"El Aksa İntifadası"yla başlayan ve Mart sonunda İsrail'in Filistin Özerk Bölgesi'ni doğrudan "savaş alanı" ilan ederek işgal etmesiyle gelişen son olaylar ve olayların trajik görüntüleri, dikkatleri Orta-Doğu'ya, Filistin sorununa çekerken, aynı zamanda Filistin hareketinin içinde bulunduğu durumu da gözönüne çıkarmıştır. Özellikle Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı koşullarında, dünya sol hareketinde ve küçük-burjuva radikalizminde ortaya çıkan pasifizmin ve emperyalizmle uzlaşma eğilimlerinin varacağı yeri (teslimiyetçilik) göstermesi açısından çok daha öğretici olmaktadır.
1947 yılında Birleşmiş Milletler'in aldığı kararla resmen bir "ulus" olarak kabul edilen yahudilerin 14 Mayıs 1948 tarihinde İsrail devletinin kuruluşunu ilan etmeleriyle başlayan "Filistin sorunu", pan-arap milliyetçiliğinden, küçük-burjuva radikalizmine kadar pek çok siyasal eğilimi içinde barındıran bir tarihsel olgu olmuştur.
Bir dinsel topluluğun "ulus" olarak kabul edilmesi ve buna bağlı olarak "ulusların kendi kaderini tayin hakkı" çerçevesinde kendi "ulusal devlet"ini kurması, İsrail devletinin özgün yanını oluştururken, pan-arap milliyetçilik ile küçük-burjuva radikalizmi Filistin hareketinin sınıfsal içeriğini oluşturmuştur.
Burjuva anlamda bir "ulus" olmayan yahudi topluluğunun, burjuva anlamda "ulusal devlet" olmayan İsrail devleti olarak örgütlenmesi, yapay bir "ulus" ve yapay bir "ulusal devlet" sorunu olarak, başlangıçtan itibaren "dışa bağımlı" (emperyalist-kapitalizme) ve bu bağımlılık içinde varolan bir olgu ortaya çıkarmıştır. Bu yönüyle İsrail devleti, kurulduğu andan itibaren, devlet sınırları içindeki sınıf ilişkileri ile değil, uluslararası sınıf ilişkileri ile belirlenen bir devlet durumunda olmuştur. Günümüzün popülist ve "medyatik" söylemiyle ifade edersek, İsrail devleti, emperyalist ülkelerdeki "yahudi sermayesi"nin "lobi" faaliyetlerinin sonucu kurulmuş ve bu "lobi" faaliyetlerinin varlığıyla bugüne gelmiştir.
İsrail devletinin kitlesel gücü ise, dünyanın her yanında, şu ya da bu biçimde ezilen, aşağılanan, içinde yaşadığı uluslar ve ulusal-topluluklar tarafından dışlanan yahudi dinine bağlı insanlardır. Bu insanlar, para-sermaye sahibi banker ve tefeci yahudilerden farklı olarak, İsrail'e göç ettikleri güne kadar içinde yaşadıkları ülkelerde bireysel olarak çalışan ya da emekçi olan kitleyi oluştururlar. Bu kitle, hemen her zaman, yahudi banker ve tefecilerin içinde yaşadıkları ülkelerdeki asalak niteliklerine karşı gelişen yahudi düşmanlığından doğrudan etkilenmiş ve bu düşmanlığın ortaya çıkardığı katliamlara maruz kalmıştır. Kendi içinde Marksist-Leninist bir örgütlenmeye sahip olamayan bu kitle, kendisine yapılan her davranışın, katliamların kendi dinsel inancından dolayı olduğuna inandırılmıştır.
Ve her zaman, içinde yaşanılan ülkedeki egemen sınıfların kendi iç çelişkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan yahudi karşıtı hareketler de, kendi eylemini dinsel temelde meşrulaştırmaya çalışmıştır.
Diğer yandan, asıl olarak Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliği altında bulunan Arap toplulukları, İngilz emperyalizmi tarafından irili ufaklı devletler olarak (elbette emperyalizmin çıkarlarına uygun olarak belirlenmiş sınırlar içinde) ortaya çıkmışlardır. Bu Arap toplulukları içinde II. yeniden paylaşım savaşı sonuna kadar doğrudan İngiliz yönetimi altında bulunan ve sadece verimli tarımsal topraklara sahip olan tek yer Filistin olmuştur. Bu yönüyle, Filistin, II. yeniden paylaşım savaşı sonuna kadar devlet olarak örgütlenmemiş iki Arap bölgesinden birisi olmuştur. (Diğeri Lübnan'dır.) Özellikle yeraltı zenginliklerine sahip (özel olarak da petrol) topraklarda kurulan Arap devletleri (Mısır, Suriye, Irak, Suudi Arabistan ve küçük Körfez emirlikleri) için, Filistin (ve belli oranda Lübnan), "kutsal mekan" ve sebze-meyva üretim alanı olmaktan öte bir değere sahip değildir. Arap devletlerinin krallık olarak oluşturulması, bu devletlerin emperyalist ülkeler tarafından bireysel olarak satın alınabilen insanlar tarafından yönetilmesini getirirken, diğer yandan aynı krallıkların kendi bireysel çıkarları ötesinde bir çıkara sahip olmamasını da beraberinde getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nun tarihsel özellikleriyle şekillenmiş olan Arap toplumunun feodal-aşiret ilişkileri çerçevesinde krallıklar olarak devletleştirilmesi, burjuva anlamda uluslaşma sürecinin ortaya çıkmadığı bir evreye denk düştüğü gibi, aynı zamanda uluslaşma sürecinin de engeli olarak ortaya çıkmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasıyla birlikte tüm Arap toplulukları ekonomik ve siyasal olarak emperyalizme bağımlı hale gelirken, aynı zamanda emperyalist tüketim mallarının açık pazarı olmuştur. Bu tüketim pazarı oluşları, Arap toplulukları içinde işbirlikçi ticaret burjuvazisinin ve buna bağlı olarak geniş bir küçük-burjuva kesimin oluşmasını getirmiştir. Özellikle devletleştirilen Arap topluluklarında sömürge pazarı niteliğindeki kentlerde nüfusun çoğunluğunu oluşturan bu küçük-burjuva kesim içinde en etkin unsur, geleneksel tüketim malları ticaretiyle uğraşan "çarşı esnafı"dır.
1950'lerin ortalarında asker-sivil aydın kesimin gerçekleştirdiği küçük-burjuva askeri darbelerle Mısır, Suriye ve Irak'da krallık rejimlerinin yıkılmasıyla başlayan Baas döneminde sınıfsal yapıda önemli değişiklikler ortaya çıkmamıştır. O güne kadar petrol vb. yeraltı kaynaklarından elde edilen işbirlikçi payıyla yetinen kralların yerine geçen küçük-burjuva devrimci-milliyetçiler, sosyalizmin dünya çapında kazandığı büyük prestijin etkisiyle petrolü millileştirerek, elde edilen gelirlerle alt yapı yatırımlarına yönelmişlerdir. Sonal olarak kapitalizmin gelişmesine hizmet eden bu yatırımlar, belli oranda Arap ulusal burjuvazisinin oluşmasına ve gelişmesine de hizmet etmiştir.
Ancak, gerek devlet aracılığıyla ulusal burjuvazi yaratma çabaları, gerekse Sovyetler Birliği ile geliştirilen ekonomik ve siyasal ilişkiler, bir bütün olarak emperyalist bloğun çıkarlarına ters düştüğünden, emperyalizmin doğrudan müdahalesini gündeme getirmiştir. 1956 yılında Abdül Nasır başkanlığındaki Mısır Baas yönetiminin Süveyş kanalını millileştirilmesi üzerine başlayan İngiliz-Fransız ve İsrail askeri müdahalesi ve 1958 yılında Amerikanın Lübnan müdahalesi, Amerikan emperyalizmi tarafından askeri olarak güçlendirilen İsrail'in 1967 yılındaki "altı gün savaşı" ile yeni bir evreye girmiştir. Bu tarihten itibaren Baas yönetimlerine karşı yürütülen emperyalist müdahaleler, her zaman İsrail'in askeri vurucu gücü ile gerçekleştirilmiştir.
İşte bu gelişim sürecinde, Filistin sorunu özel bir yere sahip olmuştur. İsrail devletinin bölgede emperyalizmin askeri vurucu gücü haline gelmesine paralel olarak Baas yönetimleri Filistin sorununu (İsrail'i durdurmanın bir aracı olarak) artan oranda gündeme getirmeye başlamışlardır.
Oysa ki, Filistin toprakları Birleşmiş Milletler kararı ile yahudi ve müslüman Arap (Filistinliler) topluluklar arasında paylaştırılmış olmasına karşın, 1948 yılında İsrail devletinin kurulmasıyla başlayan İsrail-Arap savaşıyla birlikte İsrail, Mısır ve Ürdün arasında yeniden paylaşılmıştır. Gazze bölgesi Mısır tarafından ilhak edilirken, Batı-Şeria tümüyle Ürdün krallığının toprakları haline getirilmiştir. Bunun dışında kalan Araplara bırakılmış topraklar da, İsrail tarafından "yeni yahudi yerleşim bölgesi" olarak ilhak edilmiştir. Ve böylece Filistinliler, kendi toprakları üzerinde hiçbir siyasal hakka sahip olmayan, şu ya da bu ülkenin yönetimi altında bulunan bir topluluk haline gelmişlerdir. Filistin sorununun gerçek özü de burada yatmaktadır.
1967 yılındaki "altı gün savaşı"yla doğrudan Mısır ve Ürdün'ün ilhak ettiği Gazze ve Batı-Şeria bölgesinin İsrail tarafından işgal edilmesiyle birlikte Filistinlilerin kendi topraklarından göç ettirilmeleri süreci de başlamıştır. 1967-72 arasında Mısır, Suriye ve Ürdün topraklarına göç eden Filistinliler, bu ülkelerde politik-askeri örgütlülüklerini sürdürürken, diğer yandan aynı ülkelerin ayrımcı ve dışlayıcı uygulamaları içinde ekonomik ve sosyal yaşamlarını sürdürmeye çalışmışlardır.
Bu dönemde Filistin örgütlerinin en temel özelliği, göçmen olarak bulundukları Arap ülkesinin siyasal yönetimi altında faaliyet yürütmeleridir. Her Arap ülkesi, kendi toprakları üzerindeki Filistinliler arasında kendisine doğrudan bağlı Filistin örgütleri yaratmıştır. 1964 yılında kurulan FKÖ içinde etkin olmayı amaçlayan bu oluşumlar, günümüze kadar Filistin örgütlerinin çok parçalılığının temel nedini olmuştur.
Yaser Arafat'ın başını çektiği ve önderliğini göçmen Filistinlilerin küçük-burjuva aydınlarının yaptığı El-Fetih hareketi ile Habbaş'ın yönetimdeki "marksist-leninist" FHKC, Arap ülkeleri tarafından doğrudan denetlenemeyen iki politik-askeri örgütlenme olarak ortaya çıkarken, 1972 yılında Ürdün' ün gerçekleştirdiği "Kara Eylül" katliamı sonrasında tümüyle göçmen Filistinlilerin örgütleri haline gelmişlerdir.
Örgütsel düzeyde meydana gelen bu gelişmeler yanında, Filistin halkının ekonomik ve toplumsal ilişkileri, her durumda içinde yaşadıkları ülkelerin ilişkileri tarafından belirlenmiştir. Özellikle 1973 Arap-İsrail savaşından sonra, Filistinliler, ağırlıklı olarak Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve işgal altındaki topraklara dağılmışlardır. İlk dönem, sadece "mülteci" statüsünde ve kendi içlerinde ekonomik ilişkiler sürdüren Filistinliler, zaman içinde belli pazar ve sermaye olanaklarına sahip olmaya başlamışlardır. Oluşan Filistin sermayesi, mülteci Filistinlilerin geleneksel tüketim malları üretimi ve ticareti alanlarında faaliyet gösterirken, özellikle Ürdün ve İsrail işgalindeki topraklarda, egemen devletin sermayesiyle işbirliği içine girmiştir. Sürekli bir pazar olmadığından Filistin sermayesinin gelişimi de inişli çıkışlı ve çok değişkenli bir yol izlemiştir.
İsrail işgali altındaki topraklarda yahudi sermayesi ile işbirliği içinde faaliyet yürüten Filistin küçük sermaye kesimleri yanında, geleneksel ürünler üreticisi ve ticareti yapan kesimler, giderek birbirinden uzaklaşmaya başlamışlardır. Yine Filistinlilerin yaşadığı Arap ülkelerinden gelen malların satıcıları ile iç üreticiler ve bunların ticaretiyle uğraşan kesimler arasında da farklılaşma başlamıştır.
Hemen hemen benzer gelişme Arap ülkelerinde yaşayan Filistinliler arasında da ortaya çıkmıştır.
Böylece, bir yandan yaşadıkları ülkenin egemen kesimlerinin sermayesi ile işbirliği yapan ve bu sermayenin gölgesinde gelişen tüccar kesimi ile geleneksel mallar üreten ve satan kesimler arasındaki ayrışma, giderek siyasal ayrışmalara yol açmıştır. Düne kadar doğrudan içinde yaşanılan ülkenin yönetimi ve denetimi altında oluşturulmuş olan Filistin örgütlerinin yerini, bu iki kesimin finanse ettiği örgütlenmeler almaya başlamıştır.
Mısır, Ürdün ve Körfez Emirliklerine yerleşmiş olan Filistinli "sol" küçük-burjuva aydınları ise, emperyalist ülkelerle olan ilişkiler çerçevesinde kendilerine yeni iş olanakları bulmaları ve Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığının yaratmış olduğu moral etkiyle sağa kaymışlar ve giderek "uzlaşmacı" bir çizgiye oturmuşlardır.
İşte bu sınıfsal gelişmeler Filistin hareketini ve Filistin-İsrail ilişkilerinin değişmesi gerektiği düşüncesini yaygınlaştırmıştır. Arap ülkelerine yerleşmiş olan küçük-burjuva aydınları ve bu ülkelerin ekonomik ilişkileri çerçevesinde faaliyet yürüten küçük sermaye kesimleri Yaser Arafat'ın çevresinde toplanarak, küçük de olsa bir toprağa sahip olma temelinde İsrail'le "barış" yapılması yönünde hareket etmeye başlamışlardır. "Toprak karşılığı barış" bu kesimlerin temel sloganı olmuştur.
Ancak bu kesimler, küçük bir "toprak" üzerinde kurulacak olan Filistin'in emperyalizmle doğrudan ilişki içinde, yani emperyalizme bağımlı bir ülke olması peşindedirler. Onların düşüncesine göre, "globalleşen dünya"da "birleşik, bağımsız ve laik bir Filistin" "hayal"dir, sadece kan dökülmesine neden olur.
1994 yılında Yaser Arafat'ın işgal altındaki topraklara geri dönüşü ve 1996 yılında yapılan Oslo anlaşması sonrasında küçük-burjuva aydınları ile Arap ülkelerinde yerleşik hale gelmiş olan Filistin sermayesinin etkinliği giderek artmaya başlamıştır. Bu durum, bu yıllara kadar işgal altındaki topraklarda geleneksel mallar üreten ve bunun ticareti ile uğraşan kesimlerin etkinliğini yitirmesine yol açmıştır. Bunun sonucu olarak, bu kesimler ile küçük-burjuva aydınları ve "mülteci" Filistin sermayesi arasındaki çelişkiler keskinleşmiştir. İsrail'in İzak Rabin döneminde Yaser Arafat'la birlikte ülke içine gelen bu kesimleri ekonomik olarak destekleme politikası, bu çelişkiyi daha da şiddetlendirmiştir.
Böylece, İran'da da olduğu gibi, geleneksel mallar üreticisi ve satıcısı durumunda olan kesimler, eski güçlerini yeniden kazanabilmek amacıyla dinsel ideoloji etrafında örgütlenmeye başlamışlardır. Hamas, Hizbullah örgütlenmesi bu kesimlerin doğrudan katıldıkları ve finanse ettikleri örgütlenmeler olarak işgal edilmiş topraklarda ortaya çıkmıştır. (Bu dini örgütlerin 1994 öncesinde fazlaca bir etkinliği olmamıştır.)
Öte yandan, Filistin hareketinin sol kesimini temsil eden FHKC, "mülteci" küçük-burjuva aydınlarının dönüşümüne paralel olarak dönüşmüş ve işgal altındaki topraklarda salt politik faaliyet yürüten bir örgütlenme olmuştur. FHKC, Ariel Şaron'un başbakan olmasıyla birlikte gelişen El Aksa İntifadasıyla birlikte bazı silahlı eylemler yapmak zorunda kalmışsa da, küçük-burjuva aydınlarının ideolojik dönüşümünü bertaraf edemediği için, etkisiz kalmıştır.
İşte bu sınıfsal ilişki ve çelişkiler içinde, İsrail'in Ariel Şaron'la birlikte başlattığı askeri zor uygulamaları ve son işgal hareketi, emperyalizmle uzlaşma çizgisi izleyen kesimlerin açık işbirlikçi haline getirilmesi amacını da içermektedir. Son aylarda ABD' nin Yaser Arafat'a yönelik açıklama ve tavırları, bu amacın dışa vurumları olmuştur.
Bugün Amerikan emperyalizmi ve İsrail, açık askeri zor ve işgal yöntemi ile, Filistinlileri sınıfsal ayrışmaya bağlı olarak bölmeye çalışmaktadır. Gerçek ve sürekli bir toprağa, dolayısıyla pazara sahip olmayan, kendi devletini kuramamış Filistinliler için sunulan seçenek Körfez emirlikleri gibi olmaktır. Bu nedenle, "birleşik ve bağımsız bir Filistin", her dönemdekinden çok daha önemli hale gelmiştir. Sorunun bugün geldiği yer, İsrail'in emperyalizm adına yürüttüğü açık askeri zor ve işgale karşı direniş olmakla birlikte, direnişin geleceğe yönelik programı ve çizgisi büyük önem taşımaktadır. Filistinliler, ya "globalleşen dünya"da, emperyalizme ve onun Orta-Doğu'daki askeri uzantısı olan İsrail'in denetimi ve yönetimi altında bir bağımlılığa boyun eğeceklerdir, ya da emperyalizme ve siyonizme karşı dünya halklarının mücadelesinin bir parçası olarak savaşa devam edeceklerdir. Seçenek budur ve bu seçeneklerden hangisinin etkin olacağı, Filistin içindeki özgün sınıfsal ayrışma tarafından belirlenecektir.
Gerçek bir Marksist-Leninist örgütlenme, Filistin halkını bilinçlendirip örgütleyemediği sürece, tüm çatışma, emperyalizmle uzlaşma yanlısı küçük-burjuva aydınları ve küçük sermaye kesimleri ile "islamcı" sermaye arasında gelişeceği de unutulmamalıdır.