden olur ve ilişkinin açıkça anlaşılmasını bulanıklaştırır. Bundan ikili bir güçlük doğar.
Artı-değerin kaynağı açıkça ortaya çıkmaz; bunun sonucudur ki, Ricardo’yu izleyenler, onu, artı-değerin doğasını kavramayı ve açıklamayı başaramadığı için kınamışlardır. Onların, artı-değeri açıklamaktaki skolastik çabalarının mantığı, bir parça burada yatar. Ama artı-değerin kaynağı ve doğası açıkça kavranmadığı için, artı-emek ve gerekli emek, kısaca,
toplam işgünü sabit bir büyüklük gibi algılanmıştır; artı-değer miktarındaki farklılıklar gözden kaçırılmıştır; sermayenin üretkenliği,
artı-değer ortaya çıkarma dürtüsü —bir yandan mutlak artı-değer [ortaya çıkarmak], öte yandan, gerekli emek-zamanını kısaltmaya dönük iç-dürtü— farkedilmemiş ve dolayısıyla sermayenin
tarihsel yerindeliği ortaya konmamıştır. Ancak Adam Smith doğru formülü zaten ifade etmişti. Değeri getirip emeğe dayadığı için, o ifade önemliydi, artı-değeri de artı-emeğe dayadığı için, hem de bunu açıklıkla belirttiği için ayrıca önemliydi.
Ricardo ise, fiilî kapitalist üretim olgusundan yola çıkar. Emeğin değeri, o emeğin yarattığı ürünün değerinden küçüktür. Demek ki, ürünün değeri, onu üreten emeğin değerinden ya da ücretin değerinden büyüktür. Ürün değerinin, ücretin
üstündeki fazlası artı-değerdir. (Ricardo yanlış bir biçimde, kâr sözcüğünü kullanır, ancak, daha önce belirttiğimiz gibi, burada kârı artı-değerle özdeşler, gerçekte artı-değerden söz etmektedir.) Onun açısından, ürün değerinin ücretin değerinden büyük olması bir gerçektir. Bu gerçeğin nereden ortaya çıktığı, açıklığa varmamıştır. Toplam işgünü, ücretin üretimi için gereken işgünü parçasından büyüktür. Niçin? Bu ortaya çıkmaz.
Toplam işgünü büyüklüğü, işte bu nedenle ve yanlış bir biçimde
sabit sayılmıştır ve yanlış sonuçları, doğrudan
[sayfa 388] doğruya bu doğurmuştur. O yüzdendir ki, artı-değerdeki artma ve a/almalar, yalnızca geçim araçlarını üreten toplumsal emeğin üretkenliğindeki artma ya da azalmayla açıklanabilmiştir. Başka deyişle, yalnızca göreli artı-değer anlaşılmıştır.
||656| Açıktır ki, emekçi kendi geçim araçlarını (yani kendi geçim araçlarının değerine eşit değerdeki metaları) kendi gücünün tümüne gerek duysaydı, hiçbir artı-değer olmazdı, dolayısıyla kapitalist üretim ve ücretli-emek de olmazdı. Bu ancak, toplumsal emeğin üretkenliği, toplam işgününün, ücretleri yeniden-üretmek için gereken emek-zamanının üstünde bir tür fazlalığı –yani, büyüklüğü ne olursa olsun bir
artı-emeği– olanaklı kılacak yeterlikte geliştiği zaman sözkonusu olur. Ama gene aynı derecede açıktır ki, belli bir emek-zamanı içinde (belli bir işgünü uzunluğunda) emeğin üretkenliği [çok farklı olabilir]; öte yandan, belli bir emek üretkenliğinde emek-zamanı, işgününün uzunluğu da çok farklı olabilir. Ayrıca, her ne kadar
artı-emeğin varlığı, emek üretkenliğinin belli bir düzeye erişmiş olmasını öngörür ama, salt bu artı-emek
olasılığı (yani emeğin o asgari üretkenliğinin varlığı), kendi başına onu bir
gerçeklik haline getirmez. Bunun olması için her şeyden önce emekçi [gerekli] zamanı aşan bir süre çalışmaya
zorlanmalıdır ve bu zorlama sermayeden gelmelidir. Ricardo’nun çalışmasında bu yoktur, dolayısıyla da normal işgününün düzenlenişi konusundaki o tüm savaşım da yoktur.
Emeğin toplumsal üretkenliğinin aşağı gelişme evresinde, yani artı-emeğin göreli olarak küçük olduğu evrede, başkalarının emeğinden geçinenler sınıfı da genelde emekçi sayısına göre azdı. Bu sınıf, üretkenliğin ve dolayısıyla göreli artı-değerin gelişmesi ölçüsünde (oransal olarak) önemli miktarda büyüyebilir.
Ayrıca, anlaşılıyor ki,
emeğin değeri aynı ülkede değişik dönemlerde ve aynı dönemde değişik ülkelerde büyük farklılıklar göstermektedir. Ama ılıman bölgeler
kapitalist üretimin vatanıdır. Emeğin toplumsal üretkenlik gücü çok az gelişmiş olabilir, ama bu gene de geçim araçlarının üretiminde bir yandan toprak gibi doğal etmenlerin verimiyle öte yandan iklim, vb. nedenlerle nüfusun sınırlı kalmış gereksinimleriyle dengeye getirilebilir — örneğin Hindistan’da durum böyledir. Koşulların ilkel olduğu yerlerde asgari ücret (kullanım-değeri miktarı olarak) çok küçük olabilir, çünkü, gerçi çok emeğe malolabilir ama, toplumsal gereksinimler henüz geliştirilmemiştir. Ama, bu asgari ücreti üretmek için, ortalama miktarda emeğe gerek olsa bile, yaratılan artı-değer, gerçi ücrete
[sayfa 389] (gerekli emek-zamanına) göre oransal olarak yüksek olabilir ama, yüksek bir artı-değer oranında bile –kullanım-değerleriyle ifade edildiği zaman– (oransal olarak) ücretin kendisi gibi çelimsiz kalır.
Diyelim, gerekli emek-zamanı, 10 saat olsun, artı-emek zamanı 2 saat, toplam işgünü 12 saat. Eğer gerekli emek-zamanı 12 saat olsaydı, artı-emek 2
2/
5 saat ve toplam işgünü 14
2/
5 saat olurdu ve o zaman üretilen değerler çok farklı olurdu; birinci örnekte 12 saate, ikinci örnekte 14
2/
5 saate ulaşırdı. Aynı biçimde, artı-değerin mutlak büyüklüğü: birinci durumda 2 saat, ikinci durumda 2
2/
5 saat. Ama gene de
artı-değer oranı ya da
artı-emek oranı aynı olurdu; zira 2:10 = 2
2/
5:12. İkinci durumda eğer yatırılmış değişen sermaye daha büyük olsaydı, o zaman, o sermayenin sahiplendiği artı-değer ya da artı-emek de büyük olurdu. Eğer ikinci durumda artı-emek 2/5 saat yerine 5/5 saat artsaydı, ve böylece 3 saati, toplam işgünü de 15 saati bulsaydı, gerçi
gerekli emek-zamanı ya da asgari ücret artardı ama
artı-değer oranı 2:10 = 1/5, 3:12 = 1/4 artardı. Tahılın, vb. daha pahalı hale gelmesi sonucu eğer asgari ücret 10 saatten 12 saate çıksaydı, her ikisi de olabilirdi. Bu durumda bile, demek ki yalnızca artı-değer aynı kalmayışıyla iş bitmez ama artı-değerin oranı ve miktarı da büyüyebilir.
Ama şimdi, gerekli ücretin, eskisi gibi 10 saat, artı-değerin 2 saat olduğunu ve tüm öteki koşulların aynı kaldığını (yani burada
değişmeyen sermayenin üretimi maliyetindeki herhangi bir azalmayı hesap dışı bırakıyoruz) varsayalım. Şimdi diyelim emekçi 2
2/
5 saat daha fazla çalışıyor ve bunun 2 saatini sahipleniyor, 2/5 saat de artı-değeri oluşturuyor. Bu durumda ücretler ve artı-değer eşit oranlarda artar, ancak ücretler, zorunlu ücretten ya da gerekli emek-zamanından daha fazlasını temsil eder.
Eğer
belli bir büyüklüğü alır ve iki parçaya bölerseniz, açıktır ki, parçalardan biri, ancak öteki azalırsa artabilir ve elbette tersi. Ama, genişleyen (esnek) büyüklüklerde durum, kesinlikle böyle değildir. Ve normal bir işgününe kavuşulmadığı sürece, işgünü böyle esnek bir büyüklüğü temsil eder. Bu tür büyüklüklerde her iki parça eşit genişlikte de artabilir eşit olmayan genişlikte de. Birindeki bir artış, ikincideki bir azalmayla sağlanmış değildir ve tersi. Ayrıca bu, ücretlerin ve artı-değerin,
değişim-değeri ölçüsüyle ve olasıdır ki
eşit oranlarda artabileceği tek durumdur. Bunların kullanım-değeri ölçüsünde artabilecekleri zaten apaçıktır; ||657|| eğer, örneğin emeğin değeri düşüyor olsa bile bu [kullanım-değeri
-ç.] artabilir. 1797’den 1815’e kadar, İngiltere’de tahılın fiyatı ve nominal ücret önemli ölçüde arttığı zaman, gündelik çalışma saatleri,
[sayfa 390] o sıralarda insaf nedir bilmez bir genişleme döneminde olan belli-başlı sanayilerde, büyük ölçüde artmıştı; ve eminim, kâr oranındaki düşmeyi bu durdurdu, çünkü artı-değer oranının düşmesini önledi. Ancak bu durumda, koşullar ne olursa olsun normal işgünü uzatılır ve emekçinin normal yaşam süresi, dolayısıyla emek-gücünün normal [dayanma
-ç.] süresi kısalır. İşgününün sürekli uzatıldığı yerlerde bu geçerlidir. Eğer ücretlerdeki geçici bir artışı dengelemek için [alınan
-ç.] geçici [bir önlem
-ç.) ise (çocukların ve kadınların durumu hariç), işin doğası gereği emek-zamanını uzatmanın olanaklı olduğu işyerlerinde kâr oranındaki bir düşmeyi önlemenin dışında başka bir sonuç vermez. (Bu tarımda en az olasıdır.)
Ricardo ne artı-değerin kaynağını, ne mutlak artı-değeri incelediği için, bu noktalara hiç eğilmemiştir ve bundan ötürü de işgününü belli bir büyüklük saymıştır. Bu nedenledir ki –artı-değer ile ücretlerin (o yanlış biçimde kâr ve ücretler der) değişim-değeri ölçüsüyle artış ve azalışının
ters orantılı olduğu şeklindeki–
yasası doğru değildir.
Önce, gerekli emek-zamanı ve artı-emeğin sabit kaldığını varsayalım. Yani 10 saat + 2 saat; işgünü 12 saate eşittir; artı-değer 2 saate eşittir; artı-değer oranı 1/5’tir.
[İkinci örnekte] gerekli emek-zamanı aynı kalmaktadır; artı-emek 2 saatten 4 saate çıkmaktadır. Böylece 10+4 = 14 saatlik bir işgünü; artı-değer 4 saate eşittir; artı-değer oranı 4:10 = 4/10 = 2/5.
Her iki durumda da gerekli emek-zamanı aynıdır; ama durumlardan birinde artı-değer ötekine göre bir kat fazladır ve işgünü de birinciye göre altıda-bir daha uzundur. Ayrıca, gerçi ücret aynıdır ama emek miktarlarına denk düşen üretilmiş değer çok farklı olur; birinci durumda 12 saate eşittir, ikinci durumda 12 + 12/6 = 14 saate eşittir. Bu nedenle,
ücretin aynı olması (değer ölçüsüyle, gerekli emek-zamanı ölçüsüyle aynı olması) koşuluyla iki ürünün içerdiği artı-değer, onların içerdiği emek miktarlarıyla orantılıdır, demek yanlıştır. Bu yalnızca,
normal işgününün aynı olduğu yerde doğru olur.
Varsayımımızı biraz daha ileri götürelim ve emeğin üretken gücündeki artış sonucu, zorunlu ücretin (her ne kadar kullanım-değeri ölçüsüyle sabit kalıyorsa da) 10 saatten 9 saate ve benzer biçimde artı-emek-zamanının 2 saatten l
4/
5 (9/5) saate düştüğünü kabul edelim. Bu durumda 10:9 = 2:l
4/
5. Böylece artı-emek-zamanı, gerekli emek-zamanı ile aynı oranda düşer. Artı-değer oranı her iki durumda aynı olur; zira 2 = 10/5 ve l
4/
5 = 9/5. l
4/
5:9 = 2:10. Artı-değerle satın alınabilecek kullanım-değerleri miktarı da
[sayfa 391] –varsayıma göre– aynı kalır. (Ama bu yalnızca zorunlu geçim aracı olan kullanım-değerleri için sözkonusudur.) (Gene aynı varsayımın sonucu olarak
-ç.] işgünü de 12 saatten 10
4/
5 [saate] iner. İkinci durumda üretilen değer miktarı, birincide üretilenden daha az olur. Ve bu eşit olmayan emek miktarlarına karşın, artı-değer oranı her iki durumda da aynı olur.
Artı-değeri tartışırken, artı-değer ile artı-değer oranı arasında ayrım yaptık. Bir işgünüyle ilgili olarak düşünüldüğü zaman artı-değer 2, 3, vb. gibi mutlak saat sayılarına eşittir. Oran ise, bu saat sayılarının gerekli emek-zamanını oluşturan saat sayılarına oranlanmasına eşittir. Ayrım çok önemlidir, çünkü, değişen işgünü uzunluğunu gösterir. Eğer artı-değer 2 saate eşitse ve gerekli emek-zamanı 10 saatse, o zaman [oran] 1/5 tir; eğer gerekli emek-zamanı 12 saat ise 1/6 olur. Birinci durumda işgünü 12 saattir, ikincisinde 14. Birinci durumda emekçi her gün için daha az saat çalışırken, aynı zamanda artı-değer oranı daha yüksektir. İkinci durumda emekçi gün başına daha fazla saat çalışırken, artı-değer oranı daha küçük, emek-gücünün değeri daha büyük olur. Bu gösteriyor ki, artı-değer sabit ama işgünü eşit olmayan uzunlukta ise artı-değer oranı farklı olabilir. Daha önceki örnek, 10:2 ve 9:l
4/
5, artı-değer oranı sabit, ama işgünü eşit olmayan uzunlukta ise artı-değerin kendisinin nasıl farklı olabileceğini gösterir; bir durumda 2 saat, ötekinde 1
4/
5 saat.
Daha önce göstermiştim (bölüm II), eğer işgünü uzunluğu, gerekli emek-zamanı ve dolayısıyla artı-değer oranı belli ise, artı-değer miktarı aynı sermayenin aynı anda çalıştırdığı işçilerin sayısına bağlıdır.
[109] Bu gereksiz bir yinelemeden başka bir şey değildi. Çünkü 1 işgünü bana 2 artı-değer saati verirse o zaman 12 işgünü 24 artı-değer saati ya da 2 artı-değer günü verir. Ne var ki, o ifade, artı-değerin yatırılan sermayeye oranına eşit olan, bu nedenle mutlak artı-değer miktarına bağlı bulunan kârın belirlenişiyle ilgili olarak çok önem kazanır. Önem kazanır, çünkü, eşit büyüklükte olan ama organik bileşimi farklı sermayeler, eşit olmayan sayıda işçi çalıştırırlar; bu çerçevede, eşit olmayan miktarlarda artı-değer ve dolayısıyla eşit olmayan kârlar üretirler. Artı-değer oranı düşerken, kâr artabilir, ve artı-değer oranı artarken kâr düşebilir; ya da artı-değer oranındaki artma ya da eksilme, istihdam edilen işçi sayısını etkileyen karşı hareketle dengelenirse, kâr aynı kalabilir. Burada hemen gördüğümüz şey, ||658| artı-değerin artış ya da eksilişine ilişkin yasaları, kârın artış ya da eksilişine ilişkin yasalarla özdeşlemenin ne kadar vahim bir yanlış olduğudur. Eğer yalnızca basit artı-değer yasasını düşünürseniz, o zaman,
[sayfa 392] artı-değer oranı (ve işgünü uzunluğu) belli ise mutlak artı-değer miktarı, kullanılan sermaye miktarına bağlıdır demek, gereksiz bir yinelemeymiş gibi görünür. Çünkü bu sermaye miktarındaki bir artış ve aynı anda istihdam edilen işçi sayısında artış, varsayım gereği, özdeştir ya da aynı gerçeğin yalnızca iki [farklı] ifadesidir. Ama, kullanılan toplam sermaye miktarının ve eşit sermayelerin çalıştırdığı işçi sayısının büyük farklılıklar gösterdiği yerde, kârı incelemeye giriştiğiniz zaman [artı-değer
-ç.] yasasının önemi açık hale gelir.
Ricardo işe, değeri belli
metaları, yani
belli emek-miktarını temsil eden metaları inceleyerek başlar. Ve başlangıç noktası bu olduğu zaman, mutlak ve göreli artı-değer, her zaman özdeşmiş gibi görünür. (Bu, bir ölçüde, onun konuyu ele alış tarzının tekyanlılığını gösterir ve tüm araştırma yöntemine uygundur: Metaların, içerdikleri belirli emek-zamanıyla belirlenmiş
değerleriyle işe başlamak ve sonra bunun ücretler, kâr, vb. tarafından ne ölçüde etkilendiğini incelemek.) Ama bu görünüş yanlıştır, burada sorun metalar sorunu değil, kapitalist üretim sorunudur; sermayenin ürünü olarak metalar sorunudur.
Varsayalım ki, bir sermaye belli sayıda işçi, örneğin 20 işçi istihdam etmektedir ve ücretler 20 sterlindir. Sorunu sadeleştirmek için sabit sermayenin sıfır olduğunu varsayalım, yani onu hesap dışı bırakalım. Gene varsayalım ki, bu 20 işçi günde 12 saat çalışırlarsa, 80 sterlinlik pamuğu iplik haline getirmektedirler. Eğer 1 pound pamuğun maliyeti 1 şilin ise 20 pound 1 sterline malolur ve 80 sterlin 1.600 pound pamuğu ifade eder. Eğer 20 işçi 1.600 pound ipliği 12 saatte eğirirse, 1.600/12 pound eğiriyor demektir ki bu bir saatte 133
1/
3 pound pamuk yapar. Şu halde, gerekli emek-zamanı 10 saat ise artı-emek-zamanı 2 saattir ve bu da 266
2/
3 pound iplik yapar. 1.600 poundun değeri 104 sterlin olur. Çünkü 10 saatlik çalışma 20 sterline eşitse, o zaman 1 saatlik çalışma 2 sterline ve 2 saatlik çalışma 4 sterline, 12 saatlik çalışma 24 sterline eşittir. [Hammadde] 80 sterlin + [yeni yaratılan değer] 24 sterlin, 104 sterline eşittir.
Ama işçilerin her biri 4 saat artı-emek harcasaydı o zaman ürünü 8 sterline eşit olurdu (yarattığı artı-değeri kastediyorum — gerçekte ürünü 28 sterline eşit olurdu).
[110] Toplam ürün 121
1/
3 sterline ulaşırdı.
[111] Ve bu 121
1/
3 sterlin 1.866 pound ipliğe eşit olurdu. Daha önceki gibi, üretim koşullan aynı kaldığına göre 1 pound ipliğin değeri aynı kalırdı; aynı miktar emek-zamanını içerirdi. Ayrıca, varsayım çerçevesinde zorunlu ücretler –değerleri, içerdikleri emek-zamanı– değişmeksizin aynı kalırdı.
[sayfa 393]
Bu 1.866
2/
3 pound iplik, birinci koşullar dizisi çerçevesinde de üretilse ikinci koşullar dizisi çerçevesinde de üretilse, yani 2 ya da 4 saatlik artı-emek koşullarında da üretilse, her iki durumda da aynı değere sahip olurdu. Eğirilen ek 266
2/
3 pound pamuğun değeri, 13
1/
3 sterlin olurdu. Bu 1.600 pound ipliğin 80 sterlinlik değerine eklendiği zaman 93
1/
3 sterlin olurdu ve her iki durumda 20 kişi için 4 saat daha fazla iş-saati de 8 sterlin ederdi. Toplam 28 sterlin emek için [eklendiği zaman
-ç.] 121
1/
3 sterlin bulunurdu. Ücretler her iki durumda da aynı olurdu. 1 pound iplik her iki durumda da 1
3/
10 şiline malolurdu. 1 pound pamuğun değeri 1 şilin olduğuna göre, 1 pound iplikte yeni katma-emek olarak, her iki durumda da geriye 3/10 şilin ya da 3
3/
5 peni (veya 18/5 peni) kalırdı.
Gene de varsayılan koşullar altında her bir pound iplikte değerle artı-değer arasındaki ilişki çok farklı olurdu. Birinci durumda, gerekli emek 20 sterline ve artı-emek 4 sterline eşit olduğuna göre, ya da ilki 10 saat ikincisi 2 saat olduğuna göre, artı-emeğin zorunlu emeğe oranı 2:10 = 2/10 = 1/5 olurdu. (Aynı yoldan 4:20 = 4/20 = 1/5 sterlin.) Her bir pound iplikte 3
3/
5 peni[lik yeni katma-emek] bu birinci örnekte, 1/5 oranında ödenmemiş emeği, yani 18/25 peni veya 72/25 farthing ya da 2
22/
25 farthing içerirdi. Öte yandan, ikinci durumda gerekli emek 20 sterlin (10 iş-saati), artı-emek 8 sterlin (4 iş-saati) olurdu. Artı-emeğin zorunlu emeğe oranı 8:20 = 8/20 = 4/10 = 2/5 olurdu. Dolayısıyla her bir pound iplikte 3
3/
5 peni[lik yeni katma-emek] 2/5 ödenmemiş emeği, yani 5
19/
25 farthing ya da 1 peni 1
19/
25 farthing içerirdi. ||659| Gerçi her iki durumda da iplik aynı değere sahip olduğu ve her iki durumda da aynı ücretler ödendiği halde, bir pound iplikteki artı-değer, bir durumda ötekinden bir kat daha fazla olurdu. Emek-değerinin artı-değere oranı ürünün tümünde olduğu gibi tek tek her bir metada yani ürünün parçasında da kuşkusuz aynı olurdu.
Örneklerden birinde yatırılan sermaye 93
1/
3 sterlin oluyor, peki ücretler için ne kadar? 1.600 pound için ücretler 20 sterlin, şu halde ek 266
2/
3 pound için de 3
1/
3 sterlin daha [ücret ödeniyor
-ç.]. Toplam 23
1/
3 sterlin. Toplam sermaye harcamaları bu durumda, 93
1/
3 + 23
1/
3 = 116
2/
3 sterlin. Ürün 121
1/
3 sterline geliyor. ([Değişen] sermayedeki ek harcama, 3
1/
3 sterlin, yalnızca 13
1/
3 şilin [2/3 sterlin] artı-değer getiriyor. 20:4 = 3
1/
3 + 2/3 sterlin).
Öteki örnekte ise, sermaye harcaması yalnızca 93
1/
3 + 20 = 113
1/
3 sterlin oluyor; 4 sterlinin de 4 sterlinlik artı-değere eklenmesi gerekiyor. Her iki örnekte de aynı pound sayısında iplik üretilmiş bulunuyor ve her ikisinin de değeri aynı; başka deyişle her ikisi de eşit miktarda toplam emeği temsil ediyorlar; ama ücretler
[sayfa 394] aynı olmakla birlikte, eşit miktardaki bu toplam emeği harekete geçiren sermayelerin büyüklüğü eşit değil; [aynıca
-ç.] işgünlerinin uzunluğu da eşit değil, ve
bundan ötürü eşit olmayan miktarlarda ödenmemiş emek üretiyorlar. Ayrı olarak bir pound ipliği alırsak, onun için ödenen ücret ya da bir pound ipliğin içerdiği
ödenmiş emek [öteki örnekteki bir pound ipliğe göre
-ç.]
farklı. Burada, aynı ücret daha fazla olan bir meta miktarına yayılıyor; bu, örneklerden birinde emek daha üretken olduğu için değil, örneklerden birinde harekete geçirilen toplam ödenmemiş emek, öteki örnekte-kinden daha fazla olduğu için. Demek ki her iki durumda da aynı miktarda toplam (ödenmiş ve ödenmemiş) emeği temsil eden aynı miktarda iplik üretilmekle birlikte, aynı miktardaki
ödenmiş emekle, örneklerden birinde, ötekine göre daha fazla pound iplik üretiliyor, öte yandan, eğer, ikinci örnekte emeğin üretkenliği art-saydı, artı-değerin değişen sermayeye oranı ne olursa olsun bir pound ipliğin değeri, her koşulda düşecekti.
O nedenle böyle bir durumda –bir pound iplik
değerinin 1 şilin 3
3/
s penide sabit olduğuna, katma-emek değerinde aynı biçimde sabit olduğuna ve 3
3/
5 peniyi bulduğuna ve ücretlerin, yani
gerekli emek-zamanı varsayıma göre değişmediğine bakarak– artı-değerin aynı olması gerektiğini, ve öteki koşullarda eşit oldukları için ipliği aynı kârla üreteceklerini söylemek yanlış olurdu. Eğer tek bir pound iplikle ilgili olarak konuşuyor olsaydık bu doğru olurdu. Ama burada gerçekte 1.866
2/
3 pound iplik üreten bir sermaye üzerinde duruyoruz. Ve bir pound [iplikteki
-ç.]
kâr miktarını (gerçekte artı-değer miktarını) bilmek için, işgününün uzunluğunu ya da (üretkenlik belli ise) sermayenin harekete getirdiği ödenmemiş emek miktarını bilmemiz gerekiyor. Ama bu bilgi, münferit meta-ya bakarak elde edilemez.
Görüldüğü gibi Ricardo, yalnızca, benim
göreli artı-değer dediğim şeyi inceliyor. Daha en başından, görünüşe göre Adam Smith’le öncellerinin de yaptığı gibi,
işgünü uzunluğunun belli olduğunu varsayıyor. (Adam Smith’in en fazladan yaptığı şey,
farklı çalışma alanlarında işgünü uzunluğunun farklı olduğunu, bu farklılıkları da emeğin göreli olarak daha yoğun olmasının, [çalışma
-ç.]
ya da zevksizliğinin giderdiğini söylemekten ibarettir.) Bu varsayım temelinde Ricardo, genel olarak göreli artı-değeri doğru açıklar. Onun ana teorisinin belli-başlı noktalarını vermeden önce, Ricardo’nun bakış açısını göstermek üzere birkaç parçayı alıntılayacağız.
“imalattaki bir milyon insanın emeği, her zaman aynı değeri üretecektir, ama her zaman aynı zenginliği üretmeyecektir” (agy, s. 320). [sayfa 395]
Bu, onların gündelik emeğinin ürünü, her zaman,
aynı emek-zamanını içeren bir milyon işgününün ürünü olacaktır, anlamına gelir; bu yanlıştır ya da –farklı çalışma alanlarındaki güçlükleri, vb. göz önünde tutarak– yalnızca,
aynı normal işgününün genel olarak yerleşip kurumlaştığı yerde doğrudur.
Ne var ki o zaman bile, burada ifade edildiği biçim içinde, bu anlatım yanlıştır. Eğer normal işgünü 12 saatse ve bir kişinin yıllık ürünü, para ölçüsüyle 50 sterlinse ve paranın değeri değişmek-sizin aynı kalmışsa, o zaman bu durumda 1 milyon kişinin ürünü her zaman yılda 50 milyon sterline ulaşır. Eğer zorunlu ücret 6 saatse, o zaman bu 1 milyon insan için yatırılan sermaye yılda 25.000.000 sterlini bulur. Artı-değer de 25 milyon olur. İşçiler 25, 30, 40 milyon da alsalar ürün her zaman 50 milyon olur. Ama birinci durumda artı-değer 25 milyon, ikinci durumda 20 milyon, ve üçüncü durumda 10 milyon olur. Eğer yatırılan sermaye yalnızca
değişen sermayeden ibaretse, yani yalnızca bu 1 milyon insanın
ücretlerine harcanan sermayeden ibaretse, o zaman Ricardo’nun dediği doğrudur. Demek ki yalnızca
bir durumda, toplam sermayenin değişen sermayeye eşit olduğu durumda haklıdır; bu, onun ve Adam Smith’in, 11 660İ bir bütün olarak toplumun sermayesine ilişkin tüm gözlemlerine yayılan bir varsayımdır; ama kapitalist üretimde, bir bütün olarak toplumsal üretim şöyle dursun, tek bir sanayi dalında bile böyle bir durum sözkonusu değildir.
Değişmeyen sermayenin, değer yaratma sürecine girmeksizin emek sürecine giren
parçası, ürüne,
ürün değerine katılmaz ve o nedenle de, genel kâr oranının belirlenişinde önemli olmakla birlikte,
yıllık ürünün değerini incelediğimiz burada bizi ilgilendirmemektedir. Ama değişmeyen sermayenin, yıllık ürüne katılan parçasına gelince durum oldukça farklıdır. Daha önce gördüğümüz gibi, değişmeyen sermayenin bu parçasının bir kısmı ya da bir üretim dalında değişmeyen sermaye olarak beliren bir kısmı, bir başka üretim alanında bir yıllık
aynı üretim dönemi içinde, emeğin doğrudan ürünü olarak belirir; yatırılan yıllık sermayenin, belli bir kapitalist birey için ya da belli bir üretim alanı için değişmeyen sermaye olarak
beliren geniş bir bölümü, bu nedenle, toplum ya da kapitalist sınıf açısından
değişen sermayeye ayrışır. Böylece bu parça 50 milyonun içinde, 50 milyonun değişen sermayeyi oluşturan ya da ücretlere giden parçası içinde yer alır.
Ama tarımda ve sanayide tüketilen değişmeyen sermayenin yenilenmesi için kullanılıp tüketilen
değişmeyen sermaye kısmında-durum farklıdır — değişmeyen sermaye üreten üretim dallarında kullanılarak tüketilen değişmeyen sermaye parçasında, ilksel
[sayfa 396] biçimleriyle hammaddeler,
sabit sermaye ve
ikincil malzemede durum farklıdır. Bu parçanın değeri üründe yeniden ortaya çıkar, yeniden-üretilmiş olur. Tüm ürünün değerine hangi oranda gireceği –emek üretkenliğinin değişmemesi koşuluyla– fiilî büyüklüğüne bağlıdır; ama üretkenlik her nasıl değişirse değişsin, bu değişmeyen sermaye parçası, her zaman
belli bir büyüklüğe sahip olacaktır. (Tarımdaki bazı ayrıksın durumlar dışında, ortalama olarak, ürün miktarı, yani 1 milyon kişinin ürettiği
zenginlik –ki Ricardo bunu
değerden ayırıyor– gerçekte o üretimden önce gelen bu değişmeyen sermayenin büyüklüğüne de bağlıdır.) Ürünün değerinin bu parçası, 1 milyon insanın yıl içindeki yeni emeği olmaksızın varolamaz. Öte yandan milyon kişinin yıllık emeğinden bağımsızca varolan bu değişmeyen sermaye parçası olmaksızın, o insanların emeği aynı miktar ürünü üretemez. Bu değişmeyen sermaye parçası emek sürecine bir üretim koşulu olarak girer, ama bu parçanın değerini yeniden-üretmek için tek bir ek saat bile çalışılmamıştır. Bu nedenle, her ne kadar, bu yıllık emek
olmaksızın, değeri yeniden-üretilemezse de o parça, değer olarak, yıllık emeğin ürünü değildir.
Ürüne giren değişmeyen sermaye parçası 25 milyon olsa, o zaman 1 milyon kişinin ürününün değeri 75 milyon olur; eğer bu değişmeyen sermaye parçası 10 milyonsa o zaman ürün değeri yalnızca 60 milyon olur, vb.. Ve kapitalist gelişme içinde değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranı arttığı için, 1 milyon kişinin yıllık ürününün değeri, yıllık üretimde bir rolü olan geçmiş [somutlaşmış
-ç.]
emeğin büyümesiyle orantılı olarak sürekli büyüyecektir. Yalnızca bu bile gösteriyor ki Ricardo birikimin özünü ya da kârın doğasını anlayabilmiş değildir.
Değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranının büyümesiyle koşut olarak, emeğin, toplumsal emeği işlevselleştiren üretken güçlerin üretkenliği de artar. Ne var ki, emeğin giderek artan bu üretkenliğinin sonucu olarak, mevcut değişmeyen sermayenin bir bölümü değerce sürekli olarak düşer, çünkü o sermayenin değeri, başlangıçtaki emek-zamanı maliyetine değil, yeniden-üretimi için gereken emek-zamanı maliyetine bağlıdır ve emeğin üretkenliği sürekli artageldiği için bu maliyet sürekli azalmaktadır. Bu nedenle, gerçi değişmeyen sermayenin değeri, miktarına oranla artmaz ama, gene de artar; çünkü miktarı, değerinin düşüşünden daha hızlı artmaktadır. Ama Ricardo’nun birikimle ilgili görüşlerine daha sonra yeniden döneceğiz.
Ancak şu açıktır ki, eğer işgününün uzunluğu belli ise, bir milyon kişinin yıllık emek ürününün değeri, ürüne giren farklı farklı
[sayfa 397] değişmeyen sermaye miktarına göre büyük farklılık gösterecektir; bu ürünün değeri, emeğin üretkenliğindeki artışa karşın, toplam sermayenin büyük bir parçasını değişmeyen sermayenin oluşturduğu durumlarda, toplam sermayenin göreli olarak daha küçük parçasını oluşturduğu toplumsal koşullarda olduğundan daha büyük olacaktır. Toplumsal emeğin üretkenliğinde, değişmeyen sermayedeki büyümenin eşlik ettiği ilerlemeyle birlikte, emeğin yıllık ürününün göreli olarak giderek artan bir bölümü, bu çerçevede, bu tür bir sermayenin payına düşecek ve böylece (gelirden farklı olarak) sermaye biçimindeki mülk sürekli olarak artacaktır ve değerin, münferit işçi ve hatta işçi sınıfı tarafından yaratılan parçası, ||661| o işçilerin karşısına sermaye olarak çıkan geçmiş emeğin ürününe bakışla, kararlı biçimde ve oransal olarak azalacaktır. Bu çerçevede emek-gücü ile sermaye biçiminde bağımsız hale gelen nesnel emek koşulları arasındaki karşıtlık ve yabancılaşma sürekli artmaktadır. (Değişen sermayeyi, yani yıllık emek ürününün, işçi sınıfının yeniden-üretilmesi için gereken parçasını dikkate almaksızın; bu geçim araçları bile, onların karşısına sermaye olarak dikilmektedir.)
Ricardo, işgünü belli, sınırlı, sabit bir büyüklüktür şeklindeki görüşünü, başka biçimlerde de ifade etmiştir; örneğin:
“Bunlar” (emeğin ücreti ve sermayenin kârı) “birlikte, her zaman aynı değerdedirler” (agy, s. 499, bölüm XXXII[‘de) “Bay Malthus’un Rant Hakkındaki Düşünceleri”);
başka deyişle bu, ürünü, emeğin ücreti ile sermayenin kârına bölünen (gündelik) emek-zamanının, her zaman aynı ve değişmez olduğunu söylemekten başka bir şey değildir.
“Ücretler ve kârlar, birlikte aynı değerde olacaklardır” (agy, s. 491, dipnot).
Bu alıntılarda “kâr” sözcüğünü hep “artı-değer” diye okumak gerektiğini yinelememe gerek yok.
“Ücretler ve kârlar, birlikte düşünülürse, her zaman aynı değerde olmaya devam edecektir” (agy, s. 490-491).
“Ücretler, gerçek değerleri ile, yani onları üretmekte kullanılan emek ve sermaye miktarı ile hesap edileceklerdir, palto, şapka, para ya da tahıldaki nominal değerleriyle değil” (agy, bölüm 1 “Değer Hakkında”, s. 50).
İşçinin elde ettiği
(ücretiyle satın aldığı) geçim araçlarının, tahılın, giysilerin, vb. değeri üretimleri için gereken toplam emek-zamanıyla, doğrudan emek miktarı kadar, onların üretimi için gereken somutlaşmış emek miktarıyla belirlenir. Ama Ricardo, açıklıkla ifade etmediği için meseleyi karıştırıyor; şöyle demiyor:
[sayfa 398] “
gerçek değerleri, yani [işçilerin] kendi zorunlu geçim araçlarının değerini, [yani
-ç.]
geçim araçlarının onlara ödenen ya da emekleri karşılığında verilen eşdeğerini üretmeleri için gereken işgünü miktarı”
. Gerçek ücretlerin, işçinin
kendi ücretini üretmesi ya da yeniden-üretmesi için her gün çalışması gereken
ortalama zamanla belirlenmesi gerekir.
“Bir emekçinin ücreti çok miktarda emeğin ürününü satın alırsa, ancak o zaman o emekçiye emeği için gerçekten yüksek bir fiyat ödenmiş olur” (agy, s. 322 (dipnot]).
4. Göreli Artı-Değer.
[Göreli Ücretler Çözümlemesi:
Ricardo’nun Bilimsel Başarılarından Biri]
Bu gerçekte, Ricardo’nun
kâr adı altında çözümlediği tek artı-değer biçimidir. [Ona göre:]
Bir metanın üretimi için gereken ve o metada içerilen emek miktarı, o metanın değerini belirler; böylece değer
belli bir faktör,
belirli bir miktardır. Bu miktar ücretli emekçi ile kapitalist arasında bölünür. (Ricardo da Adam Smith gibi, burada değişmeyen sermayeyi hesaba katmaz.) Açıktır ki, birinin payı, ancak ötekinin payındaki artma ya da azalmaya göre azalır ya da artar. Metaların değeri, işçilerin emeğinden dolayı ortaya çıktığına göre, koşullar her ne olursa olsun emek değerin önkoşuludur, ama işçi yaşamadıkça ve geçimini sağlamadıkça, yani gerekli ücreti (asgari ücreti — ücret onun emek-gücünün değeri ile eşanlamlıdır) almadıkça emek diye bir şey olamaz. Ücretler ve artı-değer —meta ya da ürün değerinin bölündüğü bu iki kategori— bu nedenle yalnızca birbiriyle ters orantılı olmakla kalmaz, [aynı zamanda
-ç.] temel, belirleyici öğe ücretlerin hareketidir. Ücretlerin artışı ya da azalması kâr (artı-değer) kanadında karşıt harekete neden olur. Ücretler, kâr (artı-değer) arttığı ya da azaldığı için azalmaz ya da artmaz, ama tam tersine artı-değer (kâr), ücretler arttığı ya da azaldığı için azalır ya da artar, işçi sınıfı, kendi yıllık ürününden payını aldıktan sonra geri kalan
artı-ürün (aslında
artı-değer demek gerekir), kapitalist sınıfın yaşamını sağlayan esası oluşturur.
Metaların değerini içerdikleri emek belirlediğine göre, ücretler ve artı-değer (kâr) yalnızca, iki üretici sınıfın meta değerini aralarında bölüştükleri
paylar olduğuna göre, açıktır ki, ücretlerdeki bir artma ya da azalma — gerçi artı-değer (kâr) oranını belirler ama, meta değerini ya da
(meta değerinin parasal ifadesi olarak) fiyatını etkilemez. Bütünün, iki pay sahibi arasında bölünme oranı,
[sayfa 399] bütünü ne daha büyük yapar, ne daha küçük. Bu nedenle,
ücretlerdeki bir artış meta fiyatlarını artırır varsayımı hatalı bir önyargıdır; ücret artışı yalnızca kârı (artı-değeri) düşürür. Ricardo’nun adını ettiği ayrıksın durumlar, yani ücretlerdeki bir artışın, bazı metaların değişim-değerini azaltıp bazılarınınkini artıracağının düşünülmesi de
değer sözkonusu olduğu ölçüde yanlıştır; yalnızca
maliyet fiyatları için doğrudur.
||662| Artı-değer (kâr) oranını ücretlerin göreli yüksekliği belirlediğine göre, ücretler nasıl belirlenir? Rekabetin ötesinde, zorunlu geçim araçlarının fiyatıyla. Bu da kendi payına, toprağın verimiyle artan emek üretkenliğine bağlıdır (Ricardo burada kapitalist üretimi düşünmektedir).
Her “
ilerleme”
metaların, geçim araçlarının fiyatını azaltır. Böylece ücretler ya da emeğin değeri, emeğin üretken gücündeki gelişmeyle ters orantılı olarak –ve o üretken güç, işçi sınıfının ortalama tüketimine giren zorunlu geçim araçlarını ürettiği ölçüde– artar ya da azalır. Bu nedenle artı-değer (kâr) oranı, emeğin üretken gücündeki gelişmeyle doğru orantılı olarak artar ya da eksilir, çünkü bu gelişme ücretleri azaltır ya da artırır.
Kâr (artı-değer) oranı ücretler artmadıkça düşemez ve ücretler düşmedikçe artamaz.
Ücret değerinin, işçinin aldığı geçim araçları miktarına göre değil, ama bu geçim araçlarının malolduğu emek miktarına (işin aslında işgününün, işçinin sahiplendiği parçasına) göre hesaplanması gerekir; yani toplam ürünün
göreli payı çerçevesinde ya da daha doğrusu, bu ürünün toplam değerinden işçinin aldığı göreli pay çerçevesinde hesaplanması gerekir. Kullanım-değerleri (bir miktar meta ya da para) olarak hesap edilirse, üretim arttıkça işçi ücretinin artması, ama ücret değerinin düşmesi, ve elbette bunun tersi, olanaklıdır. Ricardo’ya büyük bir değer kazandıran şeylerden biri, göreli ve oransal ücretleri incelemiş ve bunları belirli kategoriler halinde yerleştirmiş olmasıdır. Bugüne değin ücretler her zaman basit bir şey olarak görülmüş ve bunun sonucu işçiye bir hayvan gözüyle bakılmıştı. Ama işçi burada toplumsal ilişkileri içinde ele alınmıştır. Sınıfların birbiri karşısındaki konumu,
ücretlerin mutlak miktarından çok göreli ücretlere bağlıdır.
Şimdi bu tezler Ricardo’dan alıntılarla kanıtlanacaktır.
“Avcının günlük emeğinin ürünü geyiğin değeri, tamı tamına balıkçının günlük emeğinin ürünü balığın değerine eşittir. Balığın ve av hayvanının karşılaştırılabilir değeri, üretimin miktarı her ne olursa olsun ya da genel ücretler veya kârlar yüksek ya da düşük olsun, her bir ürünün içerdiği emek miktarıyla düzenlenir. Eğer ... balıkçı ... yıllık emeği 100 sterlin olan ve bir günde kendi emekleriyle [sayfa 400] 20 somon balığı yakalayan on kişi çalıştırıyorsa; eğer ... avcı [...| da yıllık emeği 100 sterline malolan ve bir günde ona 10 geyik yakalayan on kişi çalıştırıyorsa, o zaman –tüm üründen onu elde edenlere verilenin oranı büyük ya da küçük olsa da– bir geyiğin doğal fi-yatı iki somondur. Ücret olarak ödenebilecek oran, kârlar meselesinde çok büyük önem taşımaktadır; Çünkü ilk bakışta görüleceği gibi, kârlar, ücretlerin düşük ya da yüksek oluşuyla orantılı olarak yüksek ya da düşük olur; ama bu, yani iki meslekte de ücretlerin yüksek ya da düşük olması, balığın ve av hayvanının göreli değerini kesinlikle etkilemez.” (Agy, bölüm I, “Değer Hakkında”, s. 20-21).
Görüldüğü gibi Ricardo metanın değerinin tümünü istihdam edilen işçinin e/nebinden çıkarmaktadır, işçilerle sermaye arasında bölüşülen, işçilerin kendi emeği ya da bu emeğin ürünü ya da bu ürünün değeridir.
“Emeğin ücretinde yapılan değişiklik her ne olursa olsun bu iki metanın göreli değerinde hiçbir değişiklik meydana getiremez; çünkü ücretlerin arttığını varsaysak bile, bu iki meslekten hiçbirinde daha fazla emek miktarına gerek duyulmayacak, yalnızca [emek için -ç.] daha yüksek fiyat ödenecektir. ... Ücretler %20 oranında artabilir ve bunun sonucu, bu metaların göreli değerinde hiçbir değişikliği gerektirmeksizin, kârlar daha yüksek ya da daha düşük oranda azalabilir” (agy, s. 23).
“Kârlarda bir düşme olmaksızın emeğin değerinde herhangi bir artış olamaz. Eğer tahıl çiftçiyle işçi arasında bölünecek ise, çiftçiye verilen pay ne kadar büyükse, işçiye daha azı kalacaktır. Aynı biçimde eğer bez ya da pamuklu ürünler işçiyle onu çalıştıran arasında bölünecekse, işçiye verilen pay ne kadar büyükse, onu çalıştırana kalan o kadar daha azdır” (agy, s. 31).
||663| “Adam Smith ve onun ardılı tüm yazarlar, bildiğim kadarıyla hiç istisnasız, emeğin fiyatındaki bir artışı, tüm metaların fiyatındaki bir-örnek bir artışın izleyeceği düşüncesini korumuşlardır. Umarım, böyle bir düşüncenin hiçbir dayanağı olmadığını göstermeyi başarmışımdır” (agy, s. 45).
“Emekçinin durumu nedeniyle daha cömertçe ödüllendirilmesi ya da ücretlerin harcandığı zorunlu geçim araçlarının sağlanmasındaki güçlükler nedeniyle ücretlerde ortaya çıkan bir artış, bazı durumlar dışında, fiyatı artırma sonucunu doğurmaz, ama kârları düşürmekte büyük etkisi olur.”
Ama ücretlerin artışı “... paranın değerindeki bir değişmeden” ileri geldiği zaman durum farklıdır. ... “Bir durumda” (yani anılan son durumda) “işçilerin desteklenmesi için, ülkenin yıllık emeğinin daha büyük bir parçası ayrılmaz; öteki durumda daha geniş bir parça ayrılır” (agy, s. 48). |663||
||663| “Gıda ve zorunlu geçim araçlarında bir fiyat artışı olduğu zaman, emeğin doğal fiyatı da artacaktır; bir fiyat düşüşü olduğu zaman ise emeğin doğal fiyatı düşecektir” (agy, s. 86).
“Varolan nüfusun gereksinimlerini karşıladıktan sonra geri kalan [sayfa 401] artı-ürün üretim olanaklarıyla, yani üretimde istihdam edilen daha az sayıdaki kişiyle orantılı olmalıdır” (agy, s. 93).
“Ne fiyatı düzenleyecek miktarda toprağı eken çiftçi, ne mal üreten imalatçı, rant için ürünün herhangi bir parçasını feda eder. Ürünlerinin değerinin tümü yalnızca iki parçaya bölünür: Biri sermayenin kârını oluşturur, öteki emeğin ücretini” (agy, s. 107).
Varsayalım ki, ipek, kadife, mobilya ve emekçinin gereksinmediği başka her türlü metanın fiyatı, onlar için daha fazla emek harcanması sonucu, artmış olsun; peki bu kârları etkilemez mi? Kuşkusuz hayır: Çünkü kârları, ücretlerdeki artıştan başka hiçbir şey etkileyemez; ipeği ve kadifeyi emekçiler tüketmez; bu nedenle de bunlar ücretleri yükseltemez” (agy, s. 118).
“Belli bir nitelikte toprakta on kişinin emeği 180 quarter buğday üretirse ve quarter başına değer 4 sterlin ya da 720 sterlin ise” (agy, s. 110), “... her durumda aynı toplam 720 sterlin, ücretlerle kârlar arasında bölünmelidir. ... Ücretler ya da kârlar artsa veya azalsa da her ikisine pay verilmesi gereken toplam, işte bu 720 sterlinlik toplamdır. Bir yandan kâr, hiçbir zaman bu 720 sterlinin, emekçilere mutlak olarak gereken zorunlu maddeleri sağlamaya yetmeyecek bir miktar bırakacak ölçüde büyük bir bölümünü emecek kadar artamaz; öte yandan ücretler bu toplamdan kârlara hiç pay bırakmayacak kadar yükselemez” (agy, s. 113).
“Kârlar, yüksek ya da düşük ücretlere bağlıdır, ücretler zorunlu maddelerin fiyatına ve zorunlu maddelerin fiyatı da esas olarak gıda maddesi fiyatlarına bağlıdır, çünkü tüm öteki gereksinimler, neredeyse sınırsız ölçüde artırılabilir” (agy, s. 119).
“Her ne kadar daha büyük bir değer üretilmekteyse de” (toprağın kötüleşmesiyle birlikte) “rantı ödedikten sonra geri kalan değerin daha büyük bir parçası üreticiler” (burada emekçileri üreticilerle özdeşliyor) “tarafından tüketilir ve kârı düzenleyen de işte bu parçadır, yalnızca bu parçadır” (agy, s. 127).
“Bir iyileştirmenin önemli niteliği, daha önce gereksinilen emek miktarını azaltmasıdır; ve bu azaltma, metanın fiyatında ya da göreli değerinde bir düşüş olmaksızın gerçekleşemez” (agy, s. 70).
“Şapka üretiminin maliyetini azaltın, talebin ikiye, üçe, dörde katlanmasına karşın şapkanın fiyatı, sonunda, yeni doğal fiyatına düşecektir. Yaşamı sürdüren yiyecek ve giyecek maddelerinin doğal fiyatını azaltarak, insanın yaşam maliyetini düşürün, emekçi talebinin 11 664İ büyük ölçüde artabilecek olmasına bakmaksızın, ücretler sonunda düşecektir” (agy, s. 460).
“Oransal olarak ücretler için daha azı gittikçe daha çoğu kârların olacaktır ve tersi” (agy, s. 500).
“Bu çalışmanın amaçlarından biri, zorunlu maddelerin gerçek değerindeki her düşüşle birlikte emek ücretlerinin düşeceğini ve sermaye kârlarının artacağını göstermekti — başka deyişle, herhangi bir belli yıllık değerin emekçi sınıfa daha az parçası ödendikçe, fonları, bu sınıfı çalıştıranlara daha fazlasının kalacağını göstermekti.” [sayfa 402]
<Şimdi artık çok olağan duruma gelen bu ifadede, yalnızca bu ifadede Ricardo, belki bilinçlendirmemiştir ama, sermayenin doğasını açıklamaktadır.
Emekçi sınıfın çalıştırdığı, birikmiş emek değildir, ama “
bu sınıfı”
hali hazırdaki, doğrudan emeği çalıştıran, “
fonlar”
dır, “
birikmiş emek”
tir.>
“Varsayalım ki, belli bir imalatta üretilen metaların değeri 1.000 sterlindir ve patron ile onun emekçileri arasında bölünecektir” (burada da gene sermayenin doğasını ifade ediyor; kapitalist patrondur, işçiler onun emekçileri) “800 sterlin işçilere, 200 sterlin patrona; eğer bu metaların değeri 900 sterline inse ve zorunlu maddelerdeki düşüş sonucu emek ücretinden 100 sterlin tasarruf edilse, patronun net geliri hiçbir biçimde azalmaz” (agy, s. 511-512).
“Emekçinin ayakkabı ve giysileri, makinelerdeki bir geliştirme sonucu, üretimleri için gereken emeğin dörtte-biri emekle üretilirse, olasıdır ki %75 oranında düşer; ama böylece emekçinin bir yerine sürekli olarak dört palto ve dört çift ayakkabı tüketme olanağını elde edebileceği doğru olmaz; olasıdır ki, çok geçmeden rekabetin etkisi, ve nüfusun teşviki sonucu ücreti, harcandığı zorunlu maddelerin yeni değerine göre ayarlanacaktır. Eğer bu gelişmeler emekçinin tükettiği tüm nesnelere genişlerse, tüm bu metaların değişilebilir değerlerinde öteki herhangi bir metaya göre [...] kalıcı bir indirim olmasına karşın, birkaç yılın sonunda bir olasılıkla onun ek olarak eğer olabilirse elbette pek az şeyi daha tüketme zevkine kavuştuğunu görürüz; hem de o metalar önemli ölçüde azalmış bir emek miktarının ürünü oldukları halde” (agy, s. 8).
“Ücretler arttığı zaman, bu her zaman kârların zararına olur, ama ücretler düştüğü zaman kârlar hep artar” (agy, s. 491, dipnot).
“Bu çalışma boyunca çabam, kâr oranının, ancak ücretlerdeki bir azalma sayesinde olmanın dışında asla artırılamayacağını; ücretlerin harcandığı zorunlu maddelerde bir düşme sonucu olmanın dışında ücretlerde kalıcı bir düşme olamayacağını göstermek oldu. Bu çerçevede, dış ticaretin genişlemesi ya da makinelerin geliştirilmeni sonucu emekçinin yiyeceği ve zorunlu geçim araçları pazara indirilmiş fiyattan getirilebilirse kârlar artacaktır. Eğer, bizzat yetiştirmek yerine, ya da emekçinin giyeceğini ve öteki zorunlu geçim araçlarını bizzat üretmek yerine, bu metaları daha ucuz fiyattan sağlayabileceğimiz yeni bir pazar keşfedersek ücretler düşecek, kârlar artacaktır; ama eğer dış ticaretin genişletilmesi ya da makinelerin geliştirilmesi sonucu, daha ucuz bir fiyattan sağlanan metalar, özellikle zenginlerin tükettiği metalarsa, kâr oranlarında herhangi bir değişiklik olmayacaktır. Şarap, kadife, ipek ve öteki pahalı metalar %50 oranında düşse de ücret oranlan etkilenmeyecek ve sonuçta kârlar değişmeksizin aynı kalacaktır.
“Öyleyse dış ticaret, gerçi gelirin harcanabileceği nesnelerin miktarını ve çeşidini artırdığı ve metaların bolluğu ve ucuzluğu nedeniyle tasarrufu ve sermaye birikimim teşvik ettiği” (harcamayı neden teşvik etmesin?) “için bir ülkeye çok yararlıdır ama, ithal edilen [sayfa 403] metalar ücretlerin harcandığı metalar tanımı içine girmiyorsa, sermaye kârlarını artırma eğilimi taşımaz.
“Dış ticarete ilişkin olarak bu söylenenler, iç ticaret için de aynı ölçüde geçerlidir.
“Emeğin daha iyi dağılımıyla, makinelerin icadıyla, yollar ve kanallar yapımıyla ya da herhangi bir biçimde [...] imalatta ya da mal taşımacılığında emek azaltılmadıkça} kâr oranları asla artırılamaz.”
<Biraz önce tam tersini söylemişti; anlaşılan asla derken, anılan gelişmelerle emeğin değeri azaltılmadıkça asla, demek istiyor.>
“Bunlar, fiyat üzerinde işlevi olan nedenlerdir ve tüketiciler için her zaman yararlı olurlar; çünkü tüketicilerin aynı emekle [...], iyileştirme ve geliştirmeye konu olan metalardan daha fazla miktarda elde edebilmelerini sağlarlar; ama kâr üzerinde herhangi bir etkileri yoktur. Öte yandan ||665| ücretlerdeki her azalma kârları yükseltir, ama met al arın fiyatı üzerinde herhangi bir etki yapmaz. Biri, tüm sınıflar için yararlıdır, çünkü tüm sınıflar tüketicidir” (ama emekçi sınıf için nasıl yararlı oluyor? Çünkü Ricardo öncelikle, bu metalar ücret kazananın tüketimine girerse ücretleri düşüreceğini varsayıyor; eğer bu metalar ücretleri azaltmaksızın daha ucuzluyorsa, o zaman ücretlerin harcandığı metalardan değildir); “öteki, yalnızca üreticiler için yararlıdır; daha fazla kazanırlar ama her şey eski fiyatında kalır.”
<Bir kez daha, bu nasıl olabilir ki; Ricardo kârları yükselten ücret düşüşlerinin, gerekli maddelerin fiyatı düştüğü için ortaya çıktığını öncelikle varsaydığına göre “hiçbir şey eski fiyatında” kalmaz.>
“Birinci durumda, eskiden aldıkları kadarını alırlar; ama kazançlarını harcadıkları her şeyin” (gene yanlış; zorunlu maddeler hariç her şeyin demeliydi) değişi lebi İm e değeri azalır” (agy, s. 137-138).
Açıkça görüldüğü gibi bu pasaj çok yuvarlak sözlerle ifade edilmiş. Ama bu biçimsel yanı bir tarafa konursa, buradaki ifadeler ancak kâr oranı yerine “artı-değer oranı” denirse doğru, bu ayrıca, göreli artı-değerle ilgili incelemenin tümü için geçerli. Lüks maddeler meselesinde de geliştirme ve iyileştirmeler genel kâr oranını artırabilir; çünkü, başka alanlarda olduğu gibi, bu üretim alanlarında da kâr oranı, her bir kâr oranını, ortalama kâr oranında aynı düzeye getirmekte pay sahibidir. Eğer böyle durumlarda, yukarda anılan etkiler sonucu değişmeyen sermaye değerinin değişen sermayeye oranı düşerse ya da geri dönüş süresi kısalırsa (yani dolaşım sürecinde bir değişiklik olursa) o zaman kâr oranı artar. Ayrıca, dış ticaretin etkisi tamamen tekyanlı olarak yorumlanmaktadır. Ürünün bir metaya evrimlenmesi, kapitalist üretim için çok temellidir ve pazarın genişlemesiyle, dünya pazarının yaratılmasıyla
[sayfa 404] ve dolayısıyla dış ticaretle yapısal olarak bağlantılıdır.
Bunun dışında Ricardo, her türlü gelişmenin, ister işbölümü sonucu ortaya çıksın, ister makinelerdeki ilerlemeler, ulaşım olanaklarının yetkinleştirilmesi, dış ticaret olsun —
kısacası imalat ve mal taşımacılığında gerekli emek-zamanını kısaltan tüm önlemlerin,
–bu “gelişmeler” emek değerini azalttığı için ve azalttığı sürece– artı-değeri (ve dolayısıyla kârı) artırdığını ve kapitalist sınıfı zenginleştirdiğini söylerken haklıdır.
Son olarak,’bu bölümde, Ricardo’nun
göreli ücretlerin doğasını çözümlediği birkaç parça daha alıntılayalım.
“Eğer bir haftalığına bir işçi kiralamam gerekse ve on şilin yerine sekiz şilin ödesem, para değerinde herhangi bir değişiklik olmadığına göre, işçi o sekiz şilinle, eskiden 10 şilinle elde ettiğinden daha fazla gıda ve zorunlu geçim aracı satın alabilir; ama bu, Adam Smith’in ve daha yakınlarda bay Malthus’un ifade ettiği gibi onun ücretinin gerçek değerindeki bir artıştan ötürü değildir, onun ücretini harcadığı nesnelerin, tamamen belirli nesnelerin değerindeki düşüşten ötürüdür; ve gene de buna ücretlerin gerçek değerindeki düşüş dediğim için bana yeni ve alışılmadık, bilimin gerçek ilkeleriyle uzlaşabilir olmayan bir dil kullandığım söyleniyor” (agy, s. 11-12).
“Kâr oranını, rantı ve ücretleri sınıflardan her birinin elde ettiği mutlak ürün miktarı ile değil, ama o ürünü elde etmek için gereken emek miktarıyla doğru ölçebiliriz. Makinelerdeki ve tarımdaki ilerlemeler sonucu ürünün tamamı bir kat artmış olabilir; ama eğer ücretler, rant ve kâr da bir kat artmışsa bu üçü birbirine karşı eskisi gibi aynı oranda olacaktır; hiçbirinin göreli olarak değiştiği söylenemeyecektir. Ama ücretler bu artışın tamamına katılmamışsa, bir kat değil de yarı oranda artmışsa ... anladığım kadarıyla ... kârlar artarken ücretler düştü demem ... herhalde doğru olur; çünkü bu ürünün değerim ölçmek için elimizde değişmeyen bir standart ölçü olsaydı, görürdük ki, daha önce verilene bakışla emekçi sınıfa daha az, kapitalistler sınıfına daha çok değer düşmüştür” (agy, s. 49).
“Daha az, aslında gerçek bir düşüş olmayacaktır çünkü o” (ücreti) “ona eski ücretine bakışla daha fazla ucuz meta sağlayabilir” (agy, s. 51).
*
De Quincey, Ricardo’nun ve başka bazı ekonomistlerin geliştirdiği tezler arasındaki karşıtlıklara işaret ediyor.
“Tüm metaların değerini neyin belirlediği” [Ricardo’dan önceki ekonomistlerce] “sorulduğu zaman, değeri esas olarak ücretlerin belirlediği yanıtı verilirdi. Peki ücretleri belirleyen nedir diye yeniden sorulduğu zaman, ücretlerin, harcandıkları metaların değerine göre [...] ayarlanması gerektiği anımsanmıştı; ve yanıt gerçekte ücretlerin, [sayfa 405] metaların değeriyle belirlendiği şeklindeydi.” ([Thomas de Quincey] Dialogues of Three Templars on Political Economy, Chiefly in Relation to the Principles of Mr. Ricardo [Ekonomi Politik Üzerine, Başlıca Bay Ricardo’nun İlkeleriyle Bağlantılı Olarak Üç Templar’ın Diyalogu] The London Magazine, c. IX, 1824, s. 560).
||666| Aynı
Dialogues, değerin
emek miktarıyla ve
emek değeriyle ölçülmesini yöneten yasa hakkında da şu parçayı içeriyor:
“Şu noktaya kadar aynı yasanın yalnızca iki farklı ifadesini temsil eden iki formül var; Ricardo’nun yasasını (yani A’nın B karşısındaki değeri üretici emek miktarıdır yasasını) olumsuz bir ifadeyle anlatmanın en iyi yolu, A’nın B karşısındaki değeri, üretici emeğin değerleri değildir demek olurdu” [agy, s. 348].
(A ve B’deki sermayenin organik bileşimi aynı olsaydı, o zaman gerçekte, bu ikisinin birbiriyle ilişkisi üretici emeğin
değerleriyle orantılıdır denebilirdi. Çünkü her birindeki birikmiş [geçmiş
-ç.] emek, her birindeki doğrudan emek gibi aynı oranda olurdu. Her birindeki ödenmiş emek miktarı ise, her birindeki toplam doğrudan emek miktarıyla orantılı olurdu. Bileşimin 80s +
20d ve artı-değer oranının %50 olduğunu varsayalım. Eğer sermayelerden biri 500 sterlin, öteki 300 sterlin olsaydı, o zaman birinci örnekteki ürün 550 sterlin ve ikinci örnekteki 330 sterlin olurdu. O zaman ürünler 5 x 20 = 100 (ücretler)e karşılık 3 x 20 = 60; yani 100:60, 10:6, 5:3 [ve] 550:330 = 55:33 ya da 55/11 : 33/11 (5 x 11 = 55 ve 3 x 11 = 33); yani 5:3. Ama bu durumda bile, birbirleriyle oranları bilinirdi, ama gerçek değerleri bilinemezdi; çünkü 5:3 oranına uygun düşebilecek birçok farklı değer vardır.)
“Eğer fiyat on şilin ise, o zaman [...] ücretler ve kârlar birlikte on şilini aşamaz [...] Ama ücretlerle kârlar, bir bütün olarak, kendileri tersine fiyatı önceden belirlemezler mi? Hayır; o emekli edilmiş bir öğretidir.” (Thomas de Quincey, The Logic of Political Economy [Ekonomi Politiğin Mantığı], Edinburgh ve Londra, 1844, s. 204.)
“Yeni ekonomi, tüm fiyatları üretici emeğin oransal miktarlarının ve yalnızca onun yönettiğini göstermiştir. Kendisi bir kez kararlaştırıldıktan sonra fiyat ipso facto, ücretlerin ve kârın içinden kendi ayrı paylarını çekebilecekleri fonu kararlaştırır” (agy, s. 204). “Ücretlerle kâr arasındaki mevcut ilişkileri bozan herhangi bir değişikliğin ücretlerden kaynaklanması gerekir” (agy, s. 205).
Ricardo’nun öğretisi, fiilî değer yasasını bir kenara koyup koymadığı bir yana, sorunu ortaya attığı ölçüde yenidir (agy, s. 158). [sayfa 406]
Dipnotlar
1 Bkz: Bu cilt s. 416-418 ve s. 450-452. -Ed.
2 Bkz: Bu cilt s. 299. -Ed.
3 Bkz: Bu cilt s. 412-413. -Ed.
4 Değişmeksizin, hep baştaki kadar -ç.
5 Özgün metinde “örneğin” yerine, İngilizce “f.i.” imi yer alıyor -Ed.
6 ||663| (Aşağıdaki alıntı gösteriyor ki Ricardo değeri, üretim maliyetiyle bilinçli o arak özdeşlemektedir: “Bay Malthus anlaşılan, bir şeyin maliyeti ile değerinin aynı olması gerektiğinin benim öğretimin bir parçası olduğunu düşünüyor; -eğer maliyet derken, kârlar dahil ‘üretim maliyetini kastediyorsa, evet öyledir” (agy., s. 46, dipnot). |663||
7 Bkz: Bu cilt s. 189-190 ve s. 297. -Ed
8 Özgün metinde “bundan şu çıkar ki” yerine “ama” -Ed.
9 Özgün elyazmasında ayraçlar konmamış. -Ed.
10 Yengeç dönencesi ile kuzey kutbu ve oğlak dönencesiyle güney kutbu arasında kalan yeryüzü kuşakları -ç.
11 Yalnızca bu nedenle, buna dayanarak, -ç.
12 Marx burada, de Quincey’in geliştirdiği düşünceyi kendi sözcükleriyle özetliyor. -Ed.
Açıklayıcı Notlar
[100] Elyazmasında (s. 641) bu noktadan itibaren Adam Smith’in ev kirasıyla ilgili görüşlerini ele alan bölüm izliyor. Bu ciltte o bölüm XIV. bölüme eklendi. (Bkz: s. 349-350.) – 368.
[101] Elyazmasında (s. 642-643) bu noktadan itibaren Marx değişen sermaye ile değişmeyen sermaye değerlerinin ters yönlerde hareket ettiği çeşitli örnekleri inceliyor. Bu bölüm, elyazmasındaki 640-64l’inci sayfalara ek olduğu için, bu ciltte 366-367. sayfalara alındı. – 369.
[102] Ricardo, bu tekel fiyatı tanımlamasını kendi kitabı
İlkeler’in XVII. bölümünde (3. Baskı, Londra 1821, s. 289-290) öne sürüyor. Tekel fiyatı konusunda Adam Smith’in öne sürdüğü benzer bir tanımlamayı Marx daha az önce (bkz: bu cilt, s. 333-334) alıntılamıştı. – 371.
[103] Marx, Ricardo’nun farklı organik bileşimlerdeki sermayelerin ürettiği metaların “göreli değerleri” üzerinde artan ve azalan ücretlerin etkilerini araştırdığı
İlkeler’in ilk bölümünün IV. ve V. kesimlerini kastediyor. Marx’ın bu kesimlerle ilgili ayrıntılı bir çözümlemesi bu ciltte 161-184. sayfalarda yer alıyor. – 374.
[104] Marx burada, tarımsal sermayenin bileşiminin sanayi sermayesininkine yaklaştırılması sürecinin gerçekleştirilebileceği yollardan birini örnek olarak ortaya koyuyor. Marx şu bileşimleri başlangıç noktası olarak alıyor:
60
s + 40
d tarımsal sermaye
80
s + 20
d tarımsal-olmayan sermaye
Marx, tarımsal emeğin üretkenliğindeki artış sonucu, tarımdaki işçi sayısının dörtte-bir azaldığını varsayıyor. Böylece tarımsal sermayenin bileşimi şöyle değişiyor: Daha önce 100 birim (60
s + 40
d)’lik bir sermaye harcamasını gerektiren ürün şimdi yalnızca 90 birimlik bir sermaye harcamasını (60
s + 30
d) gereksiniyor; bu da 100 birim üzerinden hesap yapıldığı zaman 66
2/
3s+ 33
1/
3d yapıyor. Bu yoldan, tarımsal sermayenin organik bileşimi, sanayi sermayesiııinkine yaklaşıyor.
Marx ayrıca, tarım işçileri sayısındaki azalmayla eşzamanlı olarak, –tahıl fiyatlarındaki düşüş sonucu– ücretlerin de dörtte-bir düştüğünü varsayıyor. Bu durumda, sanayideki ücretlerin de kesinlikle aynı oranda düşeceğinin kabul edilmesi gerekir. Ne var ki, ücretlerdeki düşüşün, organik bileşimi sanayi sermayesine göre daha düşük olan tarımsal sermaye üzerinde daha fazla etki yapması beklenir. Bu ücret düşüşü, sanayi ve tarım sermayelerinin organik bileşimleri arasındaki farkı daha da azaltır.
Ücretlerdeki dörtte-birlik düşüşle 66
2/
3s + 33
1/
3d’lik tarımsal sermaye 66
2/
3s + 25
d’lik bir sermaye haline gelir; 100 birim üzerinden hesap yapıldığı zaman tarımsal sermayenin organik bileşimi 72
8/
11s + 27
3/
11d olur.
Ücretlerdeki dörtte-birlik düşüşle
80s + 20
d’lik tarımsal-olmayan sermaye, 80
s + 15
d’lik bir sermayeye dönüşecektir; 100 birim üzerinden hesaplandığında da 84
4/
19s + 15
11/
19d olacaktır.
Tarım işçileri sayısındaki ve ücretlerdeki yeni düşüşle tarımsal sermayenin organik bileşimi, tarımsal-olmayan sermayeninkine daha da yaklaşacaktır.
Tarımdaki emeğin üretkenliğindeki büyümenin tarımsal sermayenin organik bileşimi üzerindeki etkilerini açıklamak üzere kullandığı bu hipotetik örneği gözden geçirirken Marx, sanayideki emeğin üretkenliğinde eşzamanlı olarak ve hatta daha sık görülen artışa uzak durur. Sanayideki ve tarımdaki sermayenin organik bileşimi arasındaki ilişki için bkz: bu cilt, s. 14-16, 82-84, 93, 95-96, 99-101, 228-229. – 375.
[105] Elyazmasının sayfa numaralarını koyarken Marx 649 rakamını atlamış. – 378.
[106] Marx’ın, Say ile ilgili son sözleri ve elyazmasında izleyen sayfadaki benzer bir sözü bir yanlışlığa dayanıyor. Bu yanlışlık şu: Ricardo’nun
İlkeler’nin Fransızca çevirisinde, Marx’ın burada andığı notta Say, Ricardo, “
emeğin değeri”ni belirlemekte değil, ama “paranın değeri”ni belirlemekte talep ve arz yasasına sığındığı için (mariz) bir haz duygusunu dışavuruyor. Marx, Say hakkındaki sözlerini buna dayandırıyor. (Karşılaştırınız: David Ricardo,
Des principes de l’économie politique et de l’impôt. İngilizceden çeviren F. S. Constancio, D. M. vb; Jean-Baptiste Say’nin açıklayıcı notları ve eleştirileri ile. Cilt II, Paris 1835, s. 206-207). Say’nin, Ricardo’nun
İlkeler’ine koyduğu notlardan bu konuya ilişkin olanını Marx
Felsefenin Sefaleti’nde
doğru bir biçimde alıntılıyor. – 382.
[107 Bkz: 106 nolu açıklayıcı not. – 383.
[108] Marx, James Deacon Hume’un
Thoughts on the Corn-Laws [
Tahıl Yasaları Üzerine Düşünceler]
(Londra, 1815) başlıklı broşürünü kastediyor. Adam Smith’in “emeğin değerini, tahıl fiyatı yönetir” şeklindeki tezini tartışan Hume, Adam Smith’in “tahıldan söz ederken yiyecek hakkında konuştuğumuzun kabul edilmesi gerektiğini, zira tüm tarımsal ürünlerin değerinin ... doğal olarak denklik eğilimi taşıdığını” söylüyor (agy). – 385.
[109] Marx burada, 1861-1863 elyazmalarının III. not deflerinin 956. sayfasında başlayan, “2. Mutlak Artı-Değer” başlıklı kesimi kastediyor. Marx’ın sözünü ettiği parça, elyazmasının, 102-104. sayfalarında “Eşzamanlı İşgünleri” bölümünde yer alıyor. – 392.
[110] Marx yirmi işçinin yarattığı yeni değeri kastediyor; bu yirmi işçi bir saatlik emekle 2 sterlin ve 14 saatlik bir işgününde 28 sterlin yaratıyor; bunun 10 saatlik gerekli emek bölümü 20 sterline ve 4 saatlik bölümü 8 sterline eşit. – 393.
[111] Toplam ürünün değeri, ürüne aktarılmış olan (c) değerini ve yeni yaratılan değeri (
d +
ad)
içeriyor. Burada verdiği örnekte Marx, sabit sermayeyi dikkate almadığına göre, aktarılan değer hammadde değerinden oluşuyor. İncelenen örnekte, hammaddelerin değeri 93
1/
3 sterlin (1 saatte 133
1/
3 pound pamuk, ipliğe dönüştürülüyor; 14 saatte 1.866
2/
3 pound; 1 pound pamuk 1 şiline maloluyor). Bu, yeni yaratılmış emekle (28 sterlinle) birlikte, 121
1/
3 sterline ulaşıyor. – 393.