P. Nikitin
Ekonomi Politik
P. Nikitin'in Principes d'Economie Politique (Editions du Progres, Moscou, 1962) adlı yapıtının "Le Mode de Production Capitaliste" adlı bölümünü, Fransızcasından Hamdi Konur dilimize çevirmiş ve Editions du Progrès, 1966, basımı dikkate alınarak gözden geçirilmiş ve kitap Ekonomi Politik I adı ile, Sol Yayınları tarafından, Kasım 1995 (Birinci Baskı: Nisan 1968, İkinci Baskı: Ocak 1971, Üçüncü Baskı: Eylül 1974... Yedinci Baskı: Mart 1990) tarihinde Ankara'da yayınlanmıştır.

Eriş Yayınları tarafından düzenlenmiştir.
e-posta:
Kurtuluş-Cephesi Dergisi
Özgün biçimiyle Acrobat Reader formatında:
Ekonomi Politik (586 KB)











DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
SERMAYE BİRİKİMİ VE PROLETARYANIN
DURUMUNUN KÖTÜLEŞMESİ

     
      ARTI-DEĞERİN sermayeden kaynaklandığını daha önce görmüştük. Ama sermayenin kendisi de artı-değerden kaynaklanır. Bu nasıl olur? Soruyu yanıtlamak için kapitalist üretimin mekanizmasını bilmemiz gerekir.
     

1- SERMAYE BİRİKİMİ VE İŞSİZ ORDUSUNUN OLUŞUMU

Yeniden-Üretim ve Sermaye Birikimi

     
      Üretimden sözettiğimiz zaman, maddi malların yaratılması sürecini anlıyoruz. Bu, kapitalist rejimde, işletmecinin pazardan üretim araçları ve emek-gücü satın aldığı ve insanların, maddi malların yaratılmasıyla sonuçlanan üretici faaliyeti anlamına gelir. Üretim süreci tamamlanmıştır. Bu, maddi malların üretimini devam ettirmenin gereksizliği [sayfa 101] anlamına mı gelir? Kuşkusuz hayır. Maddi mallar üretimini durdurarak yokolma tehlikesini göze almayan toplum, üretim yapmadan edemez. Bunun içindir ki, maddi malların üretim süreci devam ettirilmelidir, yani aynı aşamalar tekrar tekrar aşılmalıdır. Maddi malların bu üretim sürecine, kesintisiz olarak yinelenen bu sürekli yenilenme sürecine, yeniden üretim denir.
      Yeniden-üretim süreci, her toplumda yerine getirilir. Ama, yeniden-üretimin nedenleri toplumlara göre farklı olur. Kapitalizmde, yeniden-üretimin uyarıcısı, kapitalistlerin artı-değer elde etme yarışıdır. Maddi malların üretimi ve yeniden-üretim, emekçilerin gereksinmelerini karşılamak için değil, kapitalistin kazanç sağlayabilmesi için yapılır.
      Artı-değeri, kapitalist yeniden-üretim yaratır ve ona kapitalist sahip çıkar. Ama burada, bizi ilgilendiren, yalnız, artı-değere sahip çıkılması değil, aynı zamanda artı-değerin kullanılması, yani onun harcanmasıdır. Eğer artı-değerin tamamı, kişisel, tüketimi için kapitalist tarafından kullanılmışsa, bu, basit yeniden-üretimdir. Örneğin, kapitalist, 160.000 doları değişmeyen ve 40.000 doları da değişen sermaye olmak üzere 200.000 dolarlık bir sermaye yatırmış olsun. Artı-değer oranı, %100'e eşit olduğunda, bütün değişmeyen sermayenin ürün değeri içine girdiği varsayılarak, üretim 240.000 dolara ulaşacaktır. (160.000s+40.000d+40.000a=240.000). Bu 240.000 doların 200.000'i işe başlarken yatırılan miktar ve 40.000'i işçilerin emeği ile yaratılmış olan artı-değerdir.
      Basit yeniden-üretimde bütün artı-değer kapitalistle ailesinin kişisel tüketimine ayrılmış olduğundan, ertesi yılın üretim süreci, aynı geçen yıldaki oranda yenilenmiş olacak, bunu izleyen yıllarda da durum gene değişmeyecektir. Basit yeniden-üretimde maddi malların üretim süreci, hacim değişmeden yenilense bile, onun tahlili, kapitalistlerin zenginleşme kaynağını çözme olanağı verecektir.
      Üretim süreci içinde ilk olarak yatırılan sermaye, yeniden-üretilmiş, kapitalistin kişisel gereksinmeleri için [sayfa 102] harcadığı bir artı-değer yaratmıştır.
      Eğer kapitalist, artı-değere sahip çıkmasaydı, başlangıçta yatırdığı sermayenin tamamını kişisel tüketimi için yavaş yavaş harcardı. Örneğimizde olduğu gibi, kapitalist, yılda 40.000 dolar harcadığı takdirde, başlangıçta yatırılan 200.000 dolarlık sermayeden, beş yıl sonra, elinde, hiçbir şey kalmayacaktır. Ama böyle olmuyor, çünkü gereksinmelerini karşılamak üzere kapitalist tarafından harcanmış olan para toplamı, karşılığı işçiye ödenmeyen emekle yaratılan artı-değerden oluşur.
      İlk yatırılan sermayenin kaynağı ne olursa olsun, kapitalist basit yeniden-üretim sırasında, bu sermaye, belirli bir zaman dönemi sonunda, işçilerin emeği ile yaratılmış ve bedava olarak kapitalist tarafından elkonulmuş bir değer haline gelir.
      Buradan şu sonuç --pek önemli şey-- çıkar ki, işçi sınıfı, sosyalist devrim sırasında, kapitalistleri mülksüzleştirdiği, fabrikalarına ve işletmelerine elkoyduğu zaman, işçi sınıfı kuşaklarının emeğiyle yaratılanı geri almaktan başka bir şey yapmaz. Demek ki, kapitalist özel mülkiyetin tasfiyesi, haklı bir olay, tarihsel adaletin yerine getirilmesi olayıdır.
      Biz, kapitalistin, kişisel gereksinmeleri için artı-değerin tamamını harcadığını varsaymıştık. Ama bu durum sonuna kadar sürdürülebilir mi? Kapitalist gelişmenin ilk aşamasında, böyle durumlar çok oluyordu. O zaman, kapitalist, az miktarda işçiyi sömürürdü. Bazan kendisi de çalışırdı. Kapitalist işletmeler büyüyünce ve kapitalist, yüzlerce, binlerce işçiyi sömürmeye başlayınca, durum değişti. Örneğin, 1.000 işçi kiralayıp da yılda onlara 2 milyon dolar ücret ödediği zaman, işçiler kapitalist için (artı-değer oranı %100'e eşit varsayılarak) yılda 2 milyon dolarlık bir artı-değer yaratıyorlar. Şimdi, işletme sahibi, kişisel gereksinmeleri için artı-değerin tamamını değil, artı-değerin yalnız bir bölümünü harcıyor. Artı-değerin diğer bölümünden, üretim hacmini büyütmek için, makineler, hammaddeler satın almakta ve tamamlayıcı emek-gücünün istihdamı için yararlanılmaktadır. Bu durumda, [sayfa 103] genişletilmiş yeniden-üretim ya da bir sermaye birikimi ile karşı karşıyayız demektir.
      Artı-değerin sermayeye dönüşmesi sürecini gösteren bir örnek alalım. Bir kapitalistin 10 milyon doları olduğunu varsayalım. Bu toplamın 8 milyon doları değişmeyen sermaye, 2 milyon doları da değişen sermaye olarak yatırılsın, ve artı-değer oranı da %100'e eşit olsun. Üretim süreci sonunda da, değişmeyen sermayenin ürün değerine girdiğini varsayarak, 12 milyon dolarlık meta imal edilmiş olacaktır (8 milyon s +2 milyon d+2 milyon a).
      2 milyon dolarlık artı-değerin de, kapitalist tarafından şu şekilde yeniden bölündüğünü varsayalım: 1 milyon doları üretimi genişletmek için ve 1 milyon doları da kapitalistin kişisel tüketimi için. Artı-değerin üretimin genişlemesine ayrılan bölümü, ilkin yatırılan sermayeninkiyle aynı oranda --yani 4//1 (800.000s+200.000d)-- değişen ve değişmeyen sermaye olarak harcanmıştır.
      Öyleyse, ikinci yılda, işletmede 11 milyon dolarlık bir sermaye iş görecektir (8.800.000s+2.200.000d). Eğer artı-değer oranı %100'e eşit olursa, ikinci yılda 13.2 milyon dolar tutarında meta üretilmiş olacaktır (8.800.000s+2.200.000d +2.200.000a).
      İkinci yılda üretim hacminde bir artış ve artı-değer kitlesinde bir çoğalma oldu. Çünkü ilk yılda gerçekleştirilen artı-değerin bir bölümü sermayeye çevrilmişti. Böylece, artı-değer, sermaye birikiminin bir kaynağı olur. Sermaye haline sokulma, yani artı-değerin sermayeye aktarılması yoluyla kapitalist, sermayesini giderek artırır.
      Zenginleşme amacıyla, artı-değere sahip olma tutkusunun sonu, kapitalistin, üretim hacmini durmadan genişletmesine varır. Bundan başka rekabet, yıkım pahasına da olsa, her kapitalisti, tekniği modernleştirme, üretimi genişletmeye zorlar. Tekniğin ve üretimin ilerlemesini durdurmak, geri kalmanın belirtisidir. Oysa, geri kalanlar, rakipleri tarafından yenilgiye uğratılır.
      Ama, eğer kapitalistler üretimi sürekli olarak genişletirlerse, [sayfa 104] bu, tüketime ayrılan artı-değer payını azalttıkları anlamına mı gelir? Kapitalist sınıfın zenginliğinin artmasıyla, kendi kişisel gereksinmelerini giderdikleri artı-değer payı artar. Bunun içindir ki, günümüzde, Amerikan milyonerleri, kişisel gereksinmeleri için, gelirlerinin %25'ini harcarlar. Belli milyoner ailelerinin birçok özel otelleri ve yatları, onlarca ve hatta yüzlerce lüks otomobilleri, uçakları vardır. Şu olgu, Amerikalı milyonerlerin çılgın müsrifliklerini gösterir: her mevsimde Amerika Birleşik Devletleri'nin en zengin 60 ailesinden birinin verdiği bir ziyafet için harcanan para, 5 üyeli mütevazi bir aileyi ömrü boyunca ve hiçbir eksiği olmadan yaşatmaya yetecek miktardadır.
      Bütün bunlar, sermaye birikimiyle, kapitalist sınıfın asalaklığının ve yağmasının gittikçe ağırlaştığına tanıklık eder.
      Vülger burjuva ekonomi politiğin temsilcileri, sermaye birikimini, sözümona, toplumun huzuru kaygısıyla gereksinmelerini sınırlayan kapitalistlerin para biriktirme anlayışıyla açıklarlar.
      Böyle bir anlayışın en belirgin sözcüsü, 19'uncu yüzyılın İngiliz ekonomisti olan Senior olmuştur. "'Ben' diyordu böbürlenerek, 'sermaye sözü yerine, buna bir üretim aracı gözüyle baktığım için, perhiz sözünü koyuyorum.'"
      Bu "perhiz" (abstinence) konusu üzerinde Marx nükteli bir ifade ile, kapitalistin, buhar makinelerini, demiryollarını, otlakları, vb. kendisi yiyip tüketeceği yerde, emek araçlarını işçiye "ödünç" vererek gereksinmelerini sınırladığını yazar. Kapitalizmin savunuculuğunu yapan bu "teoriye" işaret ederken Marx alaylı bir dille, kapitalisti, üretim araçlarının mülkiyet hakkından yoksun bırakarak, onun bu "yürek sızlatan özverilerden" kurtarılmasının düpedüz bir insanlık borcu olduğunu belirtir.
      19'uncu yüzyılın sonunda, Senior'un "teorisi", İngiliz ekonomisti Marshall ile Amerikan ekonomisti Carver tarafından, biraz değiştirilmiş olarak, yeniden ortaya atıldı. Bunlar "perhiz" sözcüğünün yerine "bekleme" (attente) sözcüğünü [sayfa 105] koymakla yetinmişlerdi.
      Bütün bu "teoriler", kapitalizmi ve kapitalist sömürüyü haklı göstermeyi hedef almışlardı. Gerçekte ise, sermaye birikimi, bu birikimin oranları, kapitalistin "perhiz"ine ve burjuva ideologların bunu tanıtlamaya koyulmalarına değil, işçi sınıfının sömürülmesine bağlıdır. Örneğin, 8.000s+2.000d'ye eşit bir sermayeyi alalım. Artı-değer oranı da %100 olunca, 2.000a (a, artı-değerdir) kazanılacak. Artı-değer %200 olduğu takdirde, bu kazanç, 4.000a olacak. Buna göre, sömürü derecesi arttıkça daha fazla artı-değer, daha fazla birikimlere varır. Emek-gücünün sömürü derecesinin yükselmesi, iş-gününün uzatılması, emeğin yeğinleşmesi, ücretin emek-gücü değeri altına düşürülmesi, vb. ile elde edilir.
      Emek üretkenliğinin artırılması
, sermaye birikimini hızlandıran önemli bir etkendir. Emek üretkenliğinin artırılması, metaların fiyatını düşürür. Bu da kapitalistlere: a) emek-gücü metaının değerinin düşürülmesi, öyle ki, aynı miktarda değişen sermaye ile daha büyük canlı emek kitlesini istihdam etme, bunun için de daha çok üretmenin mümkün olması; ve buna göre, artı-değerin artırılması; b) üretimin genişletilmesine ayrılan artı-değer bölümünü azaltmadan, kişisel tüketimin çoğaltılması; c) sermayeleşen artı-değer miktarını artırmadan, daha ucuz makineler kullanarak, üretim hızının büyütülmesi olanağını verir.
      Ensonu, yatırılan sermayenin büyüklüğü, sermaye birikimini etkiler. Sermaye arttıkça, sermayenin "s" (değişmeyen sermaye) ve "d" (değişen sermaye)'ye bölünmesi oranında, değişen sermaye de artar. Bunun içindir ki, bütün koşullar eşit olsa, birikim oranı, doğrudan doğruya başlangıçta yatırılan sermayenin büyüklüğüne bağlıdır. Sermaye birikiminin oranlarını belirleyen başlıca etkenler işte bunlardır.
      Sermaye birikimi, işçi sınıfının durumunu nasıl etkiler? Bu soruyu yanıtlamak için, önce Marx'ın, sermayenin organik bileşimi konusundaki teorisini irdelemek gerekir. [sayfa 106]
     

Sermayenin Organik Bileşimi

     
      Artı-değer teorisinde, Marx, sermayenin, değişmeyen ve değişen sermaye olarak bölündüğünü keşfettiği zaman, artı-değerin gerçek kaynağını da günışığına çıkarmış oluyordu. Kendi sermaye birikimi teorisine, Marx, sermayenin organik bileşimi teorisini de katmış oldu.
      Sermayenin değer bileşimi iki açıdan ele alınabilir: doğal ve maddi bileşimine göre ve değer bileşimine göre.
      Sermayenin değer bileşimi, sermayeyi değişmeyen ve değişen bölümlere ayıran ilişkiyle belirlenmiştir. Değere göre sermaye bileşimine, sermayenin değer bileşimi adı verilir.
      Doğal ve maddi biçimi ile, üretim süreci içinde görev yapan sermaye, üretim araçları ve emek-gücü olarak bölünür. Kullanılan üretim araçları kitlesi ile bu araçları işletmek için gerekli-emek miktarı arasında varolan ilişki ile belirlenen sermaye bileşimine, sermayenin teknik bileşimi adı verilir. Bu ilişki, belirli bir işletmenin donatımına bağlıdır.
      Değer bileşimi ile teknik bileşim arasında sıkı bir karşılıklı bağlılık vardır. Genel kural olarak, sermayenin teknik bileşimindeki her değişme, değer bileşiminde bir değişmeyi de birlikte getirir. Bundan dolayıdır ki, Marx, değişmeyen sermaye ile değişen sermaye arasındaki ilişkiye, yani değer bileşiminin, sermayenin teknik bileşimi ile belirlendiği ve onun değişikliklerini yansıttığı ölçüde değer bileşimine sermayenin organik bileşimi adını vermiştir.
      Öyleyse, sermayenin organik bileşimi s'nin [değişmeyen sermayenin) d'ye (değişen sermaye) oranıdır: örneğin, sermaye, 800s+200d ise organik bileşimi 4/1'e eşit olacaktır. Değer bileşimi ile organik bileşimi birbirine karıştırmamak gerekir. Değer bileşimi, üretim araçlarıyla emek-gücü fiyatlarının pazarda dalgalanması nedeniyle sürekli olarak değişebilir. Sermayenin organik bileşimi, ancak teknik bileşim değişmesinin etkisi altında değişir. Kapitalizmin gelişmesi ve sermaye birikiminin büyümesiyle, sermayenin organik bileşiminin ilerlemesi süreklidir. Böylelikle, ABD transformasyon [sayfa 107] sanayiinde, sermayenin organik bileşimi, 1889'da 4,5/1; 1939'da 6/1 ve 1955'te ise 8/1'di.
      Sermayenin organik bileşiminin ilerlemesi şu olguda ifadesini bulur ki, üretimin gelişmesiyle, hammadde, makine, alet, avadanlık kitlesi, üretime sokulan emek-gücü miktarına göre artar. Örneğin, başlangıçta, sermayenin organik bileşimi 1/1 idiyse, sonra bu 2/1, 3/1, 4/1, 5/1 vb. olur. Bu, tüm sermaye içinde, değişen sermaye payının 1/2'den 1/3'e; 1/4'e 1/5'e, 1/6'ya vb. düşmesi demektir. Ama emek talebi, tüm sermaye tarafından değil de, yalnız sermayenin değişen bölümü tarafından belirlenmiş olacağından, değişen sermayenin göreli düşüşü, işçilerin üretime çekilme ritminin gittikçe azalmasına ve sermayenin birikim temposunda gecikmeye varır.
      Sonuç: işçilerin giderek büyüyen bir bölümü iş alanı bulamaz. İşçi sınıfının bir bölümü ise, sermaye birikiminin gereksinmesine oranla "fazla sayıda" bulunur. Böylece bir fazla nüfus ya da nispi nüfus fazlası, işsizlik ortaya çıkar.
      Nispi nüfus fazlalığının sürekli varlığında, Marx tarafından bulunan kapitalist nüfus yasası kendini gösterir. Bu yasaya göre, artı-değer, ne kadar artar ve sermaye birikimi ne kadar yoğunlaşırsa, sermayenin organik bileşimi de o oranda yüksek olur. Sermaye birikimi arttıkça, onun organik bileşimi yükselir ve üretim sürecine katılan emek-gücü daha az olur.
     

Yedek Sanayi Ordusu ve Bu Ordunun Şekilleri

     
      İşçilerin üretim sürecinden elenmesi, kapitalist ülkelerde bir işsizler ordusunun oluşumuna varır.
      Kapitalist düzende, yedek bir sanayi ordusunun oluşumunun başlıca nedeni, sermayenin organik bileşimindeki yükselmedir. Ama işsizliği kabartan başka etkenler de vardır. Bu etkenler arasında: a) (iş) gününün uzatılması ve emeğin yeğinleştirilmesi. İşsizler ordusunun varlığından yararlanan kapitalistler, iki, üç vb. kişinin işini bir kişiye [sayfa 108] yaptırırlar. Bu durum yedek sanayi ordusunun artırılmasına yardım eder; b) kadınların ue çocukların çalıştırılmasının yaygınlaşması. Tekniğin kullanılması ve çalışma işlemlerinin basitleştirilmesi çalışma ücreti daha düşük olan kadın ve çocukları üretime çekme, yetişkin işçilere yol verme koşullarını hazırlar; c) küçük üreticilerin yıkımı. Sermaye birikimi arttıkça, küçük üreticilerin --köylülerin ve zanaatçıların-- yıkımı artar, ve bunlar da işsizler ordusunu büyütür.
      Yedek sanayi ordusu, işçilere, sistemli bir şekilde kompresör silindiri gibi baskı yapabilmesi bakımından kapitalizm için gereklidir; kovma tehdidi altında, kapitaliste, işçi ücretlerini düşürme, emeği yeğinleştirme, yani işçi sınıfının sömürülmesini pekiştirme olanağı verir. İşsizliği, belirli sınırlar içersinde kapitalistlerin desteklemekte gösterdikleri ilginin nedeni, tamamen buradan gelir.
      Kapitalist ülkelerde nispi nüfus fazlalığı ya da işsizlik, çeşitli kılıklara girer. Bunların başlıca üç şekli vardır: oynak (dalgalanan) işsizlik, gizli işsizlik ve atıl işsizlik. Bunların herbirini ayrı ayrı inceleyelim.
      Nispi nüfus fazlalığının oynak şeklinde, işçi yığını üretime çekilir, ya da elenir; öyle ki, tümü içinden, bir kesimi daima işsiz kalır. Üretimin genişletilmesi ve yeni işletmelerin açılması nedeniyle işçiler üretime çekilir. Üretimin azalması, yeni makinelerin kullanılması, işletmelerin kapanması vb. dolayısıyla da işçiler elenerek işten çıkarılır. İşsizliğin bu şekli, kentlerde ve sanayi merkezlerinde daha geniş olarak yayılmıştır.
      Nüfus fazlasının gizli şekli ya da tarımsal nüfus fazlası, daima fazla emek-gücü şeklinde tarımda bulunur. Bunun nedeni şudur ki, toprak parçacıklarından başka bir şeye sahip olmayan küçük köylülük karnını doyuramaz. Karşısına çıkan ilk alıcıya emek-gücünü satmaya hazırdır.
      Aynı zamanda, köylülükte, zengin ve yoksul bölünmesi şeklinde bir farklılaşma olur. Kırsal burjuvazi için ücretle çalışan, sayıca kabarık bir tarım proletaryası oluşur. Ama [sayfa 109] toprağı tekeline alan kapitalist işletmeler, giderek makine kullanmaya başlarlar. Tarımsal emek-gücü talebi, mutlak olarak azalır. Tarım işçileri, açlıktan ölmemek için kentlere, işçi sitelerine gelirler ve orada işsizler ordusu kabardıkça kabarır.
      Nispi nüfus fazlalığının atıl şekli, sürekli işçi olmayan işçi yığını içinde yerleşmiştir (ev işi, günlük iş vb.). İşçilerin yaşam düzeyleri, işçi sınıfının ortalama yaşam düzeyinden hissedilir derecede düşüktür.
      Bu başlıca şekiller dışında, nispi nüfus fazlalığının düşük bir kategorisi daha vardır. Bunlar, serseriler, dilenciler, katiller, hırsızlar, ve benzerleridir.
      Kapitalizm geliştikçe, nispi nüfus fazlalığı da artar. İşsizlik; kapitalist rejimde kaçınılmaz bir olgudur. Bu nedenle, işsizliğin varlığını ve oluş nedenlerini açıklama görevi de burjuva ekonomistlerine düşer.
     

Malthus'un İnsandan-Kaçma (Misantropie) "Teori"si

     
      Buıjuva ekonomistlerinin çoğu, işsizliği ve sefaleti, doğanın ölümsüz yasalarıyla açıklamaya yeltenirler. Bu ekonomistler arasında, İngiliz papazı Malthus, 1798'de, en gerici teorilerden birisini önermiştir.
      Malthus tarafından formüle bağlanan bu tez, şunu iddia eder: insan toplumunun başlangıcından bu yana, nüfus, geometrik bir ilerlemeye (1, 2, 4, 8, vb.) göre, ve geçim araçları ise doğal zenginliklerin sınırlı olması sonucu, aritmetik bir ilerlemeye (1, 2, 3, 4, vb.) göre artar. Malthus'a göre, kalabalık halk yığınları, bu dünyaya "çok fazla" gelmektedir: bunlar ne iş bulabilirler, ne de yiyecek. Malthus bu sonucu, yanlış istatistik hesapları üzerine kurmuştur.
      Malthus'un bu "teori"sini, bütün saçmalığına karşın burjuvazi, büyük bir sevinç ve esrime içinde kabul etti. Çünkü bu teori, kapitalizmin bütün kötülüklerini haklı göstermeye elverişliydi. İşsizlik, işçi sınıfının sayısının mutlak olarak aşırı hızla çoğalmasına yoruluyordu. Sefalet, doyurulacak [sayfa 110] boğazın fazlalığı ve geçim araçlarının kıtlığı ile açıklanıyordu. Malthus'a göre, proletarya, işsizlikten de, sefalet ve açlıktan da kurtulabilirdi. Ama bu, kapitalist düzenin değiştirilmesiyle değil, evlenmekten kaçınmak ve doğumu yapay yollarla önlemekle olabilirdi. Bundan başka, Malthus, savaş, salgın hastalık vb. gibi afetleri, insanlık için bir iyilik olarak kabul ediyordu. Çünkü, diyordu, bu afetler, "fazla" nüfusu yokedip geçim araçları miktarına uygun hale indirir.
      Bütün ilericiler, Malthus "öğretisine" karşı savaşıma giriştiler. Ürkürük (misanthrope) maltusçuluğa karşı kuvvetle savaşanlar arasında Çernişevski, Pissarev gibi Rus devrimci-demokratlarını belirtmek gerekir.
      Malthus'un uydurmaları, Marx tarafından sermaye birikimi teorisinde iyiden iyiye açığa çıkarılmıştır. Bununla birlikte, maltusçuluk, kapitalist dünyada, öncelikle Birleşik Amerika'da bugüne kadar fazlasıyla tutuldu. Amerika'da, bu amaçla, Kurtuluş Yolu adıyla bir kitap yayınlandı. Burada, yazar Vogt, dünyada yalnızca 500 ila 900 milyon insanın yaşayabileceğini ileri sürüyor ve bütün "fazla insanların" yokedilmesini öneriyordu. Cook'un kitabı olan İnsanın Dölverimi Bugünün Bir İkilemidir ise, nüfus artışının insanın varlığı için tehlikeli olduğunu ileri sürer.
      Kapitalist rejimde, işsizliğin, sefalet ve açlığın gerçek nedeni, marksizm-leninizmin kurucuları tarafından bilimsel olarak tanıtlanmıştır. Emekçi yığınların işsizlik, açlık ve sefaletini doğuran, sermaye biriktirme tutkusuyla, kapitalist üretim biçimidir. Bu kötülüklerden kurtulmak için, kapitalizmin devrim yolu ile kaldırılması gerekir. Sosyalist ülkelerin evrimi buna tanıklık etmektedir.
     

2- KAPİTALİST BİRİKİMİN GENEL YASASI

Kapitalist Birikimin Genel Yasası Nedir?

     
      İşçi sınıfının durumunun ağırlaşması ve işsizliğin yaygınlaşması, doğa yasalarıyla değil, kapitalist üretim yasalarıyla [sayfa 111] açıklanır. Marx, şöyle yazıyordu: "Toplumsal servet, işleyen sermaye, bu sermayenin büyüme ölçüsü ile hızı ve dolayısıyla, proletaryanın mutlak kitlesi ve emeğin üretkenliği ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. ... Ama, bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse, sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ıstırapla ters orantılı olan toplam artı-nüfusun kitlesi de o kadar büyük olur. Ensonu, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa, resmi yoksulluk da o kadar yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak genel yasasıdır." (Karl Marks, Kapital, Birinci Cilt, s. 661.)
      Böylece, kapitalist birikimin genel yasası: bir uçta zenginliğin büyümesini belirleyen sermayenin birikmesidir, --ki kapitalist sınıfın elinde toplanır-- bir uçta da işçi sınıfının yanında bulunan ve durmadan büyüyen işsizlik ve yaşamın güvensizliğidir.
      Kapitalist birikimin genel yasası, kapitalizmin temel ekonomik yasasının, artı-değer yasasının etkisinin somut bir belirtisidir. Açıkçası, artı-değer elde etme yarışı giderek zenginliklerin birikimine, lükse, asalaklığa, burjuvazinin israfına varır. Zenginliklerin birikimi burjuvazide toplandıkça, işsizler ordusunun sayısı da çoğalır. İş tutan işçilerin sömürü derecesi yükseldikçe onların maddi durumu da gittikçe kötüleşir. Bunun içindir ki, sermaye birikimi ile proletaryanın yoksullaşması, kapitalist toplumun birbirinden ayrılmaz iki yönüdür.
     

Proletaryanın Durumunun Nispi ve Mutlak Kötüleşmesi

     
      Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, proletaryanın nispi yoksullaşması da ortaya çıktı. Bu durum, toplumsal zenginlik arttıkça, toplumda yeni yaratılan değerden (yani ulusal gelirden) işçinin aldığı payın azaldığını, kapitalistlere düşen payın da arttığını gösterir.
      İşçi sınıfının durumunun sürekli olarak nispi yoksullaşmasını [sayfa 112] açıkça gösteren örnek, özellikle Amerika, İngiltere gibi ileri kapitalist ülkelerde ortaya çıkmıştır. Örneğin 1890'da ABD'nin ulusal gelirinde emekçilerin payı %56'ydı; 1923'te %54; bugün ise %50'den daha azdır.
      Ama işçi sınıfının ulusal gelirden aldığı pay azalırken, kapitalistlerin payı devamlı olarak artmaktadır. "ABD'de kapitalist sınıflar ulusal gelirin yarısından fazlasına sahip oluyorlar, oysa ülke nüfusunun hemen hemen onda-birini temsil etmektedirler."
      İşçi sınıfının nispi yoksullaşması, işçi sınıfının zararına, kapitalistlerin yararına olan ücret ile kâr arasında mevcut oran değişikliğiyle ifade edilir.
      Kapitalist birikimin genel yasasında, işçi sınıfının maddi durumunun mutlak kötüleşmesi eğilimi yanında, işçi sınıfının mutlak yoksullaşması da vardır.
      Kapitalist rejimde güvensizlik, işçinin nasibidir. Sermaye birikimi, sürekli olarak ücretli işçi üretir, onu, bir sömürü nesnesi haline getirmek üzere, emek pazarına sürer. Bir yandan, işçi sınıfının büyük bir bölümünü aşırı çalışmaya, korkunç bir sömürüye mahkum eder; öbür yandan da önemli miktarda bir işsiz ordusu yaratır.
      Mutlak yoksullaşma
, işçilerin çalışma ve yaşam koşullarının ağırlaşması demektir: gerçek ücret düşer, yaşam pahalanır, işsiz ordusu, kırlarda olduğu gibi kentlerde de kabarır, emek (çalışma) yeğinleşir, konut koşulları çekilmez hale gelir, vb.. Bu etkenlerden bazılarını inceleyelim.
      Kapitalist ülkelerde yaşam, daha pahalı oluyor. Örneğin, Birleşik Devletler'de yaşam pahalılığı göstergesi 1947-1949'larda 100 alınırsa, 1950'de 103, 1955'te 115 ve 1960'ta 126,4. Demek ki, 1 Ocak 1961'de yaşam pahalılığı, Birleşik Amerika'da 1947'ye oranla %26,4 artmıştır.
      Heller Komisyonunun verilerine göre, 1954'te, ABD'de, dört kişilik bir ailenin yıllık bütçesi (asgari gelir), 5.335 dolar olarak hesaplanmıştır. Ama aynı yıl içinde Amerikan [sayfa 113] ailelerinin %32'sinin yıllık geliri ise 3.000 doların altındaydı. Amerikan ailelerinin %31'inin geliri ise 3.000-5.000 dolardı. Demek ki, 1954'te Amerikan ailelerinin %63'ü, asgari gelirin altında bir gelire sahipti. 1961'de Heller bütçesi, daha o zaman yıllık 6.826 doları temsil ediyordu. Hemen hemen vasıflı işçi ailelerinin %53'ünün, yarı-vasıflı işçi ailelerinin %67'sinin, vasıfsız işçi ailelerinin %85'inin ve tarım işçileri ailelerinin %94'ünün, asgari gelirin altında bir yıllık geliri vardı. Vasıfsız işçi ailelerinin üçte-biri ve tarım işçileri ailelerinin yaklaşık dörtte-üçü, ancak bu asgari gelirin yarısını kazanıyordu.
      Eğer Büyük Britanya'daki yaşam pahalılığı göstergesini 1938'de 100 olarak alırsak, bu rakam, 1950'de 185 ve 1955'te 246'ya yükselmiştir. Böylece, 1938 ile 1955 arası yaşam pahalılığı iki-buçuk kat artmış oluyor. Bu artış hareketi, 1955'ten sonra da devam etmiştir. 1956'daki yaşam pahalılığı göstergesini 100 olarak alırsak, gösterge, 1958'de 109 ve 1960'ta 110,7'dir.
      İşsizliğin artması
, kapitalist rejimde işçi sınıfının mutlak yoksullaşması eğiliminde olağanüstü önem taşıyan bir etkendir. Kapitalist ülkelerde işsizlik, kesintisiz, süreğen bir durum almıştır. Tam işsizlere, milyonlarca kısmi işsiz katılmıştır. ABD'de, İkinci Dünya Savaşından sonra, tam işsizlerin sayısı 2-3 milyon, 1962'de ise, 4 milyondan fazlaydı. Bundan başka, her yıl için 10 milyona yakın kısmi işsiz hesap edilmiştir.
      Yoksulluklar, acılar, yalnızca işsizlerin yazgısı değildir. İşsizlik, tüm işçi sınıfının durumunu kötüleştirir. Çünkü kapitalistler, bundan yararlanarak, çalıştırdıkları işçilerin ücretlerini düşürürler.
      İşçi sınıfının yaşam düzeyinin düşme belirtilerinden biri de kapitalist işletmelerde emeğin gittikçe yeğinleşmesidir. İş güvenliğinin yetersizliği ve emek yeğinleşmesinin aşırılığı nedeniyle, iş kazaları da gittikçe artmaktadır. Örneğin, Amerikan fabrikalarında, her üç dakikada ya bir ölüm ya da bir sakatlanma olayı ve her on saniyede bir iş kazası olur. [sayfa 114] Resmi istatistiklere göre, 1950 ile 1960 yılları arasında, Birleşik Amerika'da 22 milyon iş kazası olmuştur, yani yılda 2 milyon.
      Mutlak yoksullaşma eğilimini tahlil ederken emperyalizmin sefalet ve yüksek ölüm oranından başka miras bırakmadığı sömürge ve bağımlı ülkelerdeki emekçilerin durumunu; tüm kapitalist ülkelerdeki zanaatçı ve köylü yığınlarının yoksullaşmasını ve yıkılıp gitmesini de hesaba katmak gerekir.
      İşte, kapitalist ülkelerdeki yoksullaşma etkenlerinden bazıları kısaca bunlardır.
      Mutlak yoksullaşmadan, işçilerin yaşam düzeyinin yıldan yıla, günden güne sürekli ve genel bir düşmesi anlaşılmamalıdır. Kapitalist dünya ekonomisinin tümü içinde bu düzey düşerken, şu ya da bu ülkede, ya da birçok ülkede, bu düzey yükselebilir. Kapitalist ülkelerde emekçilerin durumunu değerlendirirken, işçi sınıfının şu ya da bu şekilde maddi düzeyinin, burjuvazi ile proletaryanın güçleri arasındaki ilişki tarafından belirlenmiş olduğunu unutmamak gerekir. Kapitalizmin bütün tarihi boyunca, işçiler, kendi varlık koşullarını iyileştirme uğruna inançla savaşmışlardır. Bu, işçi sınıfının yaşam düzeyinin düşmesini dizginleyen bir etkendir.
      Kapitalist dünyada, grev hareketi, yıldan yıla yaygınlaşıyor. ABD'de grev hareketi, özel bir genişleme gösterir. İkinci Dünya Savaşı öncesinin on yılı ile (1931-1940) savaş sonrasının on yılını (1946-1955) kıyaslayarak, grev sayısını 22.021'den 43.159'a, grevci sayısının 9,5 milyondan 26,5 milyona; kaydedilen işgünü toplamının 145 milyondan 434 milyona çıktığını saptarız. 1962'de, ABD'de, yaklaşık 1,5 milyondan fazla işçinin katıldığı 3.500 grev yapıldı. Grevler giderek daha inatçı ve daima daha uzun süreli oluyor.
      Bütün kapitalist dünyada grevlere katılan işçi ve hizmetlilerin sayısı, (1956'da) 14 milyondan 1960'ta 54 milyona çıkmıştır, yani hemen hemen 4 kat fazla. İşçi sınıfı gittikçe yoğun bir politik etkinlik gösteriyor. 1958'de, bütün kapitalist dünyada, politik grevlere katılan grevcilerin oranı yaklaşık [sayfa 115] %43 iken, 1960'ta bu oran, %75'e yaklaşmıştır.
      Burjuva ve sağ sosyalist ekonomistler, kapitalizmi iyi göstermek kaygısıyla bir yığın "teoriler" ileri sürerek, kapitalist rejimdeki emekçi yığınların mutlak ve nispi yoksullaşması üzerine marksist-leninist teoriyi yalanlama çabasına koyuldular.
      Son zamanların yaygın teorilerinden en uydurma olanı, "halk kapitalizmi" teorisidir. Şimdi bu, emperyalizmin emekçi yığınları aldatmakta kullandığı resmi teori olmuştur. Böylece, örneğin, Birleşik Amerika'da resmi bir danışma ajansı, bu uydurma teoriyi yayma görevini üstlenmiştir. Bu örgütün yöneticilerinden birine göre, "halk kapitalizmi"nin bugünkü Amerikan kapitalizmi ile Marx ın sözünü ettiği 100 yıl önceki Avrupa kapitalizmi arasındaki farkı gösteren bir terim olması çok önemlidir.
      "Halk kapitalizmi" teorisinin propogandacılarına göre, kapitalist düzende, işçi ücretleri öylesine hızlı artar ki, işçilerle kapitalistler arasındaki sınıf farkları tamamen silinir. İşçi, kendi ücretiyle bir araba, bir ev, hisse senetleri satın alır, para biriktirir, birçok işletmelerin kârlarına katılır. Savunucularının iddiasına göre "halk kapitalizmi", zenginler ile yoksulların yaşam tarzı arasındaki uçurumu azaltarak "gelirlerde devrim yapar"; maddi mallar, toplum üyeleri arasında, eşit şekilde üleşilir. Bunun sonucu olarak, eşitlik, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının yerine geçer, ve onlara göre marksizm-leninizmin sınıf savaşımı teorisi artık zorunlu olmaktan çıkar, çünkü, her işçi eğer çalışkansa ve para biriktirirse kapitalist haline gelebilir.
      Bununla birlikte çürütülemez olgular, "halk kapitalizmi" teorisinin aldatıcı niteliğini gösterir. Bunun en iyi tanıtı, grev hareketinin genişlemesidir. "Toplumsal barışı", "sınıflar uyumunu" ileri sürenler, kendi sınıf çıkarları için emekçileri savaşımdan vazgeçirmek amacıyla, işçi hareketi içinde bölünmeyi kışkırtmak için, işçi sınıfını silahsızlandırmak ve onu devrimci savaşım olmadan da kapitalist sistemin kötülüklerinin yokedilebileceğine inandırmak için tanıtlanamaz [sayfa 116] olanı tanıtlamaya çalışıyorlar.
     

Kapitalist Birikimin Tarihsel Eğilimi

     
      Sermaye birikimini bütün yönleriyle tahlil ettikten sonra Marx, kapitalist birikimin tarihsel eğilimini ortaya koyar.
      Kapitalist mülkiyetin çıkış noktası, küçük üreticilerin özel mülkiyetidir. Feodal rejimde, küçük meta ekonomisi parçalanmaya ve kapitalist öğeler belirmeye başladı. Ama bu parçalanma süreci çok yavaş oldu. Ancak sermayenin ilkel birikim döneminde küçük üreticinin kabaca soyulmasıyla parçalanma süreci tamamlandı. Sonuç: kapitalist mülkiyet egemen duruma geldi.
      Üretim araçlarının tastamam özel mülkiyeti üzerine kurulan burjuva üretim ilişkileri, gelişmesinin ilk aşamasında üretici güçlerin hızlı ilerlemesine katkıda bulunmuştur: malzemenin artmasına, yüzlerce ve binlerce işçinin bir yerde toplaşmasına yardım etti; üretim toplumsal bir nitelik kazandı.
      Üretimin bu toplumsal niteliği, kapitalizme bağlı ekonomik yasaların etkisi ile daha da belirginlik kazanır. Kapitalizmin temel ekonomik yasası --artı-değer yasası--, işçi sınıfının gittikçe artan sömürülmesini ve, bu temel üzerinde, sermayenin gittikçe büyüyen birikimini belirler. Sermayenin organik bileşimini artıran da, üretimi merkezileştiren de, sermayenin bu birikim sürecidir.
      Üretimin toplumsallaşması süreci, sermaye kodamanlarının sayıca sürekli azalmasıyla atbaşı gider; sermaye kodamanları, toplumsal servetin giderek dikkate değer bir miktarını ellerinde toplar ve milyonlarca emekçinin kolektif emeğinin ürünlerini maledinirler.
      Kapitalizm ilerleyip geliştikçe üretim sürecinin toplumsal niteliği ile özel mülkiyetin kapitalist biçimi arasındaki çelişki artar ve özel mülkiyet, üretici güçlerin gelişmesine bir engel haline gelir.
      Emeğin sermaye yolu ile toplumsallaşması kapitalizmin [sayfa 117] ortadan kalkmasının nesnel öncüllerini hazırlar. Ama kapitalizmin iç yasalarının eylemi de, bu ortadan kalkmanın öznel öncüllerini yaratır. Sermayenin artmasıyla, üretimin merkezileşmesi, aynı zamanda olur. İşçi sınıfı sayıca kabarır ve aynı kapitalist üretim mekanizması ile biraraya gelir, örgütlenir ve yeni, sosyalist toplumda üretimin yönetici rolüne kendini hazırlar. Kapitalist birikim sırasında işsizlik büyür, işçi sınıfının durumu ağırlaşır. Savaşımın güçlenmesi de buradan gelir. İşçi sınıfı, sefaletten ve açlıktan, sömürüden ve kölelikten kurtulmak için izlenecek tek yolun, devrim sonucu kapitalizmi kaldırmak olduğunu giderek daha iyi anlar.
      Böylece, kapitalizm, kendi yokoluşunun nesnel ve öznel öncüllerini kendisi hazırlar. Kapitalist birikimin tarihsel eğilimi işte budur; özel mülkiyeti kamulaştırmak, kapitalizmi ortadan kaldırmak ue sosyalizmin zaferini sağlamak için gerekli bütün koşulları bu eğilim hazırlar.
      Kapitalizmin kaçınılmaz yokoluşu, tarihsel gelişmenin bütün akışıyla doğrulanmış bulunuyor. Böylece, 1917'de, Rus işçi sınıfı, yoksul köylülük ile sıkı ittifak halinde, ve başında Lenin'in bulunduğu Komünist Partisi öncülüğünde, Büyük Sosyalist Ekim Devrimini tamamladı. Devrimci dönüşümler sırasında, Sovyet ülkelerinin işçi sınıfı, burjuvaziyi mülksüzleştirdi, üretim araçlarının özel mülkiyetini tasfiye etti ve onun yerine üretim araçlarının toplumsal sosyalist mülkiyetini getirdi. Bundan dolayı, toplum üyeleri arasında yeni üretim ilişkileri, her türlü sömürüden kurtulmuş insanlar arasında elbirliği ve sosyalist yardımlaşma ilişkileri de ortaya çıkmış bulunmaktadır. [sayfa 118]
      İkinci Dünya Savaşından sonra, ekonomik ve toplumsal büyük dönüşümler yoluna, bugün sosyalizmi başarıyla kurmakta olan başka birçok ülke halkları da girmiştir.
     
       

BEŞİNCİ BÖLÜM
ARTI-DEĞERİN KARA DÖNÜŞMESİ VE ÇEŞİTLİ
SÖMÜRÜCÜ GRUPLAR ARASINDA DAĞILIMI

1- SERMAYENİN FARKLI ŞEKİLLERE GİRMESİ

     
      Daha önceki bölümlerde, proletarya ile sanayi burjuvazisi arasındaki ilişkileri irdelemiştik. Öteki sömürücü gruplar olan ticari burjuvazinin, bankacıların, tarım kapitalistlerinin, büyük toprak sahiplerinin de bulunduğu olgusunu hesaba katmamıştık. Bunların tümü de işçi sınıfının sömürülmesine katılırlar ve işçiler tarafından yaratılan artı-değeri kendi aralarında paylaşırlar. Burjuvaziyi, birbirinden farklı gruplara bölen nedenler de, aynı kapitalist üretim koşullarında aranmalıdır.
     

Sermaye Hareketi

     
      Sermaye, devamlı hareket halindedir. Hareketin durması ya da yavaşlaması, kapitaliste giden artı-değerin azalması [sayfa 119] ya da tamamen yokolması demektir.
      Kendi evrimi sırasında sermaye, birçok aşamalardan geçer ve farklı şekiller alır.
      Birinci aşamada
, sermaye, para şeklinde dolaşım alanında görev yapar. Kapitalist, bu para ile, kapitalist üretim sürecini hazırlayan üretim araçları ve emek-gücü satın alır. Bu aşamada sermaye hareketi, aşağıdaki formülle gösterilebilir.
     
      P--M (E--Üa)
     
      (P-para, M-meta, E-emek-gücü, Üa üretim araçları.)
      Böylece, sermaye, birinci aşamada para şeklinden bir başka şekle, üretici sermaye şekline geçer.
      İkinci aşamada
, sermaye, üretim alanında görev yapar. Burada, ücretli işçilerle üretim araçlarının birleştiği görülür. İşçilerin emeği, artı-değer dahil, yeni bir değer içeren, yeni metalar üretir. Bu aşamada sermayenin hareketi şu formülle ifade edilir:
     
      M (E--Üa) Ü ... M'
     
      Böylece, bu aşamada, sermaye, üretici şeklinden meta şekline geçer.
      Üçüncü aşamada
, sermaye, dolaşım alanında, yeniden görev yapar. Burada, üretilmiş metalar paraya çevrilir. Ticari sermaye, para-sermayeye dönüşür. Bu aşamada sermayenin hareketi şu şekilde gösterilir:
     
      M'--P'
     
      Böylece hareketine para şeklinde başlayan sermaye yeniden para şekline döner. Ama kapitalist, ilk yatırdığı sermayeden [sayfa 120] daha fazla para alır.
      Sermayenin hareketi şu formülle gösterilebilir:
     
      P--M (E--Üa) ... Ü ... M' ... P'
     
      Sermayenin bu hareketi, yani sermayenin ardarda bir şekilden ötekine dönmesi ve üç aşamadan geçmesi, sermayenin devri (rotation) adını alır.
      Sermayenin devri, iki dolaşım ve bir üretim aşamasına bölünür. Bundan dolayı, kapitalist yeniden-üretim, dolaşım süreci ile üretim sürecinin bağlanmasını gösterir. Bununla birlikte, üretim ile dolaşım her ne kadar bir bütün oluşturursa da, kesin rol üretimdedir. Çünkü, artı-değer, açık olarak, üretimde yaratılmıştır.
     

Farklı Sermaye Şekilleri ve Kapitalist Gruplar

     
      Sanayi sermayesinin devri içinde geçirdiği üç aşamaya üç sermaye şekli tekabül eder: para şekli, üretken şekli ve meta şekli. Kapitalizm geliştikçe sermayenin her türü de kendi kişiliğini buldu. Ticaret ve kredi alanlarında bağımsız şekilde görev yapmaya başlayan ticari sermaye ve ikraz sermayesi, üretime bağlanan sermayeden ayrıldı. Sermayenin bu farklı şekilleri, burjuvazinin farklı gruplarına tekabül eder: sanayiciler, tüccarlar, bankacılar.
      Sanayici kapitalistlerin görevi, doğrudan doğruya işçi sınıfının artı-emeğini, artı-değeri kendine maletmekten ibarettir. Tüccar kapitalistlerin görevi, meta-sermayeyi, para-sermayeye çevirmekten ibarettir. İkrazcı kapitalistlerin görevi, para-sermayeyi toplamaktan ve gerekli yere yatırmaktan ibarettir. Her kapitalist grup, işçi sınıfının yaratmış olduğu artı-değerden payını alır. [sayfa 121] (Burada belirtilen burjuva gruplarından ayrı olarak tarım kapitalistleri de vardır. İlke olarak, bunları, sanayi kapitalistlerinden farklı bir grup olarak almaya gerek yoktur.)
      Bu grup kapitalistlere paralel olarak, sömürücü sınıfa dahil bir başka grup daha vardır: bunlar, toprak sahipleridir. En önemli üretim araçlarından biri olan toprağın sahibi olduklarından, bunlar, kapitalist toplum içinde özel bir yer tutarlar. Bunlar da artı-değerin toplam kitlesinden kendi paylarını alırlar.
      Toplumsal sermayenin, bağımsız sermayeler olarak, sanayici, tüccar ve ikraz sermayesi olarak farklı bölümlerde özelleştirilmesi ve büyük toprak sahiplerinin varlığı, sömürücüler arasında, artı-değere sahip çıkma uğruna aşırı bir rekabete neden olmaktadır. Her kapitalist tarafından sahip çıkılan artı-değer, kâr şeklini alır. Sanayici kapitalistler sanayici kârı, tüccarlar ticari kâr, bankacılar faiz, büyük toprak sahipleri de toprak rantı alırlar.
     

2- ORTALAMA KÂR VE ÜRETİM FİYATI
     

Üretim Giderleri ve Kâr Oranı

     
      Kapitalist işletmede üretilen metaın değeri üç bölüm içerir: 1) s-- değişmeyen sermaye değeri (makinelerin, binaların değerinin bir kısmı, hammaddelerin, yakıtın, vb. değeri); 2) d-- değişen sermaye değeri ve 3) a-- artı-değer.
      Bu üç bölümden, kapitalist, ancak ilk ikisini ödemiştir ve kapitaliste göre üretim harcamaları bunlardır. Bu yüzden, kapitalist üretim harcamalarını, değişmeyen sermaye şekline giren giderlerle değişen sermaye şekline giren giderler (s+d) oluşturur.
      Kapitalist, kendi işletmesinde üretilen metaı sattığı zaman, artı-değer, kapitalist üretim harcamaları üstünde bir fazlalık olarak görünür. Kapitalist, işletmesinin verimliliğini belirlerken, bu fazlalığı, üretime bağlanmış ya da önceden yatırılmış sermayeye bağlar, yani üretim harcamalarından sayar. Sermaye toplamına katılan artı-değer kâr şeklinde ortaya çıkar. Kâr, üretime bağlanmış sermaye toplamına oranı içinde gözönüne alınan artı-değerdir ve sermayeden doğmuş [sayfa 122] bir şey gibi görünür. Gerçekte, kâr bir artı-değer meydana getirir ve ancak sermayenin değişen bölümü tarafından doğurulur. Bundan dolayı, Marx, kârı, artı-değerin değişmiş şekli olarak niteler.
      Kapitalist işletmenin verimlilik derecesi, kâr oranı ile ölçülür. Kâr oranı, artı-değerin üretime bağlanan sermaye toplamına oranıdır ve yüzde ile ifade edilir. Örneğin, yatırılan sermaye (s+d) 200.000 dolar ise, (160.000s+40.000d), ve artı-değer (a) yılda 40.000 dolar olmuşsa, kâr oranı (k') şudur:
     
      k'=a/(s+d) xı %100=40.000/200.000 x %100=%20
     
      Kâr oranı ile artı-değer oranını da birbirinden ayırdetmek gerekir. Bir ve aynı işletmede kâr oranı, daima artı-değer oranından düşüktür. Bu durumda artı-değer oranı (a') şöyle ifade edilir:
     
      a/d x %100=40.000/40.000 x %100=%100
     
      Kâr oranı, kapitalist üretimin devindirici gücüdür. Kapitalist sistemdeki kâr oranının rolü üzerine, İngiliz sendikacı ve yayımcısı İ. J. Dunning, ısrarla şunu der: "Güvenli bir yüzde 10 kâr ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20, iştahını kabartır; yüzde 50, küstahlaştırır, yüzde 100, bütün insani yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kâr ile, sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılamayacağı tehlike yoktur." (K. Marks, Kapital, Birinci Cilt, s. 779 (67 nolu dipnot).)
      Bu ayırdedici özellik, modern kapitalistlerin pratik tutumlarıyla tamamen doğrulanmıştır. Amerikan milyarderleri Morgan, Rockefeller, Dupont ve benzerlerinin zenginlik ve kudretleri, insanlığın bütün yasalarını ve bütün haklarını çiğneyerek kurulmuş ve ayakta tutulmuştur. [sayfa 123]
     

Ortalama Kâr Oranının Oluşumu ve Üretim Fiyatı

     
      Kapitalist ekonomi, her çeşit meta üreten, farklı birçok işletmeden oluşmuştur. Aynı cins meta üretimi yapan işletmeler, benzemez koşullar içinde çalışırlar. Bu işletmeler, birbirlerinden üretim oranları, teknik donatım düzeyi ve üretim organizasyonları bakımından ayrılırlar. Sonra, farklı işletmeler tarafından üretilen metaların bireysel değerleri de aynı değildir. Ama bir sanayi dalındaki, yani tek ve aynı bir daldaki kapitalistler arasındaki rekabetin sonu, meta fiyatlarının, kendi üretimleri için bireysel emek giderleriyle de, kendi bireysel değerleriyle de değil, ama bu metaların pazardaki değeriyle (toplumsal değer) ölçülmesine varır.
      Metaların fiyatı, onların pazar değeriyle belirlenmiş olduğundan, emek üretkenliği yüksek, daha iyi donatılmış işletmeler daha elverişli bir durumda olur. Dolayısıyla, ek bir kâr ya da fazla-kâr sağlarlar. Ama serbest rekabet olduğu için, bu durum hep böyle kalmaz. Yüksek kâr, herkesi kendine çeker. Üretim tekniği daha geri olan işletme sahibi kapitalistler, araç ve gereçlerini yetkinleştirerek, üretim tekniğini daha modern hale getirmeye çalışırlar, işçilerin çalışmalarını yeğinleştirip, verimliliği artırırlar. Bundan şu sonuç çıkar ki, bu işletmelerde ürünlerin değeri, ilerlemiş işletmelerdeki bireysel değerin düzeyine düşer ve bu değer, artık toplumsal değer, pazar değeri haline gelir. Fazla-kar kaybolur. Ama yeni teknik yetkinleşmeler, yukarda sözü geçen ya da başka işletmelerin bir fazla-kar elde etmeleri için gerekli koşulları yeni baştan yaratır.
      Sanayi kollarının kendi aralarındaki iç rekabete paralel olarak, kapitalist toplum içinde, bir de sanayiler arası bir rekabet, yani üretimin çeşitli kollarına sermaye yatırmış kapitalistler arasındaki rekabet vardır. Bu tür rekabetin sonu, çeşitli kollardaki kâr oranlarının birbirine eşit kâr elde etmesine varır.
      Kapitalistler arasındaki kâr oranlarının birbirine eşit duruma nasıl geldiğini görelim. Toplum içinde üç sanayi [sayfa 124] kolu olduğunu kabul edelim. Bunlar, deri ve kösele, dokuma ve makine yapımı olsun. Bu kollara aynı önemde, ama organik bileşimleri birbirlerinden farklı sermayeler yatırılmıştır. Bu kollardan herbiri için yatırılan sermaye büyüklüğünün 100 birime eşit olduğunu kabul edelim (örneğin, milyar dolar). Deri ve kösele sanayii için 70 birim değişmeyen sermaye ve 30 birim değişen sermaye; dokuma sanayii için 80 birim değişmeyen sermaye ve 20 birim değişen sermaye olarak hesaplansın; makine yapımı sermayesi de 90 birim ile 10 birim olsun. Bu işkollarından herbirinde, artı-değer oranını da %100'e eşit varsayalım. Bu demektir ki, deri ve köselede 30 birim, dokumada 20 birim ve makine yapımında 10 birim artı-değer üretilmiş olacaktır. Birinci işkolundaki metaların değeri 130'a, ikinci işkolundaki metaların değeri 120'ye, üçüncü işkolundaki metaların değeri 110'a eşittir; ve üç işkolundaki metaların değeri 360 birim olur.
      Eğer, metaların kendi değerlerine satıldığı varsayılırsa, deri ve köselede kâr oranı %30, dokumada %20 ve makine yapımında %10'dur. Bu durum, deri ve kösele kapitalistleri için elverişli, ama makine yapımı kapitalistleri için elverişsizdir. Kâr elde etme yarışında, makine yapımı kapitalistleri, makine yapımındaki sermayelerini deri ve kösele sanayiine aktarırlar. Bu sermaye akını sonucu, deri ve kösele sanayii, talepten fazla meta üretecektir. Bunu takiben de fiyatlar ve daha sonra da kâr oranı, örneğin %20'ye kadar, düşecektir.
      Aynı zamanda, makine yapımındaki üretim azalacak, oysa talep eskisi gibi kalacaktır. Arz ve talep arasındaki oran değişimi işletmecilere, fiyatları yükseltme fırsatı verecektir. Sonuç olarak, kâr oranı, örneğin %10'dan %20'ye yükselecektir.
      Böylece sermayelerin bir işkolundan diğer bir işkoluna aktarılması, farklı kâr oranlarını bir ortalama kâr oranına götürür. Ortalama kâr oranı, farklı üretim dallarına yatırılan eşit büyüklükte sermayeler için eşit bir kâr sağlar. Ortalama kar oranının oluşmasıyla, metalar, artık kendi değerleriyle [sayfa 125] (s+d+a) değil, üretim giderleri ve ortalama kârın meydana getirdiği fiyatla (s+d+k) satılırlar. Metaın üretim giderleri artı ortalama kâra eşit fiyata üretim fiyatı denir.
      Farklı kâr oranlarının ortalama bir orana eşitlenmesi, ürün fiyatının oluşması, aşağıdaki tabloda gösterilmiştir:
     
 

Sermayenin Organik Bileşimi

Artı-değer Oranı

Artı-Değer (a)

Kâr Oranı

Meta değeri

Kâr Ortalaması

Ürün Fiyatı

Ürüh Fişatı ile Değer arasındaki değişim

Deri ve Kösele

70s+30d

%100

30

30

130

20

120

-10

Dokuma

80s+20d

%100

20

20

120

20

120

0

Makine Yapım

90s+10d

%100

10

10

110

20

120

+10

Toplam

240s+60d

100

60

20

360

20

360

-


     
      Tabloda gösterildiği gibi, farklı kâr oranları, ortalama bir orana getirilmiştir. Ürün fiyatı, meta değerinin dışına çıkmıştır. Şu işkolunda değerin üstüne yükselmiş, bu işkolunda değerin altına düşmüştür.
      Sermayenin organik bileşimi düşük olan işkollarında (örneğimizde, deri ve kösele sanayileri sözkonusudur) ürün fiyatı değerin altında bulunur ve kâr, üretilen artı-değerden düşüktür. Sermayenin organik bileşimi ortalama olan işkollarında, ürün fiyatları ile değer ve kâr ile artı-değer uyuşur. Sermayenin organik bileşimi yüksek olan işkollarında (örneğimizde, makine yapımı sözkonusudur), ürün fiyatları değerden ve kâr da artı-değerden yüksektir. Ürün fiyatının değer üzerindeki bu fazlalığı, sermayenin organik bileşimi düşük olan sanayi kollarında, işçiler tarafından yaratılmıştır. Ama buna, sermayenin organik bileşimi yüksek olan işkollarındaki kapitalistler sahip çıkar.
      Bundan dolayıdır ki, işçiler, yalnız kendilerini istihdam eden kapitalistler tarafından değil, kapitalist sınıfın tümü [sayfa 126] tarafından sömürülmüş olurlar. Bütün kapitalist sınıfın, işçilerin sömürülme derecesini artırmakta yararı vardır, çünkü bu, ortalama kâr oranının artmasına varacaktır. Kapitalistlerin proletaryaya karşı sınıf savaşımında tek cephe kurmaları buradan gelir. Tüm kapitalist sınıf tarafından sömürülmekte olan işçi sınıfı da, sınıf dayanışmasını aynı şekilde uygulamak ve tek cephe kurmak zorundadır. İşçilerin kısmi çıkarları uğruna tek tek kapitalistlere karşı savaşım, sermaye boyunduruğunu, kapitalist sömürü boyunduruğunu, ancak kapitalizmi kaldırarak atabilecek olan işçi sınıfının durumunu köklü olarak değiştiremez. Bu sonuç, proletaryanın sınıf savaşımı bakımından marksist ortalama kâr oranı teorisinin önemli politik rolünü gösterir.
      Böylece, metaların, kapitalist rejimde, kendi değerleriyle değil, üretim fiyatlarıyla satıldıklarını saptamış bulunuyoruz. Bununla birlikte bu, değer yasasının çiğnendiği anlamına gelmez. Ürün fiyatı, değerin bir şekil değiştirmesinden ibarettir. Bazı kapitalistler metalarını, değerinin üzerinde, bazıları da değerinin altında fiyatlarla satarlar. Ama bütün kapitalistler, metaların değerlerinin topunu alırlar ve bütün kapitalist sınıfın kârları, toplumda meydana getirilmiş tüm artı-değer kitlesine uygun düşer. Bütün toplum ölçüsünde ürün fiyatlarının toplamı, meta değerlerinin toplamına eşittir, ve kâr kitlesi de bütün artı-değer kitlesine eşit olur. Böylece, değer yasası etkisini üretim fiyatları arasında göstermiş oluyor.
     

Kâr Oranının Düşme Eğilimi

     
      Kapitalizm geliştikçe sermayenin organik bileşimi artar. Bu, hammadde kitlesiyle işletmelerdeki makinelerin ve donatımların miktar bakımından artması demektir. İşçi sayısı da artar, ama daha yavaş olarak. Bu nedenle, değişen sermaye, değişmeyen sermayeye göre daha yavaş ilerler. Ama sermayenin organik bileşimi yükseldiği oranda, kâr oranı düşer. Bununla birlikte bu, kâr kitlesinin de aynı oranda [sayfa 127] düştüğü anlamına gelmez. İşte bir örnek: 70s+30d olarak meydana gelen 100 milyarlık toplumsal sermaye 20 yılda iki kat bir artışla 200 milyar dolara ulaşıyor. Organik bileşimi 160s+40d olmak üzere çoğalmıştır. Başlangıçta %100 bir artı-değer oranı ile kâr kitlesi 30 milyar dolara eşitti; ikinci durumda, kâr kitlesi 40 milyara eşit oldu. Aynı zamanda kâr oranı, %30'dan %20'ye düştü. kâr oranının düşmesi (sermayenin organik bileşiminin çoğalması kaçınılmaz oldukça) kaçınılmazdır. Bununla birlikte, bu düşmeyi engelleyen bir dizi etken araya girer.
      Kâr oranının düşmesini engelleyen başlıca etken, işçilerin sömürülme derecesinin yükseltilmesidir. Gene örneğimizi alalım. İkinci durumda, sömürme derecesinin %200'e eşdeğerde arttığını kabul edelim. Artık gerçekleşmiş olan kâr, 80 milyar dolar, ve kâr oranı,
     
      80/(160+40) x %100=%40 olacaktır.
     
      Böylece, işçi sınıfının sömürülme derecesinin artması, kâr oranının da artmasına varıyor.
      Kâr oranının düşmesini engelleyen öbür etkenler: ücretlerin emek-gücü değeri altına düşmesi; değişmeyen sermayede, işçilerin yaşamına ve sağlığına zararlı tasarruf fonları, vb.
      Bütün bu etkenler, kâr oranının düşmesini ortadan kaldırmak şöyle dursun, onu hafifletmekten ve ona eğilimsel bir nitelik vermekten başka bir şey yapmazlar.
      Kâr oranının düşme eğilimi, kapitalist çelişkileri önemli şekilde keskinleştirir. Proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişki keskinleşir; burjuvazi, kâr oranının düşmesini engelleme kaygısıyla, işçi sınıfının sömürüsünü yeğinleştirir. Bu çelişkiler, sermayelerini, kâr oranı yüksek olan işkollarına kaydıran kapitalistler kampında da katmerleşir. Giderek, kapitalistler arasında azgın bir rekabet başlar. Ve sonunda, bazı kapitalistler yıkılır gider, bazıları da daha fazla zenginleşir. [sayfa 128] Çelişkiler, kapitalist güçler arasında da aynı şekilde keskinleşir. Daha yüksek bir kâr elde etmek için, sanayi bakımından gelişmiş devletlerin sermayeleri, emek-gücünün daha ucuz, sermayenin organik bileşiminin daha düşük olduğu az gelişmiş ülkelere doğru akmaya başlar.
      Kapitalist çelişkiler keskinleşirken, kâr oranının düşme eğilimi yasası, kapitalist üretim tarzının tarihsel darlığını ve onun dayanıksız niteliğini günışığına çıkarır.
     

3- TİCARİ KÂR
     

Sanayi Sermayesi ve Ticari Sermaye

     
      Artı-değer, üretim süreci içinde, işçi sınıfının emeği ile yaratılmıştır. Artı-değere, ilkin işletme sahibi olan sanayi kapitalisti sahip çıkar. Artı-değer, ticaret kapitalistleri dahil, sömürücü sınıfın bütün öteki gruplarına, sanayici kapitalistten geçerek gider. Sanayi kapitalisti, artı-değerin bir bölümünü neden tüccara bırakır? Kapitalist ekonomide, üretilen metalar, satışa çıkarılır. Bundan dolayı, metaların yalnızca üretilmiş olması yeterli değildir. Onların bir de satılma işi vardır. Sanayici kapitalist, genel kural olarak metaını, tüketiciye ulaştıracak olan tüccara satar.
      Tüccar kapitalistin görevi, meta-sermayeyi para-sermayeye çevirmekten ibarettir. Eğer ticaret kapitalisti olmasaydı, sanayici kapitalist, yerel ticarethaneler açmak ve onları işletmek için tezgahtar vb. tutmak amacıyla ek bir sermayeye gereksinme duyacaktı. Ama sanayici kapitalist bunu tüccara bıraktı. Toplumsal planda, ticari sermaye, tamıtamına sanayi sermayesinden ayrılan ek sermayeyi oluşturur; bu sermaye, kârın bir bölümünden yararlanan tüccar kapitalistlerin sermayesi şeklinde, sanayi sermayesinin karşısına çıkar. Tüccarların aldığı kâra, ticari kâr denir. [sayfa 129]
     

Ticari Kârın Kaynağı

     
      Ticari kâr,
artı-değerin bir bölümünü oluşturur. Bu artı-değer bölümünü, sanayici, metalarını satmayı üzerine alan tüccara bırakır. Sanayici kapitalistler metalarını tüccarlara, üretim fiyatlarının altında bir fiyata satar. Tüccar da, bu metaları, üretim fiyatları üzerinden satar. Kapitalist tüccarlar, bu farka sahip olurken, bütün sanayiciler gibi, sermayelerinden ortalama bir kâr elde ederler. Kapitalist tüccarın karı, ortalama kârın altına düşerse, ticaret, zararına olur ve tüccar, sermayesiyle birlikte sanayiye geçer. Sanayici ve tüccar ortalama bir kâr gerçekleştirirler. Bununla birlikte bu, onların eşit bir kâr quantum'u elde edecekleri anlamına gelmez. Pek doğaldır ki, sanayici kapitalistler, tüccarların meta satışına ayırdıkları sermayeden çok daha fazlasını üretime yatırarak, daha yüksek bir kâr quantum'u elde edeceklerdir. Ama yatırılan sermaye payı eşitse, onların kârları da eşit olur.
      Ticari kâr şekline dönmekle, artı-değer, tanınmayacak bir kılığa girer. Ticari sermaye üretime katılmaz, ve kârın bizzat ticari işlem sonucunda, yani dolaşım sırasında ortaya çıktığı sanılır.
     

Dolaşım Harcamaları

     
      Metaların satışa çıkması, dolaşım harcamaları adı verilen bazı giderleri gerektirir.
      Kapitalist dolaşım harcamaları ikiye ayrılır. Gerçek anlamda harcamalar, metaların alımına ve satımına doğrudan doğruya bağlı bulunan giderlerdir. Bunlar, metaın paraya ve paranın metaya dönmesi bakımından zorunlu giderlerdir. Büyük kısmı personele ödenen giderler, ticari büroların yönetim, ilan giderleriyle, spekülasyon ve rekabetin rasgele ortaya çıkardığı giderler, buraya girer. Gerçek dolaşım harcamaları, metaya hiçbir değer katmazlar ve sanayici kapitalistlerden alınan artı-değerin bir bölümü ile kapitalistler tarafından [sayfa 130] karşılanmıştır. Sözkonusu giderlerin büyük bir bölümünü, kapitalist ticaretin dolaşım harcamaları oluşturur.
      Dolaşım alanında üretim sürecinin devamını kapsayan giderler
, toplum için zorunlu olan ve kapitalist ekonominin özel niteliklerine bağlı bulunmayan harcamaları içerirler: metaların muhafaza ve depolanması, tamamlanması, taşınması, ambalajı vb.. Her ürün, ancak tüketime hazır bir duruma getirildiği zaman tüketiciye teslim edilir. Metaların tamamlanması, taşınması, ambalajı, metaların değerine yeni bir değer katar; ve bundan dolayıdır ki, dolaşım harcamaları üretim harcamalarından ayrılmaz.
      Kapitalist rejimde dolaşım harcamaları, en başta da özellikle reklamın yolaçtığı harcamalar durmadan artar. Dolaşım harcamalarının çoğalması, burjuva toplumu içinde asalaklığın yaygınlık kazandığını gösterir. Kapitalist ülkelerde dolaşım harcamaları, perakende ticaret tutarının hemen hemen üçte-birini oluşturur ve emekçilerin sırtında ağır bir yüktür.
     

Kapitalist Ticaret Şekilleri
Dış Ticaret

     
      Bugünkü kapitalist ekonomide iç ticaret, başlıca iki şekle girer: toptan ticaret ve perakende ticaret. Toptan ticaret (sanayici ve tüccar) kapitalistler arasında yapılır. Perakende ticaret, metaların doğrudan doğruya halka satılmasıdır.
      Toptan ticaretin bir büyük önemi meta borsalarına bağlanmış olmasıdır. Ticaretin örnek parçalar (eşantiyonlar) üzerinden yapıldığı, metaların arz ve talebinin ülke çapında, ve çok kez de bütün kapitalist dünya çapında yansıtıldığı borsa, pazarın özel bir şeklidir.
      Dış ticaret
, yani ülkeler arasında yapılan ticaret, ihracat ve ithalat şeklindedir. İhracat ve ithalat arasında (fiyatlar üzerine kurulan) oran, ticari dengeyi belirler. Ticari denge, aktif ya da pasif olabilir. İhracat ithalattan fazla olursa, ticari denge aktiftir. İthalat ihracattan fazla olursa, ticari denge [sayfa 131] pasiftir.
      Metaların dış pazarlarda satılması, kapitalistlere, üretim hacmini büyütme ve böylece de kazançlarını artırma olanağı verir. Sanayi bakımından ileri ülkelerin kapitalistleri, azgelişmiş ülkeler ile ticaret yapmaktan, özellikle kârlı çıkarlar. Bu durum, sınai maddelerin, geri kalmış ülkelere, nispeten daha yüksek fiyatlarla akıtılmasına karşılık, hammaddelerin oralardan daha düşük fiyatlarla satın alınmasına dayanır. Dış ticaret, gelişmiş ülkeler için, geri kalmış ülkeleri, ekonomik bakımdan köleleştirme yollarından biridir.
     

4- İKRAZ SERMAYESİ. HİSSE SENETLİ ORTAKLIKLAR

İkraz Sermayesi ve Faiz

     
      Sermayenin devri sırasında yalnızca ticaret sermayesi değil, ikraz sermayesi (capital de prét) şekline giren para-sermaye de özel bir biçim alır. Kullanılabilir para-sermaye nereden gelir? Örneğin, sanayici, her ay, kullanıma hazır bir meta satıyor ve altı ayda bir hammaddeler satın alıyor, ayrıca elinde beş ay kullanabileceği para var. Kapitalist, bir yandan sabit sermayenin yıpranmış bölümlerinin yenilenmesine yönelik para biriktirirken, bir yandan da elinde hemen kullanabileceği para tutarları oluşur. Bu toplam paraları, ancak birkaç yıl sonra, yeni bir avadanlık satın almak için harcayacaktır.
      Bir başka zamanda da, kapitalist, paraya gereksinme duyuyor. Örneğin, kullanıma hazır metalarını satamadı ve hammaddeler satın alması gerekti.
      Buna göre, bir kapitalist geçici olarak fazladan para-sermayeye sahip, başka bir kapitalistin ise böyle bir sermayeye gereksinmesi var. Kullanıma hazır sermayenin sahibi olan kapitalist, bu paraları bir an için yararlanmak üzere öteki kapitalistlere verir. İkraz sermayesi, belirli bir vadeyle, faiz adı verilen bir gelir karşılığında, ödünç olarak verilen para-sermayedir. [sayfa 132]
      Faiz
, kendisine borç para verilen sanayici ya da tüccar kapitalist tarafından para sahibi kapitaliste verilen bir kazanç bölümüdür. Sanayici ya da tüccar kapitalist, kendisine verilen borç parayı üretime ya da ticarete yatırır. Bundan dolayıdır ki, ikraz sermayesinin ayırıcı özelliği, ikraz sermayesinin asıl sahibinden başka bir kapitalist tarafından kullanılmış olmasıdır. Sanayici, ikraz sermayesinin üretimde kullanılması sayesinde işçiler tutar, ve onlardan artı-değer sağlar. Bu artı-değerin bir bölümü, sanayici kapitalist tarafından, faiz şekli altında ikrazcıya ödenir. Böylece, borcun faizi, artı-değerin şekillerinden biridir.
      Sanayici kapitalist, örneğin, 100.000 dolar borç aldı. Ortalama %20 kârla, bu sermaye üzerinden kâr toplamı 20.000 dolara yükselecektir. Sanayici kapitalistin ikrazcı kapitaliste aktardığı kâr, bu 20.000 dolarlık kâr üzerindedir. 100.000 dolar karşılığı ikrazcıya ödenecek faiz derecesi, ya da faiz oranı (Faiz oranı, ikraz edilen sermaye ile, faizler toplamı arasındaki orandır.) 3 olursa, 20.000 dolarlık kârdan 3.000'i ikrazcıya devredilmiş demektir. Kârın geri kalan 17.000 dolarlık bölümüne ise, sanayici kapitalist tarafindan sahip çıkılır. Kârın bu kesimine işletmeci kazancı denir.
      İşletmeci kazancı ve faiz olarak bölüşülen ortalama kâr oranı, ikraz sermayesinin arz ve talebi arasındaki ilişkiye bağlıdır. Para-sermaye talebi arttıkça faiz oranı da yükselir ve para-sermaye talebi azaldıkça faiz oranı da düşer. Faiz, ortalama kârın ancak bir bölümü olduğundan, faiz oranı, ortalama kar oranını geçemez.
      Kapitalizmin gelişmesiyle faiz oranı düşme eğilimi gösterir. Bu, önce kâr oranının düşme eğilimi nedeniyle olur. İkinci olarak da, kapitalizmin gelişmesiyle ikraz sermayesinin quantum'u önemli şekilde artar. Sermaye arzı, talebe üstün gelir. İşte, ikraz faizi oranındaki düşmeyi belirleyen nedenler bunlardır. [sayfa 133]
     

Kapitalist Kredi Banka ve Bankacı Kârı

     
      İkraz sennayesinin hareketi, kredi şeklinde gerçekleşir. Kapitalist kredinin iki biçimi vardır: ticari kredi ve banka kredisi.
      Ticari kredi
, sanayici ve tüccar kapitalistler, birbirlerine kredili meta sattıkları ve karşılığında, belirli bir miktar parayı, belirli bir süre sonunda ödemek üzere, birbirlerini yükümlülük altına sokan bir borç senedi aldıkları durumlarda ortaya çıkar.
      Banka kredisi
, tüccar ve sanayicilere bankacılar tarafından verilen kredilerdir. Bankalarda toplanan emre hazır para-sermaye burada kullanılır.
      Kapitalist rejimde, banka, borç alanlarla (emprunteurs) kredi açanlar arasında aracı rol oynayan kapitalist bir işletmedir. Bankaların faaliyeti şundan ibarettir: bankalar, sermayeleri ve kullanılabilir ve faal olmayan gelirleri toplayarak, onları, kapitalistlerin ve hatta burjuva devletin emrine hazır tutar. Ayrıca bankacılar, doğrudan doğruya, sınai ve ticari işletmelere, kapitalist olarak, sermaye yatırımında da bulunurlar.
      Diğer kapitalist işletmelerde olduğu gibi, banka faaliyetinin amacı, kazanç sağlamaktır. Bir bankanın kâr kaynağı, üretimde yaratılan artı-değerdir. Banka kârını, ikraz toplamları için banka tarafından alınan faiz ile mevduatlar için bankanın ödediği faiz arasındaki fark oluşturur. Mevduat, kapitalistler, tüccarlar, toprak sahipleri ve nüfusun öteki tabakaları tarafından bankaya yatırılan, kullanılabilir parasal kaynaklardır. Mevduata ayrılan daha az bir faizle, ikrazlar toplamından peşin aldığı (daha yüksek) faiz arasındaki farkı, banka, kendine maleder. Banka işlemlerinin yürütülmesine bağlı giderler, bu toplamdan kapatılır. Kalan toplam ise, banka kazancını oluşturur. Kapitalist rekabet, bu kârı, kendiliğinden, bankanın kendi sermayesine göre ortalama kar oranı düzeyine indirir. Banka sermayelerinin en büyük [sayfa 134] bölümünü, mevduat yolu ile elde edilen, istikraz edilmiş sermaye meydana getirmiştir.
      Bankalar kredi işlemlerinde oynadıkları aracı rollerinden fazla olarak, kapitalistler arasındaki hesapları düzenler ve kapitalistlerin hesapları konusunda her çeşit mali işlemler yaparlar. Bundan dolayı, banka, birçok kapitalist için kasadar rolü oynar.
      Kapitalist rejimde, bankalar, ekonomi dalları arasında, para kaynaklarının kendiliğinden dağılımı için bir çeşit mekanizma oluştururlar. Bununla birlikte, bu dağılım, toplum yararına değil, kapitalistlerin yararına olmuştur. Çeşitli ekonomi dallarını, kendi aralarında sıkısıkıya bağlayan kapitalist kredi, emeğin toplumsallaşmaya itilmesine katkıda bulunur.
      Bununla birlikte, bu toplumsallaşma, üretim araçlarının özel mülkiyet temeli üzerinde olur. Kredi gelişmesi, bu arada, kapitalist üretim tarzına bağlı çelişkileri daha da keskinleştirir ve kapitalist üretimdeki anarşiyi artırır.
     

Hisse Senetli Ortaklık

     
      Kapitalizmin şafağında, fabrika ve işletmeler, bireysel işletmeciler tarafından kurulmuşlardı. Ama daha sonra, demiryolları, limanlar vb. gibi dev eserlere bireysel sermayenin gücü yetmez oldu. 19'uncu yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, sanayide, demiryolları yapımında ve banka kurmada, yaygın şekilde hisse senetli ortaklığa geçilmiştir. Hisse senetli ortaklık (la société par actions), sermayesi üyeleri tarafından yapılan ödemelerden oluşan, üyelerinin yatırdıkları meblağlar oranında hisse senedine sahip olduğu bir işletme şeklidir. Hisse senedi, sahibine, işletme gelirinden bir pay, yani bir temettü alma hakkını verir. Hisse senetleri, hisse senedi kuru denilen belirli bir fiyatla, değerler borsasında satılır ve alınırlar. Değerler borsası, değerlerin, her şeyden önce de hisse senetlerinin pazarıdır. Hisse senetlerinin alınıp satıldığı ve kurlarının takdir edildiği yer, borsadır.
      Kur
ya da hisse senetlerinin fiyatı iki etkene bağlıdır: [sayfa 135] 1) bankaların mevduat için ödedikleri faiz oranı, ve 2) her hisse senedinin getirdiği yıllık gelir. 100 dolarlık bir hisse senedi, yılda 10 dolar gelir sağlarsa, bu hisse senedi öyle bir para toplamına satılmalıdır ki, bu para bankaya yatırıldığında, faiz şeklinde gene yılda aynı 10 doları getirmiş olsun. Bankanın mevduat için yılda %5 ödediğini kabul edelim. Bu durumda, hisse senedi 200 dolara satılmış olacaktır, çünkü bankaya yatırılmış olan bu para, sahibine, yılda 10 dolara eşit bir gelir sağlayacaktır.
      Hisse senetli ortaklığın faaliyetini örgütlendirip yürütmek için hissedarlar genel kurulu, seçim yoluyla, yönetim kurulunu seçer ve yöneticiler ve imza sahiplerini atar. Genel kurulda oy sayısı hisse senetlerinin sayısına göredir. Ama hisse senetlerinin miktar bakımından çoğu, genel kural olarak, büyük kapitalistler azınlığının elinde bulunduğu için, pratikte de hisse senetli ortaklığın sahibi, bu azınlıktır. Deneyim, işletmenin mutlak sahibi olmak içim hisse senetlerinin yarısından daha azına sahip olmanın yettiğini göstermiştir. Bir tek kişi ya da birbirlerine bağlı kişiler grubu tarafından elde tutulmuş olan ve ortaklık içinde rakipsiz egemenlik kurmaya olanak veren hisse senedi sayısı, büyük hisse senetleri paketi adını alır.
      Değer şekli altında varolan (hisse senetleri, tahviller) ve elinde bulunduranlara bir gelir getiren sermayeye, itibari sermaye (capital fictif) denir. Senetlerin bu adı almaları, kendi başlarına bir değer taşımamalarından dolayıdır. Ancak, dolaylı olarak, gerçek (efektif) sermaye hareketini yansıtırlar.
      Hisse senetli ortaklıkların çoğalması, giderek, kapitalistleri, faiz ve temettüden kazanç sağlayan kimseler durumuna getirmiştir. Oysa, işletmelerin yönetimi, ücretli kişiler, yöneticiler ve müdürler tarafından yürütülür. Böylece de, kapitalist mülkiyetin asalak niteliği daima yeğinlik kazanır.
      Hisse senetleri bütün halk tabakaları arasına yayılıp yerleşmiştir. Bu durum, kapitalistlerin çıkarınadır: hisse senetleri alıcıları arttıkça, hisse senetli ortaklıkları yöneten [sayfa 136] büyük hisse sahiplerinin ellerinde toplanan sermaye de artar. Bu hisse senetlerinin bazı emekçi grupları tarafından satın alınması, burjuva ideologlarına "sermayenin demokratizasyonu" teorisini göklere çıkarma olanağını vermiştir. Bu "teori", hisse senetli işletmeler şeklinin gelişmesiyle kapitalizmin niteliğinin değiştiğini, her emekçinin, bir hisse senedi satın alarak hisse senetli ortaklığın ortak-sahibi olacağını ve yönetime katılabileceğini ileri sürer. Gerçekte, anonim ortaklıklar, tamamen büyük hisse senetleri paketini ellerinde bulunduran büyük kapitalistler tarafından yönetilir. Hisse-senedi-sermayenin bütün üstünlüklerinden yararlananlar, bu kapitalistlerdir. Senetlerin küçük bir bölümüne sahip olan emekçilerin, hisse senetli ortaklıkların yönetiminde bir rolleri ne vardır ve ne de olabilir.
      Daha yukarda, artı-değerin kâra nasıl dönüştüğünü ve sanayicilerin, tüccarların ve bankacıların onu nasıl elde ettiklerini saptamıştık. Ama, kapitalist rejimde bir sömürücü grup daha vardır. Bunlar, büyük toprak sahipleridir. Onlar da, kapitalist toprak rantı şekline giren artı-değerin bir bölümünden eşit olarak yararlanırlar.
     

5- KAPİTALİST REJİMDE TOPRAK RANTI VE TOPRAK İLİŞKİLERİ

Kapitalist Toprak Rantı

     
      Toprak rantı nereden gelir? Onu kim üretir ve o toprak sahibinin eline nasıl varır? Bu soruları yanıtlayan marksizm-leninizm, ücretli emeğin sömürüsü üzerine kurulmuş olan kapitalist bir tarımın varlığından hareket eder. Toprak sahibi ile kapitalistin, farklı iki kişi olduğu da varsayılmıştır.
      Toprak sahibinin kendisi tarımla uğraşmaz. Tarımsal üretim alanına sermaye yatırmaya kararlı kapitaliste, toprağını kiraya verir. Artı-değer yaratan işçileri, sermayesini toprağa yatıran kapitalist tutar. Artı-değer, her şeyden önce, [sayfa 137] bu artı-değeri iki bölüme ayıran kapitalist-kiracının elinde toplanır. Kapitalist-kiracı, onun birini kendine ayırır; bu, yatırılan sermaye üzerinden, ortalama kâr oranına eşdeğerde olan kendi kârıdır. Ortalama kârın üstünde, fazladan kâr olan öteki bölümü ise, toprak sahibine ayrılmıştır. İşte, toprak rantını oluşturan, artı-değerin bu bölümüdür. Kapitalist-kiracının tuttuğu işçiler tarafından yaratılan artı-değerin bir bölümü, neden toprak sahibinin malı oluyor? Nedeni basit, o, toprağın sahibidir ve onun izni olmadan hiç kimse o toprağı işletme hakkına sahip değildir. Bu nedenle, toprak rantının, toprak özel mülkiyetinin gerçekleşmesinin ekonomik şekli olduğu söylenir. Eğer kapitalist, toprağın da sahibi olsaydı, tarım işçileri tarafından yaratılan artı-değerin tümüne o sahip çıkacaktı.
      Kapitalist rejimde toprak rantı, feodal toprak rantından farklıdır. Feodalizmde toprak rantı, şekli ne olursa olsun (emek olarak, ayni olarak, para olarak temsil edilsin), başlıca iki sınıf olan toprak sahipleri ile serf köylüler arasındaki feodal üretim ilişkilerini ifade ediyordu. Kapitalist rejimde ise, toprak rantı, üç sınıf arasındaki ilişkileri ifade eder: toprak sahipleri, kiracı-kapitalistler ve tarım ücretlileri. Feodal rejimde, rant, köylüler tarafından (feodal beye) teslim edilen artı-ürünün (surproduit) tamamıdır. Kapitalist rejimde ise artı-değer, sömürücü iki sınıf arasında bölüşülür: kiracı-kapitalistler ve toprak sahipleri.
      Farklılık rantı
ile mutlak rantı ayırdetmek gerekir. Bu rant şekillerinin varlığı, Lenin'in belirtiği gibi, iki tür tekele bağlıdır: biri, işletme konusu olarak toprak üzerinde kurulan tekel, ki bu farklılık rantının kaynağını oluşturur; ikincisi toprak özel mülkiyetinden gelen tekel, ki mutlak rantın doğuşu da buradan gelir.
     

Farklılık Rantı

     
      Sanayide, metaın değeri ve üretim fiyatı, üretimin ortalama koşullarıyla belirlenmiştir. Tarımda, tarımsal aşlıkların [sayfa 138] üretim fiyatı, ortalama üretim koşullarıyla değil, en verimsiz topraklarda yapılan üretim koşulları tarafından belirlenir. Toprağı, yüzölçümü sınırlı olduğundan, büyütmek olanağı yoktur. İyi ve orta toprakları kiralayan kiracılar, kötü toprakları kiralayan kiracılardan daha elverişli bir durumda bulunurlar. Farklı topraklar üzerindeki bu kiracılar tekeli, topraklar işletme konusu olduğu sürece, gelirlerde farklar doğuracaktır. Farklılık rantı, daha elverişli koşullar içinde bulunan işletmelerde elde edilen, ortalama kârın üstünde bir kar fazlasıdır. Ama, rantın kaynağı toprağın kendisi değildir. Daha iyi topraklara uygulanan emek, daha üretkendir ve ek bir kâr sağlar.
      Farklılık rantı elde etmeye olanak veren üç etken vardır. Bunlar: 1) çeşitli topraklar arasındaki verimlilik farkları, 2) pazarla olan ilişkisi bakımından topraklar arasındaki konum farkları, 3) toprağa yatırılan ek sermayeden sağlanan verim farkları.
      Toprakların verimlilik ve konum farklarından ileri gelen ranta, Marx, farklılık rantı-I adını veriyor. Bunu inceleyelim:
      Örneğin, yüzölçümü aynı olup da verimliliği farklı üç tarla alalım. Kiracı, her tarla için, işçi kiralamak, tohum, malzeme vb. satın almak için 100 dolar harcamış olsun. Ama tarlaların verimliliği farklı olduğundan, kaldırılan ürün de doğal olarak farklı olacaktır. Diyelim ki, birinci tarla 4 kental, ikinci tarla 5 kental ve üçüncü tarla da 6 kental ürün verdi.
      Ortalama kâr oranı da %20'ye eşit olsun. Bu durumda, herbir tarlada bütün tahılın üretim fiyatı (üretim gideri ve ortalama kâr) 120 dolara eşdeğerdir. Kental başına düşen üretim fiyatı nedir? Birinci tarlada, bir kental tahıl 30 (120/4=30) dolara, ikinci tarlada bir kental tahıl 24 (120/5=24) dolara, üçüncü tarlada bir kental tahıl 20 (120/6=20) dolara malolur.
      Ama tahılın pazar fiyatı, en az verimli tarlanın üretim fiyatına, yani kentalini 30 dolara maleden tarlanın üretim fiyatına göre saptanır. Eğer fiyat, maloluş fiyatı düzeyi 24 dolar [sayfa 139] olan (orta) tarlaya göre saptansa, en kötü tarlayı işleten kapitalist-kiracı, yalnız 96 dolar elde eder ki (4 çarpı 24), bu durumda, kârdan sözetmek şöyle dursun, yatırım harcamalarını bile geri alamaz. Bu durum, en verimsiz tarlaları işleten işletmecilerin, tarımdan vazgeçmelerine neden olabilir. Bunlar, diğer kapitalist-kiracılar tarafından işgal edilmiş olan daha iyi ya da orta verimlilikteki topraklara geçemezler. Kötü topraklar üzerinde üretimin durması ise genel tahıl miktarını azaltır. Tahıl fiyatları yükselmeye başlar ve kentali 30 dolarlık bir düzeye ulaştığı zaman, kötü toprakları yeniden işletmeye başlamak kârlı olur.
      Böylece, birinci tarlanın kiracısı, ürününü 120 dolara; ikinci tarlanın kiracısı ürününü 150 dolara; üçüncü tarlanın kiracısı da ürününü 180 dolara satar. İkinci tarlanın üretim fiyatı üzerinde sağlanan 30 dolarla, üçüncü tarlanın üretim fiyatı üzerinde sağlanan 60 dolar fazlalık, farklılık rantını oluşturur.
      Bu durumu daha açık görmek için aşağıdaki tabloya bakalım:
     

Tarlalar

Harcanan Sermaye (dolar)

Ortalama Kâr (dolar)

Ürün (Kental)

Tarla Başına Üretim Fiyatı

Genel Üretim Fiyatı

Farklılık Rantı

       

Tüm Üretim

1 Kental

 

1 Kental

Tüm Üretim

I

100

20

4

120

30

30

120

-

II

100

20

5

120

24

30

150

30

III

100

20

6

120

20

30

180

60


      Sonuç olarak, farklılık rantı, ortalama kâr üstünde bir fazlalıktır. Tarım ücretlilerinin emeğiyle yaratılmıştır. İşçilerin [sayfa 140] farklı verimlilikte topraklarda çalışması, farklı bir üretkenlikle sonuçlanıyor. Farklı artı-değer niceliklerinin meydana gelmesi bundan dolayıdır.
      Farklılık rantı-I'in ortaya çıkışı, tarlaların konumuna da bağlıdır. Burada, büyük kentlerle ilişki kurma yönünden, nehirlere, denizlere ya da demiryollarına olan uzaklık rol oynar. Pazarlama merkezlerine daha yakın işletmeler, pazarlama merkezlerine daha uzak işletmelere oranla, iş ve taşıt giderleri bakımından daha elverişli durumdadırlar. Pazarlama merkezlerine yakın olanlar, kendi ürünlerini, uzaktan getirilen ürünlerle aynı fiyat üzerinden satarak fazla bir değer sağlarlar.
      Toprağa ek sermayeler yatırıldığı takdirde de, farklılık rantı elde edilir (suni gübre, çalışma yöntemlerini iyileştirme, modern makineler kullanma vb. sayesinde). Yoğun (intensive) bir ekonomik yönetimden gelen fazla-kar, farklılık rantı-II adını alır.
      Farklılık rantı-I ve II'nin kiracı ile toprak sahibi arasında bölünmesi ve bu bölünmede, onlardan herbirinin sahip olduğu pay, toprak talebi ve işletme konusu olduğu sürece, arz gibi somut koşullara bağlıdır. Bu koşullar, kira sözleşmesinde yansır.
      Sözleşme imzalanırken, toprak sahibi, geçmişte, topraktan kazandıği farklılık rantını genel kural olarak sözleşmede saptar. Bundan dolayıdır ki, farklılık rantını maledinen, büyük toprak sahibidir. Ama daha sonra; kapitalist-kiracı, sözleşmede geçen paydan daha fazla bir farklılık rantını elde ederse, bundan kârlı çıkacak olan, hiç değilse yeni bir sözleşme imzalanıncaya kadar, kiracıdır.
      Toprak sahibi, I ve II farklılık rantlarından, ayrı olarak mutlak ranta da sahip olur.
     

Mutlak Rant
Toprağın Fiyatı

     
      Kapitalist rejimde toprak, ayrı ayrı kişilerin özel mülküdür. [sayfa 141] Bundan dolayı da tarıma sermaye yatırmak, toprak sahibinin rızasına bağlıdır. Toprağın özel mülkiyet tekeli, sermayenin sanayiden tarıma serbestçe aktarılmasına engel olur. Bu yüzden, tarımda, sermayenin organik bileşimi, sanayideki sermayenin organik bileşiminden düşüktür. Bu durum, aynı sermaye ile, tarımda, sanayidekinden daha fazla artı-değer üretileceğini gösterir. Eğer sermaye, sanayiden tarıma serbestçe aktarılabilseydi, tarımda yaratılan artı-değer fazlası, sermayenin organik bileşimi düşük olduğu için, sanayi sermayesi ile tarım sermayesi arasında bölüşülmüş olacaktı. Ama toprağın özel mülkiyeti kapitalistler arasında bu bölüşümün yapılmasına olanak vermemektedir. Toprak sahipleri, sermayelerini tarıma yatıran kapitalistlerden, peşin almak suretiyle, bu fazlaya sahip çıkarlar.
      Kapitalistler, toprak sahibine toprağı kullanmak için gereken ödemeyi yapmadan, tarımsal üretim hazırlığına girişemezler. Toprak üzerindeki özel mülkiyet hukuku gereğince, toprak sahibinin, peşin olarak aldığı haraca mutlak rant denir.
      Mutlak rantın oluşumunu aşağıdaki örnek üzerinde inceleyelim. Sanayideki sermayenin organik bileşimini 4/1'e eşit ve tüm sermayeyi 80s+20d olarak kabul edelim. [sayfa 142] Artı-değer oranı %100 olduğuna göre, artı-değeri temsil eden ürün, 20 birim olur. Tüm üretimin değeri, 120 birime eşittir. Tarımdaki sermayenin organik bileşimi, sanayideki sermayenin organik bileşiminden düşüktür ve örneğin 60s+40d, yani 1,5//1'i oluşturur. %100'lük artı-değer oranı ile 40 birim artı-değer üretilecek ve tüm tarım üretiminin değeri 140 birime eşit olacaktır. Kapitalist-kiracı, sanayici kapitalist gibi, 20'ye eşit bir ortalama kâr gerçekleştirecektir. Bundan ötürü, tarımsal ürünün satış değeri 140'a eşit olduğu halde, üretim fiyatı (üretim gideri+ortalama kâr) 120'ye (100+20) eşit olacaktır. Tarımsal ürünün değeri ile üretim fiyatı arasındaki fark (örneğimizde, 140 eksi 120=20), toprak sahibinin sahip çıktığı mutlak rantı oluşturacaktır. O halde, mutlak rant, toplumsal üretim fiyatına oranla, tarımsal ürünün değer fazlasıdır.
      Demek ki, her toprak için, bu toprağın verimliliğinden ve konumundan bağımsız olarak, ödenen mutlak rantın kaynağı, özel toprak mülkiyeti tekelinde yatar.
      Toprak bir doğa vergisidir, değer içermez; ama kapitalist rejimde alınıp satılır, yani bir meta olur. Satışa çıkarılan tarlanın fiyatını belirleyen nedir?
      Tarlanın fiyatı iki etkene bağlıdır: 1) yıllık gelir (rant) ve 2) ikraz faizinin oranı. Eğer toprak, sahibine yılda 10.000 dolarlık bir gelir sağlıyorsa, sahibi bu tarlayı öyle bir paraya satmalıdır ki, satıştan gelen toplam para, bankaya yatırıldığı zaman, aynı geliri, yani 10.000 doları getirsin. Bankanın mevduat için %4 faiz verdiğini varsayalım. Toprak sahibi, toprağını 250.000 dolara satmalıdır. Bu para bankaya yatırılınca, toprak sahibine getireceği yıllık gelir (%4'ten) 10.000 dolara eşit olur. Bundan dolayıdır ki, toprağın fiyatı, sermayeleşmiş ranttır, yani faiz şeklinde gelir getiren sermayeye dönüştürülmüş bir rant. Kapitalizmin gelişmesiyle rantın büyümesindeki ve ikraz faizi oranındaki düşmeye bağlı olarak toprağın fiyatı da artar. [sayfa 143]
     

Tarımda Kapitalist Gelişmenin Ayırdedici Özellikleri

     
      Tarımda kapitalizmin gelişmesi, sanayideki ile aynı ekonomik yasalara bağlıdır. Öte yandan, somut tarihsel duruma göre, tarımda kapitalizm, farklı biçimlerde gelişmiştir. Gelişme yollarından ikisi en tipik olanlardır.
      Birinci yol
, büyük malikanelerin muhafaza edilmesi, ve yavaş yavaş değişikliğe uğrayarak, kapitalist işletmeler haline gelmesidir. Özellikle Almanya, çarlık Rusyası ve İtalya'da, tarımda kapitalizmin gelişmesi, bu yoldan olmuştur.
      İkinci yol
, büyük toprak sahiplerinin burjuva devrimiyle tasfiye edilerek, elkonulan toprakların köylülere satılması, kapitalist üretimin hızla geliştiği çiftlik işletmelerinin ortaya çıkmasıdır. Birleşik Amerika'da, tarımda kapitalizmin gelişmesi bu yoldan olmuştur.
      Tarımda kapitalistleşme ne şekilde olursa olsun, toprak mülkiyeti, daima büyük burjuvazinin elinde toplanır. Küçük çiftçilerin ve feodallerin mülkü, burjuvazinin özel mülkiyetine bırakılmıştır. Böylece, 1954'te Birleşik Amerika'da, çiftlik işletmelerinin %73,4'ü, toplam arazinin %19,6'sına sahipti; oysa çiftlik sahiplerinin %26,6'sının sahip oldukları toplam arazi %80,4 idi. Bunlar arasında en önemli işletmeler (%2,7) ise, toprağın %45,9'una sahiptir.
      Tarımda kapitalizmin gelişmesi, üretimin yoğunlaşmasıyla atbaşı gider. Bu yoğunlaşma, büyük kapitalist işletmelerin küçük üretime göre sahip oldukları kesin üstünlükler nedeni ile, küçük köylü işletmelerinin büyük kapitalist işletmeler tarafından geriye atılmasına neden olur. Büyük üretim, tarımsal makinelerin kullanılmasına geniş ölçüde olanak sağlar. Burada, emek üretkenliği daha yüksektir. Belirli işkolunda (bitki ve hayvan yetiştirmede) uzmanlaşma ve pazara bol ürün sürme, büyük üretimde önemli üstünlükler sağlar. Büyük üretimle rekabete dayanamayan küçük üretim yıkıma uğrar. 1948'den 1958'e kadar Birleşik Amerika'da yıkıma uğrayan çiftlik sayısı, bir milyondan fazladır.
      Sanayide, büyük üretimin küçük üretim üzerindeki zaferi [sayfa 144] kaçınılmaz bir olgudur. Kapitalizmin savunucuları bile bunu yadsıyamazlar. Tarıma ilişkin olarak, "çok mutlu bir işletme ve oturma alanı" olarak gösterdikleri "küçük köylü işletmesinin kalımlılığı" üzerine düzmece bir teori öne sürmüşlerdir. Gerçekte, küçük köylü işletmesi hiç de kalımlı değildir ve varlığını ancak aşırı bir biçimde sömürülen köylünün ve aile üyelerinin olağanüstü yoksullukları pahasına sürdürür.
      Tarımda kapitalizmin gelişmesi, kent ile köy arasındaki çelişkiyi derinleştirdi ve keskinleştirdi. Ekonomik temel, kent burjuvazisi tarafından köylülüğün sömürülmesi, sanayiin, ticaretin, mali sistemin ve kredinin gelişmesinden bu yana, kırsal nüfusun büyük bölümünün yıkımına dayanır. Köy, kente göre, ekonomik, politik ve kültürel alanlarda gittikçe geride kalır.
      Çetin yaşam koşulları, köylülüğü kapitalist rejimin ortadan kaldırılması gereğinin bilincine götürür. Bu nedenle, köylülüğün temel yığınlarının hayati çıkarları, proletaryanın çıkarlarıyla uyumlu hale gelir. Kapitalist düzene karşı ortak savaşımlarında, proletarya ile emekçi köylülüğün ittifakının ekonomik temeli budur.
     

Toprağın Ulusallaştırılması ve Toprak Rantı

     
      Tarımın sanayiye göre geri kalışında en önemli neden toprağın özel mülk oluşudur.
      Yukarda da belirttiğimiz gibi, toprağın özel mülkiyeti, sanayi sermayesinin tarıma serbestçe aktarılmasına engel olur. Kapitalist-kiracının tarıma ek sermaye (gübre, sulama kanallarının iyileştirilmesi vb.) yatırmasını engeller. Çünkü, toprak üzerinde yapılan sözleşmenin bitişiyle ek yatırımlardan (kapitalist-kiracı değil,) büyük toprak sahibi yararlanacaktır. Toprağın özel mülkiyeti, toprak sahipleri tarafından cebe indirilen mutlak rantı doğurur, toprak sahiplerine asalak bir yaşam sürme olanağı sağlar. Bu, toprağın özel mülk oluşunun üretici güçlerin gelişmesini engellediğini [sayfa 145] kanıtlar. Toprağın özel mülkiyet şeklinin kaldırılması, bundan dolayı, bir zorunluluk haline gelir. Bunu gerçekleştirme yollarından biri, toprağın ulusallaştırılması, yani toprağın devlet mülkiyeti haline sokulmasıdır.
      Kapitalizmin şafağında, burjuvazinin bazı temsilcileri, toprağın ulusallaştırılmasını salık verdiler. Toprağın özel mülkiyet şeklini ortadan kaldırmayı (o zaman feodal mülkiyet egemendi) ve toprağı, burjuva devlete bırakmayı önerdiler. Bu önlem, kapitalizmin ayakta tutulmasıyla, nasıl bir sonuç verirdi? Toprağın devlete bırakılmasıyla, toprak mülkiyetinden doğan mutlak rant kalkardı.
      Her ne kadar burjuva devlet tarafından toprağın ulusallaştırılması, kapitalizmin ve üretici güçlerin gelişmesini hızlandıracak idiyse de, burjuvazi, pratik olarak, bunu gerçekleştirecek yetenekte değildi. Şunun için ki, özel toprak mülkiyetinin ortadan kaldırılması, kapitalist mülkiyet de dahil, genel olarak özel mülkiyetin temellerini sarsmış olurdu.
      İkincisi
, kapitalizm geliştikçe, bizzat burjuvazi de bir yığın taşınmaz mala sahip olmuş ve bu nedenle, çıkarları, toprak sahiplerinin çıkarlarıyla gittikçe içiçe girmişti.
      Gelişmiş kapitalizm çağında, toprağın özel mülkiyetini ortadan kaldırmak, yalnızca, genel olarak, özel mülkiyetin kaldırılması uğruna savaşım veren sınıfın harcıdır. Bu sınıf, devrimci proletaryadır. Ama toprağın proleterce ulusallaştırılması, kapitalizmin gelişmesine yolaçmaz, tam tersine, kapitalizmin tasfiyesinin başlangıcı olur.
      SSCB'de toprağın ulusallaştırılmasıyla, toprakta özel mülkiyetle birlikte mutlak rant da kalktı. Bu önlem, büyük tarımın sosyalist şekillerinin ilerlemesinin en önemli koşullardan biri olmuştur.
     
      ŞİMDİ sermaye hareketi içinde, artı-değerin aldığı özel biçimleri incelemiş bulunuyoruz. Bütün burjuva grupların ve toprak sahiplerinin gelirlerinin tek kaynağının, artı-değeri yaratan ücretli işçilerin emeği olduğunu saptadık. Artı-değerin aldığı özel şekiller, kapitalist toplumun başlıca sınıf çelişkisini, burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişkiyi gizler, [sayfa 146] gölgeler. Marx, artı-değer üretimini, sermaye birikimini ve proletaryanın yoksullaşmasını ve sonunda da artı-değerin bölüşülmesini tahlil ederken, aynı zamanda, proletarya ile burjuvaziyi birbirinden ayıran kapitalizmin başlıca sınıf çelişkisini bütün yönleriyle inceledi ve işçi sınıfının tarihsel görevinin, bu uzlaşmaz çelişkiyi çözmekten, yani kapitalist üretim tarzını ve sömürüyü ebediyen ortadan kaldırmaktan ibaret olduğunu çürütülemez şekilde tanıtladı. [sayfa 147]
     
       

ALTINCİ BÖLÜM
TOPLUMSAL SERMAYENİN YENİDEN-ÜRETİMİ VE
EKONOMİK BUNALIMLAR

     
      KAPİTALİST ekonomi, birbirinden ayrı ve bağımsız birçok işletmeden oluşmuştur. Her kapitalist, belirli bir zaman içinde, kendisine en çok kâr sağlayacak olan metaları üretmeye bakar. Demek ki, üretim, plansız ve anarşi içinde gelişir. Üretim anarşisi, kapitalist toplumda metaların pazarlanmasında birtakım güçlükler yaratır ve fazla-üretim bunalımlarına neden olur.
      Ekonomik bunalımlar, emekçiler için sayısız kötülükler doğurur ve kapitalizmin çelişkilerini büyük ölçüde yeğinleştirir. Bu bunalımlar, kapitalizmin kaçınılmaz sonunu haber verirler.
      Toplumsal sermayenin kapitalist yeniden-üretiminin mekanizmasını genel olarak inceleyelim. [sayfa 148]
     

1- TOPLUMSAL SERMAYENİN YENİDEN-ÜRETİMİ

Bireysel Sermaye ve Toplumsal Sermaye

     
      Kapitalist rejimde toplumsal üretim, uyumlu bir bütün değildir. Toplumsal üretim, bireysel kapitalist işletmeler arasında dağılmıştır. Bu işletmelerden herbiri, şu ya da bu kapitalistin özel mülkiyetindedir; birer özerk üretim birimi gibi görünürler. Oysa, birbirinden farklı her işletmedeki yeniden-üretim, öteki kapitalistler tarafından üretilen her çeşit makine-araçların, tesisatların, yardımcı maddelerin, yakıtların, işçiler için gerekli tüketim maddelerinin vb. üretilmesine bağlı olur. Birbirlerinden ayrı kapitalistlerin faaliyeti ve dolayısıyla farklı sermaye hareketleri birbirleriyle çatışır.
      Karşılıklı ilişkileri ve karşılıklı bağımlılıkları içinde, bireysel sermayelerin toplamı, toplumsal sermayeyi oluşturur. Kapitalist düzende yeniden-üretim, aynı zamanda toplumsal sermayenin birer parçaları da olan tek tek sermayeler hareketinin işte bu içiçe girmesi içinde gerçekleşir. Yeniden-üretimin gerçekleşebilmesi için yalnız bireysel kapitalist değil, aynı zamanda toplumdaki tüm kapitalistlerin, fabrikalarında üretilen metaları pazarda paraya çevirmesi ve gereksinme duydukları metaları pazardan satın almaları gereklidir. Toplumsal sermayenin, toplu olarak, yeniden-üretiminin nasıl yapıldığını görmek için, toplam toplumsal ürün bileşimini bilmemiz gerekiyor.
     

Toplam Toplumsal Ürün

     
      Toplam toplumsal ürün
ile, belirli bir sürede, örneğin bir yılda, toplumun ürettiği maddi mallar yığını (makineler, makine-araçlar, yakıt, tahıl, giysiler, vb.) anlaşılır.
      Toplam toplumsal ürün, kendi değeriyle ele alınırsa: 1) (üretime) bağlanmış olan değişmeyen sermayeyi, yani avadanlıkların yıpranmasını, tüketilen hammaddelerin değerini, [sayfa 149] yardımcı maddeleri, vb. karşılayan değerden; 2) değişen sermayeyi, yani emek-gücünün değerini karşılayan değerden; 3) artı-değerden oluşmuştur. Başka bir deyişle toplam toplumsal ürün değeri s+d+a (değişmeyen sermaye+ değişen sermaye+artı-değer) toplamına eşit olur.
      Toplam toplumsal ürünün farklı bölümleri, yeniden üretim sırasında farklı görevler yaparlar. Değişmeyen sermaye, üretim hizmetini sürdürmekle görevlidir. Değişen sermaye, işçilerin kendi gereksinmelerini gidermek için, yani emek-gücünün yeniden-üretimi için harcadıkları ücret haline gelir. Basit yeniden-üretimde, artı-değerin tamamını, kapitalistler, kendi kişisel gereksinmeleri için tüketirler. Artı-değer bölünmelerinden biri, kapitalistler tarafından genişletilmiş yeniden-üretimde kullanılır. Artı-değerin geri kalan en önemli bölümü, genel kural olarak, ek araçlar alımı ile ek bir emek-gücünün kiralanmasına ayrılmıştır.
      Toplam toplumsal sermayenin devrinin ve yeniden üretimin tahlilinde gözönünde tutulan önemli bir nokta da, toplam toplumsal ürünün maddi şekle bağlanmasıdır.
      Toplam toplumsal ürün, maddi şekli bakımından, üretim araçlarıyla tüketim nesnelerinden oluşur. Her toplumsal üretim, sonuç olarak, iki önemli kesim içerir: I'inci kesim, üretim araçlarının üretimi; ve II'inci kesim, tüketim nesnelerinin üretimidir. Çeşitli kesimler, toplam toplumsal ürünün maddi şekilleri bakımından üretimde farklı bir görevi yerine getirirler: üretim araçları, sonraki bir üretimde; tüketim nesneleri, insanın kişisel gereksinmelerini gidermede işe yararlar.
     

Gerçekleşme Sorunu Niteliği

     
      Toplumsal sermayenin yeniden-üretimi, her bireysel sermayenin ve dolayısıyla toplam toplumsal sermayenin, kendi dolaşımlarını sürekli olarak tamamlaması, yani para şeklinden üretici şekle; üretici şekilden meta şekline; meta şeklinden yine para şekline vb. geçmesi sanılır. Bu dolaşım, ancak, bütün kapitalistler yığını ve her kapitalist, tek başına, kendi [sayfa 150] ürününü gerçekleştirebilir, satabilirse olur. Gerçekleştirme süreci şundan ibarettir: toplumun toplam yıllık ürününün her bölümü, kendi değeri ve kendi maddi şekli ile, topluca değişilir ve üretim süreci içinde kendi rolünü tamamlar.
      Soru şudur: bir yıllık para olarak ifade edilen yıllık toplam ürünü gerçekleştirmek için gerekli koşullar nelerdir? Marksist-leninist yeniden-üretim teorisi, bu koşulları açıklar ve aynı zamanda, kapitalist üretimin gelişmesi sırasında, bu koşullara kaçınılmaz olarak, sürekli bir biçimde aykırı davranıldığını, bunun da fazla-üretimden doğan ekonomik bunalımlara yolaçtığını gösterir.
     

Basit Kapitalist Yeniden-Üretimde Gerçekleşme

     
      Basit yeniden-üretimde, üretim süreci, kendisinden önceki oranlarda yenilenir ve artı-değer, tümüyle kapitalistlerin kişisel tüketimine gider.
      Basit yeniden-üretimde, toplam toplumsal üretimin gerçekleşmesini tahlil edelim. Örneğin, milyon dolar olarak ifade edilen değişmeyen sermaye değerinin, I'inci kesimde, 4.000; değişen sermaye değerinin 1.000; artı-değerin de 1.000 olduğunu varsayalım. II'inci kesimde de, değişmeyen sermaye değerini 2.000; değişen sermaye değerini 500; artı-değeri de 500 dolar kabul edelim. Böylece, toplam toplumsal ürün aşağıda gösterilen kesimlerden oluşacaktır:
     
      Kesim I: 4.000s+1.000d+1.000a=6.000
      Kesim II: 2.000s+500d+500a=3.000
     
      I'inci kesimde, toplam ürün değeri, yıl sonunda, makineler, hammaddeler vb. şeklinde 6.000 dolara eşittir. Oysa bu kesimin işçilerinin üretim araçlarına değil, tüketim nesnelerine de gereksinmeleri vardır. I'inci kesimdeki ürünleri gerçekleştirmek önemlidir. Gerçekleştirme süreci nasıl olur?
      Birinci kesimde, üretimin bir bölümü, 4.000 dolarlık değişmeyen sermayeye eşit bölümü, tüketilen değişmeyen sermayeyi [sayfa 151] karşılamak amacıyla, aynı kesimin işletmelerine satılacaktır. I'inci kesim ürünlerinden geri kalan (1.000d+1.000a), üretim araçları şeklinde, tüketim nesneleri üreten işletmelere satılmıştır. Toplamı 2.000 dolar tutan bu üretim araçları, II'inci kesimin değişmeyen sermayesini karşılamaya yarayacaktır.
      II'inci kesimde, tüketim nesneleri (giysiler, ayakkabılar, besin maddeleri vb.) şeklinde mevcut olan toplam ürünün değeri 3.000 dolardır. II'inci kesimde üretilen, toplam değeri 2.000 dolar tutan tüketim nesneleri, I'inci kesimin üretim araçları karşılığı değişilmiş olacaktır. Aynı zamanda tüketim nesnelerinden ibaret olan ve değişen sermayenin yeniden üretilen değerini (500d) ve yeniden üretilen artı-değeri (500a) gösteren, II'inci kesimden geri kalan ürün, bu II'inci kesimdeki işçilere ve kapitalistlere satılmıştır.
      Böylece, bütün toplumsal ürün gerçekleştirilmiş oldu. Basit kapitalist yeniden-üretimde, denklem şöyledir: I'inci kesimin değişen sermayesi ile artı-değeri, II'inci kesimin değişmeyen sermayesine eşit olmalıdır.
      Kendi kesimleri içersinde gerçekleştirilen ürün dilimleri üçgenler içine ve öteki kesimle değişilen ürün dilimleri de, aralarındaki bir çizgi ile birbirine bağlanan dikdörtgenler içine alınırsa, aşağıdaki şemayı elde ederiz:
     
     
      Bu şema, kapitalist basit yeniden-üretimde gerçekleşme koşulunu gösterir: I(d+a)=IIs. [sayfa 152]
     

Genişletilmiş Kapitalist Yeniden-Üretimde Gerçekleşme Koşulları

     
      Genişletilmiş yeniden-üretim
ya da birikim, kapitalizmin ayırdedici özelliğidir. Üretimi genişletmek için, ya mevcut işletmeyi büyütmek ya da bir yenisini kurmak gerekir. Her iki durumda da, belirli bir miktarda yeni üretim araçlarını işe sokmak gerekiyor. Ama üretim araçları I'inci kesim tarafından üretildiğinden, yeniden yaratılmış olan bir değeri gösteren bu kesimin bir ürün dilimi I(d+a), II'inci kesimin değişmeyen sermayesinden (IIs) büyük olmalıdır. Her iki kesimde de üretimi genişletmek için piyasaya sürülebilecek olan üretim araçları fazlalığını yalnızca bu koşul doğarabilecektir.
      Bu koşulu hesaba katarak, örneğimizi, aşağıda gösterildiği şekilde kuracağız:
     
      Kesim I: 4.000s+1.000d+1.000a=6.000
      Kesim II: 1.500s+750d+750a=3.000
     
      Genişletilmiş yeniden-üretimde, her kesimde artı-değer iki bölüm içerir: biri kapitalistler tarafından kişisel olarak tüketilen bölüm ve diğeri biriktirilmiş olan parçadır. Artı-değerin biriktirilen bölümünün bir miktarı ek üretim araçları alımına ve bir miktarı da ek emek-gücü kiralanmasına ayrılmıştır.
      I'inci kesimdeki kapitalistlerin kendi artı-değerlerinin yarısını, yani 500 dolarını biriktirdiklerini varsayalım. Bu, onların değişmeyen sermayeye 400 ve değişen sermayeye 100 ekleyecekleri, yani biriktirilmiş bulunan artı-değer dilimini daha önce yatırılmış bulunan sermaye ile aynı oranlar içinde harcayacakları anlamına gelir. Bundan ötürü, I'inci kesimin bileşim-değeri, ertesi yıl üretime girince, şu şekilde görünecektir: 4.400s+1.100a.
      I'inci kesimin toplam ürününden (6.000), 4.400'ü aynı kesimde gerçekleşmiştir. Geriye kalan 1.600'ü, II'inci kesimin ürünleriyle değişilecektir. Ama II'inci kesim kapitalistlerinin üretim araçlarını (son yıl içinde onlar tarafından harcanmış bulunan [sayfa 153] 1.500 yerine) 1.600 karşılığında satın alabilecek bir durumda olmaları için, II'inci kesim artı-değerinin bir bölümünü soğuran kendi değişmeyen sermayelerini %100 artırmaları gerekir. II'inci kesimin değişmeyen sermayesinin genişletilmesine ayrılan bu 100 artı-değer birimi, II'inci kesimde daha önce yatırılan sermaye 2 : 1 oranında harcanmış olacağı için, değişen sermayenin de 50 birim artmasını gerektirecektir. Bundan dolayıdır ki, gelecek yıl, üretime giren II'inci kesimin değer-bileşimi şöyle olacaktır: 1.600s+800d.
      I'inci ve II'inci kesim içindeki tüketim nesnelerinin ve üretim araçlarının dağılım süreci aşağıdaki şemada belirtilmiştir.
     
      I: 4000s+1000d+1000a=6000
      II: 1500s+750d+750a=3000
     
      Ürünün gerçekleşmesi, şöyle olacaktır: I'inci kesimin kapitalistleri birbirlerinden 4.400 karşılığında üretim araçları satın alırlar. Geriye kalan üretim araçları (1.600), II'inci kesimdeki tüketim nesneleri ile değişilir. Bu değişim sonucunda, I'inci kesimin kapitalistleri 1.600 karşılığında tüketim nesneleri ve II'inci kesimin kapitalistleri de 1.600 karşılığında üretim araçları [sayfa 154] alırlar. II'inci kesimde geriye kalan tüketim nesnelerinin (1.400) gerçekleşmesi, aynı kesim içinde olur.
      Kesimler arasındaki değişim sürecini şu şemada izleyebiliriz:
     
      I: 4.400s+(1.100d+500a)=6.000
      II: 1.600s +800d+600a=3.000
     
      Genişletilmiş yeniden-üretimde gerçekleşme koşulu şu eşitlikte olur: değişen sermaye değeri (1.000), artı, değişen sermayeye eklenen biriktirilmiş artı-değer bölümü (100), artı, kapitalistlerin kişisel tüketime ayrılan I'inci kesimdeki artı-değer dilimi (500), eşit olmalıdır. II'inci kesimin değişmeyen sermaye değeri (1.500), artı, II'inci kesimin değişmeyen sermayesine eklenen, biriktirilen artı-değer parçası (100).
      İkinci yılda yeni üretim çevirimi (cycle), daha büyük bir sermaye ile yola çıkacak, ve artı-değer oranı %100 olursa, ikinci yılın toplam toplumsal ürünü şöyle olacaktır:
     
      Kesim I: 4.400s+1.100d+1.100a=6.600
      Kesim II: 1.600s+800d+800a=3.200
     
      Genişletilmiş kapitalist yeniden-üretim süreci böyle olur ve bunu önceden belirleyen gerçekleşme koşulları bunlardır.
      Genişletilmiş yeniden-üretimde, üretici güçlerin gelişmesi, üretim araçlarının üretimine ayrılan toplumsal emek payının tüketim nesneleri üretimine giden emek payından daha çabuk büyümesinde ifadesini bulur.
      Üretim araçları üretiminin tüketim nesneleri üretimine oranla öncelikle büyümesi
, genişletilmiş yeniden-üretimin ekonomik yasasıdır.
      "Bu üretim araçlarının daha hızlı büyümesi yasasının bütün anlam ve önemi, el işinin yerini mekanik işin almasının [sayfa 155] -daha genel bir ifadeyle, makine döneminde teknik ilerlemenin- kömür ve demir üretiminin daha ileri bir büyümesini, 'üretim araçları için üretim araçları' gerçeğini gerektirmesi olgusuyla özetlenir." (V. Lenin, Œuvres, Paris-Moscou, t. 1, s. 118.)
      Gerçekleşme teorisi, basit ve genişletilmiş kapitalist yeniden-üretimde, metaın gerçekleşmesi için zorunlu koşulları açıklar. Ama bu teori, kapitalist rejimde bu koşulların sürekli olduğunu iddia etmez. Tam tersine, kapitalist rejimde bu koşullar, sürekli olarak bozulur.
      Üretim rekabeti ve anarşisi rejiminde, kimse, pazar gereksinmelerini tam olarak bilemez. Sanayi dalları arasındaki ve her dal içindeki belirli ilişkiler, bundan ötürü, zorunlu olarak, çok sayıda ve sürekli oransızlığa aykırılıklar arasında kurulur.
      Kapitalist düzende üretim ile tüketim arasında uzlaşmaz karşıt bir çelişki vardır. Amacı en fazla kâr sağlamak olan kapitalist üretim, buna, üretimi artırarak ve sermaye biriktirerek ulaşır. Üretimin artması ve sermaye birikimi, aynı zamanda satın alma ve tüketme gücü azalan emekçilerin yaşam düzeyinin düşmesiyle olur. Bu, pazarı daraltır ve metaların gerçekleşmesini güçleştirir.
      Burjuvazi, bu çelişkiyi, dış pazarları tekeline alarak çözümlemeye çalışır. Bu pazarlar, bunların tekel konusu olması, bölüşülmesi ve yeniden bölüşülmesi uğruna savaşım, çelişkileri keskinleştirir ve kapitalist ülkeler arasında dünya savaşlarına da dönüşen sayısız çatışmalara neden olur.
     

2- ULUSAL GELİR

Ulusal Gelir Nedir?

     
      Toplam toplumsal ürün denince, örneğin bir yıllık sürede, toplumda üretilen maddi malların tüm kitlesinin anlaşıldığını görmüştük.
      Değişmeyen sermaye yıpranması, toplumsal ürün üzerinden [sayfa 156] karşılanır, çünkü bu, üretim araçlarının yeni imal edilen ürüne aktarılan değeridir. Toplumsal üründen geri kalanı (değişen sermaye ile artı-değer) yıl içinde yeni yaratılan bir değerdir. Toplam toplumsal ürünün bu bölümü, kapitalist toplumun ulusal gelirini oluşturur.
      Örneğin, herhangi bir ülkede, bir yılda, 60 milyarı bir yıl içinde yıpranan üretim araçlarının karşılanmasına giden 90 milyar dolarlık meta üretilirse, ulusal gelir 30 milyar dolara eşit olacaktır.
      Ulusal geliri, maddi şekli bakımından kişisel tüketim nesneleri ile üretimin artırılmasına ayrılan üretim araçları dilimi oluşturur.
      Kapitalist rejimde, ulusal gelir, maddi malların üretiminde, sanayide, tarımda, inşaatta, ulaştırmada, vb. çalışan emekçiler tarafından yaratılır. Ulusal geliri işçiler, köylüler, zanaatçılar ve maddi üretimde doğrudan doğruya istihdam edilen aydınlar yaratır.
      Üretken olmayan dallar, ulusal gelir yaratmazlar. Bunlar, devlet örgütü, kredi, ticaret (dolaşım alanında üretim sürecini uzatan işlemler hariç), ordu, sağlık kurumları, tiyatro ve benzerleridir. Bu dallarda yapılan bütün harcamalar, üretim alanında yaratılmış olan ulusal gelir üzerinden peşinen karşılanmışlardır.
      Ulusal gelir, maddi üretim alanında yaratılmış olduğundan, bunun çoğalması, üretim dallarında çalışanların artmasına ve emek üretkenliğinin yoğunlaşmasına bağlıdır.
     

Ulusal Gelir Dağılımı

     
      Kapitalist rejimde, ulusal gelir dağılımı, sınıfsal bir nitelik taşır. Bu dağılım, emekçilerin yararına değil, sömürücülerin yararına yapılır. Ulusal gelirin birinci dağılımı ile ikinci dağılımı arasındaki farkı ayırdetmek gerekir.
      Kapitalist rejimde, ulusal gelir, her şeyden önce kapitalistlere gider. Birinci durumda ulusal gelir, kapitalistlerle işçiler arasında paylaşılır. İşçiler ücret, kapitalistler artı-değer [sayfa 157] alırlar. Artı-değer, sanayi kapitalistleri, tüccarlar, bankacılar ve büyük toprak sahipleri arasında paylaşılır. Bu dağılım, aşağıdaki şemada gösterilmektedir (milyar dolar olarak).
     
       
      Ulusal gelirin, kapitalist toplumun başlıca sınıfları --yani proletarya, kapitalistler, toprak sahipleri-- arasında dağılımından sonra ikinci bir dağılımı (yeniden bölünme) daha olur.
      Ulusal gelirin yeniden bölünmesi nasıl olur? Üretici olmayan dalların (sağlık kurumları, kamu yararına olan kuruluşlar, tiyatro türünden işletmeler vb.) ulusal gelir yaratmadıklarını yukarda belirtmiştik. Ama bu işletmelerin sahipleri olan kapitalistler, çalıştırdıkları kimselere (doktorlara, artistlere vb.) bir ücret öderler; bu yerleri ayakta tutmak için yapılan zorunlu giderlere karşı çıkmakla birlikte, bu [sayfa 158] kuruluşlardan fazla kâr sağlamaktan da geri kalmazlar. Kapitalistler, tıbbi tedavi, öğretim vb. gibi hizmetlere ait tüm giderleri, maddi üretim alanında yaratılan ulusal gelirle karşılarlar. Hizmetlerin ödenmesi, bu işletmeleri ayakta tutma harcamalarını karşılar ve üretken olmayan alandaki kapitalistlere ortalama bir kâr sağlar.
      Devlet bütçesi kanalıyla yeniden bölüştürülen, emekçilerin gelirlerinin bir bölümü de, iktidardaki sınıfın çıkarına kullanılır.
      Burjuva devlet, orduyu, polisi, cezai ve adli organları, yönetimi vb. kendi bütçe harcamalarıyla ayakta tutar. Bütçe gelirlerinin başlıca kaynağı, halktan doğrudan doğruya alınan vergilerdir. Bu demektir ki, ulusal gelirin ilk dağılımını takiben emekçiler, aldıkları ücretler üzerinden devlete vergi öderler. Böylece, emekçilere düşen ulusal gelir payı kırpılmış olur. (Kapitalistler de vergi öderler. Ama bunların vergi olarak verdiklerinden çok daha yüksek bir bölümü, hükümete karşı girişilmiş hizmet ve taahhüt ödentisi şeklinde tekrar kapitalistlerin kasalarına döner. Vergilerle sağlanan gelirlerin diğer bir bölümü, en başta da aynı kapitalistlerin çıkarlarını savunmayı üstlenen devlet aygıtını, orduyu, vb. ayakta tutmaya ayrılmıştır. Bunun içindir ki, burjuva toplumunda, yalnızca dağılım değil, ulusal gelirin yeniden bölüşülmesi de sömürücü sınıfların çıkarına kullanılır.)
      Kapitalizmin gelişmesiyle mali yükler de artar. Örneğin, İngiltere'de vergiler, 1913'te, ulusal gelirin %11'ini oluşturuyordu; 1924'te %23; 1959'da %35 oldu. Fransa'da, 1913'te vergiler, ulusal gelirin %13'ü, 1924'te %21'i, 1959'da %27'si oldu. Birleşik Amerika'da, örneğin Truman'ın başkanlığı döneminde, kendisinden önceki 156 yıl içinde, bütün başkanlar zamanında toplanan vergilerden daha fazla vergi alınmıştır.
     

Ulusal Gelirin Kullanılması

     
      Kapitalist rejimde, ulusal gelirin kullanımı da dağılımı gibi sınıfsal bir niteliğe bürünür. Ulusal gelir, tüketim ve birikim araçlarında kullanılır.
      Ücretlilerin kişisel tüketimine ayrılan ulusal gelir payı, kapitalist ülkeler emekçilerinin büyük çoğunluğunun asgari [sayfa 159] gelirini bile güvence altına almaz. Ücretlilerin en kalabalık bölümü, ölesiye bir yoksulluk içinde, çocuklarını eğitmekten uzak, kötü barınaklarda sefil bir yaşam sürmek zorunda bırakılmıştır.
      Ulusal gelirin büyük bir kesimine sömürücü sınıflar sahip çıkar. Kapitalistler, onun bir bölümünü kişisel tüketimleri, lüks nesnelerin alımı, sayısız hizmetçi ve uşakların bakımı için harcarlar. Öteki bölümü ise üretimin genişletilmesine kullanılır ya da birikime ayrılır. Ama bu bölüm, toplumun olanaklarına ve gereksinmelerine bakarak nispeten pek önemsizdir. Birikimin nispeten önemsiz olmasının nedeni, ulusal gelirin büyük bir bölümünün üretken olmayan bir biçimde: ekonominin askerileştirilmesi, büyümüş olan devlet aygıtının bakımı, reklam vb. için harcanmış bulunmasıdır.
      Kapitalist rejimde ulusal gelir dağılımının sınıfsal niteliği, genişleme halindeki üretime bakarak, emekçi yığınlarının alım gücünde bir gerilemeye neden olur. Bu gerileme, bazan önemli oranlara yükselir ve fazla-üretimden doğan ekonomik bunalımlara varır.
     

3- EKONOMİK BUNALIMLAR

Bunalımların Niteliği ve İlk Nedeni

     
      Fransız ütopik sosyalisti Fourier, ekonomik bunalımlarda ortaya çıkan çelişkiyi, "uygarlıkta yoksulluk, bolluktan doğar" diyerek belirtmişti.
      Fazla-üretimin neden olduğu bunalımın başlıca belirtileri şunlardır: ticaret durgunluk içindedir; pazar düşük fiyatta metalarla dolup taşmaktadır; fabrikalarda işler durdurulmuştur; yığın yığın işçi, geçim araçlarından yoksun bırakılmıştır.
      Kapitalist toplumda, buğdayın, giysilerin, yakıtın vb. maddelerin "çok daha fazla" üretildiği doğru mudur? Hayır. Bunalıma varan, metaların fazla-üretimi mutlak değil, görelidir. Ancak, alım gücüne oranla bolluk vardır; toplumun [sayfa 160] gerçek gereksinmelerine oranla meta bolluğu yoktur. Bunalım döneminde toplum gereksinmeleri azalmaz. Yalnız, emekçi yığınların alım gücünde hızlı bir düşüş olur. Bunalım sırasında, emekçiler en ciddi, en hayati gereksinmelerle karşı karşıya kalırlar. Zorunlu gereksinmelerini gidermede büyük sıkıntıya düşerler.
      Fazla-üretimden doğan ekonomik bunalımların başlıca nedeni, kapitalizmin temel çelişkisi olan üretimin toplumsal niteliği ile üretimin ürünlerini özel mülk edinmenin kapitalist şekli arasındaki çelişkidir.
      Kapitalist üretim, toplumsal işbölümü üzerine kurulmuştur. Kapitalizm geliştikçe işbölümü yayılır. Üretim, kesintisiz çoğalan sanayi dalları tarafından gerçekleştirilir. Büyük işletmeler, yüzlerce ve binlerce işçiyi buraya toplar. Kendi aralarında birbirine bağlanan bütün bu işletmeler, ulusal pazar ve dünya pazarı için çalışırlar. Böylece kapitalizm, emeği büyük ölçüde merkezileştirirken, üretime de toplumsal bir nitelik verir, ve her meta binlerce işçiye ait toplumsal emeğin bir meyvesi olur.
      Bununla birlikte, sermaye, üretime, son derece uzlaşmaz karşıt bir biçim altında toplumsal bir nitelik verir. Toplumsallaşmış üretim, kârlarını yükseltmeye çalışan kapitalistlerin yararına artar. Milyonlarca insanın üzerinde çalıştıkları üretim araçları, kapitalistlerin özel mülkiyetindedir; bu milyonlarca insanın emek ürünü de bir avuç kapitalistin malı olmaktadır.
      Kapitalizmin başlıca çelişkisi, her şeyden önce, farklı işletmelerdeki üretim örgütü ile bütün toplum içindeki üretim anarşisi arasındaki karşıtlıkta ortaya çıkar. Bu durum, her kapitalist işletme içinde işçilerin emeğinin örgütlenmiş olması, ama toplumun bütününde, üretim araçlarının özel mülkiyeti sonucu, üretimde anarşinin hüküm sürmesi olgusu ile kendini açığa vurur. Her kapitalist, en büyük kârları sağlama peşindedir. En yüksek kâr oranı uğruna kapitalistler; tüm toplumun gereksinmelerini hesaba katmadan üretimi yaygınlaştırırlar (ya da sermayelerini daha kârlı başka [sayfa 161] dallara aktarmak için üretimi kısıtlama yoluna giderler). Bu nedenle, üretim dalları arasındaki oranlar dengesizleşir, bu da toplumsal ürünü gerçekleştirme güçlüklerine ve olanaksızlığına yolaçar.
      Devam edelim. Kapitalizmin başlıca çelişkisi, onun, üretimi sınırsız genişletme eğilimiyle, asıl tüketiciler olan emekçi yığınların alım gücünün sınırlanmasında ortaya çıkar.
      Üretimi sınırsız çoğaltma eğilimi, kapitalizmin ekonomik yasasının, artı-değer yasasının işlevidir. Kâr yarışması, kapitalistleri, birikimi, üretimi genişletmeye, tekniği modernleştirmeye, yeni makineleri benimsemeye, ek emek-gücü kiralamaya ve büyük miktarda meta üretmeye zorlar. Tüketime eşdeğerde olmayan bir artma eğilimi başgösterir. Bundan başka, en fazla kârı elde etme eğilimi, kapitalistleri, ücretleri düşürmeye, sömürüyü yeğinleştirmeye iter. Ama emekçilerin sömürülmelerinin ve yoksulluklarının artması, emekçilerin alım gücünde, metaların sürüm olanaklarında bir azalma demektir; ve bütün bunlar, fazla-üretimden doğan ekonomik bunalımlara varır.
      Kapitalizmin temel çelişkisi burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz sınıf karşıtlığında da görülür. Kapitalist rejimde, kapitalistler tarafından elde tutulan üretim araçlarıyla kendi emek-güçlerinin dışında her şeyden yoksun olan dolaysız üreticiler arasında tam bir kopma olur. Bu kopma, bir yanda üretim araçlarının ve ürün fazlasının, diğer yanda da geçim araçlarından yoksun işsizler yığınından oluşan emek-gücünün toplandığı, fazla-üretim bunalımlarında apaçık ortaya çıkıyor.
     

Kapitalist Çevrim ve Evreleri

     
      Fazla-üretim bunalımları, devirli olarak ortaya çıkar. İlk sanayi bunalımı, 1825'te, İngiltere'de patlak vermiştir. 1847-1848'de, Avrupa'nın birçok ülkeleri ile Birleşik Amerika'da başgösteren ekonomik bunalım, dünya çapındaki ilk bunalımdı. [sayfa 162] 19'uncu yüzyılın en ağır bunalımı, 1873 bunalımıdır. Bu bunalım, tekel-öncesi kapitalizmden tekelci kapitalizme, yani emperyalizme geçişin başlangıcını gösterir. 1929-1933 dünya ekonomik bunalımı ise, 20'inci yüzyılın tanık olduğu bunalımların en şiddetlisidir.
      Bir bunalımın başlangıcından, sonraki bunalımın başlangıcına kadar süren döneme bir çevrim denir ve bu, dört evreyi içerir; bunalım, çöküntü, toparlanma ve atılım.
      Bunalım
çevrimin temel evresidir. Bunalımın ayırdedici özelliği, her şeyden önce, metaların fazla-üretimi, fiyatların hızla düşmesi, birçok iflas, üretimde önemli bir azalma, işsizliğin artması, ücretlerin düşmesi, metaların, donatımın, işletmelerin kayıtsız şartsız tahribi, iç ve dış ticaretin azalmasıdır. Bu evrede, üretim potansiyelinin artması ile alım gücünün göreli azalması arasındaki çelişki şiddet ve yıkıcılık gösterir. Üretici güçlerin yüksek gelişme düzeyi, onları dizginleyen kapitalist üretim ilişkilerinin dar çerçevesiyle çatışır. Bu, birçok işletmenin yıkılıp gitmesi, üretici güçlerin bir bölümünün kayıtsız şartsız tahribiyle olur. Bunalım döneminde üretim azalır ve toplumda mevcut olan alım gücü düzeyi düşer. İşte o zaman bunalımdan çöküntüye geçilir.
      Çöküntü
, çevrimin (cycle) ikinci evresi, bunalımın gelişmesi durduğu zaman başlar, bununla birlikte, sanayi üretimi hala tıkanık durumdadır, meta fiyatları düşüktür, ticaret hareketsiz, kâr oranı azdır. İşsizlik ve ücretler, bunalım sırasındaki düzeyde kalır. Biriken meta stokları kısmen imha edilir ve kısmen de düşük fiyatlarla elden çıkarılır. Pazarlar ve hammadde kaynakları uğruna yürütülen rekabet ve savaşım, kapitalistleri, sabit sermayeyi yenilemeye isteklendirinceye kadar, kapitalist üretim çöküntü halinde kalır. Kapitalistler, üretim giderini düşürmek ve bunalımın sonucu olarak, varılan düşük fiyatlarda bile, üretimi kârlı kılmak için avadanlıklarını yetkinleştirirler. Donatım olarak gereksinmeler ortaya çıkaran ve üretim genişlemesini isteklendiren şey budur. Çevrimin yeni bir evresine, toparlanma evresine geçmek için gerekli koşullar, böylece yavaş yavaş hazırlanmış olur. [sayfa 163]
      Toparlanma
evresinde, bunalımda ayakta kalan işletmeler, sabit sermayeyi yenilemeye devam ederler ve gittikçe üretimi genişletme yoluna girerler. Üretim, bunalım öncesindeki düzeye ulaşır ve sonra onu geçer. Ticaret yeniden başlar, meta fiyatları artar, kazançlar büyür, işsizlik yavaş yavaş azalır. Kapitalist üretim, bunalım öncesi üretimi aşınca, atılım evresine geçiş belirtisi görülür.
      Bu evrede, üretimin sınırsız çoğalma eğilimi açıkça görülür. Birbirlerini geçme kaygısında olan kapitalistler, yeniden işletmelerini büyütürler, yeni şantiyeler açarlar, pazara bir yığın meta sürerler. Üretimin başdöndürücü bir şekilde yükselmesi, alım gücüne gittikçe artan bir hız kazandırır. Fazla-üretim artar, ilkin kendini göstermez, meta fazlaları birikir. Atılımın bu yüksek evresinde, pazarın bir anda alım gücünü aşacak bir ölçüde doyurulduğu görülür. Fiyatlar düşer ve bunalım patlak verir. Çevrim yeniden başlar.
      Görüldüğü gibi kapitalist üretim sarsıntısız değil, şiddetli dalgalanmalarla, iniş-çıkışlarla gelişir. Kapitalist üretimin gelişmesinin bu çevrimsel şekli, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasında durmadan keskinleşen çelişkinin bir sonucu ve belirtisidir; kapitalizmin kendisinin, kendi gelişmesini engellediğini ve kaçınılmaz olarak kendi sonunu kısalttığını gösterir.
      Sanayideki bunalıma paralel olarak, kapitalist ülkelerde, tarımsal bunalımlar, yani tarım ürünlerinin fazla-üretiminden doğan bunalımlar da olur.
      Tarımsal bunalımlar, alışılageldiği üzere, uzun sürer. Bu durum tarımın sanayiden daha geri olmasıyla açıklanır. Toprak üzerindeki özel mülkiyet tekeli sermayenin serbest akışına, tarımda sabit sermayenin kitlesel yenileştirilmesine engel olur, tarım bunalımının sona ermesini geciktirir. Küçük üreticilere gelince, onlar yıkılma korkusu ile, bunalım süresince bütün güçleriyle üretim hacmini değiştirmeden sürdürmeye uğraşırlar, ama bu durum, tarımsal aşlıkların fazla-üretimini artırmaktan ve bunalımı uzatmaktan başka [sayfa 164] bir işe yaramaz.
      Tarımsal bunalımların en ağır yükü, köylülüğün temel yığınları üzerine çöker, bu da onları yıkıma sürükler.
     

Bunalımlar ve Kapitalizmin Çelişkilerinin Keskinleşmesi

     
      Bunalım dönemlerinde, kapitalizmin, kendisinin ortaya çıkardığı güçleri denetlemeye güç yetiremediği açıkça ortaya çıkar. Her ekonomik bunalım, üretimin hızla gerilemesini, iç ve dış ticaret hacminin azalmasını da peşinden getirir.
      Örneğin, 1929-1933 bunalımı ile İngiltere'de kömür üretimi 3.5 yıl önceki düzeye düşmüştür. Çelik üretimi 23 yıl; döküm üretimi 76 yıl; dış ticaret hacmi 36 yıl geriye gitmiştir.
      Aynı zamanda bunalım, büyük halk yığınlarının en zorunlu gereksinmelerini gidermekten zaten uzak olan büyük zenginlikleri ortadan kaldırdı. Böylece, 1929-1933 bunalımı sırasında, Birleşik Amerika'da 92, İngiltere'de 72, Almanya'da 28 yüksek fırın söküldü. 1933'te, Birleşik Amerika'da, işletmeye yeni açılan 10,4 milyon akrlık pamuk fidesi yokedildi.
      Bunalım sırasında, toplumun başlıca üretici gücü olan emek-gücü israf edildi. Bunalım, boş gezmeye, amaçsız bir yaşam sürmeye mahkum edilen milyonlarca insanı sokağa attı.
      Bunalımlar, proletarya ile burjuvazi, köylülüğün temel yığınları ile mülk sahipleri, köylüleri sömüren tefeci vb. arasındaki sınıf çelişkilerini de keskinleştirir. Bunalım döneminde işçi sınıfı, kapitalistlere karşı savaşım ile sağladığı kazanımların büyük bir bölümünü kaybeder.
      Bunalımların büyük yoksunluklara uğrattığı proletaryanın en geniş yığınları, sınıf bilinci ve devrimci kararlılık kazanır. İşçiler, ekonomik ve toplumsal rejimi değiştirmenin, sefalet ve açlıktan kurtulmanın biricik yolu olduğunu kabul ederler. En geri emekçi tabakaları bile, sömürücülere karşı savaşım vermenin gerekli olduğunu anlarlar.
      Böylece, ekonomik bunalımlar, kapitalizmin yerine devrimci [sayfa 165] yolla burjuva rejimin çelişkilerini ortadan kaldıran ve toplumsal üretici güçlerin gelişmesine sınırsız perspektifler açan sosyalizmi geçirmenin gerekliliğini açıklığa kavuşturur. [sayfa 166]
     



II- EMPERYALİZM
TEKELCİ KAPİTALİZM

     
      19'UNCU YÜZYILIN son üçte-birinde, kapitalizm, en yüksek ve en son aşaması olan emperyalizme doğru bir gelişme gösteriyor. Bu aşamanın başlıca ayırdedici çizgisi, serbest rekabetin yerini tekeller egemenliğinin almasıdır. Üretici güçler adamakıllı gelişmişti. Metalurjide, büyük çelik fabrikalarına geçmeye zorlayan yeni yöntemler (Bessemer, Thomas, Martin) ortaya çıktı. Birçok önemli buluş (1867'de elektrik dinamosu, 1877'de içten yanmalı motor, 1883-1885'te buhar türbini), sanayi ve taşıtlarda ilerlemeyi hızlandırdı. Yeni tip motorlar, yeni taşıt araçlarının doğmasına neden oldu: 1879'da tramvay, 1885'te otomobil, 1891'de dizel lokomotifi ve 1903'te uçak. Bilim ve tekniğin ilerlemeleri, elektrik enerjisinin üretimine ve uygulanmasına olanak verdi.
      Daha önce hafif sanayi başat durumdaydı; 19'uncu yüzyılın son üçte-birinde ağır sanayi ön plana geçti ve hızla gelişti. [sayfa 167] Böylece, 1870'ten 1900 yılına kadar, dünya çelik üretimi 56; petrol üretimi 25 kat; kömür üretimi 3 kattan fazla arttı. Sanayi üretiminin yoğunlaşması çok hızlı oldu. Özellikle 1873 ekonomik bunalımından sonra bu yoğunlaşma daha da artmıştır.
      Üretici güçlerin gelişmesine ve üretimin yoğunlaşmasına koşut olarak kapitalizmin bütün çelişkilerinin de gittikçe keskinleştiği görüldü. Fazla-üretimden doğan ekonomik bunalımlar daha kısa aralıklarla meydana çıkıyor, yıkıcı etkileri artıyor, işsizlik belirginleşiyordu. Emekçi halka sayısız felaketler getiren kapitalistler arasındaki savaşlar da sıklaştı. Savaşlarda emekçi halkın durumu fazlasıyla kötüleşirken, kapitalistlerin servetleri her zaman olduğu gibi artıyordu. İşçi sınıfının ekonomik ve politik savaşımını güçlendirmede bu durumun büyük etkisi olmuştur.
      İşçi hareketi içindeki burjuvazinin ajanları, kapitalist dünyadaki tekellerin egemenliğinin, kapitalizmin gelişmesinde geleceğe dönük yeni bir çağa damgasını vurduğunu ilan etmeye çalışmışlardır. Onlara göre, kapitalizm, halk düşmanı niteliğini kaybediyordu, artık "örgütlü', "bunalımsız" olabilirdi. Kautsky ve Hilferding'e göre, çeşitli kapitalist ülkelerde, anlaşarak üretimdeki anarşiyi ve savaşları ortadan kaldırmak olanaklı olabilecekti. Bütün bu "teoriler"in özünde, kapitalizmin çelişkilerini bulandırmak, işçi sınıfının devrimci savaşımını saptırmak amacı vardı.
      İşçi sınıfının ideologları, 19'uncu yüzyıl ile 20'inci yüzyıl sınırında kapitalizmi belirleyen yeni görüngüleri irdelemek, emperyalizmin açık-seçik bir tahlilini yapmak zorundaydılar. Bu, her şeyden önce, sermaye boyunduruğundan kendini kurtarma savaşımında, işçi sınıfına üstün bir teorik silah vermek için zorunlu idi.
      Bu ödevi, Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması (1916) ve daha başka yapıtlarıyla, Lenin yerine getirdi. Lenin, emperyalizmin, kapitalizmin bütün temel özelliklerini koruduğunu tanıtladı: üretim araçları üzerinde kapitalist özel mülkiyet, ücretli işçilerin kapitalistler tarafından [sayfa 168] sömürülmesi, bazılarının zenginliğini artıran ve diğer bazılarının durumunu kötüleştiren üleşim şekli, proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıt ilişkiler.
      Böylece, kapitalizmin bütün ekonomik yasaları emperyalizmde işlemeye devam etmektedir: artı-değer yasası, kapitalist birikimin genel yasası, üretimde rekabet ve anarşi yasası, vb.. Bununla birlikte, emperyalizmde bu yasaların işleyişi, özel nitelikler kazandı.
      Emperyalizmin Lenin tarafından tahlili, kapitalizmin tekelci aşamada sahip olduğu başlıca ekonomik belirtileri gösterir: "1) Üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır ki, iktisadi yaşamda kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır; 2) banka sermayesi sınai sermayeyle kaynaşmış ve bu 'mali sermaye' temeli üstünde bir mali oligarşi kurulmuştur; 3) sermaye ihracı, meta ihracından ayrı olarak, özel bir önem kazanmıştır; 4) dünyayı aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur; 5) en büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi tamamlanmıştır." (Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Ankara 1992, s. 95.) [sayfa 169]
     
       

YEDİNCİ BÖLÜM
EMPERYALİZMİN BAŞLICA EKONOMİK BELİRTİLERİ

1- ÜRETİMİN YOĞUNLAŞMASI VE TEKELLER

Üretimin Yoğunlaşması

     
      Emperyalizmden önce, serbest rekabet egemendi. Bu dönemde, bir tek ve aynı çeşit meta, herbiri, bu metaı mümkün olduğu kadar elverişli şekilde satmak isteyen birçok kapitalist tarafından üretiliyordu. Serbest rekabet, zayıfları yıkıma sürüklerken, en güçlüleri zenginleştiriyor ve onların üretimini genişletiyordu. Engels'e göre, "rekabet, modern burjuva toplumda, insanları birbirine saldırtan dörtbaşı mamur bir savaşın ifadesidir". (Engels, İngiltere'de İşçi Sınıfının Durumu, Editions Sociales, Paris 1961, s. 118.) Bazılarını çökerten, bazılarını da zenginleştiren serbest rekabetin sonu, üretimin yoğunlaşmasına, yani üretimin yüzlerce ve binlerce işçi çalıştıran en büyük işletmelerde toplanmasına varır. Üretimin yoğunlaşması, gelişmesinin belirli bir aşamasında, tekeli doğurur. Yoğunlaşma, emperyalist aşamada en uç noktaya varır. [sayfa 170]
      Örneğin, Almanya'da 50 kişiden fazla insan çalıştıran işletmelerde, tüm işçi ve memurların 1882'de %22'si, 1895'te %30'u, 1907'de %37'si, 1925'te %47,2'si, 1939'da %49,9'u toplanmış bulunuyordu. Batı Almanya'da, 1955'te, çalışan tüm işçi ve memurların %87,1'i, bu nitelikteki işletmelerde toplanmıştır. Birleşik Amerika'da, 1904'te, bir milyon dolar ve daha fazla sermayeli büyük işletmeler, bütün işletmelerin %0,9'unu oluşturuyordu. Bu işletmeler, bütün işçilerin %25,6'sını çalıştırıyor ve Amerikan sanayisinin toplam üretiminin %38'ini sağlıyordu. 1939'da Birleşik Amerika'nın en büyük işletmeleri, ki bunlar bütün işletmelerin %5,2'sini oluşturuyordu, işçilerin %55'ini çalıştırıyor ve toplam sanayi üretiminin de %67,5'ini gerçekleştiriyorlardı. 1955'te 500 sanayi ortaklığı, sanayi üretiminin yarısına yakın bir kısmını elinde tutuyor ve toplam kâr kitlesinin %68'ini elde ediyordu. Bunlar arasında, bütün ortaklıkların %0,5'ini temsil eden 50 büyük ortaklık, Birleşik Amerika transformasyon sanayisi üretiminin hemen hemen dörtte-birini elinde topluyordu.
      Bugün, Birleşik Amerika'nın en büyük 100 sanayi şirketi ile, diğer emperyalist ülkelerin en büyük 100 şirketi, yaklaşık olarak kapitalist dünya üretiminin üçte-birini ellerinde toplamışlardır.
      Sermaye yoğunlaşmasına koşut olarak sermayenin merkezileşmesi izlenir. Birçok sermayenin, bir tek sermaye olarak kaynaşması sonucunda sermayenin çoğalmasına, sermayenin merkezileşmesi adı verilir. Bu, anlaşma ile, hisse senetleriyle kurulan şirketler yolu ile ve zorla, yani büyük sermayenin çetin rekabet savaşımı sırasında küçük kapitalist işletmeleri yıkıp yutması ile olabilir.
      Rekabet, her kapitalisti, ancak büyük kapitalistlerin kabul ettiği ölçüde meta fiyatlarını düşürmeye zorlar. Küçük işletmeler rekabete dayanamazlar. Ya yıkılıp giderler ya da büyük kapitalistlerin ellerine geçerler. Bu süreç, kesintisiz devam eder.
      Üretimin ve sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, muazzam işçi kitlesini de, büyük ve çok büyük işletmelerde [sayfa 171] toplar. Bu durum, işçi sınıfının, sermayeye karşı savaşımında, birleşmesini ve örgütlenmesini kolaylaştırır; proletaryayı savaşkan, devrimci bir güç haline getirir. Üretimin ve sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinin sonu, emeğin şaşılacak derecede toplumsallaşmasına, işçilerle kapitalistler arasındaki sınıf savaşımının keskinleşmesine varır.
     

Tekel Şekilleri

     
      Üretimin yoğunlaşması tekelle sonuçlanır. Önemli bir sermayeye sahip olan en büyük işletmeler, rekabet savaşımında birbirlerini yenmekte zorluk çekerler. Bu koşullar altında, büyük kapitalistler için, sürüm alanlarını, hammadde kaynaklarını paylaşmak, tek tek fiyatlar saptamak, vb. amacıyla bir anlaşmaya varma olanağı, hatta zorunluluğu vardır.
      Tekel
, şu ya da bu metalardan en büyük bir bölümünün üretimini ya da pazarını (çok kez birini ya da ötekini) ellerinde toplayan kapitalistlerin anlaşma ya da gruplaşmalarıdır. Bu gruplaşmaların şekilleri ne olursa olsun, hepsi de tek ve aynı amacı güderler: en fazla kârı elde etmek.
      Tekelci gruplaşmalar, her şeyden önce, özellikle üretimin hızlı bir tempoyla yoğunlaştığı ağır sanayi dallarında ortaya çıkar. Bununla birlikte, tekeller, ağır sanayiden sonra diğer sektörlere de uzanır.
      Tekelci gruplaşmalar çok çeşitlidir. Bunlar, önce, satış fiyatları üzerinde, kapitalistler arasındaki uzun süreli anlaşmalara zemin hazırlayan kısa süreli anlaşmalardır.
     

Başlıca Tekel Şekilleri:


      Kartel

      Sendika

      Tröst

      Konsorsiyum

     
      Kartel
, üyelerinin, sürüm alanlarının paylaşılması, satış [sayfa 172] fiyatları üzerinde anlaştığı kapitalist gruplaşmasıdır; kartelin üyeleri, üretilecek meta miktarını saptarlar. Kartele katılan işletmeler, ürün yapım ve satışlarında tamamen bağımsızdırlar. Savaş-önceşi Almanyası ile günümüz Federal Almanyasında geniş ölçüde uygulanan tekel şekli bu tip tekeldir.
      Sendika
, tekelci gruplaşmanın daha yüksek bir aşamasıdır. Sendikaya bağlı işletmeler tamamıyla bağımsız üretim yaparlar, ama ticari özerkliklerini kaybederler. Sendika üyelerinin kendileri, hammaddeleri satın alamazlar ve ürünlerini satamazlar. Ama bu işte, ortaklaşa ticari bir örgüt kurarlar. Bu tekel şekli, devrimden önce Rusya'da geniş ölçüde uygulanırdı.
      Tröst
, bütün işletmelerin mülkiyetinin ortak hale getirildiği ve hisse senedi sahiplerine dönüşen eski maliklerin kendi hisse senetleri oranında kâr aldıkları bir tekel şeklidir.
      Konsorsiyum
, en büyük tröstleri ya da farklı sanayi dallarındaki işletmeleri, bankaları, ticari firmaları, taşıma ve sigorta kumpanyalarını, bir büyük kapitalistler grubu karşısında, ortak bir mali bağımlılık temeli üzerinde biraraya getirir.
      Tröst ve konsorsiyumlar, Birleşik Amerika'da, İngiltere, Fransa, Japonya ve öteki ülkelerde çok geniş yayılma gösterir.
     

Başlıca Kapitalist Ülkelerde Tekelci Birlikler

     
      Emperyalist dönemde, tekeller, kapitalist ülkeler ekonomisinde üstün bir yer tutarlar. Başta esas sanayi dalları olmak üzere, taşımayı, ticareti, sigortaları, bankaları biraraya getirirler. Bazı ülkelerden örnek verelim.
      Birleşik Amerika
'da, demir sanayiinde 17 tekel egemendir. Bu tekeller, 1959'da, çelik üretim potansiyelinin %94'ünü denetliyorlardı. Bu tekellerden ikisi, U.S. Steel Corporation ile Bethlehem Steel Corporation, ülke çelik üretim [sayfa 173] kapasitesinin %50'sini ellerinde tutuyordu. İlk grubun 140 çelik fabrikası ve 180 yüksek fırını vardır. Demir filizi rezervinin %70'e yakın bölümünü denetler ve özel demiryolu ulaşımına sahiptir. Petrol sanayiinde en büyük tekel, Birleşik Amerika ve diğer ülkeler petrol sanayiinde, egemenlik kurmuş 20 kumpanyayı içeren "Standard Oil"dir.
     
      ABD'de Herbirinin Aktifleri 10 Milyon Doları
      Geçen Büyük Şirketlerin Payı (1956, %)
      Toplam Şirketlerin: %1.5
      Bütün Şirketlerin Kazancının: %80.8
     
      Otomobil sanayiinde üç büyük tekel vardır: General Motors, Ford, Chrysler. Bunlar, 1958'de Birleşik Amerika otomobillerinin %93'ünü imal ediyorlardı. Bu üç tekel, aynı zamanda, silah ve savaş malzemesi yapımında da önemli bir rol oynar. İkinci Dünya Savaşında askeri taşıt araçlarının %100'ünü; uçak motorlarının %75'ini, zırhlı araçların %40'ını, diğer top, tüfek, makineli tüfek ve benzerlerinin de %30'unu yapmışlardır.
      İki tekel, General Electric ve Westinghouse Electric Corporation, elektronik sanayiinde başlıca üretim kapasitelerini ellerinde tutarlar. Kimya sanayiinde, patlayıcı maddelerde, boğucu gazlarda, plastik maddelerde, genel kimya sanayii ürünlerinde ve atom silahı konusunda üstünlüğü Du Pont de Nemours tröstü elinde tutar.
      İngiltere
'de, Amerika'da olduğu gibi, en büyük tekeller, ekonomiyi paylaşmışlardır. İngiliz Demir ve Çelik Federasyonu, [sayfa 174] İngiltere'nin başlıca metalurji kumpanyalarını biraraya getirir. En önemli tekel Vickers-Armstrong savaş sanayii konsorsiyumudur. Savaş araçları ve silah üretimi, askeri ve sivil makine ve gemi yapımı, balon ve elektroteknik üretimi, bu tekelin işletmelerinde toplanmıştır.
      İkinci Dünya Savaşı sırasında, konsorsiyum, İngiliz hükümetine 28.000 uçak, 164.000 ağır top, çok büyük sayıda denizaltı sattı. Büyük Britanya'nın siyasal yaşamında en gerici öğe konsorsiyumdur.
      Kimya sanayiinde en önemli tekel, İmperial Chemical İndustries tröstüdür. Boya üretiminin %40'ını, azot üretiminin %95'ini elinde bulunduran bu tröst, büyük kimya sanayii üretiminin %95'ini denetler ve kimyasal savaş maddelerinin üreticisi olarak başta gelir, Brintanya'ya ait başlıca sanayi kollarıyla ve özellikle savaş konsorsiyumlarıyla sıkı bağlar kurmuştur.
      Fransa
'da, bütün alüminyum üretimini, Aluminium Français karteli denetlemektedir. Boya üretiminin %80'i de Compangnie Francaise des Matieres Coloranter tarafından denetlenir. Turizm alanındaki ulaşım araçları üretiminin yaklaşık %96'sı, dört tekelin işletmelerinde toplanmıştır vb..
      Batı Almanya
'da en büyük tekel, çelik tröstüdür. Bu tröst İkinci Dünya Savaşı öncesinde, 370 kumpanyayı denetliyordu. Almanya'da ve diğer ülkelerde 220 şubesi vardı. Savaştan sonra, Alman çelik tröstü, Amerikan sermayesiyle bütünleşerek yeniden kurulmuştur. Ve bugün, Avrupa kömür ve çelik birliğine katılan başlıca trösttür. (CECA).
      Krupp, Thyssen ve başka konsorsiyumlar da yeniden kuruldular. Bunlar, yalnız çelik değil, silah da üretiyorlar. Kimyasal sanayiye egemen olan tekel "İ. G. Farben-Industrie" konsorsiyumudur ki, İkinci Dünya Savaşı sonunda, Almanya'da 380 fabrikayı ve diğer ülkelerde de 500 kumpanyayı denetliyordu. Bugün, ekonomik durumunu yeniden eski haline getirmiştir.
      Ülkede kilit noktalarını tutan büyük tekeller, İtalya'da, Japonya'da, Belçika'da vb. etkinlik göstermektedirler. [sayfa 175]
     

Tekeller ve Rekabet

     
      Burjuvazinin ideologları, tekellerin rekabeti kaldırdığını iddia ediyorlar. Oysa tekeller, rekabetle varolurlar.
      İlkin, tekellerin egemenliğinin kapitalist ülkeler ekonomisinde kendini göstermesine karşın, üretimin bir tek dalında bile %100 tekelleşme çok seyrek bir istisnadır. Tekele katılmayan (bunlar marjinal denilen işletmelerdir) kapitalistler ile tekeller arasında rekabet vardır. Bu savaşımda, tekeller, marjinal işletmeyi tekeller içine girmeye zorlamak ya da kesin olarak ortadan kaldırmak için her çareye başvururlar.
      İkinci olarak, tekellerin içinde de rekabet vardır. Kartellere, sendikalara katılanlar, en iyi pazarlar, üretimde en büyük pay uğruna didişirler. Tröst ve konsorsiyumlar da kilit noktaları tutmak, büyük hisse senetleri paketlerini ele geçirmek ve kâr paylarını bölüşmek için kapitalistler arası savaşım sürüp gider. Tekeller içindeki çatışma, çok kez gizli bir nitelik taşır ve ancak çok ağır durumlarda, bu, dışavurup tekelin çözülmesine varır. Çözülen bu tekelin yerine de bir başkası geçer.
      Üçüncüsü, tekeller, bir tek ve aynı dalda da birbirlerine cephe alırlar. Bu durum (üretim) dalında bir tek tekel olacağı yerde, birçok tekel bulunduğu takdirde sözkonusudur.
      Dördüncüsü, emperyalizm döneminde, rekabet, farklı üretim dallarındaki tekeller arasında çok keskin bir nitelik kazanır. Örneğin, kömür ve metalurji tekelleri arasında olduğu gibi.
      Tekelin, kapitalist ekonominin yöntemli gelişmesi demek olduğunu ileri süren burjuva ideologlarının iddiaları uydurmadır. Serbest rekabetten doğan tekel, serbest rekabeti ortadan kaldırmaz. Onun yanısıra varlığını sürdürür. Tekeller egemenliğinde rekabet, özellikle azgın ve soyguncu bir nitelik alır. Hasmını ezmek için, her türlü hileye, şantaja, mali tertiplere, şiddete başvurmaktan kaçınmaz.
      Emperyalizm, rekabeti ortadan kaldırmaz. Bu, açıkça [sayfa 176] "iki çelişik 'ilke'nin, emperyalizmi niteleyen rekabetin ve tekelin birbirine bağlılığıdır; emperyalizmin iflasını, yani sosyalist devrimi hazırlayan da budur". (V. Lenin, Œuvres, Paris-Moscou, t. 24, s. 478.)
     

2- MALİ SERMAYE VE MALİ OLİGARŞİ

Sermayenin Yoğunlaşması ve Banka Tekelleri

     
      Üretimin yoğunlaşması ve sanayi tekellerinin oluşması, kaçınılmaz olarak, banka sermayesinin yoğunlaşmasına ve banka tekellerinin yaratılmasına varır. Bankalar arasındaki çetin savaşım, kaçınılmaz olarak, büyük bankaların küçükleri yutmasıyla sonuçlanır. Büyük bankalar, aralarında anlaşmaya varırlar, ve böylece banka tekelleri ortaya çıkar. Bunlar, küçük bankaları, tasarruf sandıklarıyla kredi şirketlerini egemenlikleri altına alırlar. Bu tekellerden herbiri, daha az önemde, onlarca, bazan da yüzlerce bankayı denetler. Bankaların sayısı ve onların iş hacmi artar. Örneğin 1900 yılında, Birleşik Amerika'da, 10.785 milyon dolar aktifi olan 10.382 banka vardı; 1940'ta 15.017'ye yükselen bankanın 80.213 milyon dolar aktifi oldu. Dolayısıyla, Birleşik Amerika'da 40 yılda banka sayısı %50 artarken banka aktifleri 8 kat olarak artmıştır. Tüm mevduatın, 1900'de %15'i, 1956'da %31'i, ülkenin bellibaşlı 20 bankasında toplanmış bulunuyordu; İngiltere'de, 1900'de tüm mevduatın %28'i ve 1952'de ise %70'i en büyük beş bankanın aktiflerinde gösterilmektedir.
      Bankaların yoğunlaşması ve banka tekellerinin oluşması, bankalarla sanayi arasındaki ilişkilerin değişmesiyle sonuçlandı.
     

Bankaların Yeni Rolü

     
      Başlangıçta, bankalar, tediyede basit birer aracı idiler. Kapitalizm geliştikçe, kredi işlemleri de yaygınlaştı. Banka, [sayfa 177] belirli bir süre içinde, kendi sermayelerinden yararlanamayan kapitalistlerin sermayesini, bu sermayeye gereksinmesi olan kapitalistlerin emrine sundu. Yoğunlaşan ve merkezileşen bankalar, ekonominin tümü üzerinde sınırsız bir iktidar yürütürler.
      Büyük bankalar, kapitalistlerin cari hesaplarını kendilerinde toplayarak, onların iş durumları hakkında bilgi edinir, onları denetler ve kendilerine bağımlı duruma getirerek, kredi koşullarını ağırlaştırarak ya da kolaylaştırarak sanayi kapitalistlerine ve onların faaliyetlerine yön verirler.
      Böylece, ödeme işlemlerinde mütevazi birer aracı olan bankalar, kudretli mali merkezler haline geldiler.
      Bu durum, üretimin yoğunlaşmasını hızlandırmakta önemli etkide bulundu. Çünkü, bankalar, tekel olarak kurulan büyük işletmelere, ilk olarak, kredi açtılar. Bankalar kendileriyle ortaklık kurdukları tekellerden düşük faiz aldılar ve tekelci birlikte kendilerine belirleyici bir rol sağlamaya elverişli miktarda hisse senetleri satın almaya başladılar.
     

Mali Sermaye

     
      Lenin, mali sermayenin özü konusunda şöyle yazıyor: "Üretimin yoğunlaşması, bunun sonucu olarak, tekeller; sanayinin ve bankaların kaynaşması ya da içiçe girmesi --işte mali sermayenin oluşum tarihi ve bu kavramın özü." (Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, s 52.)
      Bankalar, sanayi, ticaret, ulaştırma, sigorta vb. tekellerinden hisse senetleri satın alarak, bu tekellerin ortak sahipleri haline geldiler. Öte yandan, sanayi tekelleri de, ortaklık kurdukları bankaların hisse senetlerine sahip oldular. Bunun sonucu olarak da, tekelci banka sermayesiyle tekelci sanayi sermayesi içiçe girdi. Bu andan başlayarak mali sermaye ortaya çıktı.
      Banka sermayesiyle sanayi sermayesinin içiçe girişi, değişik şekillere bürünür. Bu içiçe giriş, özellikle, personel birliği şeklinde, yani aynı kişilerin banka, sanayi, ticaret vb. [sayfa 178] tekellerinin başında bulunması şeklinde kendini gösterir. Banka yöneticileri, sanayi işletmelerinin yönetim kurullarında yer alırlar; sanayi tekellerinin temsilcileri de banka yönetimine katılmışlardır.
      Örneğin, Birleşik Amerika'da, sayısı 400 olan dar bir sanayici ve bankacı grubu vardır; bu grup, en önemli 250 kumpanyada 1.200'e yakın makam işgal eder. Böyle "birçok makam toplama"nın tipik temsilcisi Rockefeller'lerden birisi olan, 10'dan fazla kumpanyada yöneticilik görevi yürüten Lawrence Rockefeller'dir.
      Büyük Brintanya
'da, en büyük 8 bankanın 200 yöneticisinden 160'ı, 33 sanayi tekelinde, 31 sigorta şirketi ve inşaat işletmesinde, 17 banka ve diğer mali kurumda, 98 sanayi şirketinde, 87 sanayi şirketiyle yabancı bankalar ve eski İngiliz imparatorluğu ülkelerinde yönetim kurulları makamlarında bulunmaktadırlar. Birçokları da İngiltere sanayi ve nakliye tekellerinde temsilci olarak, kendi hesaplarına büyük bankaların yönetim kurullarında yer alırlar. British Petroleum şirketinin, Midland Bank, Lloyds Bank ve National Provincial Bank gibi en büyük üç bankanın yönetim kurullarında temsil edilmesi böyle olmuştur.
      Fransa
'da, Paris Bankasıyla Hollanda Bankasının yöneticileri, birçok işletmelerde iştirakleri ve emrinde bir yığın şubeleri bulunan şirketlerin yönetim kurullarında 190 makam işgal ederler.
      Almanya
'da, İkinci Dünya Savaşı sırasında, Deutsche Bank'ın 54 yöneticisi, farklı şirketlerde 707 yönetim makamı işgal ediyorlardı. 1958'de, bu bankanın 48 üyesi, Batı Almanya'nın en büyük 126 anonim şirketinde toplam olarak 662 yönetim makamını ellerinde tutuyorlardı. Bu bankanın yönetim kurulu başkanı olan Abs, 40'tan fazla ticari ve sınai banka işletmesinin yönetim ve denetim kurullarında makam tutmuştur (Hitler zamanında 42 idi).
      Mali oligarşinin egemenliği mali sermaye iktidarının somut ifadesidir. [sayfa 179]
     

Mali Oligarşi

     
      Tekellerin ve mali sermayenin gelişmesi, en büyük bankacı ve sanayicilerden oluşan bir grubun, ülkenin ekonomi ve politikasında üstün bir konum alması sonucunu verdi. Mali oligarşi, yani birkaç finans kralının egemenlik ve iktidarı ortaya çıktı. Ekonomik yaşamın bütün önemli dalları, kapitalist ülkelerin bütün politik kilit noktaları mali oligarşinin elindedir.
      Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri'nde, ülke ekonomisinde belirleyici rol oynayan yedi mali grup vardır: Morgan, Rockefeller, Du Pont, Mellon, Bank of Amerika'nın Chicago ve Cleveland grupları ve First National City Bank, 1955'te bu gruplar tarafından denetlenmiş olan aktifler toplamı 218,5 milyar dolara yükselmişti. En önemlileri, Morgan ve Rockefeller gruplarıdır. 1955'te Morgan'ın etki alanında bulunan banka ve kumpanyalarda 65,3 milyar dolarlık sermaye vardı. Bunlardan 5'i çok önemli banka, 14'ü demiryolu kumpanyası, telefon alanındaki tekeller, radyo ve kablo şebekeleri, "U.S. Steel Corporatian", "General Electric" ve benzerleridir. 1955'te Rockefeller'in etki alanına giren banka ve [sayfa 180] kumpanyalardaki sermaye toplamı 61,4 milyar dolardı. Bunlar, "Standart Oil", çok önemli petrol, demiryolu, metalurji vb. tekelleridir. Birleşik Amerika'da nüfusun %1'ini temsil eden milyoner ve milyarderler, ülke zenginliğinin %60'ını ellerinde tutarlar.
     
      Mali Grupların Denetledikleri Sermaye Hacmi
      (Milyar Dolar Olarak)
     
      MORGAN: Kendi sermayesi, 7.0 - Denetlediği sermaye, 65,3
      ROCKEFELLER: Kendi sermayesi, 3.5 - Denetlediği sermaye, 61.4
      DU PONT: Kendi sermayesi, 4.7 - Denetlediği sermaye, 16.0
      MELLON: Kendi sermayesi, 3.8 - Denetlediği sermaye, 10.5
     
      İngiltere
'de ülkenin ekonomisinde sekiz mali grup kesin rol oynar. Ekonominin başlıca bölümlerini denetlerler. Bir zamanlar Britanya İmparatorluğunu oluşturan ülkelerin ekonomilerini de kendilerine bağımlı kılmışlardır.
      Mali oligarşinin egemenliği, diğer kapitalist ülkelerde de aynı şekildedir.
      Mali oligarşi, iktisadi alandaki egemenliğini, iştirakler sistemi aracılığıyla yürütür. Bu sistemin özü şudur: bu büyük parababası ya da bir parababaları grubu, hisse senetleri ve öbür yöntemler sayesinde, "ana şirket" olan en büyük hisse senetli şirketleri denetler. Ana şirket, başka şirketlerin hisse senetlerini satın alır ve büyük hisse senetleri paketine sahip olduğundan, kendisine bağlı bulunan "yavru şirketler" üzerinde egemenliğini gösterir; "yavru şirketler"de kendi "yavru şirketleri" üzerinde egemenlik kurar, vb.. iştirak sistemi sayesinde, örneğin elinde 1 milyar doları olan parababası çok daha büyük sermayeleri denetleyebilir. Büyük sermayenin egemenlik alanı, bu yoldan gitgide genişler. Bu sistem, tepe noktasında mali dünyanın en önemli kişilerinin bulunduğu bir piramide benzetilebilir.
      Mali oligarşi, politik planda da egemenlik kurar; tekeller hükümet aygıtıyla bütünleşirler. Tekelci devlet kapitalizminin doğup gelişmesi işte böyledir.
     

3- SERMAYE İHRACI DÜNYANIN TOPRAK VE EKONOMİK
BAKIMDAN PAYLAŞILMASI

Sermaye İhracı

     
      Emperyalizmden önce, ülkelerarası ekonomik ilişkilerin başlıca biçimi, dış ticaret, meta ihracı idi. Emperyalizm [sayfa 181] döneminde, dünya ticareti daha da genişledi. Ama bu kez ön plana geçen, sermaye ihracıdır. Emperyalizm döneminde, sermaye ihracı, kapitalist dünyanın en büyük bölümünün birçok emperyalist ülke tarafından sömürülmesinin temeli haline geldi.
      Tekeller egemenliğinde sanayi bakımından gelişmiş kapitalist ülkelerde bir sermayeler "fazlası" oluşur. Kuşkusuz, eğer tekeller, sermayelerini emekçilerin yaşam düzeyini yükseltmede ve tarımda gerikalmışlığı gidermede kullansalardı, hiçbir sermaye "fazlası" olmazdı. Ama, o zaman da kapitalizm, kapitalizm olmazdı. Kapitalistler, sermayelerini, nerede yüksek kâr sağlarlarsa oraya yatırmakta kullanırlar.
      Sermaye, yabancı ülkelere iki şekilde ihraç edilir: ikraz sermayesi ve üretici sermaye. İkraz sermayesi ihracı, başka ülkelerin hükümetlerine ya da kapitalistlerine borç verilince gerçekleşir. Borçlu ülke, faiz ödemek zorundadır. Bu andan itibaren de, işçiler tarafından yaratılan artı-değer, faiz şeklinde, sermaye ihracatçısı ülkeye akar.
      Üretici sermaye
ihracı, kapitalistler, başka ülkelerde sanayi işletmeleri, demiryolları, vb. kurdukları zaman ortaya çıkar. Uygulama böyle olur. Örneğin, Birleşik Amerika'da, Latin Amerika ülkelerinden birinde petrol işletmesi kurulması amacıyla, bir hisse senetli ortaklık kurulur. Çıkarılan hisse senetleri, Amerikan kapitalistleri tarafından toplanır. Hisse senetlerinin satışından elde edilen sermayelerle, işletmelerde şantiyeler faaliyete geçer. Bu işletmelerden gelen karlar, hisse senetleri sahiplerine, yani Amerikan kapitalistlerine gidecektir. Her iki durumda da sermaye, yüksek tekel karı elde etmek amacıyla ihraç edilmiştir.
      Sermayeler, özellikle az gelişmiş ülkelere ihraç edilir. Oralarda sermaye yetersiz, toprak ucuz, hammaddeler bol, ücretler düşüktür. Bütün bunlar, sermaye için elverişli bir yatırım alanı oluştururlar. En çok Afrika'ya, Latin Amerika ülkelerine, Yakın-Doğu ve Orta-Doğu ülkelerine sermaye ihracı yapılıyor. Sanayi bakımından gelişmiş ülkelere de sermaye ihraç edilir. Sermaye ihracı, sermaye ithal eden [sayfa 182] ülkeler için olduğu kadar, sermaye ihracatçısı ülkeler için de ağır sonuçlar doğurur.
      Sermaye ithal eden ülkelerde kapitalizm hızlı bir tempoyla ilerlerken, aynı zamanda, kendine özgü bütün çelişkiler de ortaya çıkar: yığınların sefaleti ve yıkımı, toprağın verimsizleşmesi ve diğer ulusal kaynakların barbar bir sömürüye bağımlı kılınması vb.. Yabancı sermayenin etkisi altında, az gelişmiş ülkelerin ekonomik gelişmesi tekyanlı, çarpıktır. Yabancı sermayenin gereksinmesine uydurulmuştur. Bütün çabalar, özellikle, maden çıkarma sanayii ve ihracata dönük tarımsal üretim üzerinde toplanır.
      Sermaye ihracatçısı ülkelerde bu faaliyet, çifte sonuç verir. Bir yandan, yurtdışında kurulan işletmelerden kâr ya da faiz şekli altında dışardan artı-değer sağladıkları için, zenginliklerini artırırlar. Öte yandan da, sermaye ihracı ülke içersindeki yatırım olanaklarını daraltır.
      Sermaye ihracı, ülkeler arasındaki ekonomik ilişkileri pekiştirir. Ama bu, ekonomik bakımdan geri ülkelerin, gelişmiş ülkeler tarafından sömürülmesi demektir.
      Burjuvazinin ideologları, emperyalist dönemde, sermaye ihracını, geri ülkelere yapılan bir "yardım", bir "iyilik" olarak göstermeye çalışırlar. Buna bağlı olarak, bir de sömürgesizleştirme teorisi ortaya çıkmıştır. Bu teoriye bakılırsa, emperyalizm, sömürgeler sanayiinin gelişmesine katkıda bulunacak, onların metropoller karşısındaki bağımlılıklarını azaltacaktır. Bu teori, sermaye ihracının emperyalist niteliğini gizlemeyi amaçlar. Gerçekte, burada, sömürgesizleştirme değil, bazı ülkelerin diğer bazıları tarafından köleleştirilmesi amacı sözkonusudur.
      İkinci Dünya Savaşından sonra, sermaye ihracında yeni özellikler ortaya çıktı. Bazı Avrupa ve Asya ülkelerinin kapitalizmden kopması, sermaye yatırım alanını hissedilir ölçüde azalttı.
      Savaştan sonra, sermaye ihracı konusunda, eşitsizlik daha da arttı. İngiltere ve Fransa, dış yatırımlarını önemli ölçüde azalttılar. Buna karşılık, Birleşik Amerika'nın sermaye [sayfa 183] ihracı ise, yoğun bir artış göstermiştir. 1949'da, yabancı ülkelere yapılan Amerikan sermaye yatırımları, diğer bütün kapitalist ülkelerin toplam sermaye yatırımından fazladır. 1939'dan 1955'e kadar, dış ülkelere yapılan Amerikan yatırımları, hemen hemen dört katlık bir artış gösterir.
      Amerika Birleşik Devletleri, daha çok, azgelişmiş Latin Amerika, Asya ve Afrika ülkelerinde olduğu kadar, Batı Avrupa'nın Büyük Britanya, Fransa, Batı Almanya gibi gelişmiş ülkelerine de hükümet ikrazları ve kredileri şeklinde sermaye ihraç etmiştir. Birleşik Amerika, kapitalist dünyanın mali sömürü merkezidir.
      Bu ikraz ve krediler, ekonomik ve hatta askeri ve politik bir nitelik taşır.
      Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki mali oligarşi, kendi denetimindeki sermaye ithalatçısı ülkelerin ekonomisini, sermaye ihracı yolu ile bağımlı hale getirmeye çalışır.
      Sermaye, birçok ülke tarafından ihraç edilir. Her emperyalist ülke, hesabına gelen ülkelere sermaye ihraç etmek için çalışır. Bu durum, giderek kapitalistler ve hatta emperyalist ülkeler arasında rekabet ve savaşıma varır ve tüm kapitalist dünyadaki çelişkileri şiddetlendirir.
     

Dünyanın Kapitalist Birlikler Arasında Ekonomik Bakımdan
Paylaşılması

     
      Kapitalist ülkelerde tekeller, her şeyden önce, iç pazar üzerinde tam egemenlik kurmaya çalışırlar. Onu kendi aralarında paylaşırlar ve aşırı kâr elde etmek için fiyat düzeylerini yapay olarak yüksek tutarlar. Tekeller yüksek fiyatları muhafaza etmek için iç pazarı, yabancı rekabete karşı korumak üzere omuz omuza verirler. Bu amaçla, devletler, sınırlayıcı gümrük vergileri koyarlar ve hatta bazı metaların ithalini düpedüz yasaklarlar. Gümrük vergileri çok kez metaın değerini kat kat aşar. Böylece, tekelin iç pazardaki egemenliği sağlanmış olur.
      Bununla birlikte iç pazar sınırlıdır. Büyük, işletmeler [sayfa 184] tarafından sunulan geniş meta yığınlarını emecek güçte değildir. Bunun içindir ki, tekeller, metalarını daima dış pazarlara aktarmaya çabalarlar. Ama dış pazarlar gümrük vergileriyle korunduğu zaman, buralara nasıl ulaşmalı?
      Gümrük vergilerinden kurtulmak için sermaye ihracına başvurulur. Kapitalistler, yabancı ülkelerde, bu ülkelerin pazarlarını emtiaya boğan fabrikalar kurarlar. Ağır gümrük vergilerini aşmak ve dış pazarları elde tutmakta kullanılan önemli bir yöntem de dampingdir. Damping ya da zararına satış, ihraç edilen metaların diğer ülkelerde düşük, hatta bazan üretim giderleri altında bir fiyatla satılması demektir. Tekeller, düşük fiyatlar yoluyla rakiplerini safdışı bıraktıktan sonra, meta fiyatlarını tekrar yükseltirler.
      Dış pazarlar, hammadde kaynakları ve sermaye yatırım alanları uğruna savaşım, dünyanın, farklı tekellerin nüfuz bölgeleri olarak ekonomik bakımdan paylaşılmasına varır. Tekellerin şu ya da bu devletin sınırları dışına taşması, üretim ve sermayenin yüksek derecede bir yoğunlaşmasını gösterir ki, Lenin buna supermonopole adını vermiştir.
      Bir üretim kolunda birçok tröst ya da sendika, kapitalist dünya topluluğu içinde kesin bir rol oynamaya başladığı zaman, uluslararası tekellerin oluşum yolları yaratılmış olur. Uluslararası tekeller demek, çeşitli ülkelerin en büyük tekelleri arasında, pazarların ve hammadde kaynaklarının paylaşılması üzerine, üretim hacmi fiyatlar politikası vb. üzerine anlaşmalar demektir.
      Uluslararası tekellerin ortaya çıkışı, 1860-1880 yıllarına kadar uzanır. 19'uncu yüzyılın sonunda, 40 kadar tekel vardı. İkinci Dünya Savaşı öncesinde ise (1939), tekel sayısı 300'ü geçmiştir. Bugün 350 kadar tekel vardır. Kapitalist ülkelerin en büyük tekelleri, uluslararası tekel görünümündedir.
      Lenin, Birinci Dünya Savaşı öncesinde, dünya elektronik sanayiinin Birleşik Amerika ve Almanya tarafından tekelleştirildiğini ortaya koyar. Almanya'da bulunan Allgemeine Elektricitats-Gesellschaft'ın (AEG) birçok Avrupa ve Amerika ülkelerinde işletme ve şubeleri vardı. Elektronik sanayii, [sayfa 185] Birleşik Amerika'da, General Electric Company tarafından tekelleştirilmişti. Bunun da, bütün Amerika'da işletme ve şubeleri vardı ve Avrupa ülkelerine de nüfuz etmeye başlamıştı.
      1907'de, bu tekeller, bütün dünyanın kendi aralarında nüfuz bölgelerine ayrılması konusunda bir anlaşmaya vardılar. Alman ortaklığı, Avrupa ve bir kısım Asya pazarlarını, Amerikan kumpanyası da Amerika kıtasındaki ülkelerin pazarlarını aldı.
      Birinci Dünya Savaşı öncesinde, dünya petrol pazarı, Amerikan Standart Oil ile İngiliz-Hollanda şirketi Royal Dutch Shell arasında paylaşılmıştı.
      Uluslararası tekeller, egemenliklerini, silah üretimi dahil, bütün sanayi kollarında yürütmüşlerdir. İngiltere'de Cickers Armstrong, Fransa'da Schneider-Creusot, Almanya'da Krupp gibi en büyük savaş sanayi firmaları, uzun bir dönem boyunca birbirlerine bağlı kaldılar. Sürüm alanlarını paylaşmışlardı ve her iyi ödeme yapana silah sağlıyorlardı. Bu firmalar arasındaki ilişkiler savaş boyunca devam etti.
      İkinci Dünya Savaşı ertesinde uluslararası birlikler devletlerarası gruplaşmalar ortaya çıktı. Bunlar arasında en güçlüleri, Fransa, Batı Almanya, Belçika, Hollanda, Lüksemburg ve İtalya'nın kömür ve metalurji sanayiini içine alan Avrupa Kömür ve Çelik Birliği, altı Avrupa ülkesini biraraya getiren Avrupa Ekonomik Topluluğu (Ortak Pazar) ve Avusturya, İngiltere, Danimarka, Norveç, Portekiz, İsviçre ve İsveç'in katıldıkları Avrupa Serbest-Değişim Birliğidir (AELE).
      Kapitalist ülkelerin eşit olmayan gelişmesi nedeniyle, uluslararası tekellerin güçler ilişkisi sürekli olarak değişir. Uluslararası tekellerin yaratılması, dünyanın paylaşılması uğruna savaşımın sona erdiğini ve emperyalist ülkelerin barışçı işbirliğine giriştiklerini değil, bu savaşımın keskinleştiğini gösterir.
      Böylece, sermaye ihracı ve uluslararası tekellerin oluşmasıyla mali sermaye kodamanları, dünyayı ekonomik planda bölüşürler, yani dünya nüfuz bölgelerine ayrılır. Dünyanın [sayfa 186] ekonomik bakımdan paylaşılması uğruna savaşım, dünyanın toprak bakımından paylaşılması uğruna savaşımı doğurur.
     

Dünyanın Toprak Olarak Paylaşılması ve Yeniden Paylaşılması
Uğruna Savaşım

     
      Emperyalizme geçiş döneminde, sömürgelere elkoyma, bir hayli ileri gitmiştir. 1876'dan 1914'e kadar "büyük" devletler, 25 milyon kilometrekarelik sömürge, yani metropollerin kendi yüzölçümlerinden bir-buçuk kat fazla bir toprak elde ettiler. En büyük sömürge sahibi devlet İngiltere olmuştur. 1876'da sahip olduğu sömürgelerin yüzölçümü 22,5 milyon kilometrekare ve nüfusu da 251,9 milyondu. 1914'te, yüzölçümü toplamı 11 milyon kilometrekare ve nüfusu da 141,6 milyon daha artmıştır. 1876'da Almanya'nın, Birleşik Amerika'nın ve Japonya'nın sömürgeleri yoktu. Fransa'nın ise yok gibiydi. 1914'e doğru, bu dört büyük devlet, yüzölçümü 14,1 milyon kilometrekare ve nüfusu da, aşağı yukarı 100 milyon olan bir sömürge topluluğuna sahip oldu.
      20'inci yüzyıl başında, dünyanın toprak olarak paylaşılması tamamlanmıştı. Artık, "serbest" toprak kalmamıştı. Öyle ki, herhangi bir toprak eski sahibinden ancak zorla alınabilirdi. Dünyanın yeniden paylaşılması sorunu gündeme geldi.
      Dünyanın yeniden paylaşılması uğruna ilk savaş 1898'de, ABD'nin İspanya'ya karşı açtığı savaştır. Sonuçta, Amerikan emperyalistleri, Filipinler, Porto-Rico, Guam, Küba, Hawai ve Samoa adalarını zaptettiler.
      Dünyanın yeniden paylaşılmasını gerçekleştiımek için emperyalistler Birinci ve İkinci Dünya Savaşını başlatmışlardır.
      Kapitalizmin emperyalist aşamaya geçişiyle, dünya kapitalist ekonomi sisteminin oluşumu tamamlanır. Bu sistemin oluşumu, ekonomik bakımdan azgelişmiş ülkelerin, güçlü emperyalist devletlere boyun eğmesiyle olur. Emperyalizmin sömürge sistemi, dünya kapitalist ekonomi sisteminin [sayfa 187] bütünleyici parçasıdır.
     

Emperyalist Sömürge Sistemi

     
      Emperyalist sömürge sistemi
, sömürgeleri, yarı-sömürgeleri ve emperyalist devletler tarafından ezilen ve sömürülen bağımlı ülkeleri içine alır. Emperyalist sömürge sistemi, 19'uncu yüzyılın son üçte-biri ve 20'inci yüzyılın başında, dünyanın, emperyalist devletler tarafından toprak ve ekonomik bakımdan paylaşılmasının sonucudur.
      Kapitalizmin savunucuları, emperyalizmin sömürge ve bağımlı ülkeleri uygarlaştırdıklarını, sömürge ve bağımlı ülke halklarının kültürlerini yükselttiklerini tanıtlamaya çalışırlar. Aslında bu yakıştırmaların gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Sömürge ve bağımlı ülkeleri ayırdeden şey, kültürün ilerlemesi değil, nüfusun hemen hemen tam kara cahilliği, tıbbi tedavinin yokluğu, ekonominin geriliğidir. Emperyalistler, egemenliklerini sürdürmek için bu ülkelerde ilerlemeyi, yapay yollarla engellerler. Emperyalistler, sömürgeleri, buralara, "uygarlık" götürmek için değil, azami kâr sağlamak için zaptederler.
      Emperyalist dönemde sömürge ve bağımlı ülkelerin önemi, emperyalist devletler için, sürüm alanları olarak hatırı sayılır ölçüde artar. Örneğin, 1930'da İngiltere, bütün ihracatının %43,5'ini, 1949'da %54'ünü sömürgelerine yöneltiyordu. Emperyalistler, kendi sömürge ve bağımlı ülkelerini, uyguladıkları gümrük politikası sayesinde rekabetten koruyarak, en berbat mallarını, yüksek fiyatlarla bu ülkelere sevketme olanağına sahip olurlar.
      Sermaye yatırım bölgeleri olarak, sömürgelerin rolü sürekli artar. Emperyalistler buraları yabancı rekabetten uzak tutarlar. Emek-gücü ve hammaddeler ucuzdur. Emperyalistlere, yatırılan sermaye üzerinden yüksek kârlar sağlayan da budur. Sömürgelerde, sermayeler, genel kural olarak maden çıkarma sanayiine ayrılır. Tarımda ise, herhangi bir tarımsal üretim üzerinde uzmanlaşma sözkonusudur (kauçuk, [sayfa 188] kahve, pamuk, vb.). Bu nedenle, sömürge ülkelerin gelişmes tek yanlı bir nitelik taşır. Emperyalist devletler için sömürgeler, hammadde ve tarım ürünleri teslim eden basit bir ek haline gelirler.
      Kapitalist tekeller en fazla hammaddeye sahip olmaya çalışırlar. Örneğin, 1962 sonu itibarıyla kapitalist ülkelerde tahmin edilen petrol rezervleri --26.689 milyon tonu, yani %69'u Yakın-Doğu ve Orta-Doğu, %0,6'sı Batı Avrupa ülkelerinde olmak üzere-- 38.755 milyon tona yükseliyordu. Bunun içindir ki Birleşik Devletler, İngiltere, Fransa, İtalya vb. ülkelerin tekelleri arasında, Yakın-Doğu ve Orta-Doğunun petrol kaynakları uğruna savaşım, devam etti. Hammadde kaynaklarının elde edilmesi, sanayi tekellerine, dünya pazarlarına fiyat empoze etme ve yüksek kârlar sağlama olanağı verir.
      Sömürge ve bağımlı ülkelerin askeri stratejik rolü de artmıştır. Emperyalist devletler, destek noktalarını, deniz ve hava üslerini bu ülkelerde kurarlar.
      Metropollerin mali sermayesi, sömürge ve bağımlı ülke halklarını amansızca sömürür. Genel kural olarak, bu ülkelerde iş yasası diye bir şey yoktur. Çocuk emek-gücü geniş ölçüde kullanılır, kadın emeğine erkeklerden daha düşük ücret ödenir. Ücret çok düşük, işgünü 12-14 saattir. Bu ülkelerdeki emekçilerin içinde bulundukları dayanılmaz durum, açlığa, salgın hastalıklara, nüfusun düşkünleşmesine neden olur.
      Emperyalist boyunduruk ve sömürü, sömürge ve bağımlı ülkelerin halklarını zorunlu olarak direnişe ve kendi ulusal bağımsızlıkları uğruna savaşıma iter. Emperyalizmin yıkılıp parçalanmasının başlangıcı olan İkinci Dünya Savaşından sonra, ulusal kurtuluş hareketleri, büyük bir genişlik kazanmıştır. [sayfa 189]
     

4- TEKEL KARI, TEKELCİ KAPİTALİZMİN İTİCİ GÜCÜ

Tekel Kârı

     
      Kapitalizmin her aşamadaki temel ekonomik yasası, artı-değer yasasıdır. Kapitalist yapının gelişmesini bu yasa belirler. Bu, kapitalistlerin, işçilerin ödenmemiş emeğine elkoyma, artı-değeri artırma isteğini ifade eder. Ama, kapitalizmin temel ekonomik yasasının sürdürdüğü işlev biçimleri, kapitalizmin birbirinden farklı aşamalarında aynı değildir.
      Emperyalizmden önce, serbest rekabetin egemen olduğu dönemde, en fazla kâr sağlama, sermayeleri bir üretim dalından bir başka üretim dalına azçok serbest bir aktarmayla birlikte geliyordu. Birbiriyle rekabet eden birçok işletme vardı. Bunun sonucu, ortalama kâr oranı oluşuyordu.
      Emperyalizm döneminde, serbest rekabetin yerini tekellerin egemenliği aldı. Bu durum, tekellere şu ya da bu üretim dalında en yüksek kârı elde etme olanağı veren ekonomik koşulları yaratır. Yüksek tekel kârı, tekellerin, belli bir üretim ya da değişim alanında, yürüttükleri egemenlik sayesinde aldıkları, ortalama kârın üzerinde bir kâr fazlasını içerir.
      Emperyalizmde, tekeller tarafından üretilen metalar, önceden olduğu gibi, üretim fiyatlarına değil, tekel fiyatına satılırlar. Bu fiyat, üretim harcamalarını ve yüksek bir tekel karını içerir.
      Kapitalistler, yüksek tekel kârını hangi yollardan gerçekleştirirler?
     

Tekel Kârının Kaynakları

     
      Tekel
kârının temeli, her kapitalist kârda olduğu gibi, aşırı şekilde sömürülen işçilerden sızdırılan artı-değerdir. Üretimin örgütlenmesi konusunda, işin makineleşmesinin, "rasyonalizasyon"unun ve yeğinleştirilmesinin sonucu olarak, çeşitli terletme sistemlerinin büyük çapta uygulanması, [sayfa 190] artı-değer oranı ve kitlesinin artırılmasına varır. Ücretini aldıktan sonra da işçinin, burjuvazinin bir başka kesimi --ev sahipleri, tüccarlar vb.-- tarafından sömürülmesi devam eder.
      Köylülüğün sömürülmesi
de yüksek tekel kârı için bir kaynaktır. Tekeller köylü yığınlarını sömürürler. Bunlar, mamul maddeleri yüksek fiyatla satarlar ve aynı zamanda gırtlaklarına kadar borca batan, kendi işletmelerinin yıkımıyla, topraklarının ve mülklerinin yok pahasına elden çıkmasıyla karşı karşıya bulunan köylülerin tarımsal ürünlerini ucuz fiyatla satın alırlar.
      Proletarya, emekçi köylülük ve nüfusun bütün dargelirli grupları, burjuva devlet ve onun gerisinde bulunan büyük tekeller adına, vergilerle, borçlanmalarla ve kağıt paranın değer kaybetmesiyle ifade edilen ve halk yığınlarının durumunu daha da ağırlaştıran ek bir sömürü boyunduruğuyla karşı karşıya kalırlar.
      Tekeller, sömürgelerdeki ve diğer azgelişmiş ülkelerdeki halkları sömürerek, büyük ölçüde zenginleşirler. Oralarda ücretler, en zorunlu maddeleri almak için bile yetersizdir. Vergiler, emekçilerin bellerini büker. Hem sanayide, hem de tarımda, açıkça, zorla çalıştırma uygulanır. Tekeller, sömürge ülkelerde, metalarını yüksek fiyatla satarak, hammaddeleri ve besin maddelerini düşük tekel fiyatına satın alarak da zenginleşirler. Bu eşit olmayan değişim yoluyla, azgelişmiş ülkeler yılda 14-16 milyar dolar kaybederler.
      Savaşlar ve ekonominin askerileştirilmesi
yolu ile de yüksek tekel kârları elde edilir. Savaş zamanlarında, işçilerin sömürülme derecesi önemli ölçüde artar. Çünkü, işletmelerde en sert iş disiplini uygulanır. Vergiler yükselirken meta fiyatları da yükselir. Bütün bunlar kapitalistlere sınırsız karlar sağlar. Örneğin İkinci Dünya Savaşı sırasında, Amerikan tekellerinin kazançları, yedi kattan fazla artmıştır. Barış zamanında, ekonominin askerileştirilmesi, yani işletmelerin savaş malzemesi üreten işletmelere dönüştürülmesi sayesinde kârlar yükselir. Dolayısıyla, savaş malzemesi üretimiyle uğraşan Amerikan tekellerinin kazançları, yedi kattan fazla artmıştır. Barış zamanında, ekonominin askerileştirilmesi, yani işletmelerin savaş malzemesi üreten [sayfa 191] işletmelere dönüştürülmesi sayesinde kârlar yükselir. Dolayısıyla, savaş malzemesi üretimiyle uğraşan Amerikan tekellerinin kar oranı, bugün, sivil üretim kollarının kâr oranından %50-100 daha yüksektir. Tekellere sınırsız kârlar sağlayan savaş malzemesi üretimi, kaçınılmaz olarak emekçi halkın durumunun kötüleşmesi sonucunu doğurur.
      Tekelci sermayenin, yüksek kâr sağlamak için kullandığı başlıca yollar bunlardır. Emperyalist dönemde, kapitalizmin temel ekonomik yasasının işleyişi, en geniş halk yığınlarına -işçilere, köylülere, sömürge ve bağımlı ülke halklarına- çöküşünü hızlandırdıkları tekelci sermayeye karşı, emperyalizme karşı savaşımına bir temel sağlar. [sayfa 192]
     
       
       

SEKİZİNCİ BÖLÜM
TARİHTE EMPERYALİZMİN YERİ
KAPİTALİZMİN GENEL BUNALIMI

1- TARİHTE EMPERYALİZMİN YERİ

     
      Emperyalizm, kapitalizmin en yüksek ve en son aşamasıdır. Emperyalizmin tarih içindeki durumunu belirlerken, Lenin, emperyalizmin, kapitalizmin özel bir aşaması olduğunu gösteriyordu. Emperyalizmin üç temel özelliği vardır: emperyalizm, 1) tekelci kapitalizmdir; 2) asalak ve çürüyen kapitalizmdir; 3) cançekişen kapitalizmdir.
     

Emperyalizm, Tekelci Kapitalizmdir

     
      Ekonomik yapısı dolayısıyla, emperyalizm, daha yukarda da söylediğimiz gibi tekelci kapitalizmdir. Tekellerin egemenliği, onun başlıca özelliğidir ve tek başına bu, emperyalizmin tarihteki yerini belirler.
      Emperyalizm ve Sosyalizmde Bölünme
adlı yapıtında Lenin, tekelci kapitalizmin dört temel belirtisini ya da tekellerin [sayfa 193] dört temel kategorisini günışığına çıkartmıştır.
      Birincisi
, tekel, üretimin çok yüksek dereceye varan yoğunlaşmasından doğmuştur. Burada, kapitalist tekelci gruplaşmaları, kartelleri, sendikaları, tröstleri, konsorsiyumları belirtmek gerekir. Bunlar, kapitalist ülkelerin ekonomik yaşamında kesin bir rol oynarlar. Üretimin yoğunlaşmasından doğan tekellerin, kapitalist ülkelerin ekonomisinde ve politikasında egemen duruma gelmeleri, kapitalizmin yeni evrim aşaması olan emperyalizmi niteler.
      İkincisi
, tekel, önceleri basit aracılarken, pek güçlü mali merkezler haline gelen bankalardan doğmuştur. Her gelişmiş kapitalist ülkede milyonlarla oynayan 5-10 büyük banka, sanayi sermayesi ile banka sermayesinin "personel birliği"ni gerçekleştirir. Mali sermaye ve mali oligarşi, toplumun ve ulusun ekonomik ve politik yaşamını kendi iradesine bağımlı kılar. Bir avuç milyarder ve milyoner, hiçbir denetim görmeden, ülkenin bütün kaynaklarını gönüllerince yönetirler.
      Üçüncüsü
, tekeller, başlıca hammadde kaynaklarını, pazarları, sermaye yatırım alanlarını daha çok ellerinde toplarlar. Egemenlikleri, ayrı ayrı ülkelere ve hatta bütün bir kıtaya yayılabilir. Başlıca hammadde kaynaklarına, pazarlara, sermaye yatırım alanlarına tekel olarak sahip olma, kapitalist kampın kendi bağrındaki çelişkileri son derece ağırlaştırarak, ayrıca bir avuç mali sermaye kodamanının yürüttüğü baskıyı pekiştirmiştir.
      Dördüncüsü
, tekeller emperyalist devletlerin sömürgeci politikalarından doğmuştur. Toprakların "serbest fetih" çağının yerini, halkların ekonomik ve politik uydulaştırılmasının etkeni olan sermaye ve meta ihracı yoluyla, sömürgelere ekonomik sızma aldı.
      Sonuç olarak, tekel, dev işletmeleri bir bütün haline getirir, yüzbinlerce insanın emeğini biraraya toplar, pazarları ve hammadde kaynaklarını denetler, bütün uzman ve bilginleri emrinde tutar. Tekeller, kapitalist rejimde, üretimin toplumsallaştırılmasını mümkün olan en son sınıra götürürler. [sayfa 194] Ama üretimin bu dev toplumsallaşması, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanır ve bir avuç kapitalistin çıkarına hizmet eder. Üretici güçlerin bu devsel gelişmesinden halk yığınları hiçbir çıkar sağlamamakla kalmaz, aynı zamanda onların sefaletleri ve sömürgeleri en geniş boyutlara ulaşır. Böylelikle, tekellerin egemenliği, kapitalizmin temel çelişkisi olan üretimin toplumsal niteliği ile emek ürünlerinin kapitalist özel mülk edinilmesi arasındaki çelişkiyi büyük ölçüde şiddetlendirir. Kapitalizm, emperyalist aşamada, insan toplumunun gelişmesini dizginleyen gerici bir güce dönüşür.
      Lenin, tekellerin sonunun, üretimin en geniş ölçüde toplumsallaşmasına vardığını göstermiştir. Üretimin toplumsallaşmasının ve gelişmesinin yüksek düzeyi, toplumun sosyalizme dönüşümü için maddi koşullann biraraya geldiğini gösterir.
      Emperyalist aşamada, toplumun üretici güçlerinin yüksek gelişme düzeyi ile emek ürünlerinin kapitalist özel mülk edinme biçimi birbiriyle çatışır. Bunun sonucu, ekonomik bunalım dönemlerinde üretici güçler ağır gelişir, ya da geriler. Öte yandan, tekeller, emekçiler üzerindeki baskıyı son sınırına vardırır. İşçi sınıfı, savaşımda çelikleşir ve iktidarı ele alabilecek duruma gelir.
      Lenin, emperyalist dönemde, kapitalizmden, daha yüksek bir toplumsal ve ekonomik bir rejime geçiş döneminin bütün belirtilerinin oluştuğunu ve ortaya çıktığını göstermiştir. Emperyalizmin, kapitalizmin en yüksek ve en son aşamasının tarihsel rolü işte budur.
     

Emperyalizm, Asalak ya da Çürüyen Kapitalizmdir

     
      Emperyalizm, yalnızca tekelci kapitalizm değildir, aynı zamanda, asalak ve çürüyen kapitalizmdir de. Emperyalizmin asalak niteliği, kapitalistlerin pek büyük çoğunluğunun üretimle hiçbir şekilde ilişkilerinin bulunmaması olgusunda görülür.
      Kapitalistler kendilerine bir gelir sağlayan hisse senetlerinin, [sayfa 195] devlet tahvillerinin ve öteki değerlerin sahipleri haline gelmişlerdir. İşletmelerin doğrudan doğruya yönetimi ise; ücretli teknik elemanlara bırakılmıştır.
      Kapitalizmin çürümesi, her şeyden önce, onun mevcut üretici güçlerden yararlanmaya, işsizlere iş sağlamaya, fabrikaları tam kapasite ile çalıştırmaya elverişsizliğinde görülür. Kapitalist ülkelerin en zengini olan Amerika Birleşik Devletleri'nde, işsizlik, kronik bir haldedir ve üretimin düşüklüğü özellikle önem taşır.
      Tekelci kapitalizmin çürümesi ve asalaklığı, burjuvazinin asalakça gereksinmelerini sağlayan, üretken olmayan alanlarda çalışan kimselerin sayısının ve emekçilere karşı yöneltilen zor ve baskı aygıtının büyümesi bakımından da kendini gösterir.
      Kapitalizmin asalak niteliği, sermaye ihracında, militarizmin ilerlemesinde, savaş kışkırtıcılığında da ifadesini bulur. Gittikçe artan kaynaklar, maddi malların üretiminde değil, üretici güçlerin, her şeyden önce de toplumun başlıca üretici gücü olan insanın tahribinde kullanılır. Dolayısıyla, Birinci Dünya Savaşında 10 milyon insan ölmüş ve 20 milyon insan yaralanmıştı. Milyonlarca insanı, açlık ve çeşitli salgın hastalıklar alıp götürmüştür. İkinci Dünya Savaşında ise aşağıyukarı 50 milyon insan öldü. İşte, emperyalistlerin kendi çelişkilerini savaş yoluyla çözümleme girişimlerini, insanlık bu fiyatla ödemiştir.
      Emperyalizm aşamasındaki kapitalizmin çürümesinin nedeni, tekelin kendisinin (fiyatların yapay olarak yükseltilmesi sonucu yüksek kârları güvence altına aldığı kadarıyla) imalat yöntemlerinin yetkinleştirilmesi hızını düşürmesi, yani bir durgunluk eğilimi yaratmasıdır.
      İnsanlık atom enerjisinin evcilleştirilmesine, uzay araştırmalarına, kimyanın gelişmesine ve üretimde otomatizasyona, ve bilim ve tekniğin öteki gözalıcı gerçekleştirmelerine bağlı bilimsel ve teknik bir devrim evresine girmiş bulunmaktadır. Ne var ki, kapitalizmde üretim ilişkileri, bilimsel ve teknik devrim için pek dardır. Emperyalizm, teknik [sayfa 196] ilerlemeden, esas olarak askeri amaçlarla da yararlanır. İnsan dehasının gerçekleştirmelerini, emperyalizm, insanlığın kendisine karşı çevirir.
      Bununla birlikte, yüksek tekel kârı elde etme tutkusu, kapitalistleri bile, en üretken modern tekniği buyur etmeye isteklendirir. Ama, tekelci devlet kapitalizminde modern tekniğin üretime sokulması, işçi sınıfına karşı kullanılır. Kapitalist otomatizasyon, işçi sınıfını geçim aracından yoksun bırakır, işsizlik yaygınlaşır, emekçilerin yaşam düzeyi düşer.
      Demek ki, emperyalizmde birbirine karşı iki eğllim vardır: bir yandan tekniğin gelişmesi, öte yandan da, teknik ilerlemenin dizginlenmesi.
      Kapitalizmin çürümesiyle, emperyalist burjuvazi, kazançları sayesinde, fazla kalabalık olmayan işçi aristokrasisi tabakalarını, sık sık verdikleri sadakalarla sistemli olarak baştan çıkarır. Burjuvazinin desteklediği bu tabaka, sendikaların ve işçi sınıfının öbür örgütlerinin başına geçer. Bunlar, tıpkı küçük-burjuva unsurlar gibi, işçi hareketi için önemli bir tehlike oluştururlar.
      Burjuvazinin, toplumsal barışı ve kapitalizmin reformist yoldan "iyileştirme"sini göklere çıkararak işçilerin bilinci üzerinde zararlı bir etki yapması, işçi aristokrasisi aracılığı ile olur. İşçi aristokrasisi, işçileri bölerek, onların kapitalizmi devirmek için güçlerini biraraya getirmelerini engeller.
      Emperyalizm, iç politikada olduğu kadar dış politikada da, burjuva demokrasisinden politik gericiliğe yaptığı dönüşle de nitelenir.
      Anti-komünist ve anti-proleter yasalar, komünist partilerin yasaklanması, komünistlerin ve diğer öncü işçilerin yığın halinde işten kovulmaları, işletmelerdeki kara listeler, memurların rejime bağlılıklarının araştırılması, demokratik basın karşısında polis baskısı, grevlerin silahlı kuvvetler tarafından bastırılması, bütün bunlar, emperyalist burjuvazinin egemenliğini sürdürmek için başvurduğu yöntemlerin bir kısmıdır. İşte, tekelci sermayenin asalaklığının ve çürümesinin başlıca öğeleri bunlardır. [sayfa 197]
      Kapitalizm geliştikçe, asalaklığı ve çürümüşlüğü daha bir şiddetli ortaya çıkar. Bir zamanlar İngiltere'de böyle olmuştu. Sonra ABD, en ileri ülkeler arasında yeraldı.
      Amerikan kapitalizminin tüm evrimi, Birleşik Amerika'nın bugün kapitalist dünyanın çürümüşlüğünün ve asalaklığının başlıca odağı olduğunu gösterir.
     

Emperyalizm, Cançekişen Kapitalizmdir

     
      Lenin, emperyalizmin, cançekişen kapitalizm olduğunu söylüyordu. Bu emperyalizmin geçici bir nitelik taşıması demektir. Kapitalizmin bütün çelişkilerini, ötesinde proletarya devriminin başladığı en son sınıra kadar ağırlaştırır.
      Baş çelişki, emek ile sermaye arasındaki çelişkidir. Tekelci kapitalist rejimde, emekçi yığınlar acımasızca sömürülmüşlerdir ve bu sömürünün eşine tekel-öncesi kapitalizmde raslanmamıştır.
      Eski sömürü yöntemlerine yenileri eklenir. Büyük kapitalistlerin tekel durumu, kapitalistlere, emeği görülmedik bir tarzda yeğinleştirme, büyük bir sürekli işsizler ordusunun varlığı nedeniyle düşük tekel fiyatı üzerinden emek-gücü satın alma, tüketim malları için tekel fiyatları saptayarak ve tüketicilere ağır mali yükler, para cezaları vb. yükleyerek emekçileri tüketiciler olarak soyma olanağı verir. Aşırı sömürü, emperyalizm yoluyla siyasal bakımdan daima daha çok ezilen işçi sınıfının maddi durumunun kötüleşmesi, proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımını daha da keskinleştirir. Sonuç: işçi sınıfının eski savaşım yöntemleri yetersiz duruma gelir. Proletarya, ekonomik ve politik planda çift yönlü savaşım vererek, gittikçe gözüpek bir şekilde, devrimci politik savaşım yoluna girer.
      Böylece emperyalizm, işçi sınıfını, sosyalist devrimin eşiğine getirir.
      Emperyalist aşamada, nüfuz alanları uğruna savaşımda emperyalist güçler arasındaki çelişki şiddetlenir. Her kapitalist grup, sermayeleri için bir eylem alanı olan pazarları ve [sayfa 198] hammadde kaynaklarını ele geçirmeye ve elinde tutmaya çalışır.
      Kapitalistler arasındaki nüfuz alanları uğruna savaşımda en geniş desteği devlet sağlar. Bu nedenledir ki, emperyalist ülkeler arasındaki çetin savaşım, emperyalizmi zayıflatan, emperyalizmin temellerini yıkan askeri çatışmalara neden olur.
      Emperyalist dönemde, özellikle emperyalizmin bugünkü aşamasında, bir yandan sömürgeler ve bağımlı ülkeler, öte yandan da emperyalist güçler arasındaki çelişkiler, adamakıllı keskinleşir. Emperyalist güçler, azgelişmiş ülke halklarını amansızca soyar ve sömürürler. Emperyalist baskının artması ve sömürge ve bağımlı ülkelerde kapitalizmin gelişmesi, bu halkların kurtuluşları uğruna yürüttüğü savaşımı yoğunlaştırır.
      Sosyalizmin ortaya çıkması ve kökleşmesi, ezilen halkların kurtuluş çağını başlattı. Ulusal kurtuluş devrimleri, sömürgecilere ezici bir darbe indirdi. Son 20 yıl içersinde sömürge imparatorluklarının harabeleri üzerinde, hemen hemen, insanlığın üçte-birini temsil eden 50'den fazla egemen devlet ortaya çıktı.
      İşte, emperyalizmi cançekişen kapitalizme dönüştüren başlıca çelişkiler bunlardır. Ama emperyalizmin bu ayırdedici özelliği, kapitalizmin kendiliğinden ölebileceği, kendi kendine yıkılacağı anlamına gelmez. Emperyalizm, cançekişen kapitalizmdir, çünkü, kapitalizmin çelişkilerini en son sınıra getirdikten sonra, sosyalist devrimi gündeme koymuş ve onu pratikte kaçınılmaz hale getirmiştir.
      Sosyalist devrimin önce Rusya'daki sonra da birçok Avrupa ve Asya ülkelerindeki zaferi, Lenin'in emperyalizmin, cançekişen kapitalizm olduğu yolundaki sözlerinin parlak şekilde doğrulanmasıdır.
     

Tekelci Devlet Kapitalizmi

     
      Üretimin yüksek derecede toplumsallaşması, özel tekellerle devlet tekellerinin, devlet aygıtıyla mali oligarşinin [sayfa 199] birbirleriyle sıkı sıkıya kaynaşması tekelci devlet kapitalizminin niteliğidir. Bu bütünleşmenin amacı, tekellerin daha büyük ölçüde zenginleşmesi için ülke ekonomisine elkoymaktır.
      "Tekelci devlet kapitalizmi, deniyor SBKP programında, devlet gücü ile tekellerin gücünü, tekelleri zenginleştirmek, işçi hareketini ve ulusal kurtuluş savaşımını ezmek, kapitalist rejimi kurtarmak ve saldırı savaşları açmak için bir tek mekanizmada birleştirmiştir." (Verse le communisme, SBKP XXII. Kongresi belgelerinden derleme, Moskova 1961, s. 502-503.)
      Emperyalist dönemde, bütün kapitalist ülkelerdeki hükümetler, başlıca tekellerin güvendiği temsilcilerden ya da tekelcilerin kendilerinden oluşmuştur. Öte yandan, en büyük tekellerde, önemli ve kazançlı makamların, genel olarak bakanlara, generallere, diplomatlara verildiği görülür.
      Örneğin, Birleşik Devletler'de, 1955'te 272 önemli devlet makamından 150'si büyük kapitalistler ve 30'u da, kumpanyaların danışman avukatları tarafından tutulmuştu. Rockefeller mali grubu, hükümette, bir işadamları hükümetinin başında ve 15 sınai ve mali şirketin müdürü olan bakan Dulles tarafından temsil ediliyordu. Du Pont grubu, hükümette, General Motors'un eski başkanı olan savunma bakanı Wilson tarafından uzun süre temsil edildi. 1964'te kurulan Amerikan hükümeti, en önemli makamları en büyük tekel temsilcilerine sunmuştu. Ford Motor Company'nin başkanı Mac Namara'nın savunma bakanlığına atanması, böyle olmuştur. Durum, öteki kapitalist ülkelerde de aynıdır. Bütün bunlar, devlet aygıtıyla büyük tekellerin içiçe geçmesini kanıtlıyor. Devlet, tekelci burjuvazinin işlerini yürütmeyi üstlenen bir komiteden başka bir şey değildir.
      Bugün, tekelci devlet kapitalizminin başlıca belirtileri nelerdir? Bunlar, devletin çeşitli denetim biçimleri, ekonomik faaliyeti düzenleme önlemleri, devlet mülkiyetinin tekellerin yararına kullanılması, kapitalist tekellere meta siparişleri şeklinde devlet yardımı, devlet güvencesi altında sermaye ihracı vb.'dir. Ama tekelci devlet kapitalizminin bütün bu [sayfa 200] belirtileri, aynı amacı güderler: mali oligarşiyi zenginleştirmek.
      Bütçe giderleriyle devlet işletmeleri kurulması ve devlet mülkiyeti haline gelen özel işletmelerin burjuva devlet tarafından ulusallaştırılması, mali oligarşiyi zenginleştirmekte önemli rol oynarlar. Devlet, işletmeleri kurarken, inşa işleri, en elverişli koşullarla, özel tekellere verilir. Kurulduktan sonra, bu işletmeler, genel olarak en ucuz fiyatla en büyük tekellere kiralanarak ya da en düşük fiyatla bu tekellere satılarak sömürü devam edip gider. Eğer devlet, özel işletmeleri ulusallaştırırsa, bu, kapitalistlerin çıkarına yapılır. İşletmelerin eski sahiplerine, genel olarak ulusallaştırılan işletmenin değeri üzerinde bir ödeme yapılır; bunlar en büyük tekeller yararına işletilirler. Böylece, her iki halde de devlet, kapitalistlerin lehine müdahalede bulunur.
      Tekelci devlet kapitalizmi, işçi sınıfının sömürülmesinde bir yeğinleşmeyi ve tüm emekçilerin yaşam düzeyinde bir düşmeyi birlikte getirir. Devlet gücüne dayanan tekeller, işçi sınıfının sömürülme derecesini artırırlar, işletmelere öldürücü bir sistem sokarlar, vergiler ve yüksek fiyatlarla emekçilerin soyulmasını yeğinleştirirler. Bütün bunlar, çelişkilerin ve emek ile sermaye arasındaki savaşımın keskinleşmesi sonucunu verir.
      Öte yandan, tekelci devlet kapitalizmi, kapitalist rejimde, üretimin toplumsallaşmasını en yüksek düzeye ulaştırarak, sosyalizme maddi hazırlığı tamamlar; o, öncü belirtidir. Bununla birlikte, sosyalizme geçmek için, işçi sınıfının iktidarı alması gerekir.
      Tekelci devlet kapitalizmi, farklı ülkelerde, farklı dönemlerde ve ulusal ekonomi dallarında eşit olmayan bir şekilde gelişir. Bu nedenledir ki, dünya savaşları ve ekonomik bunalımlar, militarizm ve politik alt-üst olmalar, tekelci sermayenin, tekelci devlet sermayesine dönüşmesini hızlandırmıştır.
      Sağ sosyalistler ve revizyonistler, tekelci devlet kapitalizminin emperyalizmin niteliğini değiştireceğini ileri sürerler. Onlara göre devlet, kapitalist ülkeler ekonomisinde kesin bir [sayfa 201] güç haline gelecektir, ekonominin bütün toplum yararına planlanmış yönetimini sağlayabilecektir, vb.. Olaylar, bu aldatmacayı çürütüyor.
      Tekelci devlet kapitalizmi, emperyalizmin niteliğini değiştirmez. Üretim ve bölüşüm sistemi içinde başlıca sınıfların durumunu değiştirmek şöyle dursun, tam tersine, emek ile sermaye, tekeller ile ulusun çoğunluğu arasındaki uçurumu derinleştirir. Kapitalist ekonomiyi bir düzene sokmak için devlet tarafından yapılan girişimler rekabeti de, üretimdeki anarşiyi ortadan kaldırmadı, ekonominin uyumlu gelişmesini toplum çapında sağlayamadı, çünkü üretimin temelinde, kapitalist mülkiyet ve ücretlilerin sömürüsü yatmaktadır. Modern kapitalist ekonominin evrimi, "bunalımsız" ve "planlı" kapitalizm konusundaki burjuva teorilerini çürütmektedir. Tekelci devlet kapitalizminin diyalektiği, burjuvazinin umudu olarak kapitalist sistemi pekiştirme yerine, sistemin çelişkilerini daha da ağırlaştırarak, onu, temellerine kadar sarsıyor.
      Gelişme yolundaki birçok ülkede (Hindistan, Endonezya vb.), devlet, ekonomik planda bir dizi önlemler alıyor, büyük işletmeler inşasına koyuluyor, ağır sanayiin gelişmesini izlemekte özel bir dikkat gösteriyor. Oysa, burada görülen gelişme, tekelci devlet kapitalizmi değil, devlet kapitalizmidir. Devlet kapitalizmi, ekonomik gelişmede, emperyalistlere karşı ekonomik bağımsızlığı kazanmakta bu ülkelere yardım ettiği için ilerici bir rol oynar.
     

Ekonomik ve Politik Gelişmenin Eşitsizliği Yasası

     
      İşletmelerin, sanayi dallarının ve ülkenin eşit olmayan gelişmesi, çağdaş kapitalist dönemin yapısının gereğidir. Gelişmenin eşitsizliği, kapitalist üretimdeki rekabet ve anarşiden gelir. Bununla birlikte, tekel-öncesi dönemde kapitalizm azçok düzenli gelişebilmişti. Kapitalist ülkelerin birbirlerini geçmeleri oldukça uzun bir zaman almıştır. Kapitalizmin eşit olmayan gelişmesinin niteliği emperyalizme geçişle [sayfa 202] değişti. Bu andan başlayarak, bazı ülkelerin evrimi ardışık sıçramalarla oldu. Teknikte olağanüstü ilerlemeler, bazı ülkelere, rakiplerini hızla geçme olanağı sağladı. Öne geçen ülkeler büyük çapta hammadde kaynakları, yani pazarlar ve bir sermaye yatırımı alanı ele geçirmeye çalıştılar. Ama, artık yağma edilecek topraklar kalmamıştı, çünkü dünya bütünüyle paylaşılmıştı.
      Emperyalist devletler arasındaki ekonomik ve askeri kuvvetler oranının değişmesi, onları karşı karşıya getirdi. Önceden paylaşılmış olan dünyanın yeniden paylaşılması için savaşım başlamıştı. Güçler oranında meydana gelen değişmeler, kapitalist dünyanın düşman gruplara bölünmesine yolaçtı. Emperyalist kamptaki çelişkilerin yeğinleşmesi, emperyalistlerin zayıflamasına neden oldu. Bu temel üzerinde, emperyalizm zincirinin en zayıf olduğu, proletaryanın zaferi için en elverişli koşulların bulunduğu ülkede emperyalist cepheden bir kopma olabilirdi.
      Emperyalizm aşamasında, kapitalist ülkelerin ekonomik gelişmedeki eşitsizliği, onları, politik gelişmede de eşitsizliğe götürdü. Sınıf çelişkilerinin şiddetlenmesi ülkelere göre değişiyordu. Proletaryanın politik bilinci ve devrimci iradesi ile, onun, köylülüğün başlıca yığınlarını ardından sürükleme yeteneği de eşit olmayan bir şekilde gelişti. Bu farklı ülkelerde, proletarya devriminin politik öncüllerinin de eşit olmayan bir olgunlukta bulunması demektir.
      Emperyalizmde kapitalist ülkelerin ekonomik ve politik gelişmesinin eşitsizliği yasasından hareket eden Lenin, ilkin birkaç ülkede, hatta tek bir kapitalist ülkede sosyalizmin zaferinin olanaklılığı, sosyalizmin zaferinin bir anda bütün ülkelerde birden olanaksızlığı konusunda önemli bir tarihsel sonuç çıkardı. Üstelik, bunun, çok gelişmiş bir kapitalist ülkede olması da gerekli değildi.
      Bir tek ülkede sosyalist devrimin zaferi, dünya sosyalist devriminin başlangıcını gösterir. Marx ve Engels, kapitalizmin tekel-öncesi döneminde yaşamışlardır. Proletarya devriminin ancak en ileri kapitalist ülkelerde ve aynı zamanda [sayfa 203] zafer kazanacağını düşünüyorlardı. Marx ve Engels'in vardıkları bu sonuç, tekel-öncesi kapitalizm için geçerli sayılabilirdi. Ama emperyalist çağda, proletarya devriminin üstünlük sağlayacağı koşullar kökten değişti. Bu konuda Birinci Dünya Savaşı sırasında Lenin şöyle yazıyordu: "Eşitsiz ekonomik ve siyasal gelişme, kapitalizmin mutlak yasasıdır. Böylece, sosyalizmin zaferi, önce birkaç, ya da hatta yalnızca bir tek kapitalist ülkede olanaklıdır." (Lenin, "Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine", Marks-Engels-Marksizm, Ankara 1990, s. 239-249.)
      Lenin'in büyük önem taşıyan bu sonucu, farklı ülkelerdeki proleterlerin önüne devrimci bir görüş açısı serdi, onların girişkenliklerini geliştirdi, sosyalizmin kesin zaferine inançlarını pekiştirdi. Sosyalizmin farklı ülkelerde, aynı zamanda başarı kazanamayacağı olgusu, bir dünya sosyalist ekonomi sistemi bünyesinin nesnel zorunluluğundan ve kapitalist sistem ile sosyalist sistemlerin barış içinde devamlı birarada yaşama olanağından çıkar.
      Lenin'in sosyalist devrim konusundaki teorisi, Rusya'da, Lenin'in önderliğinde, Komünist Partinin örgütlediği Büyük Ekim Devriminin zaferiyle tam olarak doğrulanmıştır.
      İkinci Dünya Savaşından sonra, bugün sosyalizmi başarıyla kuran bir dizi Avrupa ve Asya ülkesinin emperyalist sistemden devrimci yolla kopması, sosyalist devrim üzerine Lenin tarafından formüllendirilen teorinin yeni ve parlak bir doğrulanması olmuştur.
     

2- DÜNYA KAPİTALİZMİNİN GENEL BUNALIMI

Kapitalizmin Genel Bunalımının Niteliği ve Aşamaları

     
      "Esas içeriği, kapitalizmden, Büyük Ekim Sosyalist Devrimiyle başlayan sosyalizme geçiş olan çağımız, iki sistem arasındaki karşıtlıkların savaşımının, sosyalist devrimlerin ve ulusal kurtuluş devrimlerinin, emperyalizmin çöküşünün, sömürge sisteminin tasfiyesinin çağı, yeni halkların [sayfa 204] sosyalizm yoluna girdiği çağ, sosyalizmin ve komünizmin dünya çapındaki zaferi çağıdır." (Textes-Programmes de la lutte pour la paix, la démocnatie et le socialisme, Editions en langues étrangères, Moscou, s. 41.)
      1960 Kasımında Moskova'da yapılan işçi ve komünist partileri temsilcileri konferansı bildirisinde formüle edilen bu tez, kapitalizmin genel bunalımının özünü ifade eder.
      Rusya'da 1917 Büyük Ekim Sosyalist Devrimi, bütün dünyada biricik sistem olmaktan çıkan kapitalizmin genel bunalımının başlangıcı oldu. Dünyanın altıda-birinde, üretim araçlarının özel mülkiyetine değil, sosyalist toplumsal mülkiyete dayanan bir devlet oldu. Rusya'da proleter devrimin zaferi, kapitalizmin sonu ve sosyalizmin zaferi döneminin başlaması demektir. Lenin'in, Birinci Dünya Savaşı sırasında geliştirdiği, emperyalist çağda, sosyalizmin ayrı ayrı ülkelerde aynı zamanda zafere ulaşmayacağı, ama ülkelerin, devrimci yolla dünya kapitalist sisteminden uzun bir dönem boyunca gittikçe kopacağı yolundaki teori tam olarak doğrulanmıştır.
      Bundan önceki bölümde, ekonomik bunalımlardan sözetmiştik. Kapitalizmde, ekonomik bunalım, aşırı meta üretiminden doğan bunalımdır. O, toplumun politik yaşamında kuşkusuz belirli bir etki yürütmekle birlikte, yalnızca ekonomik alanda gelişir. Kapitalizmin genel bunalımı, kapitalist ülkeler yaşamının her alanını, ekonomik alanı olduğu kadar, politik alanı da etkiler; kendi bütünü içinde, kapitalist dünya sisteminden gelen bir bunalımdır; bu, cançekişen kapitalizmle yükselen sosyalizm arasındaki savaşımla nitelenen, tüm kapitalist dünya sisteminin bir bunalımıdır. Kapitalizmden sosyalizme geçiş, kapitalizmin genel bunalımının asıl içeriğidir.
      Kapitalizmin genel bunalımı, üçüncü aşamaya girmiştir. Birinci aşama, Birinci Dünya Savaşı sırasında başladı ve özellikle Ekim Devriminden sonra gelişti. İkinci aşama; İkinci Dünya Savaşı ve bazı Avrupa ve Asya ülkelerindeki sosyalist devrimler sırasında ortaya çıkmıştır. 50'li yılların ikinci [sayfa 205] yarısında, dünya kapitalizmi, kapitalizmin genel bunalımının yeni, üçüncü aşamasına girdi. Bu yeni evrenin özelliği, bir dünya savaşının sonucunda ortaya çıkmaması, iki sistem arasındaki rekabet ve savaşım koşulları içinde, sosyalizmin lehine değişmiş olan güçler oranının ortaya çıkmış olmasındadır.
      Kapitalizmin genel bunalımının temel özellikleri şunlardır: gittikçe artan sayıda ülkenin kapitalizmden kopması; sosyalizmle ekonomik rekabette emperyalizmin konumlarının zayıflaması; emperyalizmin sömürge sistemindeki bunalım ve dağılma; tekelci devlet kapitalizminin ve militarizmin gelişmesi nedeniyle emperyalist sistemdeki çelişkilerin keskinleşmesi; iç istikrarsızlık ve üretici güçlerden tam yararlanma olanağının giderek azalması sonucu kapitalist ekonomideki çürüme (üretimi artırma ritimlerindeki yavaşlama, devresel bunalımlar, sürekli düşük üretim, süreğen (chronique) işsizlik; emek ve sermaye arasındaki savaşımın keskinleşmesi; kapitalist dünya ekonomisindeki çelişkilerin birdenbire yeğinleşmesi; bütün alanlarda politik gericiliğin görülmedik şekilde yeğinleşmesi; bazı ülkelerde burjuva özgürlüklerin terkedilmesi ve faşist rejimlerin kurulması; burjuvazinin derin politik ve ideolojik bunalımı.
      Kapitalizmin genel bunalımı döneminde bu özelliklerin nasıl ortaya çıktığını görelim.
     

Dünyanın İki Sisteme Bölünmesi

     
      1914-1918 Birinci Dünya Savaşı, dünyanın yeniden paylaşılması uğruna savaşımda, emperyalist devletler arasındaki çelişkilerin şiddetlenmesinden doğmuştu. Savaş, emperyalizmi zayıflatmış ve onun cephesini yarmak için elverişli bir ortam yaratmıştı. Bu yarma, dünya emperyalist zincirinin en zayıf halkası, bütün emperyalist çelişkilerin düğüm noktası olan Rusya'da oldu. Rusya'da proletarya devriminden sonradır ki, dünya, kapitalist ve sosyalist sistem olarak ikiye ayrıldı. [sayfa 206]
      Sosyalist ekonomi sistemi, kısa sürede, kapitalizme olan büyük üstünlüklerini ortaya koydu. Sanayi üretim hacmi bakımından, Sovyet Rusya, 1937'de, Avrupa'da birinci ve dünyada da ikinci yeri tutmuştu.
      İkinci Dünya Savaşı, uluslararası gerici güçlerin kışkırtmasıyla, faşist devletler tarafından patlatıldı: Hitler Almanyası, Japonya ve İtalya. Savaş, faşist saldırganların toptan bozgunu ile sonuçlandı. Ve bu bozgunda kesin rolü Sovyetler Birliği oynadı. Bu durum, bütün dünyada devrimci hareketi ve ulusal kurtuluş hareketini, benzeri görülmedik bir atılıma ulaştırdı. Kapitalist sistemden ayrılan ve bugün bir milyardan fazla insanı, yani dünya nüfusunun üçte-birini içeren Avrupa ve Asya ülkeleri, kapitalist boyunduruktan kurtuldular ve sosyalizmi başarıyla koruyorlar. Bu durum, sosyalizm ve kapitalizm arasındaki güçler oranının, sosyalizm lehine, kapitalizm aleyhine daha da değişmesiyle sonuçlandı.
      Böylece, İkinci Dünya Savaşının sonunda, kapitalizmin genel bunalımı daha da derinleşmiştir. Bunalımın ikinci aşaması başlıyordu. Bu, sosyalizmin, bir ülkenin sınırlarını aşması ve bir dünya sistemi haline gelmesinde ifadesini bulur. Sosyalist dünya sistemini oluşturan ülkeler, bugün dünyanın dörtte-birinden fazla bir alanı kaplamaktadır.
      Kısa bir sürede, sosyalist dünya sistemi, kapitalizme olan üstünlüğünü göstermiştir. Sosyalist ülkelerin ekonomisi, kapitalist ülkeler ekonomisinden çok daha hızlı tempolarla gelişiyor. Bundan dolayı da 1962'de, sosyalist ülkelerde sınai üretim hacmi, 1937 yılına oranla 7 kat fazla bir artış sağlarken, kapitalist ülkelerin üretimindeki artış 2,5 kat olmuştur.
      Burada, kapitalizmin genel bunalımının üçüncü aşaması başlıyordu. Bu aşamanın başlıca ayırdedici özelliği, sosyalist dünya sisteminin, insan toplumunun gelişmesinde, kesin bir etken haline gelmesidir. Bunun sonucudur ki, kapitalizmin genel bunalımının yeni aşaması, en başta sosyalizmin konumlarının durmadan güçlendiği, emperyalizminkilerin ise gittikçe zayıfladığı iki dünya sisteminin rekabetiyle ayırdedilir. [sayfa 207]
     

Bunalım ve Emperyalizmin Sömürge Sisteminde Dağılma

     
      Rusya'daki Büyük Sosyalist Ekim Devriminin etkisiyle sömürge halklarının ulusal kurtuluşları uğruna yürüttükleri savaşım, geniş ölçüde şiddetlenmiş, emperyalizmin sömürge sistemindeki bunalım ortaya çıkmıştır. Bu bunalım, emperyalist devletler ile bağımlı ve sömürge ülkeler arasındaki çelişkilerin adamakıllı keskinleşmesiyle açıklanır. Ulusal kurtuluş savaşımının gelişmesiyle, sömürge ve bağımlı ülkeler, emperyalist boyunduruğu silkip atarlar. Ulusal kurtuluş kuvvetleri doğup gelişmeye başlıyor. Modern toplumun en devrimci sınıfı olan proletarya, sayı bakımından da gittikçe artıyor. Proletarya, sömürgeler nüfusunun başlıca kitlesini oluşturan köylülüğü de emperyalizme karşı savaşıma sürüklüyor. Çıkarları, yabancı tekellerin egemenliğiyle çatışan bir ulusal burjuvazinin de büyüdüğü görülmektedir. Birinci Dünya Savaşında, emperyalist ülkeler, metropoller, savaş siparişleriyle uğraşmaları nedeniyle, sömürgelerinde hiçbir sanayi ürünü elde edemiyorlardı. Bu olay, sömürgeleri, kendilerine özgü sanayi, özellikle tekstil sanayilerini hızlandırmak zorunda bırakmıştır. Mevcut sanayiler büyütülmüş, yeni fabrikalar ve işletmeler kurulmuştur. Sömürgelerde ekonomik gelişme dolayısıyla ve Büyük Ekim Devriminin etkisiyle, ulusal kurtuluş hareketi, Birinci Dünya Savaşından önce bilinmeyen şekil ve oranlara büründü. Bu hareketi niteleyen Lenin, şöyle yazıyordu: "... açıktır ki, bu birinci emperyalist savaş yüzünden, Doğu, kesin olarak bir devrim hareketine girmiş ve kesin olarak dünya devrimci hareketinin kasırgasına sürüklenmiştir." (V. Lenin, Œuvres, Paris-Moscou, c. 33, s. 514.)
      Birinci Dünya Savaşından sonra, dünyada hemen hemen hiçbir sömürge ya da bağımlı ülke yoktu ki, emperyalizme karşı azçok başkaldırmamış olsun. Ulusal kurtuluş hareketi, özellikle Çin'de büyük bir yaygınlık kazandı. 1924'te, halkın anti-emperyalist ve anti-feodal devrimi orada başladı ve ardışık devrimci savaşlar şeklinde devam etti. Bu devrim, Çin [sayfa 208] Komünist Partisinin önderliğinde, halk kurtuluş ordusunu yarattı ve ülkenin bazı bölgelerinde sovyetler iktidarı kuruldu. Hindistan'da, Endonezya'da ve diğer ülkelerde de güçlü ulusal kurtuluş hareketleri başladı. Emperyalizme-karşı baskı altındaki halkların ulusal kurtuluş hareketlerinin yönetici gücü, köylü yığınlarını, burjuvazinin demokratik unsurlarını, vb. kendi çevresinde toplayan işçi sınıfıdır.
      İkinci Dünya Savaşından sonra, birçok sömürge ve bağımlı ülke halkları, sömürge rejiminden kendilerini kurtararak, bağımsız gelişme yoluna girdi, artık emperyalizmin sömürge sisteminin parçalanması başlamıştı. Çin, Kore, Vietnam halklarının kahramanca savaşımı, yabancı emperyalistlerin ve sömürücü sınıfların egemenliğinin tasfiyesi ve halk demokrasilerinin kuruluşu ile sonuçlandı: Çin Halk Cumhuriyeti, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Vietnam Demokratik Halk Cumhuriyeti.
      1947'de, ulusal kurtuluş hareketinin etkisiyle, İngiliz emperyalizmi, Hindistan'ın politik bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. Hindistan'a koşut olarak, Endonezya, Birmanya, Seylan vb. de bağımsız gelişme yoluna girdiler. Birçok Doğu Arap ve Afrika ülkesi de savaştan sonra, ulusal bağımsızlıklarını kazandılar. İkinci Dünya Savaşından bu yana, 1.500 milyondan fazla insan, sömürge ve yarı-sömürge boyunduruğunu silkip attı. 1964'te sömürgeler, dünya nüfusunun %1,3'ü olarak hesaplanıyordu. 1919'da bu oran %69,2 idi. Bu durum, utanç verici sömürge sisteminin çöküşünü kanıtlar.
      Sömürge boyunduruğundan kurtulan ülkeler, kapitalist ya da kapitalist olmayan gelişme yollarından hangisini izleyecek? Halkların en önemli sorunlarından biri budur.
      Kapitalizm, bu halklara ne verebilir?
      Kapitalizm, halk için ıstırap yoludu
r. Bu yol, ekonomide hızlı bir ilerleme sağlamaz, sefaleti ortadan kaldırmaz. Kapitalist anlamda kırın gelişmesi, köylülüğü daha da yoksullaştırıp yıkıma sürükleyecektir. İşçinin yazgısı, ya kapitalistleri zenginleştirme uğruna ağır koşullarda çalışmak, ya da işsiz [sayfa 209] ordusunun toplamını kabartmak olacak. Küçük-burjuvazi, büyük sermayeye karşı rekabet içindeki savaşımda ezilecek. Kültür ve eğitim kitlelere erişemeyecek. Aydın, yeteneğini satmak zorunda kalacak.
      Sosyalizm, bu halklara ne verebilir?
      Sosyalizm; halkları özgürlüğe ve mutluluğa götüren yoldur
. Hızlı bir ekonomik ve kültürel atılım sağlar. Bir kuşak süresince, geri bir ülkeyi, sanayi ülkesine dönüştürür. İnsanın insan tarafından sömürülmesinin ortadan kaldırılması, toplumsal eşitsizliğe son verir. İşsizlik, tamamıyla kaybolur. Sosyalizm, köylülere, işletmeleri için toprak sağlar, işletmelerini geliştirmekte onlara yardım eder, onları kendi isteklerine göre kooperatiflerde birleştirir, emirlerine en modern tarım aletlerini ve öncü tarım bilimini verir. Sosyalizm, işçi sınıfına ve tüm emekçilere yüksek bir maddi ve kültürel düzey sağlar.
      Halklar, izleyecekleri yolu, kendileri seçmelidir. Bugünkü dünya arenasındaki güçler oranı ve sosyalist sistemin güçlü desteğinden gerçek yararlanma olanağı karşısında eski sömürge halkları, sorunlarını kendi çıkarlarına çözebilirler. Seçme ve tercihleri; sınıflar arasındaki güçler oranına bağlıdır. Kapitalist olmayan gelişme yolu, işçi sınıfı savaşımının, halk yığınlarının genel demokratik hareketinin sonucudur ve ulus çoğunluğunun çıkarlarına uygun düşer.
      Sömürgecilik, ezilen halkların ulusal kurtuluş hareketleri sonucunda yıkıldıysa da henüz tam olarak yokolmuş değildir.
      Günümüzde, sömürgeciler, yalnız açık silahlı savaşımla değil, bağımsızlıklarına kavuşmuş olan ülkelerde, bu ülkeleri ekonomik ve politik bağımlılık altında tutabilmek için gizli sızma yollarına da başvuruyorlar.
      Bugün sömürgeciliğin başlıca kalesi ABD'dir. Başta bu devlet olmak üzere, emperyalistler; eski sömürge halklarını sömürmeye devam edebilmek için umutsuz bir çaba harcıyorlar. Bunun için de, yeni yeni yöntemler ve yeni yeni şekiller kullanıyorlar. Tekeller, Latin Amerika, Asya ve Afrika [sayfa 210] ülkelerinde ekonomik ve politik kilit noktalarını ellerinde tutmaya uğraşıyorlar. Onlar için sözkonusu olan; özgür ülkeler ekonomisinde eski konumlarını sürdürmek ve ekonomik "yardım" bahanesiyle bu ülkeleri askeri bloklara sürüklemek, oralarda askeri diktatörlükler kurmak, bu ülkelerin toprakları üzerinde askeri üsler tesis etmektir.
      Sömürge sisteminin parçalanması, kapitalist ülkelerin ekonomik ve politik güçlüklerini kaçınılmaz olarak artırır ve emperyalizmin temellerini sarsar.
      Sömürgeciliğin topyekün iflası kaçınılmazdır. Ulusal kurtuluş hareketlerinin etkisiyle, sömürge köleciliği sisteminin yıkılması, tarihsel sonucu bakımından, dünya sosyalist sisteminin oluşmasından sonra ikinci yeri alır.
     

Pazarlar Sorununun Vahimleşmesi
Süreğen İşsizlik ve Düşük Üretim Kapasitesi

     
      Kapitalizmin genel bunalımının belirleyici çizgilerinden biri, pazarlar ve sermaye yatırım alanı sorununun ağırlaşmasıdır. Pazarlar sorununun bu ağırlaşması, her şeyden önce, üretimin gelişmesiyle metaları satma olanakları arasında giderek artan dengesizlikten ileri gelir. Rusya gibi bir ülkenin, kapitalist genel bunalımının ilk aşamasında kapitalist sistemden kopması, pazarlar ve sermaye yatırım alanları için kapitalistler arasında yürütülen savaşımı yeğinleştirmişti. Kapitalizmin genel bunalımının ikinci aşamasında sosyalist dünya sisteminin şekillenmesiyle, kapitalizm, geniş pazarlar ve sermaye yatırım alanlarını kaybetti.
      Sosyalist dünya ekonomi sisteminin oluşumu, sosyalist dünya pazarının yaratılmasına vardı. Şimdi, dünya arenasında birbirine karşıt iki pazar ortaya çıkmıştır: sosyalist ülkeler pazarı ve kapitalist ülkeler pazarı.
      Bir yandan kapitalist sömürü alanının daralması ve emperyalist sömürge sisteminin dağılması, bir yandan da emekçi yığınların durumunun kötüleşmesi ve ekonominin askerileştirilmesi, kapitalist dünya pazarının çelişkilerini, [sayfa 211] bugün özellikle keskinleştirmiştir.
      Azgelişmiş ülkelerdeki gelişen kapitalizmin rekabeti, pazarlar için savaşımın artmasının bir başka nedenidir. Bu ülkeler, gelişmiş sanayi ülkeleriyle gittikçe daha çok rekabet etmeye başladılar. Bu rekabet, özellikle hafif sanayi maddeleri alanındadır.
      Pazarlar ve sermaye yatırım alanı için sürdürülen savaşım, giderek, kapitalist tekel gruplarıyla emperyalist devletler arasında çatışmalara neden olur.
      Pazarlar ve sermaye yatırım alanı sorununun ağırlaşması ile, sanayi işletmelerinin süreğen düşük-kapasite ile çalışmaları ve salgın işsizlik birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.
      Kapitalizmin gelişmesinin tekel-öncesi döneminde, kitlesel düşük-kapasite, ancak ekonomik bunalımlar döneminde, vardı. Bugün, emperyalizmin genel bunalımı döneminde, düşük-kapasite, sürekli bir olgu haline geldi, yani süreğen bir nitelik aldı. Böylece, 1925-1929 atılım döneminde, ABD'de transformasyon sanayii potansiyelinin yalnızca %80'i, 1930-1934'te %60'ı, 1964'te Amerikan çelik potansiyelinin yalnızca %80'i kullanılıyordu.
      Sanayi işletmelerinin bu süreğen düşük-kapasitede kalması kapitalizmin genel bunalımı döneminde işsizliğin farklı bir niteliğine tekabül eder; bundan önceki yıllarda işsizler ordusu ne kadar artarsa artsın, işsizlik bunalımın toparlanma ve atılım döneminde yeniden eritilebiliyordu. Kapitalizmin genel bunalımı döneminde ise, işsizler ordusu sürekli ve yığınsal hale gelir. Resmi istatistiklere göre, işsizlerin toplam faal nüfusa oranı 1963'te: Kanada'da %5,5; Danimarka'da %4,3; İngiltere'de %2,6; Amerika'da %5,7'dir.
      Birçok ülkede kitle halinde işsizlik, ulusal bir felakettir. Resmi istatistiklere göre, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa, Japonya ve Avustralya gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde mevcut 85 milyon sanayi işçisinin, 8-10 milyonu, tam işsizdir. Ortalama, her dokuz işçiden birinin işsiz olduğu anlaşılıyor. Azgelişmiş ülkelerde, emperyalizm, miras olarak, diğer sorunlar yanında, işsizlik sorununu da bırakmıştır. [sayfa 212]
     

Kapitalist Çevrimde (Cycle) Değişme

     
      Çevrimin (cycle), bir ekonomik bunalımın başlangıç dönemi ile bunu izleyen ekonomik bunalımın başlangıç dönemi arasındaki süre olduğunu anımsayalım. Çevrim, dört evreyi içerir: bunalım, çöküntü, toparlanma ve atılım.
      Kapitalizmin genel bunalımı, kapitalist çevrimde değişmeleri de birlikte getirir: çevrim süresi kısalır. Bu da bunalımları sıklaştırır. Örneğin, Birinci Dünya Savaşından önce, ekonomik bunalımlar, her 8-12 yılda bir meydana gelirdi. İki Dünya Savaşı arasında, 1919 ile 1938 yılları arasında, üç ekonomik bunalım yani 6-7 yılda bir bunalım oldu. Aynı zamanda bunalım ve çöküntünün evreleri daha uzundu, gönenç evresi daha kısaydı. Eskiden bunalımlar, 1,5-2 yıl sürerdi, 1929-1933 bunalımı dört yıldan fazla sürdü. Ensonu, kapitalizmin genel bunalımı döneminde ise ekonomik bunalımlar gittikçe sıklaşmıştır.
      Örnek olarak, kapitalist dünya sanayi üretiminin hemen hemen yarısını elinde tutan bir ülke olan ABD'yi alalım. İkinci Dünya Savaşından sonra, 1948'den itibaren ABD, öylesine bir ekonomik bunalımla karşı karşıya kaldı ki, bu ekonomik bunalımın yaraları, 1949 yılı boyunca ciddiyetini korumuştur. 1953 yılının ikinci yarısında yeni bir ekonomik bunalım başladı. Bu, sanayi üretim hacminin gerilemesine, siparişlerin azalmasına, işsizliğin yaygınlaşmasına, stokların kabarmasına neden oldu. 1954'te bunalım devam ediyordu. 1957 ortalarında, ABD'de fazla üretim nedeniyle yeni bir bunalım patlak verdi. Bu da 1958'e kadar yoğunlaşarak sürdü. İlk yarısında, 1957'ye oranla, dökme demir üretimi %38,3'e; çelik üretimi %36,5'e; turizm otomobilleri üretimi %33,6'ya düşmüştü. Amerika Birleşik Devletleri'ni kasıp kavuran ekonomik bunalım, diğer kapitalist ülkelere de yayıldı.
      1957-1958 bunalımı, Amerikan sanayisinde uzun bir atılım dönemine fırsat vermedi. İki yıl ancak geçmişti ki, ABD; 1960'ta yeni bir bunalıma sürüklendi. Bu ekonomik bunalım [sayfa 213] da 1961'e kadar sürdü.
      Böylece, ABD ekonomisi, savaş sonrasında, daha şimdiden dört ekonomik bunalımla karşı karşıya kalmıştır. Alışılagelen çevrim evrelerinin sırasının, eskisi gibi olmadığını ve bazı evrelerin yokolduğunu belirtelim. Örneğin, bunalımdan toparlanmaya geçiş durumu, sık sık çöküntü evresine uğramadan ortaya çıkar ve toparlanmanın sonu, çok kez atılım evresine değil, yeni bir bunalıma varır. Birçok durumda bunalıma geçiş birdenbire değil, uzun bir durgunluk döneminden sonra olur. Bunalım, geçmiştekinden daha yavaş gelişmektedir. Borsacıların ve bankacıların iflasları eskiden olduğu kadar, açık-seçik bir biçimde belirgin değildir. Savaş sonrasındaki bunalım süresi, İkinci Dünya Savaşı öncesindeki kadar uzun değildir.
      Savaş-sonrası dönemde, kapitalist çevrimdeki bütün bu değişiklikleri nasıl açıklamalı? Bu, en başta, kapitalist sistemin, bütün ülkelerde, bazı sektörlere yayılan süreğen bir durgunluk ve gerileme dönemine girmiş olması ve zaten gelişmenin genel tempolarının yavaşlaması olgusuyla açıklanmalıdır.
      Savaştan sonraki dönemde, kapitalist çevrimi değiştiren başka etkenler de vardır.
      1- Ekonominin askerileştirilmesi. Bunun kapitalist çevrimin oluşumu üzerinde çifte ve çelişik etkisi vardır. Bir yandan askeri malzeme üretimine bağlı sanayi dallarını zaman zaman atılım durumuna iter, bir yandan da kapitalist yeniden-üretimin çelişkilerini şiddetlendirerek daha da derin bir bunalımın koşullarını yaratır.
      2- Tekelci devlet kapitalizmi, kapitalist çevrimin evrimi üzerinde belli bir ölçüde etki yapar. Bu, tekellerin çıkarına çalışan devletin ekonomik ilişkilere katılması (sanayi ve tarım ürünleri satın almak, devlet hazinesinden yardım ve kredilerle tekelleri desteklemek vb.) demektir, ki bu da üretimde belli bir büyüme ve sabit sermayenin yenilenmesine neden olur. Tekelci burjuvazi ekonomik bunalımların yıkıcı sonuçlarını hafifletmeye çalışmak için güdümlü ekonomi [sayfa 214] sistemine başvurur. Kapitalist çevrime müdahale etmesine karşın, tekelci devlet kapitalizmi, fazla üretimden doğan ekonomik bunalımları ortadan kaldıramaz.
      3- Bilimsel ue teknik ilerleme de kapitalist çevrimin oluşumunu etkiler. Bu da sabit sermayenin içten yıpranmasının hızla ortaya çıkması demektir. Bu nedenle, bunalım zamanında sermaye yatırımları her ne kadar azaltılabilirse de gene de nispeten yüksek düzeyde tutulmasına çalışılır ki, bu da geçmişe bakarak çevrimin seyrinde, az da olsa, farklı çelişkilerin çıkmasına neden olur.
      4- Kapitalist ülkelerde sınıf savaşımının çevrim üzerindeki etkisi önemli şekilde artmıştır. Sınıf savaşımında, işçilerin başarıları arttıkça, burjuvazinin işçilere tanımak zorunda kaldığı ekonomik ödünler de o oranda artar. Bu durum, iç pazarın genişlemesine yaradığı gibi, bir dereceye kadar da, fazla üretimden doğan bunalımın ağırlaşmasına engel olur.
      5- Sömürge sisteminin parçalanması da kapitalist çevrimi etkiler. Bu durum, politik bağımsızlığını elde eden ülkelerin, ekonomik bağımsızlıkları uğruna savaşım vermeleriyle açıklanır. Oysa, ekonomik bağımsızlık, sanayileşmeden geçer. Bugün azgelişmiş ülkeler, kapitalist ülkeler tarafından, özellikle de Batı Avrupa ülkeleri tarafından ihraç edilen donatım malzemelerinin hemen hemen yarısını emiyor. Bu, Batı Avrupa ülkelerinde makine imali sanayiinde üretimin artmasına neden olmuştur ve böylece, savaş-sonrasında kapitalist çevrimin değişmesinde etkili olmuştur.
      Bugün için kapitalist çevrimde etki yapan etkenlerin bazıları bunlardır. Bu yüzden kapitalist ülkeler ekonomisi, savaş-sonrası dönemde daha sık bunalımlarla karşılaştı, ama bu bunalımlar 1929-1933 bunalımı kadar derin olmadı.
      Süreğen düşük üretim, sürekli yığınsal işsizlik, gittikçe sıklaşan ekonomik bunalımlar, günümüz kapitalizminin kendi derinliklerinde gelişen büyük üretici güçlerden yararlanacak durumda olmadığının kanıtlarıdır. Kapitalizm insanlığın ilerlemesinde büyük bir engel haline gelmiştir. [sayfa 215]
      Kapitalizm, ekonomik ve politik çelişkilerini, silahlanma yarışı ve ekonominin askerileştirilmesiyle çözmeye çalışıyor.
     

Ekonominin Askerileştirilmesi ve
Emekçilerin Durumunda Kötüleşme

     
      Ekonominin askerileştirilmesi, sanayinin önemli bir kesiminin savaş ve savaş malzemesi üretimine dönüştürülmesi demektir. Geniş ölçüde maddi değerler, stratejik malzeme stoğu şeklinde atıl duruma sokulmaktadır. İkinci Dünya Savaşından önce, Amerika Birleşik Devletleri'nde, doğrudan doğruya savaş için ayrılan para, bütçe giderlerinin %14'ünü oluştururken, 1953'ten bugüne kadar federal bütçenin üçte-ikisine ulaşmıştır. Büyük Britanya'da ve Fransa'da, askeri giderler, savaş sonrasında tüm bütçenin üçte-birini eritmiştir.
      Ekonominin askerileştirilmesi, silahlanma yarışı, savaş tehlikesi yaratıyor. Bunun içindir ki, Sovyetler Birliği, barış-sever bütün insanlık, genel ve tam silahsızlanma uğruna sonuna kadar savaşım vermektedir. Emperyalist devletler, genel ve tam bir silahsızlanmayı istemiyorlar. Neden? Çünkü, silahlanma yarışı, tekellerin kârlarını geniş ölçüde kabartıyor. Amerikan tekellerinin 1938'de, 3,3 milyar olan kazançlarının 1962'de 51 milyarı aşması, yani 15 kattan fazla bir artış, işte böyle olmuştur.
      Bundan başka, kapitalizmin ideologları, ulusal ekonominin askerileştirilmesinin ve silahlanma yarışının, kapitalist ekonomiyi ekonomik bunalımlardan ve işsizlikten korumasını desteklemektedirler. Gerçekte ise, üretim olanaklarıyla nüfusun düşük alımgücü arasındaki dengesizliği artıran ekonominin askerileştirilmesi, kaçınılmaz olarak, yeni ve daha derin bir ekonomik bunalıma yolaçıyor.
      Silahlanma yarışı, işçi sınıfının ve bütün çalışan sınıfların omuzlarına bindirilen ağır bir yüktür. Örneğin, Birleşik Amerika'da 1913-1914 bütçe döneminde, nüfus başına düşen askeri gider 3,5 dolara çıkmıştı. Bu miktar, 1929-1930'da [sayfa 216] 7 dolara; 1954-1955'te 250 dolara yükseldi, yani bu dönem için 70 kattan fazla bir artış. İngiltere'de 1913-1914 bütçe döneminde nüfus başına düşen askeri gider 1,7 sterlin iken, 1954-1955'te bu miktar 29,3 sterline çıkmıştır. Bu muazzam giderler, dolaylı ve dolaysız vergi artışlarıyla karşılanır. Amerikan halkından 1959-1960 bütçe döneminde alınan yalnızca dolaysız vergi, 1937-1938'de alınandan hemen hemen 15 kat fazladır. İngiltere'de aynı dönemde dolaysız vergilerin, artışı 3 kat; Fransa'da 3 kat; İtalya'da 2 kat olmuştur.
      Savaş-sonrası dönemde, silahlanma yarışı, kapitalist ülkelerde enflasyonu artırdı. Bu yüzden kağıt paranın satın alma gücü birden düştü. Birleşik Amerika'da, 1958 başında, dolaşımda bulunan paranın kitlesi 27,4 milyar dolara yükselmiştir. Oysa, 1937 yılında, dolaşımda bulunan para kitlesi 5,6 milyardı. İngiltere'de 1958'e doğru, kağıt para olarak, dolaşımda 1 milyar 850 milyon sterlin vardı. Bu miktar, 1937'de 460 milyon sterlindi. İtalya'da 1937'de 18 milyar liret olan dolaşımdaki kağıt para miktarı, 1958'de astronomik bir rakam olarak görülen 1.852 milyar lirete varmıştır.
      Mali yüklerin ve enflasyonun ağırlaşmasına karşın, tekeller, nominal ücretlerin "dondurulmasını", yani onun aynı düzeyde tutulmasını sağlarlar. Bu durum, gerçek ücretin azalmasına ve emekçilerin durumunun ağırlaşmasına varır. Emekçiler, kapitalist boyunduruğa karşı savaşımı yeğinleştirirler. Grev hareketinin yaygınlaşması, bunun açık kanıtıdır. Resmi rakamlara inanılacak olursa --kuşkusuz, gerçek durumun altında gösterilmişlerdir-- 11 ülkede (Birleşik Amerika, İngiltere, Fransa, Federal Almanya, Japonya, Kanada, Avusturya, İsveç, Belçika, Hollanda, Arjantin) savaş-öncesi (1930-1939) ile savaş sonrası (1945-1954) karşılaştırılınca grevlerin sayısı 76.000'den 101.000'e, grevci sayısı da 21 milyondan 73 milyona, ve grevlerden dolayı kaybedilen iş-günü toplamı ise 240 milyondan 672 milyona yükselmiştir.
      Ama, proletaryanın sınıf savaşımı yavaşlamıyor, günden güne genişliyor. Böylece, 1961 yılında 50-53 milyon olan grevci sayısı, 1963'te 58 milyonu aştı. [sayfa 217]
      Savaş-sonrası dönemde, kapitalist ülkelerin işçi sınıfı, ekonomik savaşım ayrımı yapılmadan, savaş-öncesindekilerden daha kararlı olarak, hatırı sayılır ülkelerin temel dış ve iç politika sorunlarına müdahale etmiştir; bugün de emekçilerin barış ve demokratik özgürlükler uğruna giriştikleri savaşımlarda ön safta yürümektedir.
      Gücü ve hayatiyeti, çağdaş dönemin deneyimiyle de doğrulanan marksist-leninist teoriye dayanan proletaryanın sınıf savaşımını, komünist partiler ve işçi partileri yönetiyor.
      Günümüzde, bilimsel sonuçların doğruluğu, kapitalizmle bağlarını ebediyen koparmış olan insanlığın üçte-birinin deneyimiyle tanıtlanmıştır. Bu durum, kapitalizmin, zorunlu olarak, yerini, yeni bir rejime, sosyalizme bırakması gerektiği anlamına gelir. İşçi sınıfına, bütün emekçilere, kesin özgürlüğü yalnızca sosyalizm getirebilir. Emekçiler de kendi emeklerinin bütün ürünlerinden ancak sosyalizmde yararlanabilirler.
     

Ulusun Çıkarları ile Tekeller Arasındaki
Çelişkilerin Yeğinleşmesi

     
      Günümüzde, emperyalist ülkelerdeki tekelci burjuvazinin çıkarları, yalnızca proletaryanın çıkarlarına değil, ulusun çıkarlarına da ters düşer.
      Tekelci sermaye, işçi sınıfı üzerindeki sömürüsünü olduğu kadar, köylü ve zanaatçılar üzerindeki sömürüsünü de artırır. Kapitalizmin bugünkü genel bunalımı aşamasında köylülüğün ve kiracı çiftçinin durumu da büsbütün kötüleşmektedir. Amerikan tekellerinin körüklemesiyle ortaya çıkan fiyat yükselmesi sonunda, 1959'da, Amerikan çiftçileri, satın aldıkları metalara 1950'ye bakarak %12 fazla ödemek zorunda kalmışlardır. Oysa, aynı dönemde tarım ürünlerinin fiyatı, %7 düşmüştü. Sanayi ürünlerinin fiyatlarıyla tarım ürünlerinin fiyatları arasındaki, tekelci sermayenin hizmetinde olan devlet tarafından yükletilen borçlarla mali yükler arasındaki farklılaşma, çiftçileri yığın halinde yıkıma sürüklemiştir. [sayfa 218] ABD'de her yıl 150.000 çiftçi yıkıma uğrar ki, bunlar da işsizlerle tarım işçileri ordusunun sayısını kabartır. Fransa'da 1954 ve 1962 arasında 242.000 işletme "ortadan kalkmış"tır. Latin Amerika ülkelerinde, birçok Asya ve Afrika ülkelerinde köylülerin durumu çok kararsızdır.
      Tekellerin çıkarları, yalnızca emekçilerin çıkarlarıyla değil, tekelci olmayan küçük ve orta burjuvazinin çıkarlarıyla da çatışır. Devletle birlikte tekelci sermaye, küçük ve orta kapitalistleri kazançlarından yoksun bırakarak, onları yıkıma zorlayarak, artı-değeri kendi yararına yeniden bölüşmek için, vergi politikasından, mali politikadan, tarifeler politikasından ve fiyat politikasından yararlanır.
      Küçük-burjuva ve diğer orta tabakaların çıkarları, işçi sınıfının çıkarları gibi, tekelci burjuvazinin, onun siyasal partilerinin ve tekellerin çıkarlarını savunma görevini üzerine alan devletin çıkarlarıyla gittikçe artan bir çatışmaya girer. Bu nedenledir ki, işçi sınıfının, köylülüğün, aydınların, küçük ve orta kent burjuvazisinin, tekeller egemenliğini sona erdirmekte çıkarları vardır. Koşullar, bütün bu güçleri biraraya getirmeye elverişlidir.
      Ulusal güçlerin tekellere karşı birliği, günümüz koşullarında, barış ve ulusal bağımsızlık, demokrasinin savunulması, ekonominin kilit noktalarının ulusallaştırılması ve bu kilit noktalarının demokratik yönetimi uğruna savaşım temeli üzerinde, ekonomiyi halkın hizmetine koyarak, gerçekleşebilir.
      Tekellerin boyunduruğuna karşı savaşımda ön safta bulunan komünist partiler ve işçi partileri, geniş halk yığınlarını biraraya getirmeye ve bu savaşımda onlara kılavuzluk etmeye çalışıyorlar.
     

Kapitalist Ülkeler Arasındaki Çelişkilerin Keskinleşmesi

     
      İkinci Dünya Savaşı, kapitalist ülkeler arasındaki eşit olmayan gelişmeyi daha da çarpıcı hale getirdi. Hitler Almanyası, Japonya ve İtalya, tam bir askeri bozguna uğratıldı; [sayfa 219] bu ülkelerin ekonomisi adamakıllı zayıfladı. Düşman istilasına uğrayan Fransa, İkinci Dünya Savaşında büyük kayıplara uğradı. İngiltere'de ağır bir darbe yemiştir. Bütün bu karışıklıklar içinde zenginleşenler yalnızca Amerikan tekelleri olmuştur. 1948 yılında kapitalist dünya sınai üretiminin %56,6'sını ABD; %11,5'ini İngiltere; %4'ünü Batı Almanya; %4'ünü Fransa; %3,5'ini Kanada; %2'sini İtalya, ve %1,5'ini de Japonya üretiyordu. O zamandan beri, kapitalist dünyadaki güçlerin oranında önemli değişiklikler ortaya çıkmıştır.
      Bütün bu değişiklikler nasıl açıklanır?
      Birincisi, gerek üretimde ve gerek ticaret alanında, ABD, kapitalist dünya içindeki mutlak üstünlüğünü kaybetti. Dünya sınai üretimindeki payı, 1964'te %44,5 idi, yani 1948 yılına oranla %10 düşme olmuştu. Aynı yıllar arasında, ihracat %23,4'ten %17'ye; altın rezervi ise %74,5'ten %35'e düşmüştür. Sonuç olarak, ABD, kapitalist devletler arasında, hemen hemen, İkinci Dünya Savaşından önceki yerini almış bulunuyor.
      İkincisi; İngiltere ve Fransa'nın durumlarında çarpıcı bir zayıflama olmuştur. Bu devletler, sömürgelerini, kesinlikle kaybediyorlar. Ve dünya sınai üretiminde savaştan önceki konumlarına ulaşmaya da güç yetiremiyorlar. 1937 yılında İngiltere ve Fransa, kapitalist dünya sınai üretiminin %18,5'ini üretiyordu. 1964'te ise kapitalist dünya sınai üretimindeki payları ancak %13,4'tü.
      Üçüncüsü, yenilen ülkeler, özellikle Batı Almanya ve Japonya, önemli ilerleme gösterdiler. Her iki ülke ve bu arada İtalya, kapitalist dünya sınai üretiminin, yaklaşık olarak %17'sini elde etmektedirler. Bu oran, İkinci Dünya Savaşı öncesindekinden fazladır.
      Ekonomik güçler oranındaki değişme, emperyalist ülkeleri bir pazarlar savaşımına sürükledi.
      Ekonomik bakımdan önde gelen ABD, diğer kapitalist ülkeleri kısmen ya da tamamen kendine bağımlı kılmak için, bütün gücünü ortaya koyuyordu. Savaş-sonrasının ilk yıllarında, kapitalist dünya pazarlarının büyük bir kesimi üzerinde [sayfa 220] egemenlik kurmakta başarı sağlamıştı. Ama Batı Almanya, İngiltere, Fransa ve İtalya ekonomilerini yeniden kurunca, ABD ile dünya pazarları üzerinde rekabete başladılar. Bu durum, ABD ile İngiltere, Batı Almanya vb. tekelci grupları arasındaki pazarlar savaşımını şiddetlendirmekte etkili oldu. ABD'nin pazar, hammadde kaynakları ve nüfuz alanları uğruna savaşımı, Avrupalı emperyalistlerin artan direnişleriyle karşılaştı. Batı Avrupa tekelleri, yüksek kârlarının tehlikeye girmesini istemiyorlardı.
      Tekeller arasındaki savaşım, kapitalist ülkeler arasındaki çelişkilerin yeğinleşmesine yolaçtı.
      ABD ile İngiltere
arasındaki çelişki, emperyalistler arasında mevcut olan derin çelişkileri gösterir. ABD tekelci sermayesi, İngiltere'nin geleneksel pazar ve nüfuz bölgelerine karşı saldırganlığa başladı. ABD; İngiltere'nin dominyon ve sömürgeleriyle artan ekonomik ilişkilerini yıkma çabasına koyuldu ve belli bir ölçüde başarı da sağladı. ABD ile İngiltere arasında dış ticaret alanında olduğu gibi, hammadde kaynaklarına sahip çıkma uğruna yürütülen savaşım da yeğinleşti.
      ABD ile Fransa arasındaki çelişkiler de yeğinliğini artırıyor. Birçok Amerikan tröstü, işletmelerini Fransa'da kurmuşlardır. Rekabet, dış ticaret alanında da gittikçe yoğunlaşıyor. ABD, Fransa'nın Kuzey Afrika'daki geleneksel pazarlarına karşı saldırıya geçti. ABD'nin bu ülkelerdeki pazarlar üzerine Fransa'nın yerini alma eğilimi düpedüz açığa çıkmıştır.
      Çoğunlukla ulusal kurtuluş hareketinin "koruyucuları" maskesi ardında iş yapan ABD'nin sözü geçen çevreleri, aslında Güney Vietnam'da olduğu gibi, Kuzey Afrika ülkelerinde de, Fransız üstünlüğü yerine ABD tekellerinin egemenliğini kurma girişimi içindeydiler. ABD'nin bu eğilimi, Fransa'nın egemen çevrelerini epeyce kaygılandırdı.
      Emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin daha da keskinleşmesi, Batı Almanya ve Japonya'nın ekonomik gücünün büyük ölçüde artmasından doğmuştur. Savaşın bitiminden bu yana, ABD, Batı Alman tekellerini kendi denetimi altında [sayfa 221] tutmaya, Batı Almanya'nın en önemli ekonomik dalları içinde sağlam konumlar elde etmeye uğraşmıştı. İngiltere de aynı amaçta onlardan geri kalmadı. Bununla birlikte, ABD de, İngiltere de, Batı Almanya ekonomisinde kendi egemenliklerini kurmayı başaramadı. Kendi sanayi potansiyelini hızla artıran Batı Alman tekelleri, geniş bir yayılma programını uygulama alanına koydular. İkinci Dünya Savaşını izleyen ilk yıllarda, Batı Almanya, ihracat alanında, kapitalist ülkelerin en sonunda yer alıyordu; şimdi dünyada ikincidir.
      Emperyalistler arasındaki çelişkiler uzlaşmaz karşıt ve bağdaşmaz çelişkilerdir. Daha önce Lenin, kapitalist kamptaki çelişkilerin, raslansal uyuşmazlıklar değil, "emperyalist ülkeler arasındaki ekonomik çıkarlar birliğinin derin, kökten bir bozulması..." olduğunu, kapitalist devletler ittifakının ise, "... komşusundan birşeyler aşırmaya çalışan üçkağıtçıların ortaklığı" olduğunu belirtiyordu. (V. Lenin, Œuvres, Paris-Moscou, c. 31, s. 484.)
      Emperyalistler arasındaki çelişkiler, kapitalizmin temel çelişkisinden gelmektedir. Bu, üretimin toplumsal niteliği ile emek ürünlerine sahip olmanın özel kapitalist biçimi arasındaki çelişkidir. Emperyalistleri bölen çelişkileri ortadan kaldırabilen anlaşmalar, birleşmeler, uzlaşmalar yoktur.
      Çağımızın başlıca çelişkisi olan ilerleyen sosyalizm ile cançekişen kapitalizm arasında savaşım, kapitalist kampta mevcut olan çelişkileri ortadan kaldırmaz. Çağımızın bu başlıca çelişkisi, emperyalistlerarası ilişkiler üzerinde ikili etki yapar. Bir yandan kapitalist ülkeleri birleşmeye isteklendirir, üzerinde NATO, SEATO, CENTO gibi askeri blokların oluştuğu temeli yaratır, ve emperyalistler arasında silahlı çatışma gelişiminin temel sorunları üzerinde, kapitalist ülkeler arasında yeni çatışma ve çelişki kaynakları yaratır.
      Emperyalistlerarası çelişkilerin kaçınılmaz olarak bir dünya savaşına varması gerekmez. Kapitalizm dünyada egemen güç iken, emperyalistleri bölen çelişkilerin ve ülkeler arasında güçler dengesinin bozulmasının sonu, kesin olarak dünya savaşlarına varırdı. Günümüzde, kapitalizm, dünyanın [sayfa 222] biricik politik sistemi değildir. Bugün artık insanlığın gelişmesinin kesin bir etkeni haline gelen sosyalist dünya sistemi vardır. Başta sosyalist dünya sistemi olmak üzere, birleşmiş barış güçlerine, saldırgan güçleri dizginleme, dünya savaşını toplum yaşamından kovma olanağı veren yeni bir tarihsel durum yaratılmıştır.

*


      Böylece, ücretli emeğin sömürülmesi üzerine kurulan kapitalist üretim tarzını incelemiş bulunuyoruz. Kapitalist rejimde, özellikle onun en yüksek gelişme aşamasında, emek ile sermaye arasındaki, metropollerle sömürgeler arasındaki ve emperyalist devletler arasındaki çelişkiler son derece yeğinleşmiştir. Bu çelişkilerin yeğinleşmesi kapitalist dünyayı, yeni yeni ekonomik ve toplumsal karışıklıklara ve eninde sonunda da kapitalizmin yerine devrime dayalı sosyalizmi koymaya götürecektir.
      Marx'ın 100 yıl kadar önce vardığı sonucu bugünkü gerçeklik daha iyi doğruluyor: kapitalist üretim tarzı, tarih tarafından mahkum edilmiştir. [sayfa 223]







Sayfa başına gidiş