[ONUNCU BÖLÜM]
RICARDO’NUN VE ADAM SMITH’İN
MALİYET FİYATI TEORİSİ
(YADSIMA)
[A. RICARDO’NUN MALİYET FİYATI TEORİSİ]
[1. Fizyokrat Teorinin Çöküşü ve
Rant Teorisinde Gözlenen Sonraki Gelişmeler]
Anderson’un (kısmen Adam Smith’te de gördüğümüz) teziyle, yani “ürünün
fiyatını belirleyen toprak rantı değildir, toprak rantını belirleyen ürünün
fiyatıdır...”
[teziyle
-ç.] fizyokratların öğretisi devrilmiştir. Ne tarımsal ürün, ne de topak, ama tarımsal ürünün
fiyatı, böylece, rantın kaynağı olmuştur. Rant tarımın eşsiz üretkenliğinin,
tarımın eşsiz
üretkenliği de
toprağın özgül
veriminin sonucudur anlayışı böylece sona ermiştir. Çünkü, belli bir üretkenlikteki bir [üretim
-ç.]
öğesine
aynı miktar emek harcanırsa ve bu öğenin kendisi böylece eşsiz bir üretkenlik gösterirse, o zaman, bu emek kendini, göreli
fazla bir ürün
miktarında ortaya koyar ve özel ürün fiyatı da göreli olarak düşük olur; ama sonuç, hiçbir zaman bunun tersi olamaz — yani bu emek ürününün fiyatı, aynı miktar emeği içeren başka ürünlerin fiyatından
daha yüksek olamaz, ve bunun sonucu olarak bu
fiyatın öteki metaların fiyatından farklı olarak, kâra ve ücretlere
ek bir
rant bırakması sözkonusu olamaz. (Adam Smith ise rantı incelerken, fizyokrat görüşe geri gitmiştir, oysa rantı artı-emeğin bir parçası sayan ilk görüşüyle
[sayfa 149] fizyokrat rant görüşünü çürütmüş ya da en azından reddetmişti.)
Buchanan, fizyokrat görüşü dışlayarak varılan noktayı şu sözlerle toparlar:
“Doğanın insan çabasıyla uyuşması sonucu, tarımsal süreç içinde, tarımın ürün verdiği ve dolayısıyla rant bıraktığı görüşü yalnızca bir fantezidir. Rant üründen değil, ürünün satıldığı fiyattan çıkar; ve bu fiyat, doğa üretime yardım ettiği için değil, ama tüketimi arzla uyuşturduğu için elde edilen fiyattır.” [David Buchanan, Adam Smith’in An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations [Ulusların Zenginliğinin Doğası ve Nedenleri Üzerine Bir inceleme], c. II, Edinburgh, 1814, s. 55’teki nottan ve David Ricardo’nun On the Principles of Political Economy and Taxation, 3. baskı, Londra, 1821, s. 66’daki notundan.)
Fizyokratların –rantı tek fazlalık ve
kapitalistler ile emekçileri de, toprak sahibinin biricik
ücretlileri olarak algıladığı için
özünde tümüyle haklı olan– görüşünün böylece yadsınmasından sonra geriye yalnızca şu görüşlerin olabilirliği kalıyordu:
||523| [Birincisi:]
Rantın, tarımsal ürünlerin
tekel fiyatından, toprak sahiplerinin toprak
tekeline sahip olmalarından ileri gelen tekel fiyatından çıktığı görüşü. Bu anlayışa göre, tarımsal ürünün
fiyatı sürekli olarak
değerinin üstündedir. Bir
fiyat fazlası vardır ve toprak mülkiyeti
tekeli, metaların değeri yasasında [sürekli -
ç.] gedik açmaktadır.
Rant, tarımsal ürünlerin
tekel fiyatından çıkar, çünkü arz, sürekli olarak talep
düzeyinin altındadır ya da talep sürekli olarak arz düzeyinin üstündedir. Peki ama arz, neden talep
düzeyine yükselmemektedir? Neden
ek bir arz bu ilişkiyi dengeye getirmemekte ve bu teori çerçevesinde,
tüm rantı ortadan kaldırmamaktadır? Bunu açıklamak için Malthus bir yandan, tarımsal ürünlerin, [aracısız
-ç.] doğrudan müşterilerinin hazır olduğu kurgusuna sığınır (bu konuya daha sonra onun Ricardo’yla tartışmasına değinirken yeniden döneceğiz); öte yandan
ek arz daha fazla emeğe malolduğu için tarımın daha az üretken hale geldiği biçimindeki andersoncu teoriye sığınır. Bu [ikinci
-ç.] görüş, yalnızca kurguya dayanmadığı ölçüde rikardocu teoriye yakın gelir. Burada da [rikardocu teoride
-ç.] fiyat değerin
üzerindedir, yüksek fiyattır.
[İkincisi:]
Rikardocu Teori: Mutlak rant yoktur, yalnızca
farklılık rantı [vardır
-ç.]. Burada da rant bırakan tarımsal ürün fiyatı, ürünün bireysel değerinin üstündedir ve rant varsa, bu,
tarımsal ürünlerin, değerlerinin üstündeki fiyat fazlası sayesinde
olur. (Her ne kadar gerçek) her bir üretim alanında o alana ait metaların
değerini, metanın bireysel değerinin değil, ama o alandaki
genel üretim koşullarının değişikliğe uğrattığı değerinin belirlediği (gerçeği
[sayfa 150] ise de) yalnızca burada değer
üzerindeki fiyat fazlası genel değer teorisiyle çelişmez. Burada da rant getiren ürünlerin fiyatı bir
tekel fiyatıdır — her üretim alanında olabilen, ama yalnızca bu alanda sürekli duruma gelen ve böylece, artı-kârdan farklı olarak rant biçimini alan bir tekel. Burada da bu,
arzın üzerindeki talep fazlasıdır ya da aynı anlama gelmek üzere, arzı aşan talebin fiyatları yukarı doğru itmesinden önce, başlangıçtaki arza tekabül eden bir fiyat üzerinden yapılacak ek bir arz ile karşılanamayan ek taleptir. Burada da
rant (farklılık rantı), daha iyi topraktaki fiyatların, ürün değerinin
üzerine yükselmesinin [sonucu olan]
değeri aşan fazla fiyat nedeniyle ortaya çıkar ve bu, ek arza yol açar.
[Üçüncüsü:]
Rant, toprağa gömülmüş sermayenin faizinden başka bir şey değildir Bu görüşün, rikardocu görüşle ortak yanı şudur:
mutlak rantın varlığını yadsır. Eşit miktarda sermayenin yatırıldığı toprak parçaları, farklı büyüklüklerde rant bıraktığı zaman, [bu görüş -
ç.]
farklılık rantının varlığını itiraf etmek zorunda kalır. Böylece işin aslında, bazı toprakların
hiç rant bırakmadığı ve
fiili rantın kaldığı yerde, bu rantın farklılık rantı olduğu biçimindeki rikardocu görüşe gelip dayanır. Ama [bu görüşün
-ç.]
, herhangi bir sermaye yatırımının
yapılmadığı toprağın, şelalelerin, madenlerin, vb. rantını açıklaması kesinlikle olanaklı değildir. İşin aslında bu, Ricardo’ya karşın,
faiz adı altında rantı,
kapitalist bir görüşle kurtarma çabasından başka bir şey değildir.
Son olarak [dördüncüsü:] Ricardo, rant bırakmayan toprakta ürün fiyatının değerine eşit olduğunu, çünkü değerin
ortalama fiyata yani sermaye harcaması + kâra eşit olduğunu varsayar. Böylece yanlış bir biçimde, metanın değerinin, metanın ortalama fiyatına eşitlendiğini varsaymış olur. Eğer bu yanlış varsayım bir yana konursa o zaman mutlak rant olanaklı duruma gelir; çünkü tarımsal ürünlerin
değeri, tüm öteki birçok meta kategorilerinin değeri gibi, ortalama fiyatın
üzerindedir, ama toprak mülkiyetinden ötürü, tarım ürünlerinin değeri, öteki metaların değerinin tersine, ortalama fiyatta dengeye gelmez. Böylece bu görüş de tekel teorisi gibi, toprak mülkiyetinin, bu niteliğiyle, rantla bir bağlantısı olduğunu varsayar; Ricardo’ya koşut olarak farklılık rantını kabul eder ve mutlak rantın da değer yasasını hiçbir biçimde ihlal etmediğini benimser.
[sayfa 151]
[2. Değerin Emek-Zamanıyla Belirlenmesi —
Ricardo Teorisinin Temeli.
Bazı Eksikliklerine Karşın Ekonomi Politiğin Gelişiminde
Gerekli Bir Aşama Olan Rikardocu Araştırma Yöntemi]
Ricardo işe,
metaların göreli değerlerini (ya da değişilebilirlik değerlerini) “
emek miktarı”nın belirleyişiyle başlar. (Ricardo’nun
değer sözcüğüne verdiği çeşitli anlamları daha sonra inceleyebiliriz. Bailey’in [Ricardo’ya yönelttiği -
ç.] eleştiriler bu temeldedir ve aynı zamanda Ricardo’nun
eksik kaldığı [nokta da -
ç.] budur.) Bu “emeğin” karakteri ayrıntılı olarak incelenmemiştir. Eğer iki meta birbirinin dengi ise — ya da birbirine göre
belli bir orana, sahipse, ki içerdikleri ||524| “
emek”
miktarına göre
büyüklükleri farklılık gösteriyorsa bu da aynı şey demektir — o zaman apaçık ortadadır ki, değişim-değeri olarak görüldüklerine göre,
özleri aynı olmalıdır. Özleri emektir. “Değer” olmalarının nedeni budur. Bu özden daha çok ya da daha az içermelerine göre büyüklükleri farklılık gösterir. Ne var ki
Ricardo bu emeğin
doğasını, biçimini –değişim-değerini yaratan ya da kendini değişim-değeri olarak ortaya koyan özgül karakterini–
incelemez. Bu yüzdendir ki,
bu emeğin para ile bağlantısını ya da
para biçimi almasının gereğini kavrayamaz. Bu yüzdendir ki, metanın değişim-değerini emek-zamanının belirleyişindeki bağlantıyı ve metaların gelişmesinin ister-istemez paranın oluşmasına yol açışı gerçeğini kavramayı kesinkes başaramaz. Bu yüzdendir ki, para teorisi yanlıştır, işin en başından başlayarak, yalnızca
değerin büyüklüğü ile yani metaların değer büyüklüklerinin, üretilmeleri için gereken emek miktarlarıyla orantılı olması olgusuyla ilgilenmiştir. Ricardo işe buradan başlar ve başlangıç noktasının Adam Smith olduğunu açıkça belirtir (bölüm I, kesim I).
Ricardo’nun yöntemi şudur: Metanın değer büyüklüğünü emek-zamanının belirlediği [görüşüyle
-ç.] başlar ve öteki ekonomik ilişkilerle kategorilerin değerin böylece belirlenişiyle
çatışıp çatışmadığını ya da değerin belirlenişini ne ölçüde değiştirdiğini
inceler. Böyle ilerleme biçiminin tarihsel haklılığı, ekonomi tarihindeki bilimsel gerekirliği daha ilk bakışta görülür, ama aynı zamanda bilimsel yetersizliği de daha ilk bakışta görülür. Bu yetersizlik kendini yalnızca, [sorunu
-ç.] ortaya koyma yönteminde (ortaya koymanın biçimselliğinde) göstermekle kalmaz, ama bazı esaslı bağlantıları atladığı ve
doğrudan ekonomik kategorilerin birbiriyle uyumluluğunu kanıtlamaya çalıştığı için hatalı sonuçlara götürür.
Tarihsel olarak bu araştırma yöntemi haklıdır, gereklidir.
[sayfa 152] Ekonomi politik, Adanı Smith sayesinde, anlaşılır bir bütünlük kazanmıştır; Adam Smith, ekonomi politiğin tüm hükümranlık alanını, bir ölçüye kadar incelemiştir, öyle ki Say, yapay da olsa sistemli bir biçimde [Smith’in tüm yazdıklarını
-ç.] bir ders kitabında özetleyebilmiştir. Smith ile Ricardo arasındaki dönemde yapılan araştırmalar üretken olan ve olmayan emek, para sistemi, nüfus teorisi, toprak mülkiyeti ve vergiler konularında ayrıntıya ilişkin araştırmalardır. Smith’in kendisi ise büyük bir naiflikle sürekli çelişkiler içinde yuvarlanmıştır. Bir yandan ekonomik kategoriler arasında varolan iç bağlantıların ya da burjuva ekonomik sistemin belirsiz yapısının izini sürer. Öte yandan, bununla eşzamanlı olarak bu bağlantıyı, rekabete ilişkin olgularda, burjuva üretim süreciyle ilgilenen ve kendini bu işe veren Adam Smith gibi birine olduğu gibi bilimle ilgisi olmayanlara da göründüğü ve kendini ortaya koyduğu kadarıyla açıklamakla yetinir. Bu yaklaşımlardan biri burjuva sistemin iç bağlantısını, ve deyim yerindeyse fizyolojisini iskandil eder; buna karşılık ikincisi, yaşamın olgularını dışsal görünümleriyle ve göründükleri kadarıyla alır ve onları yalnızca tanımlar, sınıflandırır, oluşumlarını yeniden hikaye eder ve formel tanımlar altında bir düzene sokar. Smith’te bu yöntemlerin her ikisi birbiriyle kavgasız-gürültüsüz yanyana yer almakla kalmaz, ama aynı zamanda birbirine dolanır ve biri ötekiyle çelişir. Onun gözünde böyle şeyler (bazı araştırmalar, [örneğin] paraya ilişkin araştırma dışında) haklı olabilir, çünkü onun görevi gerçekten de iki amaçlıdır. Bir yandan, burjuva toplumun içsel fizyolojisine nüfuz etmeye çalışmıştır, ama öte yandan, kısmen bu toplumun, dışardan görünen yaşam biçimlerini ilk kez tanımlamaya dışardan göründüğü kadarıyla ilişkilerini ortaya koymaya ve kısmen de bu olgulara uygun terimler ve zihinsel kavramlar bulmaya yani bu olguları ilk kez dilde ve düşünme sürecinde yeniden-üretmeye çalışmıştır. Bu amaçlardan her biri onun ilgisini, ötekisi kadar çekmiştir; her ikisi de birbirinden bağımsız biçimde kendi yolunda yürüdüğü için, bu, birbiriyle tamamen çelişik sunumlara yol açmıştır: biri, iç bağlantıları aşağı yukarı doğru biçimde ifade etmiştir, ötekisi, aynı haklılık mantığıyla –ve ilk yaklaşım yöntemiyle herhangi bir bağlantısı olmaksızın–
görünen bağlantıları, iç ilişkiye değinmeksizin ortaya koymuştur. Adam Smith’in ardılları, ona karşı eski ve modası geçmiş yaklaşın! yöntemlerini temsil etmiyorlarsa, araştırmalarını ve gözlemlerini, rahatsız edilmeksizin sürdürebilmişler ve her zaman Adam Smith’i temel alabilmişlerdir; onun çalışmasının, içseli araştıran ya da yüzeydekiyle yetinen parçalarından hangisini izlerlerse izlesinler ya da hemen hemen her zaman
[sayfa 153] olduğu gibi, ikisini birbirine dolandırsalar da Adam Smith’i temel alabilmişlerdir. Ama en sonunda Ricardo çıkagelmiş ve bilime dur demiştir! Burjuva sistemin fizyolojisi için –o sistemin iç organik tutarlılığını ve yaşam sürecini anlamak için– başlangıç noktası, temel,
değerin emek-zamanı ile belirlenişidir. Ricardo bununla başlar ve öteki kategorilerin –üretim ilişkilerinin ve ticaretin– ne ölçüde bu başlangıç temel üzerinde oluştuğunu ve tanımlandığını, ne ölçüde ona uyduğunu ya da onunla çeliştiğini göstermesi için, bilimi, eski alışkanlıklarından sıyrılmaya zorlar; sürecin yalnızca görünen biçimlerini yansıtan ve yeniden-üreten bir bilimin ve burjuva toplumun iç tutarlığının ve gerçek fizyolojisinin dayandığı o başlangıç temele, başlangıç noktasını oluşturan o temele bu görünen biçimlerin ne ölçüde uyduğunu açıklamaya zorlar; ve genel olarak, sistemin görünür ve gerçek hareketi arasındaki çelişkide, neyin hangi konumda olduğunu incelemeye zorlar. İşte Ricardo’nun ||525| bilim için büyük tarihsel önemi budur. Bu nedene ahmak Say, Ricardo, ayaklarının altından toprağı çekince, “
genişletme bahanesiyle”
(bilim) “
bir boşluğa itiliyor”
sözüyle
[66] öfkesini açığa vurmuştur. Bu bilimsel başarıyla yakından ilgili olan şey, Ricardo’nun –iç bağlantıların ortaya koyduğu biçimiyle– sınıflar arasındaki ekonomik karşıtlıkları açığa çıkararak tanımlaması ve bunun sonucu olarak tarihsel savaşımın ve gelişmenin kökünü keşfetmesi ve algılaması gerçeğidir. Bu nedenledir ki
Carey (paragraf daha sonra kontrol edilecek) Ricardo’yu, komünizmin babası diye suçlar.
“Bay Ricardo’nun sistemi, uyuşmazlıklar sistemidir ... bütünüyle, uluslar ve sınıflar arasında düşmanlık üretme eğilimindedir. ... Kitabı, çiftçi yandaşlığı, savaş ve yağma yoluyla güç elde etmek isteyen demagogun gerçek elkitabıdır.” (H. C. Carey, The Past, the Present and the Future [Geçmiş, Günümüz ve Gelecek] Philadelphia, 1848, s. 74-75.)
Bu çerçevede, bir yandan rikardocu araştırma yöntemi bilimsel açıdan geçerlidir ve büyük bir tarihsel değer taşımaktadır, öte yandan bu ilerleme biçiminin bilimsel eksiklikleri apaçık ortadadır ve ilerde daha da belirgin hale gelecektir.
Yapıtının çok garip ve ister-istemez hatalı olan mimarisinin nedeni de bundan ileri gelmektedir. Yapıtının tümü (üçüncü baskıda) 32 bölümden oluşmaktadır. Bunun 14 bölümü
vergilerle ilgilidir, teorik ilkelerin
uygulanışına ilişkindir.
[67] Yirminci bölüm, “Değer ve Zenginlik, Bunların Ayırdedici Özellikleri” kullanım-değeri ile değişim-değeri arasındaki farklılıkların incelenmesinden başka bir şey değildir, yani “Değer Hakkında”ki birinci bölümü tamamlayıcı
[sayfa 154] bir ektir. Yirmidördüncü bölüm, “Adam Smith’in Toprak Rantıyla İlgili Öğretisi”, “Altının, Tahılın ve Emeğin Karşılaştırmalı Değeri Hakkında”ki yirmisekizinci bölüm ve “Bay Malthus’un Rant Konusundaki Görüşü”ne ilişkin otuzikinci bölüm gibi, rantla ilgili II. ve III. bölümleri tamamlayıcı birer ekten ibarettir; kısmen Ricardo’nun rant teorisini kanıtlamaya dönüktür. “Arzın ve Talebin Fiyatlar Üzerindeki Etkisi Hakkında”ki otuzuncu bölüm “Doğal Fiyat ve Pazar Fiyatı Hakkında”ki dördüncü bölüme bir eklentiden başka bir şey değildir. “Ticaret Kanallarındaki Ani Değişiklikler Hakkında”ki ondokuzuncu bölüm, bu bölüme ikinci bir eklenti oluşturur. “Makineler Hakkında”ki otuzbirinci bölüm, “Ücretler Hakkında”ki ve “Kârlar Hakkında”ki beşinci ve altıncı bölümlere yalnızca birer eklentidir. “Dış Ticaret Hakkında”ki yedinci bölüm ve “Sömürgelerle Ticaret Hakkında”ki yirmibeşinci bölüm –vergiler konusundaki bölümler gibi– daha önce ortaya konan ilkelerin uygulanışıyla ilgilidir. “Birikimin Kârlar ve Faiz Üzerindeki Etkileri”ne ilişkin yirmibirinci bölüm, rant, kârlar ve ücretler konusundaki bölümlere bir eklentidir. “Brüt ve Net Gelir Hakkında”ki yirmialtıncı bölüm, ücretlere, kârlara ve ranta ait bölümlere eklentidir. Son olarak, “
Para ve Bankalar Hakkındaki yirmiyedinci bölüm, yapıtın geri kalan kısmından hayli farklıdır ve Ricardo’nun daha önce para konusunda yazdıklarının yeni açıklamalarını ya da kısmen görüş değişikliklerini içerir.
Dolayısıyla Ricardo’nun teorisi, yapıtının, özellikle ilk altı bölümünde yer almaktadır. Hatalı mimari terimini yapıtının işte bu bölümüyle ilgili olarak kullanıyorum. Öteki bölüm (para konusundaki bölüm hariç) uygulamayı, açıklamaları ve eklemeleri içermektedir; bunlar da yapılan gereği, birbiriyle karmakarışıktır, sistemli bir düzenlemeden geçtikleri iddiasında da değildirler. Ama teorik bölümün (ilk altı bölümün) hatalı mimarisi bir raslantı değildir, Ricardo’nun araştırma yönteminin ve yapıtında kendisi için öngördüğü belirli görevin ürünüdür.
Bölüm I “
Değer Hakkında”dır. Yedi alt kesime ayrılmıştır. Birinci kesim, gerçekte, meta değerlerinin, içerdikleri emek-zamanıyla belirlenmesinin
ücretlerle çelişip çelişmediğini inceler. Üçüncü kesimde Ricardo, benim değişmeyen sermaye dediğim şeyin meta değerine girmesinin değerin belirlenmesiyle
çelişmediğini ve ücretlerdeki artma ya da azalmanın da meta değerlerini etkilemediğini gösterir. Dördüncü kesim, [üretime
-ç.] makine ve başka tür sabit ve dayanıklı sermaye uygulanmasının, farklı üretim alanlarında, toplam sermayeye farklı oranlarda girmesinin, [metaların
-ç.]
değişilebilirlik değerlerini emek-zam anıyla belirlemeyi ne
[sayfa 155] ölçüde değişikliğe uğrattığını araştırır. Beşinci kesim, farklı üretim alanlarında, dayanıklılığı ve geri dönüş periyodu eşit olmayan sermayeler kullanılırsa, ücretlerdeki bir artma ya da eksilmenin, değeri, emek-zamanıyla belirlemeyi ne ölçüde değişikliğe uğratacağını inceler. Böylece bu ilk bölümde, yalnızca
metaların varlığı ortaya konmakla kalmıyor –ki değeri, böyle ele alınca daha başka bir şeye gerek yoktur– ama aynı zamanda ücretler, sermaye, kâr. genel kâr oranı, ve hatta [daha sonra
-ç.]
göreceğimiz gibi, dolaşım sürecinde ortaya çıktıkları halleriyle, farklı sermaye biçimleri ve “doğal fiyat ile pazar fiyatı” arasındaki fark da ortaya konuyor. Bu sonuncusu, ayrıca, izleyen bölümlerde, “
Rant Hakkındaki ve “Madenlerin Rantı Hakkında”ki bölüm II ve bölüm III’te belirleyici bir rol oynuyor. Ricardo’nun araştırma yöntemi çerçevesinde, “
Rant Hakkında”ki ikinci bölüm ||526| –”Madenlerin Rantı Hakkında”ki üçüncü [bölüm
-ç.] yalnızca, bir eklentiden oluşur– bir kez daha şu soruyla başlar: Toprak mülkiyeti ve rant, meta değerinin emek-zamanıyla belirlenmesiyle
çelişir mi?
“
Rant Hakkındaki ikinci bölüme Ricardo şöyle başlar:
“Toprağın sahiplenilmesinin ve onun sonucu olarak rant yaratılmasının, üretim için gerekli olan emek miktarından bağımsız olarak, metaların göreli değerinde herhangi bir farklılığa neden olup olmadığının ayrıca incelenmesi gerekir” (Principles of Political Economy, 3. baskı, Londra, 1821, s. 53).
Bu araştırmayı yaparken Ricardo, yalnızca “pazar fiyatı” ile “gerçek fiyat” (değerin parasal ifadesi) arasındaki ilişkiyi en passant ortaya koymakla kalmaz; aynı zamanda, kapitalist üretimin bütününü ve ücretler ile kâr arasındaki ilişkiye ilişkin kendi anlayışını da açıklar. “Doğal Fiyat ve Pazar Fiyatı Hakkında”ki dördüncü bölüm, “Ücretler Hakkında”ki beşinci [bölüm -ç.] ve “Kârlar Hakkında”ki altıncı [bölüm -ç.] böylece doğallıkla gereksinilir bölümler olmakla kalmazlar, ama “Değer Hakkında”ki ve “Rant Hakkındaki ilk iki bölümde ve II’ye eklenti olan bölüm III’te enine-boyuna geliştirilirler. Sonraki üç bölüm, yeni teorik noktalar ortaya koymak bakımından, I ve II. [bölümler]de kendi yerlerini almış olan noktalarda daha belirgin tanımlamalar getirir ve şurada-burada açık kalmış boşlukları doldurur.
Demek ki, Ricardo’nun tüm katkısı yapıtının ilk iki bölümünde yer almaktadır. Bu bölümlerde, gelişkin burjuva üretim ilişkileri ve dolayısıyla gelişkin ekonomi politik kategorileri, kendi ilkeleriyle –yani değerin belirlenmesi [ilkesiyle
-ç.]– karşı karşıya konmakta ve bu ilkeye doğrudan ne ölçüde uygun düştükleri ve
[sayfa 156] metaların değer ilişkilerinde neden oldukları belirgin sapmaları incelenmektedir. Bu bölümler, o ana kadar varolagelen ekonomi politiğe Ricardo’nun yönelttiği tüm eleştiriyi ve Adam Smith’in yapıtına yayılmış olan iki amaçlı yaklaşımdan [ileri gelen
-ç.] çelişkilerden kararlı kopuşu içerirler; aynı zamanda, bu eleştiriye dayalı olarak, epey yeni ve çarpıcı vargılar ortaya koyarlar. Bu iki bölümün yarattığı büyük teorik doyumun nedeni budur; çünkü bu iki bölüm, derli-toplu bir kısalık içinde eski, dağınık, döne-dolana yol alan ekonomi politiğine bir eleştiri getirir, tüm burjuva ekonomi sistemini bir temel yasaya bağlı bir sistem olarak sunar ve çeşitli fenomenlerin özünü farklılıklardan ve sapmalardan arındırarak ortaya koyar. Ancak bu iki bölümün orijinalliği, temel yaklaşım bütünlüğü,
sadeliği, yoğunlaşmışlığı, derinliği, yeniliği ve
kapsamlılığı nedeniyle verdiği teorik doyum, yapıt ilerledikçe ister-istemez yitirilmiştir. O ilerleyen bölümlerde de zaman zaman belli argümanların orijinalliği bizi büyüler. Ama bir bütün olarak, insanı yorar ve sıkar. Çalışma ilerledikçe yeni bir gelişme olmaz. Aynı ilkelerin çeşitli konu-dışı sorunlara tekdüze biçimsel bir yaklaşımla uygulandığını ya da bu ilkelerin teorik açıdan doğrulanmasına dönük polemiği içermediği yerlerde yalnızca yineleme ya da genişleme vardır; en fazlasından, son bölümlerde ara sıra çarpıcı bir uslamlama zinciri göze çarpar.
Ricardo’yu eleştirirken, onun ayırmayı başaramadığını ayırmamız gerekiyor. [Birincisi], yapıtında kuşku yok ki yer alan ama
artı-değer diye tanımlamadığı
artı-değer teorisini kâr, rant, faiz gibi belli biçimlerinden ayrı olarak, ikincisi onun
kâr teorisi. Her ne kadar bu bölüme ait değilse ve
kesim III’ün tarihsel eklentisine
[68] ait ise de biz önce ikincisiyle [kâr teorisiyle
-ç.] başlayacağız.
[3. Ricardo’nun “Mutlak” ve “Göreli” Değer Sorunundaki Kafa
Karışıklığı. Değer Biçimlerini Kavrama Eksikliği)
İlkin, Ricardo’nun “değer” tanımlarını nasıl birbirine karıştırdığı konusunda birkaç yorum. Bailey’nin ona yönelttiği polemik buna dayanır; bizim için de önemlidir.
Ricardo, her şeyden önce “
değişimdeki değer “den sözeder (agy, s. 1) ve Adam Smith gibi, bu [değeri
~ç.]“
başka malları satın alma gücü”
diye tanımlar (agy, s. 1). Bu ilk
göründüğü gibi, değişim-değeridir. Ne var ki, bundan sonra, değerin gerçek belirlenişine geçer:
“Emeğin ürettiği metaların şimdiki ya da geçmiş göreli değerini belirleyen, bu metaların birbiriyle karşılaştırılabilir miktarlarıdır” [sayfa 157] (agy, s. 9).
Buradaki “göreli değer”, emek-zamanının belirlediği değişilebilirlik-değerinden başka bir şey değildir. Ama
göreli değer başka bir anlama daha gelebilir; yani, bir metanın değişim-değerini, bir başkasının kullanım-değerinden ifade edersem, örneğin şekerin değişim-değerini, kahvenin kullanım-değerinden ifade edersem böyledir.
“İki meta, göreli değerde değişiklik gösterebilir, ve değişmenin hangisinde olduğunu [...] bilmek isteriz” (agy, s. 9).
Hangi değişme? Ricardo daha sonra, buna da “göreli değer”, “
karşılaştırmalı değer”
der (s. 448 vd.). “Değişme”nin hangi metada olduğunu bilmek isteriz. Bu, yukarda “
göreli değer”
denen “değer”in değişimidir. Örneğin 1 pound şeker 2 pound kahveye eşittir. Daha sonra 1 pound şeker 4 pound kahveye eşitlenmiştir. Bilmek istediğimiz “değişiklik”, “
gerekli emek-zamanı”nın şeker için mi yoksa kahve için mi değiştiğidir; şeker mi eskisine göre bir kat daha fazla emek-zamanına malolmuştur, yoksa kahve mi eskisine göre, yarı yarıya daha az emek-zamanına malolmuştur ve bunların üretimi için gereksinilen emek-zamanındaki bu “değişiklikler”den hangisi,
değişim-ilişkisindeki bu değişikliği gerektirmiştir. Şekerin ve kahvenin bu “göreli ya da karşılaştırmalı değeri” –değişildikleri oran– dolayısıyla, birinci anlamdaki göreli değerden farklıdır. Birinci anlamda, şekerin göreli değeri, belirli emek-zamanında üretilebilen şeker miktarıyla belirlenir ||527|. İkinci durumda ise şekerin [ve kahvenin] göreli değeri, bunların birbiriyle değişildikleri oranı ifade eder; ve kahve ve şekerin ilk anlamdaki “göreli değer”inde oluşan bir değişikliğin sonucu olarak bu oran değişebilir. İlk anlamdaki “göreli değerler”i değiştiği halde, birbirleriyle değişildikleri oran
aynı kalabilir. Şekerin ve kahvenin üretimi için [gereken
-ç.] emek-zamanı bir kat arttığı ya da yarıya düştüğü halde 1 pound şeker, eskisi gibi 2 pound kahveye eşit olabilir.
Karşılaştırmalı değerlerindeki değişiklikler, yani şekerin değişim-değerinin kahve [ölçüsüyle
-ç.] ifade edilmesi ya da
vice versa,
ilk anlamdaki göreli değerleri, yani emek miktarıyla belirlenen değerleri
farklı boyutta değiştiyse ve dolayısıyla
karşılaştırmalı değişiklikler olursa ortaya çıkar. Orijinal oranı değiştirmeyen aynı büyüklükte ve aynı yönde olan
mutlak değişiklikler, karşılaştırmalı değerlerde –ya da bu metal arın
para fiyatlarında– herhangi bir değişikliği gerektirmez; çünkü paranın değeri değişse bile, bu her iki [meta] için aynı derecede geçerlidir. Dolayısıyla, iki metanın
[sayfa 158] değerleri
, karşılıklı olarak kendi kullanım-değerleriyle de ifade edilseler, kendi para fiyatlarıyla da ifade edilseler –her iki metayı üçüncü bir metanın kullanım-değeri biçiminde temsil ederek ifade edilseler– bu
göreli ya da
karşılaştırmalı değerler ya da fiyatlar aynıdır, ve bunlardaki değişiklikler, terimin birinci anlamındaki göreli değerlerinde ortaya çıkan değişikliklerden, yani onların
kendi üretimleri için gereken ve
içlerinde somutlaşan emek-zamanındaki değişikliklerden ayırdedilmelidir. Öyleyse, ikinci [anlamdaki
-ç.]
göreli değer, birinci anlamdaki, yani bir metanın değişim-değerini ötekinin kullanım-değerinde ya da parada temsil eden göreli değerle karşılaştırıldığında, “
mutlak değer”
olarak belirir. Bu nedenledir ki, Ricardo’nun yapıtında görülen “
mutlak değer”
terimi, birinci anlamdaki “göreli değer”i ifade eder.
Eğer yukardaki örnekte, 1 pound şeker, eskisi gibi aynı emek-zamanına maloluyorsa, o zaman, onun birinci anlamdaki “göreli değeri” değişmemiş demektir. Ancak, kahvenin emek maliyeti yarıya inmişse, o zaman şekerin kahve cinsinden ifade edilen değeri değişmiştir; çünkü, kahvenin birinci anlamdaki “göreli değeri” değişmiştir. Bundan ötürü, şekerin ve kahvenin göreli değerleri, “mutlak değerlerinden farklılaşırlar ve bu farklılık, örneğin şekerin karşılaştırmalı değeri, mutlak değerleri
değişmeksizin aynı kalan metalar karşısında değişmediği için [burada, kahve karşısında
-ç.l apaçık belirgin hale gelir.
“Okurun dikkatini çekmek istediğim araştırma, metaların mutlak değerinde değil, göreli değerindeki değişmelerin etkisine ilişkindir” (agy, s. 15).
Ricardo bu “mutlak” değere, zaman zaman “gerçek değer” ya da yalnızca
değer de der. (Örneğin s. 16’da.)
Ayrıca Ricardo’ya karşı Bailey’nin tüm polemikleri için bkz: A
Critical Dissertation on the Nature, Measures and Causes of Value; chiefly in reference to the Writings of Mr. Ricardo and his Followers. By the Author of Essays on the Formation and Publication of Opinions [
Görüşlerin Oluşumu ve Yayınlanması Hakkında Denemeler Yazarının, Değerin Yapısı, Ölçüleri ve Nedenleri Hakkında Özellikle Bay Ricardo ve Ardıllarıyla Bağlantılı Eleştirel Tezi]
, Londra, 1825. (Ayrıca bkz: onun, A
Letter to a Political Economist; occasioned by an article in the Westminster Review, etc.’sı [
Westminster Review’daki Bir Makale Nedeniyle Bir Ekonomi Politikçiye Mektup, vb.]
, Londra, 1826.) [Bailey’nin polemiği] kısmen, bu farklı değer tanımları örnekleri üzerinde odaklaşır;
de facto ortaya çıkan [bu farklı tanımları
-ç.] Ricardo açıklamamıştır — [hepsi
-ç]
birbiriyle karışmıştır; ve Bailey burada “çelişkiler”den başka bir şey
[sayfa 159] görmez. İkincisi, [Bailey’nin polemikleri],
karşılaştırmalı değerinden (ya da ikinci anlamdaki göreli değerden) farklı olarak “mutlak değer”e ya da “gerçek değer”e [yöneltilmiştir].
Yukarda anılan yapıtlardan birincisinde Bailey şöyle der:
“Değeri iki nesne arasında bir ilişki olarak görmek yerine, onlar” (Ricardo ve ardılları) “belli bir miktar emeğin ürettiği pozitif bir sonuç olarak görürler.” (Samuel Bailey, A Critical Dissertation on the Nature, Measures and Causes of Value [Değerin Yapısı, Ölçüleri ve Nedenleri Hakkında Eleştirel Tez], Londra, 1825, s. 30.)
“Değeri bünyede varolan mutlak bir şey” olarak görürler. (Agy. s. 8.)
Sonuncu sitem Ricardo’nun yetersiz sunumuna yöneltilmiştir; çünkü Ricardo değerin biçimini — emeğin değer özü olarak kazandığı belirli biçimi bile incelemiş değildir. O yalnızca değer büyüklüklerini, metaların
değer büyüklüklerindeki farklılıkları yaratan bu soyut, genel ve o biçimiyle toplumsal olan miktarları inceler. Aksi takdirde Bailey, birer değişim-değeri oldukları ölçüde tüm metaların, toplumsal emek-zamanının
göreli ifadesi olmaları gerçeğinin, ve göreliliklerinin yalnızca birbirleriyle değişilme oranlarından ibaret olmadığı ama hepsinin, özlerini oluşturan bu toplumsal emeğe oranını da kapsadığı gerçeğinin, değerin göreliliğini asla yadsımadığını kabul ederdi.
Tam tersine, göreceğimiz gibi, Ricardo bu “gerçek” ya da “mutlak değer”i sık sık gözden kaçırdığı ve yalnızca “göreli” ve “karşılaştırmalı değer”i elde tuttuğu için sitemi hak etmektedir.
||528| Öyleyse:
[4.] Ricardo’nun Kâr, Kâr Oranı, Ortalama Fiyatlar, vb. Tanımı.
[a) Ricardo’nun Değişmeyen Sermayeyi Sabit Sermaye ile ve
Değişen Sermayeyi Döner Sermaye ile Karıştırması.
“Göreli Değerlerdeki Değişkenlikler Sorununun Hatalı Tanımlanması ve
Bu Değişkenliklerin Nedenleri]
Ricardo, metanın değerini belirleyen emek-zamanının, yalnızca son üretim sürecinde doğrudan kullanılan emeği içermekle kalmadığını, ama aynı zamanda üretim için gereksinilen hammadde ve araç-gereçlerde yer alan emek-zamanını da içerdiği biçimindeki ifadeyi, birinci bölümün III. kesiminde açıklıyor. Demek ki, [metanın değeri
-ç.] yalnızca satın alınmış ve ücreti ödenmiş yeni katma-emekteki emek-zamanına özgü olmakla kalmıyor, ama aynı zamanda metanın, benim
değişmeyen sermaye dediğim kısmında yer alan emek-zamanını da içine alıyor. Bölüm I’in, kesim III başlığı
[sayfa 160] bile bu açıklamanın yetersizliğini göstermektedir. Şöyle:
“Metaların değerini yalnızca, doğrudan uygulanan emek değil, ama bu emeğe yardım eden araç-gereçlere, binalara girmiş olan emek de etkiler.” (David Ricardo, On the Principles of Political Economy, and Taxation, 3. Baskı, Londra, 1821, s. 16.)
Burada hammaddeler atlanmış; oysa hammaddelere giren emek de, “
metalara doğrudan uygulanan emek”ten, “araç-gereçlere,
binalara”
girmiş olan emek kadar farklıdır. Ama Ricardo, daha bu noktada gelecek kesimi düşünüyor. Kesim III’te, kullanılan çalışma araç-gereçlerinin içerdiği,
değeri oluşturan eşit parçaların çeşitli metaların üretimine girdiğini kabul ediyor. İzleyen kesimde de, [metalara] giren
sabit sermayenin değişik oranlarda. olmasından kaynaklanan farklılıkları inceliyor. Görülüyor ki Ricardo, bir parçası
sabit sermayeyi, öteki parçası döner sermayeyi –hammadde ve ikincil madde– içine alan yalnızca değişen sermayeyi değil, ama hammaddeyi, vb. ve yalnızca işçilerin tüketimine değil,
genel olarak tüketime[69] giren her türlü geçim aracını içeren
döner sermayeyi içine alan
değişmeyen sermaye kavramına ulaşmıyor.
Değişmeyen sermayenin bir metaya girdiği oran, metaların
değerini, metalarda yer alan göreli emek miktarını etkilemez, ama eşit emek-zamanını kapsayan
artı-değeri ya da
artı-emeği doğrudan etkiler. Bu değişen oranın, değerden farklı olan
ortalama fiyatlara neden oluşu da işte bundan ötürüdür.
Bölüm Fin IV. ve V. kesimleriyle ilgili olarak belirtmemiz gereken ilk şey,
Ricardo’nun artı-değer üretimini doğrudan etkileyen çok önemli bir sorunu, adıyla-sanıyla söylersek, farklı üretim alanlarında, aynı oylumdaki sermayenin, değişmeyen ve değişen sermayeyi farklı oranlarda içermesi sorununu incelenmediğidir. Bunun yerine Ricardo, yalnızca farklı sermaye biçimleriyle ve aynı sermayenin değişen oranlarda bu farklı biçimleri alışıyla ilgilenir; başka deyişle,
sermaye dolaşımı sürecinden kaynaklanan yani sabit ve döner sermayenin, şu ya da bu ölçüde sabitleşmiş sermayenin (yani farklı dayanıklılıktaki sabit sermayenin) eşit olmayan dolaşım hızından ya da sermayenin geri dönüş oranından kaynaklanan farklı biçimler alışıyla ilgilenir. Ricardo’nun bu incelemeyi yapış biçimi de şöyledir: Eşit büyüklükteki farklı sermaye yatırımları için ya da eşit büyüklükteki sermayelerin kullanıldığı farklı üretim alanları için
genel bir kâr oranı ya da
eşit büyüklükte, ortalama bir kâr kabul eder — ya da aynı kapıya çıkan bir anlamda, farklı üretim alanlarında kullanılan sermayenin
büyüklüğü ile orantılı bir kâr kabul eder. Böyle bir
genel kâr oranını varsaymak yerine
[sayfa 161] Ricardo’nun, aslında bunun
varlığının, değeri emek-zamanıyla belirlemekle ne ölçüde tutarlı olduğunu araştırması gerekirdi; o zaman tutarlı olmak şöyle dursun,
prima facie çeliştiğini, bu nedenle de değer yasası çerçevesine sokulmaktan epey farklı bir süreçle bir dizi ara aşama vasıtasıyla açıklanması gerektiğini görürdü. O zaman kârın yapısı konusunda çok farklı bir anlayışa varırdı ve [o kârı
-ç.]
doğrudan artı-değerle özdeşlemezdi.
Böyle bir varsayımdan sonra Ricardo,
sabit ve döner sermaye farklı oranlarda kullanıldığı zaman, ücret artışlarının ya da düşüşlerinin “
göreli değerler”i nasıl etkileyeceği sorusunu soruyor kendisine. Ya da sorunu böyle ele alabileceği
hayaline kapılıyor. Aslında soruna oldukça farklı yaklaşıyor; şöyle: Geri dönüş dönemleri ve oluşum biçimleri, [yani sabit ve döner sermaye parçalarının
-ç.] oranlan farklı olan sermayelerin
farklı farklı kârları üzerinde, ücretlerdeki artma ya da eksilmenin nasıl etki yapacağı sorusunu soruyor kendisine. Ve burada kuşkusuz,
sabit sermayenin, vb. miktarına bağlı olarak,
ücretlerdeki artış ya da eksilişin, sermayeler üzerinde, değişen sermayeyi yani doğrudan ücretlere harcanan sermayeyi daha büyük ya da daha küçük oranda içermelerine göre, çok değişik etkiler yapması gerektiğini görüyor. Demek ki, farklı üretim alanlarında kârları eşitlemek için ||529| başka deyişle
genel kâr oranını yeniden sağlamak için, –
değerlerinden ayrı olarak– metaların fiyatının farklı bir doğrultuda düzenlenmesi gerekiyor.
Bu nedenle bu farklılıkların,
ücretler arttıkça ya da düştükçe “göreli değerleri” de etkilediği sonucuna varıyor. Oysa tam tersine şunu söylemesi gerekirdi: Her ne kadar, bu farklılıkların, değerle, bu durumda herhangi bir ilgisi yoksa da farklı [üretim
-ç.]
alanlarındaki kâr üzerinde yaptıkları değişik etkiler aracılığıyla ortalama fiyatlara ya da değerden farklı olan ve bizim
maliyet-fiyatlarına yol verirler ve doğrudan metaların değeriyle değil, ama metaların üretilmeleri için yatırılan sermaye + ortalama kârla belirlenirler. Demek ki şöyle demeliydi: Bu ortalama
maliyet fiyatları metaların delerinden farklıdır. Oysa o bunların
özdeş olduğu sonucuna varıyor ve rantı da bu
hatalı önermesi çerçevesinde ele alıyor.
Ricardo ayrıca “göreli değerler”de, metaların içerdiği emek-zamanından bağımsız “değişmeler” olduğunu, yalnızca incelediği
durumlardan üçünde keşfettiğini düşünürken de hatalıdır; o gerçekte maliyet fiyatlarıyla metaların değeri arasındaki farktır.
Genel bir kâr oranını kabul ederken, bu
farkı zaten [daha başından -
ç.]
varsaymıştır; böylece de sermayeleri oluşturan organik tamamlayıcı parçaların farklı oranlarda olmasına karşın, sermayelerin
[sayfa 162] kendi
biiyüklükleriyle orantılı kâr bıraktığını önceden kabul etmiştir, oysa, [sermayelerin
-ç.]
getirdiği artı-değer, kesinlikle [metaların
-ç\ içerdiği ödenmemiş emek-zamanıyla belirlenmektedir; ve belli bir ücrette, bu tamamen, sermayenin,
ücretlere harcanan parçasının oylumuna bağlıdır, sermayenin mutlak büyüklüğüne değil.
Gerçekte Ricardo’nun araştırdığı şudur: Varsayalım ki maliyet fiyatları metaların değerinden
farklıdır –zaten
genel bir kâr oranının varsayılması, bu farkı önceden kabul etmektir– bu durumda, şu maliyet fiyatları (ki bir değişiklik olsun diye bunlara “göreli değerler” diyelim) nasıl oluyor da karşılıklı değişiyorlar, ücretlerin artışı ve eksilişiyle orantılı olarak değişiyorlar; ve [bu arada
-ç.] aynı zamanda sermayenin organik parçalarının değişen oranlarını da dikkate alıyorlar? Eğer Ricardo bu konuya daha derinden eğilseydi, görürdü ki –kendini ilkin, doğrudan üretim süreci içinde, değişen ve değişmeyen sermayeler arasındaki fark olarak ortaya koyan, daha sonra dolaşım sürecinden kaynaklanan farklarla daha da genişleyen, sermayenin organik bileşimindeki çeşitlilik nedeniyle–
genel kâr oranının yalnızca varolması bile,
değerden farklı olan
maliyet fiyatlarını gerektirmektedir. Görürdü ki, eğer
ücretlerin sabit kaldığı varsayılsa bile, farklılık aslında vardır ve bu nedenle de ücretlerin artmasından ya da azalmasından
epeyce bağımsızdır, böylece yeni bir tanıma ulaşırdı. Ayrıca, bu farkı anlamanın, ücretlerdeki iniş ya da çıkış nedeniyle metaların
maliyet fiyatlarında değişiklikler olması üzerine gözlemlerden, tüm teori açısından karşılaştırma kabul etmeyecek kadar önemli ve belirleyici olduğunu görürdü. Yeterli bulduğu sonuç –ve kuşkusuz sonucu yeterli bulması, izlediği araştırma tarzıyla da uyumludur– şöyle: Metaların maliyet fiyatlarında (ya da onun deyişiyle “göreli değerlerinde) –farklı alanlarda organik bileşimi farklı sermayelerin yatırıldığı bir ortamda, ücretlerdeki
değişikliklerden, iniş
-çıkışlardan ileri geldiği ölçüde–
farklılaşmalar olduğu bir kez itiraf ve kabul edilir ve dikkate alınırsa [değer
-ç] yasası geçerli kalır; metaların “göreli değerleri”nin emek-zamanıyla belirlendiği [görüşü
-ç.] yasayla
çelişmez]
çünkü metaların maliyet fiyatlarındaki tüm öteki değişiklikler –gelip-geçici olmayan değişiklikler– yalnızca üretimleri için gereken emek-zamanıyla açıklanabilmektedir.
Öte yandan, Ricardo’nun sabit ve döner sermayedeki farklılıkları, sermayenin geri dönüş dönemindeki farklılıklarla bağlantılı duruma getirmesi ve bu farklılıkları
dolaşımın değişik dönemlerinden, yani
sermayenin yeniden-üretimi ya da
dolaşımından düşmesi onun büyük başarısı olarak kabul edilmelidir.
Her şeyden önce, onun (bölüm I) kesim IV’te ortaya koyduğu bu
[sayfa 163] farkları gözden geçirelim, ve ondan sonra, bunların “göreli değerler”deki değişiklikleri nasıl ortaya çıkardıkları ya da nasıl işledikleri hakkındaki görüşlerini inceleyelim.
1.”Toplumun her döneminde, farklı mesleklerde kullanılan araç-gereçler, yapılar, makineler, farklı dayanıklılık derecesinde olabilirler ve üretilmeleri için farklı emek miktarım gerektirebilirler” (agy, s. 25).
“
Üretilmeleri için farklı emek miktarı”
sözkonusu olunca, bundan, daha az dayanıklı olanlar, kısmen
onarılmaları için, kısmen de yeniden-üretilmeleri için (tekrar tekrar ve doğrudan uygulanan türden)
daha fazla emeğe gerek gösterirler anlamı çıkarılabilir — ve öyle görünüyor ki, Ricardo’nun da esas kastı budur; ya da bu,
dayanıklılık derecesi aynı olan makineler, vb., daha çok ya da daha az emeğin, daha pahalı ya da daha ucuz ürünü olabilir anlamına da gelebilir, işin bu ikinci yönü, değişen sermayenin değişmeyen sermayeye orantısı bakımından önemlidir ama, Ricardo’nun yaklaşımıyla herhangi bir bağlantısı yoktur ve aslında o da buna, başka bir yerde ayrı bir nokta olarak hiç değinmez.
||530| 2. “Emeği besleyecek sermayenin” (yani değişen sermayenin) “ve araç-gereçlere, makinelere, yapılara yatırılan sermayenin” (sabit sermayenin) “oranları da değişik değişik olabilir.” İşte böylece “sabit sermayenin dayanıklılık derecesinde ve iki tür sermayenin birleşme oranlarındaki çeşitlilikte farklılık ortaya çıkar.” (agy, s. 25.)
Ricardo’nun, değişmeyen sermayenin hammadde olarak bulunan parçasıyla neden ilgilenmediği bir anda ortaya çıkıveriyor. Hammaddenin kendisi döner sermayenin parçasıdır. Ücretlerdeki bir artış, makineleri içeren ve yenilenmesi gerekmeyen ama kullanıma hazır bulunan sermaye parçası için artan bir harcamaya neden olmaz; ancak [ücret -ç.] artışı, hammaddeden oluşan [sermaye -ç.] eksildikçe sürekli olarak tamamlanması, bu nedenle de sürekli olarak yeniden-üretilmesi gerekir.
“Emekçinin tükettiği gıda ve giyecek eşyası, içinde çalıştığı yapılar, işinde yardımcı olan araç-gereçler, bunların tümü eskiyip yok olan bir yapıdadır. Ancak, bu değişik sermayelerin dayanabileceği zaman süreleri, birbirinden çok farklıdır. ... Sermaye, hızla eskiyip yok oluşuna ve dolayısıyla sık sık yenilenmesi gerekmesine ya da yavaş yavaş tüketilmesine göre, döner ya da sabit sermaye adı altında sınıflandırılır” (agy, s. 26).
Böylece sabit ve döner sermaye arasındaki fark, burada,
yeniden-üretim zamanına (ki bu da dolaşım sürecine denk düşer)
[sayfa 164] indirgenmektedir.
3. “Ayrıca, gözlemleneceği üzere, döner sermayenin dolaşımı y;ı da kullanıcısına geri döndürülme süresi, birbirinden çok farklı olabilir. Bir çiftçinin ekmek için satın aldığı buğday, bir fırıncının somun yapmak üzere satın aldığı buğdayla karşılaştırılırsa, sabit sermayedir. Biri [tohumluğu -ç.] toprağa atar ve bir yıl boyunca bir geri dönüş beklemez; öteki buğdayı öğüttürür una çevirir, müşterilerine ekmek olarak satar, ve aynı şeyi yeniden yapmak ya da bir hafta içinde başka herhangi bir işe başlamak üzere sermayesi serbest kalır” (agy, s. 26-27).
Farklı döner sermayelerin dolaşım dönemlerindeki
bu farklılık neye bağlıdır? Durumlardan birinde, aynı sermayenin,
fiilî üretim alanında, çalışma süreci devam etmediği halde, daha uzun süre kalması [olgusuna bağlıdır
-ç.]. Aynı şey, örneğin, olgunlaşması ya da belli bir ölçüde tanenlenmesi, renklendirilmesi gibi kimyasal işlemlerden geçirilmesi için mahzende tutulan şarap için de geçerlidir.
“Demek ki iki ayrı işte aynı miktar sermaye kullanılabilir, ama sabit ve döner parçaları bakımından çok farklı bölünmüş olabilir.” (agy, s. 27.)
4. “Bir kez daha, iki imalatçı aynı miktarda sabit ve aynı miktarda döner sermaye kullanabilir, ama sabit sermayelerinin dayanıklılığı” (ve dolayısıyla yeniden-üretilme süreleri) “birbirinden çok farklı olabilir. Biri 10.000 sterlin değerinde buhar makinelerine, öteki aynı değerde gemilere sahip olabilir.” (agy, s. 27-28.)
“Sermayelerin ... farklı dayanıklılık dereceleri, ya da aynı kapıya çıkan bir başka deyişle, bir dizi metanın pazara getirilebilmesi için geçmesi gereken zamanın farklılığı” (agy, s. 30).
5. “Söylemeye hiç gerek yok, üretimleri için harcanan emek miktarı aynı olan metalar eğer pazara aynı zamanda getirilemezlerse, değişilebilirlik değerlerinde farklılık göstereceklerdir.” (agy, s. 34.)
[Demek ki elde şunlar var:] 1. Sabit sermayenin döner sermayeye oranında farklılık. 2. Üretim süreci devam ederken çalışma sürecinde bir kopma olması sonucu,
döner sermayenin geri dönüş döneminde farklılık. 3. Sabit sermayenin dayanıklılığında farklılık. 4. (Çalışma sürecinde herhangi bir kesilme olmaksızın ya da üretim dönemiyle çalışma dönemi arasında herhangi bir farklılık olmaksızın)
[70] bir metanın çalışma sürecine konu edildiği göreli dönemde, fiilî dolaşım sürecine girmesinden önceki farklılık. Son durumu Ricardo şöyle tanımlıyor:
“Varsayalım ki, bir metanın üretimi için, 1.000 sterlinlik bir harcamayla bir yıl boyunca 20 kişi çalıştırıyorum ve yılın bitiminde o [sayfa 165] metayı tamamlamak ya da daha yetkinleştirmek için, bir koz daha bir yıl boyunca, gene 1.000 sterlinlik bir harcamayla 20 kişi çalıştırıyorum ve iki yılın sonunda pazara sürüyorum; kâr %10 olursa, benim metam 2.310 sterline satılmalıdır; çünkü bir yıl boyunca 1.000 sterlin sermaye kullandım, bir yıl da 2.100 sterlin kullandım. Bir başkası tamı tamına aynı miktar emek kullanıyor, ama yalnızca ilk yıl için kullanıyor; [demek ki -ç.] 2.000 sterlinlik bir harcamayla 40 kişi çalıştırıyor ve ilk yılın sonunda, %10 kârla ya da 2.200 sterline satıyor. İşte size, aynı miktarda emek harcanmış iki meta; biri 2.310 sterline satılıyor, öteki 2.200 sterline” (agy, s. 34).
||531| İyi ama, bu
metaların göreli değerlerindeki değişikliği ortaya çıkaran bu farklılık nerede —
sabit sermayenin dayanıklılık derecesinde mi, yoksa döner sermayenin geri dönüş süresinde mi, ya da iki tür sermayenin oranlarının birleşiminde mi, yoksa son olarak, [pazara sürülmesi için]
aynı miktar emek verilen farklı metaların gerektirdiği zamanda mı? İlkin Ricardo şöyle diyor:
“Bu farklılık ... ve [... sermaye kısımlarının -ç.] oranlarındaki çeşitlilik” vb. “metaları üretmek için daha çok ya da az emek miktarının gereksinilmesinin yanısıra, göreli değerlerindeki çeşitliliğin bir başka nedenini daha yaratır — bu neden, emeğin değerindeki artma ya da eksilmedir” (agy, s. 25-26).
Peki bu nasıl kanıtlanıyor?
“Emeğin ücretindeki artışın, böyle farklı koşullarda üretilen metaları farklı biçimde etkilememesi olanaksızdır.” (agy, s. 27.)
Daha açık söylemek gerekirse,
farklı sanayilerde
eşit büyüklükte sermayenin kullanıldığı ve bir sermayenin esas olarak sabit sermayeden oluştuğu, “emeğin
beslenmesi için (s. 27) ise yalnızca küçük bir miktar sermayenin
kullanıldığı, buna karşılık öteki sermayede oranların bunun tam tersi olduğu [koşullarda farklı biçimde etkilenmesi olanaksızdır
-ç.]. Her şeyden önce “
metalar”ın etkilendiğinden sözetmek saçmadır. Metaların
değerini kastediyor. Peki ama, bu koşullar değerleri ne kadar etkiliyor?
Hiç etkilemiyor. Her iki durumda da etkilenen kârdır. Örneğin, sermayesinin 1/5’ini değişen sermayeye ayıran kişi –ücretlerin ve artı-emek oranı sabit olmak koşuluyla– eğer artı-değer oranı %20 ise yüz üzerinden yalnızca 4 [artı-değer] üretebilir. Öte yandan sermayesinin 4/5’ini değişen sermayeye yatıran bir başkası, her 100’de 16 artı-değer üretebilir. Çünkü, birinci örnekte ücretlere ayrılan sermaye 100/5 = 20’dir ve 20’nin 1/5’i ya da %20’si 4’tür. İkinci örnekte 4/5 x 100 = 80’dir. Ve 80’in 1/5’i ya da %20’si = 16’dır. Birinci örnekte kâr 4’tür, ikincide 16. Her ikisi için ortalama kâr 16+4 / 2 ya da 20/2 = 9n0’dur. Ricardo’nun andığı durum, gerçekte budur. Dolayısıyla, her ikisi de maliyet fiyatından satarsa –ve bu Ricardo’nun
[sayfa 166] varsayımıdır– o zaman her biri metalarını, 110’dan satar. Ücretlerin örneğin %20 arttığını düşünürsek, daha önce 1 sterline malolan işçi simdi 1 sterlin 4 şiline ya da 24 şiline malolacaktır.
Daha önce olduğu gibi birinci kişi gene değişmeyen sermaye için 80 sterlin (çünkü Ricardo burada hammaddeyi hesaba katmamıştır, biz de aynısını yapabiliriz) ve çalıştırdığı 20 işçi için de 20 sterline ek olarak 80 şilin ya da 4 sterlin koymak zorunda olacaktır. Bu nedenle şimdi sermayesi 104 sterline çıkmıştır; ve işçiler artık daha büyük değil daha küçük bir artı-değer ürettiklerine göre, kendisine 110 sterlinde yalnızca 6 sterlin kâr kalacaktır. 104 sterlinin 6’sı %5
10/
13’tür. 80 işçi çalıştıran öteki kişi ise ek olarak 320 şilin yani 16 sterlin ödeyecektir. Eğer 110 sterlinden satsa, sonuçta, kazanç şöyle dursun 6 sterlin de zarar eder. Ne var ki, ortalama kâr, ücretini ödediği emekle kendisinin ürettiği artı-değer arasındaki ilişkiyi zaten değişikliğe uğratmış olduğu için böyle bir durum ortaya çıkmaktadır.
Demek ki, Ricardo önemli sorunu, yani 100 sterlinlik sermayesinden 80 sterlinini ücretlere yatıranın 100 sterlininden yalnızca 20 sterlinini ücretlere yatıran kişiye göre dört kat fazla kâr etmemesi için ne tür değişikliklerin gerçekleşmesi gerektiğini incelemiyor; onun yerine, belli bir kâr oranıyla, bu büyük farklılığın giderilmesinden ve düzeylerin eşitlenmesinden sonra, örneğin ücret artışları nedeniyle
kâr oranında herhangi bir değişiklik olmasının, 100 sterliniyle çok sayıda işçi çalıştıran kişinin aynı 100 sterliniyle daha az işçi çalıştıran insana göre, nasıl çok daha fazla etkileneceği gibi ikincil bir sorunu araştırıyor; ve [buradan giderek de
-ç.] –kâr oranının aynı olması koşuluyla– eğer kâr oranı ya da
maliyet fiyatları aynı kalacaksa, nasıl, birinin meta fiyatları artarken ötekinin fiyatlarının düşmesi gerektiğini inceliyor.
Ricardo her ne kadar en başta, “
göreli değerler”deki tüm değişikliğin “
emek değerindeki artış”tan kaynaklanmak zorunda olduğunu söylemişse de, [burada
-ç.] çizdiği birinci tablonun, bununla ilgisi yoktur. İşte örneği:
“Varsayalım ki iki kişiden her biri, bir makine yapmak için bir yıl boyunca 100’er kişi çalıştırmıştır, bir başkası da tahıl üretmek için aynı sayıda işçi çalıştırmıştır; yılın sonunda, makinelerin her birinin değeri, tahılın değerinde olacaktır — çünkü her birini, aynı miktarda emek üretecektir. Gene varsayalım ki, makinelerden birinin sahibi, ertesi yıl, yüz işçinin yardımıyla o makineyi kumaş üretiminde ve öteki makine sahibi de aynı biçimde yüz işçinin yardımıyla, kendi makinesini pamuklu ürünleri yapımında kullanmıştır; bu arada çiftçi de tahıl ekimi için, eskisi gibi yüz işçi çalıştırmayı [sayfa 167] sürdürür. İkinci yıl boyunca hepsi aynı miktar emek kullanmış olacaklardır;”
<başka deyişle hepsi ücretler için aynı [miktarda
-ç.l sermaye koymuş olacaklardır, ama
aynı miktarda emek kullanmış olmayacaklardır>
“ne var ki, kumaş üreticisinin ve aynı biçimde pamuklu imalatçısının malları ve makineleri, topluca, ||532| bir yıl boyunca çalıştırılmış iki yüz kişinin emeğinin ürünü olacaktır; ya da yüz işçinin iki yıllık emeğinin ürünü olacaktır; buna karşılık tahıl yüz kişinin emeğiyle bir yıl için üretilecektir; sonuç olarak, tahıl 500 sterlin değerindeyse, kumaş üreticisinin makinesi ve kumaşının 1.000 sterlin olması gerekecektir, ve elbette pamuklu imalatçısının makinesi ve pamuklu ürünlerinin değerinin de tahıl değerinin bir kat fazlası olması gerekecektir. Ama [aslında -ç.] tahıl değerinin bir katından da fazla olacaklardır; çünkü kumaş üreticisinin ve pamuklu imalatçısının birinci yılki sermaye kârları, sermayelerine eklenmiş bulunmaktadır; oysa çiftçinin [kârı -ç.] harcanmış ve keyfi çıkarılmıştır. Bu durumda, sermayelerinin farklı dayanıklılık derecesi çerçevesinde, ya da aynı kapıya çıkacak bir deyişle, bir dizi metanın pazara getirilebilmesi için geçmesi gereken zaman çerçevesinde değerli olacaklardır; lamı tamına, kendileri için harcanmış emek miktarıyla orantılı olarak değil — yani bire iki değil, ama, en değerli olanın pazara getirilebilmesi için geçmesi gereken daha fazla zamanı tazmin edecek ölçüde daha fazla değerli olacaklardır. Varsayalım ki, her işçinin emeği için yıllık 50 sterlin ödenmiştir ya da 5.000 sterlin sermaye kullanılmıştır ve kârlar da %20’dur; her bir makinenin olduğu gibi tahılın da değeri ilk yılın sonunda 5.500 sterlin olur. İkinci yıl imalatçılar ve çiftçiler, her biri emek için gene 5.000 sterlin harcayacak ve mallarını gene 5.500 sterline satacaklardır; ama makineleri kullanan [imalatçılar -ç.] çiftçiyle denk olabilmek için, emeğe harcanan 5.000 sterlinlik sermayeleri için 5.500 sterlin elde etmekle kalmamalı, bundan ayrı makineler için yatırdıkları 5.500 sterlinin kârı olarak bir 550 sterlin daha kazanmalıdırlar; ve bunun sonucu olarak” (çünkü, %10’luk bir yıllık kâr oranı bir zorunluluk ve bir yasa sayılıyor) “malları 6.050 sterline satılmalıdır” [agy, s. 29-30).
(Yani metaların değerinden
farklı olan
ortalama fiyatlar ya da
maliyet-fiyatları, ortalama kâr –Ricardo’nun varsaydığı
genel kâr oranı– sonucu ortaya çıkar.)
“Şu halde burada, kendi metalarının üretiminde yıllık olarak tam da aynı miktarda emek çalıştıran kapitalistler var, ama gene de ürettikleri malların değeri, her birinin kullandığı sabit sermaye miktarlarının ya da birikmiş emeğin farklılığı çerçevesinde farklılık gösterir.” [agy,s. 30-31.]
<
Bu yüzden değil, ama hiçbir işe yaramaz, o hırpani mel’unların her ikisinin de “
emeği beslemeye verdikleri destek”
ten [sayfa 168] aynı miktar yağmalamaları gerektiği biçimindeki sabit fikirleri nedeniyle; ya da metalarının her birinin değerleri ne olursa olsun bu metaların, ortalama fiyatlardan satılması, her birine aynı kâr oranını bırakması nedeniyle.>
“Kumaş ve pamuklu ürünleri aynı değerdedir; çünkü eşit miktarda emeğin eşit miktarda sabit sermayenin ürünüdürler; ama tahıl, bu metalarla aynı değerde” (bunun maliyet fiyatı diye okunması gerekir) “değildir; çünkü, sabit sermaye sözkonusu olduğu ölçüde, değişik koşullar altında üretilmiştir.” (agy, s. 31.)
Burada basitçe, eşit büyüklükteki sermayeler, organik parçalarının oranı ya da dolaşım dönemi ne olursa olsun,
eşit büyüklükte kâr bırakır –ki metalar
değerlerinden satılsaydı bu olanaksız olurdu– burada metaların değerlerinden farklı
maliyet fiyatları vardır demekten kaçınmak için, çok basit bir sorun, böyle çok beceriksizce
resmedilerek işler karmakarışık hale getirilmiştir. Ve aslında
genel kâr oranı kavramıyla amaçlanan da budur.
Bu karmakarışık örneği inceleyelim ve hiç de “karmakarışık” olmayan
gerçek boyutlarına indirgeyelim. Ricardo’nun, çiftçiyle pamuklu imalatçısının hammadde için hiç harcama yapmadıklarını, üstelik çiftçinin çalışma araçları için hiç sermaye koymadığını ve son olarak da pamuklu imalatçısının yaptığı
sabit sermaye yatırımının hiçbir parçasının
aşınma payı olarak ürüne girmediğini “
varsaydığı”
konusunda açıklığa varmak için, baştan değil, sondan başlayalım. Bu varsayımlar her ne kadar zırvaysa da, çizilen resmi tek başlarına etkilemezler.
Bu varsayımları yaptıktan sonra, Ricardo’nun verdiği örnek, sondan ele alınırsa, şu çıkar: Çiftçi ücretlere 5.000 sterlin yatırmıştır; pamuklucu ahbap 5.000 sterlin ücretler için 5.500 sterlin de makineler için koymuştur. Demek ki birinci 5.000 sterlin, ikinci 10.500 sterlin harcıyor; ikinci 11 533İ böylece bir kez daha, birincinin harcadığı kadar harcamış oluyor. Bu çerçevede her ikisi de %10 kâr edecekse çiftçi ürününü 5.500 sterline ve pamuklucu ahbap da 6.050 sterline satmalıdır (çünkü makineler için yatırılan 5.500 sterlinin hiçbir parçasının,
aşınma payı olarak ürün değerini oluşturmadığı varsayılmıştır). Meta maliyet fiyatlarının –metalarda vücut bulan değerlerle ve + aynı yıllık kâr oranıyla belirlendiği ölçüde– meta değerlerinden farklı olacağı ve metalar, konan sermayeye göre
aynı kâr oranını bırakacak fiyatlardan satıldığı için bu farkın doğduğu, kısacası,
maliyet fiyatlarıyla, değerler arasındaki bu farkın
genel kâr oranıyla özdeş olduğu gerçeği bir yana konursa, Ricardo’nun bu örnekle neyi açıklamaya çalıştığını kavramak kesinlikle olanaksızdır. Onun burada, bu örnekte işin içine kattığı
[sayfa 169] sabit sermaye ve
döner sermaye arasındaki fark, çırılçıplak bir dolaptır. Çünkü, örneğin eğer pamuk eğirmeninin kullandığı ek 5.500 sterlin hammaddelerden oluşurken, çiftçi herhangi bir biçimde tohumluğa, vb. gerek duymuyorsa sonuç tıpa tıp aynı olur. Ne de örnek, Ricardo’nun şu vurgulamasındaki gibi
“Onların” (pamuklu üreticisi ve çiftçinin) “ürettiği malların değerlerinin, her birinin kullandığı sabit sermaye miktarlarındaki ya da birikmiş emekteki farklılık çerçevesinde, farklı olduğunu” (agy, s. 31) gösterir.
Çünkü varsayıma göre, pamuklu üreticisi 5.500 sterlinlik sabit sermaye kullanır, çiftçi hiç kullanmaz; biri sabit sermaye kullanır, öteki kullanmaz. Öyleyse, bu ikisi hiçbir biçimde, “farklı miktarlarda” [sabit sermaye
-ç.] kullanmıyorlar; bu, bir insan et yiyorsa, öteki hiç et yemiyorsa, “farklı miktarlarda” et yediklerini söylemekten daha değişik değildir. Öte yandan, ([“birikmiş emek”
-ç.]
terimini, başına bir “ya da” ekleyerek hilekarca öne sürmek gerçi çok yanlıştır ama) “
birikmiş sermaye”
yani “farklı miktarlarda” maddeleşmiş emek kullandıklarını, daha açıkça söylersek birinin 10.500 sterlin, ötekinin 5.000 sterlin tutarında maddeleşmiş emek kullandıklarını söylemek doğrudur. Ne var ki, “farklı miktarlarda
birikmiş sermaye”
kullanmış olmaları, yalnızca, kendi
iş alanlarında “
farklı miktarlarda sermaye”
yatırdıkları, kâr miktarının da, kullandıkları sermayelerin büyüklüğündeki bu farklılıkla orantılı olduğu, çünkü
aynı kâr oranının varsayıldığı anlamına gelir; ve son olarak da sermayelerin büyüklüğüyle oranlı bu kâr miktarı farklılığının, metaların maliyet fiyatlarında temsil ve ifade edildiği anlamına gelir. Peki ama Ricardo’nun çizdiği resmin
beceriksizliği nerede?
“Dolayısıyla burada kendi metalarının üretiminde yıllık olarak tam da aynı miktarda emek kullanan kapitalistler var, ama gene de ürettikleri malların değeri farklılık gösterir.” (agy, s. 30-31).
Bu, –
doğrudan [canlı
-ç.]
ve
birikmiş emek birlikte düşünüldüğü zaman–
aynı miktarda emek kullanıldığı anlamına gelmez, aynı miktarda değişen sermaye, yani ücretlere harcanan sermaye, aynı miktarda canlı emek kullanıyorlar demektir. Ve parayla birikmiş emek, yani makine biçiminde varolan metalar, yalnızca meta yasası çerçevesinde değişildiğine göre,
artı-değer de kullanılan emeğin bir bölümüne, ödeme yapılmaksızın elkonması sonucu ortaya çıktığına göre (makinelerin hiçbir parçasının da
aşınma payı olarak metaya girmediği varsayıldığına göre), apaçık ortadadır ki yalnızca –kâr ve artı-değer özdeş olursa– her ikisi [pamuklu imalatçısı ve çiftçi
-ç.] aynı kârı elde edebilir. Pamuklu imalatçısı, çiftçi gibi, her ne kadar bir kattan daha fazla sermaye koyuyorsa da,
[sayfa 170] ürününü, çiftçininki gibi, 5.500 sterlinden satabilir. Ve makinelerin tümü metaya dönüşse bile, metalarını ancak 11.000 sterline satabilir; %5’ten daha az kâr eder, çiftçininki ise %10’dur. Ancak bu
eşit olmayan kârlarla, çiftçi ve imalatçı, metaları
değerleri üzerinden satmış olurlar, kuşkusuz eğer çiftçinin elde ettiği %10, metalarında somutlaşan, fiilen ödenmemiş emeği temsil ediyorsa. Demek ki, metalarını eşit kârla satıyorlarsa, o zaman bu, şu iki nedenden biri dolayısıyladır: Ya imalatçı kendi metalarına keyfi olarak
%5 ekler ve imalatçıyla çiftçinin metaları, birlikte düşünülürse, değerlerinin
üstünde satılır; ya da çiftçinin elde ettiği fiilî artı-değer örneğin %15’tir ve her ikisi, kendi metalarına ortalama %10 eklerler. Bu durumda, bu metaların kendi maliyet fiyatı her ne kadar değerinin ya üstünde ya altındaysa da iki meta
birlikte düşünüldüğünde, değerleri üzerinden satılmışlardır ve kârların eşitlenmesi, içerdikleri toplam artı-değer tarafından gerçekleştirilmiştir. Burada, Ricardo’nun yukardaki önermesi, doğru bir biçime sokulursa, gerçeği ifade eder, şöyle ki: Değişen ve değişmeyen [farklı] sermaye kısımlarından oluşan eşit büyüklükteki sermayeler, eşit olmayan meta değerleri üretirler ve bunun sonucu olarak farklı kâr bırakırlar; bu nedenle bu kârların aynı düzeye gelmesi, metaların değerlerinden
farklı olan
maliyet fiyatlarına gelip dayanır.
“Dolayısıyla burada, kendi metalarının üretiminde yıllık olarak tam da aynı miktarda” (doğrudan, canlı) “emek kullanan kapitalist var, ama gene de ürettikleri malların değeri” (yani değerlerinden farklı maliyet fiyatlarına sahip olmaları) “her birinin kullandığı ... birikmiş emek miktarlarının farklılığı nedeniyle farklılık gösterir” [agy, s. 30-31).
Ancak bu parçada ima edilen düşünceyi Ricardo, hiçbir zaman açıkça dile getirmemiştir. Bu parça yalnızca [Ricardo’nun çizdiği
-ç.] resmin çürüklüğünü ve döne-dolana ilerleyişini açıklar ki, bu resmin de şu ana kadar “kullanılan farklı miktarlardaki
sabit sermaye”
ile herhangi bir ilgisi olmamıştır.
Şimdi bu çözümlememizde biraz daha geriye gidelim. Birinci yıl imalatçı yüz işçiyle bir makine üretir; bu arada çiftçi de gene yüz işçiyle buğday yetiştirir. İkinci yıl imalatçı gene yüz işçi çalıştırarak makineyi pamuklu üretiminde kullanır. Öte yandan çiftçi buğday tarımı için gene yüz kişi çalıştırır. Varsayalım ki, diyor Ricardo, buğdayın değeri yıllık 500 sterlindir. Bunun içindeki ödenmemiş emek, diyelim [ödenmiş emeğin] %25’i olsun, yani 400’ün %25’i = 100 olsun. Demek ki birinci yılın sonunda makine de 500 sterlin değerindedir, bunun 400 sterlini ödenmiş emektir ve 100 sterlin de ödenmemiş emeğin değeridir. Varsayalım ki ||534| ikinci
[sayfa 171] yılın sonunda makinenin tümü kullanılıp tüketilmiştir ve pamuklunun değerine dönüşmüştür. Gerçekte Ricardo, ikinci yılın sonunda “
buğdayın değeri”
ile yalnızca pamuklu ürünlerinin değerini değil, ama “
pamuklu ürünlerinin ve makinenin değeri”ni karşılaştırdığına göre, demek ki o da böyle bir varsayımda bulunmaktadır. [agy, s. 29].
Pekala. İkinci yılın sonunda, pamukluların değeri, 1.000 sterline eşit olacaktır, 500 sterlin makinelerin değeri, 500 sterlin de yeni katma-emek. Öte yandan tahılın değeri, 500 sterlindir, 400 sterlin ücretlerin değeri, 100 sterlin de ödenmemiş emek. Bu noktaya kadar, bu durumda
değer yasasıyla çelişen hiçbir şey yok. Pamuklu imalatçısı, tahıl üreticisi gibi %25 kâr etmektedir. Ama birincinin metaları 1.000 sterline, ikincinin metaları 500 sterline eşittir; çünkü birinci meta 200 işçinin emeğinden vücut bulmaktadır, ikinci ise her yıl yalnızca yüz işçinin emeğinden. Üstelik pamuklu imalatçısının ilk yıl makineden elde ettiği 100 sterlin kârı (artı-değeri) –makineyi yapan işçilerin emeğinin 1/5’ini, karşılığını ödemeksizin emerek elde ettiği kârı– ancak ikinci yıl ve ancak o zaman, pamuğun değerinde, makinenin değeriyle eşzamanlı olarak gerçekleştirmiştir. Ama şimdi esas noktaya geliyoruz. Çiftçi tahılını 500 sterline ve böylece de bizim varsayımımıza göre değerine satarken, pamuklu imalatçısı 1.000 sterlinden fazlaya, yani metasının sahip olduğu değerden daha yükseğine satmıştır. Şimdi eğer, birbiriyle değişime girebilecek olanlar yalnızca bu iki kişi olsaydı, imalatçı çiftçiden tahıl sağlarken, çiftçi imalatçıdan pamuklu alıyor olsaydı, o zaman sanki çiftçi metalarını değerinin
altında vermiş, %25’ten az [kâr] etmiş ve imalatçı da pamuklusunu değerinin
üstünde satmış olurdu. İşi, Ricardo’nun burada biraz yapay olarak öne sürdüğü iki kapitalist
(kumaş üreticisi ve pamuklu imalatçısı) olmaksızın ve yalnızca pamuklu üreticisine yer vererek, onun örneğini hafifçe değiştirmek suretiyle sürdürelim. Bu noktada, Ricardo’nun çizdiği resimde,
çifte hesabın hiçbir değeri yok. Dolayısıyla:
“Ama onlar” (pamuklu ürünleri) “tahıl değerinin bir katından da fazla olacaklardır, çünkü pamuklu üreticisinin birinci yılki sermaye ... kârı sermayesine eklenmiş bulunmaktadır; oysa çiftçinin [kârı -ç.] harcanmış ve keyfi çıkarılmıştır” [agy, s. 30].
(Burjuvayı mazur gösterici son tümce, teorik açıdan anlamsız. Moral düşüncelerin bu konuyla ilgisi yok.)
“Bu durumda, sermayelerin farklı dayanıklılık derecesi çerçevesinde, ya da aynı kapıya çıkacak bir deyişle, bir dizi metanın pazara getirilebilmesi için geçmesi gereken zaman çerçevesinde değerleneceklerdir; tamı tamına kendileri için harcanmış emek miktarıyla [sayfa 172] orantılı olarak değil — yani bire iki değil, ama, en değerli olanın pazara getirilebilmesi için geçmesi gereken daha fazla zamanı tazmin edecek ölçüde daha fazla değerli olacaklardır.” (agy, s. 30.)
İmalatçı eğer ürünü değerinden satarsa, 1.000 sterline, tahıl fiyatının bir kat fazlasına satar; çünkü ürünü, bir kat fazla emek içermektedir, 500 sterlini birikmiş emektir (ki onun 100 sterlinlik [bölümü
-ç.] için ödeme yapmamıştır) ve 500 sterlini pamuklu üretiminde kullanılmış emektir — onun da 100’ü için aynı biçimde ödeme yapmamıştır. Ama o hesabı şöyle yapar: ilk yıl 400 sterlin yatırdım ve işçileri sömürerek bu [parayla
-ç.] 500 sterlin değerinde bir makine ürettim. Böylece %25 kâr ettim. İkinci yıl 900 sterlin yatırdım, yani 500 sterlin anılan makinede ve 400 sterlin gene ücretlere. Bu kez de %25 [kâr
-ç.] edeceksem, pamukluyu 1.125 sterline yani değerinin 125 sterlin
üstünde satmalıyım. Çünkü bu 125 sterlin pamuklu ürünün içerdiği herhangi bir emeği temsil etmiyor, ne de birinci yılın biriktirilmiş emeğini veya ikinci yılın katma-emeğini temsil ediyor. Pamuklu ürünün içerdiği toplam emek yalnızca 1.000 sterline ulaşıyor. Öte yandan, varsayalım ki, iki kişi birbiriyle değişime giriyor ya da kapitalistlerin yarısı kendilerini pamuklu imalatçısının, öteki yarısı da çiftçinin konumunda buluyor. Birinci yarıya 125 sterlin nasıl ödenecek?
Hangi fondan? Apaçık ortada ki yalnızca ikinci yarıdan. İyi güzel de, açıkça görülüyor ki, bu ikinci yarı %25 kâr etmiyor. Böylece birinci yarı,
genel kâr oranı bahanesiyle ikinci yarıyı aldatmış oluyor; gerçek ise, kâr oranı imalatçı için %25 oluyor, çiftçi için %25’in altında oluyor. Bu nedenle, farklı bir biçimde oluşmalıdır.
Çizilen resmi daha açık ve daha kusursuz duruma getirmek için, çiftçinin ikinci yıl 900 sterlin kullandığını varsayalım. O zaman %25 kâr ile
birinci yıl yatırdığı 400 sterlin için 100 sterlin ve ikinci yıl da 225 sterlin olmak üzere toplam 325 sterlin eder. Buna karşılık imalatçı birinci yıl 400 sterlinden 100 sterlin, ama ikinci yıl 900 sterlinden yalnızca 100 sterlin olmak üzere %11
1/
9 kâr eder (çünkü yalnızca emek için yatırılan 400 sterlin artı-değer bırakır, makine olarak bulunan 500 sterlin hiçbir [artı-değer
-ç.] bırakmaz). Ya da varsayalım ki, çiftçi [ikinci yıl
-ç.] gene 400 sterlin yatırır; birinci yıl olduğu gibi ikinci yıl da %25 kâr eder; bu ikisi birlikte, iki yıl içindeki 800 sterlinlik bir harcamada %25 kâr ya da 200 sterlin eder. Buna karşılık imalatçı birinci yıl %25, ikinci yıl %11
1/
9 kâr etmiş olacaktır; yani iki yıl içinde, 1.300 sterlinlik bir harcamada 200 sterlin kâr etmiş olacaktır; bu %15
5/
13 eder. Eğer bunların düzeyi denkleştirilseydi imalatçı da çiftçi de %20
5/
26 alacaktı.
[71] Başka deyişle, bu ortalama kâr olacaktır. Bu, çiftçinin
[sayfa 173] metaları için 500 sterlinden az, imalatçının metaları için 1.000 sterlinden fazla bir [fiyat] demek olur.
||535| Her durumda, burada imalatçı birinci yıl 400 sterlin, ikinci yıl 900 sterlin yatırmıştır, buna karşılık çiftçi, her birinde 400 sterlin yatırmıştır, imalatçı pamuklu üretmek yerine (inşaatçı olsaydı da) bir ev yapsaydı, o zaman birinci yılın sonunda, henüz tamamlanmamış olan ev 500 sterlini içerirdi ve onun evi tamamlamak için emeğe 400 sterlin daha harcaması gerekirdi. Buna karşılık, yıl içinde sermayesi geri dönen çiftçi, 100 sterlin kârının bir parçasını diyelim 50 sterlinini yeniden sermayeye dönüştürür ve bir kez daha emeğe harcardı; varsaydığımız durumda imalatçı bunu yapamazdı. Eğer her iki durumda da kâr oranı
aynı olacaksa, o zaman birinin metaları değerinin
üstünde, ötekininki değerinin
altında satılmak gerekecektir. Rekabet, değerleri maliyet fiyatlarında denkleştirmeye çabaladığı için, olan budur.
Ama Ricardo’nun yaptığı gibi, “
sermayelerin farklı dayanıklılık derecesi çerçevesinde” (s. 30) ya da “
bir dizi metanın pazara getirilebilmesi için geçmesi gereken zaman nedeniyle”
(s. 30) göreli
değerlerde farklılık ortaya çıktığını söylemek doğru değildir. Ama değerden
farklı olan eşit
maliyet fiyatını doğuran şey, dolaşım sürecinin ortaya çıkardığı farklı değerlere karşın
genel bir kâr oranının benimsenmesidir, çünkü değeri, yalnızca emek-zamanı belirler.
Ricardo’nun çizdiği resim iki örnekten oluşuyor.
Sermayenin dayanıklılığı ya da sermayenin sabit sermaye karakteri, ikinci örnekte hiç mi hiç yer almıyor. İkinci örnek yalnızca, farklı büyüklükte olan, ama ücretlere –değişen sermaye olarak– aynı miktarın harcandığı; artı-değerlerin ve değerlerin farklı olmasına karşın, kârların eşit olacağı [bir durumdaki
-ç.]
sermayelere eğiliyor.
[Sabit sermayenin
-ç.]
dayanıklılığı birinci örnekte de yer almıyor. Birinci örnek,
daha uzun süren bir çalışma süreciyle ilgileniyor — metanın,
mamul meta haline gelerek dolaşıma girmesinden önce üretim alanı içinde kalması gereken daha uzun süreyle ilgileniyor. Ricardo’nun bu örneğinde imalatçı, her iki yıl da aynı miktarda değişen sermaye kullanmasına karşın, ikinci yıl, çiftçiden daha fazla sermaye kullanıyor. Ancak çiftçi ikinci yıl daha büyük bir değişen sermaye kullanabilirdi; çünkü onun metaları daha kısa süre çalışma sürecinde kalıyor ve daha çabuk paraya çevriliyor. Bunun yanısıra, kârın gelir olarak tüketilen kısmı, birinci yılın sonunda çiftçinin kullanımına hazır hale gelmiştir; oysa imalatçının kullanımına ancak ikinci yılın sonunda hazır hale gelir. Bu nedenle imalatçı, geçimini sağlamak için kendine
öndelik olarak verdiği ek bir sermayeyi daha harcamak zorundadır. Bu arada yeri
[sayfa 174] gelmişken, ikinci durumda bir tazminatın gerçekleşip gerçekleşemeyeceği kârların
eşitlenip eşitlenemeyeceği, burada tamamıyla, bir yılda geri dönen sermaye kârlarının, yeniden sermayeye dönüştürülme derecesine,, başka deyişle, üretilen fiilî kâr miktarına bağlıdır. Hiçbir şey yoksa, eşitlenecek bir şey de yoktur. Bu durumda sermayeler gene değer üretir, dolayısıyla artı-değer üretir, ve dolayısıyla da sermayenin büyüklüğüyle orantılı olmayan kâr üretir. Eğer kârlar onların büyüklüğüyle orantılı olacaksa, o zaman değerden farklı olarak
maliyet fiyatı olmalıdır.
Ricardo bir üçüncü resim daha çiziyor; ne var ki, o da
tamı tamına, birinci resimdeki ilk örnek gibi ve hiçbir yenilik taşımıyor.
“Varsayalım ki, bir metanın üretimi için, 1.000 sterlinlik bir harcamayla bir yıl boyunca 20 kişi çalıştırıyorum ve yılın bitiminde o metayı tamamlamak ya da daha yetkinleştirmek için, bir kez daha bir yıl boyunca, gene 1.000 sterlinlik bir harcamayla 20 kişi çalıştırıyorum ve iki yılın sonunda pazara sürüyorum; kâr %10 olursa, benim metam 2.310 sterline satılmalıdır; çünkü bir yıl boyunca 1.000 , sterlin sermaye kullandım, bir yıl da 2.100 sterlin kullandım. Bir başkası tamı tamına aynı miktar emek kullanıyor, ama yalnızca ilk yıl için kullanıyor; [demek ki -ç.] 2.000 sterlinlik bir harcamayla 40 kişi çalıştırıyor ve ilk yılın sonunda, %10 kârla ya da 2.200 sterline satıyor. İşte size, aynı miktarda emek harcanmış iki meta; biri 2.310 sterline satılıyor, öteki 2.200 sterline. Bu durum, sonuncudan farklıymış gibi görünüyor, ama gerçekte aynı” (agy, s. 34-35).
Yalnızca “
gerçekte”
değil, “
görünüşte”
de aynı; bir nokta dışında — birisinde metaya “
makine”
deniyor, buradaysa yalnızca “
meta”
. Birinci örnekte imalatçı ilk yıl 400 sterlin, ikinci yıl 900 sterlin yatırdı. Bu kez ilk yıl 1.000, ikinci yıl 2.100 sterlin yatırıyor. Çiftçi ilk yıl 400 sterlin, ikinci yıl da 400 sterlin yatırdı. Bu kez ikinci kişi ilk yıl 2.000 sterlin yatırıyor, ikinci yıl hiçbir şey. Tüm fark da burada. Ne var ki her iki durumda da öykü, iki kişiden birinin ikinci yıl, (artı-değer dahil olmak üzere) birinci yıl ürününün tümünü +
ek bir miktarı yatırması gerçeği üzerinde dönüyor.
Bu örneklerdeki beceriksizlik gösteriyor ki, Ricardo anlamadığı bir güçlükle boğuşuyor ve güçlüğün üstesinden gelmeyi de daha az başarıyor. Beceriksizlik şurada: Çizdiği birinci resimdeki ilk örneğin
amacı sermayenin
dayanıklılığım işe katmak –ama böyle bir şey yapmıyor; bunu
olanaksızlaştıran Ricardo’nun kendisi– çünkü
sabit sermayenin herhangi bir kısmının
aşınma payı olarak metaya girmesine izin vermiyor, böylece de
sabit sermayenin kendine özgü dolaşım biçimim ortaya koyacak öğeyi dışlıyor. Ricardo’nun gösterdiği tek şey, daha uzun süren çalışma sürecinde, daha kısa çalışma sürecine göre
daha büyük sermaye kullanıldığıdır. Üçüncü
[sayfa 175] örneğin, farklı bir şeyi resmetmesi öngörülüyor ama, gerçekte o da aynı resmi çiziyor. Çizilen birinci ||536| resimdeki
ikinci örnek sabit sermayenin farklı oranları sonucu ne tür farklılıklar ortaya çıktığını göstermeye niyetleniyor. Ama bunun yerine, her ne kadar ücretlere aynı miktar sermaye yatırılıyorsa da,
eşit olmayan iki sermayenin yarattığı farklılıkları gösteriyor yalnızca. Ve dahası var, imalatçı pamuk ve pamuk ipliği olmaksızın, çiftçi de tohumluğu olmaksızın çalışıyor! Çizilen resmin başından sonuna tutarsızlığı, hatta saçmalığı, işin temelinde açıklık olmayışından kaynaklanıyor.
[b) Ricardo’nun Maliyet Fiyatını Değerle Karıştırması ve
Onun Değer Teorisinde, Bu Karıştırmadan Kaynaklanan Çelişkiler.
Kâr Oranının Eşitlenme Sürecini ve Değerin Maliyet Fiyatına Dönüşümü
Sürecini Kavrama Eksikliği]
Ricardo, son olarak çizdiği bütün bu resimlerden çıkarılacak vargıları belirtiyor.
“Her iki durumda da değerler arasındaki fark, sermaye olarak biriktirilen kârlardan kaynaklanıyor; ve bu fark, kârların gemlendiği süre için adil bir tazminattır.” (Sanki buradaki sorun adalet sorunuymuş gibi) (agy, s. 35.)
Bu,
belli bir dolaşım döneminde, örneğin bir yılda, bir sermaye, ona özgü dolaşım dönemi ne olursa olsun, %10 kâr bırakmalıdır, demekten başka ne anlama gelir; ve
farklı üretim dallarında eşit büyüklükteki sermayeler, dolaşım süreçlerine bakılmaksızın, organik parçaları arasındaki orantıya göre üretmeleri gereken
çeşitli artı-değerlerden bağımsız olarak %10 kâr bırakmalıdır, demekten başka ne anlama gelir?
Ricardo şu sonuçları çıkarmalıydı:
[Birincisi]: Eşit büyüklükteki sermayeler, eşit olmayan
değerlerde meta üretirler ve bu nedenle de
eşit olmayan artı-değerler ya da
kârlar bırakırlar; çünkü değeri, emek-zamanı belirler ve bir sermayenin gerçekleştirdiği emek-zamanı miktarı, bu sermayenin mutlak büyüklüğüne bağlı değildir, değişen sermaye [kısmının
-ç.]
, ücretlere yatırılan sermayenin büyüklüğüne bağlıdır.
İkincisi: Eşit büyüklükteki sermayelerin
eşit değerler ürettiği (her ne kadar üretim alanındaki eşitsizlikle dolaşım alanındaki eşitsizlik birbirine denk düşüyorsa da) varsayılsa bile,
eşit miktarlarda ödenmemiş emeğe elkoyma ve paraya çevirme dönemleri, [sermayelerin
-ç.]
geri dönüş dönemlerine göre farklılık gösterir. Belli bir
zaman süresi içinde, farklı üretim alanlarında,
eşit büyüklükteki sermayelerin
[sayfa 176] yarattığı değerlerdeki, artı-değerlerdeki ve kârlardaki ikinci farklılık da böylece ortaya çıkar.
Demek ki, kârlar, sermayenin [belli bir
-ç.] yüzdesi olarak, belirli bir sürede, diyelim bir yılda eşit olacaklarsa ve böylece eşit büyüklükteki sermayeler, aynı zaman süresinde eşit kâr bırakacaksa, o zaman meta
fiyatlarının değerlerinden farklı olması gerekir. Tüm metaların bu
maliyet fiyatları topluca alındığı zaman
değerlerine eşit olacaktır. Aynı şekilde, toplam kâr da tüm bu sermayelerin, örneğin bir yılda getirdiği toplam artı-değere eşit olacaktır. Eğer değerin tanımı esas alınmazsa,
ortalama kâr ve dolayısıyla maliyet fiyatı, tepeden tırnağa hayalî ve savunulamaz olur. Farklı üretim alanlarındaki artı-değerlerin eşitlenmesi, bu toplam artı-değerin mutlak büyüklüğünü etkilemez; yalnızca, farklı üretim alanları arasındaki
dağılımım değiştirir.
Bu artı-değerin belirlenmesi ise, yalnızca değerin, emek-zamanıyla belirlenmesinden kaynaklanır. Bu olmadan, ortalama kâr
hiçbir şeyin ortalamasıdır, tepeden tırnağa
fantezidir. O zaman, %1.000 de olabilir, %10 da.
Ricardo’nun çizdiği tablolar, yalnızca onun,
genel kâr oram ön-varsayımım bu işin içine sızdırmak için birer araç olarak hizmet eder. Ve bu iş, ücretlerin beşinci, kârların da altıncı bölümlerde ele alınması öngörülürken, “Değer Hakkında”ki ilk bölümde halledilir. Yalnızca metaların “değeri”nin belirlenişinden, artı-değerlerinin, kârın ve hatta
genel kâr oranının nasıl çıktığı, Ricardo’da, karanlıkta kalır. Çizdiği resimlerde gerçekte, kanıtladığı tek şey, genel kâr oranına göre belirlendikleri ölçüde, meta
fiyatlarının, değerlerinden tamamen farklı olduğudur. Ve bu farklılığa, kâr oranının bir yasa olduğu postülasıyla ulaşır. Gerçi Ricardo, çok soyut olmakla suçlanagelir ama, aslında onu, bunun tersiyle suçlayan da haklı sayılmalıdır: Soyutlama gücü eksikliği, yetersizlik, metaların değerini incelerken, rekabetin sonucu olarak yüzyüze geldiği bir öğeyi, kârları unutmak.
Maliyet fiyatlarıyla değerler arasındaki farklılığı, bizzat değerin belirlenişinden çıkarmak yerine Ricardo, “değerler”in (burada, aslında kavramı, “mutlak değer” ya da “gerçek değer” ya da yalnızca “değer” diye tanımlamak daha uygundur) emek-zamanından bağımsız etkenlerle belirlendiğini ve bu etkenlerin ara sıra değer yasasını ihlal ettiğini kabullendiği için, bu durum, Malthus gibi hasımları tarafından, onun tüm değer teorisine ||537| saldırıda kullanılmıştır. Malthus, haklı olarak, sermayenin organik kısımları arasındaki farklılıklarla, çeşitli üretim alanlarındaki sermayelerin geri dönüş süreleri arasındaki farklılıkların, üretimin attığı adımlarla eşzamanlı olarak geliştiğine ve dolayısıyla, Adam Smith’in,
[sayfa 177] bu “uygar” çağda değerin emek-zamanıyla belirlendiği [savının
-ç.| artık geçerli olmadığı biçimindeki görüşüne gelinmesi gerektiğine değinir. (Bkz: ayrıca
Torrens.)
Öte yandan onun havarileri de bu fenomenlerin temel ilkeyle tutarlı olması için en acınası skolastik buluşlara sarılmışlardır (Bkz: [
James]
Mill ve Sefil
McCulloch)
[72]
Ricardo –ücretlerin artışı ya da düşüşünden
epey farklı olarak–
kendi çizdiği tablodan çıkan sonuç üzerinde, yani ücretlerin değişmediği varsayımında, eğer maliyet fiyatları kârla aynı oranda belirlenirse, metaların maliyet fiyatının değerlerinden farklı olması gerekeceği üzerinde
durmuyor. Bu bölümde, ücretlerin artış ya da eksilişinin, değerle aynı düzeye gelmiş olan
maliyet fiyatlarına yaptığı etkiye geçiyor.
Sorun ise kendi içinde inanılmaz ölçüde basit.
Çiftçi %10 [kâr
-ç.]la 5.000 sterlin yatırır; metaları 5.500 sterline eşit olur. Eğer ücretler yükseldiği için bu yükseliş kârda bir azalmaya yol açtığı için %1’lik bir azalmayla kâr 10’dan 9’a inerse, çiftçi (sermayesinin tamamını ücretlere yatırdığı varsayıldığı için) metalarını 5.500 sterline satmayı sürdürür. Ama bu 5.500 sterlinden yalnızca 454
14/
109 sterlin ona aittir, 500 sterlin değil. İmalatçının sermayesi, 5.500 sterlini makineden 5.000 sterlini
emek [ücretinden
-ç.] oluşur. Daha önce olduğu gibi, ikinci 5.000 sterlin de 5.500 sterlinlik bir ürün yaratır, ancak imalatçı şimdi artık 5.000 sterlin değil 5.045
95/
109 sterlin yatırır ve bunun üzerinden yalnızca 454
14/
109 kâr eder, tıpkı çiftçi gibi. Öte yandan, 5.500 sterlinlik
sabit sermayesinden de artık %10 ya da 550 sterlin değil, ama yalnızca %9 ya da 495 sterlin kâr düşünebilir. Bundan ötürü metalarını 6.050 sterlin yerine 5.995 sterline satacaktır. Demek ki, ücretlerdeki artış nedeniyle çiftçinin metalarının para fiyatı aynı kalmıştır, ama imalatçınınki düşmüştür; bundan ötürüdür ki, çiftçinin metalarının değeri, imalatçınınkine
kıyasla yükselmiştir. Sorunun can alıcı noktası şudur: Eğer imalatçı kendi metalarını eski değerinden satsaydı, ortalamadan daha yüksek bir kâr sağlardı; çünkü ücret artışları, onun yalnızca ücretler için koyduğu sermaye parçasını doğrudan etkilemişti. Bu tablo kendi başına, maliyet fiyatlarının %10’luk ortalama kâr tarafından düzenlendiğini ve
metaların değerinden farklı olduğunu esasen
kabullenmektedir. Soru, sermayeler, sabit ve döner sermayenin farklı oranlarından oluştuğu zaman, kârdaki artma ya da azalmanın bu maliyet fiyatlarını nasıl etkilediği sorusudur. Bu tablonun (Ricardo, agy, s. 31-32)
değerlerin maliyet fiyatlarına dönüşmesi ile hiçbir ilgisi yoktur. Ama çok ince bir noktadır; çünkü gerçekte Ricardo burada, eğer sermayelerin bileşimi aynı olsaydı, ücretlerdeki bir artışın –bayağı görüşün aksine–
[sayfa 178] imlaların değerini etkilemeksizin kârları indirecek olduğunu göster; eğer sermayelerin bileşimi eşit değilse, o zaman –bayağı görücün savladığı gibi–
tüm metaların fiyatında, bir artış yaratmayacak, ama yalnızca bazı metaların fiyatında bir
düşüşe yol açacaktır. Burada metaların fiyatındaki düşüş, kâr oranındaki düşüşten ileri gelir, ya da aynı kapıya çıkan bir ifadeyle ücretlerdeki artıştan ileri gelir, imalatçının konumunda metanın
maliyet fiyatının büyük bir bölümü,
sabit sermayesinden beklediği ortalama kâr tarafından belirlenir. Bu nedenle, ücretlerdeki artma ya da eksilmenin sonucu olarak, eğer bu kâr oranı düşer ya da yükselirse, o zaman
bu metaların
fiyatı da ona uyarak –
yani fiyatın, sabit sermaye üzerinden hesaplanan kâra ait kısmına uyarak– düşer ya da yükselir. Aynı şey, “
daha uzak dönemlerde geri dönen döner sermayeler için de geçerlidir ve tersi de.” (J. R. McCulloch [
The Principles of Political Economy [
Ekonomi Politiğin İlkeleri], Edinburgh, 1825, s. 300].) Daha az [miktarda
-ç.] değişen sermaye kullanan kapitalistler eğer sabit sermayelerini, aynı kâr oranında dilimleyip yontmayı ve metanın fiyatına eklemeyi sürdürselerdi, o zaman, kâr oranları artardı; ve sermayesi daha büyük ölçüde değişen sermayeden oluşanlara göre, kullandıkları daha büyük
sabit sermayeye oranla da artardı. Rekabet bunu aynı düzeye getirir.
“Ricardo” diyor Mac “meta üretiminde kullanılan sermayelerin aynı dayanıklılık derecesinde olmadığı durumlarda, ücret oranlarındaki dalgalanmaların meta değerleri üzerindeki etkilerini keşfeden ve çözümleyen ilk kişiydi. Ricardo, yalnızca, ücretlerdeki herhangi bir artışın, bütün metaların değerini artırmasının olanaksız olduğunu göstermekle kalmadı, ama ... birçok durumda, ücretlerdeki bir artışın ister-istemez fiyat düşüşlerine ve ücretlerdeki bir düşüşün fiyat artışlarına yol açtığını gösterdi.” (agy, s. 298-299.)
Ricardo, savını, ilkin,
genel bir kâr oranının düzenlediği maliyet fiyatları önermesiyle kanıtlar.
İkincisi: “
Kârlarda bir düşme olmadan, emeğin değerinde herhangi bir artış olamaz”
. (David Ricardo,
On the Principles of Political Economy, and Taxation [
Ekonomi Politiğin İlkeleri ve Vergilendirme Üzerine]
t 3. baskı, Londra, 1821, s. 31.)
Böylece, “Ücretler Hakkındaki V. ve “Kârlar Hakkındaki VI. bölümlerde çıkarsanması gereken yasalar, daha “
Değer Hakkındaki I. bölümde varsayılmıştır. Bu arada yeri gelmişken söyleyelim, ||538| “kârlarda bir düşme olmadan, emeğin değerinde herhangi bir artış olamaz” [görüşünden
-ç.] Ricardo pek yanlış bir biçimde [öyleyse
-ç.] emeğin değerinde bir düşme olmadan kârlar artamaz sonucunu çıkarmıştır. Birinci yasa artı-değerle ilgilidir. Ama kâr, artı-değerin yatırılan toplam sermayeye oranına eşit
[sayfa 179] olduğuna göre, değişmeyen sermayenin değeri azalırsa, emeğin değeri aynı kalsa da kâr artabilir. Ricardo artı-değerle kârı bütünüyle birbirine karıştırmaktadır. Bundan ötürü de kâr ve kâr oranı üzerinde hatalı yasalara ulaşmıştır.
Çizdiği son tablonun genel vargısı şudur:
“Emeğin [değerindeki -ç.] bir artma ya da azalma dolayısıyla” (ya da aynı kapıya çıkacak bir deyişle, kâr oranındaki bir artma ya da azalma dolayısıyla) “metaların göreli değerlerinde [görülen -ç.] değişikliğin derecesi, sabit sermayenin, kullanılan tüm sermayeye göre sahip olduğu orana bağlıdır. Çok değerli makineler tarafından ya da çok değerli yapılarda üretilen ya da pazara getirilebilmesi büyük bir zaman süresini gerektiren tüm metaların göreli değeri düşer, buna karşılık, esas olarak emeğin ürettiği ya da pazara çabucak çıkarılabilen metaların göreli değeri artar” (agy, s. 32).
Bir kez daha Ricardo, araştırmasında gerçekten ilgi duyduğu noktaya geliyor.
Ücretlerdeki bir artma ya da azalmadan ötürü metaların maliyet fiyatlarında ortaya çıkan farklılıklar, aynı maliyet fiyatlarında
metaların değerindeki değişikliklerin, yani üretimlerinde kullanılan emek miktarındaki değişikliklerin neden olduğu
farklılıklara göre önemsizdir (Ricardo bu doğruyu, bu yeterlikte ifade etmenin çok uzağındadır). Dolayısıyla, insan genel olarak bu noktayı bir yana koyabilir ve değer yasası, [o zaman da
-ç.] harfi harfine doğru olmaya devam eder.
(Değeri emek-zamanının belirlediği [söylenmedikçe
-ç.]
maliyet fiyatlarının anlaşılır duruma gelemeyeceğini Ricardo’nun eklemesi gerekirdi.) Onun araştırmalarının gerçek doğrultusu budur. İşin aslında, açıkça ortadadır ki, meta değerlerinin
maliyet fiyatlarına dönüşmesine karşın, bir kez maliyet fiyatlarının [varlığı
-ç.]
kabul edilince, bu fiyatlarda herhangi bir
değişiklik –kendini ancak yıllar içinde ortaya koyabilecek olan bir değişiklikten,
kâr oranındaki süreğen bir artma ya da eksilmeden kaynaklanmadıkça– yalnızca ve ancak metaların değerindeki bir
değişiklikten yani üretimleri için gerekli olan emek-zamanındaki bir değişiklikten ileri gelebilir. (Ve bu maliyet fiyatları,
pazar fiyatları ile karıştırılmamalıdır: bunlar farklı üretim alanlarındaki metaların ortalama pazar fiyatıdır.
Aynı alanın metaları, o alandaki ortalama, üretim koşulları altında üretilen metaların fiyatıyla fiyatlandırıldığı ölçüde,
pazar fiyatının kendisi bir ortalamayı zaten içerir. Ama Ricardo’nun rantla ilgili olarak varsaydığı üzere,
en kötü [
üretim -ç.]
koşulları altında üretilen metaların fiyatıyla fiyatlandırıldığı ölçüde değil; çünkü ortalama talep belli bir fiyata bağlıdır, hatta tahılda bile. Bu nedenle, arzın belli bir miktarı arz, bu fiyatın
üstünde satılmaz. Yoksa, talep düşer. Üretim koşulları ortalama olmayan, ama ortalamanın
altında bulunanlar, bu
[sayfa 180] nedenle çoğu zaman mutalarını yalnızca değerinin altında değil, ama
maliyet fiyatının da altında satma durumunda kalırlar.)
“Ancak okur dikkat etmelidir ki, metalardaki bu farklılığın” (bu, maliyet fiyatlarının farklılığı ya da Ricardo’nun deyişiyle metaların göreli değerleri farklılığı diye okunmalıdır) “nedeni, etkileri bakımından, bir ölçüde, daha hafiftir. ... Metaların değerindeki bir başka büyük etmende, yani adıyla belirtirsek, metaları üretmek için gerekli olan emek miktarında artma ya da eksilmede ise böyle değildir ... Kârların süreğen oranındaki herhangi büyük çaplı bir değişme, ancak uzun yıllar içinde işlevsellik gösteren nedenlerin sonucudur; oysa metaların üretimi için gerekli olan emek miktarındaki değişmeler gündelik olaylardır. Makinelerdeki, araç-gereçlerdeki, [üretim -ç.] yapılarındaki, hammaddenin istenmesindeki her iyileştirme emekten tasarruf sağlar ve iyileştirmenin uygulandığı metaları, daha geniş olanaklarla üretmemizi sağlar ve bunun sonucu olarak değeri değişir. Şu halde, metaların değerindeki değişmelerin nedenlerini tartarken, gerçi emeğin artış ya da eksilişinin yarattığı etkiyi gözönünde bulundurmamak tümden yanlış olur ama, çok fazla önem atfetmek de bir o kadar yanlıştır...” (agy, s. 32-33).
Dolayısıyla, konuyu daha fazla dikkate almaz.
“
Değer Hakkında”ki bölüm I’in bu kesim IV’ünün tümü, öylesine inanılmaz ölçüde karmakarışık hale getirilmiştir ki, Ricardo her ne kadar başlangıçta,
ücretlerdeki artma ya da azalmanın meta değerlerinde yarattığı
değişmeleri sermayenin farklı bileşimiyle bağlantılı olarak
gözden geçirme niyetinde olduğunu açıklamasına karşın, bunu yalnızca ara sıra yapar. İşin aslında, kesim IV’ün önemli bir bölümünü,
genel kâr oranının, ücretlerin
artma ya da azalmasından oldukça bağımsız bir biçimde –kendisi ücretlerin
değişmeksizin aynı kaldığını varsaymıştır– ||539| metaların değerinden farklı olan maliyet fiyatlarına yol açacağı, üstelik bunun
sabit ve döner sermaye
[arasındaki] farklılığa da bağlı olmadığı önermesini kanıtlayan tablolarla doldurur. Ancak o kesimin sonunda bunu gene unutur.
Kesim IV’te araştırmasının konusunu şu sözlerle açıklar:
“Metaların üretimi için gereken daha çok ya da daha az emek miktarının yanısıra, sabit sermayenin dayanıklılık derecesi farklılığı ve iki tür sermayenin kombinasyonu oranındaki değişme, metaların göreli değerindeki değişmelerin bir başka nedenini oluşturur — bu neden, emeğin değerindeki artma ya da azalmadır” (agy, s. 25-26).
Gerçekte,
çizdiği tablolarda, ilkin, sermaye (yani değişen ve değişmeyen sermaye)
türlerinin farklı bileşimlerinin, meta fiyatlarıyla değerleri arasında bir farklılık yaratmasını olanaklı kılan tek
şeyin genel kâr oranı olduğunu,
bu farklılığın nedeninin, sabit
[sayfa 181] olduğu varsayılan
emek değeri değil, genel kâr oranı olduğunu gösterir. Ondan sonra –ancak ikinci sırada– genel kâr oranının sonucu olarak değerden farklılaşmış maliyet fiyatlarını veri olarak kabul eder ve emek değerindeki değişmelerin, bu fiyatları nasıl etkilediğini araştırır. 1 numaralı sorunu, ana noktayı araştırmaz; tamamen gözden kaçırır ve IV. kesimi başladığı gibi bitirir:
“... bu kesimde gösterildiği gibi, emek miktarında herhangi bir değişme olmaksızın, üretiminde sabit sermaye kullanılan malların değerindeki artış o malların değişilebilirlik değerinde bir düşüşe yol açacaktır; sabit sermaye ne kadar büyük olursa, düşüş o kadar büyük olacaktır” (agy, s. 35).
Ve (bölüm I’in) izleyen V. kesiminde aynı
çizgiyi sürdürür; başka deyişle,
iki farklı üretim alanında kullanılan eşit büyüklükte iki sermayenin sabit ve döner sermaye kısımları arasındaki oranlar farklı olduğu zaman değil, ama “
sermayenin dayanıklılığı eşit olmadığı”
zaman ya da “
kullanana geri dönüş hızı eşit olmadığı”
zaman, meta
maliyet fiyatlarının, emek değerindeki ya da ücretlerdeki değişmelerle nasıl farklılaştırılabildiğini araştırır [agy, s. 36]. Genel kâr oranının,
maliyet fiyatlarıyla değerler arasında ortaya çıkardığı
farklılıkla ilgili olarak IV. kesimde ima edilen doğru kanı, artık burada, kesim V’te göze çarpmamaktadır.
Burada, yalnızca ikincil bir sorun, yani adıyla-sanıyla ifade edersek, maliyet fiyatlarındaki değişmeler incelenmektedir. Bu nedenle, bu kesim, dolaşım sürecinden sermaye şekliyle kaynaklanan farklılıkların ara-sıra anılması dışında, pek de bir teorik çekicilik göstermemektedir.
“Sabit sermaye, daha az dayanıklı olduğu oranda, döner sermayenin doğasına daha yakın gelir. Tüketilecek ve imalatçının sermayesini korumak amacıyla, değeri daha kısa sürede yeniden-üretilecektir” (agy, s. 36).
Böylece,
daha az dayanıklılık ve genel olarak sabit ve döner sermaye arasındaki fark,
yeniden-üretim süresi farkına indirgenmektedir. Bu hiç kuşku yok, belirleyici önemde bir öğedir. Ama hiçbir biçimde tek öğe değildir.
Sabit sermaye, çalışma sürecine bir bütün olarak girer ve değer yaratma sürecine yalnızca birbirini izleyen aşamalarda ve taksit taksit katılır. Sermayelerin dolaşım biçiminde bu, başka bir temel farklılıktır. Dahası var:
sabit sermaye dolaşım sürecine,
değişim-değeri olarak girer —
zorunlu olarak girer— oysa çalışma sürecinde o sermayenin
kullanım-değeri tüketilir ve hiçbir zaman o sürecin dışına çıkmaz. Bu,
dolaşım biçimindeki
[sayfa 182] bir başka önemli farklılıktır. Dolaşım biçimindeki her iki farklılık, ayrıca dolaşım süresiyle de ilgilidir; ama bunlar, [sabit sermayenin dayanıklılık] dereceleriyle ve [dolaşım süresindeki] farklılıklarla özdeş değildir.
Daha az dayanıklı sermaye “onu, başlangıçtaki durumunda ve etkinliğinde tutabilmek için”
sürekli olarak daha büyük miktarda
emeğe gerek gösterir;
“ama böylece ortaya konan emek, bu emekle orantılı bir değer taşıması gereken metanın imalinde gerçekten harcanmış emek addedilebilir” (agy, s. 36-37)”... eğer makinenin aşınma payı büyük ise, o makineyi etkin bir konumda tutmak için gereksinilen emek miktarı, yıllık olarak, 50 işçinin emeğine [eşit -ç.] ise, o zaman ben mallarım için, başka malları üretmek için 50 işçi çalıştıran ve hiç makine kullanmayan imalatçının elde edeceği fiyata eşit ek bir fiyata sahip olmalıyım. Ama emek ücretlerindeki bir artış, hızla tüketilen makinelerde üretilen metalarla, yavaş yavaş tüketilen makinelerde üretilen metaları eşit biçimde etkilemez. Birinin üretiminde, çok fazla miktarda emek, sürekli olarak, üretilen metaya aktarılır..” [agy, s. 37].
(ancak, Ricardo, kendi genel kâr oranıyla öylesine meşguldür ki, böyle yapıldığı zaman, metaya,
göreli büyük bir miktarda artı-emeğin sürekli olarak aktarıldığını görmez) .
“İkincinin [üretiminde, metaya -ç.] bu yolla çok küçük bir miktar aktarılır” [agy, s. 37].
<Böylece de, kuşkusuz metalar değerlerine göre değişildiyse, çok az miktarda artı-emek ve dolayısıyla çok daha az [artı-] değer.
“Ücretlerdeki her artış, bu nedenle ya da aynı kapıya çıkan bir deyişle ||540| kârlardaki her düşüş, dayanıklı yapıda olan bir sermayenin ürettiği metaların göreli değerini düşürür, daha kolaylıkla eriyip tükenen sermayenin ürettiği metaların değerini oransal olarak yükseltir. Ücretlerdeki düşüş, bunun tam tersi sonuç verir” (agy, s. 37-38).
Başka deyişle:
dayanıklılığı daha az bir sabit sermaye kullanan imalatçı,
dayanıklılığı daha fazla olan sermaye kullanana göre, daha az sabit sermaye ve daha çok ücretlere harcanan sermaye kullanmış olur. Dolayısıyla, bu örnek, bir öncekiyle yani ücretlerdeki bir oynamanın, biri ötekine göre, oransal olarak daha fazla sabit sermayeyi içeren sermayeleri nasıl etkileyeceğini ortaya koyan örnekle örtüşür. [Burada]
yeni bir şey yok.
Ricardo’nun 38-40. arası sayfalarda,
makineler hakkında ifade ettiği öteki noktalar, “
Makineler Hakkında”ki XXXI. bölüme kadar ertelenmelidir.
[sayfa 183]
Ricardo’nun, en sonunda, söz arasındaki bir
tümcede doğru fikri hemen neredeyse ifade etmesi, ama sonra bir kez daha elinden kaçırması gariptir; alıntılayacağımız parçalarda o noktaya değindikten sonra, bir kez daha kendi başat fikrine, yani emek değerindeki değişikliğin maliyet fiyatları üzerindeki etkisine ilişkin başat fikrine geri dönmesi ve araştırmalarını bu
ikincil yaklaşımla sonuçlandırması gariptir.
İmayı içeren parça şu:
“Demek ki, görüldüğü gibi, toplumun erken aşamalarında, henüz, fazla makine ya da dayanıklı sermaye kullanılmadan önce, eşit sermayelerle üretilen metalar, hemen neredeyse eşit değerde olacaktır ve üretimleri için gereksinilen daha çok ya da daha az emek çerçevesinde yalnızca birbirine göre yükselecek ya da düşecektir” [agy, s. 40].
(Tümcenin son kısmı kötü yazılmış; ayrıca değere değil
metalara değiniliyor — metaların
fiyatı sözkonusu olmadığı sürece de anlamsızdır; çünkü emek-zamanıyla orantılı olarak
değerleri düşer demek,
emek-zamanı düştükçe ya da yükseldikçe değerler de düşer ya da yükselir demektir.)
“Ama, bu pahalı ve dayanıklı [üretim -ç.) araçlarının gelişinden bu yana, eşit sermayeler kullanılarak üretilen metalar, hiç de eşit olmayan değerlerde olacaktır; ve her ne kadar üretimleri için daha çok ya da daha az emeğe gerek olmasına göre, birbirlerine kıyasla, göreli olarak artacak ya da eksileceklerse de, ücretlerin ve kârların artış ya da eksilişinden kaynaklanan küçük bir başka değişikliğe daha konu olacaklardır. 5.000 sterline satılan mallar, ürünleri 10.000 sterline satılan bir sermayeye miktarca eşit olan bir sermayenin ürünü olabileceği için, o ürünlerin üretimindeki kâr aynı olacaktır; ama eğer ürünlerin fiyatları, kâr oranındaki artırma ya da azalmaya göre değişmezse, o kârlar eşit olmaz” (agy, s. 40-41).
Gerçekte Ricardo’nun söylediği şudur:
Eşit büyüklükteki sermayeler, eğer organik kısımlarının oranı
aynı ise, eğer ücretlere ve üretim araçlarına eşit büyüklükte parçalar harcanmışsa
eşit değerde metalar üretirler. Demek ki, bu [sermayelerin
-ç.] ürünlerinde aynı miktarda emek ve dolayısıyla da (dolaşım süreci yoluyla ortaya çıkabilecek farklılık bir yana) eşit değerler somutlaşır. Öte yandan, organik bileşimleri farklı olan, yani sabit sermaye olarak mevcut bulunan kısım ile ücretlere harcanan kısım arasındaki oranın çok fark gösterdiği
eşit büyüklükteki sermayeler,
birbirinden çok farklı değer üretirler.
Birincisi, sabit sermayenin yalnızca bir kısmı, değeri oluşturan bir kısım olarak metaya girer; sonuç olarak,
metaların değerinin büyüklüğü, meta üretiminde çok ya da az sermaye kullanılıp
[sayfa 184] kullanılmadığına, büyük ölçüde bağlı kalacaktır. İkincisi, ücretlere harcanan kısım –eşit büyüklükteki sermayenin yüzdesi olarak hesaplandığında– çok küçüktür; bu nedenle toplam [yeni eklenmiş] ve metada somutlaşmış emek de, onunla bağlantılı olarak (eşit büyüklükte belli bir işgününde) artı-değeri oluşturan artı-emek de çok küçüktür. Bu nedenle, eşit büyüklükteki bu sermayeler –metaları
eşit değerde olmayan ve eşit olmayan bu değerleri
eşit olmayan artı-değerler içeren ve dolayısıyla da
eşit olmayan kârlar bırakan bu sermayeler– eğer eşit büyüklükleri nedeniyle eşit büyüklükte kâr bırakacaklarsa, o zaman,
(belli bir harcama çerçevesinde genel kâr oranının belirlediği ölçüde) meta fiyatlarının, meta değerlerinden çok farklı olması gerekir. Demek ki bundan çıkarılması gereken sonuç, değerlerin, doğasını değiştirdiği sonucu değildir,
fiyatların, değerlerden farklı olduğudur. Ricardo’nun, bu sonuca varmaması çok şaşırtıcıdır; çünkü, maliyet fiyatlarını,
genel kâr oranının belirlediği varsayılsa bile,
kâr oranındaki (ya da
ücret oranındaki) bir değişikliğin, bu maliyet fiyatlarını değiştirmesi gerektiğini, ||541| farklı üretim alanlarındaki kâr oranının ancak böylelikle aynı kalabileceğini Ricardo görmüştür.
Genel kâr oranı, gerçekte
eşit sermayelerin ürettiği farklı metalardaki farklı artı-değer oranlarının aynı düzeye getirilmesinden başka bir şey olmadığına göre,
genel kâr oranının kurulması da eşit olmayan değerleri değiştirir.
Metaların maliyetiyle değeri, maliyet fiyatlarıyla değerleri arasındaki farklılığıysa ve ortaya çıkarıp koymadıysa bile, böyle işaret ettikten sonra, Ricardo, sözü şöyle bitirir:
“Anlaşılan bay Malthus, bir şeyin maliyetiyle değerinin aynı şey olması gerektiği [düşüncesinin -ç.] benim öğretimin bir parçası olduğunu düşünüyor; eğer maliyet derken, kâr dahil ‘üretim maliyeti’ni (yani, giderler + genel kâr oranıyla belirlenen bir kâr toplamını) kastediyorsa, evet parçasıdır” (agy, s. 46, dipnot).
Kanıtlarıyla, bizzat kendisi çürütmüş olduğu halde, maliyet fiyatlarıyla değerleri böylece hatalı bir biçimde birbirine karıştırdıktan sonra, Ricardo rantı incelemeye koyulur.
Emek değerindeki oynamaların, altının maliyet fiyatı üzerindeki etkileri üzerinde, bölüm I’in VI. kesiminde Ricardo şöyle der:
“Altın, iki tür sermayenin belirli oranlardaki [bileşimiyle -ç.] üretilmiş bir meta olarak, çoğu metaların üretiminde kullanılan ortalama [sermaye -ç.] miktarına en yakın bir yaklaşma [ölçüsü -ç.] olarak alınamaz mı? Bu oranlar, iki aşın uçtan, yani birinde pek az sabit sermayenin, ötekinde pek az emeğin kullanıldığı iki aşırı uçtan hemen hemen eşit uzaklıkta, onların arasında dengeli bir ortalama olamaz mı?” (agy, s. 44). [sayfa 185]
Bu, yapısına çeşitli organik [sermaye
-ç.]
parçalarının ortalama oranlarda girdiği ve [sermaye
-ç.]
dolaşım ve yeniden-üretim sürelerinin de gene aynı biçimde ortalama olduğu metalar için çok daha geçerlidir. Bunlarda ve yalnızca bunlarda ortalama kâr, fiilî artı-değerleriyle çakıştığı için maliyet fiyatı da değerle çakışır.
Bölüm I’in IV. ve V. kesimleri,
emek değerindeki oynamaların “
göreli değerler”
üzerindeki etkisini; değerin ortalama kâr oranı tarafından
maliyet fiyatına dönüşmesine oranla, teorik bakımdan ikincil planda kalan bir sorunu incelerken yetersiz kalmış görünmesine karşın; buradan Ricardo’nun çıkardığı sonuç çok önemlidir; ve Adam Smith’ten bu yana süregelen büyük hatalardan birini, yani ücretlerin yükselmesi kârları indirmek yerine,
metaların fiyatını yükseltir [görüşünü
-ç.]
yıkmıştır. Bu, gerçekte
değerler kavramının içinde zaten ifadesini bulmaktadır ve değerin maliyet fiyatına dönüşmesi bunu hiçbir biçimde değiştirmez; çünkü, bu, yalnızca farklı üretim alanlarındaki farklı sermayelerin çeşitli üretim dallarındaki
toplam sermaye tarafından sağlanan artı-değerin dağılımını etkiler. Ama Ricardo’nun bu noktayı vurgulaması ve hatta tersini kanıtlaması önemlidir. Bu nedenle, bölüm I’in
VI. kesiminde şöyle derken haklıdır:
“Bu konudan ayrılmadan önce, Adam Smith’in ve onu izleyen yazarların bildiğim kadarıyla tümünün, emek fiyatındaki artışı, aynı tarzda, tüm metaların fiyatındaki artış izler düşüncesini koruduklarını söylemek doğru olur” [agy, s. 45].
(Bu, Adam Smith’in değer konusundaki ikinci açıklamasına uygun düşer; bu açıklamaya göre, değer, bir metanın satın alabileceği emek miktarına eşittir.)
“Umarım, böyle bir görüşün hiçbir dayanağı olmadığını; yalnızca fiyatın ölçüldüğü dolaşım aracına göre daha az sabit sermaye kullanılan metaların (fiyatının -ç.] arttığını” (burada göreli değer, değerin para olarak ifadesine eşittir) “ve daha fazla [sabit sermaye kullanılan metaların -ç.] fiyatlarının, ücretler arttığı zaman pozitif olarak düştüğünü göstermeyi başarmışımdır. Bunun tersine, eğer ücretler düşerse, fiyatın ölçüldüğü dolaşım aracına göre, yalnızca kendilerine daha az oranda sabit sermaye harcanmış olan metaların [fiyatı -ç.] düşer; daha fazla [sabit sermaye harcananların -ç.] fiyatı pozitif olarak artar” (agy, s. 45).
Paranın fiyatı sözkonusu olduğu zaman, bu
yanlış görünüyor. Altının
değeri, hangi nedenlerle olursa olsun, artar ya da eksilirse, altınla hesaplanan tüm metaları aynı ölçüde etkiler. Altın kendi değişebilirliğine karşın, böylece, göreli olarak değişmeyen bir değişim aracını temsil ettiği için, altınla ifade edilen
sabit sermayeyle [sayfa 186] döner sermayenin herhangi bir göreli bileşiminin, metalara gön;, misil bir farklılık yaratabileceği hiç açık değildir. Ama bu, Ricardo’nun, para, bir dolaşım aracı olarak hizmet gördüğü ölçüde, metalarla bir meta olarak değişilir biçimindeki
yanlış varsayımından ileri gelmektedir. Metalar, altın onları dolaşıma sokmadan önce altınla değerlendirilirler. Varsayalım ki, dolaşım aracı, altın yerine buğday olsun. Örneğin eğer ücretlerdeki bir artış sonucu, içine, değişmeyen sermayeye göre, ortalama değişen sermayeden daha fazla giren buğdayın, bir meta olarak, üretim fiyatında bir artış olursa, o zaman tüm metalar daha yüksek bir “göreli değer”e sahip hale gelen buğdayla değerlendirilmiş olur. İçine daha fazla sabit sermaye giren metalar, eskisine göre daha az buğdayla ifade edilir — özgül fiyatları buğdaya göre düştüğü için değil, fiyatları genel olarak düştüğü için. Buğday gibi –birikmiş emeğe bakışla– daha çok [canlı] emek içeren bir meta, kendi [fiyat] artışını, buğdaya oranla fiyatı düşen bir metaya göre daha fazla ||542| buğdayla ifade ederek gösterir. Buğdayın fiyatını artıran nedenler, örneğin giysi fiyatını da artıran nedenlerin aynısı ise, o zaman, giysi, eskisine göre daha fazla buğdayla ifade edilmesine karşın, fiyatı buğdaya göre düşen [metalar] örneğin pamuk daha az buğdayla ifade edilir. Pamuğun ve giysinin fiyatı arasındaki farkı ifade eden dolaşım aracı buğday olur.
Ancak Ricardo’nun kastettiği biraz farklı. Onun kastettiği şu: Ücretlerdeki artış nedeniyle buğday pamuğa göre artmıştır, ama giysiye göre değil. Böylece giysi buğdayla eski fiyattan değişilir, oysa pamuk buğdaya karşı daha yüksek fiyattan değişilir. İngiltere’deki ücret fiyatlarındaki oynamaların, örneğin ücretlerin artmadığı Kaliforniya’da altının maliyet fiyatını değiştireceği varsayımı, kendi içinde bütün bütün saçmadır.
Değerlerin, emek-zamanıyla aynı düzeye getirilmesi ve daha az ölçüde de olsa,
maliyet fiyatlarının genel bir kâr oranıyla aynı düzeye getirilmesi, bu doğrudan biçimiyle farklı ülkeler arasında cereyan etmez. Ama, buğdayı, ülke içinde üretilen bir ürünü alalım. Diyelim ki, buğdayın bir. quarteri 40 şilinden 50 şiline çıkmıştır, yani %25 artmıştır. Eğer giysi de %25 arttıysa, o zaman, eskisi gibi 1 quarter buğday değerindedir. Eğer pamuk %25 düştüyse, o zaman eskiden 1 quarter değerimle olan belli miktarda pamuk şimdi 6 bushel buğday değerindedir.
[73] Ve bu buğdayla ifade ediş, tam da pamuk ve giysi fiyatlarının oranını temsil eder, çünkü her ikisi aynı dolaşım aracıyla, 1 quarter buğdayla ölçülmektedir.
Öte yandan, bu bakış açısı bir başka bakımdan da saçmadır. Değer ölçüsü olarak ve dolayısıyla para olarak hizmet eden metanın
[sayfa 187] fiyatı da hiçbir biçimde mevcut değildir; çünkü aksi halde, para olarak hizmet eden metadan ayrı olarak para olarak hizmet eden ikinci bir metaya daha –
çifte değer ölçüsüne– gerek duyarım. Paranın göreli değeri, tüm metaların sayısız fiyatında ifade edilmiştir; metanın değişim-değerinin parayla ifade edildiği bu fiyatların her birinde, paranın değişim-değeri, metanın kullanım-değeriyle ifade edilmiştir. Bu nedenle, paranın
fiyatında bir artma ya da düşmeden söz edilemez. Şöyle diyebilirim: Paranın, buğday ya da giysi cinsinden fiyatı aynı kalmıştır; pamuk cinsinden fiyatı artmıştır ya da aynı kapıya çıkmak üzere, pamuğun para-fiyatı düşmüştür. Ama paranın
fiyatı artmıştır ya da eksilmiştir diyemem. Ne var ki Ricardo gerçekte, örneğin paranın pamuk cinsinden değerinin arttığında ya da pamuk fiyatının para cinsinden düştüğünde ısrarlıdır; çünkü paranın göreli değeri pamuğun fiyatına göre artmıştır, oysa aynı değeri giysi ya da buğday karşısında korumuştur. Böylece ikisi
eşit olmayan bir ölçü ile ölçülmektedir.
“
Değerin Değişmeyen ölçüsü Hakkında”ki bu VI. kesim [agy, s. 41] “değerin ölçümü”nü ele alır, ama önemli herhangi bir şey içermez. Değerle, onun yapısındaki ölçütle –yani emek-zamanıyla– meta değerleri için bir
dışsal ölçü gereği arasındaki bağlantıyı anlamamıştır; hatta bir sorun olarak bile ortaya atmış değildir.
Bu kesimin hemen baş kısmı, konunun yapay biçimde ele alındığını gösterir.
“Metaların göreli değeri çeşitlilik gösterince, hangilerinin gerçek değerce düştüğünü, hangilerinin yükseldiğini belirleyecek bir araca sahip olmak arzuya şayandır ve bu, onları, kendisi öteki metaların karşı karşıya bulunduğu dalgalanmalardan hiçbirinden etkilenmeyen, değişmez, standart bir ölçüyle karşılaştırarak sağlanabilir” (agy, s. 41-42). Ne var ki”... aynı değişimlere maruz olmayan hiçbir meta yoktur ... yani, üretimi için daha çok ya da daha az emek gereksinimine konu olmayan hiçbir [meta -ç.] yoktur” (agy, s. 42).
Eğer böyle bir meta olsaydı bile,
ücretlerdeki artış ya da eksilişler, sabit ve döner sermayelerin farklı kombinasyonları, kullanılan sabit sermayenin farklı dayanıklılık derecesi ve metanın pazara getirilebilmesi için geçmesi gereken zaman süresinin [farklılığı] o metanın
“... tüm öteki şeylerdeki değişmeleri doğruca belirleyebilecek mükemmel bir değer ölçüsü” olmasını engeller. “Kendisiyle aynı koşullar altında üretilen tüm şeyler için mükemmel bir ölçü olur, ama başkaları için değil” (agy, s. 43).
Bu şu demektir, eğer [ikinci grup] “
şeyler”in fiyatı değişmişse (para değerinin artmış ya da azalmış olmaması koşuluyla) bu
[sayfa 188] değişikliklere “
değerleri”deki, üretimleri için gerekli emek-zamanındaki artış ya da azalışın neden olduğunu söyleyebiliriz. Öteki şeylere gelince, onların para fiyatlarındaki “değişmelerin,
başka nedenlerden, vb. ileri gelip gelmediğini bilemeyiz. Pek tatmin edici olmayan bu soruna daha sonra yeniden döneceğiz. (Para teorisinin daha sonraki bir revizyonu sırasında.)
Bölüm I, kesim VII. “Göreli” ücretler, kârlar ve rantlar konusunda önemli öğreti dışında –ki bu konuya daha sonra döneceğiz–
bu kesim, para değerindeki bir artış ya da eksiliş ve buna eşlik eden bir ücret artışı ya da eksilişinin, ilişkileri değiştirmeyeceği, yalnızca onların
parasal İfadesini değiştirdiği biçimindeki teoriden başka bir şeyi kapsamaz. Eğer aynı meta bir misli sterlinle ifade edilirse, onun, kâra, ücretlere ve ranta ayrışan parçaları da bir misli sterlinle ifade edilir. Ama bu üçünün birbirine oranı ve temsil ettikleri
gerçek değerler aynı kalır. Aynı şey, kâr bir misli sterlinle ifade edildiği zaman da geçerlidir — o zaman 100 sterlin 200 sterlinle temsil edilir, öyle ki kârla sermaye arasındaki oransal ilişki, kâr oranı, aynı kalır. Parasal ifadedeki değişiklikler kâr ve sermayeyi eşzamanlı etkiler; ücretler ve rant için de aynıdır. Bu rant için de geçerlidir — elbette acre üzerinden değil, ama tarımda yatırılan sermaye, vb. üzerinden hesap edildiği sürece. Kısacası, bu durumda değişme metalarda değildir.
“Bu nedenden ileri gelen bir ücret artışını gerçekten hiç şaşmaksızın, metaların fiyatındaki bir artış izleyecektir; ama böyle durumlarda emekle tüm metaların birbiri karşısında değişmediği ve değişikliğin parayla sınırlı kaldığı görülecektir” (agy, s. 47).
[5. Ortalama Fiyatlar ya da Maliyet Fiyatları ve Pazar Fiyatları]
[a) Sunuş Niteliğinde Bazı Düşünceler:
Bireysel Değer ve Pazar Değeri; Pazar Değeri ve Pazar Fiyatı]
||543| “
Rant Hakkında”ki II. bölümde, farklılık rantı teorisini geliştirirken Ricardo şu tezi öne sürer:
“Tüm metaların, ister imal edilsin, ister madenden çıkarılsın, ister toprağın ürünü olsun, hepsinin değ irilebilme değeri, özellikle kendine özgü üretim kolaylıklarına sahip olanların yararlandığı oldukça elverişli koşullar altında, üretimleri için yeterli olacak daha az miktar emekle değil, ama her zaman, bu tür kolaylıklara sahip olmayanların, o ürünlerin üretimi için zorunlu olarak harcadıkları daha büyük miktardaki emeğe göre düzenlenir; en elverişsiz koşullarda onları üretmeyi sürdürenlerce belirlenir; en elverişsiz [sayfa 189] koşullar [derken -ç.] kastedilen” (eski fiyattan) “gerek duyulan ürün miktarının üretimi sürdürmeyi gerektirdiği en elverişsiz koşullardır” (agy, s. 60-61).
Son tümce bütünüyle doğru değil. “
Gereksinilen ürün miktarı”, sabit bir büyüklük değildir. [Şöyle demek doğru olurdu:]
Belli fiyat sınırları içinde gereksinilen belli bir miktar ürün. Eğer fiyat bu sınırların üstüne çıkarsa o zaman “
gereksinilen miktar”
taleple birlikte düşer.
Yukarda ortaya atılan tez, genel çerçevede şöyle ifade edilebilir: Belli bir üretim alanının ürünü olan metanın değerini, o üretim alanındaki her bir kapitalistin ya da
işverenin gereksindiği belirli emek-zamanı değil, o üretim alanına ait olan metaların
tümünün toplamını, bütününü üretmek için gereksinilen emek [miktarı
-ç.] belirler. Bu belirli üretim alanındaki, örneğin pamuklu üretimindeki genel üretim koşulları ve emeğin genel üretkenliği bu alandaki, pamuklu üretimindeki ortalama üretim koşullarıdır ve ortalama üretkenliktir. Bu nedenledir ki, örneğin bir yarda pamuklunun [değerini] belirleyen emek miktarı, onun içerdiği emek miktarı yani
imalatçısının ona harcadığı emek miktarı değildir; tüm pamuklu imalatçılarının pazar için
bir yarda pamukluyu ürettiği ortalama emek miktarıdır. Bireysel kapitalistlerin, örneğin pamuklu üretimindeki kapitalistlerin üretim yaptığı belirli koşullar kaçınılmaz olarak üç kategoriye ayrılır. Bazıları
ortalama koşullarda üretim yaparlar, yani kendi üretim koşulları, o alandaki
genel üretim koşullarıyla çakışır. Ortalama koşullar, onların
fiilî koşullarıdır. Onların emek üretkenliği ortalama düzeydedir. Onların metalarının
bireysel değeri, metaların
genel değeriyle çakışır. Örneğin, bir yarda pamukluyu 2 şilinden –ortalama değerinden– satarlarsa, o zaman ürettikleri yardanın
in natura temsil ettiği
değerden satmış olurlar. Bir ikinci kategori, ortalamadan
daha iyi koşullarda üretir. Onların metalarının
bireysel değeri, genel değerin
altındadır. Metalarını genel değerden satarlarsa bireysel değerinin
üzerinde satmış olurlar. Son olarak, üçüncü bir kategori, ortalamanın
altındaki üretim koşullarında üretim yaparlar.
Şimdi, bu belirli üretim alanından “
gereksinilen ürün miktarı”,
sabit bir büyüklük değildir. Eğer metaların değeri, ortalama değerin üzerinde belli sınırları aşarsa, “
gereksinilen ürün miktarı”
düşer — yani bu miktar
yalnızca belli bir fiyatta ya da en azından belli fiyat sınırları içinde gereksinilir. Şu halde, daha iyi konumdaki kategori ürünlerini her zaman bireysel değerinin
üzerinde satarken, anılan son kategorinin, metalarını bireysel değerinin
[sayfa 190] altında satması
olasıdır. Kategorilerden hangisinin ortalama değer üzerinde belirleyici etki yapacağı, kategorilerin sayısal oranına ya da oransal büyüklüğüne bağlıdır.
[74] Sayısal olarak orta kategori, ötekilere büyük ölçüde ağır basarsa, [ortalama değeri] o belirleyecektir. Eğer bu grup sayıca zayıfsa ve
ortalama koşulların altında çalışan grup sayıca güçlü ve başatsa, o zaman bu alandaki ürünün genel değerini o grup belirler; ama bu, sonuncu grupta
en kötü konumda olan bireysel kapitalistin belirleyici öğe olduğu anlamına gelmez; hatta bu hiç olası değildir. (Bkz: Corbet.)
[75]
Ama bunu bir yana bırakalım. Genel sonuç şudur: Bu grubun ürünlerinin
genel değeri –her bir bireysel metanın değeri karşısında hangi konumda olursa olsun– hepsi için
aynıdır. Bu
ortak değer, bu metaların
pazar değeridir — pazarda kendilerini gösterdikleri değerdir. Parayla ifade edildiğinde bu pazar değeri,
pazar fiyatıdır; genelde parayla ifade edilen değerin fiyat olması gibi. Fiilî pazar fiyatı bu pazar değerinin kah üzerindedir, kah altındadır, onunla çakışması yalnızca bir raslantıdır. Ancak belli bir süre geçince, dalgalanmalar birbirini götürür ve fiilî pazar fiyatları ortalamasının,
pazar değerini temsil eden
pazar fiyatı olduğu söylenebilir. Belli bir anda, fiilî pazar fiyatı, bu pazar değerine büyüklük olarak, yani
nicelik olarak uysa ya da uymasa bile, her durumda onun
nitel karakterini paylaşır, yani pazarda bulunan aynı üretim alanından gelme tüm metalar (kuşkusuz aynı kalitede oldukları varsayılarak)
aynı fiyatı taşırlar, yani pratikte, bu alana ait metaların
genel değerini temsil ederler.
||544| Dolayısıyla, Ricardo’nun, kendi rant teorisi açısından öne sürdüğü yukardaki tezini, onun havarileri, aynı pazarda aynı zamanda
farklı iki pazar fiyatı olamayacağı; ya da pazarda aynı zamanda bulunan
aynı tür ürünlerin
aynı fiyatı mı ya da –bu fiyatın raslansal özelliklerini burada bir kenara bırakabileceğimize göre–
aynı pazar değerini taşıyacağı biçiminde yorumlamışlardır.
Demek ki, bir ölçüde kapitalistler arasındaki, bir ölçüde onlarla meta alıcıları arasındaki, ve bir ölçüde de meta alıcılarının kendi aralarındaki rekabet, belirli bir üretim alanındaki her bireysel metanın değerini,
o belirli toplumsal üretim alanına ait toplam metalar kitlesinin gereksindiği toplam
toplumsal emek-zamanı kitlesinin belirlemesini sağlar;
ayrı metaların bireysel değerlerinin ya da bireysel metanın
belli bir üreticiye ya da satıcıya malolduğu emek-zamanının belirlemesini değil. Ancak bundan şu çıkar: Koşullar ne olursa olsun —üretim koşulları, ortalamaya göre daha elverişli olan— birinci gruptaki kapitalistler, fazladan bir kâr sağlarlar; başka deyişle, kârları, bu alandaki genel kâr oranının
üstündedir. [sayfa 191] Öyleyse rekabet, belli bir üretim alanı
içinde kârları eşitleyerek pazar değerini ya da
pazar fiyatını ortaya çıkarmaz. (Bu araştırmanın amacı bakımından, [pazar değeri ile pazar fiyatı arasındaki] ayrımın önemi yoktur; çünkü,
pazar fiyatı ile
pazar değeri arasındaki oransal ilişki ne olursa olsun,
üretim koşullarındaki farklılık –
ve dolayısıyla da kapitalist bireyler için
farklı kâr oranları– sürer.)
Tam tersine burada rekabet,
bireysel kârlar yani kapitalist bireylerin kârları
arasındaki farklara ve bu alandaki
ortalama kâr oranından sapmalara izin vererek,
farklı bireysel değerleri, aynı,
eşit, farklılaşmamış pazar değerine eşitler. Hatta eşit olmayan üretim koşullan altında üretilmiş metalar için
aynı pazar değerini yerleştirerek farklılıklar yaratır; bundan ötürü, eşit olmayan emek üretkenliği sonucu, metalar bireysel
eşit olmayan emek-zamanı miktarlarını temsil ederler.
Daha elverişli koşullar altında üretilen meta, daha az lehte koşullar altında üretilene göre daha az emek-zamanı içerir, ama aynı fiyattan satılır ve öyle olmadığı halde sanki aynı emek-zamanını içeriyormuşçasına aynı değere sahip olur.
[b) Ricardo’nun, Pazar Değerinin Oluşumu Süreciyle Maliyet Fiyatlarının
Oluşumunu Birbirine Karıştırması]
Ricardo rant teorisini kurabilmek için, rekabetin yalnızca
farklı değil ama aynı zamanda
çelişkin etkilerini ifade eden iki önermeye gerek duyar. Birincisine göre, aynı alanın ürünleri,
bir ve aynı pazar değerinden satılırlar, bu nedenle rekabet farklı
kâr oranlarını, yani genel kâr oranından sapmalar olmasını zorlar, ikincisine göre,
kâr oranı, her sermaye yatırımı için
aynı olmak durumundadır, yani rekabet,
genel bir kâr oranı yaratır. Birinci yasa,
aynı üretim alanında yatırılmış çeşitli bağımsız sermayelere ilişkindir. İkincisi, üretimin
farklı alanlarında yatırılmış sermayelere ilişkindir. Birinci hareketiyle rekabet, –her ne kadar o
özdeş değer farklı kârlara yol açmak durumundaysa da–
pazar değerini, yani aynı üretim alanının metaları için
aynı değeri yaratır; böylece, farklı
kâr oranlarına karşın ya da farklı kâr oranları yoluyla aynı değeri yaratır. İkinci hareket (ki, yeri gelmişken söyleyelim, farklı bir biçimde ortaya çıkar; yani
farklı alanların kapitalistleri arasındaki rekabet sermayeyi bir alandan ötekine fırlatıp atarken, öteki rekabet, eğer alıcılar arası bir rekabet değilse,
aynı alanın sermayeleri arasında cereyan eder) rekabetin
maliyet fiyatını, başka deyişle, üretimin çeşitli alanlarında
aynı kâr oranını –her ne kadar bu
özdeş kâr oranı, değerlerin eşitsizliğine ters ise de ve bu yüzden
[sayfa 192] ancak delerlerden
farklı olan fiyatlar tarafından yaratılabilirse de yaratmasını sağlar.
Ricardo, rant teorisi için bu önermelerin her ikisine de –yani
eşit olmayan kâr oranıyla eşit değer ya da fiyat ve
eşit olmayan değerlerle eşit
kâr oranı– gereksinim duyduğu için çok dikkat çekicidir ki, bu ikili belirlemeyi algılamaz ve hatta, her ne kadar yukarda alıntılanan parçada
, pazar fiyatını,
farklılık rantını rant biçiminde somutlaşan artı-kârları açıklamak için temel olarak kullanıyorsa da “
Doğal Fiyat ve Pazar Fiyatı Hakkında”ki bölüm IV’te
pazar fiyatına ex professo eğildiği kesimde
pazar fiyatıyla ve
pazar değeriyle hiç ilgilenmez. ||545| Tersine burada yalnızca
farklı üretim alanlarındaki fiyatların, maliyet fiyatlarına ya da
ortalama fiyatlara indirgenişini ele alır yani farklı üretim alanlarının pazar değerleri arasındaki ilişkilerle ilgilenir, her bir alandaki pazar değerinin kurulmasıyla değil; ve bu kurulmadıkça da pazar değeri hiçbir biçimde varolamaz.
Her bir belli alanın
pazar-değerleri ve dolayısıyla her bir belli alanın
pazar fiyatları (eğer pazar fiyatı “
doğal fiyat”la çakışırsa, başka deyişle, yalnızca, değeri para biçiminde temsil ederse)
farklı alanlarda [yatırılmış
-ç.] eşit büyüklükteki sermayelere karşılık –bu sermayelerin farklı dolaşım süreçlerinden kaynaklanan farklı [kâr oranlarından
-ç.] ayrı olarak– çok farklı kâr oranları ortaya çıkarabilir; değişen ve değişmeyen sermayeleri çok eşitsiz oranlarda kullanabilir ve dolayısıyla çok eşitsiz artı-değerler, onun sonucu olarak da çok eşitsiz kârlar bırakabilir. Farklı üretim alanlarında
aynı kâr oranının üretilmesi ve eşit büyüklükteki sermayelerin eşit ortalama kâr bırakması için, çeşitli pazar değerlerinin aynı düzeye getirilmesi, dolayısıyla, yalnızca,
pazar değerlerinin, fiilî değerlerden farklı olan
maliyet fiyatlarına dönüştürülmesiyle olanaklıdır.
Rekabetin,
aynı üretim alanı içinde sağladığı şey,
belli bir alandaki metanın değerinin, onun için gereksinilen ortalama emek-zamanıyla belirlenmesidir; yani
pazar değerinin yaratılmasıdır. Rekabetin,
farklı üretim alanları içinde sağladığı şey ise, farklı pazar değerlerini, pazar fiyatlarıyla –ki bunlar fiilî pazar değerlerinden farklı olan
maliyet fiyatlarıdır– aynı düzeye getirmek suretiyle,
farklı alanlarda aynı genel kâr oranını yaratmaktır. Bu ikinci durumdaki rekabet, hiçbir biçimde, metaların fiyatlarını değerlerine benzeştirme eğilimi göstermez; tam tersine metaların değerlerini,
[sayfa 193] o değerlerden farklı olan maliyet fiyatlarına indirgeme, molaların değerleriyle maliyet fiyatları arasındaki farklılıkları ortadan kaldırma eğilimi gösterir.
Ricardo’nun bölüm IV’te incelediği, yalnızca bu ikinci tür süreçtir ve çok gariptir, bu süreci, meta fiyatlarının –rekabet yoluyla– değerlerine indirgenmesi olarak görür;
pazar fiyatının (değerden farklı olan fiyatın)
doğal fiyata (parayla ifade edilen değere) indirgenmesi olarak görür. Ne var ki bu gaf, maliyet fiyatı ile değeri özdeşlediği
“
Değer Hakkında”ki bölüm I’de yaptığı yanlışlıktan kaynaklanmıştır; bu özdeşleme ise, henüz yalnızca “değer”i açıklamakla ilgilendiği, bu nedenle de yalnızca “
meta”
ile ilgilenmesi gerektiği noktada,
genel kâr oranına ve daha gelişkin kapitalist üretim ilişkilerinden kaynaklanan koşullara dalmasından ileri gelmiştir.
Bu nedenle Ricardo’nun bölüm IV’teki tüm yöntemi oldukça yapaydır. “Arz ile talep arasındaki dalgalı ilişkiler nedeniyle metaların “
fiyatında [gözlenen
-ç.]
raslansal ve geçici oynamalar ...”dan (agy, s. 80) yola çıkar.
“Fiyatın yükselmesi ya da düşmesi sonucu kârlar, ya genel düzeylerinin üstüne çıkar ya altına çekilir ve sermaye, oynamanın geçtiği belirli kullanım [alanına -ç.] ya girmeye teşvik edilir, ya oradan ayrılması için uyarılır” (agy, s. 80).
Görüldüğü gibi, farklı üretim alanları arasında, “
belirli kullanımlar arasında yaygın olan
genel kâr düzeyi, işin başından, daha burada esasen varsayılmış bulunuyor. Oysa her şeyden önce, [sermayenin
-ç.] aynı kullanım [alanında
-ç.]
genel fiyat düzeyinin, farklı kullanım [alanlarında
-ç.]
genel kâr düzeyinin nasıl ortaya çıktığını araştırması gerekirdi. O zaman, ikinci operasyonun, her yönde sermaye hareketleri olmasını zaten öngörmüş olduğunu anlardı; rekabetin,
toplumsal sermayenin tümünü, farklı kullanım alanları arasında dağıttığını görürdü. Bir kez farklı [üretim
-ç.] alanlarında, pazar değerlerinin ya da ortalama pazar fiyatlarının
maliyet fiyatlarına indirgendiği ve aynı ortalama kâr oranı getirdiği kabul edilince (ki bu, ancak, toprak mülkiyetinin işe karışmadığı alanlarda sözkonusudur; işe karıştığı yerde ise –aynı alan içinde– rekabet fiyatı değere ve değeri, pazar fiyatına çevirebilir, ama pazar fiyatını maliyet fiyatına indirgeyemez) pazar fiyatının maliyet fiyatından ısrarlı sapmalar göstererek, belli alanlarda onun üstüne çıkması ya da altında kalması,
toplumsal sermayenin yeni göçlerine ve yeni dağılımlarına neden olacaktır. İlk göç,
değerlerden farklılık gösteren
maliyet fiyatlarını kurmak için olacaktır. İkinci göç, fiilî pazar fiyatları maliyet fiyatlarının
[sayfa 194] üzerine çıkar-yıkmaz ya da altına düşer-düşmez, onları aynı düzeydi? eşitlemek üzere ortaya çıkacaktır. Birincisi değerlerin, maliyet fiyatlarına dönüşümüdür. İkincisi, o anda çeşitli alanlardaki fiilî ||546| pazar fiyatları, şimdi artık –her ne kadar değerden farklıysa ve yalnızca
toplumsal hareketin sonucuysa da–
doğal fiyat olarak beliren maliyet fiyatlarının çevresinde döner.
Ricardo’nun incelediği ve zaman zaman bilinçsizce birbirine karıştırdığı [bu iki hareketten
-ç.]
daha yapay olan ikincisidir. Kuşkusuz her ikisini de ortaya çıkaran “
aynı ilke”dir; yani
“Sermayesini, gönlünün istediği yerde kullanmakta özgür olan her insan, doğal olarak, bu sermaye için en yararlı olan kullanımı araştırır” ilkesidir; “eğer sermayesini başka yere kaydırarak %15 kâr elde edecekse, %10 kârdan doğal ki hoşnut olmayacaktır. Sermaye sahiplerinin hepsindeki dinmek bilmez o arzu, daha yararlı iş için daha az kârlı olanı bırakma arzusu, hepsinin kâr oranlarını eşitleme ya da tarafların hesapları çerçevesinde, birinin öteki karşısında sahip olabileceği ya da sahip göründüğü herhangi bir üstünlüğü tazmin edecek oranlarda saptama eğilimini taşır” (agy, s. 81).
Bu eğilim, toplam toplumsal emek-zamanı kitlesini, toplumsal gereksinime göre,
çeşitli üretim alanları arasında dağıtıcı bir etkiye sahiptir. Bu yolla, farklı üretim alanlarındaki değerler maliyet fiyatlarına dönüştürülürler ve öte yandan belli [üretim
-ç.] alanlarındaki fiilî fiyatların maliyet fiyatlarından farklılıkları aynı düzeye getirilir.
Bütün bunların hepsi Adam Smith’in çalışmasında var. Ricardo da şöyle diyor:
“Hiçbir yazar, üretilen malları üretmenin ve pazara getirmenin gerektirdiği, alelade kârlar dahil olmak üzere tüm masrafları, fiyatıyla” (yani maliyet fiyatıyla) “karşılamayan kullanım [alanlarından -ç.] sermayenin ayrılma eğilimini, Dr. Smith’ten daha doyurucu ve daha yetkin biçimde gösterebilmiş değildir” (agy, s. 342, dipnot).
Yaptığı
gafa, genelinde, Adam Smith’i bu açıdan
eleştirme eksikliğinin neden olduğu Ricardo’nun başarısı,
sermayenin bir alandan ötekine göçünü, daha doğrusu bunun oluş biçimini daha tam göstermesindedir. Ne var ki, bunu yapabildiyse, bu, kredi sisteminin onun zamanında, Adam Smith’e göre daha gelişmiş olmasından ötürüdür. Ricardo şöyle diyor:
“Bu değişikliğe neden olan adımları [geriye doğru -ç.] izlemek herhalde çok güçtür: Bir olasılıkla, buna, [sermayesinin -ç.] kullanım [alanını -ç.] tümden değiştirmeyen, ama bu kullanım [alanındaki -ç.] sermayesinin yalnızca miktarını azaltan bir imalatçı neden olmuştur. Tüm zengin ülkelerde para sınıfı denen sınıfı oluşturan [sayfa 195] bazı kişiler vardır; bu insanlar herhangi bir işe girişmemişlerdir, paralarının faiziyle geçinirler; paralarını senetlerini kırmakla ya da toplumun daha çalışkan kesimine borç vermekte kullanırlar. Bankerler de büyük bir sermayeyi aynı amaçla kullanırlar. Böyle kullanılan sermaye, büyük miktara varan bir döner sermayeyi oluşturur ve ülkedeki farklı işlerin tümü tarafından büyük ya da küçük oranlarda kullanılır. Ne kadar zengin olursa olsun, herhalde hiçbir imalatçı yoktur ki, işini yalnızca kendi fonlarının elverdiği kadarıyla sınırlasın: metalarına yönelik talep hareketine göre azalan ya da artan oranlarda, bu yüzer sermayenin bir parçasını her zaman kullanır. İpeğe yönelik talep arttığı kumaşa olan talep azaldığı zaman kumaş üreticisi sermayesiyle birlikte ipek işine girişmez, ama işçilerinden bir kısmını işten çıkarır, bankalardan ve para sahibi insanlardan ödünç istemine son verir; bu arada ipek imalatçısının durumu bunun tam tersidir: [...] o daha fazla borçlanır ve böylece, imalatçının olağan işini bırakmasına gerek olmaksızın, sermaye bir kullanım [alanından -ç.] ötekine aktarılmış olur. Büyük bir kentin pazarlarına baktığımız ve kapristen ya da zevkten veya nüfustaki bir değişiklikten kaynaklanan talep değişikliğinin her koşulunda, çoğu zaman, bol bir arzın neden olduğu aşırı mal doygunluğuna ya da arzın talebe eşit olmayışından ileri gelen aşırı yüksek fiyata yol açmaksızın, o pazarların yerli ve yabancı mallarla, gerekli buldukları miktarda nasıl duyurulduğunu gördükten sonra, itiraf etmeliyiz ki, sermayeyi her işe tam istendiği miktarda tahsis eden ilke, sanıldığından da etkindir” (agy, s. 81-82).
Demek ki, tüm kapitalist sınıfın sermayesini her bir üretim alanının emrine, belli bir alandaki kapitalistlere ait sermaye oranında değil, ama onların üretim gereksinimleri oranında veren mekanizma
kredidir — oysa rekabette her bireysel sermaye birbirinden bağımsız görünür. Kredi, kapitalist üretimin hem koşulu, hem sonucudur ve bu nokta, bize,
sermayeler arası rekabetten, kredi olarak sermaye konusuna rahatça geçme olanağını veriyor.
[c) Ricardo’nun iki Farklı “Doğal Fiyat” Tanımı.
Emek Üretkenliğindeki Değişikliklerin Maliyet Fiyatında Yol Açtığı
Değişiklikler]
Bölüm IV’ün başında Ricardo, doğal fiyat [teriminden
-ç.] metaların
değerini, yani göreli emek-zamanı tarafından belirlenen
fiyatını ve
pazar fiyatı [teriminden
-ç.], bu doğal fiyat ya da değerden
raslansal ve
geçici sapmaları anladığını söyler ||547|. Bölümün daha ilerdeki bölümleri boyunca ise,
doğal fiyat [teriminden
-ç.], çok daha farklı bir şeyi, adıyla söylersek, değerden farklı olan
[sayfa 196] maliyet fiyatım anlar — ve bu noktada çok açıktır. Böylece de rekabetin, değeri maliyet fiyatına nasıl dönüştürdüğünü yani
değerden sürekli sapmalar yarattığını göstermek yerine, Adam Smith’i izleyerek,
farklı işlerdeki pazar fiyatlarını nasıl maliyet fiyatlarına indirgediğini gösterir.
Bu bağlamda bölüm IV şöyle başlar:
“Emeği, meta değerinin temeli yaparken ve metaların üretimi için gerekli olan karşılaştırılabilir emek miktarım, metaların birbiriyle değişilmesinde, karşılıklı olarak verilecek miktarlarını belirleyen kural olarak kabul ederken, metaların fiilî fiyatının ya da pazar fiyatının, bundan, yani birincil ve doğal fiyatından raslansal ve geçici sapmalarını yadsıdığımız sanılmamalıdır” (agy, s. 80).
Demek ki, buna göre,
doğal fiyat,
değere eşittir ve pazar fiyatı, fiilî fiyatın değerden sapmasından başka bir şey değildir. Buna karşılık:
“Varsayalım ki tüm metalar doğal fiyattadırlar ve bunun sonucu olarak, her kullanım [alanında -ç.] sermayenin kârlan tamı tamına aynı orandadır ya da tarafların tahmini çerçevesinde, sahip oldukları ya elden kaçırdıkları gerçek ya da hayal ürünü herhangi bir üstünlük kadar fark gösterir” (agy, s. 83).
Burada, bu çerçevede,
doğal fiyat, maliyet fiyatına, eşittir; yani –her ne kadar farklı üretim alanlarındaki sermayelerin ürettiği
eşit meta değerleri, çok
eşitsiz artı-değerler ve dolayısıyla çok
eşitsiz kârlar üretirlerse de– kâr ile metanın içinde somutlaşan [sermaye
-ç.] öndelikleri arasındaki oransal ilişkinin aynı olduğu fiyata eşittir. Eğer fiyat aynı kârı bırakacaksa, o zaman demek ki, metanın değerinden farklı olmalıdır. Öte yandan, metaya,
sabit sermayenin daha büyük ya da daha küçük bir parçasının girişine göre eşit büyüklükteki sermayeler,
hiç eşit olmayan değerde metalar üretebilirler. Döner sermayeleri incelerken bu konu üzerinde daha genişçe duracağız.
Demek ki Ricardo, rekabet yoluyla eşitlemeden, yalnızca, fiilî fiyatların ya da fiilî pazar fiyatlarının
maliyet fiyatları çevresinde ya da
değerden farklı olan doğal fiyat çevresinde dolanmasını ve
farklı üretim dallarındaki pazar fiyatının, genel maliyet-fiyatlarıyla yani farklı işlerdeki gerçek değerlerden farklı olan fiyatlarla aynı düzeye getirilmesini anlıyor:
“Şu durumda, her kapitalistin, kendi fonlarını az kârlı bir alandan daha kârlı bir alana çevirme arzusudur ki, metaların pazar fiyatının, uzunca bir zaman boyunca, kendi doğal fiyatının çok üstünde ya da çok altında sürüp gitmesini engeller. Rekabet, metaların değişebilir değerini” (ve ayrıca farklı gerçek değerleri) “öylesine ayarlar ki, o metaların üretimi için gereksinilen emeğin ücretini [sayfa 197] ödedikten ve kullanılan sermayeyi ilk günkü etkinliğinde tutmak için gereken tüm öteki harcamaları yaptıktan sonra, geri halan değer ya da fazlası, her bir işte kullanılan sermayenin değeriyle orantılı olur” (agy, s. 84).
Evet,
olan tamı tamına budur. Rekabet farklı işlerdeki fiyatları öyle ayarlar ki, “
geri kalan değer ya da fazlası”
, kâr,
kullanılan sermayenin değerine uygun düşer, ama metanın gerçek değerine ya da
giderler düşüldükten sonra içerdiği gerçek fazlaya değil.
Bu ayarlamayı gerçekleştirmek için bir metanın fiyatı gerçek değerinin üzerine çıkarılırken, bir metanın fiyatı kendi gerçek değerinin altına çekilmelidir. Farklı işlerdeki pazar fiyatlarını, metaların değeri çevresinde değil, ama maliyet fiyatı, yani metaların içerdiği
giderler + genel kâr oranı çevresinde dolanmaya rekabet zorlar.
Ricardo sözü sürdürüyor:
“Wealth of Nations’ın [Ulusların Zenginliği’nin] 7. bölümünde bu soruna ilişkin her şey en yetkin biçimde işlenmiştir” (agy, s. 84).
Aslında, Ricardo’yu burada yolundan saptıran şey, Smith geleneğine eleştirel olmayan bir inanç beslemesidir.
Her zamanki gibi, Ricardo bu bölümü, izleyen incelemelerinde,
pazar fiyatlarının, maliyet fiyatından raslansal sapmalarını “
... tümüyle [...] araştırma dışı [...] tutacağı”nı (agy, s. 85) söyleyerek bitirir; ama, maliyet fiyatlarıyla çakıştığı ölçüde,
pazar fiyatlarının, metaların gerçek değerinden
sürekli olarak saptığı gerçeğine hiç dikkat etmez ve değerin yerine maliyet fiyatını koyduğu gerçeğini görmezden gelir.
“
Talebin ve Arzın Fiyatlar Üzerindeki Etkisi Hakkında”ki
XXX. bölüm. Burada Ricardo, sürekli fiyatı,
talep ve arzın değil,
maliyet fiyatının belirlediği önermesini savunur; dolayısıyla, maliyet fiyatını, değerin belirleyişi ölçüsünde
değerin de sürekli fiyatı belirlediğini savunur. Meta fiyatlarının, hepsi %10 kâr bırakacak ölçüde uyarlanmış ve ayarlanmış olması koşuluyla, bu fiyatlardaki ömürlü her
değişikliği, değerlerindeki yani üretimleri için gereken emek-zamanındaki değişiklik belirleyecektir. Genel kâr oranını bu değer belirlemeye devam ettikçe, değerdeki değişiklik de maliyet fiyatlarındaki oynamaları belirlemeye devam edecektir; kuşku yok ki,
bu yolla da maliyet fiyatlarıyla değerler arasındaki farklılık ortadan kaldırılmış olmamaktadır, o da işin ayrı yanı. Ortadan kaldırılan şey yalnızca, değerle fiilî fiyat arasındaki farkın 11 548İ,
maliyet fiyatlarıyla değerler arasındaki farktan, genel kâr oranının ortaya çıkardığı farktan daha büyük olmamasıdır. Metaların değerindeki değişiklikle birlikte, maliyet fiyatları da değişir. “
Yeni bir [sayfa 198] doğal fiyat” (s. 460) oluşur. Örneğin eğer işçi, eskiden on şapka üretebildiği süre içinde şimdi yirmi şapka üretiyorsa, ve ücretler de şapkanın maliyetinin yansını oluşturuyorsa, o zaman, yirmi şapkanın
giderleri, yani
üretim maliyeti –bu maliyet ücretlerden oluştuğu ölçüde– yan yarıya düşer. Çünkü eskiden on şapka için ödenen ücretler, şimdi artık yirmi şapka için ödenmektedir. Böylece her bir şapka, ücretlere yapılan harcamanın yalnızca yarısını içerir. Şapka imalatçısı şapkaları aynı fiyattan satsaydı, maliyet fiyatının üstünde satmış olurdu. Daha önce kâr oranı %10 idiyse –belli miktarda şapka üretimi giderlerinin %50’sinin hammadde, vb. %50’sinin emek için olduğunu varsayarsak– şimdi artık %46
2/
3 olurdu. [Giderler] şimdi artık 50 hammadde ve 25 ücretlerden oluşurdu. Meta eski fiyattan satılırsa o zaman kâr 35/75 ya da 46
2/
3 olurdu. Değerdeki düşmenin sonucu olarak, yeni doğal fiyat da o ölçüde düşer ki, fiyat yalnızca %10 kâr bırakır. Değerdeki ya da metanın üretimi için gerekli emek-zamanındaki azalma, kendini,
aynı miktarda meta için daha az emek-zamanının kullanıldığı, dolayısıyla daha az
ödenmiş emek-zamanı ve daha az
ücret ödenmiş olduğu gerçeğinde ortaya koyar; ve bunun sonucu olarak maliyetler, ödenen ücretler (yani ücret
miktarı; bu,
ücret oranlarında bir düşüşü öngörmez),
her bir münferit metanın üretimi için oransal olarak düşer.
Şapka yapımının kendisinde, değerde bir değişiklik olmuşsa durum budur. Eğer aynı şey hammaddelerin ya da araç-gereçlerin üretiminde sözkonusu olsaydı, o zaman benzer biçimde, bu alanlarda
belli miktardaki ürünün üretimi için gereken ücretlerin azalmasında ifadesini bulacaktı; ama
şapka yapımcısı için, onun değişmeyen sermayesinin maliyetinin azalması anlamına gelecekti.
Maliyet fiyatları ya da “
doğal fiyatlar”
(ki, “doğa” ile hiçbir ilgisi yoktur),
metaların değerindeki bir değişiklik –burada bir düşme– sonucu olarak iki biçimde düşebilir.
[
Birincisi]
, belli miktar metanın üretimi için harcanan,
ödenmiş ve
ödenmemiş emek olmak üzere, toplam
mutlak emek miktarındaki düşmeden ötürü, bu metaların üretimi için harcanan ücretlerdeki düşme nedeniyle.
İkincisi: Emeğin üretkenliğindeki artış ya da eksiliş nedeniyle (ki, değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranı düşerse biri, geçim nesneleri ve geçim araçları pahalı hale geldiği için ücretler artarsa öteki olasıdır) artı-değerin meta değerine ya da metanın içerdiği emek değerine oranı değişirse, o zaman kâr oranı artar ya da eksilir ve
emeğin toplamı farklı biçimde bölünür.
Sonuncu durumda, üretim fiyatları ya da maliyet fiyatları,
[sayfa 199] ancak,
emek değerindeki oynamalardan etkilendiği ölçüde değişebilir. Birinci durumda emeğin değeri aynı kalır. Ancak ikinci durumda, değişen, meta
değerleri değildir, yalnızca [gerekli] emekle artı-emek arasındaki [emek
-ç.] dağılımıdır. Üretkenlikteki ve dolayısıyla,
bireysel metanın değerindeki değişiklik, bu durumda, her koşulda, sözkonusu olacaktır. Aynı sermaye, eskiye bakışla, bir durumda daha fazla meta üretecektir, ikinci de daha az. [Bu sermayenin
-ç.] içinde somutlaştığı metaların toplam oylumu
aynı değere sahip olacaktır, ama
bireysel metanın değeri farklı olacaktır. Her ne kadar ücretin değeri, metaların değerini belirlemezse de (işçinin tükettiği maddeler arasına giren) metaların değeri ücretin değerini belirler.
Üretimin değişik dallarındaki metaların maliyet fiyatları bir kez yerine oturduktan sonra, birbirleri karşısında, metaların değerindeki herhangi bir değişiklik sonucu, göreli olarak artar ya da eksilirler. Eğer emeğin üretkenliği artarsa,
belli bir metanın üretimi için gereken emek-zamanı azalır ve bu nedenle
değeri düşer; üretkenlikteki bu değişiklik, son süreçte kullanılan emekte de olsa, değişmeyen sermayede kullanılan emekte de olsa, bu metanın maliyet fiyatı, ona uygun olarak düşmek durumundadır.
Bu metaya harcanan mutlak emek miktarı azalmıştır, demek ki bu metanın içerdiği ödenmiş emek ve ona harcanan ücret miktarı da –ücret oranı aynı kaldığı halde–azalmıştır. Eğer meta eski maliyet fiyatından satılmış olsaydı, genel kâr oranından daha yüksek bir kâr bırakırdı; çünkü bu kâr, daha önce daha yüksek gidere göre %10’du. Dolayısıyla, şimdi, daha azalmış gider karşısında %10’dan fazla olurdu. Bunun tersine, emeğin üretkenliği azalırsa, metaların gerçek değerleri artar. Kâr oranı –ya da aynı kapıya çıkmak üzere maliyet fiyatları– belliyse, maliyet fiyatlarındaki göreli artış ve eksilişler, metaların gerçek değerindeki artış ya da eksilişlere, değişmelere bağlıdır. Bu değişme sonucu yeni maliyet fiyatları, ya da Smith’i izleyerek Ricardo’nun dediği gibi “yeni doğal fiyatlar” eskisinin yerini alır.
Alıntılamakta olduğumuz bölüm XXX’da Ricardo doğal fiyatı yani maliyet fiyatını, kesin bir dille,
doğal değerle yani emek-zamanı tarafından belirlenen değerle özdeş sayar.
“Onların” (tekelleşmiş metaların) “fiyatı, doğal değerleriyle zorunlu herhangi bir bağa sahip değildir; ama rekabete konu metaların fiyatı ... sonal olarak ... üretimlerinin maliyetine ... bağlı olacaktır” (agy, s. 465).
Görüldüğü gibi burada maliyet fiyatları ya da doğal fiyatlar doğrudan ||549| “
doğal değer”
ile yani “
değer”
ile özdeş sayılıyor.
[sayfa 200]
Ricardo sonrasında bir sürü insanın, yani Say gibilerin, değerin emek-zamanıyla belirlenişi konusunda en küçük bir kuşku duymaksızın, “üretim maliyeti”ni, neden fiyatların sonal düzenleyicisi diye kabullendiklerini, hatta emek-zamanını doğrudan yadsırken, üretim maliyetine sarıldıklarını, bu kargaşa çok iyi açıklıyor.
Ricardo’nun bu
gafı ve onun sonucu olan hatalı rant, vb. açıklaması kadar,
kâr oranı, vb., konusundaki yanlış yasaları da
artı-değer ile
kârı birbirinden ayırdetmeyı başaramayışından ileri gelir; ve genel olarak
tanımlara yaklaşımı öteki ekonomistlerinki gibi, ham ve kapsamsızdır. Aşağıda, Smith’in tuzağına düşmesine nasıl izin verdiği görülecektir. |549||
*
||XII-636| Şimdiye kadar söylenenlere bir de şu yorumu ekleyelim: Ricardo,
doğal fiyatın değerin
parasal ifadesi olduğunun ve değerin kendisi değişmeksizin,
değerli metallerin değerindeki bir değişiklik nedeniyle değişebileceğinin ötesinde,
değer ile
doğal fiyat arasında başka herhangi bir farktan haberdar değildir. Ne var ki [sözünü ettiği
-ç.] bu değişiklik, yalnızca değerin
para olarak ifade edilmesini ya da tartılmasını etkiler. Dolayısıyla örneğin şöyle der:
(Dış ticaret) “metaların bu ülkelerde üretilebildiği doğal değerini değiştirerek değil doğal fiyatını değiştirerek düzenlenebilir ve bu da değerli metallerin dağılımını değiştirerek sağlanır” (agy, s. 409). |XII-636||
[B. ADAM SMİTH’İN MALİYET FİYATI TEORİSİ]
[1. Smith’in Maliyet Fiyatları Teorisindeki Yanlış Varsayımları.
Ricardo’nun, Değer ile Maliyet Fiyatını Smith’vari Özdeşlemeye Bağlı
Kılmasından İleri Gelen Tutarsızlığı]
||XI-549| Her şeyden önce belirtmek gerekir ki Adam Smith’e göre de
“az sayıda bazı metaların fiyatı her zaman iki kısma ayrışır — emek ücreti ve sermayenin kârı”. ([The Wealth of Nations [Ulusların Zenginliği], Oxford University Press (OUP), Londra, 1928, c. L, s. 56; Garnier] c. 1, kitap 1, bölüm VI, s. 103.) [sayfa 201]
Ricardo ile Smith’in görüşleri arasındaki bu farklılığı, burada görmezden gelebiliriz.
Adam Smith, ilkin
değişim-değerinin, belli miktarda emek miktarından oluştuğunu açıklar, ve hammaddeler vb. çıkarıldıktan sonra,
değişim-değerindeki değerin, emeğin ödenmiş kısmıyla ödenmemiş kısmını kapsadığını, bu ikinci kısmın da kârla rantı içerdiğini söyler (kâr da kendi içinde kâra ve faize ayrıştırılabilir). Bunu gösterdikten sonra Adam Smith aniden çark eder ve
değişim-değerini ücretlere, kâra ve ranta ayrıştırmak yerine bunları,
değişim-değerini oluşturan öğeler diye ilan eder; onları ürünün değişim-değerini yapan bağımsız değişim-değerleri haline getirir; metanın değişim-değerini, birbirinden bağımsızca ve ayrı ayrı belirlenmiş
ücret, kâr ve
rant değerlerinden kurar. Bunlar, kaynaklarını
değerden alacak yerde,
değerin kaynağı haline gelirler.
“Ücretler, kâr ve rant, tüm gelirlerin olduğu kadar değişilebilir tüm değerin de orijinal üç kaynağıdırlar” ([OUP, c. I, s. 57; Garnier] c. 1, kitap 1, Bl. VI, s. 105).
İçsel bağlantıyı gözler önüne serdikten sonra, birdenbire ve bir kez daha, fenomenin bir yönünün,
rekabette görüldüğü haliyle bir bağlantının tutsağı haline geliverir; ve rekabette her şey tersinden,
sanki her zaman baş aşağı duruyormuş gibi görünür.
Şimdi, Smith
“metaların doğal fiyatı” ile
“pazar fiyatı” arasındaki ayrımı, işte bu ters, baş aşağı başlangıç noktasından [yola çıkarak
-ç.] geliştirir. Ricardo bunu Adam Smith’ten alır, ama Adam Smith’in “doğal fiyat” dediği şeyin, onun önermelerine göre, rekabetten kaynaklanan
maliyet fiyatından başka bir şey olmadığı gerçeğini unutur; Smith’in gözünde, bu maliyet fiyatının, metanın “değeri” ile özdeş olduğu gerçeğini unutur; doğal ki, Smith’in kendisi bir dış
görünüşten çıkardığı, yani metaların
değişim-değerinin birbirinden bağımsızca belirlenmiş ücretler, kâr ve rantın üstüste konmasından oluştuğu biçimindeki bir dış görünüşten çıkardığı yanlış kavrama sarıldığı ve daha temelli yaklaşımını unuttuğu sürece... Ricardo bir yandan başından sonuna kadar karşı çıkarken, bir yandan, Smith’in, tam da bu kavrama dayandırdığı
maliyet fiyatını ya da
doğal fiyatı değişim-değeri ile özdeşlemesini ya da karıştırmasını benimser. Adam Smith’in durumunda bu karıştırma, kendi düşüncesiyle uyumludur, çünkü onun
doğal fiyat araştırması bir bütün olarak,
değer konusundaki yanlış ikinci görüşünden
yola çıkar. Oysa Ricardo’nun konumu, hiç bağışlanır gibi değildir, çünkü Adam Smith’in bu yanlış görüşünü hiçbir yerde kabul etmiş
[sayfa 202] olmadığı halde,
ex professo, bir tutarsızlık olarak karşı çıkar. Adam Smith, onu bir kez daha
doğal fiyatı ile tuzağına düşürmeyi başarmıştır.
Metanın değerini, ayrı bir biçimde belirlenen
ücretin, kârın ve rantın değerlerinden, bunların bileşiminden
çıkardıktan sonra, Adam Smith, kendine, bu birincil değerlerin nasıl belirlendiğini sorar ve burada, fenomenlerin rekabetteki görünümlerinden yola çıkar.
“
Metaların Doğal ve Pazar Fiyatı Üzerine”, kitap I, bölüm VII [‘de şöyle der:]
“Her toplumda ya da bölgede, ücretler, kârlar, rant için bir ortalama oran vardır” (agy, c. 1, s. 110). “Bu ortalama oran, yaygın oldukları yerde ve dönemde ücretlerin, kârın ve rantın doğal oranı olarak adlandırılabilir” ([OUP, c. I, s. 60; Garnier] agy, c. 1, s. 110-111). “Herhangi bir metanın fiyatı, rantı [...] ücretleri [...) ve kârı [...] doğal oranlan üzerinden ödemeye yeterli miktardan ne eksik ne fazla olduğu zaman, meta [...] doğal fiyatından satılmış olur” ([OUP, c. I, s. 61; Garnier] agy, s. 111).
Bu durumda bu doğal fiyat metanın
maliyet fiyatıdır ve metanın
değeri ile çakışır; çünkü, benimsenen önvarsayıma göre, metanın
değeri, ücret, kâr ve rant değerlerinden oluşur.
“Bu durumda meta ||550| değeri neyse tam da o değerden satılmıştır” (meta değerine satılmıştır) “ya da onu pazara getiren kişiye v kaça malolmuşsa ondan satılmıştır” (değerine ya da pazara getiren kişiye malolduğu fiyata); “çünkü, gündelik dilde, herhangi bir metanın esas maliyeti denen şey, her ne kadar, onu yeniden satacak kişinin kârını kapsamaz ise de, o kişi kendi çevresinde, o metayı alelade kâr oranı elde etmesine elvermeyen bir fiyattan satarsa, besbelli ki, işini kaybeder; çünkü sermayesini başka bir biçimde kullanarak ondan kâr sağlayabilirdi” ([OUP, c. I, s. 61; Garnier] agy, s. 111).
Burada
doğal fiyatın yaratılışının bütün tarihini görüyoruz — üstelik bu, metanın
değeri ücretlerin fiyatıyla kâr ve ranttan oluşuyor ve bunlar
doğal oranlarını içeriyor gibi, çok uygun bir dille ve mantıkla ortaya konuyor; demek ki, apaçık ortada olan şu: metanın değeri,
maliyet fiyatı ile, maliyet fiyatı da metanın
doğal fiyatı ile özdeştir. Böylece ücret oranı gibi, kâr oranı da bir önvarsayım haline geliyor. Gerçekten de bunlar, maliyet fiyatının
oluşumunda veri sayılıyor. Maliyet fiyatından
önce geliyorlar. Bireysel kapitalist için, işte bu çerçevede, birer veri oluyorlar. Nasılı, niçini, nedeni onları ilgilendirmiyor. Burada Adam Smith, kendi metalarının maliyet fiyatını saptayan üretim temsilcisi bir kapitalistin, bireysel kapitalistin bakış açısını benimsiyor. Ücretler vb. için şu kadar, genel kâr oranı olarak bu kadar.
Ergo kapitalist de metanın
[sayfa 203] maliyet fiyatının ya da bir adım daha ilerisi olarak görünen meta
değerinin belirlenişi operasyonunu işte böyle
görür; çünkü, bu gibi konular üzerinde düşünmeye zamanı olursa eğer, bilir ki, pazar fiyatı, kimi kez maliyet fiyatının üstündedir, kimi kez altındadır, dolayısıyla bu maliyet fiyatı ideal fiyattır, fiyat dalgalanmalarından arınmış mutlak fiyattır, kısacası
değeri olarak ideal fiyattır. Ve Smith kendini rekabetin göbeğine taşıdığı için, bu ortama kendini kaptıran kapitaliste özgü mantıkla düşünür ve tartışır. Ara yere şunu sıkıştırır: Gündelik dilde,
maliyet, satıcının
kârını (ki, kaçınılmaz olarak,
giderlerinin üzerindeki bir fazlayı oluşturur) içermez. Peki öyleyse, maliyet fiyatına, kârı niçin katıyorsunuz? Adam Smith, kendisine bu soru yöneltilmiş derin bir kapitalist gibi yanıt verir:
Kâr, genelde, maliyet fiyatına katılmalıdır; çünkü maliyet fiyatına %10 yerine yalnızca %9 oranında bir kâr katılsaydı ben aldatılmış olurdum.
[77]
Adam Smith’in, bir yandan, kapitalist üretim temsilcisinin düşüncelerini naif bir biçimde ifade etmesi ve olup bitenleri, kapitalist üretim temsilcisinin düşündüğü ve gördüğü biçimiyle, pratikte onu etkilediği ve yüzeyden bakınca görüldüğü kadarıyla cesaretle ve ayrıntılı olarak sunması, öte yandan da zaman zaman, olgular arasındaki daha derin ilişkileri ortaya koyması, onun yapıtına sevimliliğini veren şeylerdir.
Adam Smith’in, doğaldır ki, her bir “bireysel” kapitalist için
değişmeyen sermayenin varlığını kabul etmesine karşın –bu noktada her ne kadar işin tam olarak farkındaysa da– metanın tüm değerini neden ranta, kâra ve ücretlere indirgediğini açıkça görebiliriz. Çünkü, [eğer bunlara indirgemeseydi
-ç.] şunu söylemesi gerekecekti: Bir metanın değeri ücretlerden, kârdan, ranttan ve ücretleri, kârı, rantı içermeyen bir değer parçasından oluşur. Bu durumda da değeri ücretlerden, kârdan ve ranttan bağımsız olarak belirlemek zorunlu hale gelecekti.
Metanın fiyatı ortalama ücretler, vb. için yapılan harcamaların yanısıra, eğer ortalama kârı ve –metaya rant girmişse– ortalama rantı da kapsıyorsa, o zaman meta
doğal ya da
maliyet fiyatından satılıyor demektir ve bu maliyet fiyatı
değerine eşittir; çünkü o değer, ücretlerin, kârın ve rantın doğal değerlerinin toplamından başka bir şey değildir.
||551| Rekabet konusundaki konumunu ortaya koyduktan ve belli bir kâr oranını vb.
veri kabul ettikten sonra, Adam Smith, işin geri kalan kısmında
doğal fiyatı ya da
maliyet fiyatını, özellikle
[sayfa 204] pazar fiyatından ayrı bir fiyat olarak maliyet fiyatını doğruca yorumlar.
“... metanın doğal fiyatı ya da” pazara “getirilmesi için rantın, emeğin ve kârın ödenmesi gereken tüm değeri” ([OUP, c. I, s. 61-62; Garnier], agy, s. 112).
Metanın bu maliyet fiyatı, fiilî fiyatından ya da pazar fiyatından farklıdır. ([OUP, c. I, s. 62; Garnier] agy, s. 112.) İkincisi arza ve talebe bağlıdır.
Metanın
üretim maliyeti [toplamı] ya da
maliyet fiyatı, “bu metayı pazara getirmek için ödenen rantın, emeğin ve kârın,
tüm değeri” kadardır ([OUP, c. I, s. 62; Garnier] s. 113). Eğer talep ile arz birbirine denk ise, o zaman pazar fiyatı, doğal fiyata eşittir.
“Pazara getirilen miktar tam ve ancak fiilî talebi karşılayacak kadar olduğu, ondan daha fazla olmadığı zaman, pazar fiyatı doğal olarak ... doğal fiyat ile tamı tamına aynı olur” ([OUP, c. I, s. 63; Garnier] agy, s. 114). “Bundan ötürü, doğal fiyat, böylece, tüm metaların fiyatını sürekli kendisine çeken merkez fiyat olur. Farklı raslantılar, zaman zaman, fiyatları, bu merkez fiyatın oldukça üstünde [bir düzeyde -ç.] askıya alabilir; zaman zaman altında [bir düzeye -ç.] inmeye zorlayabilir” ([OUP, c. I, s. 64; Garnier] agy, s. 116).
Adam Smith, buradan giderek, genelde “pazara herhangi bir meta getirmek için kullanılan yıllık iş miktarı”nın, toplumun gereksinimlerine ya da “fiilî talep”e tekabül edeceği sonucuna varır ([OUP, c. I, s. 64; Garnier] agy, s. 117).
Toplam sermayenin, çeşitli üretim dalları arasında dağıtılması konusunda Ricardo’nun düşündüğü şey, burada, “
belli bir meta”nın üretilmesi için gerek duyulan iş gibi, henüz çok daha naif [sayılabilecek
-ç.] bir görünüm içinde ortaya konmaktadır. Fiyatların,
aynı metanın satıcıları arasında
pazar fiyatı düzeyinde ayarlanması ve
çeşitli metaların
pazar fiyatlarının maliyet fiyatları düzeyinde
ayarlanması burada henüz tam anlamıyla birbirine dolanmıştır, karmakarışıktır.
Bu noktada Smith,
metaların gerçek değerlerindeki oynamaların doğal fiyatlara ya da maliyet fiyatlarına etkisine yalnızca söz arasında bir dokunur-geçer.
Özellikle tarımda “aynı miktardaki iş, farklı yıllarda, çok farklı miktarlarda ürün bırakacaktır; bazı başka yıllarda ise ya aynı miktarda ya da hemen hemen aynı miktarda ürün verecektir. Tanında aynı sayıdaki emekçiler, farklı yıllarda çok farklı miktarlarda tahıl, şarap, yağ, şerbetçiotu vb. üreteceklerdir. Ama aynı sayıdaki eğirmenler ve dokumacılar her yıl ya aynı ya da hemen hemen aynı miktarda keten bezi ya da yünlü kumaş üreteceklerdir. ... Diğer” [sayfa 205] (tarımsal olmayan) “sanayi türlerinde, eşit miktarlardaki emeğin ürünü aynı ya da hemen hemen aynı olduğu için” (yani üretim koşulları aynı kaldığı sürece) “fiilî talebe, daha tam olarak denk düşebilir” ([OUP, c. I, s. 64-65; Garnier] agy, s. 117-118).
Burada Adam Smith, “
eşit emek miktarları”nın üretkenliğindeki şu ya da bu değişikliğin dolayısıyla da metaların fiilî değerlerindeki değişikliğin, maliyet fiyatlarını değiştirdiğini görmüştür. Ama bunu bir kez daha,
arz ile talep arasındaki ilişkiye indirgeyerek çok yüzeyselleştirmiştir. Önerisi, bu sunduğu biçimiyle, onun kendi savlarına göre de yanlıştır. Çünkü, tarımda mevsimden mevsime değişiklik olması gibi nedenler sonucu,
“eşit emek miktarları” farklı miktarlarda ürün üretirken, Adam Smith’in bizzat kendisi göstermiştir ki, makine, işbölümü vb. sonucu
“eşit emek miktarları” imalatta vb., çok farklı miktarda ürün bırakmaktadır. Dolayısıyla, tarımı öteki çalışma alanlarından ayıran fark
bu değildir; ama tarımda, toprağa uygulanan üretken gücün derecesini doğadaki raslantılar belirlerken, sanayide üretken gücün derecesinin önceden belirlenmekte oluşu gerçeğidir. Ama sonuç aynıdır:
metaların değeri ya da emeğin üretkenliğine bağlı olarak belli
bir metaya harcanması gereken emek miktarı, maliyet fiyatlarını etkiler.
Aşağıdaki parçada Adam Smith, ayrıca, sermayelerin bir üretim alanından ötekine göç etmesinin, farklı üretim alanlarında, maliyet fiyatlarını nasıl oluşturduğunu da [gösterir]. Ama bu noktada Ricardo kadar açık değildir. Çünkü, eğer ||552| metanın fiyatı,
doğal fiyatının altına düşerse, o zaman, bu sava göre, o durum, bu fiyatı yapan öğelerden birinin, doğal oranın
altına düşmesinden ileri gelir. Demek ki, bu,
yalnızca sermayelerin geri çekilmesinden ya da
göç etmelerinden değil, ama emeğin, sermayenin ya da toprağın bir alandan ötekine göç etmesinden ötürüdür. Adam Smith’in görüşü bu noktada, Ricardo’nunkinden daha tutarlıdır, ama yanlıştır.
“O fiyatın” (doğal fiyatın) “hangi kısmı, doğal oranın altında ödendiyse, çıkarı etkilenen kişiler, kaybı hemen hissederler ve ya şu kadar toprağı ya şu kadar emeği ya da sermayeyi bu konuda kullanılmaktan geri tutarlar; öyle ki pazara getirilen miktar, kısa süre içinde, fiilî talebi karşılayacak miktardan daha fazla olmaz. Böylece [metanın -ç.] pazar fiyatı da kısa sürede doğal fiyata yükselir. En azından yetkin bir serbestliğin bulunduğu yerlerde durum böyle olur” ([OUP, c. I, s. 69; Garnier] agy, s. 125).
Bu [yaklaşım
-ç.], Smith ile Ricardo’nun,
doğal fiyatın denkleştirilmesi anlayışları arasındaki önemli farklılığa işaret eder. Smith’in [anlayışı], onun yanlış varsayımına, yani üç öğenin meta fiyatını birbirinden bağımsızca belirlediği varsayımına dayanır;
[sayfa 206] Ricardo’nunki ise (belli bir ücret düzeyinde), maliyet fiyatlarını belirleyen şeyin, yalnızca
ortalama kâr oranı olduğu biçimindeki doğru varsayıma dayanır.
[2. Adam Smith’in, Ücretlerin, Kârın ve
Rantın “Doğal Oranı” Teorisi]
“Doğal fiyatın kendisi, onu oluşturan kısımlarının, yani ücretler, kar ve rant kısımlarının doğal oranına göre değişiklik gösterir” ([OUP, c. I, s. 70; Garnier] agy, s. 127).
Adam Smith, bunun ardından, birinci kitabın VIII, IX, X ve XI. bölümlerinde bu “tamamlayıcı parçalar”ın, ücretler, rant ve kâr kısımlarının
doğal oranını belirlemeyi ve
bu oranların dalgalanmalarını araştırır.
“
Emeğin Ücreti Hakkında”
ki bölüm VIII:
Ücretler hakkındaki bölümün başında Smith –yanılsamalı rekabet görüşünü bir yana bırakarak– her şeyden önce, artı-değerin gerçek yapısını ortaya koyar ve kâr ile rantı yalnızca artı-değerin biçimleri olarak görür.
Ücretlerin
doğal oranını belirlemekte temel yaptığı şey, bizzat emek-gücünün değeri,
gerekli ücrettir.
“Kişi her zaman yaptığı işle yaşamalı ve ücreti de en azından onu yaşatmaya yetecek kadar olmalıdır. Çoğu durumda ücretler, şöyle ya da böyle, [bundan -ç.] biraz daha fazla olmalıdır; yoksa onun bir aile kurması olanaksızlaşır ve bu işçilerin soyu, bir kuşağın ötesine geçemez” ([ OUP, c. I, s. 75; Garnier] agy, s. 136).
Ne var ki sonunda bu da bir kez daha anlamsız duruma gelir; çünkü Adam Smith, gerekli geçim nesnelerinin yani
metaların değerinin genel olarak nasıl belirlendiğini kendine hiç sormaz. Oysa, kendi temel yaklaşımından uzaklaştığına göre, burada Adam Smith şöyle diyebilirdi: Ücretlerin fiyatını, tüketim maddelerinin fiyatı, tüketim maddelerinin fiyatını da ücretlerin fiyatı belirler. Bir kez ücret
değerinin sabit olduğunu varsaydıktan sonra, Adam Smith’in tamı tamına tanımladığı şey bu değerin, rekabette ortaya çıktığı biçimiyle gösterdiği dalgalanmalar ve bu dalgalanmaları yaratan koşullardır. Bu, [onun yapıtının] dış kabuğunda görülür ve doğrusu, burada bizi pek de ilgilendirmiyor.
(Örneklersek, diyelim ki sermaye
birikiminin artışını [işler], ama bu
artışı belirleyen şeyin ne olduğunu söylemez; çünkü bu birikim, ya ücret oranları göreli düşük ve emek üretkenliği yüksek olursa (ki bu durumda ücretlerdeki artış, önceki dönemin süreğen düşük ücret düzeyinin sonucudur) ya da birikim oranı düşük, ama emek üretkenliği yüksek olursa, yani ancak bu iki durumda hızlı
[sayfa 207] olabilir. Bu açıdan, Adam Smith’in, ücret oranını birinci durumda kâr oranından (yani ücret oranından) çıkarması, ikinci durumda ise
brüt kâr oranından çıkarması gerekirdi; ama bu da onun meta
değerini araştırmasını gerektirirdi.)
Adam Smith, meta değerini, bu değeri
oluşturan öğelerin biri olan emeğin değerinden çıkarmaya çalışır. Öte yandan, ücret düzeyini “emeğin ücreti ... tüketim mallarının fiyatına göre dalgalanmaz” ([OUP, c. I, s. 82; Garnier], agy, s. 149) ve “emeğin ücreti, tüketim mallarının fiyatına göre dalgalanmaktan çok, yerden yere değişiklik gösterir” ([OUP, c. I, s. 82; Garnier] agy, s. 150) sözleriyle açıklar.
İşin aslında [VIII.
-ç.] bölüm,
asgari ücretin, yani öteki adıyla emek-gücünün değerinin tanımı dışında, soruna ilişkin hiçbir şey içermez. Burada Adam Smith, içgüdüsel olarak, daha temelli savının ağını örmeye yeniden başlar, ama ipin ucunu bir kez daha kaçırır, öyle ki, yukarda anılan tanımlama bile hiçbir anlam [ifade etmez]. Neden mi?
Gerekli geçim nesnelerinin ve dolayısıyla
genel olarak metalar in değerinin belirlenişini nasıl açıklar? Bir ölçüde emeğin doğal fiyatıyla. Peki bu nasıl belirlenecek? Gerekli tüketim maddelerinin ya da genel olarak metaların değeriyle. Bir kısır döngü, işin geri kalanına gelince, emeğin
doğal fiyatı konusunda tek söz etmez, ||553| yalnızca ücretlerin,
doğal oran düzeyinin üstüne yükselmesini araştırır; ücret artışlarının sermaye birikiminin yani sermayenin adım adım biriktirilmesinin hızıyla orantılı olduğunu gösterir. Ondan sonra, toplumda bu durumun gerçekleştiği farklı koşulları inceler ve son olarak, meta değerinin ücretlerle ve ücretlerin de gerekli geçim nesnelerinin değeriyle belirlendiği [savının
-ç.] suratına tokadı yapıştırır –İngiltere’de durumun böyle olmadığını gösterir. Ara yere Malthus’vari bir sav da sıkıştırılır– ücretleri gerekli geçim nesneleri belirler, ama yalnızca işçinin yaşamasını sağlamaya yetecek miktarda değil, nüfusun da yeniden-üretilmesini [sağlamaya yetecek miktarda] gerekli geçim nesneleri belirler.
Daha açık bir ifadeyle söylersek, Adam Smith, onsekizinci yüzyılda ücretlerin özellikle İngiltere’de
arttığını kanıtlamaya çalıştıktan
sonra, bunun “toplum için bir yarar mı yoksa bir rahatsızlık konusu mu olduğu” sorusunu ortaya atar ([OUP, c. I, s. 87; Garnier] agy, s. 159). Bununla bağlantılı olarak, kârın ve rantın, işçinin
ürününün kısımlarından başka bir şey olmadığı biçimindeki daha köklü görüşüne, geçici olarak geri döner, işçiler, diyor Adam Smith:
“her büyük siyasal topluluğun daha büyük parçasını oluştururlar. [sayfa 208] Ama [o -ç.] daha büyük parçanın koşullarını iyileştiren şey, (toplumun -ç.] bütünü için asla bir rahatsızlık nedeni sayılamaz. Üyelerinin büyük kısmı yoksul ve sefil olan hiçbir toplum asla gelişemez ve mutlu olamaz. Ayrıca, tüm insan topluluğunu doyuran, giydiren, barındıran bu insanların kendi emeklerinin ürününden, kendilerini de iyi besleyen, giydirip-kuşatan ve barındıran makul bir pay almaları hakkaniyet gereğidir” ([OUP, c. I, s. 87; Garnier] agy, s. 159-160).
Bununla bağlantılı olarak, nüfus teorisine değinir:
“Yoksulluk, hiç kuşkusuz evlenmeyi teşvik etmez ama, her zaman da engellemez. Hatta üremeyi teşvik bile eder. ... Modaya uyan kadınlar arasında çok sık görülen çocuk yapmama [anlayışı ~ç.\ daha alt konumdaki kadınlar arasında çok seyrektir. ... Ama yoksulluk, her ne kadar üremeyi önlemiyorsa da çocukların yetiştirilmesi açısından aşırı ölçüde elverişsizdir. O nazik fidan üretilmiştir; ama toprak öylesine soğuk, iklim öylesine serttir ki, kısa sürede kurur ve ölür. ... Her hayvan türü doğal olarak, kendi tüketim maddeleriyle orantılı olarak çoğalır; hiçbir tür bunun ötesinde çoğalamaz. Ama uygar toplumda, tüketim maddelerinin yetersizliği, insan türünün çoğalmasına ancak alt tabakadan insanlar arasında sınır koyar. ... Başka herhangi meta için olduğu gibi insana olan talep de, kaçınılmaz olarak insan üretimini düzenler; yavaş gidiyorsa hızlandırır, çok hızlanmışsa durdurur” ([OUP, c. I, s. 87-89; Garnier] agy, s. 160-163).
Asgari
ücretle toplumun farklı koşulları arasındaki bağlantıya gelince:
“Her tür hizmetkarlara ve gezgin ustalara ödenen ücretler öyle olmalı ki, toplumun artan, azalan ya da durağanlaşan talebinin gereklerine uygun olarak, gezgin ustalarla hizmetkarların birbirlerine karşı yarışmayı sürdürmelerine el vermelidir” ([OUP, c. I, s. 89-90; Garnier] agy, s. 164). (Toplumun! Yani sermayenin.)
Adam Smith bunun ardından, kölenin ö:zgür emekçiden “daha pahalı” olduğunu söyler; çünkü özgür emekçi
kendi “
aşınma”
sına bizzat sahip çıkar, oysa köleninki “
ihmalkar bir efendi ya da özensiz bir kahya”[nın elindedir] ([OUP, c. I, s. 90; Garnier] agy, s. 164). “
Aşınma”
yı yenileyen “fon”u özgür emekçi tutumlu kullanır, oysa aynı fon köle için çarçur edilir ya da düzensiz yönetilir.
“Deyim yerindeyse, kölenin aşınma payını yenileme ve onarma fonu, yaygın olarak, ihmalkar bir efendi ya da özensiz bir kahya tarafından yönetilir. Özgür emekçiye gelince, bu aynı işi, o özgür kişinin kendisi yapar. Zengin kişinin ekonomisine genelde egemen olan düzensizlikler, doğal olarak kölenin yönetimine de yansır; tıpkı, yoksulun sıkı tutumluluğunun ve aşın eli sıkılığının emekçininkine yansıması gibi” ([OUP, c. I, s. 90; Garnier] agy, s. 164). [sayfa 209]
Asgari ücretin ya da
emeğin doğal fiyatının belirlenişinde karakteristik olan, [bu fiyatın ya da ücretin
-ç.] köleye göre, özgür emekçi için daha düşük oluşudur. Bu Adam Smith’te de böyledir:
“Özgür işçilerin yaptığı iş, sonunda, kölelerin yaptığı işe göre daha ucuza gelir. ... Bu nedenle, artan zenginliğin sonucu olarak, emeğin cömertçe ödüllendirilmesi, artan nüfusun da nedeni olur. Bundan yakınmak, büyük kamusal gönencin zorunlu nedeni ve sonucu hakkında ||554| yas tutmaktır” ([OUP, c. I, s. 90; Garnier] agy, s. 165).
Adam Smith yüksek ücret yakarışlarını sürdürür:*
Yüksek ücret yalnızca “çoğalmayı teşvik etmekle kalmaz, “sıradan insanların gayretini de artırır. Emeğin ücreti, çalışmanın teşvik edilmesi demektir; çalışma da insanın tüm öteki nitelikleri gibi, gördüğü teşvikle orantılı olarak gelişir. Bol tüketim maddesi emekçinin gövdesinin gücünü artırır ve koşullarını iyileştirmeyi umma güvenci ... o gücünü sonuna kadar kullanmakta ona canlılık verir. Bu çerçevede, ücretlerin yüksek olduğu yerlerde, düşük olduğu yerlerde olduğundan, her zaman daha etkin, daha özenli, daha becerikli işçiler buluruz” ((OUP, c. I, s. 90-91; Garnier] agy, s. 166).
Ama yüksek ücretler işçileri, aşırı çaba harcamaya kışkırtır ve emek güçlerini vaktinden önce yıkar.
“İşçiler ... parça başına cömertçe ödendikleri zaman, aşırı çalışmaya çok istekli olurlar ve sağlıklarıyla bedenlerini birkaç yılın içinde harap ederler” ((OUP, c. I, s. 91; Garnier] agy, s. 166-167). “Eğer patronlar her zaman aklın ve insanlığın dediğine kulak verseler, zaman zaman işçilerinin birçoğunun gayretini coşturmak yerine yatıştırmaya çalışırlardı” ([OUP, c. I, s. 92; Garnier] agy, s. 168).
Adam Smith “olağanı bir parça aşan bol tüketimin bazı işçileri işsiz bırakabileceği” görüşüne karşı çıkmayı sürdürür ([OUP, c. I, s. 92; Garnier] agy, &. 169).
Daha sonra da işçilerin bolluk yıllarında, darlık yıllarına göre daha çok işsiz kaldıklarının doğru olup olmadığını ve ücretlerle tüketim maddeleri fiyatı arasındaki genel ilişkinin ne olduğunu araştırır. Burada bir kez daha tutarsızlık sökün eder.
“Emeğin parasal fiyatını zorunlu olarak iki koşul belirler: emeğe yönelik talep ve zorunlu tüketim ve yaşam araçlarının fiyatı. ... Emeğin parasal fiyatını, bu miktarı” (zorunlu tüketim ve yaşam araçları miktarını) “satın almak için gerekli olan belirler” ([OUP, c. I, s. 95-96; Garnier] agy, s. 175).
[Bunun ardından], neden –emeğe yönelik talepten ötürü– bolluk yıllarında ücretlerin arttığını ve darlık yıllarında d üştüğünü [araştırır]. ([OUP, c. I, s. 96 vd.; Garnier] agy, s. 176 vd.)
İyi ve kötü yıllardaki [artış ve düşüş] nedenleri birbirini dengeler.
[sayfa 210]
“Pahalılık yılının darlığı, emeğe yönelik talebi azaltarak emecin fiyatını düşürme eğilimi gösterirken yüksek tüketim maddesi fiyatı, emeğin fiyatını artırma eğilimini taşır. Ucuzluk yılındaki bolluk ise, bunun tersine, talebi artırarak, emeğin fiyatını yükseltme eğilimi gösterirken, tüketim mallarının ucuzluğu emeğin fiyatını düşürme eğilimi taşır. Tüketim mallan fiyatının alelade varyasyonlarında birbirine karşıt bu iki neden, görünüşe göre, birbirini dengeler; emek ücretlerinin her yerde, tüketim maddeleri fiyatından daha istikrarlı ve sürekli olmasının nedeni, herhalde, bir ölçüde bu durumdan ötürüdür” ([OUP, c. I, s. 96; Garnier] agy, s. 177).
Metaların değer kaynağı olarak ücret kavramına karşı, tüm bu zikzaklar ardından, Adam Smith en sonunda daha temelli olan, orijinal görüşünü, yani metaların değerini emek miktarı belirler görüşünü bir kez daha ortaya koyar; ve eğer iyi yıllarda ya da sermayenin büyüyüşüyle birlikte işçi
daha fazla meta elde ederse, o zaman o da daha fazla meta üretir, yani münferit meta daha az miktarda emek içerir, görüşünü ortaya koyar. Demek ki işçi daha az değerde daha çok meta elde edebilir ve böylece –ima edilen sonuç şudur ki– mutlak ücretlerin artmasına karşın, kâr büyüyebilir.
“Emeğin ücretindeki artış, meta fiyatının ücretlere giden parçasını artırarak, birçok metanın fiyatının kaçınılmaz olarak yükselmesine yol açar ve ülke içinde ve dışında, tüketimlerini azaltma eğilimini ortaya çıkarır. Ne var ki, emeğin ücretini artıran aynı neden, yani sermayenin artması, emeğin üretkenlik gücünü artırma ve daha küçük miktarda emeğin daha fazla iş çıkarmasını sağlama eğilimindedir” [Bunun nedeni] işbölümü, makine kullanımı, buluşlardır vb.. “Bu iyileştirmeler sonucu, öncekinden çok daha az emek tarafından üretilen çok daha fazla meta ortaya çıkar; öyle ki, [emeğin -ç.\ fiyatının artırılmasını, miktarının azalması kat kat tazmin eder” ([OUP, c. I, s. 97; Garnier] agy, s. 177-178).
Emeğe daha iyi ödeme yapılmıştır, ama münferit metada daha az emek yer almaktadır; demek ki, daha az ödeme yapılmaktadır. Adam Smith böylece, meta değerinin, değeri oluşturucu bir öğe olarak ücret tarafından belirlendiği şeklindeki yanlış teorisini, [meta] değerini, içerdiği emek miktarının belirlediği şeklinde açıklayan doğru teorisinin iptal etmesine, daha doğrusu ödünlemesine, dengelemesine izin verir.
||555|
Bölüm IX: “Sermaye Kârları Konusunda” Burada, doğal fiyatı
ya da metaların değerini belirleyen ve oluşturan ikinci öğenin
doğal oranı araştırılıyor. Adam Smith’in,
kâr oranındaki düşmenin nedeni hakkında söyledikleri ([Garnier] agy, s. 179, 189, 190, 193, 196, 197, vb.) daha ilerde ele alınacaktır.
[sayfa 211]
Adam Smith burada ciddi güçlüklerle karşı karşıya gelmiştir. Ücretin
“ortalama oranı”nın belirlenişinin bile
“ücretlerin alışılmış oranı”nın araştırılmasından ([OUP, c. I, s. 98; Garnier] agy, s. 179), fiilen geçerlikte olan ücret oranının araştırılmasından başka bir şey olmadığını söyler.
“Ama bu bile, pek seyrek olarak, sermaye kârları dikkate alınarak yapılabilir” ([OUP, c. I, s. 98; Garnier] agy, s. 179). Girişimcinin talihinin yaver gidip gitmemesinden farklı olarak bu kâr, “metalardaki her fiyat oynamasından etkilenir” ([OUP, c. I, s. 98; Garnier] agy, s. 180)
oysa, metaların doğal fiyatını, tam da “değer”i oluşturan öğelerinden biri [sıfatını taşıyan -ç.] doğal kâr oranı aracılığıyla belirleyeceğimiz varsayılır. Bu [doğal kâr oranının belirlenişi] tek bir daldaki tek bir kapitalist için aslında zordur.
“Büyük bir krallıkta yapılan tüm farklı işlerin ortalama kârının ne olduğunu araştırmak çok daha güç olmalıdır” ([OUP, c. I, s. 98; Garnier] agy, s. 180).
Ama
“paranın faizine bakarak” kişi, “sermayenin ortalama kârları” konusunda
herhangi bir fikir edinebilir.
“Kural olarak denebilir ki, paranın kullanılmasıyla çok şeyin yapılabildiği yerde, bu kullanım için genelde çok şey verilebilir; ve her nerede parayla az şey yapılabilirse orada, genelde para için daha az şey verilir” ([OUP, c. I, s. 98; Garnier] agy, s. 180-181).
Adam Smith, kârı, faiz oranı belirler demiyor. Açıklıkla, tersini belirtiyor. Ama farklı dönemlere ait faiz oranı, vb. kayıtlan vardır da kâr oranı için bu tür kayıtlar yoktur. Bu nedenle faiz oranları, yaklaşık kâr oranı düzeyinin tahmin edilebileceği göstergelerdir. Ama ortaya konan hedef, fiilî kâr oranı düzeylerini karşılaştırmak değil, ama
kâr oranının doğal düzeyim belirlemek olmuştur. Adam Smith, yanıtını aradığı soruya hiçbir biçimde değinmeyen ikincil bir araştırmaya, yani farklı dönemlerdeki faiz oranı düzeyi araştırmasına sığınmıştır. İngiltere’nin farklı dönemlerini gelişigüzel inceler ve bunu İskoçya’yla, Fransa’yla ve Hollanda’yla karşılaştırır ve –Amerika’daki koloniler dışında–
“yüksek emek ücretleriyle yüksek sermaye kârlarının ... yeni kolonilere özgü koşullar bir yana, belki de nadiren elele giden şeyler olduğunu” görür ([OUP, c. I, s. 102; Garnier] agy, s. 187).
Adam Smith burada, Ricardo gibi –ama bir bakıma daha başarılı biçimde– yüksek kârları yaklaşık olarak açıklamaya çalışır:
“Yeni bir koloni, öteki ülkelerin daha büyük kısmına göre, bir süre [sayfa 212] için, toprağının genişliğine oranla hemen her zaman daha az sermayeye ve sermayesinin genişliğine oranla da daha az nüfusa sahiptir. Tarım yapacak sermayeyle ekip-biçeceklerinden daha fazla toprağa sahiptirler. Bu nedenledir ki, sahip oldukları [sermaye -ç.] yalnızca en verimli ve en lehte konumdaki toprağa, yani deniz kıyısına yakın yerlerdeki ve ulaşıma açık nehirlerin iki yakasındaki toprağa yatırılır. Bu topraklar bile çoğu zaman, doğal ürününün değeri altındaki bir fiyattan satın alınır.” (Bu nedenle, gerçekte maliyeti sıfırdır.) “Bu tür toprakların satın alınmasında ve iyileştirilmesinde kullanılan sermayenin çok büyük kâr bırakması gerekir ve bu nedenle de yüksek faiz ödemesini kaldırabilir. Bu sermayenin böylesine kârlı bir işteki hızlı birikimi, çiftlik sahibinin işçi sayısını yeni bir kolonide bulabileceğinden daha hızla artırması olanağını verir. Bundan ötürüdür ki, [işçi olarak -ç.] bulabildiklerini, çok cömertçe ödüllendirir. Koloni arttıkça sermayenin kârları adım adım azalır. En verimli ve en iyi konumlu toprakların tümü işgal edildikten sonra, ‘toprak ve konum olarak daha aşağı durumda olan toprakların ekilip biçilmesinden daha az kâr elde edilebilir ve bu amaçla kullanılan sermaye daha az faizi kaldırır. Bu çerçevede, kolonilerimizin büyük bir bölümünde, bu yüzyıl içinde ... faiz oranı ciddi biçimde düşmüştür” ([OUP, c. I, s. 102-103; Garnier] agy, s. 187-189).
Her ne kadar farklı bir biçimde ortaya konmuşsa da, bu, kârların neden düştüğü konusundaki rikardocu açıklamanın temellerinden biridir. Bir bütün olarak alındığında, burada Smith her şeyi, sermayeler arasındaki rekabetle açıklar; sermayeler büyüdükçe kâr düşer ve eksildikçe kâr büyür ve bu çerçevede ücretler de bu durumla ters orantılı olarak artar ya da eksilir.
||556| “Toplumun sermaye stokunun ya da sanayinin devamı için ayrılan fonların küçülmesi, emeğin ücretini düşürürken sermayenin kârını ve bunun sonucu olarak da paranın faizini artırır. Emek ücretinin düşürülmesi sayesinde toplumda geri kalan sermaye stokunun sahipleri, kendi mallarını pazara, eskisinden daha az harcama yaparak getirebilirler ve pazara mal getirilmesinde eskisine göre daha az sermaye kullanıldığı için, mallarını daha pahalı satabilirler” ([OUP, c. I, s. 104; Garnier] agy, s. 191-192).
Bunun ardından Adam Smith, olabilecek en yüksek ve en düşük [kâr]
oranı üzerinde durur.
“En yüksek oran” odur ki “metaların daha büyük parçasının fiyatı içinde, toprak rantına gitmesi gerekenin tümünü yutar ve emeğe, yalnızca o metaları hazırlayarak pazara getirmesi için gerekeni bırakır; emeğe herhangi bir yerde ödenebilecek en düşük düzeye, göre, yani emekçinin yalnızca yaşamasına yetecek düzeye göre gerekeni bırakır” ([OUP, c. I, s. 108; Garnier] agy, s. 197-198).
“En düşük olağan kâr oranı [ise -ç.], her zaman, her sermaye sahibinin yüzyüze bulunduğu, zaman zaman ortaya çıkabilecek kayıpları karşılamaya yetecek kadardan bir parça fazla olmalıdır. Asıl [sayfa 213] ya da net kâr, yalnızca bu fazlalıktır” ([OUP, c. I, s. 107; Garnier] agy, s. 196).
“Aslında, “
doğal kâr oranı”
konusunda söylediklerini gene kendisi nitelemektedir:
“İkiye katlanmış faiz, İngiltere’de, tüccarın iyi orta karar, makul kâr dediği şey olarak hesaplanır; bu terimler, benim anladığım kadarıyla, ortak ve alışılmış kârdan daha fazla bir şeyi kastetmemektedir” ([OUP, c. I, s. 108; Garnier] agy, s. 198).
Gerçekten Smith bu
“ortak ve alışılmış kâr”
ı ne
orta karar, ne
iyi diye niteler, onun bu kâr için kullandığı terim “
doğal kâr
oranı”dır. Ne var ki, bizim, metanın “doğal fiyatı”nı, bu “doğal kâr oranı” ile belirleyeceğimiz varsayılmakla birlikte, Adam Smith bu doğal kâr oranının ne olduğunu ya da nasıl belirlendiğini bize söylemez.
“Zenginliğe doğru hızla ilerleyen ülkelerde, birçok metanın fiyatındaki düşük kâr oranı yüksek emek ücretlerini karşılayabilir ve kendi aralarında emek ücretinin daha düşük olduğu daha az gönenç içinde bulunan ülkeler kadar ucuz fiyattan satmalarına olanak sağlayabilir” ([OUP, c. I, s. 109; Garnier] agy, s. 199).
Düşük kârlarla yüksek ücretler burada birbirinin karşısına konmuyor değil, aynı neden –
sermayenin hızlı büyümesi ya da birikimi– her ikisini birden üretiyor. Her ikisi de fiyata giriyor; fiyatı
oluşturuyor. Dolayısıyla, biri yüksekken öteki düşük olursa, fiyat aynı kalıyor, vb..
Burada Adam Smith kârı, yalnızca fiyata bindirilmiş bir ek gibi algılıyor; çünkü bölümün sonunda şöyle diyor:
“Gerçekte yüksek kârlar işin fiyatım yüksek ücretlerden daha fazla yükseltme eğilimini taşır” ([OUP, c. I, s. 109; Garnier] agy, s. 199). Örneğin, keten bezi imalatında çalışan tüm insanların ücreti, gündelik iki peni artsaydı bu, bir “keten bezi parçası “nın fiyatını, istihdam edilen insanların sayısınca iki peni’lerin, “o insanların çalıştırıldığı gün sayısıyla çarpımı kadar artırırdı. Meta fiyatının ücretleri karşılayan parçası, imalatın tüm değişik aşamaları boyunca, bu ücret artışına göre yalnızca aritmetik oranda artardı. Ama, çalışan o insanların farklı farklı işverenlerinin kârları yüzde-beş oranında artırılsaydı, meta fiyatının kârı karşılayan parçası, imalatın tüm farklı aşamaları boyunca, kârdaki bu artışa göre geometrik oranda artardı. ... Ücret artışı, meta fiyatlarını artırmada, basit faizin borcu artırmadaki işlevi türünden işlevseldir. Kârın artışı ise bileşik faiz türünden bir işleve sahiptir” ([OUP, c. I, s. 109-110; Garnier] agy, s. 200-201).
Bu bölümün sonunda Adam Smith bize ayrıca, tüm tasarımının kaynağını da söyler: metanın fiyatı ya da değeri,
ücretlerin ve
[sayfa 214] kârların –yani
amis du commeree’in
, rekabetin bu sadık pratisyenlerinin– değerinden oluşmuştur:
“Tüccarımız ve imalatçı patronlarımız, yüksek ücretlerin fiyatları tırmandırmadaki kötü etkilerinden ve bunun, içerde ve dışarda, mallarının satışını azalttığından çok yakmıyorlar. Ama, yüksek kârların kötü etkileri hakkında hiçbir şey söylemiyorlar. Kendi kazançlarının zararlı etkileri konusunda ||557| suskundurlar. Yalnızca başka insanların kazancının zararlı etkilerinden yakınırlar” ([OUP, c. I, s. 110; Garnier] agy, s. 201).
Bölüm X[
un başlığı]
“
Sermayenin ve Emeğin Farklı Alanlardaki Kullanımlarında Ücretler ve Kâr Hakkında.”
Bu bölüm, yalnızca ayrıntılarla ilgilidir ve rekabete ilişkin olan bölüme aittir. Kendi doğrultusu içinde çok iyidir. Ama tümüyle konu dışıdır.
{
Üretken emek, üretken-olmayan emek:
“Yasadaki raslansal belirleme ... yetkin bir hakkaniyete dayalı olmaktan çok uzaktır; ve birçok serbest ve saygın meslekte olduğu gibi, maddi kazanç açısından, görünen o ki, yeter ölçüde ödüllendirilmemiştir” ([OUP, c. I, s. 118; Garnier] kitap I, bölüm X, s. 216-217).
Benzer biçimde
askerler konusunda:
“Ücretleri, alelade emekçilerinkinden azdır ve fiilî hizmette yorgunlukları çok daha fazladır” ([OUP, c. I, s. 121-122; Garnier] agy, s. 223).
Ve donanmadaki
denizciler konusunda:
“Gerçi onların becerisi ve ustalığı, hemen hemen herhangi bir zanaatkarınkinden çok daha üstündür ve tüm yaşamları sürekli bir güçlük ve tehlike sahnesidir ama ... ücretleri limandaki niteliksiz emekçilerin ücretinden daha yüksek değildir; deniz adamlarının ücretini, işte bu ücret düzenler” ([OUP, c. I, s. 122; Garnier] agy, s. 224).
İşin garibi:
“Kuşku yok ki, bir rahibi ya da bir vaizi herhangi bir alelade meslekten gezgin bir zanaatkarla karşılaştırmak hiç de zarif olmaz. Ne var ki bir rahibin ya da vaizin ücretinin bir gezgin zanaatkarın ücretinin doğasıyla aynı ücret olarak düşünülmesi hiç de yanlış değildir” ([OUP, c. I, s. 148; Garnier] agy, s. 271).
“
Edebiyatçılar”ın, hakkında, çok sayıda oldukları için kendilerine herhangi bir ödeme yapılmadığını kesin bir dille ifade eder ve
baskı makinesinin icadından önce
“okuyan ve dilenen”in ([OUP, c. I, s. 151; Garnier] agy, s. 276-277) eşanlama geldiğini anımsar; görünüşe bakılırsa, bunu edebiyatçılara uyarlar.}
[sayfa 215]
Bölüm birçok keskin gözlemle ve önemli yorumlarla doludur.
“Aynı toplumda ya da bölgede, sermayenin farklı kullanım alanlarındaki ortalama ya da olağan kâr oranı, farklı emek türlerinin parasal ücretlerine bakışla birbirine daha yakın bir düzeyde olmalıdır” ([OUP, c. I, s. 124; Garnier] agy, s. 228)
“Pazarın genişliği, daha geniş çapta sermayelere kullanım alanı açarak, görünürdeki kârı azaltır; ama daha uzak yerlerden mal sağlanmasını gereksinerek temel maliyeti artırır. Böylece birinin azalmasına karşılık ötekinin artması, görünüşe göre birçok durumda, birbirini dengeler” (ekmek, et, vb. maddeler de) ([OUP, c. I, s. 126; Garnier] agy, s. 232).
“Küçük kasabalarda ve kırsal alandaki köylerde, pazarın darlığı nedeniyle, sermaye genişlerken ticaret her zaman [aynı biçimde -ç.] genişlemeyebilir. Bu nedenle, o tür yerlerde, gerçi belli bir bireyin kâr oranı çok yüksek olabilir, ama kâr toplamı ya da miktarı, hiçbir zaman çok büyük olamaz, elbette yıllık birikimi de. ... Bunun tersine, büyük kentlerde, sermaye artarken ticaret de genişletilebilir ve tutumlu ve başarılı bir bireyin kredisi de sermayesinden daha hızlı büyüyebilir, işi, her ikisinin miktarıyla orantılı olarak genişler” ([OUP, c. I, s. 127; Garnier] agy, s. 233).
Sözgelişi, onaltıncı, onyedinci vb. yüzyıllarda ücretlerin
yanlış istatistik dökümüyle ilgili olarak Adam Smith, oldukça doğru bir gözlemle buradaki ücretlerin, örneğin yalnızca rençperlerin ücreti olduğunu söyler; kulübelerinin çevresindeki [toprakla
-ç.] meşgul olmadıkları ya da (kendilerine bir ev, “küçük bir sebze bahçesi, bir ineği besleyecek kadar saman, ve bir-iki acre ekilebilir kötü toprak” ve çalıştırdığı zaman çok zavallı bir ücret veren)
efendileri için çalışmadıkları zaman bu rençperlerin
“boş zamanlarım, pek küçük bir ödeme karşılığında herhangi bir kişiye vermeyi arzu ettikleri ve öteki emekçilere göre daha az ücret karşılığı çalıştıkları söylenir. ... Ne var ki, bu gündelik ya da haftalık ödeme, öyle anlaşılıyor ki, eski zamanlara ait emek ve zahire fiyatını saptayıp toplayan ve her ikisini de fevkalade düşük göstermekten zevk alan birçok yazar tarafından, ödemenin tamamı olarak kabul edilmiştir” ([OUP, c. I, s. 131-132; Garnier] agy, s. 242).
Adam Smith tepeden tırnağa doğru bir gözlem yaparak [şöyle der
-ç.]:
“emeğin ve sermayenin farklı kullanımlarının avantajlarıyla dezavantajlarının, işin bütünündeki bu eşitliği, ancak bu kullanım alanını işgal edenlerin tek ya da temel işlevlerinde gerçekleşebilir” ( [OUP, c. I, s. 131; Garnier] agy, s. 240).
Yeri gelmişken söyleyelim, bu noktayı Steuart da özellikle
tarımdaki ücretlerle ilgili olarak –
zaman değerli duruma gelir gelmez– çok iyi bir biçimde ortaya koymuştur.
[78] [sayfa 216]
||558|
Ortaçağda kentlerdeki sermaye birikimiyle ilgili olarak Adam Smith bu bölümde, [bu birikimin
-ç.] esas olarak (ticaret ve onun yanısıra
imalat yoluyla)
kırsal alanın sömürülmesinden ileri geldiğini çok doğru bir biçimde ortaya koyar. (Bunlara ek olarak tefeciler ve hatta
yüksek finans, kısacası para tüccarları da vardı.)
“Bu düzenlemeler sonucu” [yani loncaların yaptığı düzenlemeler sonucu] “gerçekten” (kent korporasyonu içindeki) “her sınıf, gerekli malları başka yollardan daha ucuza sağlayabilecek olsa bile, kent içinden birbirinden bir ölçüde daha pahalıya almak zorundaydı. Ama bunu karşılamak için, kendi mallarını da aynı ölçüde pahalı satabiliyorlardı; böylece, atasözünün dediği gibi, ayvaz kasap hep bir hesap oluyordu; ve kent içindeki farklı sınıfların birbirleriyle yaptıkları alışverişlerde, bu düzenlemelerden hiçbirinin kaybı olmuyordu. Ama kırsal kesimle alışverişlerinde hepsi büyük kazançlar elde ediyorlardı; bu ikinci tür alışverişlerde her kenti besleyen ve zenginleştiren tüm işler yer almıştır.
“Her kent tüm tüketim mallarını ve sanayisinin tüm hammaddelerini kırsal kesimden sağlamıştır. Bunların karşılığında ödemeyi iki biçimde yapmaktadır. Birincisi, o hammaddelerin bir bölümünü, üzerinde çalışıp işleyerek ve kırsal kesime geri göndererek öder; bu durumda fiyat, işçilerin ücretleriyle ve onların ustalarının ya da işverenlerinin kurlarıyla artmıştır; ikincisi, kırsal kesime, ya başka ülkelerden ya da ülkenin uzak yerlerinden kente ithal edilmiş olan ham ve mamul üründen birer parçasını göndererek öder; bu durumda da o malların orijinal fiyatı taşıyıcıların ya da denizcilerin ücretleriyle ve onları çalıştıran tüccarın kârıyla artmıştır. Bu ticaret dallarından birincisinde kazanılan şey, kentin imalat yoluyla sağladığı avantajdır, ikincisinde kentin ülke içinde ve dış ticarette elde ettiği avantajdır, işçilerin ücretleri ve onların farklı farklı patronlarının kârları, her iki durumdaki kazancın tümünü oluşturur. Bu nedenledir ki, düzenlemeler, her ne olursa olsun, ücretlerle kârları, aksi halde olabilecek olanın ötesine geçirerek yükseltme ve kentin kendi emeğinin daha küçük bir parçasıyla kırsal alan emeğinin ürettiği ürünün daha büyük bir parçasını satın almasını sağlama eğilimini yansıtır” ([OUP, c. I, s. 140-141; Garnier] agy, s. 258-259).
(Dolayısıyla burada –agy, c. I, kitap 1, bölüm X, s. 259– Adam Smith değerin
emek miktarı ile belirlenmesi biçimindeki doğru değer anlayışına geri gelir. Onun artı-değer teorisi incelenirken, bu, bir örnek olarak alıntılanmalıdır. Kentle kırsal kesim arasında değişime giren metaların fiyatları,
eşit emek miktarlarını temsil ediyorlarsa o zaman bu fiyatlar, metaların değerine eşit demektir. Değişimin her iki ucundaki kâr ve ücretler, dolayısıyla, bu değerleri belirler, ama kârı ve ücretleri, bu değerlerin bölünüşü belirler. Bundan ötürüdür ki, Adam Smith kırsal alanın daha büyük miktardaki emeğine karşı daha küçük
miktarda emeği değişen kentin,
[sayfa 217] kırsal alana göre daha fazla bir kâr ve daha fazla bir ücret elde ettiği sonucuna varır. Eğer kent kendi metalarını kırsal kesimi’ değerlerinden
daha fazlasına satmasaydı, durum böyle olmazdı. O
durumda “ücretler ve kârlar”, “aksi halde olabilecek olanın ötesine geçerek”
yükselmezdi. Demek ki, ücretler ve kâr eğer kendi doğal düzeylerindeyseler, o zaman metanın değerini belirlemezler, ama metanın değeri onları belirler. O zaman kâr ve ücretler, ancak, onların varlık koşulu olan
belli bir değerin bölüşümünden çıkabilir; ne var ki bu değer, önceden var sayılan kârların ve ücretlerin sonucu olamaz.)
“Bunlar” [ücretler ve kârlar -ç.] “kentteki tüccara ve zanaatkarlara, kırsal kesimdeki toprak sahipleri, çiftçiler ve emekçiler karşısında bir avantaj sağlar ve aksi halde aralarında yapacakları ticarette gerçekleşecek olan doğal eşitliği bozar. Toplumun emeğinin yıllık ürününün tümü, bu iki farklı insan topluluğu arasında yıllık olarak bölüştürülür. O” (kent) “düzenlemeleri aracılığıyla, bu üründen, aksi halde kendilerine düşecek olandan daha büyük bir pay kentlilere ve daha azı kırsal kesim insanlarına verilir.
“Kentin, ithal ettiği yıllık erzak ve malzeme için gerçekten ödediği fiyat, yıllık olarak ihraç ettiği mamul ürün ve öteki mal miktarıdır. İkinciler ne kadar pahalıya satılırsa birinciler o kadar ucuza satın alınır. Kentin emeği daha çok, kırsal kesimin emeği daha az avantajlı hale gelir” ([OUP, c. I, s. 141-142; Garnier] agy, s. 259-260).
Bu durumda, Smith’in sorunu sunumuna göre, eğer kentin ve kırsal kesimin [ürettiği
-ç.] metalar, her birinin içerdiği
emek miktarı ile orantılı [bir fiyattan
-ç.] satılsaydı, o zaman
değerinden satılmış olurdu; bunun sonucu,
bu değerleri, değişimin her iki tarafındaki kâr ve ücretler belirlemez, ama [tam tersine
-ç.] kâr ve ücretleri bu değerler belirlerdi. Burada, kârların aynı düzeye getirilmesi –ki, sermayelerin organik bileşimi değiştikçe bu da değişir– bizi ilgilendirmiyor; çünkü [bu işlem
-ç.] kârlar arasında farklılıklara yöneltmiyor, kârları eşitliyor.
||559| “Bir kentte oturanlar, bir yerde toplanmış oldukları için kolaylıkla birleşebilirler. Kentlerde icra edilen en önemsiz işler bile bu nedenle, şurada ya da burada ortaklık haline getirilmiştir” ([OUP, c. I, s. 142; Garnier] agy, s. 261). “Kırsal kesimde oturanlarsa, uzak mesafelere dağılmıştır, kolaylıkla biraraya gelip birleşemezler. Yalnızca ortaklık etmemekle kalmazlar; ama ortaklık ruhu da onlar arasında hiçbir zaman başat bir duygu haline gelmez. Kırsal alanın en büyük uğraşı olan tarımda yetenek kazanmak için bir çıraklık döneminin gerekli olduğu, hiçbir zaman düşünülmemiştir” ([OUP, c. I, s. 143; Garnier] agy, s. 262).
Bununla bağlantılı olarak Smith, “işbölümü”nün dezavantajlarından sözeder. İşbölümüne tabi olan imalat işçisine göre, çiftçi,
[sayfa 218] daha çok zeka isteyen bir iş yapar.
“Ayrıca, birçok başka raslantının yanısıra hava durumundaki her değişimle birlikte değişmesi gereken işlemlerin doğrultusu, her zaman aynı olan ya da hemen hemen aynı olan koşullara göre çok daha fazla basireti ve karar verme yeteneğini gerektirir” ([OUP, c. I, s. 143; Garnier] agy, s. 263).
İşbölümü emeğin
toplumsal üretkenlik gücünü ya da
toplumsal emeğin üretkenlik gücünü geliştirir; ama işçinin
genel üretkenlik yeteneği[ni yitirmesi
-ç.] pahasına geliştirir.
Toplumsal üretkenlik gücündeki bu artış, demek ki, işçi ile,
onun emeğinin
değil, ama onun emeğine egemen olan sermayenin artmış üretken gücü olarak karşı karşıya gelir. Eğer kent emekçisi, kırsal kesim emekçisinden daha fazla geliştiyse, bu yalnızca, onun çalışma tarzının,
topluluk içinde yaşamasına neden olan koşullarından ötürüdür, oysa tarımsal emekçinin koşullan onu doğrudan doğa içinde yaşatır.
“Avrupa’nın her yerinde, kentlerdeki sanayinin, kırsal kesimde-kinden üstün olması yalnızca ortaklıktan ve ortaklık hukukundan ötürü değildir. Birçok başka düzenlemeyle de desteklenmiştir. Yabancı mamullere ve yabancı tüccarın ithal ettiği mallara konan yüksek gümrük vergileri, tümü aynı amaca yöneliktir” ([OUP, c. I, s. 144; Garnier] agy, s. 265). Bu “düzenlemeler onları” (kentleri) yabancıların rekabetine karşı güvenceye alır.
Bu artık, yalnızca kent burjuvazisinin bir girişimi değildir; ama, Devlet Asamblesinin ya da İkinci Meclisin üçüncü sınıfı olarak,
ulusun gövdesi olarak, ulusal ölçekte yasama görevini üstlenen burjuvazinin işidir. Kent burjuvazisinin –kırsal kesime yönelttiği– belli başlı girişimler, giriş kapılarında aldığı harçlar ve resimlerdir ve genel olarak, kaynağı kent olan dolaylı vergilerdir (Bkz: Hüllmann);
[79] buna karşılık dolaysız vergiler kırsal kesimden kaynaklanmıştır. Örneğin üretim, satış ve tüketim vergisi, kentin dolaylı olarak kendisine uyguladığı bir vergi gibi görünebilir. Kırsal kesim insanı bunu ödemelidir, ama ürünün fiyatı içinde onu geri alır. Ama ortaçağda durum böyle değildi. Kırsal kesim insanının ürünlerine yönelik talep –o bu ürünleri metaya ve paraya dönüştürebildiği ölçüde– kentten gelen talep, daha çok ve zorunlu olarak, kentin hukuksal denetimi ve yetki alanı altında bulunan bölgeyle sınırlıydı; bu nedenle de köylü, ürününün fiyatını, kent vergisi miktarında yükseltebilme gücüne sahip değildi.
“Büyük Britanya’da kentlerdeki sanayinin kırsal kesimdekine üstünlüğü, öyle görünüyor ki, eskiden, şimdiki zamanda olduğundan daha fazlaydı. Ücretlerin ve sermayenin, söylendiğine göre geçen yüzyıldaki” (onyedinci yüzyıldaki) “ya da bu yüzyılın” (onsekizinci) “başındaki durumuna göre, [şimdi -ç.] kırsal kesim emeğinin [sayfa 219] ücretleri, imalat emeğinin ücretlerine ve tarımda kullanılan sermayenin kârı da ticaret ve imalat sermayesininkine yaklaşıyor. Bu değişiklik gerekli sayılabilir, ama kent sanayisine verilen müthiş teşviklerin gecikmiş sonucudur. Kentlerde biriken sermaye zamanla o kadar büyümüştür ki, artık kentlere özgü sanayi türlerinde eski kârlarla yatırılması olanaksızlaşmıştır. Kentlerdeki sanayinin de başka her şey gibi sınırları vardır; ve sermayenin artışı, rekabeti artırarak, kârı ister-istemez azaltır. Kentte kârın düşmesi sermayeyi kentin dışına, kırsal kesime gitmeye zorlar; orada, kırsal kesime yönelik yeni bir talep yaratarak, ücretleri zorunlu olarak yükseltir. Böylece, eğer kullandığım deyim yerindeyse, kendini toprağın yüzüne yayar ve tarımda yatırılarak, bir zamanlar kentte kırsal alanın zararı pahasına büyük çapta birikmişken şimdi bir parçasıyla kırsal alana geri verilir” ([OUP, c. I, s. 145; Garnier] agy, s. 266-267).
Birinci kitabın XI. bölümünde bundan sonra, Smith, metanın değerini oluşturan üçüncü öğenin,
rantın doğal oranım belirlemeye girişir. Bunu gözden geçirmeyi erteleyeceğiz ve önce bir kez daha Ricardo’ya döneceğiz.
Buraya kadar söylenenlerden, şu husus açıkça görülmektedir: Adam Smith
metanın maliyet fiyatını ya da
doğal fiyatını, metanın
değeriyle özdeşlediği zaman, bunu, önce
değer konusundaki doğru yaklaşımını terk ederek ve onun yerine rekabet fenomeninden kaynaklanan ve bu fenomenin çağrıştırdığı bir görüşü koyarak yapar. Rekabette,
pazar fiyatının düzenleyicisi, görünüşe göre,
değer değil –sözümona, metanın değeri olarak, yani
içinde varolan fiyat olarak–
maliyet fiyatıdır. Ama rekabette bu maliyet fiyatı görünüşe göre, belli bir ortalama ücret, kâr ve rant tarafından temsil edilir. Dolayısıyla Adam Smith bunları meta delerinden ayrı ve bağımsız olarak –hatta daha çok doğal fiyatın öğeleri olarak– yerleştirmeye çalışır. Esas çabası, bu Adam Smith türü sapmayı reddetmek olan Ricardo ||560|, o sapmayı
ister-istemez izleyen sonucu –yani
değerle maliyet fiyatının özdeşliğini– her ne kadar bu sonuç Ricardo’da mantıksal olarak olanaksız ise de kabul eder.
[sayfa 220]
Dipnotlar
1 Bkz:Bucilt,s. 134. -Ed.
2 Bkz: Bu cilt, s. 28-29, 128-129, 132-133. -Ed.
3 Geçerken, söz arasında -ç.
4 Tersi. -ç.
5 İlk bakışta.
6 Bay Rodbertus, İngiltere’de tohumluğun “satın alındığı”nı burada görebilir.
7 Ondalık sistemden önce 1 İngiliz sterlini 20 şilindi, -ç.
8 El yazmasında “sabit sermayenin” -Ed
9 Elyazmasında “sermayelerin, sahiplerine dönüş hızının eşit olmadığı” -Ed.
10 Bkz: Bu cilt, s. 528-529. -Ed.
11 Bkz: Bu cilt, s. 400-406. -Ed.
12 Ürün olarak, -ç.
13 Bkz: Bu cilt, s. 189-190. -Ed.
14 Farklı üretim alanlarında (örneğin, eşit olmayan süresi gibi bir nedenden ötürü) artı-değer oranının aynı düzeye getirilememesi olasıdır. Bu gerekli değildir, çünkü artı-değerlerin kendisi aynı düzeye getirilmiştir. [Marx’ın notu.]
15 Bkz: Bu cilt, s. 185. -Ed.
16 “Para sınıfından İngilizin ne anladığını, bay Roscher bir kez daha görebilir. Burada “para sınıfı”, “toplumun çalışkan kesimi”ne taban tabana zıttır.[76]
17 Marx burada Recherches sur la nature et les causes de la richesse des nations, Paris 1882 Garnier çevirisinden alıntı yapıyor. Marx’ın, Garnier çevirisinden yaptığı bütün alıntılar bu çeviride “Garnier” adı ile belirtilmiştir, ancak Smith’in yapıtının İngilizce metninden (A. Smith, An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations, Oxford University Press, Londra, 1928.) aktarılmış ve “OUP” ile gösterilmiştir. -Ed.
18 Özgün Almanca elyazmasında “verkehrt” sözcüğü kullanılıyor; baş aşağı, tersine çevrilmiş ya da yanlış diye çevrilebilir. -Ed.
19 Bundan ötürü. -ç.
20 Bkz: Bu cilt, s. 414-415, 437. -Ed.
21 Garnier’nin çevirisinde “naturellement — doğal olarak”. -Ed.
22 Ticaret dostları (Fourier’nin kullandığı birdeyim). -Ed.
Açıklayıcı Notlar
[66] Bkz: Jean-Baptiste Say,
Traite d’économie politique [
Ekonomi Politik Tezleri]
, 5. baskı, Cilt I, Paris, 1826, s. LXXXIII - LXXXV (ya da 6. Baskı), Paris 1841. (s. 41) – 154.
[67] Ricardo’nun, kitabında münhasıran vergilere değindiği 12 bölüme (VIII-XVIII ve XXIX) Marx (“İhracatta ve İthalatın Yasaklanmasıyla Dağıtılan Cömert Ödüller” başlıklı) XXII. bolümü ve (“Üretime Verilen Cömert Ödüller” başlıklı) XXIII. bölümü de katar Bu bölümlerde de vergilere değinilmektedir; çünkü Ricardo’nun teorisine göre ödüller, halkın ödediği çeşitli vergilerden oluşturulan bir fondan dağıtılmaktadır. – 154.
[68] Bkz: 19 nolu açıklayıcı not. – 157.
[69] “
Genel olarak tüketime giren geçim araçları” ifadesinden Marx burada, bir yandan işçilerin tükettiği tüketim maddelerini, öte yandan üretim sürecinde makinelerin tükettiği (kömür, gres yağı vb.) ikincil malzemeyi kastediyor.– 161.
[70] “
Üretim süresi”ve “
emek süresi”
terimleri için bkz: 8 nolu açıklayıcı not.– 165.
[71] %20
5/
26 ortalama kâr, imalatçıyla çiftçinin yatırdığı sermaye aynı olduğu zaman elde edilir. Ama yatırılan sermayelerin farklı büyüklüklerini dikkate alırsak: 800 sterlin çiftçi tarafından ve 1.300 sterlin imalatçı tarafından (toplam 2.100 sterlin) yatırıldığını düşünürsek o zaman her ikisinin toplam kârı 400 sterlin olduğuna göre ortalama kâr 400 x 100/2.100 = %19
1/
21 olur. – 173.
[72] Malthus, Torrens, James Mill ve McCulloch’un görüşleri için,
Artı-Değer Teorileri, üçüncü kitabın ilgili bölümlerine bakınız. – 178.
[73] Tahıl ölçüsü olarak bir “
quarter”
8 busheldir. – 187.
[74] “Kategorilerin sayısal oranı ya da oransal büyüklüğü” derken Marx bu kategorilerin her birinin pazara getirdiği ürün kitlesini kastediyor. – 191.
[75] Marx, Thomas Corbet’in
An Inquiry into the Causes and Modes of the Wealth of Individuals [
Bireylerin Zenginliğinin Nedenleri ve Biçimlerine ilişkin Bir Araştırma]
başlıklı, 1841’de Londra’da yayınlanan kitabını kastediyor. Bu kitapta Corbet sanayide fiyatların en elverişli koşullarda üretilen metal arın fiyatıyla belirlendiğini ve o metaların, belli türden metaların çoğunluğunu temsil ettiğini (bkz: s. 42-44) öne sürüyor. – 191.
[76] Bu dipnotu, bu cildin IX’uncu bölümünde (s. 111) Roscher’le ilgili olarak söyledikleriyle karşılaştırınız. – 196n.
[77] Ortalama kârın %10 olduğu varsayılıyor. – 204.
[78] James Steuart’ın
An Inquiry into the Principles of Political Economy {Ekonomi Politiğin İlkeleri Hakkında bir Araştırma]
(Cilt I, Dublin, 1770) başlıklı çalışması kastediliyor. Kitap İngiliz kırsal kesiminde esas itibarıyla doğal olan ekonomiden kapitalist meta üretimine geçiş sürecini anlatıyor. Bu geçişe tarımda emeğin yoğunlaştırılması ve kırsal kesimin mülksüzleştirilmesi eşlik etmiştir. “Zaman çok kıymetleniyor” ifadesini Steuart, anılan yapıtının 171. sayfasında kullanıyor. Marx başka bölümlerle birlikte bu bölümü de 1857-58 ekonomik elyazmalarında (Bkz: Karl Marx,
Grundrisse der Kritik der politischen Ökonomie,
s. 742) alıntıladı. – 217.
[79] Burada Karl Dietrich Hullmann’ın dört bölümlük
Städtewesen des Mittelalters başlıklı çalışmasına gönderme yapılıyor (Bonn, 1826-29). – 219.