Paul A. Baran
Büyümenin Ekonomi Politiği
"Büyümenin Ekonomi Politiği", Prof. Paul A. Baran'n incelemesi.
İngilizceden çeviren Dr. Ergin Günçe
Monthly Review, 1957.
May Yayınları, I. Basım, Ekim 1974.

Eriş Yayınları tarafından düzenlenmiştir.


e-posta:
Kurtuluş-Cephesi Dergisi


Özgün biçimiyle Acrobat Reader formatında:
Büyümenin Ekonomi Politiği (1.132 KB)












     
       

BEŞ
GERİKALMIŞLIĞIN KÖKENLERİ


     
      Buraya kadar, çok büyük bir ekonomik artık elde eden ve bundan akla uygun bir biçimde yararlanmayı başaramayan, çok gelişmiş kapitalist ülkeleri inceleme konusu yaptık. Ne var ki, bu ülkeler, çağdaş kapitalizm tablosunun yalnız bir kesimini oluştururlar. Tablonun yani "kapitalist dünyanın" hiç de daha az önemli olmayan, bir başka kesimi daha vardır, azgelişmiş ülkeler topluluğu. Nasıl, tablonun gelişmeler kesiminde, Amerika Birleşik Devletleri, Japonya, Almanya, Fransa, Britanya ve İsviçre gibi, ekonomik, toplumsal siyasal ve kültürel özellikleri bakımından birbirlerinden çok farklı ülkeler yer alıyorsa, azgelişmiş ülkeler kesimi de aralarında son derece büyük farklar bulunan ülkelerden oluşmakta: Nijerya ve Yunanistan, Brezilya ve Tayland, Mısır ve İspanya; bunların hepsi de azgelişmiş ülkeler.
      Bütün bu büyük farklara karşın, kapitalist dünyanın her kesiminin devinim kanunlarını kavramak istediğimizde, her ülkeyi, kendine özgü niteliklerden soyutlamak ve dikkatimizi temel ortak özellikleri üstünde toplamak durumundayız; hem mümkün, hem de zorunlu bir iştir böyle [sayfa 276] bir soyutlama. Doğrusu, böyle bir yöntem uygulamaksızın hiç bir bilimsel çalışma başarılamaz; Marx'ın "salt kapitalizmi" olsun, Marshall'ın "örnek firması" olsun, Weber'in "ideal tip" dediği nesne olsun, hep bir soyutlamanın ürünüdür; bir olguyu ikinci derecede özelliklerden soyutlamak ve dikkatleri onun ana yapısı ya da yapısı ya da iskeleti üstünde yoğunlaştırmak; işte, çözümleme çabasının, bilimsel çabanın temel araçları olarak bugüne kadar hep bunlardan yararlanılmış.[
205] Neyi incelersek inceleyelim sonunda ortaya bir "model" çıkıyor; bu "modelsin belli bir duyguyu olduğu gibi yansıtması, eksik gedik bırakmaması, ona haksızlık etmemesi, bütün özellik ve niteliklerini ortaya dökmesi çok da önemli değildir; bir yöntemin değerinin olsun, bununla elde edilen sonuçların değerinin olsun, kullanılan modelin, "gerçeği bire bir oranında yansıtmasına bağlı bulunmadığını belirtelim. Eğer model, kurulma amacına uygun bir yapıya sahipse, eğer gerçek dünyada yeralan sürecin başat özelliklerini yakalama başarısını gösterebiliyorsa, onun, söz konusu olgunun kavranmasına yapacağı katkı bir yığın ayrıntılı bilginin, bir sürü özel bulgunun yapacakları katkıdan daha önemlidir. Dahası var, ancak böyle bir model yardımıyla, zihnimizde açık-seçik bir "ideal tip"in ana çizgilerini canlandırabiliriz, topladığımız bütün ham bilgi ve verilere gene ancak böyle bir model sayesinde anlam verebiliriz; yoksa araştırmamız boşa gider ve topladığımız ham bilgi ve veriler, gerçeğin anlaşılmasına yardımcı olmaktan çok, onun yerini alan, onu "ikame eden" bir yığın oluşturmaya başlarlar.
      Son günlerde yayınlanan bir Birleşmiş Milletler raporunda, azgelişmiş ülkelerde egemen olan koşullar ile bu ülkelerin karşılaştıkları sorunların incelenip kavranması için, bu yöntemin geçerliliği üstünde durulmaktadır, "...sanayileşme süreci içinde, birbirinin tıpatıp aynı, özdeş güçlüklerle karşılaşacak iki ayrı ülkenin varolmadığı doğrudur; fakat, benzer gelişim aşamasında bulunan ülkelerin, [sayfa 276] aşağı yukarı aynı tür sorun ve güçlüklerle karşı karşıya kaldıkları, aynı türden ekonomik güçlerle başa çıkmak zorunda bulundukları, kendilerini ikide bir benzer durumların içine itilmiş gördükleri de doğrudur."[206] Bu nedenlerle biz, aşağıda yer alacak açıklamalarımızda, belli bir azgelişmiş kapitalist ülkenin fotoğrafımsı bir görüntüsünü vermeye çalışmayacağız; özel bir coğrafyada yer alan bölgelerin, kapitalizm altında sanayileşme çabalarının karşılaştığı engeller üstünde de durmayacağız. Bu bölümde ve bunu izleyen bölümlerde, sorunun temel öğeleri olarak gördüğüm konuları bir bir ortaya koymayı amaç ediniyorum. Böylelikle konunun çıplak bir iskeletini kurmak istiyorum; belli bir ülkede, sorun, nasıl bir somut öz ve biçim kazanıyor, ne gibi bir çerçeveye oturuyor gibi sorulara karşılık aramıyorum.
      Bu gerekli açıklamayı yaptıktan sonra, yolumuza in medias res (aheste beste) devam edebiliriz. Bütün azgelişmiş ülkelerin ayırıcı özellikleri ve bunların "azgelişmiş" olarak adlandırılmalarının temel nedeni, adam başına üretimin düşük oluşudur. Ulusal gelir rakamlarının, ülkeleri birbirleriyle kıyaslamak için çok do iyi ölçütler olmaması ve bu konuda bir sürü güçlüğün var olması bir yana; azgelişmiş ülkeleri içinde bulundukları durum hakkında bir fikir vermek üzere aşağıdaki tablodan yararlanmak mümkündür sanıyoruz:
     

1949 Yılında Dünya Gelir Dağılımı[207]

 

Dünya Geliri (Yüzde)

Dünya Nüfusu (Yüzde)

Adam Gelir (Dolar)

Yüksek Gelirli Ülkeler

67

18

915

Orta gelirli ülkeler

18

15

310

Düşük gelirli ülkeler

15

67

54


     
      Yukardaki tablodan anlaşılabileceği gibi, insan soyunun yaklaşık olarak üçte ikisi, yılda, adam başına 50-60 dolara eşdeğer bir gelir elde etmektedir; bu istatistiğin [sayfa 278] geçerli olduğu ülkelerin hemen hepsinde, kronik bir açlığın, müthiş bir sefaletin egemen olduğunu ve hastalıkların gittikçe arttığını söylemeye bile gerek yoktur. Bu durumda, bir ya da iki yüzyıldır, kayda değer bir değişiklik de olmamıştır; bazı azgelişmiş ülkelerde durum, son yüz yıl içinde büsbütün kötüleşmiştir üstelik. Bu dönem boyunca gelişmiş ülkelerin hayat standartları adamakıllı yükseldiği için, "dünya ülkeleri arasında adam başına gelir dağılımı, eşitliğe doğru gitmek şöyle dursun, gittikçe daha eşitsiz bir duruma gelmiştir."[208]
      Hemen bir soru çıkıyor ortaya bu noktada: geri kalmış kapitalist ülkelerde, diğer kapitalist ülkelerin tarihlerinde okuduğumuz türden, kapitalist gelişme doğrultusunda bir ilerleme niçin olmamıştır; buralarda, bir ilerleme hareketi, niçin yavaş olmuş ya da hiç görülmemiştir. Bu soruya verilecek doğru karşılığın büyük önemi vardır. Eğer, azgelişmiş ülkelerin ekonomik ve toplumsal ilerleme yollarını nelerin tıkadığını kavramak ve bu engellerin, ilerde, ne yönde ve nasıl bir gelişme göstereceklerini anlamak istiyorsak, yukardaki soruya doğru karşılık vermemiz de kaçınılmaz bir görev oluyor demektir.
      Probleme en iyi yaklaşım, bugünün gelişmiş ve azgelişmiş ülkelerinde görülen kapitalizmi doğurmuş olan koşulları anımsamaktadır. Bu koşullar, feodalizm gibi uygun bir ad altında toplanan bir üretim biçimi ile bir toplumsal ve siyasal düzenin ürünleriydi. Bu sözümüz, "feodalizmin yapısı her yerde tıpatıp aynıydı" anlamına gelmez elbette. Tam tersine, nasıl "Tek bir kapitalizm tarihinden ve bunun sahip olduğu genel biçimden söz edilmesi yanlış, fakat, genel biçimleri birbirine benzeyen ve farklı zamanlarda aynı temel aşamalardan geçen bir kapitalizm tarihleri koleksiyonundan söz etmek doğru ise"[209] tıpkı bunun gibi, dünyanın çeşitli kesimlerinde görülmüş feodal sistemlerin tarihleri arasında da çok büyük farklar bulunduğunu kimse aklından çıkarmamalıdır. Doğrusu, Çin'in kapitalism-öncesi yapısı ve Hindistan'ın köy toplulukları üstüne [sayfa 279] kurulmuş toplum yapısı ile Avrupa'nın kapitalizm-öncesi gelişimine özelliğini veren ve kökleri tâ kölelik dönemine kadar uzanan toplumsal düzeni arasında dağlar kadar fark vardır; birçok tarihçiyi, "feodalizm," terimini kullanmakta kuşkuya düşürecek kadar büyük bir farktır bu. Bu tartışmaya girmeden, kendimizi, üstünde oldukça geniş bir görüş birliği bulunan bir önerme ile bağlamak istiyoruz. Kapitalizm-öncesi düzen, ister Avrupa'da, ister Asya'da olsun, gelişmenin belli bir aşamasında, bir parçalanma ve çökme dönemine girmiştir. Ülkesine göre, bu parçalanma şu ya da bu ölçüde şiddetlidir, çökme dönemi şu ya da bu uzunlukta bir süreyi kaplamaktadır. Bunlar önemli değil; önemli olan, hareketin genel yönünün her yerde aynı oluşu. Konuyu aşırı derecede basitleştirme tehlikesini göze alacak olursak, aralarında sıkıca kenetlenmiş fakat gene de birbirinden ayrılabilen birtakım süreçleri, ana özellikleriyle ortaya koyabiliriz. Birinci süreç şu: tarımsal üretimde, yavaş, fakat oldukça önemli bir artış var, tarım kesimindeki nüfus üstünde feodal baskılar arttıkça artmıştır, köylüler büyük kitleler halinde yerlerinden ediliyor, ayaklanıyor ve sonuç olarak da ortaya bir sanayi işgücü potansiyeli çıkıyor. İkinci süreç de şöyle: oldukça önemli ve genel bir işbölümü yaygınlaşması görülüyor ve bunun yanı sıra tüccar ve zanaatkar sınıfı gelişiyor ve kentler büyümeye başlıyor. Üçüncü süreç ise, oldukça kararlı bir biçimde genişleyip yükselen tüccar ve zengin köylü sınıflarının ellerinde, oldukça büyük bir göz alıcı bir sermayenin, birikmesi olayıdır.
      İşte bütün bu süreçlerin (ve ikinci derecede önem taşıyan daha bir yığın gelişmenin) birbirlerine eklenmesi sonucu, kapitalizmin ortaya çıkabilmesi için zorunlu önkoşulun yaratıldığı görülüyor. Marx'ın deyişiyle, "parasal servetin sermayeye dönüşebilmesini sağlayan, herşeyden önce, onun, özgür işçilerle karşı karşıya gelmesidir; gene böyle bir dönüşümün ortaya çıkabilmesi için, şimdi artık mülksüzleşmiş bulunan halk kitlelerinin, eskiden şu ya da [sayfa 280] bu yolla elde ettikleri (Marx, burada d'une maniŠre ou d'une autre ifadesini fransızca olarak kullanıyor, biz bunu şu yada bu yolla diye çeviriyoruz-ç.n.) geçim araç ve gereçlerini (yani canı tende tutmaya yarıyan her türlü metayı), pazarda satışa hazır, özgürce satılabilir görmeleri gerekmektedir".[210] Ne var ki, "kapitalizm" teriminin de açıkça anlatmak istediği gibi, stratejik önem hiç kuşkusuz ilk kapital birikimine, yani (Marx'ın yukarıdaki sözleri arasında bulunmayan-ç.n.) bir üçüncü noktaya verilmelidir. Doğrusu istenirse, yalnız tüccar sermayesinin birikimi, kapitalizmin gelişmesine yol açmaz.[211] Tüccar sermayesini ayırıp tek başına inceleme konusu yapmamızın ise iki gerekçesi var. Birincisi, feodalizmden kapitalizme geçişi sağlayan diğer koşulların hemen her yerde olgunlaşmakta bulunuşları; farklı zamanlarda ve farklı hızlarda olsa bile ticaret sermayesinin oluşumu dışında kalan koşulların, feodal düzenin iç baskı ve gerginliklerinin zorlanmasıyla, hemen bütün ülkelerde görülmüş bulunması. İkincisi de, feodal toplumun yapısını aşındırmada ve bu yapının bir daha ayağa kalkamayacak biçimde çöküşü için gerekli koşulları yaratmada, başlıca etkenin, tüccar sermayesinin birikiminde görülen genişlik ve hız ile, bu sınıfın (tüccar sınıfının yükselmesi oluşudur. Marx'tan bir alıntı daha yapalım: "Sermayenin, paradan ve dolayısiyle para biçiminde var olan servetten doğması, onun niteliği gereğidir. Aynı nedenlerle, görünüşte, dolaşımdan doğuyormuş, onun bir ürünü imiş gibi bir izlenim verir sermaye. Demek oluyor ki, sermaye, toprak mülkiyetinden doğmaz (olsa olsa, tarım ürünleri ticaretiyle uğraştığı oranda, ortakçılıktan da sermaye doğabilir); loncalardan da sermaye doğmamıştır (fakat doğması olasılığı vardı) kala kala, geriye tüccar ve tefeci serveti kalıyor sermaye oluşumuna kaynaklık edebilmek için."[212]
      Batı Avrupa'da, ticari servet birikimlerinin özellikle geniş olduğu, daha da önemlisi, bunların belli ellerde toplandığı görülmüştür. Bunun nedeni, kısmen de olsa, [sayfa 281] Batı Avrupa ülkelerinin coğrafyadaki konumları gereği, deniz ulaştırmasını ilk geliştiren bölgeler olma olanağına sahip bulunmaları, deniz ve ırmak ticaretinde hızlı bir büyüme gösterebilmeleridir. İşin tuhaf ve paradoksal bir yanı da var ki bunu da bir ikinci neden olarak gösterebiliriz : Batı Avrupa, doğal kaynaklar bakımından dünyanın başka yerlerine göre daha yoksuldur, söz konusu olan dönemde ekonomik kalkınma açısından, dünyanın öteki kesimlerinden daha geride kalmıştır; tâ içerlerine kadar sokulup ticaret hayatlarına el attığı öteki ülkeler, o zamanlar, Batı Avrupa'dan çok daha ileriydiler. Komşu ülkelerden elde edilme olanağı bulunmayan her çeşit tropikal ürünü elde çabası (baharat, çay fildişi, kök boya v.b. sağlama çabası), Doğu ustalık ve inceliğinin ürünleri olan nesneleri (yüksek kaliteli kumaş, süs eşyası, porselen v.b. gibi şeyleri) ithal etme çabası ve son olarak. Batı Avrupa'da kıt olan değerli metalleri ve taşları yağmalayıp getirmek için girişilen vahşi çabalar, hep bu durumun sonuçlarıydı. Bu şekilde gelişen uçsuz bucaksız bir ticaret yağma, korsanlık, düpedüz soygunculuk, köle ticareti ve altının keşfi eklenince, Batı Avrupalı tüccarın elinde, çok büyük servet birikimleri gerçekleşiverdi.[213]
      Bu servet, genellikle, kartopu gibi büyüyecekti. Deniz ulaştırmasının gereksinmeleri, bilimsel keşifler ve teknolojik ilerleme için kuvvetli bir dürtü oldu. Gemi yapımı, denizaşırı seferler için gemi donatımı, bu seferlere çıkanları korumak için olduğu kadar, bunların uzak ticaret ortaklarıyla "iş pazarlığında uyuşmalarını" sağlamak için, her türlü silâh, cephane ve gerecin yapımı, kapitalist girişimin gelişmesi için çok büyük bir itici güç oluşturdular. "Bir şey başka bir şeyi doğurur." ilkesi tam anlamıyla işlemeğe başladı, çeşitli dış-ekonomiler gittikçe arttı ve kalkınma gittikçe daha büyük bir hıza kavuştu. Burada, birikmiş sermayenin sanayi alanına yavaş yavaş nasıl kaydığını, bütün ayrıntıları ve değişik biçimleriyle ele almak gereğini duymuyoruz. Zengin, servet sahibi tüccar, [sayfa 282] ucuz ve devamlı mal sağlayabilmek için, parasını sanayiye yatırmağa başladı. Zenginleşmiş ya da para babası ticaret erbabı ile ortaklık kurmuş zanaatkarlar, işlerinin boyutlarını genişlettiler, atelyelerini büyüttüler. Zengin toprak ağalarının bile sanayi alanına el atmaya kalkması pek seyrek görülen olaylardan değildi (özellikle madencilik alanına göz dikmişti ağalar) ve böylece geniş kapitalist işletmelerin temellerini atıyordu onlar da. Fakat hepsinden önemlisi, kapitalist çıkarların etkisine şimdi her zamankinden daha çok boyun eğmiş olan devlet, ilerleyen ve serpilen işletmelere, gittikçe daha etkin bir biçimde yardım etmeye başlamıştı. "Bunların hepsi, toplumun yoğunlaşmış ve örgütlenmiş gücü olan Devlet'in erkini, feodal üretim biçimini kapitalist üretim biçimine dönüşmesini sağlamak ve bu dönüşüm sürecini hızlandırmak için serada sebze yetiştirircesine kullanırlar."[214]
      Bati Avrupa'nın ileriye doğru büyük sıçraması, başka ülkelerdeki ekonomik büyümeyi engellemeyebilirdi tabii. Bu ülkeler, Batı Avrupalı öncüleri ile aralarındaki uçurumu kapatmak şöyle dursun, daraltamadılar bile; fakat olsun, onlar da pekâlâ kendi büyüme süreçleri içine girebilirler, az çok ileri verimlilik ve üretim düzeylerine ulaşabilirlerdi. Aslında, bilimin ve teknolojinin öncülüğünü yapan Batı Avrupa uluslarıyla gittikçe genişleyen bir ilişki içinde bulunmak, bu ülkelerin ileri atılmalarını kolaylaştırmalıydı. Durum, onyedinci yüzyılın sonlarında ve onsekizinci yüzyılda, yani modern kapitalizmin başladığı çağlarda böyle görünüyordu doğrusu; şimdi az gelişmişler sırasında adı geçen bazı ülkelerde, o zamanlar, böyle atılımların belirtileri ve onlar için beslenen umutları haklı çıkartacak belirtiler vardı. İlk sermaye birikimi sürecinde hızlı bir ilerleme göze çarpıyordu, el sanatları ve sanayileri (manüfaktür) genişliyordu, gittikçe büyüyüp kabaran köylü ayaklanmaları, her yerde, yükselen burjuvazinin artan baskısı ile el ele veriyor ve kapitalizm-öncesi düzenin temellerini sarsıyordu. İster Rusya'da, Doğu ve [sayfa 283] Güneydoğu Avrupa'da kapitalizmin başlangıç dönemi tarihini inceleyelim ister kapitalizmin başlangıcını, Hindistan'a, Yakın Doğuya ya da hattâ Çin'e kadar götürelim, hep aynı olgunun varlığını göreceğiz. Bunların ve diğer ülkelerin, Britanya, Hollanda, Almanya ya da Fransa'nın geçtikleri yolun tıpatıp aynısını aşmış olacaklarını söylemek istemiyoruz tabi. Yalnız, ekonomik kalkınmanın doğal ortamı bakımından görülen farklar, coğrafyadaki konum ve iklim farkları değil, aynı zamanda, bir ülkenin, siyasal, kültürel ve dinsel geçmişi de, üretim, verimliliği artış düzeyinde ve hızında farklar yaratacaktır, yaratmıştır da. Aynı şekilde, bu farklar, her ulusun kapitalist sınıfının elinde toplanmış sermaye miktarları bakımından büyük değişiklikler yaratmış olmakla da kalmayacak, onların kapitalizm-öncesi siyasal ve toplumsal yapılarının sağlamlık ve esneklik derecelerini de belirleyecekti. Üstelik, hızları ve çizdiği zigzaglar ne olursa olsun, tarihsel devinimin genel yönelişi, öncü birlikler için ne ise, artçılar için de, gerilerde kalmış olanlar için de aynı olmuş gözükmektedir. "Sanayi bakımından daha ileri gitmiş olan ülke, daha az gelişmiş olana, kendi geleceğinin aynasını tutmaktadır yalnız."[215]
      Ne var ki, evdeki pazar çarşıya uymadı, gerçek bu yönde gelişmedi; Batı Avrupa aldı başını gitti, dünyanın geri kalan yerlerini arkalarda bıraktı; ancak bu, ne öyle şansa bağlı, kaza eseri bir sonuç olarak, ne de farklı halkların ırk özelliklerine bağlı bir sonuç olarak değerlendirilebilir. Aslında, bu sonucu yaratan, Batı Avrupa kalkınmasının kendi niteliği, kendi doğası idi. Çünkü, Batı Avrupa'nın dış dünyaya kapitalistçe dal budak salması son derece karmaşık etkiler yaratmıştı. Böyle bir dal budak olgusu, ister istemez, böyle etkiler yaratacaktı. Yabancı ilişkilere açık toplumların ulaşmış bulundukları gelişme aşamaları da, bu karmaşık etkilerin oluşumunda, hiç de küçümsenemeyecek bir rol oynayacaktı. İşte bunlardan dolayı, Batı Avrupa'nın Kuzey Amerika'ya girmesinin etkisi [sayfa 284] (ya da Avustralya ve Yeni Zelanda'ya girmesinin etkisi) ile Asya, Afrika'ya da Doğu Avrupa'nın Batı kapitalizmine "kapılarını açması"nın etkisi arasında, bıçakla kesercesine, çok belirgin farklar bulunduğunu öne süremeyiz. İlk örneklerde Batı Avrupa oldukça boş toplumlara (societal vacua) girmişti ve oralarda, sanki oraların kırk yıllık yerlisiymiş gibi yerleşmişti. İlk niyetleri buydu ya da bu değildi; çarçabuk kapıp anavatanlarına götürmek için yüksek kârlar peşinde koşan serüvenci tüccar olmalarının, Kuzey Amerika göçlerinde görüldüğü üzere siyasal ve dinsel suçlamalardan kaçan sığıntılar olmalarının ya da Avusturalya göçlerinde görüldüğü üzere, çeşitli nedenlerle sınırdışı edilmiş kişilerden olmalarının hiç de önemi yoktu; gelirken yanlarında bir miktar sermaye getirmişler miydi, yoksa salt saldırganlıklarından, becerikli oluşlarından ve sivri zekâlılıklarından başka bir şeyleri yok muydu; bu da önemli değil. Yeni ülkelere, "iliklerine kadar kapitalizm ile dolu" gelmişlerdi ve anılmaya değer bir direniş ile karşılaşmamışlardı ya (Davy Crockett'in akıllara durgunluk veren serüvenleri hariç) önemli olan buydu; kısa bir süre içinde, bakir sayılabilecek topraklara (olağanüstü bereketi olan topraklara) yerleşmeyi başarmışlar ve burada kendilerine özgü bir toplum kurmuşlardı. İşe kapitalist aşamadan başlayan bir toplumdu bu, yapısı böyleydi; feodal zincirlerle ve engellerle kösteklenmemiş bu toplumun, derdi gücü, verimli kaynakların geliştirilmesiydi, başkaca bir kaygısı yoktu. Toplumsal ve siyasal enerjileri, feodal egemenliğe karşı uzun süren bir savaşta tüketilmemiş olduğu gibi, feodal çağın alışkanlıklarının ve geleneklerinin üstesinden gelmek için de boş yere harcanmış değildi. Sermaye birikiminin ve kapitalist gelişmenin önündeki tek engel yabancı yönetimiydi. Ancak, iç gerginliklerden ve son derecede yoğun çatışmalardan hiç de kurtulmuş olmamakla birlikte -Benedict Arnold!-, yeni yeni serpilip boy atan burjuva toplumlarıydılar ve daha tarihlerinin ilk aşamalarında, yabancı yönetimini devirip [sayfa 285] başlarından atacak kadar birbirine bağlı ve güçlü, kapitalizmin büyümesine olanak sağlayacak bir siyasal çerçeve yaratacak kadar da akıllıydılar.
      Bu durum ile dünyanın öteki kesimlerinde olup bitenler arasında dağlar kadar fark vardır. Bu farkı ortaya çıkaran etmen, Hindistan'a, Çin'e, Güneydoğu Asya ülkelerine, Yakın Doğu'ya ve Afrika'ya giden Batı Avrupalı girişimcilerin, kapağı Kuzey Amerika'ya atanlardan, birçok bakımlardan değişik yapıda insanlar oluşları değildi. Hepsi de, Batı kapitalist gelişmesinin çarkından çıkmışlardı, birbirlerine benzerlerdi; hepsi de bencil umutlarla beslenmiş, işleri güçleri çapulculuk ve yağmacılık olan kişilerdi. Aradaki farkı yaratan ise, bunların Asya'da ve Afrika'da bulduklarının değişik oluşuydu. Amerika'da ya da Avustralya'da karşılaştıkları ile Asya ve Afrika ülkelerinde gördükleri arasında dünya kadar fark vardı.
      İklimin ve doğal çevrenin, Batı Avrupalı göçmenleri davet edecek kadar elverişli olduğu yerlerde, bu göçmenler, zengin ve eski kültürlere sahip köklü toplumlardı bunlar; henüz, kapitalizm-öncesi aşamasını ya da kapitalist gelişmenin oluşumsal aşamasını yaşıyorlardı. Kurulu toplum düzeninin ilkel ve kabile yaşantısı halinde bulunduğu yerlerde ise, genel koşullar ve özel olarak da iklim koşulları, Batı Avrupa göçmenlerin buralara, kitlesel yerleşmelerine olanak tanımıyordu. Sonuç olarak, her iki halde de, Batı Avrupalı konuklar, ev sahibi ülkelerden, mümkün olan en büyük kazançları elde etmenin yollarına bakıyorlar ve yağmalarını alıp kendi ülkelerine bir an önce dönmek için can atıyorlardı. Bunlar düpedüz yağmacı ve çapulcuydular ya da bu niteliklerini ticaret perdesi altına gizlemişlerdi; sızabildikleri, el atabildikleri yerlerden, dünyanın servetini alıp kaçmışlardır. "Sömürüsünde, ölünün sırtından kefenini çalacak kadar ileriye giden onyedinci ve onsekizinci yüzyıl sömürgecilik politikası, eski yüzyılların Haçlılarından ve Levant'ın Bizans topraklarını soyup sağana çeviren, eli silâhlı, İtalyan kent-soylu [sayfa 286] tüccarından çok az farklıydı."[216] Dahası şu: "Açık yağmacılık, esir etme ve öldürme yoluyla, Avrupa dışından kapılıp da anavatana getirilen hazineler sermayeye dönüştürüldü."[217].
      Servetlerin aktığı ya da çıktığı ülkelerin toplam üretimleri içindeki büyüklükler ya da oranlar üstünde o kadar çok duruyoruz, dikkatlerimizi bu konuda o kadar yoğunlaştırıyoruz ki, Avrupa dışındaki ülkelerden Batı Avrupa ülkelerine akan bu "tek yönlü servet aktarmalarının" salt büyüklüklerinin önemini gözden kaçırıyoruz. Oysa, oransal bir ölçüyle bile büyük bir servet aktarması yapılmıştı. Bununla birlikte, söz konusu aktarmaların, Batı Avrupa'nın ve bugünkü azgelişmiş ülkelerin kalkınmaları bakımından taşıdıkları önem son derece büyüktür; işin asıl önemli yanı, söz konusu kaynakların, "ekonomik yeri" olarak adlandırabileceğimiz niteliğinden çıkıyordu. Gerçekten de, Batı Avrupa'nın, toplam geliri içinde, denizaşırı işlemlerinden sağladığı ek artış, elinin altındaki ekonomik artığı geniş ölçüde çoğaltmıştı. Dahası var: Ekonomik artıkta meydana gelen bu çoğalma, hemen de yoğunlaşmış bir biçimde ortaya çıkıyor ve onu geniş ölçüde yatırım amaçları için kullanabilecek kapitalistlerin eline geçiyordu. Batı Avrupa'nın kendi kalkınmasına katkıda bulunan bu yoğun bolluk, sermaye birikimini kolaylaştıran bu "dış etmenin" katkısı konusunda ne söylense azdır; söz konusu aktarmaların büyük bir rol oynadıklarını söylemek katiyen bir abartma olarak görülmemeli.[218]
      Böyle bir aktarma ve özellikle bunun gerçekleşmesinde kullanılan yöntemlerin, en hafif deyimiyle gönülsüz olan "verici" ülkedeki etkileri çok daha büyük olmuştur. Sömürülen ülkelerin bütün kalkınma süreci sarsılıp altüst olmuş ve bundan böyle izleyecekleri yol büyük ölçüde saptırılmıştır. Batılılar, bu ülkelerin eski toplumlarındaki, antik yapılarındaki donmuş devinim için bir dinamit rolü oynamışlar ve onların kapitalizm-öncesi düzenlerinin parçalanıp dağılması sürecini geniş ölçüde hızlandırmışlardır. [sayfa 287] Tarımsal ekonomilerinin yıllanmış düzenlerini parçalayarak ve ihraç edilebilir ürünlere yönelmelerini zorlayarak, Batı kapitalizmi, onların köylük bölgelerindeki kendine yeterli ekonomik düzeni yıkmış ve pençesini attığı bütün ülkelerde, kapitalizm-öncesi düzenini oluşturan başka ne varsa hepsini bozarak, süratle, meta dolaşımının hacmini büyütüp genişletme yolunu tutmuştur. Köylülerin elindeki toprakları, modern çiftlikler kurma ve benzeri amaçlarda kullanma bahanesiyle kapıp alan -ve hatta birçok ülkede bir çırpıda bütün toprakları alan- ve sonra bunları yabancı girişimcilerin emrine veren Batı emperyalizmi, bununla da kalmamış, köy el sanatlarının karşısına kendi sanayi ürünlerinin öldürücü rekabet gücünü dikerek, büyük bir yoksul emekçi kitlesi yaratmıştır.[219] Böylece kapitalist girişimlerin alanını genişletmiş, pazar ekonomisinin gereklerine uygun bir hukuk düzeni ve özel mülkiyet ilişkileri düzeni geliştirmiş, sömürdüğü bu ülkelerdeki durumunu pekiştirmek için özel yönetim kurumları getirmiştir. Salt, yönetimine aldığı bu bölgelerdeki ekonomik ve siyasal egemenliğini genişletip sağlamlaştırmak için, ekonomik artığın bir kesimini, haberleşme sistemlerini geliştirmek, demiryolları yapmak, limanlar ve kara yolları açmak için kullanılmak üzere ayırmağa başlamıştır; bütün bunları yapmasından amaç, kârlı sermaye yatırımları için uygun bir ortam hazırlamaktır.
      Madalyanın yalnız bir yüzüydü bu. Bir kapitalist sistemin gelişmesi için bazı temel alt-yapı tesislerini kurup olgunlaştırma işine, karşı konulmaz bir enerji ile ve dört elle sarılan Batı emperyalizmi, bugünkü az gelişmiş ülkelerin, başka alanlardaki gelişim ve olgunlaşmalarını da, aynı gücünü kullanarak engellemiştir. Boyunduruk altına giren ülkelerin eskiden biriktirmiş oldukları ve yeni yarattıkları ekonomik artığın büyük bir kesimini alıp götürmesi, bu ülkelerin ilk sermaye birikimlerini gerçekleştirmeleri olanağını ellerinden almak demekti. Bu ülkelerin, öldürücü bir dış rekabet ile karşı karşıya kalmaları, yeni yeni palazlanmakta [sayfa 288] olan sanayilerini boğazlamaktan başka bir etki yaratmıyordu. Gerçi, meta dolaşımının artması, çok sayıda köylü ve zanaatkarın yoksullaşması, Batı teknolojisi ile ilişki kurmak gibi etmenler, kapitalizmin gelişmesi için güçlü bir itme ve elverişli bir ortam olarak değerlendirilebilirdi ama bütün bunlar, kalkınma yönünü saptırıyor, çarpıtıyor ve Batı emperyalizminin amaçlarına uygun, sakat bir kalkınma modeli ortaya koyuyordu.
      Demek oluyor ki, Batı kapitalizminin yörüngesine oturan halklar, feodalizm ile kapitalizmin arasındaki alacakaranlıkta kalmış bir kalkınmanın içinde, her iki sistemin de kötü yanlarından etkilenerek yaşamlarını sürdürüyorlar ve emperyalizmin yağmalama siyasetinin bütün etkilerine boyun eğmek zorunda kalıyorlardı. Kendi feodal ağalarından zaten yılmış olan fakat ne de olsa gelenekleri gereği buna katlanmayı bilen halkın başına, şimdi de yabancı ve yerli kapitalistlerin yumruğu inmiş oluyordu; acımasız ve insanlara dayanma güçlerinin sonuna kadar yüklenen bir yumruktu bu! Kendi feodal geçmişlerinden miras kalmış olan karanlığın ve baskının üstüne, şimdi de, kapitalistlerin akıllıca ve inceden inceye hesaplanmış yağmacı düzenleri ekleniyordu. Sömürülme oranları artmıştı, ama bunun meyvaları, verimli servetlerinde bir artış sağlamıyordu; daha çok üretiyorlardı ama ellerinde avuçlarında hemen hiçbir şey kalmıyor, ya dışarıya akıp gidiyor ya da yerli parazit burjuvazinin beslenmesine harcanıyordu bunlar. Derin bir sefaletin içinde yaşıyorlardı, ama yarınlarının daha iyi olacağına dair bir belirti de yoktu. Kapitalist bir düzende yaşıyorlardı sözüm ona, fakat ortada sermaye birikimi yoktu. Babadan, atadan kalma geçim araçları, sanatlar ve meslekleri ellerinden alınmıştı ama, onların yerini alacak bir modern sanayi de verilmemişti kendilerine. Batının ileri bilimsel buluşlarıyla kucak kucağa idiler ilk bakışta ama, aslında, geriliğin on koyu karanlıklarında yaşamaktaydılar.
      Bu sömürünün en iyi örneği, hiç kuşkusuz, Hindistan'dır. [sayfa 289] Doğu Hindistan Şirketi (East Indian Company) günlerinden bu yana, Hindistan'da olup bitenleri, hiçbir yoruma sapmadan ve ince eleyip sık dokumadan, gözler önüne sermek yeter de artar bile. Batı kapitalizminin savaş arabasının arkasına eklendikten sonra, Hindistan'da olup bitenler konusu, aralarında büyük görüş farkları bulunan yazarların bile bir anlaşmaya, bir ortak görüşe varabilecekleri kadar acık, az sayıda tarih konularının başında geliyor. Kimsenin, İngilizlere karşı önyargılı olmakla suçlayamayacağı bir otorite, bulgularını bakın nasıl koyuyor ortaya: "... Onsekizinci yüzyıla kadar, Hindistan'ın ekonomik koşulları oldukça ileriydi; Hint üretim yöntemleri ve sanayi ve ticaret örgütleri, o çağın geçerli modası neyse, başka ileri ülkelerde ne varsa, onlarla kıyaslanabilecek bir düzeydeydi... Dünyanın en iyi ipeklilerini ve diğer lüks kumaşlarını yapıp ihraç eden bir ülkeydi Hindistan ve bu sırada İngilizlerin ataları son derecede ilkel bir hayat yaşamaktaydılar; fakat sonradan Hintliler, bu vahşi barbarların soyundan gelen İngiliz torunların başlattıkları ekonomik devrime katılma başarısını gösteremediler."[220] Ancak bu "başarısızlık", ne bir kaza eseriydi, ne Hint "ırkının" özel yeteneksizliğinden ileri geliyordu.[221] İngiliz yönetiminin tâ başından beri, İngiliz sermayesinin Hindistan'ı kurnazca, merhametsizce ve sistemli olarak yağmalamasından ileri geliyordu bu "başarısızlık". Bu çapulculuk o denli akıllara durgunluk verici ölçüdeydi ve Hindistan'dan alınıp götürülen değerler o denli büyüktü ki, 1875 yılında, devrin Hindistan işleriyle görevli Devlet Bakanı olan Lord Salisbury şöyle öğütler verebiliyordu kendi yurttaşlarına: "Hindistan'da kan akıtılacaksa, dereler gibi akıtılmalı!"[222] Hindistan'dan çalınan servetlerin toplam tutarı, benim bilgime göre, bugüne kadar tam olarak değerlendirilememiş, dökümü tam alarak yapılmamıştır. Digby, Plassey ve Waterloo tarihleri arası -ki bu dönem İngiliz kapitalizminin en önemli çağını kapsamaktadır- için yapılan birtakım [sayfa 290] tahminlerden söz ediyor; bunlara bakılırsa, söz konusu dönemde, Hindistan'dan alınıp İngiltere'ye getirilen servetin 500.000.000 Sterlin ile 1.000.000.000 Sterlin arasında oynadığı görülecektir. Bunun büyüklüğü konusunda bir fikir vermek üzere, ondokuzuncu yüzyıl sonlarında Hindistan'da iş çeviren bütün anonim şirketlerin sermayeleri toplamının, ancak 36.000.000 Sterline eriştiklerini söylemeliyiz. Hindistan'ın en iyi istatistikçileri olan K. T. Şah ile K. J. Kambata'nın hesaplamalarına göre, içinde bulunduğumuz yüzyılın ilk onyıllarında, İngilizler, Hindistan'ın toplam ulusal gelirinin yüzde 10'una ulaşan bir değeri, her yıl alıp götürüyorlardı.[223] Bu akımın, yirminci yüzyılda, onsekiz ve ondokuzuncu yüzyıllardakinden daha küçük olduğunu varsaymak yanlış değildir. Şunu da unutmamalı ki, bu yüzde, yalnız dolaysız aktarmaları kapsamakta. İngilizlerin el koyduğu kaynaklar hakkında bir fikir vermemekte ve İngilizlerin Hindistan'a zorla kabul ettirdikleri ticaret hadleri dolayısiyle elde ettikleri kazançları (yani pahalıya satıp ucuza satın almaktan doğan kazançları) içine almaktadır.
      Bütün bu aktarmaların İngiltere için ne anlama geldiğini daha yakından görebilmek için Brooks Adams'ın çizdiği şu tabloya göz atmak uygun olacaktır:
      Hindistan'ın yağmalanması konusunda, Kalküta'da yüksek bir görevi bulunan Macaulay'dan daha bilgilisi çıkmaz... Kendi sözlerini aktaranların hepsinden daha az bağlıdır resmi sınıfın görüş açısına bu Macoulay. Plassey'den sonra, nasıl bir "servet sağanağının" yağmaya başladığını ve Clive denilen adamın, bu sağanaktan kabını nasıl doldurduğunu açık seçik anlatıyor. Sözü ona bırakalım: "Böyle hayata on parasız başlayan, soylu bir aileden de gelmeyen, buna karşılık daha otuzdört yaşına basmadan koskoca bir servetin sahibi olmayı başarmış başka bir İngiliz yoktur dersek, yalan olmaz! Fakat, gelen gideni aratırmış; Clive'in ayrılmasından sonra gelenler, bu adamın kendisi için ve hükümet için sağladığı [sayfa 291] kazançlardan çok daha büyüğünü elde ettiler; Clive'ın arkasından Bengal, gözü dönmüş binlerce İngiliz görevlisinin istilâsına uğradı. Bu görevlilerin astığı astık kestiği kestikti, sorumsuz ve aç gözlüydüler, özel kasalara varıncaya kadar boşalttılar. Bütün düşündükleri, bir an önce yüzbinlerce sterlini ceplerine koymak, bunun için önüne gelen yerliyi soyup soğana çevirmek ve sonra ilk araca atlayarak İngiltere'nin yolunu tutmaktı... Kalküta'da, bu şekilde korkunç hazineler biriktirildi; bu sırada otuz milyon insan, açlıktan erimiş, bir deri bir kemik kalmıştı... İngiliz yönetimi, toplumun ayakta kalmasını bile tehlikeye düşürecek kadar kötüydü. Sanki bir eski Roma Konsülü iş başındaydı; ülkenin en değerli mermer saraylarını söktürüp, canım hamamlarını yerle bir edip, bir iki yıl içinde, Campania kıyılarında kendisine bir köşk yaptırıyor, amber şarabı içiyor, cıvıldayan kuşlar arasında bir cennet hayatı yaşıyor, gladiyatör ordularıyla ve zürafa sürüleriyle gösterişe kalkıyordu; sanki bir İspanyol beyi iş başındaydı ve arkasında beddua eden, lanet okuyan insanlar bırakarak Meksiko'yu ve Lima'yı terkediyor, altın yaldızlı saltanat arabaları katarıyla Madrit'e giriyor ve arabaları gümüş koşumlu katanalar çekiyordu... Hayır, hayır, İngiliz yöneticilerin ve beylerin durumu bunlardan da şa'şaalıydı..."[224] (...) Plassey'den çok kısa bir zaman sonra Bengal yağmasının ganimetleri Londra'ya ulaştı ve hemen de etkisini gösterdi; bu alandaki bütün otoritelerin kabul ettikleri gibi, ondokuzuncu yüzyılı, bütün eski dönemlerden ayıran "Sanayi Devrimi", 1760 yılıyla, yani bu yağma ganimetlerinin Londra'ya ulaşmasıyla başladı. 1760 yılı öncesinde Lancoshire'de kullanılan pamuklu dokum" tezgâhı, Hindistan'da kullanılan tezgâh kadar basitti; 1750'lerde İngiliz demir sanayi sürekli gerileme halindeydi... Buhar makinesinin günlük hayata girecek kadar yaygınlaşmasını, insanlık, bunu icadeden adamdan çok, uygulamaya koyan kapitaliste borçludur, demek oluyor ki...[225]

      Bul çılgın şölenin, sermayenin ilk birikimi demek [sayfa 292] olan bu vahşi yağmanın, Hindistan'ın kalkınması üstündeki etkilerini, bu alanda standart bir eser olan Romesh Dutt'un kitabından, The Economic History of India'dan alacağımız aşağıdaki parçadan daha iyi kim anlatabilir:[226]
      "Hindistan'da, İngiliz yönetimi altında, ulusal servet kaynaklarının, bin bir çeşit soygun yoluyla, eritilip kurutulduğu bir yapımcı, hem de büyük bir tarımcı ülkeydi; Hint dokumalarını bütün Avrupaya ve Asya pazarlarını doldurup taşırırdı. Doğu Hindistan Şirketi ve Britinya Parlementosu, elbirliği ederek, yüz yıl kadar süren bencil bir ticaret politikası güttüler ve İngiliz yönetiminin daha ilk günlerinden başlamak üzere, Hindistanın yerli yapımcılarını engelleyip, İngiltere'nin yeni yeni palazlanmakta olan yapımcılarını yüreklendirip desteklediler; ne yazık ki bu da bir gerçek! Onsekizinci yüzyılın son onyıllarında ve ondokuzuncu yüzyılın ilk onyıllarında hiç değiştirilmeden sürdürülen bu politikanın hedefi, Hindistan'ı Büyük Britanya'nın sanayi kollarına kul köle etmek, Hint halkını yalnız ve yalnız ham madde üreten insanlar durumuna getirmek, onlara, Büyük Britanya'daki fabrika ve tezgâhların çalışması için malzeme sağlamaktan öte bir iş bırakmamaktı. Bu politika, şaşmaz bir kararlılık ve öldürücü bir başarıyla izlenmiştir. Hintli zanaatkarların, İngiliz şirketlerine ait fabrikalarda çalışmalarını zorunlu kılan buyruklar çıkarılmıştır; Hindistan'a yerleşen İngiliz tüccarın, köyleri ve dokumacı topluluklarını gönlüne göre denetleyip sömürebilmesi için, kanun ve buyruklardan doğan üstün yetki ve erklerle donatıldığı görülmüştür; koruyucu gümrük duvarları ile Hint ipekli ve pamuklularının İngiltere'ye girmesi önlenmiştir; buna karşılık, İngiliz mallarının, Hindistan'a gümrüksüz girmesi ya da simgesel bir gümrük ödeyerek girmesi sağlanmıştır... Avrupa'da, buhar gücüyle işleyen dokuma tezgâhının kullanılmaya başlanması, Hint dokuma sanayilerinin çöküşünü tamamlayan son darbeyi indirmiş; daha sonraları, aynı tezgâhların Hindistan'da kurulmaları [sayfa 293] üzerine, İngiltere, haksız kıskançlığını açığa vurmaktan çekinmemiştir. Hindistan'da pamuklu dokuma üstüne bir üretim vergisi konmuş ve bu buharla işleyen tezgâhların devreye alınmasını uzun süre engellemiştir... Hindistan'ın elinde, bir tarım kesimi kalmıştır artık... Fakat Britanya Hükümeti, tarımdan elde edilen bütün ekonomik rantı yutan bir Toprak Vergisi getirmiş ve bu vergi, tarımı felç ettiği gibi, tasarruf etme (dolayısiyle yatırım yapma) olasılığını ortadan kaldırarak, çiftçiyi yoksulluğun ve sürekli borçlu yaşamanın göbeğine itmiştir... Hindistan'da Devlet, topraktan servet biriktirme işine her zaman burnunu sokmuştur zaten, çiftçilerin gelirlerini ve kârlarını her zaman makaslamış ve ekicilerin sittin senedir yoksul yaşamalarına yol açmıştır... Hindistan'da Devlet, ne yeni işkolları açmış, ne de eski işkollarını, eski sanayileri canlandırma yolunu tutmuştur... Şu ya da bu nedenle bir üretim artışı oldu muydu, bu artış, aşırı vergilendirme yoluyla halkın elinden alınır ve Avrupa'ya götürülürdü; yerli yönetimde yarı aç yarı tok çalışan Hintlilere de bir miktarı ödendikten sonra tabii... Gerçekten de, Hindistan'ın suyu, başka ülkenin topraklarını sulayıp bereketlendirmekteydi..."

      İngiliz kapitalizminin istilâsı sonunda Hindistan'ın başına gelen büyük felâket her türlü ölçünün üstündeydi. Doğrusu ya, feodalizmden kapitalizme geçiş süreci ve kaynakların sermaye oluşumuna kaydırılması (yani bu sürecin ayrılmaz bir parçası), bu süreç bir kere "dönüşü olmayan yoluna" girdi miydi, artık zorunlu olarak, büyük acılara, yoksulluklara ve yoksunluklarla neden olacaktır. Toplumun ekonomik artığı, eli kulağında bir yığın ayaklanmayı, çatışmayı ve güçlüğü de beraberinde getirerek, bir kullanımdan başka bir kullanıma aktarılmakla kalmıyordu yalnız; bu artığın büyük bir kesimi, kötü beslenen, kötü kılıklı, izbelerde yaşayan ve çok çalışan halk kitlelerinin emeğinin sıkıştırılıp posası çıkarılmak yoluyla elde ediliyordu. Gene de bu artık -yetersiz ve akılsız bir biçimde [sayfa 294] de olsa- verimli yatırımlar için kullanılıyor ve ilerde, üretim ile verimliliğin artışına yarayacak temellerin atılması yolunda değerlendiriliyordu. Hiç kuşkusuz, Britanya'nın koparıp götürdüğü ekonomik artık, Hindistan'da yatırılmış olsaydı, bu ülke, bugünkü içler acısı durumunda olmaz, ekonomik kalkınmasında belli bir yere gelmiş olurdu. Hindistan'ın bugüne kadar katedeceği yolun, kendi zengin kaynaklarıyla orantılı ve halkının potansiyeli ile tutarlı, adamakıllı uzun bir kalkınma yolu, ileri bir yol olup olamayacağın tartışmak bile yersizdir! Herhalde, birbirini izleyen Hintli kuşakların, şu son iki yüzyılın sonunda ulaşılan felâketli durumla uzaktan yakından bir ilişkisi bulunmayan bir alın yazıları olacaktı o zaman.
      Hindistan'ın ekonomik potansiyeline verilen zarar, halkının elsiz ayaksız bir durumda bırakılmasıyla, belki de daha kalıcı bir durum kazanmış oldu ve bu herhalde çok daha yıkıcı oldu. "Bütün iç savaşlar, istilâlar, ihtilâller, fetihler, ve kıtlıklar, yani tuhaf bir karmaşıklığı, oldu-bittisi ve yıkıcılığı olan bu ardışık olaylar, Hindistan toplumunun aldığı derin yaraların açıklanması için yeterli olgular değil. İngiltere, Hint toplumunun bütün çerçevesini, bütün yapısını yerle bir etti; görünürlerde hiçbir yeniden kurma olanağı da yoktur henüz. Eski bir dünya yitirilmiştir ama yenisi de kazanılamamıştır Hindistan'da; Hindu'nun bugünkü sefaletini yaratan özel bir melankoli, İngiliz buyruğu altındaki ülkeyi, bütün eski geleneklerinden ve bütün geçmiş tarihinden bıçak gibi kesip ayırmıştır."[227]
      Britanya'nın Hindistan'daki politikası, eski Hint despotlarının yönetim örneğini andırıyordu geniş ölçüde; geçmişle tek bağlantı bu noktadaydı ve Macaulay bunu çok iyi biçimde dile getirmektedir: "Seçkin bir kulların, yeteneğinden ve zekâsından korkup çekindikleri ve onu öldürmeyi de göze almadıkları zaman, ona, günde bir doz pusta içirirlerdi, bir çeşit afyonlu ilâçtı bu; adamcağız, birkaç ay içinde, gövde ve kafa olarak çöker, perişan olur ve zavallı bir budala olur çıkardı. Bu yönteme başvuranlara [sayfa 295] lâyık, insanı öldürmekten de beter eden, süründüren bir uygulamaydı."[228] Hindistan'ın İngiliz yöneticileri, Hint toplumunun bütün değerlerini böyle böyle çökerttiler işte. Sistemli çalıştılar! Toprak ve vergi politikaları ile Hint köy ekonomisini yıktılar, onun yerine, parazit toprak ağalarını ve tefeci sülükleri koydular. Ticaret politikaları, Hintli zanaatkârları çökertti ve kentlerin çevrelerini, milyonlarca aç ve hasta insanın barındığı gecekondularla doldurdu. Ekonomi politikaları, yerli bir ekonomik kalkınmaya dayanak olabilecek ne varsa sildi süpürdü ve toplumun başına, çürümekte olan bir düzenin çöplüğünde doğup güvensiz ve kısır bir ömür sürerek gününü gün etmeğe çalışan istifçileri, küçük burjuvaları, komisyoncuları ve böyle daha bir yığın hergeleyi belâ etmiş oldu. "Bir yanda toprak ağaları ve prensler, bir yanda boyunları eğik-bir sürü memur, köy muhtarlarından (patravi'den) yukarıya doğru bir sürü hazır yiyici! İngiliz yönetimi, kendi yerini sağlamlaştırmak için, bu yönetime göbeğinden bağlı, elde etmiş oldukları ayrıcalıkları ancak bu yöntemin sürüp gitmesiyle yaşayacak böyle yeni sınıf ve tabakalar yarattı... Bu yöntemlere, bir de, bütün İngiliz yönetimi boyunca sürüp giden, Hintlileri kendi aralarında bölme ve birbirine düşürme politikasını eklemeliyiz."[229] İngilizlerin eğitim politikaları ise zaten belli bir şeydir. Nehru'nun yukarıdaki sözleri aldığımız kitabında, Kayye'nin life of Metcalfe Metcalfe'nin Yaşamı) adlı eserinden alınan şöyle bir parça görüyoruz: "...bilginin özgürce yayılması korkusu iyileşmez bir hastalık hâline geldi... Hükümet üyelerine korkulu rüyalar gördürüyor, Avrupa Tarihi'nin Baskı Makinası ve İncil olaylarının burada da yinelenmesi tüyleri diken diken ediyor, saçlarını dehşetle bir karış havaya kaldırıyordu. O günlerde, bizim eğitim politikamız, Hintlileri en derin karanlıklarda ve barbar yaşantıları içinde tutmak, bilgi ışığının halkın arasında yayılmasını önlemek için, her türlü olumlu girişimi önlemekti; gerek kendi yönetimimizin altındaki yerlerde, gerek bağımsız ülkelerde yürüttüğümüz [sayfa 296] bu politikaya şiddetle karşı çıkanlar ve kızanlar vardı."
      Hindistan'da iki yüzyıl süren Batı Kapitalist boyunduruğunun etkilerini değerlendirirken ve Hindistan'ın bugünkü geriliğinin nedenlerini çözümlerken Nehru, bakın neler söylüyor ve nasıl doğru söylüyor: "... Bugün karşılaştığımız büyük sorunların hemen hepsi, İngiliz yönetimi zamanında boy atmışlardır ve İngiliz politikasının doğrudan sonuçlarıdır: prensler sorunu; azınlıklar sorunu; çeşitli, iç ve dış, yerli ve yabancı çıkarları sorunu; sanayinin yokluğu ve tarımın ihmal edilmişliği sorunu; sosyal hizmetlerin son derece geri oluşları sorunu; ve hepsinden önemlisi, halkın içler acısı yoksulluğu sorunu."[230]
      Söylemeğe gerek bile yoktur ki, bütün bunları, Hindistan'ın İngilizlerden önceki geçmişini idealleştirmek ve romantik bir biçimde "Kaybolmuş bir Cennet" olarak sunmak için anlatmıyoruz. Daha önce sözünü ettiğimiz yazılarından birinde Marx, Hindistan'ın eski günlerini pek güzel dile getirmektedir:
      "... Şunu hiç bir zaman akıldan çıkarmayalım ki, bu şairane köy toplulukları, ilk bakışta kuzu postuna bürünmüş görünseler bile, daima Doğu despotizminin sağlam dayanakları olmuşlar, insan kafasını sonuna kadar sıkıştıran bir mengene görevi yapmışlar, bâtıl inançlara boğulmuşlardır, geleneksel kurallardan dem vurarak esir etmişledir bu kafayı, bütün görkeminden ve tarihsel enerjilerinden yoksun kılmışlardır. Barbar bencilliğini, biran olsun unutmamalıyız, eline geçirdiği bir parça toprağa sıkı sıkıya sarılmış ve oturduğu yerden, imparatorlukların çöküşünü akli almaz işkenceleri ve zulümleri, büyük kentlerde yaşayanların kitleler hâlinde kılıçtan geçirilmelerini doğal olaylarmış gibi tevekkülle, kılı kıpırdamadan seyretmiş bulunan ve kendisi de saldırganın pençesine düşebilecek âciz bir yaratık olduğu halde, beni sokmayan yılan bin yaşasın felsefesine sığınıp kabuğunda bekleyen bu barbar pısırıklığını bir an olsun unutmamalıyız. Bu onursuz, bu miskin, bu bitkisel hayatın, bu bir çeşit edilgin varolma çabasızlığının, [sayfa 297] vahşi ve bilinçsiz yerle bir etme tutumlarına ve güçlerine çanak tuttuğunu ve Hindistan'da cinayeti bir çeşit dinsel tören hâline getirdiğini de unutmamalıyız. Bu küçük toplulukların kast ve kölelik düzenleriyle zehirlenmiş olduklarını, insanın çevre koşullarına boyun eğmesini kolaylaştırdıklarını, onu koşulların efendisi yapmak varken kölesi yaptıklarını ve böylece, kendi kendini geliştiren bir toplumsal durumu, hiç bir zaman değişmeyecek bir doğal kader hâline dönüştürdüklerini ve böylece insanı hayvanlaştıran bir doğaya tapınma dini ortaya çıkardıklarını da asla unutmamalıyız."[231]
      Bütün bunları unutamayız ama, Hindistan'ın kendi başına bırakılmış olması hâlinde, zaman içinde, daha kestirme ve daha az engebeli bir yoldan geçerek, daha iyi ve daha zengin bir toplum düzenine ulaşabileceğini de gözden uzak tutamayız. Bu yol üstünde, bir burjuva devriminin temizliğinden geçeceğinden ve uzun bir kapitalist kalkınma yolunun kaçınılmaz fiyatını ödeyerek ilerleyebileceğinden de kuşkumuz yoktur. Eğer kendi başına kalsaydı, kendi yolunu tutabilseydi, bugün tamamen farklı bir Hindistan var olurdu (ve tamamen farklı bir dünya!) eğer, daha şanslı bazı ülkelerde görüldüğü gibi, Hindistan da kendi kaderini çizebilseydi, kaynaklarını kendi çıkarları için kullanabilseydi, enerjilerini ve yeteneklerini kendi halkının ilerlemesine yöneltebilseydi bambaşka bir Hindistan görecektik bugün!
     
       

III


      Tabi yukardaki sözlerimiz kurgu (spekülasyon) niteliğinde, fakat haklı bir kurgu... Çünkü, bugünün azgelişmiş ülkelerinin hepsinin başına Batı kapitalizmi tarafından açılmış belâların, birikmiş eski servetlerinin ve o anda elde ettikleri ürünlerin yığınlar hâlinde kaldırılıp götürülmesinin, yerli ekonomik kalkınmanın her türlüsüne karşı girişilen insafsız baskıların ve soysuzlaştırmaların, toplumsal, [sayfa 298] siyasal ve kültürel hayatlarında yaratılan sistemli çürütme eylemlerinin elbette bir seçeneği (alternatifi) vardır ve bu hiç de bir varsayım, bir salt "olsayla bulsa" hesabı değildir.
      Bunun böyle olduğunu, komşularının âkibetinden kurtulmayı bilmiş ve oldukça yüksek bir ekonomik kalkınma düzeyine ulaşmayı başarmış bir tek Asya ülkesinin tarihinde açık olarak görmekteyiz. Japonya'dır bu ülke. Söz konusu edilen dönemde, yani Batı kapitalizminin Hindistan'ı yerle bir ettiği, Afrika'yı ve Güney Amerika'yı boyunduruğu altına aldığı ve Çin'in kapılarını ardına kadar açtığı dönemde, Japonya'daki koşullar, Asya'nın başka yerlerine kadar elverişliydi olsa olsa, hattâ daha bile kötüydü bir çok yerlerde görülen koşullardan. Gerçekten de Japonya, "katıksız feodal toprak mülkiyeti düzeniyle ve gelişmiş küçük köylü ekonomisi" (Marx) ile, bir feodal toplumun iç gerginliklerinin ve çatışmalarının yarattığı aşınma ile, feodal ayakbağları ve sınırlamaların cenderesi altında, kapitalizm-öncesi düzeni yaşayan bir başka ülkeden daha fazla bocalamakta idi. "İki yüz yılı aşan bir süre boyunca, büyüme ve değişmeyi önlemek için her türlü çaba harcandı... toplum, hukuk bakımından hiç değişmeyen bir sınıf kalıbı içinde donduruldu... Toplumun ekonomik artığı, savaşçı sınıfın varlığını devam ettirmek için harcanıyordu çoğunlukla, yatırımlar için elde pek az bir şey kalıyordu... Kapalı sınıf sistemi, yaratıcı enerjileri boğuyor, emek ve yeteneklerinin geleneksel işlerde donup kalmalarına sebep oluyordu. Sınai kalkınmanın önündeki bu engellerin silinip süpürülmesi düşünülür şey değildi."[232]
      Fakat bu arada, feodal düzenin sert kabuğunun altında, bir yandan da kent ve köy tüccarlarının elinde hızlı bir sermaye birikimi gerçekleşmekteydi,[233] Bir eli yağda, bir eli balda olan burjuvazinin yığdığı servetin niceliği konusunda bir fikir elde etmek için şu rakama bakalım: "1760 yılında Bakufu, 1 781 000 ryo tutarında bir "borç" almıştı büyük ticaret loncalarından, ki bu para devletin [sayfa 299] bir yıllık olağan giderlerini karşılayabilecek mertebedeydi"[234] Böyle "borçlar" hemen hiç geriye ödenmedikleri için yalnız tüccar sınıfının zenginliği konusunda bir gösterge olmakla kalmıyor, hükümetin bu sınıf üstündeki kaba kuvveti hakkında da bir fikir veriyor. Bu tür baskılar yalnız para koparmakla da kalmıyordu.[235] "Ülkeyi yönetenler, tüccar sınıfını çeşitli sınırlamalar altında tutuyordu; bunların giyim kuşamları, ayakkabları, şemsiyeleri ve bunlara benzer daha bir sürü ayrıntılı kanunla düzenlemişti. Hükümet, bir tacirin daimyo adına benzer bir ad almasına izin vermediği gibi, bunların samurai bölgelerinde oturmalarını da yasakladı. Doğrusu ya başka hiç bir feodal soylu sınıfı para kazanma ve para kazananlar konusunda Tokugawa törecileri ve hukukçuları kadar büyük bir tiksinti duymamıştır tarihte."[236]
      Tokugawa egemenliğinin yıkılmasında, farklı sınıfların oynadıkları rol ve "şeref" payları konusunda Japonya tarihçileri arasında bazı görüş ayrılıkları bulunmakla birlikte, hızla gelişen kapitalist ilişkilerin, feodal düzenin engellerine karşı baskı yarattıkları ve bunun Meiji Restarasyonunu oluşturan temel güç görevi yaptığı üstünde hiç bir kuşku yoktur. Biz burada, on dokuzuncu yüzyıl boyunca Tokugawa rejiminin tâ temellerine inen bir sarsıntı yaratan ve gittikçe büyüyüp kabaran köylü ayaklanmaları dalgasını ve (aşağı) samurai takımının dağ gibi yükselen muhalefetin çok büyük siyasal önem taşıdığını bilmeyerek konuşuyor değiliz; bunların etkilerini küçümsemediğimiz gibi, yeni düzenin kurulmasında, tüccar sınıfının oynadığı siyasal rolü abartmak niyetinde de değiliz.[237] Bütün devrimlerde olduğu gibi, burada da, ancien regime'in (eski düzen) devrilmesi, birbirinden farklı (heterojen) sosyal gurupların ortak çabalan ile gerçekleşti. Bu sosyal guruplar arasında en etkin olanları ve en göze batanları, decllass‚ olmuş (sınıfından çıkmış ya da kovulmuş) savaşçılar umduklarını bulamamış aydınlar, Tokugawa egemen gurubunun dışında bırakılmış ve süngüsü düşmüş saraylılar [sayfa 300] öfkeli birtakım derebeyleri olmakla birlikte, hareketin yönünü ve sonuncunu belirleyen, yükselen burjuva sınıfıydı; Devrim'in siyasal ve ekonomik meyvalarını devşirmek, kapitalist sınıfına nasip oldu." Samurai'lerin siyasal ve askeri girişim ve başarılarından daha az dramatik, fakat, Bakufu'nun devrilmesinde ve yerine yeni bir rejimin kurulmasında daha önemli rolü oynayan, büyük chonin, özellikle de Osaka chonin'i idi; Japonya'daki tüm zenginlerin % 70'ine sahip olduğunu söyleyen Osaka chonin'i Restarasyon için girişilmiş savaşta kesin sonuca götüren çalışmaları mâli yönden destekledi; bu işlere avuç dolusu para yatırmasaydı, söz konusu Devrim kolay gerçekleşmezdi."[238]
      Japonya'da Meiji Devrimi ile meydana gelmiş olan değişikliklerin ayrıntılarına girmek, bizi gereksiz yere, amacımızdan ve konumuzdan uzaklaştıracaktır. Şu kadarını belirtmekle yetinelim ki, bu devrim, kapitalist gelişme için zorunlu siyasal ve ekonomik ortamı yarattı. Nasıl ki, hükümetler, örneğin, VII. ve VIII. Henry hükümetleri, tarihsel çözülme sürecinin araçları ve sermayenin varlık koşullarının yaratıcıları olarak"[239] bir rol oynamışlarsa, Restorasyondan doğan rejim de, ülkenin ekonomik gidişini kökünden değiştirmekte ve gerek henüz tamamlanmamış ilk sermaye birikimini, gerek biriken sermayenin ticaret alanından sanayi alanına aktarılmasını sağlayacak bir itici güç görevi yapmakta, öyle göze batıcı bir örnek ortaya çıkardı.
      İlk sermaye birikimini sağlamak için, doğrudan üretici olan halkın, mümkün olduğu kadar soyulup soğana çevrilmesi konusunda hiç bir çaba esirgenmedi. Büyük ölçüde tarıma doyalı, nüfusunun % 70-75'i tarımla uğraşan bir ülkede, ekonomik artığın büyük kesimi köylüden başka yerden gelemezdi zaten.[240] Bu da, Japon kalkınmasına özelliğini veren şeyin işlemesiyle oluyordu: tarımda feodal ilişkilerle, güçlü, merkezi, kapitalist-egemenliğinde bir devletin elele vermeleri sonucu, her türlü kalkınma olanak [sayfa 301] ve aracını kapitalist girişimlerin emrinde bulundurmak.[241] Gerçekten de, yeniden biçim ve "yön" verilmiş devlet'e, şimdi artık egemen sınıf durumuna geçmiş bulunan toprak sahibi Jinushi'lerin ortak baskıları altında, köylünün sırtındaki yük ağırlaştıkça ağırlaşmıştı. Tarımsal üretimin, bunun doğrudan üreticileri olan kimselerin elinde kalan kısmı, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında % 39 iken, bu oran, Meiji hükümeti tarafından yürürlüğe konulmuş tarım reformundan sonra % 32'ye düşmüş ve tâ 1933-1935 yıllarına kadar bir türlü % 42'ye ulaşamamıştı.[242] Bu bakımdan, Japonya'da ilk sermaye birikiminin başlıca kaynağı olarak, ülkenin yakın çağ tarihi boyunca köy kesiminin bir iç sömürge rolü oynadığını söylersek bir abartma yapmış olmayız.[243]
      Köylü ürününe, hiç acımadan, doğrudan el konulması olarak özetlenebilecek geleneksel politika terkedilmiyor, aksine, toplam ekonomik artığı en yüksek noktasına çıkarmak amacıyla, buna daha bir sürü yeni soygun yöntem ve aygıtı ekleniyordu. Tarım-dışı iş kollarında çalışan işçilerin ücretleri, kamçı zoruyla, bir lokma bir hırka düzeyinde tutuluyordu ki tarımdan boşanan nüfus artığı ile dolup taşan bir ülkede kolayca uygulanabilen bir ilkeydi bu. Bundan da önemlisi, Meiji yönetimince başlatılmış sistemli enflâsyon politikasıydı; enflâsyon yalnız, sermaye birikimini kolaylaştıran bozuk bir gelir dağılımı rejimini getirmekle kalmıyor, boş duran kaynakların harekete geçmesini sağlayarak ekonomik artığın büyümesine de yol açıyordu.[244] Ancak, ilk sermaye birikiminin en büyük kaynağı bunların dışındaydı; ilk sermaye birikimine en büyük katkı, hükümetin, topraklarından ettiği ağalara borçlarını ödemek üzere çıkardığı tahvillerden ve bu ağaların eski borçlarını hükümetin üstlenmiş olmasından doğuyordu. "Feodal ağalar, gelirini köylüden elde eden, köylünün sırtından geçinen geleneksel çiftlik ağası olmaktan çıkmış, yeni sermayeye dönüşmüş servetini, bankalara, hisse senetlerine, sanayi ve tarım işletmelerine yatıran bir sermaye babası hâline gelmiş, [sayfa 302] yani gelirinde bir şekil değişikliği olmuş, böylece de, küçük mâli oligarşi gurubuna katılmıştı."[245] Samurai'lerin hükümetin kendilerini de artık düzenli bir gelire, bir maaşa bağlaması isteklerine karşılık verildi; bunlara faiz getiren devlet tahvilleri dağıtıldı ve bu da, eldeki (yatırılabilir) sermaye stokunun büsbütün şişmesine, büyümesine yol açtı. Hızla gelişen banka sistemi tarafından toplanan ve yönetilen bu sermaye, çok büyük bir kredi genişlemesine temel ve yönetilen bu sermaye, çok büyük bir kredi genişlemesine temeli olmuştur. Hükümetin doğrudan doğruya bankalardan borç alması, Hazine'nin, zamanın önde gelen bankaları olan Mitsui, Ono, Simada, Yasuda ve diğerleri ile hemen tamamiyle içice girmiş bulunması ve bu işbirliği soncu bankaların ölçüsüz kâr etmeğe başlamaları gibi olgular üstüste konulacak olursa mâli kuruluşların ellerindeki göz kamaştırıcı sermaye yığılımının ne kadar büyük olduğu daha iyi anlaşılır.[246]
      Burjuvazinin kasalarını doldurmak için elden gelen her şey yapıldığı halde, yeni ve çok büyük servetler yaratarak, yeni ve eski kapitalistlerin işleri için yararlanabilecekleri sermayeyi arttırmak için hiç bir şey esirgenmediği halde bütün bu çabalar, kendiliklerinden, sanayi gelişimini sağlayacak yatırımlara bir türlü o ilk hızı veremediler. Tokugawa döneminin son zamanlarında olduğu gibi, Meiji Restorasyonundan sonra da, çok büyük servetlerin tüccar elinde toplanması, üstelik şimdi bol ve ucuz işgücü de el altında bulunduğu halde, tüccarın yönettiği işlerden, girişimcilerin yönettiği sanayi işlerine doğru bir kaymayı, bir aktarmayı bir türlü gerçekleştiremiyordu. "Bir çok tüccar aileleri... en başta da Mitsui'ler, sanayinin gelişmesinde öncü rolünü oynadılar; ancak, Meiji döneminin ilk yıllarında, hemen bütün ticaret erbabı, mal istifçiliği, alışveriş tefecilik gibi geleneksel işlerine inatla bağlı kaldılar."[247] ilk sermaye birikimi süreci tamamlanmış olmaktan hâlâ çok uzaktı; Japonya; kapitalizmin merkantil (ticari) döneminden geçmekteydi henüz. [sayfa 303]
      Daha önce de vurguladığımız gibi, ticaret burjuvazisi, sanayi kapitalizmine geçişi, hiç bir zaman, kendi başına gerçekleştirememiştir. Yükselen kapitalist sınıfın denetim altında tuttuğu devletin, cömertçe sağladığı enerjik desteğe dayanmak zorunda kalmıştır her zaman. Böyle bir itici güç, böyle bir destek, Meiji Devrimi ile yaratılan modern kapitalist devlet tarafından gerçekten sağlanmış, Japon ekonomisi, bu destek sayesinde gelip takıldığı ölü noktadan kurtarılmış ve sanayi kapitalizminin rayına oturtulmuştu. Marx'ın, sanayi kapitalizminin doğuşu ile ilgili, genel ifadelerde anlattığı gözlemleri, Japonya'nın Meiji Restarasyonu zamanındaki koşullarını da tam bir doğruluk ve kesinlikle yansıtmaktadır. "Para ya da mal sahibi bir kişinin, kapitalist hâline gelmek için elinde bulundurmak zorunda olduğu asgari değerler toplamı, kapitalist üretimin değişik gelişme aşamalarına göre, farklı olur ve belli bir gelişme aşamasında, bu aşamanın kendine özgü teknik koşullarına bağlı olarak, değişik üretim alanları için farklılıklar gösterir. Belli bazı üretim alanları, daha kapitalist üretimin başlangıç evrelerinde, hiç bir kimsenin tek başına sağlayamayacağı asgari bir sermayeyi gerektirebilir. Özel kişilerin devlet yardımı görmesinin bir nedeni budur. Colbert dönemi Fransa'sında ve günümüze kadar varlıklarını sürdürmüş bazı Alman devletlerinde bunun örneklerini görüyoruz. Sanayi ve ticaretin belli dallarında çalışma tekelini hukuki olarak ele geçirmiş olan şirketlerin oluşumu da, kısmen, bu gerçeğe, yani hiç kimsenin tek başına belli bir sermayeye sahip bulunmamasına bağlıdır."[248]
      Meiji devleti çok daha ileriye gitti; demiryolu yapımına, gemi makina yapımına; ve benzeri işlere büyük yatırımlar yaptı. Japon sanayileşmesinin ilk dönemlerinin hikâyesi çok anlatılmıştır: bu hikâyede, sanayi kapitalizminin gelişmesini hızlandırmakta hükümetin oynadığı önemli rol temcit pilâvı gibi hep öne sürülür. Bu hükümet politikasının nasıl yürütüleceği nispeten önemsizdir. Bazı hükümet yatırımları, artık samurai'lere ödenmesi zorunlu olmayan maaşların bu yöne kaydırılması ile gerçekleşti; o zamana kadar, [sayfa 304] samurai'lere verilen paralar, hükümetin bütün olağan gelirlerini yutmaktaydı. Başka bazı girişimler de, hükümetin yatırımcılara sağladığı büyük garantiler altında yürütülmekteydi. Yeni kurulan işletmelerin üretimlerine uzun yıllar için satınalma garantisi veren hükümetin, bu yolla yürüttüğü bir başka yatırım özendirme politikası daha vardı. Bu yollardan hangisi seçilmiş olursa olsun, sonuç, sanayi sermaye gücünün akıl almaz ölçülerde büyütülmesiydi. Mitsubishi, Mitsui, Sumi tomo, Okura ve geleceğin diğer "Zaibatsularının", çeşitli devlet kapılarından elde ettikleri kârlar, doğrusu, inanılmaz rakamlara ulaşmaktaydı. Bu kârları bile gölgede bırakan bir şey vardı yalnız: hükümetin kendi elindeki işletmeleri, "yeniden özeli kesime devretme" politikasının sonucu olarak elde edilen özel kârlar. "İşte bu politika, hükümetin model fabrikalarını komik denecek kadar düşük fiyatlarla, yok pahasına özel kesime satması da hesaba katılacak olursa, mâli oligarşinin gücünü, hiç kuşkusuz, büyük ölçüde arttırmıştı."[249]
      Demek oluyor ki, tarihi yeniden kaleme alma sevdasındaki modern yazarlarımızın, son derecede sudan sebeplerle, bütün ekonomik ilerlemenin ilk yaratıcıları ve hızlandırıcıları olarak sundukları, atılgan ve yenilikçi girişimci tipi, [250] Japon sanayileşmesinin ilk dönemlerinde pek de ortalarda görülmüş değil; hoş, bu tip başka ülkelerde de görülmüş değildir ya! Ortada olan bir şey varsa o da şuydu, sermayeyi, pek hoşlandığı istifçilik ve tefecilik işlerinden çekip, üretken alanlara yatırımda bulunmaya yöneltebilmek için, devletin, aşırı ölçüde kol kanat germesi ve rüşvet ödemesi gerekmişti.
      Bu sonuncu nokta, bizi, şimdiki tartışmamızın tâ başında sorduğumuz ve işin canalıcı noktasını oluşturan soruya götürmektedir. Japonya'nın, dünyanın bugünkü azgelişmiş ülkelerinin hepsinden son derece farklı bir yolu izleyebilmesini sağlayan neydi? Sorumuzu bir başka türlü daha sorabiliriz: Japonya'da, daha doğduğu andan başlayarak, kapitalizmin güçlü ve durmak bilmez bir motoru olarak [sayfa 305] hizmet gören burjuva egemenliğindeki bir rejimin kurulmasına yol açan böyle bir "burjuva devriminin" oluşumunu sağlayan tarihsel koşullar yumağı neydi?
      Bu sorunun karşılığı, hem son derecede karmaşık, hem de son derece basittir. Basittir çünkü: özüne indirgendiğinde sorun, gelir. Japonya'nın Asya'da (ve Afrika ile Latin Amerika'da), Batı Avrupa ya da Amerikan kapitalizminin bir sömürgesi ya da mandası olmaktan kurtulmuş ve bağımsız bir ulusal kalkınma şansına sahip olmuş biricik ülkesi olması olgusuna dayanır. Karmaşıktır, çünkü; Japonya'ya bu şanslı durumunu sağlayan şey, birbirinden oldukça bağımsız bir sürü etmenin, mutlu bir rastlantı sonucu, bir araya gelmesiydi.
      Bu etmenler arasında başta geleni -ve Batı Avrupa'da, özellikle de Büyük Britanya'da görülen paradoksu andıranı-, Japon halkının geriliği ve yoksulluğu ile ülkenin doğal kaynak kıtlığı idi.[251] "Japonya, gerek yabancı yapımı mallar için bir pazar olarak, gerek Batı sanayii için bir ham madde deposu olarak, önemsiz bir ülkeydi."[252] Dolayısıyla Japonya, Batı Avrupa kapitalistleri ve devletleri için, Latin Amerika'nın altını, Afrika'nın bitkileri, hayvanları ve madenleri, Hindin görkemli zenginlikleri ya da Çin'in neredeyse uçsuz bucaksız pazarları ile yarattıkları dayanılmaz çekicilikten, her bakımdan yoksun bulunuyordu.
      Bundan daha az önemli olmayan bir olgu daha vardı: on dokuzuncu yüzyılın ortalarında, Batı'nın Asya'ya sızması ve yerleşmesi bir tepe noktasına ulaştığı zaman, önde gelen Batı Avrupa ülkelerinin kaynakları, başka birtakım girişimlerin ağır yükü altında bulunuyordu. Özellikle, dünyanın başta gelen sömürgeci devleti Büyük Britanya'nın, Avrupa'da, Yakın-Doğu'da, Hindistan'da ve Çin'de elde etmiş oldukları yetiyordu da artıyordu bile; hem de Japonya gibi bir ülkenin fethedilmesi gibi, askerlik bakımından akıl kârı olmayan bir girişimde bulunmaksızın elde edilmişti bütün bunlar. Britanya, artık, genişleme olanak ve yetenekleri bakımından bir gerginlikle, bir dar-boğazla [sayfa 306] karşılaşmağa başlamıştı ve on dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren, sömürge politikasının niteliğini ve yönünü değiştirme işini büyük ölçüde hızlandırmıştı. Bir bölge boksundan, bir pehlivan kavgasından başka bir şey olmayan bir politika tartışmasıyla üstü örtülmüş olmakla birlikte, -çünkü Tori'ler, Palerston'un dış politikasının özünü kabul etmekteydiler-, bu değişme, gerçekte kapitalizmin ve ilk sermaye birikiminin merkantil aşamasına özgü eski moda korsanlıktan, modern emperyalizmin daha ince ve karmaşık stratejisine geçiş anlamı taşıyordu.[253]
      Fakat Japonya'nın durumunu etkileyen asıl önemli nokta, modern emperyalizmin bir başka özelliği idi: yerleşmiş emperyalist balinalar (yani devletler) arasındaki rekabetin artması ve dünya sahnesine, yeni bir emperyalist devletin, Amerikanın ayak basması. Britanya'nın Hindistan'a verdiği cezanın aynını Çin'e de çektirmekten alıkonulmasında, uluslararası kuvvet politikasına getirdiği karşılıklı denetim ve dengeleme durumu ile bu rekabetin büyük rolü olmuştu; işte Japonya'nın fethine kalkışmayı, her hangi bir emperyalist devlet için imkânsız hâle getirenimde bu uluslararası kıskançlık idi.[254] Japonya'nın, kapılarını dış güçlere açmasını ilk olarak sağlayan ve ona tarafların eşitliliği ilkesine dayanmayan ilk anlaşmayı zorla kabul ettiren Amerika Birleşik Devletleri olmakla birlikte gerek Amerikan kapitalizminin ulaşmış bulunduğu gelişme derecesi, gerekse bu ülkenin uluslararası statüsü, Japonya üstünde tek başına bir denetim kurma girişimine olanak tanımıyordu. "Çin'e yakın oluşu, Japonya'ya olağanüstü bir stratejik önem kazandırıyordu. Japonya'ya, tarafların eşitliği ilkesine aykırı anlaşmalar kabul ettiren güçler, aralarından birinin, Japonya'yı sömürge ve dolayısiyle, Çin'e (daha derinlemesine girebilmeyi sağlayan bir atlama tahtası hâline getirmesine göz yummak şöyle dursun, ülke üstünde, başkalarından biraz daha fazla etki sahibi olmasını bile engelleme konusunda kıskançlıkla ve titizlikle duruyorlardı.[255] [sayfa 307]
      Batı'nın tehdidinden uzak kalmasının, hem mümkün hem de zorunlu bulunması, Japonya'nın daha sonraki gelişmesi ve kalkınması üstünde, hız ve yön bakımından büyük bir olumlu etki yarattı. Bu durumu, Japonya'ya' yalnız kendi ekonomik artığını, kendi ekonomisi içinde yatırma olanağını sağlamakla da kalmamış, Batı'nın, hazine avcılarının, askerlerinin, gemicilerinin ve "uygarlık getiricilerinin" istilâlarından korumak suretiyle, onu, Batı biliminin diğer Asya ülkelerindeki yayılmasını, çok açık bir biçimde engellemiş bulunan, "yabancı korkusu" aşırılıklarından da kurtarmıştır. Japonların, Batı bilgisini, Batılı yazarların övmekle bitiremedikleri olağanüstü bir yetenekle kavrayış ve benimseyişleri, büyük ölçüde, Batı uygarlığının Japonya'ya namluların ucunda getirilmiş olmaması, Batı düşüncesinin ve Batı teknolojisinin, Hindistan'da, Çin'de ve bugünün diğer azgelişmiş ülkelerinde olduğu gibi, Japonya'ya açıktan soygunculuk, kundakçılık ve cinayetle elbirliği yaparak gelmiş olması gibi bir talihin eseriydi. Bu durum, Japonya'da, bir yandan Batılı teknisyenlerin ülkeye getirilmesi, diğer yandan gençlerin Batı'nın bilim merkezlerine gönderilmesi yoluyla, Batı biliminin kavranıp benimsenmesi hareketine düşman olmayan, bir sosyo psikolojik "ortamın" doğmasını kolaylaştırmış oldu.
      Öte yandan, Batı'nın sızma ve yerleşme tehdidi karşısında duyulan korku, Japonya'nın ekonomik kalkınmasında sürekli bir itici güç rolü oynamıştır. Tokugawa döneminin sonlarına doğru bu tehdit, özünde askeri bir tehlike olarak belirdi ve feodal iktidar sahiplerinden buna göre bir işlem gördü. Bu yöneticiler, demir, silâh ve gemi yapımı gibi stratejik önem, taşıyan sanayi kollarını geliştirmek için büyük çabalar gösterdiler.[256] Ne var ki, sosyo-ekonomik yapısında kalkınma için gerekli temel olmayan geri bir feodal topluma tepeden inme yerleştirilen bu modern sanayi adacıkları, kapitalizm-öncesi, sanayi-öncesi döneminde bulunan ekonomi içinde "önemsiz yabancı öğeler" hâlinde kalmışlardı. [sayfa 308]
      1860'larda işler tamamen değişik bir biçim aldı. Yabancı tehdidi, artık Japonya'nın "yalnız" ulusal bağımsızlığına yönelmekle kalmıyordu. Tarafların eşitliği ilkesine dayanmayan anlaşmalarla savunmasız bir hâle getirilmiş olan Japon pazarları, yabancı mallarla dolup taşıyordu. Japonya'da gelişmekte olan kapitalizmin varlığı ciddi tehlikeler karşısındaydı. Meiji Devrimi'nin ürünü olan hükümetin politikası, tamamiyle, bu gelişmenin temsil ettiği çıkarlara ve çözmek zorunda bulunduğu sorunlara göre ayarlandı. Birkaç silâh fabrikası kurmakla ya silâh yığınakları yapmakla, ne yabancı rekabeti önlenebilir, ne de yabancı saldırısı durdurulabilirdi. Yapılması gereken iş, hem modern savaşın gereklerini karşılamaya elverişli, hem de yabancı rekabetin saldırılarına göğüs gerebilecek güçte, bütünleşmiş bir sanayi ekonomisinin hızla geliştirilmesi idi.
      Japon kapitalizminin hayati çıkarları ile ulus olarak ayakta durmayı sağlayacak askeri gerekler arasındaki uygunluk, Japonların Meiji Devriminden sonraki ekonomik ve siyasal kalkınma hızının belirlenmesinde çok önemli bir etmen oldu. Bu durum, yatırımların, yalnız silâh fabrikaları kurmak yerine, temel sanayilere, gemi yapımına, haberleşme ve benzeri işler alanına kaydırılması yoluyla, ekonomik kalkınmayı büyük ölçüde hızlandırdı. Bu yeni yatırım politikası, aynı zamanda, yeni burjuva hükümetinin, bir kenara atılmış (decllass‚ olmuş) eski askerlerin ateşli vatanseverlik ve cengâverlik duygularını, modern bir ekonomi kurmanın gerekleri yolunda seferber etti. Yarım yüzyıldan daha az bir zamanda kurulup geliştirilmiş, yoğunlaştırılmış ve tekel denetimi altına alınmış sanayi, samurai'ler ile bunların soyundan gelenlerde, kasten körüklenmiş şovenizm ile birleşerek, Japonya'yı, emperyalist oyunların bir nesnesi olmaktan çıkarmış. Batı emperyalizminin en başarılı genç ortaklarından biri hâline getirmiş, göz kamaştırıcı bir askeri potansiyel için sağlam bir temel oluşturmuştu. Lenin'in sözleriyle, "Avrupalılar, Asya ülkelerindeki soygunculuk eylemlerinin sonucu olarak, bu ülkelerden birini -Japonya'yı, [sayfa 309] bağımsız ve bir ulusal kalkınmayı sağlama bağlamış ve büyük askeri girişimlere hazır bir ülke hâline getirmeyi becerdiler."[257]
     
       

IV


      Bu günün geri ülkeleri Japonya'nın tuttuğu yolu izleseler, Batı'nın istilâ ve sömürüsünden yakalarını kurtarabilmiş olsalar, kendi kapitalist kalkınma ve ekonomik büyüme süreçlerini işletseler, şimdiye kadar, kimbilir ne büyük bir hızla gelişmiş ve nerelere gelmiş olurlardı? Bu konuyu kestirmek bile güç bir iştir açıkçası. Evet, Japonya'nın hızla sanayileşmiş kapitalist bir ülke örneğini vermesinde, Batı'nın askeri ve ekonomik tehdidinin katkısı büyüktür. Bu böyledir ama söz konusu bütün geri ülkelerin kendi tarihlerinde, ileriye doğru hareketlerinin temposu ve özel koşulları ne olursa olsun, böyle bir hareketin ana çizgisini gösterecek pek çok kanıt vardır. Ulusal özellikleri bir yana, Batı Avrupa'daki, Japonya'daki, Rusya'daki ve Asya'daki bütün kapitalizm-öncesi ülkeler, farklı zamanlarda ve farklı yollardan da olsa, ortak tarihsel kaderleri olan kapitalist kalkınmaya doğru yönelmiş bulunuyorlardı.[258] Bu ülkelerin düzenleri, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllara kadar, her yerde, genel bir çözülüş ve çöküş içinde bulunuyordu. Köylü ayaklanmaları ve burjuvazinin boy atıp serpilmesi, bunları, her yerde, temellerinden sarsmıştı zaten. Özel tarihsel koşullara, kapitalizm-öncesi düzenlerinin iç tutarlılığı ve sağlamlığına ve anti feodal baskıların yoğunluğuna bağlı olarak, burjuva devrimleri ve kapitalizmin gelişmesi, her yerde, azçok etkili bir dirençle karşılaştılar ve geciktirildiler. Ancak bunlar, hiç bir yerde, sonuna kadar engellenemezlerdi. Gerçekten de, çok gelişmiş ülkelerin, geri kalmış dünya ile ilişkileri başka türlü olsaydı, bu ilişkide, baskı ve sömürünün yerini namuslu bir işbirliği ve yardımlaşma almış olsaydı, bugünün azgelişmiş [sayfa 310] ülkeleri, gelişme yolunda, geçmişle kıyas edilemiyecek kadar az bir gecikme ile ve daha az sürtüşme, daha az insan özverisi (fedakârlığı) ve acı çekmesi ile ilerlemiş olacaklardı. Batı kültürü, bilimi ve teknolojisi, azgelişmiş ülkelere, barışçı bir biçimde aktarılmış olsaydı, her yerde ekonomik kalkınmanın güçlü birer yardımcısı olarak iş görebilirlerdi. Daha zayıf ülkelerin, Batı kapitalizmi tarafından şiddet zoruyla ve yakılıp yıkılarak dışa açılmış olmaları, bunların gelişmelerine akıl almaz derecede zararlı olmuştur. İngiliz biliminin ve teknolojisinin, Amerika Birleşik Devletlerinin kalkınmasında oynadığı rol nerde! Çin'in gelişmesi sırasında İngiliz afyonunun oynadığı rol nerde! Bu iki rol arasında yapılacak bir karşılaştırma, sözü edilen zararı çok iyi özetleyecektir.
     
     

ALTI
GERİ KALMIŞLIĞIN YAPISAL SORUNLARI (I)

I


      Şimdi azgelişmiş kapitalist ülkelerin bugünkü durumunu görebilmek için, kaçınılmaz bazı yinelemeler yapmak pahasına, yukarda özetlediğimiz tarihsel gelişimin çeşitli yönlerini yeniden derleyip toplamak zorundayız; gerikalmışlığın doğrudan ve doğal sonuçlarını meydana getiren öğeleri, en belirgin çizgileriyle ancak böyle ortaya koyabiliriz çünkü. Doğrusu, gerikalmış dünyanın alınyazısını yazan güçler, bugün yürürlükte olan koşullar üstünde bile zorlu etkilerini sürdürüyorlar hâlâ. Biçimleri değişiktir yalnız, yoğunlukları farklıdır bugün; köken ve yöneliş hiç değişmemiştir. Bu güçler, tıpkı eskiden olduğu gibi, bugün de, azgelişmiş kapitalist ülkelerin kaderlerini ellerinde tutuyorlar; bu güçlerin üstesinden gelmekte gösterilecek çevikliğe ve uygulanacak süreçlere bağlıdır bu ülkelerin gelecekteki ekonomik ve toplumsal kalkınmaları.
      Kapitalizm, bugünün azgelişmiş ülkelerini, bu ülkeler, daha henüz büyümenin "klasik" koşulları adını verdiğimiz temelleri atamadan, tarihsel gelişim, içinde henüz böyle bir aşamaya ulaşamadan yakaladı ve boyunduruğuna aldı. Birinci klasik koşulumuzla ilgili olarak fazla bir şey [sayfa 319] söylememize gerek yoktur. "Azgelişmiş" sözünden de anlaşılacağı gibi, bu ülkelerdeki üretim düzeyi düşüktür; eskiden beri bu böyledir ve ülkenin insan ve madde kaynakları geniş ölçüde boştur ya da eksik kullanılmaktadır ya da hiç kullanılmamaktadır. Ekonomik gelişmenin itici motor gücü olarak hizmet etmekten çok uzak olan, teknolojik ilerlemeyi ve toplumsal değişikliği gerçekleştiremeyen kapitalist düzen bu ülkelerin üstüne, ekonomik durgunluğu eski teknolojiyi ve toplumsal geriliği bir ağ gibi örmüştür. Toplam üretim ve gelir gibi büyüklüklerin bir fonksiyonu olduğu için, bu gibi ülkelerde, ekonomik artık da küçük olacaktır. Bunun böyle oluşu, ekonomik artık oranının bu ülkelerde özel olarak küçük oluşundan ileri gelmez; küçük birşeyin (toplam gelirin ya da üretimin) büyük bir yüzdesini de alsanız sonuç, hacim olarak, gene de küçük çıkacaktır çünkü.
      Tam tersine, ikinci klasik koşulumuz, bu ülkelerde tamamen gerçekleşmiş bulunuyor, verimli nüfusun tüketimi en küçük mertebesine kadar düşürülmüştür ve bu mertebe "bir lokma bir hırka" geçim düzeyinin ta kendisidir; hatta bu düzeyin bile biraz altındadır. Demek oluyor ki, salt değer ya da büyüklük olarak gelişmiş ülkelerindekinin yanında solda sıfır kalan ekonomik artık, toplam üretim, içindeki pay olarak gelişmiş ülkelerdeki kadar yüksek bir orandadır; hatta daha az yüksektir.
      Demek oluyor ki "zurnanın zırt dediği yer", yani, azgelişmiş ülkelerde egemen olan durumla ekonomik büyümenin klasik modeli arasındaki farklılık, bu noktalarda değil. Asıl fark, üçüncü ve dördüncü klasik koşullarda ortaya çıkıyor, derinleşiyor ve çok belirleyici bir nitelik kazanıyor; bilindiği gibi bu koşullar, ekonomik artığın kullanılma biçimiyle ilgilidir. Şimdi bu noktada biraz durmalı ve bazı ayrıntılara girmeliyiz.
      Ekonomik geriliğin tipik görüntüsü, her zaman eş anlamlısı olmasa bile, en belirgin özelliği, nüfus çoğunluğunun tarıma bağlı oluşu ve tarımın ülke toplam gelirinin büyük bir dilimini meydana getirmesidir. Bu dilimin bütüne [sayfa 320] oranı ülkeden ülkeye değişmekle birlikte, hemen bütün geri ülkelerde, tarımsal üretimin önemli bir kesimi, tarımsal nüfusun büyük bir parçasını oluşturan yoksul köylüler tarafından üretilmektedir. Bunların elindeki toprak parçaları, kural olarak, küçüktür, verimlilikleri de (ister adam başına üretim cinsinden, ister dönüm başına üretim cinsinden hesaplansın) son derece düşüktür. Gerçekten de, geri kalmış ülkelerin çoğunda, köylülerin marjinal verimlilikleri o kadar küçüktür ki, kırsal nüfusun büyükçe bir kısmını yerlerinden alıp başka yere götürseniz, toplam tarımsal üretimde hiç bir azalma görülmeyecektir.[
259] Köylünün elindeki topraklar tamamen kendi mülkü olsa bile, bunlardan kendi çabasıyla elde edeceği toplam, ürün, ailenin ihtiyaçlarını zar zor karşılamakta, hatta birçok ülkelerde çiftçinin "bir lokma bir hırka" düzeyindeki tüketimini bile sağlamaktan uzak bulunmaktadır. Aslında, birçok azgelişmiş ülkede, çiftçilerin işledikleri küçük toprak parçalarının büyük kısmı kendi mülkleri değildir; çokçası toprak ağalarından, bazan da devletten kiralanmaktadır. İster köylünün kendi mülkü olsun, ister kiracılık, yarıcılık, ortakçılık yoluyla işletilmekte olsun, bu toprak çiftçinin yaşaması için zorunlu asgari ürünü vermeli, üstelik de vergi ve kira karşılıklarını (bozan her ikisini birden) karşılayabilmelidir. Birçok hallerde, çiftçinin borçları için faiz ödemesi gerekir ki bu parada gene bu tarımsal üretimden çıkacaktır; bilindiği gibi köylü, toprak satın almak için ya da tüketim amaçlarıyla -özellikle kıtlık yıllarında ve olağan dışı durumlarda borçlanmaktadır; demek ki köylünün, bir koyundan birkaç post çıkarması gerekir çoğu kez. Bütün azgelişmiş ülkelerde, yoksul köylünün kira, vergi ve faiz yükü çok büyüktür. Bunlar çok defa, köylünün net hasadının yarısından çoğunu yutarlar. Köylü gelirinin kanama noktalarından bir de, her çok aleyhine olan ticaret halleridir; uygulamada aynı şeyi elde etmek için gittikçe daha çok ürünü elden çıkarması gerekir köylünün; başka çaresi yoktur çünkü. Her çeşit aracı tarafından sömürüldüğü yetmiyormuş gibi, [sayfa 321] pazarlayabildiği ufak tefek ürün artıkları için de değer fiyatını bulmaz ve satın almak zorunda bulunduğu sanayi ürünleri için de yüksek fiyatlar ödemek zorunda kalır. Böylece, tarımın köylü kesiminden ezilip çıkarılan ekonomik artık, toprak ağalarının, tefecilerin, tüccarın ve bir dereceye kadar da devletin eline geçer.[260]
      Tarım ekonomisinin büyük çiftlikler ve plantasyonlar olarak örgütlenmiş, küçük tarlalara bölünüp parçalanmış kesiminde ise üretim ücretli emek kullanılarak yürütülür ve (dönüm, başına) üretim, genellikle, küçük çiftliklerde elde edilenden yüksektir. Toprak ağalarının eline kâr şeklinde geçen ekonomik artık da bir hayli büyük olmaktadır; özellikle ticaret hadleri, böyle büyük toprak ağaları için, küçük ve yoksul çiftçiler için olduğu kadar aleyhte bir gelişme göstermediğinden bu büyük kârlar elde edilebilmektedir.[261]
      Tarımı bir bütün, olarak ele alacak olursak, azgelişmiş ekonominin bu kesiminde elde edilen ekonomik artık, toplam üretimin yansı kadar tutmaktadır, hattâ bazı ülkelerde bundan da fazladır. Ulusal gelir içinde adamakıllı büyük bir dilimdir bu ve azgelişmiş ülkelerin ekonomik kalkınmalarında büyük bir rol oynayabilir. Hemen bütün azgelişmiş ülkelerde bu artığın büyük bir kısmının verim arttırıcı fabrika ve donatım genişletilip ilerletilmesi için kullanılmadığı dia gün gibi açıktır. Ekonomik artığın önemli bir kesimi toprak ağalarına gitmekte, onlar da bunu aşırı tüketim amaçlarıyla kullanmaktadır. Adam Smith'i, Ricardo'yu ve diğer klasik ekonomistleri öfkelendiren durum, geri ülkelerde hâlâ yürürlüktedir. Saray gibi konaklar yaptırmak, har vurup harman savurarak yaşamak, servet ve statü kazanmak için gösteriş tüketimine gitmek; bir sürü hizmetçi, kırk gün kırk gece süren eğlentiler ve büyük geziler (hacca gitmek dahil-ç.n.) v.b. -işte toprak sahibi aristokrasisinin eline geçen ekonomik artığın harcanma biçimleri ve yerleri.[262] Bunlar, ellerine geçen paraları, topraklarını geliştirmek ve daha iyi tarım araç ve gereçleri satın almak [sayfa 322] için harcamayı gereksiz görürler. Bu davranış biçimi, toprak sahibi beylerin geleneklerine, yaşam yöntemlerine ve toplumsal göreneklerine özgüdür; anadan atadan böyle görmüşlerdir, onlar da böyle sürdürmektedirler işi!
      Eğer toprak büyük mülkler, büyük çiftlikler hâlinde işletiliyorsa normal olarak ithal edilen tarım makinalarının pahalılığı ve tarımsal işgücünün ucuzluğu, plantasyon girişimlerine yatırım yapmayı yani, çiftlikleri modernleştirmeyi önler. Dahası var, tarıma yatırılan sermayenin amortisman süresinin uzun oluşu, yani bu alandaki yatırımların kendilerini yavaş yavaş ödemekte oluşları ve azgelişmiş ülkelerde faiz hadlerinin yüksek oluşu, tarıma yatırım kaynağı akıtma işini geniş ölçüde engeller. Diğer yandan, tarımsal ürün fiyatlarındaki büyük dalgalanmalar, böyle yatırımları özellikle riskli bir hâle getirmektedir. Bu koşullar altında, toprak ağasının belli bir borç yükü altına girmekten kaçınmakta, borç verecek olanların da, tarımsal amaçlar için uzun dönemli krediler vermek için gönülsüz davranmakta hakları vardır.
      Eğer toprak küçük ortakçıların (yancıların yada kiracıların) elindeyse durum daha da kötüdür. Modern teknolojinin uygulanmasına dayanan tarımsal yeniliklerin büyük kısmı, ancak büyük çiftliklerde kullanılabilir cinstendir. Ne traktörler, ne de biçer-döğerler cüce toprak parçalarında yeteri kadar kullanılabilir. Çiftlik büyüklüklerinin o kadar önemli olmadığı tarımsal yatırımlarda -örneğin bütün bir bölgeyi sulama işlerinde- bile, toprak ağasını gerekli katkıyı yapmaya özendirme olasılığı zayıftır. Kiralar çok yüksek olunca ve kiracıların yaşama standartları da çok düşük olunca, toprak ağası, arazi geliştirme projesinin uygulanmasından sonra nasıl olsa kirayı arttıramayacağını düşünür. Böyle bir yatırım, toprağın verimliliğini, dolayısıyla kiracının gelirini arttıracaktır ama, yatırım için gerekli harcamayı göze alabilmesi için toprak ağasına yeterli görünmez bütün bunlar.
      Yatırım için toprak ağasının öyle çok büyük bir harcama [sayfa 323] yapmak zorunda olmasından değildir bu tutukluk. Aksine, toplumda kendi statülerine uygun bir yaşantıyı sürdürebilmeleri için avuç, dolusu para harcamak zorunda kalırlar ve özellikle kötü hasat yıllarında, arazilerini ipotek ederek gırtlağa kadar borca girerler, olmazsa mülklerini elden çıkartmaktan bile çekinmezler; amaç, bol keseden tüketimi, saltanatlı yaşantıyı sürdürebilmektir. Eli daha sıkı ya da şansı daha açık toprak ağalarının elinde kalanlar da, kendi topraklarının geliştirilmesi için harcanmaz. Elden borçlanmalarda faiz hadlerinin çok yüksek olduğunu gören ve bunun çekiciliğine kapılan toprak ağaları, ellerindeki birikmiş parayı, tefecilik yaparak değerlendirmeye ya da küçük köylülerin ve toprak ağalarının iflâsı sonucu satılığa çıkarılan yeni toprakları kendi çiftliğine eklemek için elde hazır bulundurmaya bakar.
      Demek ki, tarımda üretilen ekonomik artığın büyük kısmı, aşırı tüketime ve çeşitli verimsiz harcamalara bir son verilecek olsa pekâlâ yatırımlara yönetilebilecek bir potansiyel artık olarak kalmakta, aktüel artık olarak geri toplumların bir takım ekonomik deliklerinde (!) birikip kalan değerler ise verimliliğin arttırılmasına çok küçük katkılarda bulunabilmektedir. Orası öyle ama, ekonomik artığın çarçur edilmesinin ve kötü dağılımının önüne geçmekle, tarımsal yatırımda ve üretimde beklenen sürekli gelişim çizgisini tutturmak da çelişkili bir durumdur. İşte tarım reformunun, büyük çiftlikleri parçalayarak, topraksız köylüye kendisine ait ufak tefek bir toprak parçası vererek ve ortakçıları o ömür törpüleyici borçlarından kurtararak, geri ülkeler tarımında görülen durgunluğa son vereceğini düşünenler, bu çelişkili durumun etkisinde kalıyorlar. Hiç kuşkusuz, bu gibi reform önlemlerinin ilk etkileri, yoksul köylülerin harcanabilir gelirlerini arttırma yönünde olacaktır. Ancak bu öyle düşük bir gelir düzeyidir ki, bundan tasarruf edilse bile devede kulak mertebesinde kalacaktır; büyük çiftlikler parçalanıp ufak tefek tarlalara dönüştürüldüğü ve köylülerin kira ödemeleri tamamen kaldırıldığı halde, gelirler de tasarruflar [sayfa 324] da artmayacaktır. Üstelik köylünün yaşama standardında görülen yükselmeler de kısa dönemli olmak durumundadır; eğer bir yükselme olursa bu mutlaka geçici bir iyileşmedir, kısa ömürlü bir ferahlamadır. Bu arada nüfus dev adımlarla artmakta ve bu ferahlık da uçup gitmektedir; nüfus artışı, toprakların yeniden parçalanmasına yol açacak ve adam başına gelir gene eski düzeyine, hatta bunun bile altına düşüverecektir. Daha kötüsü, toprağın parçalanması ile, geri ülkeler tarımın en önde gelen ihtiyacının giderilmesi olanaklarının suya düşmesi; toplam üretimde hızlı ve büyük ölçüde bir artış sağlanması ihtiyacı. Oysa-küçücük çiftlik birimleri üstüne kurulu bir tarım ekonomisi, verimliliğin artması bakımından çok önemsiz olanaklar yaratabilir ancak. Doğrusu, tohum geliştirme, daha çok gübre kullanma ve benzeri yollarla bir miktar başarı sağlanacaktır. Fakat, daha önce de belirtildiği gibi, verimlilikte ve üretimde büyük artışlar sağlamak için, uzmanlaşmayı tarıma sokmak, modern makina ve çeki gücünü kullanmak şarttır; bunlar da ancak büyük-çaplı çiftliklerde gerçekleştirilebilecek işlerdir; yani bugünkü büyük çiftlik düzeni söz konusu artışları sağlamak bakımından daha umut vericidir.
      İşte bu noktada, bugünkü azgelişmiş ülkelerin büyük çoğunluğunda görülen en can sıkıcı sorunlardan biriyle karşılaşıyoruz. Eğer genel bir gerilik ortamı içinde bir tarım reformu yapılacak olursa, bu, ülkenin ekonomik kalkınmasını hızlandırmak şöyle dursun, büsbütün geriletecektir. Köylünün yaşama koşullarını geçici olarak iyileştiren böyle bir reform, toplam üretimi azaltacağı gibi, o güne kadar tarım kesiminin verimliliği arttırma amaçlarıyla kullandığı ve zaten pek küçük olan ekonomik artık dilimini büsbütün ortadan kaldıracaktır.[263] İşin daha kötüsü, yoksul köylülerin, (ki bunların bir kesimi eski yoksul köylülerdir, bir kesimi de toprak reformundan sonra eline bir parça tarla geçirmiş eski tarım işçileri v.b. dir) artmış olan tüketimleri ile çiftliklerin parça bölük olmaları sonucu, eskiden kentlere [sayfa 325] aktarılan tarımsal ürün fazlası (yiyecek maddesi, sanayi ham maddesi olarak ya da ihraç amaçlarıyla aktarılan ürün fazlasıdır söz konusu olan), büyük ölçüde azalmış olacaktır.
      İleri kapitalist ülkelerin geçmişinde bu sorun, çok yönlü bir süreç yardımıyla çözüme bağlanmıştı.. İşin birinci yönü şuydu: kapitalist gelişme, tarımı silindir gibi ezip geçti ve bir zamanlar kendi eliyle gerçekleştirdiği tarım devrimini, sanki bir "tarım karşı devrimiyle" ortadan kaldırdı ya da "iptal etti." Böylelikle tarımı yeni bir düzeye, yeni bir aşamaya ulaştırarak "vaktiyle yaptığı harcamaları tamamen geri almış", bir tür "kapitalizasyon gerçekleştirmiş" oldu; topraklar yeniden kapitalist çiftçilerin elinde toplandı; yoksul köylüler tarım-işçilerine ya da pazara-dönük girişimciler hâline dönüştü. İşin ikinci yönü de şöyle özetlenebilir. Bir yandan sanayi alanında iş bulma "havucunu", fakat daha çok fiziksel baskı "deyneğini" kullanarak, yoksul köylülerin büyükçe bir kesimini sanayi işçilerine dönüştürdü ve böylece, çiftliklerdeki nüfus baskısını ortadan kaldırmış ve tarım kesiminde kalanların adam, başına gelirlerini yükseltmiş oldu. İşin üçüncü yönüne gelince: sanayiyi genişleterek, kırsal alanlardaki üreticilerin satmak zorunda oldukları ürün fazlalarına karşılık onlara, yapılmış (mamul) mallar verme olanağını arttırdı; böylece hem büyüyen kentsel nüfusun yiyecek v.b. ihtiyaçlarını karşılamayı sağlama bağlamış oluyordu, hem de tarım, alanına daha çok araç-gereç, gübre ve benzeri girdileri göndererek tarımsal verimliliğin artmasına yardım ediyordu.
      Demek oluyor ki, kapitalizmin yarattığı koşullar altında, eğer dört taraftan bir ekonomik kalkınma gerçekleştirmeye katkıda bulunmak ve bunda başarılı olmak isteniyorsa, kentlerde gecekonduların, teneke mahallelerinin mantar gibi çoğalıp yaygınlaşmaları istenmiyorsa, tarım reformu, yalnız sermaye birikimi ile el ele yürütülmekle kalmamalı, fakat aynı zamanda, sanayi kapitalizminin hızla ilerlemesiyle de birlikte götürülmelidir. Böyle bir ilerleme, [sayfa 326] bir yandan tarımı devriminin diğer yandan da biraz önce "tarım, karşı devrimi" adını verdiğimiz olayın sonuçlarına bağlıdır. Feodal düzen, ancak tarım devrimiyle ortadan kaldırılabilir ve devlet ancak bu yolla, kapitalist kalkınmanın gereklerini yerine getirmekte yardımcı bir rol oynayabilir. Sanayi girişimlerinin büyüyüp serpilmesini doğrudan doğruya destekleme gücünde ve isteğinde, dolaylı olarak da böyle girişimlerin içinde boy atabileceklerini uygun ortamı yaratmaya yardımcı burjuva-egemenliğinde bir devlet kurulabilirse, sanayi kapitalizmine geçişin ve bu yolda hızlı bir biçimde ilerlemenin en can alıcı sorunu da çözüme bağlanmış olacaktır.[264] Aynı zaman da, ancak "tarım karşı devrimi" sayesinde, büyüyen sanayi kapitalizmi, kendisi için zorunlu bir yaşama alanı, bir dayanak noktası bulabilir ki bu da geniş bir tarımsal alanı kendi isteklerine uygun bir biçime sokmuş olmak, onu bir hinterland olarak kullanmak demektir; bu alan, sanayi kapitalizmine, istediği kadar işçi, yiyecek maddesi ve ham madde sağlayabilecek kadar geniş ve verimli olmalıdır.
      Şunu hemen eklemeliyiz yukarda söylediklerimize: azgelişmiş ülkelerde tarım reformlarının "gereksiz" oldukları ve doğru yönde atılmış adımlar olmadıkları değildir belirtilmek istenen. Biz burada, tarım reformunun, geri kalmışlığın bütün ekonomik ve toplumsal hastalıkları için bir lokman hekim ilâcı olduğunu öne süren "liberal" görüşe karşı okuyucuyu uyarmak niyetindeyiz, o kadar... Tarım reformu nerede, böyle "her derde deva" bir ilâç olmak nerde! Tarihte oynadığı rol bir hayli belirsiz ve karanlıktır tarım reformunun ve tamamen, içinde yer aldığı koşullara ve kendisini iten güçlere, pervanesini çeviren güçlere bağlı bulunmamaktadır bu rol. Ezer feodal-komprador ortaklığının egemenliğinde bir hükümet tarafından gerçekleştirilmişse, böyle bir tarım reformu, niteliği gereği ilerici bir kalkınmaya düşman ekonomik toplumsal ve siyasal sistemi geçici olarak pekiştirecek, dengede tutacaktır. Böyle bir kalkınmaya uzun dönemde yararı dokunsa bile, kısa dönemde, [sayfa 327] onu oldukça büyük ölçüde geciktirme eğilimi yaratacaktır. Diğer taraftan, böyle bir hükümetin engellemelerine rağmen gerçekleşen bir tarım reformu yapılmışsa (örneğin köylülerin zorlamasıyla hükümet istemeye istemeye böyle bir reform yapmışsa), yani reform bir tarım devrimi karakteri kazanmışsa, o zaman iş değişir ve hareket, ilerleme yolunda önemli bir adımın atılması anlamını taşır. Doğrusu, parazit bir toprak ağaları sınıfını zararsız hâle getirmek ve bu sınıfın azgelişmiş bir ülkenin gırtlağını sıkmasına son vermek için gerçek bir tarım reformu kaçınılmazdır. Köylülüğün haklı umut ve isteklerini karşılamak ve her türlü ekonomik ve toplumsal gelişmenin en önemli koşulunu yerine getirmek için de gerçek bir tarım reformu kaçınılmazdır. Bu koşul, yüzyıllar sürmüş bir aşağılayıcı ve kul-köle edici baskının köreltip iğdiş ettiği kırsal bölge halkının yaratıcı enerji ve güçlerini özgür kılmak, serbest bırakmaktır. Tarım reformu bir de şu yüzden kaçınılmazdır: ancak çalışan köylülere toprak dağıtılması yoluyla, tarım, sorununun akla uygun bir biçimde çözümünü sağlayacak bir siyasal ve psikolojik ortam yaratabilir; ancak bu yolla, özgürlüğüne kavuşmuş ve eşit haklara sahip üreticilerin bir araya gelmeleri, kooperatifler kurmaları ve teknik bakımdan ileri bir tarım işletmeciliğine geçmeleri sağlanabilir.
     

II


      Vaktiyle bir Alman yazarının söylediği gibi, mutfakta et bulunup bulunmayacağı mutfakta kararlaştırılmaz. Kapitalist bir düzende tarımın kaderi tarıma bağlı değildir yalnız. Tarım dışında işleyen ekonomik toplumsal ve siyasal süreçler ve özellikle sermaye birikimi ve kapitalist sınıfın evrimi belirlemektedir tarımın geleceğini; başlangıçta, tarımdaki gelişmelere bağlı olarak belirlenmiş olan bu süreçler, kapitalizmin yürürlüğe girmesiyle birlikte tarihsel gelişimin [sayfa 328] başlıca itici güçleri olmuşlardır. Geniş ölçüde tarıma bağlı bulunan azgelişmiş ülkelerde bu süreçlerin işleyişi, gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında, belki daha az belirgindir; fakat aynı ölçüde etkin ve belirleyici olduklarından kuşkumuz olmasın!
      Geri bir kapitalist ülkede bile, ekonominin tarım-dışı kesimi, ulusun toplam ekonomik artığının büyükçe bir dilimini almaktadır. Bu kesimde, ekonomik artığın başlıca dört alıcı gurubunun eline geçtiğini görmekteyiz. Bunların başında, tüccar, tefeci ve her türlü aracı gurubu gelir; bunların bir kısmı kırsal alanlarda yaşarlar, fakat yaptıkları işin niteliği gereği, tarımsal nüfus içinde yer almazlar. Bu sosyo-ekonomik tabakanın en göze batan özelliği büyüklüğüdür. Eski Çin'e, Güneydoğu Asya'ya, Yakın Doğu'ya ve İkinci Dünya Savaşı öncesi Doğu Avrupa'sına geziye gidenler, buralarda, ne kadar da çok tüccar, komisyoncu, işportacı, çerçi, pazarcı ve sokaklarda, alanlarda ve kahvehanelerde binbir türlü iş yapan ve aslında ne iş yaptıkları da pek belli olmayan insanlar görmüşlerdir. Bu adamların yaptıkları işler, bir dereceye kadar, bütün kapitalist ülkelerde yapılagelen işlerdir; azgelişmiş ülkelerde sokağa düşmüş olan bu işlerin çoğu, gelişmiş ülkelerde haberleşme araçlarıyla, mektup, telgraf, telefon v.b. ile halledilen işlerdir; bu işlemlerin, nitelikleri gereği, çoğunlukla kapitalist gelişmenin ilk aşamalarına ait olduklarını söylemek pek yanlış olmayacaktır.
      Ticaret hadlerinin, kırsal üreticilerin bir hayli aleyhinde geliştiğini daha önce de belirtmiştik. Dar kafalı, bilgisiz, yoksul ve elindeki pazarlanabilir ürünü çok sınırlı olan köylü ve küçük toprak ağası takımı, ticari (merkantil) sömürü için biçilmiş kaftandır. İkide bir büyük para sıkıntısına düşen bu insanlar özellikle kötü hasat yıllarında, ürünü değer fiyatından satılamadığı zamanlarda ya da umulmadık belâlarla karşılaştığı günlerde, ilerdeki üretimini karşılık gösterecek borç para alacak, bu borca karşılık "yüksek tefeci faizi" ödemeye boyun eğecek ve elindeki malı önüne [sayfa 329] ilk çıkan müşteriye yok pahasına satmak durumunda kalacaktır. Hasat mevsiminin sonunda, elinde ufak tefek parası kalan bu gibi küçük üreticiler, tefecinin ocağına düşüp yeni "avanslar" istemekten bir türlü yakalarını kurtaramazlar, son derecede aleyhlerine olan borç senetlerinin ya da sözleşmelerinin altına parmak basarlar, ürününü götürüp mağazasına yıktığı komisyoncunun kendilerine satmak istedikleri yapılmış malları güçleri yetsin yetmesin satın almak zorunda kalırlar ve "kendi" tüccarının ya da tefecisinin tam anlamıyla kucağına oturmaktan bir türlü kurtulamazlar. Söylemeye bile gerek yoktur ki, bu işte tüccarın ve komisyoncunun kârı "fahiş" oranlara yükselmektedir.
      Büyük merkantil kârların tek kaynağı tarımsal ürünleri alıp satmak ve tarım üreticilerini yolmak değildir elbette. Azgelişmiş ülkelerde görüldüğü gibi, pazarların örgütsüz ve birbirinden kopuk olduğu yerlerde, bu tür kârların aranıp bulunmasının bin bir türlü yolu ve yordamı vardır. Taşınmaz mal alım-satımı, çeşitli malların geçici ve bölgesel kıtlıklarından yararlanma, spekülasyon ve arbitraj (spekülasyon ucuz zamanda alıp pahalı zamanda satmak, arbitraj ise ucuz yerden alıp pahalı yerde satmak anlamlarına gelir-ç.n.), alıcılarla satıcılar arasında bağıntı kurma yoluyla elde edilen "simsarlık ücretleri" hep böyle becerikli adamların giriştikleri işlemlerden elde ettikleri tatlı merkantil kârları örnekleyen gelirlerdir. Azgelişmiş ülkelerde aşağı yukarı kronik (müzmin) bir hâl almış bulunan enflasyon da, döviz altın ve diğer değerler üstünde karaborsa oyunlarına olanak sağlar ve bunlardan elde edilecek büyük vurgunlar "yağlı ballı ticaret işlerinin" büsbütün gelişmesine yol açar. Bu arada, devletten birtakım ayrıcalıklar (lisanslar, tahsisler özel izinler v.b.) alma olanağı da her zaman belli bir gurubun elindedir; aralarında sımsıkı kenetlenmiş birtakım zengin iş adamları gurubudur bu; toplumun en iyi kaynaklarına, enerjisine ve yaratıcılığına da bunlar sahiptirler zaten. [sayfa 330]
      Yaptıkları işin niteliği gereği bu sınıfa giren insanlar bir girdabın içindedirler ve bir batar bir çıkarlar; dolayısiyle bu alan "işe yeni atılanlara" her zaman açıktır ve her zaman kalabalık bir gurup "zenginliğe adaylığını koymuş" beklemektedir sırada! Aralarında kimler yoktur ki: tüccar kesiminden olanlar, soylu ailelerden gelenler, sınıfını yitirmiş (deklase olmuş) toprak-soyluları ya da eski derebeylerinin çocukları, açıkgöz ve girişimci köylüler, yarışmayla işinden edilmiş ustalar, belli bir eğitimden geçmiş fakat bilgisini bir türlü uygulama alanına aktarma olanağı bulamamış çeşitli insanlar ve benzerleri. Bunların arasındaki yarışma ve didişme, kıran kıranadır ve ortalama gelir de adamakıllı düşüktür. Bununla birlikte bütün bu adamların eline geçen toplam kâr epeyce büyük tutarlara ulaşmaktadır.[265] Toplumsal üretime sözü edilmeğe değer hemen hiç bir katkısı olmayan bu gurup, köylerde yapısal olarak eksik çalışan (bir çeşit gizli işsiz olan-ç.n.) insanların kentlerdeki benzerleridir. Ekonomik kalkınma açısından bakılacak olursa, o zaman bu benzerliğin pek önemi kalmaz; çünkü kentte yaşayan bu gurubun rolü çok farklıdır ve çok daha önemlidir. Kırsal bölgelerdeki yapısal gizli işsizlerin tüketimi, yoksul köylünün sırtındandır; yani köylü kitlesinin "bir lokma bir hırka" düzeyindeki üretimlerini azaltmalarıyla, ağızlarındaki lokmayı onlara kaptırmalarıyla mümkün olur. Ekonomik artıktan pay olarak geçinebilmesi için köylünün minimum geçim düzeyini yükseltmesi ya da toprak ağalarına ödenen rantı sınırlaması gerekecektir. Doğrusu istenirse, köylünün doğrudan sömürüsünden pay alabildiği sürece, kabına sığmayacak kadar çok sayıda insanı barındıran merkantil nüfus kesimi de bu kaynaktan çöplenecektir. Fakat bunların asıl geçimi, diğer sınıfların elinden kaptıkları ekonomik artık dilimleridir; toprak ağalarının, yabancı girişimcilerin ve yerli sanayicilerin eline geçen ekonomik artığın belli dilimlerini, allem eder kallem eder, kendilerine aktarırlar. Bu parazit tabakayı ayakta tutmak üzere ayrılan bu artık kesimleri sermaye birikiminin [sayfa 331] canına okuyan önemli bir kanama anlamına gelmektedir.[266] Merkantil sınıfın bu "Lümpen burjuva" kesiminin, tümüyle bu sınıfın eline geçen ekonomik artıktan kaptığı pay o kadar büyüktür ki, bu sınıfın daha zengin kesiminin, tarım ekonomisi dışına geri gönderdiği yani sanayi üretimi için kullanılan dilimin dışında kalan parçayı bile gölgede bırakır. Başka deyimle eline geçen ekonomik artığın hiç değilse bir kısmını sanayi yatırımlarına aktaran merkantil sınıfın zengin kesimi bu "Lümpen burjuvalardan" daha az yiyip içmektedir. "Lümpen burjuvalar"ın elinde genel olarak büyük paralar yoktur, küçük parayla çevrilebilecek işleri yaparlar, fakat bu gibi işlerde ciroya göre kâr büyük olur, üstelik paranın çevrilme hızı da büyüktür; az parayla büyük ciro zaten başka türlü yapılamaz. Arada büyük vurgun vuran tüccar, parasını, çok kira getiren toprağa yatırır hemen;[267] Batılı anlamda bir iş çeviriyorsa, buna yardımcı olarak, ithalat, ihracat, tefecilik ve istifçilik de yapmağa başlar. Demek oluyor ki, sermayenin ve iş enerjisinin merkantil kesimden sanayi kesimine aktarılması mümkündür ama, bu aktarmanın fiyatı da çok büyüktür.
      Doğrusu istenirse, bugünkü azgelişmiş ülkelerdeki durum ile, Batı Avrupa'da ya da Japonya'da kapitalist kalkınmanın ilk aşamalarında görülen durumlar arasında büyük benzerlik vardır; bir zamanlar, oralarda da, sermayenin dolaşımdan ayrılarak sanayi alanına akması'nı önlemek isteyen büyük güçler vardır; fakat bu güçlerin üstesinden gelindi ve zamanla sermayenin sanayiin emrine girmesi sağlandı. Ancak, azgelişmiş ülkelerle gelişmiş ülkelerin tarihsel geçmişlerinde görülen durum arasında keskin bir fark bulunduğu da gözden kaçmıyor: merkantil birikimlerin sanayi üretimi alanına akmasını önleyecek güçler, eskisiyle kıyaslanmayacak kadar büyüktür, akıl almaz derecede büyüktür bugün. Yani, azgelişmiş kapitalist ekonominin yenmesi gerekli güçlükler çok daha büyük. [sayfa 332]
     

III


      Kapitalizm altında sanayinin gelişmesi, geniş ölçüde, kendi kendini harekete geçirmesine, kendi kendini itmesine bağlı. "Sermaye, kırsal bölgelerdeki el sanatlarını yani bükümcülüğü, örgücülüğü, dokumacılığı, elbise yapımını yıkarak kendisine bir pazar yaratır; o güne kadar yalnız kullanım-değeri için üretilen emtia, artık değişim-değeri de kazanmış olur böylece, bu süreç işçinin (aslında bir serfti, toprağa bağlı köleydi işçi) topraktan ve elindeki üretim araçlarından kopmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır."[268] Kapitalizm-öncesi ekonomisinin bu şekilde çözülmesi, doğal kendine-yeterliliğinin dağılıp parçalanması olayı, bugün azgelişmiş sayılan ülkelerin pek çoğunda görülmüş değildir. Tam tersine, daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, Batı'nın el attığı bütün bölgelerde, ticari tarım, geleneksel çiftçilik düzeninin geniş ölçüde yerini almış, yerli usta ve zanaatkârın mallarını sürdüğü pazarlar, yapılmış eşya (mam–l eşya) tarafından istila edilmiştir. Gerçi, Allyn Young'un dediği gibi "işbölümü, geniş ölçüde, gene işbölümüne bağlıdır."[269] fakat, bugünün geri kalmış bölgelerinde, bu dizi, bu zincirleme gelişme "plâna uygun olarak" gerçekleşmiş değildir. Farklı bir yol izlemiştir: başlangıçtaki işbölümünün yol açtığı (beslediği) yeni işbölümü, binici ile atı arasındaki görev bölüşümünü andırmaktadır. Sömürgelerde ve bağımlı devletlerde yapılmış malların sürümü için kurulmuş pazar, bu ülkelerin, "iç pazarları" hâline gelmiş değildir. Sömürgeleştirme ve tarafların eşit olmadığı anlaşmalarla ardına kadar açılmış olan bu "iç pazar" kapısı, aslında, Batı kapitalizminin kendi "iç pazarının" bir eki, bir uzantısıdır. (Burada, okuyucuya, Adam Smith'in ünlü düşünce zincirini hatırlatmakta zorunluluk var. Kalkınma, verimlilik artışına, verimlilik artışı işbölümünün gelişmesine, işbölümünün gelişmesi pazarın -iç ya da dış - genişliğine bağlıdır, ç.n.)
      Batı'daki sanayi büyümesini canlandırmakta büyük [sayfa 333] rol oynamış olan bu zincir (bu olaylar dizisi), bugünkü azgelişmiş ülkelerde sanayi genişlemesini sağlamak için zorunlu olan ateşleyici kıvılcımı daha işin başında söndürmüştür. Bebek sanayilerin dış rekabete karşı korunması zorunluluğunun, serbest ticaretin en ateşli savunucuları tarafından bile kabul edildiği bir tarihsel kavşakta, böyle bir korunmaya en çok ihtiyaç duyan ülkeler, daha sonraki bütün kalkınma çabalarını derinden etkileyen ve adına "sanayi bebekliği" diyebileceğimiz bir tutumun izleyicisi oldular. Dışardan dağlar gibi (ve ucuz olarak) arzedilen yapılmış mallar için, içerde bir yerli sanayi kurmanın kârlılık olanağı yoktur; iç talebi yerli sanayi ile doyurmak mümkün değildir bu durumda. Böyle bir yatırım yapılmayınca da yeni yatırımlar için fırsat çıkmıyor; yatırımın yatırım doğurması mekanizması işletilemiyor belli bir yatırım eylemi bir ikincisini, ikinci bir yatırım eylemi de bir üçüncüsünü doğuramıyor. Aslında bu yatırım öbekleşmesi ve eş zamanlılığı (senkronizasyonu), sanayi kapitalizmin evrimi ile eş anlamlı olan zincirleme tepki mekanizmasını harekete geçirir. Nasıl, yatırım, kendi kendisinin itici gücü, bir çeşit uskuru oluyorsa, yatırımın yapılmaması da ekonomik durgunluğu ve geriliği büsbütün arttırmaktadır.
      Yatırımın genişletici etkisi olmayınca, zaten dar olan pazar, zorunlu olarak, güdük kalıyor.[270] Bu koşullar altında, başka yerlerde kapitalizmin merkantil aşmasından sanayi aşamasına geçişi sağlayan küçük sanayi işletmelerinin yaygınlaşması olayı ortaya çıkamamıştır. Zamanla, bazı sanayi ürünlerini yerli olarak yapma olanağı belirmişse de, ister hükümetin bazı koruyucu gümrük duvarları koyarak yaptığı yardımın, ister diğer hükümet ayrıcalıklarının sağladığı diğer özendirme önlemlerinin gölgesinde boy atsınlar, böyle girişimler bazan yabancılar eliyle kurulmaktadır (genellikle yerli çıkarları da kendilerine ortak ediyor yabancılar); yabancılar, bu yeni girişime, daha çok, birikmiş deyimleri ve bilgileri - becerileriyle, (know-how'larıyla) katılıyorlar ve işi onlar çekip çeviriyorlar. Kalite [sayfa 334] ve görünüş bakımından bir zamanlar dışardan getirilen mallara benzeyen şeyleri üretip pazara süren girişimciler, büyük çapta, modern fabrikalar kurmuşlar ve iç talebi tamamen karşılamışlardır. Böyle bir işi kurup yürütmek için gerekli olan sermaye genellikle çok büyüktür ama, sermaye giderlerinin büyük kısmı, yabancı yapımı makina ve donatımını, yabancı patentlerini ve benzerlerini satın almak için kullanıldığından, yatırımın azgelişmiş ülkede kalan kısmı oldukça küçüktür. Böyle bir yatırımdan dolayı ekonominin uyarılma etkisi ya da kazandığı itici güç devede kulak mertebesinde kalıyor. Dahası var. böyle bir girişim için gerekli toplam sermaye büyük olduğundan ve iç talebin sınırlarına kadar doyurulması mümkün olduğundan, bu alanda başka bir yatırım yapma olanağı da kalmaz. Tekelcinin ayrıcalıkla ve kutsal sığınağına girip yatırım yapabilmek için gerekli sermaye o kadar büyük, böyle bir işe kalkındığında kaçınılmaz olarak karşımıza çıkacak büyük çakışma riski o kadar önemli ve yerleşmiş çıkarların, yeni işe atılacak birini engellemek ve içeri sokmamak için çevireceği dolaplar o kadar etkilidir ki merkantil sermayesinin sanayi sermayesine dönüşmesi için gerekli itme gücü sıfıra yaklaşır. Zaten dar olan pazar, tamamen tekelin denetimine geçmiştir ve tekelci denetim pazarın genişlemesini engelleyen yeni ve ek bir etmen olmuştur.
      Bütün bunlardan, geri ülkelerde görülen böylesine bir sanayi gelişmesinin, eskiye göre, bütün sanayi pazarlarının dışardan getirilen mallarla dolup taştığı eski günlere göre belli bir ilerlemeyi temsil etmediğini söylemek istediğimiz sanılmasın. Bu eski mal akımı, ülkedeki hemen bütün el sanatlarını yıkmış, sanayi adına ufak tefek ne varsa silip süpürmüş, buna karşılık işlerini ellerinden aldığı insanlara, usta ve zanaatkar takımına yeni sanayi işyerleri kurup bir çalışma seçeneği yaratmamıştır. Oysa Batı'da böyle bir gelişme olmuştu ve işinden edilenlere yeni işler verilmişti. Yeni açılan işyerleri geri ülkelerde de [sayfa 335] bir çeşit panzehir, bir çeşit yara merhemi görevi yapmıştır. Başlangıçtaki işbölümü düzeninde, yapım işlerinde çalışanların hiç değilse bir kısmına yeniden iş bulunmuş, ülkede hiç değilse belli sanayi dallarına yatırım yapılmış, yerli işgücünün hiç değilse bir bölüğüne iş ve gelir sağlanmıştır. Ne var ki,yapılanlar yıkılanı yerine koyacak büyüklükte olmamıştır hiçbir zaman; üstelik, öyle bir sanayi uygulama düzeni gelmiştir ki ülkeye, başlangıçta kısmen de olsa sarılan yaraların büsbütün açılıp genişlemesine sebep olan ve başlangıçtakinden daha az güçlü ve zararlı olmayan bir kanserli büyüme modeli çıkmıştır ortaya.
      Pazarların tam denetimini süratle ele geçiren ve bunların çevresine koruyucu gümrük duvarlarıyla ve/veya diğer hükümet ayrıcalıklarıyla demirden bir çit ören yeni firmalar, sanayi büyümesinin yeni hamleler yapmasını engelliyorlar tekelci fiyat ve üretim politikaları yüzünden, kendi işletmelerinin genişlemesini bile önlüyorlar. Ekonomik sistem, içinde bir zamanlar ilerici rol oynuyorlardı; şimdi tamamen gerici bir rol oynamağa başlamışlardır ve bu rol değişikliği çok kısa zamanda olmuştur; az gelişmiş ülkelerdeki yarı-feodal toprak ağalığı, ekonomik kalkınmanın önüne nasıl bir duvar çekiyorsa, bu yeni firmalar da, tıpkı öyle, ekonomik kalkınmanın bu ilk aşamalarının başbelâsı kesiliyorlar. Yalnız iş bölümünün daha da ilerlemesini engellemekle kalsalar, verimliliğin artmasını köstekleseler gene iyi, üstelik bunların büsbütün gerilemesi yönünde bir etki yapıyorlar. Tekelci sanayi, bir taraftan, sermayenin ve işgücünün dolaşım (ticaret, oracılık, bankacılık, tefecilik v.b. işler için yani değer yaratmayan, üretici olmayan işler için kullanılan genel terim-ç. n.) olanından sanayi üretimi alanına aktarılmasını önlediği için, kapitalizmin merkantil aşamasını uzatmış olmaktadır. Diğer taraftan da, tarım ürünleri için pazarın genişlemesine de, tarımdan boşanan işgücüne yeni çalışma olanakları yaratılmasına da yardım etmediği gibi, tarımda kolonlara ucuz tüketim malları ve araç-gereç de [sayfa 336] sağlamadığından bu ekonomik kesimin, yeniden kendine-yeterli, yapısal işsizliği ve gizli işsizliği barındıran bir ekonomik ortam haline dönüşmesini pekiştirerek işleri büsbütün çıkmaza sokuyor; bu orada, küçük ticaret erbabının mantar gibi artmasına, kulübe sanayilerinin, derme çatma ev tezgâhlarının ve benzeri işlerin yeniden canlanmalarına da yol açıyor.[271]
      Demek oluyor ki, azgelişmiş ülkelerin büyük kısmında kapitalizmin özel bir çarpıklığı var. Çocukluğun bütün acılarını ve yoksunluklarını bütünüyle yaşadıktan sonra, gençliğinin görkemli ve sağlıklı günlerini görmeden, daha erken yaşta, ciddi bir bunamanın ve çöküntünün bütün belirtilerini göstermektedir. Sanayi-öncesi toplumunun üstüne ölü toprağı serpilmiş durgunluğu, şimdi, tekelci kapitalizmin bütün sınırlayıcı etkilerine eklenmiş durumdadır. Geri ülkelerdeki tekelci çıkar çevrelerinin eline geçen bol miktarda ekonomik artık verimli amaçlarda kullanılmamaktadır. Bu kaynakları, tekelci, ne kendi işletmesinin genişlemesine yatırmakta, ne de başkalarının hizmetine (emrine) vererek yatırılmasına olanak vermektedir. Eğer yabancı uyruklu hisse senedi sahiplerinin eline temettü" olarak geçmiyor ve yurt dışına akmıyorlarsa, bu kaynaklar, toprak soylularının çarçur etmelerine çok benzeyen bir biçimde kullanılırlar. Ekonomik artıktan arslan payını alan tekelci kapitalistler, kendilerine yazlık ya da kışlık lüks konutlar (kâşaneler, konaklar v.b.) yaptırırlar, hizmetçi ve uşak soylarını arttırırlar, aşırı tüketimlerini büsbütün arttırırlar v.s. Eğer geriye para kalırsa, bununla da, yüksek kira getirecek (ya da ilerde çok daha yüksek bir fiyata satılacak) toprak satın alırlar, her türlü ticaret dalavereleri çevirmeye bakarlar, tefecilik ve spekülasyon yaparlar. Önem bakımından hiç de küçük olmayan bir sonuncu yol da, yerli paranın değer yitirmesine (ve ilerdeki bir devalüasyona) karşı ya da ülkede toplumsal ve politik bir çalkantı, bir ayaklanma karşısında dışarıya kaçıp rahat bir emeklilik hayatı yaşamak için, yuvayı [sayfa 337] yumurtayla doldurmak kabilinden, vurgunlarının bir kesimini de yabancı ülkelere kaçırırlar.
     

IV


      Buraya kadar yaptığımız çözümleme bizi azgelişmiş ülke ekonomik sisteminin tarım-dışında kalan üçüncü kesimini inceleme noktasına getirir. Yabancı işletmedir bu da.[272]
      Azgelişmiş ülkenin iç pazarına el atmış, tamamen ya da kısmen yabancıların sahip oldukları kuruluşlar özel bir problem ortaya koymazlar.[273] Daha önce sanayi konusundaki sözlerimiz bunlara da aynen uygulanır çünkü bu kuruluşların elde ettikleri ekonomik artığın bir kısmı söz-konusu ülkede kalır ve harcanır, örneğin yüksek maaşlı yöneticilere yapılan ödemeler ülkede kalmaktadır; fakat bu artığın büyük kısmı (söz konusu yabancı uyruklu ve yüksek maaşlı yöneticilerin kişisel tasarrufları dahil) ise yurt dışına aktarılır. Demek ki, bu kuruluşların ellerine geçen ekonomik artığın, azgelişmiş ülkelerdeki sermaye birikimine katkıları, tamamen yerlilerin elindeki kuruluşların katkılarından küçüktür.
      Daha karmaşık -aynı zamanda da daha önemli olan-, bir azgelişmiş ülkede salt ihraç etmek için üretim yapan yabancı kuruluşların oynadıkları roldür. Geri bölgelerdeki yabancı çıkarlarının büyük kısmı salt ihracata dönük üretim yapmaktadır; bunların yatırım tutarları diğer kategorilerden büyüktür; daha önemlisi, söz konusu malların ülke ve dünya ekonomisi toplam üretimi içindeki payları da en büyük dilimi oluşturmaktadır. Bunların, yerleşmiş oldukları ülkenin ekonomisi üstündeki etkilerini daha iyi anlayabilmek için, eylemlerinin çeşitli yönlerini ayrı ayrı ele almak yararlı olacaktır: (1) Yabancı girişimin yaptığı yatırımın büyüklüğü ve önemi; (2) Yatırımın hergünkü (cari) işlemlerinin doğrudan etkisi; ve (3) Azgelişmiş [sayfa 338] ülkenin tüm olarak ele alınması hâlinde, üstündeki genel etkisi.
      Bu konuların birincisini ele aldığımızda şunları görüyoruz: İhraç edilebilir malların (petrol hariç) üretimiyle ilgili yabancı çıkarlarının, azgelişmiş ülkeye, kural olarak, küçük bir sermaye getirdikleri ve yatırımlarını böyle küçük bir sermaye ile başlattıkları söylenebilir. Çünkü, gerekli doğal kaynakları denetim, altına alabilmek -ki bunların başında plantasyonlar ve madenler için toprak satın almak gelmektedir- için büyük paraya ihtiyaç duyulmamıştır; ya silâh zoruyla yerlilerin elinden zorla alınmıştır bu doğal kaynaklar ya da yöneticilerin, feodal ağaların ve buraları elinde bulunduran kabile şeflerinin elinden, simgesel bir fiyat ödenerek apartılmıştır. Bu nedenle de, yabancıların doğal kaynaklara el atmalarından kazanılan paraların yerli sermaye birikimi üstündeki etkisi ihmal edilebilecek derecede düşüktür. Hattâ daha sonraları, azgelişmiş ülkelerde ihracata dönük iş yapanların işletme büyüklükleri çok arttığı zamanlarda bile, bunlar için gelişmiş ülkelerden aktarılan yatırım sermayesi, genellikle sanıldığından çok küçük olacaktır. İhracat için üretim yapan böyle işletmelerin genişlemeleri için gerekli para, bunların o ülkedeki son derece verimli işlerinden elde ettikleri büyük kârlardan sağlanacaktır. İngiliz deneyinden söz eden Sir Arthur Salter bakın bu konuda neler diyor. "Yalnız, 1870'in hemen arkasından sona eren bir ilk dönemde dış yatırımlar, ihracat ile ithalât arasındaki farktan beslenmişlerdir. Bütün 1870-1913 dönemi boyunca, dış yatırımın 1 milyar sterlinden 4 milyar sterline yükseldiği bu zaman boyunca, toplam, yeni yatırımların, gene aynı dönemde, eski yatırımların sağladığı gelirlerin % 40'ını ancak bulduğunu görmekteyiz."[274] Hollandalıların Fransızların ve (daha sonra) Amerikalıların dış ülkelerde kurdukları holdinglerin gelişim çizgisi de hemen hemen aynıdır; Bunlar da, büyüyüp semizlemek için, yabancı azgelişmiş ülkede elde ettikleri kârlardan ayrılan [sayfa 339] paylara geniş ölçüde bel bağlamış bulunuyorlardı.[275] Demek ki, Batılıların azgelişmiş ülkelerdeki ekonomik varlıklarının büyümesi için, kelimenin dar anlamında sermaye ihracı devede kulak mertebesinde kalıyor; yabancı sermayenin azgelişmiş ülkelerdeki bugünkü ekonomik varlığı, geniş ölçüde, yabancı ülkelerden elde edilen ekonomik artığın yeniden yatırılması sonucu doğmuş bulunuyor.[276]
      Bu bile tek başına, Batılı kapitalistlerin, bazı azgelişmiş ülkelerdeki "kutsal" mülkiyet haklarının elden gitmesi karşısında duydukları öfkenin ne kadar yersiz olduğunu göstermeye yetecek önemde bir örnektir; ilginç bir örnektir üstelik.[277] Sırası gelmişken, azgelişmiş ülkelerde elde edilip gene yatırıma yöneltilen yabancı sermaye mülkiyetindeki ekonomik, artığın, bu ülkelerin ekonomik kalkınmalarına önemli bir katkı yapıp yapmadıklarını soralım. Eldeki kayıtların en iyimser bir yorumuna göre bile böyle bir soruya olumlu karşılık veremiyoruz. Bu dev şirketlerin yaptıkları yatırımların bir kısmını, doğal kaynaklara el koymak için ödemeleri gereken fiyata karşılık sayalım. Biraz önce de belirttiğimiz gibi çok düşük bir fiyattır onların bu iş için ödemiş oldukları; çok kez, azgelişmiş ülkenin memurlarını ya da doğal kaynakların eski sahibi güçlü kişiyi kandırmak için bir rüşvetten, bir bahşişten ibarettir bütün ödenen. Bu adamların da paralarını nereye harcadıklarını biliyoruz; geleneksel olarak para çarçur etmeyi iyi bilirler bunlar; herhalde, ellerine geçen rüşvetleri ve bahşişleri geri ülkelerinin verimli servetini arttırmak için kullanılacak biçimde bir birikime yönetiyor değiller.[278]
      Gerekli yatırımın çok daha büyük kısmı, hani nerdeyse tamamı, "ayni yatırım" diye de adlandırılmış olan bölüm için harcanan paralardan oluşur. Bu kavramı şöyle; açıklayabiliriz: Kurulu işyerlerini genişletmek ya da yeni işyerleri kurmak isteyen ve bunun için de kârlarının bir kısmını ayırıp donduran (ya da yeni fonlar bulan) firmalar, [sayfa 340] bu kaynaklarının büyük kısmını, kendi ana vatanlarında üretilen makina ve donatımı satın alıp ithal etmek için kullanırlar. Başka bir yolu yoktur bu işin, çünkü, söz konusu makina ve donatım, yatırımın yapıldığı geri ülkede yapılmaktadır. Yatırımcı firmanın ve onu yönetenlerin, kendi anavatanlarında imal edilen makina ve donatıma karşı özel ve doğrusu haklı bir eğilimleri vardır. Sonuç olarak yatırım malzemesi için anavatana sipariş verilir, yani ileri ülkenin sanayii için yeni bir üretim olanağı doğar; dolayısiyle, azgelişmiş ülkede yatırım yapan bir yabancı şirketin bu girişimi olsun, vaktiyle yaptığı yatırımın makina ve donatımında yapılacak bir yenileme işlemi olsun, ileri ülkenin pazarını genişleteceklerdir. Elbette, böyle bir yatırım için yerel pazarın da bir miktar genişletilmesi gerekecek, yeni yollar, maden ocakları, yönetim yapıları, dışardan gelen yabancı personel için konutlar, yerli işçiler için kamplar ve benzeri şeyler inşa edilecektir; bu inşaatlarda da yerli malzeme ve işçi kullanılacaktır geniş ölçüde; dolayısiyle, azgelişmiş ülkede yapılan bir yatırımın toplam giderlerinden bir kısmı da orada harcanmış olacak ve ülkenin toplam geliri ve toplam talebi üstünde olumlu bir etki yaratacaktır. Fakat toplam yatırım giderinin bu kısmı genel olarak küçüktür ve hatta inşaat malzemesinin bile bir kısmı (hem de yükte hafif pahada ağır olan kısmı) gene anavatan dediğimiz ileri kapitalist ülkeden ithal edilecektir; ulaştırma araç ve gereçleri için de aynı şey doğrudur, büro araç ve gereçleri için de. Mühendislerin, teknisyenlerin ve ustabaşıların da anavatandan getirilecekleri ve inşaat projelerinin uygulanması işini bunların denetleyip gözetleyecekleri de hesaba katılmalıdır.
      Demek ki yabancı girişimin yaptığı yatırımın büyüklüğü önemi azgelişmiş ülke bakımından fazla birşey ifade etmiyor; şimdi de yabancı yatırımla ilgili ikinci konuyu bu yatırımın hergünkü (cari) işlemlerinden doğan etkileri incelemeye çalışalım. Bu işlemlerden amacımız, mal ürünler elde etmek, madenler, petrol v.b. [sayfa 341] maddeleri çıkarmak ve bunları yurt dışına göndermektir. Bu şekilde elde edilen kaynakların kullanım biçimi bizim için önemlidir. İncelememize, bu kaynakların işgücünün payı olarak ödenen dilimini ele alarak başlayabiliriz. Yerli emeğe ödenen ücret her yerde inanılmayacak kadar düşük olduğu için, belli iş kollarında makina kullanım oranı çok yüksek, yani işgücü kullanım oranı önemsiz bulunduğu için, yabancı şirketlerin toplam gelirlerine kıyasla ücretlerin yuttuğu kesim çok ufak kalmaktadır. Venezüella'da toplam ihracat gelirlerinin yüzde 90'ı petrolden elde edildiği halde (hatta petrol gelirleri ulusal gelirin en önemli dilimini oluşturduğu halde), petrol sanayi, ülke işgücünün sadece yüzde 2'sine iş verebilmektedir[279] ve yabancı petrol şirketlerinin yerli para ile yaptıkları harcamalar (hükümete ödedikleri vergiler hariç) ihracat değerinin yüzde 20'sini geçmez[280]; ücret ve maaş olarak da bu yüzde 20'nin sekizde yedisi harcanır, sekizde biri de ülke içinde diğer alımlara; gider. Şili'de, "Birinci Dünya Savaşından önce, madenlerde ve bunlara bağlı maden işleme fabrikalarında ülkenin çalışan nüfusunun yüzde 8'i çalışıyordu yalnız, fakat bu oran devamlı olarak azalmıştır."[281] Uluslararası Para Fonu'nun yayınlanmamış bir raporuna göre, bu ülkede de (Şili'de-ç.n.) toplam sanayi üretiminin ancak yüzde 20'si yerel olarak harcanmaktadır; bunun ne kadarının emekçiler, ne kadarının, malzeme alımlarına gittiği belirlenmemiştir. Bolivya'da toplam işçilerin ancak yüzde 5'i kalay madenlerinde çalışmaktadır; 1945-50 yılları arasında, toplam gelirlerin yüzde 25'i kadar bir ödeme yapılmıştır kalay işçilerine (bir tahmine göre)[282]. Bolivya ücretleri ile dolar cinsinden yapılan toplam satışlar (gelirler) karşılaştırılırken, hesaplar resmi kur üzerinden yapılmıştır; resmi kur, yerli parayı fazla değerlendirdiğinden işçilerin payı da olduğundan yüksek görünmektedir. Orta Doğu'da, toplam nüfusun sadece yüzde 0.34'ü petrol işyerlerinde çalışmaktadır[283]; petrol gelirlerinden işçilere ödenen pay yüzde 5 oranındadır. [sayfa 342] Nüfusu çok küçük ve hammadde kaynakları ise çok geniş olan bazı ülkelerde ise yabancı sermayenin iş verdiği insanların oranı daha yüksek görünmektedir (örneğin Kuzey Rodezya bakır madenleri ülke halkının yüzde 10'una iş vermektedir), fakat ayrık (istisnai) örneklerdir bunlar. Kuzey Rodezya'da bile ücretlere giden pay, örnek verdiğimiz diğer ülkelerdeki oranlara yaklaşmaktadır.
      Ham madde çıkarıp bunu ihraç etmekle elde edilen gelirin yerli alımlarda kullanılan ya da ücret olarak verilen bu küçük dilimlerinin azgelişmiş ülkelerdeki iç pazarın genişlemesini sağlayabileceğini düşünmek yanlış olur. Bir kere, çalışanlardan bir kısmı yabancı uyruklulardır, bunlar yönetici ve yardımcı yönetici görevleri yaparlar ve yüksek ücretler alırlar. Çok zengin ve rahat bir ömür sürmelerine karşın bu insanların ellerine geçen paraların büyük bir kısmını biriktirdikleri görülür. Gerçekten de, bunların azgelişmiş ülkede (mahrumiyet bölgesinde) çalışmayı kabul edip buralara kadar gelmelerinin altında kısa zamanda çok para biriktirme umudu yatmaktadır. Söylemeğe gerek yoktur ki, biriktirilen bu paralar ya hemen "anavatana" gönderilir ya da bunların Sahipleri, ilerde işleri bitip de anavatana dönme zamanı geldiğinde" yanlarında götürürler.[284] Tüketim amaçları için harcadıklarının tümü de "iç pazara" yönelmiş değildir bu gibi yabancı uyrukluların. Gerçi adettir, bunlar birkaç hizmetçi çalıştırırlar yanlarında, iç pazardan da birçok tüketim mallarını satın alırlar, fakat yükte hafif pahada ağır ne kadar tüketim malı varsa bunu "dışardan" getiriler. Dolayısiyle, bunların yerli mallar alımı için kullandıkları para gelirlerinin çok küçük bir dilimidir ve bu dilimin ülkenin toplam talebi üstünde kayda değer bir etkileri görülmez.
      Yerli işgücünün durumu ise biraz daha farklıdır. Çok az beceri isteyen işlerde çalışan bu insanlar, haliyle, son derecede düşük ücretler alırlar; o kadar ki, aldıkları parayla canlarını tenlerinde tutmaları bile zordur. Fakat ücretleri yüksek olanlar bile, ellerine geçeni yerler ve [sayfa 343] tassaruf edecek birşey kalmaz geriye. Demek ki, yeril işçilere ödenen hemen bütün ücretlerin tüketime gittiği kabul edilebilir.[285] Ne var ki satın aldıkları ürünlerin belli bir kısmı zaten emrinde çalıştıktan yabancı firma tarafından pazara sürülmektedir; özellikle lojman için firmaya epeyce bir kira öderler. Dahası var. Yabancı şirketlerin işçi kampları öyle yerlerde kurulmuştur ki, birçok tüketim malını, genel olarak uzak bir yerde bulunan iç pazardan satın almak yerine fabrika kantininden satın almak hem daha kolay hem, daha ucuzdur; fabrika kantininde de "anavatandan" ithal edilen tüketim malları satılır.[286]
      Özetleyecek olursak, ihracata dönük yabancı girişimlerin kaynak ülkeler denilen yerlerin halkına verdikleri pay, oldukça az sayıdaki işçiye ödenen ücretlerden oluşmaktadır çoğunlukta ve bu da pek birşey tutmaz; her yerde çok küçüktür. Söz konusu malların karşısındaki dünya talebindeki oynamalar, üretimden çok fiyatları etkilediği için -burada bizim uzun uzun incelemeye gerek duymadığımız ekonomik ve teknik nedenlerle böyle olduğu için- çalışan yerli işçi sayısında da zamanla büyük bir değişiklik olmaz. Bunların ücretleri de öyle kolay kolay yükseltilmediği için, ellerine geçen toplam gelirlerde salt olarak yani miktar olarak da fazla bir artış göstermez; işçi bordrolarındaki toplam rakamlar hani nerdeyse yerlerinde saymaktadır. Satış fiyatlarına bağlı olarak toplam üretim değeri ise değişmekte ve işçi ücretlerinin bu değer içindeki payı zamanla elbette ki azalmaktadır. İşlerin iyi gittiği yılları işlerin kötü gittiği yıllarla birlikte ele alacak olursak, bu payın yüzde 15 dolaylarında gezindiğini enaz yüzde 5'e düştüğünü ve ençok yüzde 25'e yükseldiğini saptayabiliriz. Azgelişmiş ülkelerin yoksulluktan kırılan nüfus kesimleri için hiç kuşkusuz çok büyük değer taşıyan böyle bir payın, ekonomik kalkınma bakımından önemini irdelemek için, kimlerin eline geçtiğini daha yakından görmeye ve konuyu daha açıkça kavramaya çalışmalıyız. Bu payın büyük kısmı, dar gelirli işçilerin eline geçmekte, [sayfa 344] "ücret malları" denilen ve daha çok tarım kesiminde üretilen tüketim malları satın almak için kullanılmaktadır; söz konusu malların bir kısmı da yerel ustaların, küçük zanaatkârların ürettiği şeylerdir; bir kısmı da ithal yoluyla dışardan gelir; demek ki işçi ücretlerinin pazara yansımasının ülkenin sanayi girişimlerinin gelişmesi bakımından öyle önemli bir katkıları, pazar genişletici ve özendirici bir etkileri yoktur.[287]
      İhracata dönük yabancı şirketlerin satışlarından elde ettikleri toplam gelirleri iki başlık altında toplanabilir. Bu gelirin büyük kısmı brüt kârlardan oluşur (vergiler, resimler, harçlar çıktıktan sonra); amortismanlar ve karşılıklar brüt kârların içindedir. Üretimin yer aldığı ülkenin devletine ödenen vergi, resim, harç, "devlet payı" v.b. de ikinci bir başlık altında toplanabilir. Bu ikinci kategoriyi biraz sonra ele alacağız. Birinci kategorinin kullanım biçimi çok çeşitli görünümler alabilir. Daha önce de gördüğümüz gibi bu kategorinin büyük kısmı "o ülkenin dışında" yeniden yatırıma gider. Ne varki bu, istatistik bir denge olup, büyük toplamlara ve uzun dönemlere ilişkin olarak ele alındığında gerçek niteliği anlaşılacaktır. Tek tek ülkeler ve belli zaman parçaları için ele alındığında, hem kâr aktarmalarının hem de yabancı yatırımlarının çok büyük ve çok şiddetli sapmalar, dalgalanmalar gösterdiğine tanık oluruz. Zaman gelir, belli bir ülkeden dışarıya kâr aktarmaları yatırımları aşar, zaman gelir bunun tersi olur. Bazı firmalar elde ettikleri kârın tümünü götürürler, bazıları yeni yatırımlara girişir. Bütün kapitalist dünyaya kol atmış iş örgütleri, genellikle, kârlarını belli bir ülkeden ya da belli ülkelerden toplarlar, yatırım olanaklarının daha üstün göründüğü başka ülkelere yatırırlar. Fakat bununla, azgelişmiş ülkelerin ortak bir alınyazısı vardır, birinden kaldırılan kârlar nasılsa ötekine yatırılır gibi bir yargı vermek istediğimiz sanılmasın. Bunun tam tersi olmaktadır: Azgelişmiş ülkelerden elde edilen kârlar, dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkelerindeki yatırımları beslemek [sayfa 345] için kullanılıyor. Azgelişmiş ülkeler arasında, kendi ekonomilerine tekrar yatırılan yabancı şirket kârları bakımından büyük farklar bulunmakla birlikte, bir bütün olarak ele alındıklarında, azgelişmiş ülkeler dünyasından gelişmiş ülkeler dünyasına, faiz ve temettü ödemeleri yüzünden, ekonomik artıklarının geniş bir diliminin aktarıldığını söyleyebiliriz.[288]
     

V


      Ancak bütün bunların en kötüsü, azgelişmiş ülkelerin ekonomik kalkınmaları açısından anlatılması hiç de kolay olmayan asıl felâket, asıl başbelâsı, yabancı sermayenin ekonomik artığı alıp götürmesi ya da yabancı girişimci tarafından yeniden yatırılmasıdır. Bunun böyle iki ucu kirli bir değnek olması, azgelişmiş ülkelere yapılan yabancı yatırımların doğrudan faydalarının son derecede küçük olmasından değil; yabancı girişimcinin azgelişmiş ülkenin kalkınması üstündeki etkisini bütünlüğüyle ele aldığımızda ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır.
      Batılı yazarlar, bu konuda az çok resmi bir ağızla konuşurlarken hiç de bizim, gibi görmüyorlar sorunu. Örneğin, daha önce de sözünü ettiğimiz Amerikan Ticaret Bakanlığı'nın Survey of Current Business adlı dergisinde çıkan makalenin yazarları işi tersinden alarak şunları iddia ediyorlar: "Yabancı ülkelerde Amerikan şirketlerinin yaptığı üretici yatırımların büyük ölçüde genişlemesi, dış ülkelerdeki ekonomik koşulların düzelmesinde çok önemli bir etmen olmuşlardır."[289] Kendisinden öyle pek emin görülmemekle birlikte Profesör Mason da, "... maden üretiminin arttırılması, genel olarak, yalnız azgelişmiş ülkelerin kalkınmalarıyla bağdaşmakla kalmıyor, aynı zaman da bu bölgelerdeki sanayileşmeyi de büyük ölçüde kolaylaştırmaktadır."[290] profesör Nurkse de, çekingen bir ifade kullanmakta ve şöyle bir sonuca varmaktadır: "... geleneksel yabancı sermayenin yarattığı etkiler kötü değildir, [sayfa 346] genel olarak kalkınma sağlamadıktan da söylenemez; kalkınmaya katkıda bulunmaz değil, bulunur ama, her yerde ve her zaman aynı ölçüde olmaz bu, üstelik dolaysız da değildir bu katkı. Asıl güçlük kaynağı, yabancı sermaye yatırımları etkisinin dişe dokunur olmamasıdır, hepsi o kadar"[291].
      Yabancı yatırımlarını savunan bu yazarların tutumu aşağıdaki gerekçelere dayandırılmaktadır. Bir kere, yabancı yatırımlar sayesinde dışarıya yapılan kâr aktarmaları, azgelişmiş ülkenin ekonomik artığından kaynak alan bir yük değildir, deniliyor; çünkü yabancı sermaye yatırımı olmasaydı zaten aktarılacak birşey de olmayacaktı! Aktarma olmasın demek yatırım yapılmasın demek olduğu için, bu aktarmalar ödeyen ülke için bir gerçek maliyet öğesi değildir ve dolayısiyle de ülkenin ekonomik kalkınmasını olumsuz yönde etkilediği söylenemez![292] İkinci olarak da şu gerekçe öne sürülüyor: Yabancı girişimlerin işlemleri sonucu elde edilen ürünlerin bir kısmı yerli halka, yaptıkları hizmetlerin ödülü olarak geri veriliyor ve ülkenin toplam gelirini bir dereceye kadar arttırıyor ya, daha ne isteniyor? Üçüncü gerekçe de şöyle. Yabancı sermaye, doğrudan katkısı ne olursa olsun, bir de dolaylı katkıda bulunuyor; doğrudan katkısıyla azgelişmiş ülke insanlarının daha rahat yaşamalarını sağlarken, dolaylı katkılarıyla, yani karayollarının demiryollarının, enerji santrallarının ve benzeri bayındırlık işlerinin yapımı yanısıra, yerli kapitalistlere ve işçilere de, ileri ülkelerin bilgi ve becerisini de aktarmış oluyor! Sonuncu gerekçe de, Batı şirketlerinin, kaynak ülkelerin devletlerine avuç dolusu vergi, resim, harç ödemesi ve dolayısiyle devletin eline ulusal ekonomilerin kalkınmasını finanse edecek önemli fonların geçmesini sağlamasıdır.
      Burjuva ekonomi düşüncesinde genellikle görüldüğü üzere bu gerekçeler de "pratik zekâya" dayanmaktadır ve hem boş, hem de akla yakın görünmektedir. Ne var ki, gerçeğin yalnız bir kesimi üstünde yoğunlaşan, [sayfa 347] madalyanın yalnız bir yüzünü gösteren ve şimdilerde pek moda olan "konuyu tarihsel olarak değil de canlı statik yöntemle ele alma" sevdasına kapılan bu gerekçeler aslında tek taraflı olduğu kadar yanıltıcıdır da. Şimdi bu gerekçeleri birer birer ele alıp iç yüzlerini göstermeğe çalışalım.
      Azgelişmiş ülkelerin doğal kaynakları işletilmeyecek olursa, üretim de yapılamayacak ve haliyle dışarıya kâr aktarılması olayı da görülmeyecektir; bunun böyle olacağı açık-seçik bir gerçek. Fakat yukardaki birinci gerekçenin bütün doğruluğu ve haklılığı da burada başlayıp burada bitmektedir; tek sağlam dayanağı bu, çünkü söz konusu gerekçenin. Bugün azgelişmiş olan ülkelerin, günün birinde, bu doğal kaynakları kendi öz güçleriyle işleyip değerlendirmeyeceklerini kimse garanti edemez, bu bir; sonra, yabancı yatırımcıların işlettiklerinden daha iyi işletmeyeceklerini ve daha büyük verim elde etmeyeceklerini de kimse garanti edemez. Eğer yabancı sermaye ve azgelişmiş ülkelerin kalkınmalarında tuttukları yol birbirinden bağımsız iki olgu olarak ortaya çıksalardı böyle bir olasılık da ortadan kalkardı. Ne var ki, daha önce de Japon kalkınmasını incelerken açıkça gösterdiğimiz gibi, biraz sonra daha da aydınlığa kavuşturacağımız gibi böyle bir bağımsızlık varsayımı yapılamaz. Eğer böyle birşey yapılırsa, sorunun karşılığı baştan verilmiş ve önyargılı hareket edilmiş olur. Fakat problemin bir başka yönü daha vardır. Bazı tarım ürünleriyle ilgili olmak üzere şöyle düşünülebilir: Bunlar yıllık bitkilerin ürünleridir genellikle ve ürün-fazlasının nasıl olsa ihraç edilmesi gerektiği düşünülürse, bunların üretilip dışarıya gönderilmesi, kaynak ülke açısından bir kayıp, bir özveri olarak değerlendirilemez. Genellikle kabul edilen, fakat aslında saçma sapan bir görüştür bu! İhracata dönük şirketlerin, denetimleri altındaki toprakları yağma edercesine kullandıkları olgusu bir yana, bu topraklar üs tünde kurulan plantasyonların, yerli halkı sistematik olarak [sayfa 348] yoksullaştırdığı, hatta birçok hallerde yok ettiği, fizik varlıklarını ortadan kaldırdığı da unutulmamalıdır. Binlerce örneği var bunun, biz burada bunlardan birkaçına değinmekle yetinelim. "Brezilya'nın kuzeydoğusundaki (tek-ürün) şeker kamışı tarımı iyi bir örnektir. Bir zamanlar bu bölge, gerçekten bereketli tropikal topraklardan bir kesimine sahipti. İklimi tarıma elverişliydi ve başlangıçta son derecede zengin meyva ormanlarıyla doluydu. Bugün, herşeyi yutan, kendini bile zor durumda bırakan şeker sanayii bütün bu ormanları yerle bir etmiş ve her yeri şeker kamışıyla doldurmuş bulunuyor; kıtanın açlık bölgelerinden biri olup çıkmış burası sonuç olarak. Meyva yetiştiremeyen, otlakları olmayan, sebze tarımı yapamayan ya da sığır besleyemeyen bu bölge, çözümü son derecede zor bir yiyecek problemiyle karşı karşıyadır bugün; oysa, çeşitli tarım dallarıyla uğraşılabilmiş olsaydı, binlerce yiyecek maddesi çıkarılabilirdi bu topraklardan."[293] Lâtin Amerika'nın büyük kısmında, "yerli halkın mahvına sebep olan, hemen her bölgede, tek yönlü tarım yapılmasıdır yada toprakların tek bir üretim amacıyla işletilmesi; madencilikse yalnız madencilik, kahve plantasyonlarıysa, yalnız bunlar, tütün tarlaları ise yalnız tütün tarlaları, kakao ise yalnız kakao. Toprakların belli konularda uzmanlaştırılması özellikle bazı ülkelerde çok belirgindir; örneğin Salvador'da hemen yalnız kahve, Honduras'ta yalnız, muz üretilip ihraç edilmektedir." Mısır'da "sulanabilir toprakların büyük kısmına hemen tamamı ihraç edilen ürünlere ayrılıyor... Özellikle pamuk ve şeker kamışı... bunlar da fellah'ın beslenme yoksulluğunu büsbütün artırıyor" Afrika'da, "Yerli yiyecek alışkanlıklarını altüst eden ilk Avrupalı yenilik, kakao, kahve, şeker ve fıstık gibi kolay ihraç edilebilir ürünlerin geniş ölçüde üretilmesi.
      Plantasyon sisteminin nasıl işlediğini önceden de belirtik... Batı Afrika'daki İngiliz sömürgesi Gambia'da bunun güzel bir örneğini görüyoruz, yerlilerin yeyip içtikleri ne kadar tarım ürünü varsa, bunların üretimine son verilmiş [sayfa 349] ve bütün topraklar yer fıstığı ekimine ayrılmış. Bu tek-ürünlü tarımın sonucu olarak yerli halkın beslenme durumu o kadar kötüleşmiş ki artık daha kötüsü olamaz." Uzun bir süre Amerikan kapitalizminin iç sömürgeleri olarak kullanılan Güney eyaletlerinde de benzer bir gelişme görülmüş ve nerdeyse bütün topraklar şeker kamışı ve özellikle pamuk ekimine ayrılmıştı. "Amerika Birleşik Devletlerinde, pamuk üreten eyaletler, ulusun en düşük gelirli grubunu oluşturmaktadır. Pamuk ekimi ile yoksulluk arasındaki istatistik bağıntı akıllara durgunluk verecek ölçüdedir. Pamuk ekiminin toprak üstünde iki olumsuz etkisi görülüyor: (1) Toprak verimini azaltıyor... (2) Erozyonu kolaylaştırıyor... Şimdi bunlar açıkça biliniyor... Fakat ondokuzuncu yüzyılda kimse doğru dürüst anlamıyordu bunları, öyle bir yüzyıldı ki o, başarı dolarla ve sentle ölçülüyordu, kalıcı değerler, ulusal servet kimsenin umurunda değildi."[294]
      Yanlış anlaşılmayı önlemek için, yukarda söylediklerimizin işbölümüne karşı, ulusal ve uluslararası uzmanlaşmaya karşı, verimliliğin artmasını sağlayabilecek böyle bir gelişmeye karşı görüşler olarak öne sürülmediğini belirtmeliyiz. Açıkça belirtmek istediğimiz şudur: Taraflardan birinin açlıktan ölme alanında uzmanlaşması, diğerinin de "beyaz adamın uygarlık yükünü taşıması karşılığı" kârları toplamakta uzmanlaşması, en büyük sayıda insan için en büyük mutluluğun sağlanması bakımından hiç de uygun bir düzenleme, hiç de uygun bir örgütlenme biçimi değildir; böyle bir ulusal ya da uluslararası uzmanlaşma olmaz!
      "Azgelişmiş ülke hiçbir özveriye katlanmıyor ki!" önermesi, ihracata dönük yabancı şirketlerin yıllık bitkilerin tarımıyla değil topraktan maden, petrol ve benzeri şeyleri çıkarma işleriyle uğraşmaları halinde de geçerli değil. Gerçi bu durumda, yerli halkın yerinden yurdundan edilmesi ve geleneksel varlık dayanaklarından yoksun bırakılması, tarım plantasyonları kurulması hâlinde ortaya [sayfa 350] çıkan sonuçlar kadar güçlü eğilimler sayılamaz; bu gibi ham maddelerin çıkarılması işine girişen bir yabancı şirket, ülke halkını, bir ölçüde topraklarından kovmaktadır, geçim olanaklarını kısıtlamaktadır, fakat ne de olsa bir ölçüde! Azgelişmiş ülke ham madde kaynaklarının, arz olanakları sonsuz "serbest mallar" olarak değerlendirilmesi yanlış olacaktır; bu gerçeği akıldan çıkarmamalı. Bütün dünya açsından bakıldığında ham madde kaynaklarının eriyip tükenmesine bir "korkulu rüya" gözüyle bakılamaz belki; fakat tek tek ülkeler ve belli ham maddeler dikkate alınırsa böyle bir tükenme tehlikesinin hiç de küçük olmadığı görülecektir.[295] Böylelikle, doğanın bağışlamış olduğu ham madde kaynakları için ellerine ufak tefek paralar sıkıştırılan bugünün azgelişmiş ülkelerine, bu kaynakların tükenmesiyle, ilerde "çorbanın bulaşığı" kalmış olacaktır; yani bunlar, "dünyaya gelme haklarını satıp ilerde iyi bir gelecek satın alma" durumunda bulunuyorlar.
      Bu bulaşığın karın doyuracak kadar olmadığını, zaten çorbanın da nitelik ve nicelik bakımından yetersiz bulunduğunu yukarda da görmüştük. Söz konusu kaynak ülkeleri halkları bunları gittikçe daha iyi görüp anlıyorlar; bunun başlıca kanıtı, yabancı sermayeye karşı gittikçe artan bir düşmanlık göstermeleridir; Batı kapitalizmi için çalışmak üzere yerli işçilerin kandırılması, bugün her zalimden daha zor ve bu iş için sopaya ve baskıya daha çok başvuruluyor. Yerlilerin canla başla çalışmakta gösterdikleri isteksizlik ve gevşeklik, bunların "kültür geriliğine ve kendileri için neyin iyi neyin kötü olduğunu bilememelerine bağlanıyor çok kez; bu gibi yargılarda bir gerçek payı bulunabilir, bulunmaz değil; fakat yerli halkın işe karşı direniş göstermesinin başlıca nedeni, kendi geleneksel yaşantısı içinde hem daha zengin hem de daha mutlu olması; yabancı sermayesinin kendisini ittiği ya da çektiği hiç hoşuna gitmiyor yerlinin!
      Kitle hâlinde işgücü seferberliği biçimi olarak [sayfa 351] köleliğin kaldırılmasından sonra, yerli işçilerin çalışma isteksizliklerini kırmak için en sık başvurulan çare, uzun-dönemli zorunlu sözleşmelerle onları işe bağlamak olmuştur, sözleşmeye uymayanlara ceza yaptırımı uygulanır. Biçimsel olarak bir sözleşme vardır işçiyle işveren arasında... Câhil işçi içinde ne yazdığını anlamadan basar altına parmağını, haklarının korunup korunamadığını bilemez; ayrıca, işveren, sözleşmede yazlı olmayan çalışma yükümlülüklerini işçiden istemesi halinde, bunu engelleyecek bir denetim organı da yoktur. Bir kere böyle bir sözleşme yaptıktan ve köyünden alınıp işyerine götürüldükten sonra, yalanlarla kandırılmış olduğunu anlasa bile iş işten geçmiştir, sözleşmeden cayma olanağı yoktur işçinin.. Demek ki, ister zorla, ister hileyle ya da isterse yoksulluk zoruyla imzalanmış olsun, böyle bir sözleşmenin özgür irade ile yapılmadığı, baskı zoruyla yapıldığı ortadadır. Hollanda'nın Batı Hint Adalarındaki sömürgelerinde, özellikle Dış Eyaletler denilen bölgelerde, zorla imzalatılan bu gibi sözleşmelere uyulmaması halinde işçinin hapsedilmesi uygulamaları tâ 1940 yılına kadar sürmüştür. Afrika'da, özellikle madenlerde çalışanlara karşı hâlâ yürürlüktedir böyle cezalar. Güneydoğu Asya'nın ve Pasifik'in sömürge ve manda altında bulunan bölgeleri halklarının, plantasyonlarda, madenlerde ve fabrikalarda çalışmaya gönülsüz olmaları ya da yeteri kadar işçi bulunamaması hallerinde, zorunlu çalışma yöntemine geniş ölçüde başvuruyor kapitalistler... Lâtin Amerika'da da, büyük çiftliklerde, madenlerde ve hatta fabrikalarda, daha yumuşak bir zorla çalıştırma yönteminin uygulandığı görülüyor. Örneğin, borcunu ödeyemeyen borcu karşılığında zorla çalıştırılıyor kimi zaman da, tıpkı sömürgelerdeki gibi, çalışanlara uzun dönemli zorunlu sözleşmeler imzalatılıyor ve çalışmaları böylece sağanmış oluyor..."[296]. [sayfa 352]
      Şimdi, eğer emperyalizmin savunma sözcüleri, hâlâ, "... belli bir bölgeye yapılan yatırımın, bütün ülkeye zararlı olacağını kanıtlamak için, yatırım sonunda bütün ülke halkının gerçek gelirlerinde bir düşme olduğunu ortaya koyabilmek şarttır."[297] gibi savlar öne sürerlerse, bizim de onlara bir çift sözümüz olacak: Eğer azgelişmiş ülke halkı olarak yalnız bir avuç kompradoru, yabancı ham madde üreticilerinin işlemlerinden çıkar sağlayan bir avuç kompradoru bir kenara koyacak olursak, yabancı yatırımın bütün ülke halkına zararlı olduğunu kolayca kanıtlayabiliriz.
     

VI


      Bu bizi, üçüncü sorumuza ve yukarda sıralanan gerekçelerden üçüncüsünü incelemeye götürür. İhracata dönük yabancı şirketlerin, azgelişmiş ülkenin kalkınması üstündeki dolaylı etkisi nedir? Yabancı şirketlerin tezgâh kurup iş çevirdikleri ülkelerden bazılarındaki yatırımları, ilgili üretimin gerçekleşmesi bakımından, hem kaçınılmaz olarak yapılması gerekli yatırımlardır, hem de üretimin ayrılmaz bir parçasını oluşturmaktadır. Demiryolları, limanlar, karayolları, hava alanları, telefon ve telgraf şebekeleri, kanallar ve enerji istasyonları bunlardandır. Genel olarak bunlar, her azgelişmiş ülke için yararlı yatırımlardır. Bunların yapılması ile ülkenin iç pazarı genişlemese bile bu böyledir; söz konusu yatırımların gerektirdiği bütün temel malzeme "anavatandan" getirildiği, yani bunlar geniş ölçüde "ayni yatırım" niteliğinde oldukları için iç pazarı fazla genişletmezler; fakat gene de, yerel yatırım olanaklarını genişlettikleri için ülkeye bir yararları olduğu söylenebilir. Bu etki, ekonomi dilinde "dış ekonomiler" kavramıyla anlatılmaktadır ki bu da, kuruluşun başka bir işletmenin kurulup üretimde bulunmasını kolaylaştırması (ucuzlatması) olgusunu belirtmek için kullanılır. Örneğin belli bir fabrika ya da maden [sayfa 353] ocağı için kurulan bir enerji istasyonu, başka bir fabrikanın ya da maden ocağının yeniden böyle bir enerji istasyonu kurması zorunluluğunu ortadan kaldırabilir, dolayısıyla enerji gereksinimini ucuza karşılamasını sağlayabilir. Aynı şekilde, belli bir fabrikanın gereksinimi için kurulacak bir doğrama atölyesi, başka fabrikaların işlerine yarayabilir ve aynı bölgede daha ucuza bir yeni fabrika kurulmasını kolaylaştırabilir v.b.
      Bu şekilde ekonomik genişlemenin gerekli koşullarının iyileşmesi ile "yatırımın kartopu gibi büyümesi etkisi" denilen süreci birbirinden ayırmak gerekir; daha önce de sözünü ettiğimiz bu süreç, bir işletmede yapılan yatırımın, ancak, başka bir işletmede yapılacak yatırımın "pazarı genişletmesi" ile mümkün olabileceğini belirtir. Söz konusu ayırım mutlaka yapılmalıdır; çünkü bu yapılmazsa, azgelişmiş ülkeleri konu edinen birçok yazının düştüğü ciddi yanlışlıklardan kurtulunamaz. Yatırımın kartopu gibi büyümesi etkisi hemen hemen ekonomik kalkınma ile eş anlamlıdır ve zorunlu olarak, "dış ekonomiler" yaratılmasını, dış ekonomilerin yaratılmasına yol açan diğer koşulların yerine getirilmesini, dolayısiyle yatırım düzeyinin ve ekonomik büyüme hızının artmasını kapsamaktadır. Başka biçimde ortaya koyacak olursak: Eş zamanlı yerli yatırım eylemleri, işbölümünün daha genişlemesini yansıtır ve birikimsel olarak (kümülatif olarak) iç pazarın genişlemesi etkisini yaratır ki bunların yan-ürünü olarak da dış ekonomiler sağlanmış olur; sürekli işleyebilen böyle bir mekanizma, gittikçe daha büyük işbölümüne ve daha çok yatırıma yol açacaktır. Ne var ki, yatırım koşullarının iyileşmesi ile yatırımların artması aynı şey değildir; bunların aynı şey olabilmesi demek, zaten, ekonomik ve toplumsal kalkınmanın, ülkeyi, sanayi kapitalizminin eşiğine getirmesi demektir. Aksi halde, bu tün bu dış ekonomiler, ekonomik ve toplumsal yapının, için de bulunduğu durumda kalmasını pekiştirmekten başka bir işe yaramamış olurlar ya da -el altında bulunan fakat kullanılmayan- potansiyel olanaklar olarak kalırlar, kullanılmayan [sayfa 354] diğer üretici güçlere katılırlar ve sonuç olarak ülkenin ekonomik kalkınmasına ancak çok ufak bir katkıda bulunurlar.
      Şunu söylemek istiyorum: Dış ekonomiler yaratılmasının yatırımları canlandırma üstündeki etkileri, başka bir maliyet etmenini ucuzlatmanın, örneğin faiz haddini düşürmenin etkisi kadardır. Nasıl ki faiz haddinin düşürülmesiyle, belli bir gelir ve etkin talep düzeyinde yatırımların artmasını garanti saymak yanlış olursa burada da öyle. Demek ki tek başına dış ekonomilerin yaratılmış olması ekonomik genişlemeye yol açmak için yeterli değil. Dış ekonomiler ile faiz haddi arasındaki benzerlik daha da ilerilere gitmektedir. Nasıl, ekonomi biliminin ilk gelişim evrelerinde faiz haddinin ekonomik kalkınma bakımından stratejik bir önem taşıdığı öne sürülüyordu ve bu "mâsum" bir tutum değil idi ise -laissez faire politikasının özünü yansıtan ve devletin işlere fazla karışmasını önlemek isteyen bir tutum idi ise-, bugün de, azgelişmiş ülkelerin dış ekonomiler sağlayan kuruluşlara gitmeleri (enerji santralları, karayolları v.b.) yalnız kuramsal bir tutum, bir moda olarak değerlendirilemez. "Bu kuruluşlar kime sağlayacaklar bütün bu dış ekonomileri?" sorusu sorulunca işin içyüzü ortaya çıkıverir, önemi anlaşılıverir. Kamu kesiminde ya da bütün iş çevrelerinin egemenliğindeki örgütlerde çalışan ekonomistlerin bu konuda söylediklerine bir göz atmak bile, azgelişmiş ülkelerde "dış ekonomilerin", öncelikle, bu ülkelerin doğal kaynaklarını sömürmek için yatırım yapan yabancı (Batılı) girişimcilerin işine yaradığını ve yarayacağı göstermeğe yeterlidir. Dahası var: Bu gibi ekonomistlerin, böyle "dış ekonomiler" yaratacak projelerin finansmanlarına devletin de yardımcı olması konusunda ısrarla durmaları, azgelişmiş ülkelerin ulusal yönetimleri ile tekelci şirketlerin arasında nasıl bir "uyumlu işbirliği" bulunduğunu yansıtmaktadır; eski bir fikirdir bu "büyük işleri devlet yapmalı!" fikri aslında. Yani bu büyük işlerin büyük finansman yükünü devlet omuzlarına almalı, bundan çıkar sağlayan [sayfa 355] firmaların "finansal katkıları" mümkün olduğu kadar küçük tutulmalıdır; yani "bu pişirdi bu da yedi!" hesabı, devlet söz konusu kuruluşları kurmalı ve işletmeye açmalı, kapitalistler de, devlet hazinesinin fazla bir kesintisine de uğramayan kârları güzelce toplamalıdırlar!
      Mr. Nelson Rockfeller ve yardımcıları, "can alıcı nitelikte bazı kıtlıklar hızla ortaya çıktığı için, azgelişmiş ülkelerde meta üretimini çabuklaştırmanın ve yaygınlaştırmanın büyük önemi vardır."[298] diyedursunlar, Profesör Mason, "böyle bir gelişmenin, yardımcı yatırımlar yapılmaksızın, yani demiryolları, karayolları, limanlar, elektrik santralları ve benzerleri olmadan gerçekleşemeyeceğini, gerçekleşse bile genel ekonomik kalkınmaya büyük bir katkısı olmayacağını"[299] vurgulamaktadır. Bu "yardımcı yatırımların" yapılmasında paranın kimin kesesinden çıkacağında ve şerefin kime ait olacağı konusunda hiç kimsenin bir kuşkusu yoktur: "azgelişmiş ülkelerde meta üretimini çabuklaştırmakta ve yaygınlaştırmakta" kimin sorumluluğu varsa, yani bu ödevleri kim omuzlayacaksa ve "onların genel ekonomik kalkınmasına kimin katkı yapması" gerekiyorsa, para da onun kesesinden çıkacak, şeref de onun olacaktır! Ünlü Gray Raporu, bu sorulara büyük bir açıklıkla karşılık vermektedir. Bu rapor, tarihsel açıdan sağlam bir görüşü, "özel yatırımların seçici olması ve belli bazı ülkelere, daha çok, maden çıkarma işleri için gideceği" görüşünü belirttikten sonra, yazarlarının kendilerini tutamayıp "özel yatırım, kalkınma için en yararlı yoldur" ve "özel yatırım hacmi mümkün mertebe geniş tutulmalıdır" ve "kamu yatırımları ihtiyacı özel yatırımlara göre ayarlanmalıdır" görüşlerine yer verdikleri görülmektedir.[300] Demek ki, söz konusu alt yapı yatırımlarını (yardımcı yatırımları) kamu kesimi yapacak, özel yatırımlar için ortam hazırlanacaktır.
      İşin can alıcı noktası da şu: Kamu kesimi eliyle gerçekleştirilecek "yardımcı yatırımlar", daha çok, ihracata dönük özel yabancı yatırımcıların işine yarayacaktır ve söz konusu bu alt yapının sağlayacağı "dış ekonomiler", daha [sayfa 356] çok ham madde üretilmesine ve ihraç edilmesine olanak verecektir. Bunun bir nedeni, alt yapı yatırımlarının projelerinin de yabancı şirketlere verilmesi ve bunların, doğal olarak, kendileri için en uygun kuruluş yerlerini seçmeleridir. Hindistan'da, Afrika'da, Lâtin Amerika'da, yabancı şirketlerin eliyle ya da desteğiyle kurulmuş olan demiryollarının, hepsi de, ham maddelerin limanlara doğru akışını kolaylaştıracak şekilde projelendirilip, yabancı çıkarlarına en uygun "güzergâhlardan" geçirilmiştir; limanlar da, ham madde ihracatına elverişli olacak şekilde kurulmuştur. Enerji istasyonları, yabancı maden şirketlerinin çıkarlarına en uygun gelecek biçimde ve yerde kurulduğu gibi, sulama şebekeleri de, gene yabancıların elindeki plantasyonların gerekli kıldığı biçimde yapılmıştır. Yabancı sermayenin girdiği her yerde aynı şey görülmektedir. Dr. H. W. Singer'in sözleriyle, "azgelişmiş ülkelerden daha çok ihracat yapılabilmesi için kurulmuş tesisler -ki bu ihracatın büyük kısmı yabancı şirketler eliyle yapılmaktadır-, söz konusu azgelişmiş ülkeler ekonomik yapısının ayrılmaz bir parçası değildir; bu tesisler yalnız ve yalnız coğrafya olarak, fizik olarak o ülkelerde bulunmaktadır."[301]
      Ne var ki, yabancı girişimcilerin desteğiyle kurulan alt yapı tesislerinin (yardımcı yatırımların) fiziksel nitelikleri, bunların, azgelişmiş ülkelerin ekonomik kalkınmaları bakımından kısır ve işe yaramaz şeyler olmalarının başlıca nedeni değildir. Bunlar, geri bölgelerdeki ekonomik büyümenin teknik gereklerini yerine getirecek biçimde projelendirilmiş ve yerleştirilmiş de olsalar, yapay olarak zerkedildikleri, sosyo-ekonomik yapı içinde yabancı maddeler olarak kaldıkları sürece, etkileri de sıfır (hatta negatif) olacaktır; bu nokta bundan öncekinden çok daha önemlidir. Çünkü, sanayi kapitalizminin doğmasına olanak veren etken, demiryollarının, karayollarının ve enerji istasyonlarının kurulması değildir; aksine, sanayi kapitalizminin kurulması, demiryollarının yapımına, karayollarının açılmasına ve enerji istasyonlarının kurulmasına olanak vermiştir. Eğer [sayfa 357] "dış ekonomiler" yaratan bu kaynaklar, kapitalizmin merkantil aşamasından geçen bir ülkede yer alıyorlarsa, olsa olsa, tüccar sermayesi için "dış ekonomiler" sağlayacaklardır. Örneğin, ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Hindistan, Mısır ve Lâtin Amerika'da ya da başka yerlerde İngilizlerin eliyle kurulan modern bankalar, sanayi kredileri için kaynak olmamış yerel tefecilerle faiz yarışı yapan, büyük çaplı ticari finansman kurumlar ya da takas odaları olarak çalışmışlardır. Aynı şekilde, birçok azgelişmiş ülkede, hızla gelişen ihracata paralel olarak kurulan limanlar ve mantar gibi büyüyen kentler de sanayi merkezleri hâline dönüşmekten uzak kalmış, zengin kompradorlara "yaşama alanı" sağlayan geniş pazar yerleri olarak, bir çığ gibi gelişmiş ve küçük tüccarın, acentaların, komisyoncuların oluşturduğu renkli bir nüfusun kum gibi kaynadığı bir ortam geliştirmiştir. Demiryolları, ana karayolu bağlantıları ve kanallar da, yabancı girişimcilerin amaçlarına hizmet etmişler, fakat ülkenin kendi üretici eylemlerinin atar damarları olarak bir işe yaramamışlardır; olsa olsa, köylü ekonomisinin parçalanıp dağılmasını kolaylaştırmışlar ve kırsal bölgelerin tâ içerlerine kadar ticaret sermayesinin sokulmasını ve bu bölgeleri daha yoğun ve daha eksiksiz sömürmesini sağlamışlardır.
      Profesör Fnankel, "Afrika'da ve başka yerlerde böyle "yatırımların" tarihi, yanlış yerde kurulmuş demiryolları, karayolları, limanlar, sulama şebekeleri v.b. ile doludur ve bu örnekler gelir-yaratan bir kalkınmaya yol açmak şöyle dursun, başka yolla pekâlâ gerçekleşebilecek kalkınma hamlelerini de kösteklemişlerdir."[302] derken tamamen gerçeği söylemektedir. Fakat bugüne kadar, sözkonusu yatırımların verdiği başlıca zararın, "yanlış" işlerin "yanlış yerde" yapılması ve dolayısiyle fonların "doğru yerde" yapılacak "doğru" işlere akmasını önlemesi olmadığı konusu yeteri kadar güçlü bir dille anlatılamamış, gerekli vurgulamayı kazanamamıştır. Yabancı yatırımların azgelişmiş ülkelerin kalkınma hamleleri üstündeki en [sayfa 358] zararlı etkileri, asıl, tüccar sermayesinin egemenliğini pekiştirip güçlendirmesinde ve bu sermayenin sanayi sermayesine dönüşmesini yavaşlatmasında ve hatta önlemesinde olmuştur; dolayısiyle ülkede sanayi kapitalizminin gelişmesi yavaşlamış, hatta engellenmiştir.
     
       

VII


      İşte yabancı girişimin azgelişmiş ülkeler üstündeki gerçekten önemli "dolaylı etkisi" budur. Yabancı girişim, ülkeye çok çeşitli kanallardan girmekte, bütün ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel yaşantısına kol atmakta ve ülkenin tuttuğu yolu belirleyen en önemli etmen olmaktadır. Herşeyden önce, yabancı sermayenin yörüngesinde sömüren ve zenginleşen bir grup tüccarın ortaya çıktığı görülmektedir. İster toptancılık yapsınlar -küçük üreticiler-den satın aldıkları malları paketleyen, balyalayan, ayırıp ayıklayan ve standartlaştıran toptancılardır bunlar-, ister yabancı şirketlerin yerli ihtiyaçlarını karşılayan müttehitler olsunlar ve isterse yabancı şirketlerin ya da oralarda çalışan yabancıların diğer ihtiyaçlarını karşılayanlar olsunlar, bunların büyük kısmı yüklü servetler edinme açgözlülüğünü gösterebilmekte ve azgelişmiş ülkenin kapitalist sınıfının tâ tepelerine kadar yükselmektedir. Kârlarını, yabancı şirketlerin çalışmasına borçlu olan, bu şirketlerin gelişmelerine ve zenginleşmelerine bel bağlama durumunda bulunan, yerli burjuvazinin bu komprador kesimi, statükonun devamı için ve daha da pekişmesi için, elindeki önemli gücü her zaman kullanacaktır.
      Bunların hemen arkasından yerli tekelci sanayiciler geliyor; çok defa, yerli ticaret sermayesi ile ve yabancı şirketlerle kenetlenmiş ve içice girmiş bulunan bu tür sanayiciler de, varlıklarını, statükonun devamında görürler; çünkü bilirler ki, gerçek bir sanayi kapitalizminin kurulması kendilerini silip süpürecektir. Kendi pazarlarında yeni yeni isimler ve yarışmacılar görmek istemeyen ve bunları [sayfa 359] engelleyen bu tür sanayiciler, dolaşımdaki sermayenin emilmesini isterler ve ihracata dönük yabancı girişimlerden korkmazlar. Bunlar da kurulu düzenin ateşli savunucularıdır.
      Bu iki gurubun çıkarları ile, geri kalmış toplumlarda güçlü biçimde kol budak salmış feodal toprak ağalarının çıkarları tam anlamıyla paraleldir. Doğrusu bu ağaların, yabancı girişimin kendi ülkelerindeki eylemlerinden şikâyetçi olmaları için sebep de yoktur. Bu girişimcilere kendi toprak ürünlerini satarlar çok kez birçok ülkede, yabancılar sayesinde topraklarının değeri artmıştır; yabancı şirketler, toprak soyluların bazılarına yağlı işler de verirler, çoğunlukla yabancı şirketlerin en yüksek maaşlı işleri ağa çocuklarına ayrılır.
      Bunun sonucu ortaya üçlü bir siyasal ve toplumsal ortaklık (koalisyon) çıkar: zengin kompradorlar, güçlü tekelciler ve büyük toprakağaları koalisyonudur bu ve yürürlükteki feodal-merkantil düzenin savunması onun için bir ölüm-kalım sorunudur. Ülkeyi herhangi bir biçimde -artık monarşi mi olur, askeri-faşist bir diktatörlük mü olur, yoksa Kuomintang tipi bir cumhuriyet mi olur yöneten bu üçlü ortaklığın, kendisini bugünkü ayrıcalıklarından ve erkinliğinden edecek olan sanayi kapitalizminden bekledikleri bir şey olamaz. Ülkedeki bütün ekonomik ve toplumsal ilerlemeyi köstekleyen bu rejimin köyde ve kentte hiç bir gerçek dayanağı yoktur ve olamaz; dolayısiyle, açlıktan kırılan huzursuz halk kitlelerinden ödü kopmaktadır ve bu korku dinmek bilmeyen bir duygudur; bu ortaklığın tek güvencesi, oldukça iyi beslendiği ve kendisine Romalı (Praetorian) koruyanlar gibi bağlı olan paralı askerlerdir.
      Azgelişmiş ülkelerin çoğunda, toplumsal ve siyasal gelişmeler, son yirmi-otuz yıl içinde bu tür rejimlerden birçoğunu alaşağı etmiştir. Eğer hâlâ iş hayatlarını sürdürüyorlarsa - ki bunların derdi gücü iş hayatlarını sürdürmeleridir-, Lâtin Amerika'da olsun, Orta Doğu'da [sayfa 360] olsun hâlâ işlerine devam edebiliyorlarsa, Güneydoğu Asya'nın bazı "hür" ülkeleri ile Avrupa'nın bazı "hür" ülkelerinde işleri tıkırında ise, bunun tek nedeni olmasa bile başlıca nedeni, bunların Batı sermayesinden ve onlar adına hareket eden Batı devletlerinden "bol keseden" yardım ve destek görmeleridir. Çünkü bu rejimlerin ayakta durmasıyla yabancı sermayenin işlerini yürütebilmesi birbirine bağlı iki olaydır; ikisi de birbirini belirleyen iki olay. Yerli sanayi kapitalizminin gelişmesini çıkmaza sokan emperyalist güçlerdir bu bağımlı ve sömürge ülkelerin ekonomik anlamda gırtlaklarını sıkanlar; gene bunlardır, feodal-merkantil düzenin yıkılmasını önleyen ve komprador yönetimlerinin egemenliklerini garanti altına alanlar! İşte bu rejimlerin uşak hükümetlerinin korunması, ekonomik ve toplumsal kalkınmasının boğulması, toplumsal ve ulusal kurtuluş için girişilen bütün halk hareketlerinin bastırılması, bugün için azgelişmiş ülkelerin yabancılar tarafından sömürülmesinin devamını bu ülkelerin emperyalist güçlerin boyunduruğu altında tutulmasını sağlayabilmektedir. Yabancı sermaye ve onun temsilcisi durumunda bulunan hükümetler, bugüne kadar, söz konusu pazarlıkta (alışverişte) oynadıkları rolü (ve aldıkları payı) aynen korumuşlardır. Gerçi günümüzde resmi ağızlardan "sömürge iktidarları, hammadde üreten bölgelerde sanayinin genişlemesini engelleyen ekonomik güçlerin, hükümetçe kanun dışına itilmeleri ve gözlerinin korkutulması yönünde yeni ağırlıklar ortaya koyuyorlar." gibi sözler işitilmekteyse ve gene resmi çevrelerin "eski günler, bir daha gelmemek üzere geçmiş bulunuyor!"[303] şeklindeki duygularını kuvvetle açıkladıkları görülüyorsa da, ne yazık ki bunlar gerçeği yansıtmaktan uzaktır; aslında, günümüz tarihini yanlış okumak diye buna derler ve hiç bir şey bundan daha yanıltıcı olamaz. İster Kenya'da, Molaya'da ve Batı Hint adalarındaki İngiliz uygulamasına bakalım, ister Fransızların Hindi Çin'deki ve Kuzey Afrika'daki mârifetlerini [sayfa 361] ele alalım ve istersek Amerika Birleşik Devletlerinin Guatemala ve Filipinlerdeki girişimlerini ya da gene Amerika'nın batin Amerika ve Uzak Doğu'daki "daha ince yöntemlerle yürütülen" işlemlerini ve Yakın Doğu'da İngiliz-Amerikan işbirliği ile gerçekleştirilen daha karmaşık eylemleri inceleyelim, "eski günlerin" emperyalizmin özünde hiç değişmediğini ve "bir daha gelmemek üzere geçmiş" bulunmadığını göreceğiz!
      Doğrusu, ne emperyalizmin kendisi, ne de işleyiş biçimi (modus operandi) ve ideolojik incelikleri elli ya da yüz yıl öncesinin tıpatıp aynıdır bugün. Nasıl ki, yabancı ülkelerin açıktan ve en kaba biçimde yağmalanması, zamanla, yerini azgelişmiş ülkelerle örgütlü bir ticaret düzenine bırakmışsa ve çapulculuğa akla uygun bir kulp takmışsa, şaşmaz "doğrulukta" sözleşme ilişkileriyle, bu çapulculuk sıradan bir iş hâline getirilmişse, tereyağdan kıl çeker gibi işleyen ticaretin de, emperyalist sömürü sistemini daha modern, daha ileri ve daha akla uygun bir kılığa soktuğu görülmektedir bugün. Tarih içinde değişen bütün olgular gibi, emperyalizmin çağdaş biçimi de, bütün eski özelliklerini içinde taşımakta ve korumaktadır; yalnız bunları yeni bir düzeye çıkarmıştır o kadar! Merkezinde, egemenliği altına aldığı nesnelerin kısa zamanda sıkılıp suyunun çıkarılması ve bir çırpıda büyük vurgunlar vurulması politikası vardır artık ve artık uzunca bir dönemde sürekli bir kazanç akımı, yani "damlaya damlaya göl olur!" hesabı onun gözünü doyurmaya yetmemektedir. İyi örgütlenmiş, akıllıca yönetilen tekelci girişimlerin itici gücüyle işleyen bugünkü emperyalizm, söz konusu sömürü kazançları akımını sürekli kılacak bir politikayı haklı gösterme sevdasındadır gerçi; fakat asıl politikası, kapkaççılık ve "sağanak kârları" elde etmektir. Çağımızda emperyalizmin başlıca görevi ise şudur: azgelişmiş ülkelerin ekonomik kalkınmalarını önlemek ve eğer bu mümkün değilse, hiç değilse yavaşlatmak ve denetim altında bulundurmak. [sayfa 362]
      Böyle bir kalkınmanın, ihracat için ham madde üretiminde bulunan yabancı şirketlerin çıkarlarına temelden aykırı olduğu kolayca kanıtlanabilir. Bu arada, geri kalmış ülkeleri bulundukları ölü merkezden uzaklaştırmaya kararlı hükümetlerin işbaşına gelmeleri ile hammadde üreticisi yabancı şirketleri kamulaştırmalar tehlikesi, bu ölümcül tehdit, Demoklesin kılıcı gibi emperyalistlerin başları üstünde asılı durmaktadır hiç kuşkusuz; ancak böyle kamulaştırmalar olmadan da, kaynak ülkelerdeki bir ekonomik kalkınma hamlesi, Batı sermayesine, kötülükten başka bir şey getirmeyecektir. Çünkü, ekonomik kalkınmanın hangi yönü ele alınırsa alınsın, ham madde çıkarmakla uğraşan şirketlerin zenginliğine halel gelecektir.[304] Ekonomik büyüme koşullar altında olduğu gibi, ekonominin diğer kesimlerinde iş olanakları genişleyecek ve verimlilik artacaktır, işgücünün sınıf bilinci ve pazarlık gücü de artacaktır bunlarla birlikte ve dolayısiyle hammadde üreten kesimde de ücretler yükselme eğilimi göstereceklerdir. Belki bazı üretim alanlarında -ve özellikle plantasyonlarda- ücretlerin (ve maliyetlerin) bu şekilde artışı, daha ileri üretim tekniklerinin kullanılmasına yol açacaktır ama, bunların benimsenmesi yani makinalaşma, sermaye giderlerinin artması anlamına gelir ve bu da, söz konusu şirketlerin canını sıkacak tatsız bir durum yaratacaktır. Madencilik ve petrol çıkarma işlerinde ise böyle bir çözüm bile mümkün değildir. Çünkü bu alanlarda, zaten, ileri ülkelerde kullanılan üretim teknikerinden yararlanılmaktadır ve kapatılacak teknik açık da zaten çok küçüktür. Dünya pazarlarında hammadde fiyatlarının bir veri olması yani hiç değilse kısa dönemde değişmesi ile birlikte işçilerin hem ücret artışları ve hem de birtakım yan gelirler (ya da olanaklar) elde etmelerine yol açan sendikalaşma sonucu maliyet yükselmeleri, üstelik yerel bazı malların da pahalılaşması nedenleriyle, kârlarda, ister istemez bir düşme görülecektir. Ekonomik kalkınmanın uzun-dönemli etkileri yabancı şirketlerin aleyhindedir, bunda [sayfa 363] kimsenin kuşkusu yok; fakat asıl kalkınmanın kısa-dönemli etkileri, yabancı sermayenin canını daha çok sıkmakta! Kısa-dönemli bu etkiler arasında, kalkınma hamlelerini finanse edebilmek için, yabancı sermaye üstünde salınan vergilerin ve diğer kamu gelirlerinin (devlet payları dahil) artırılmasını, kârların dışarıya aktarılmasını güçleştiren döviz denetim sistemlerinin uygulanışını, yabancı çıkışlı yatırım mallarını daha pahalı hâle getiren yüksek gümrükler konulmasını, ithal edilen "ücret malları" fiyatlarının yükseltilmesini sayabiliriz. Bütün bunlar, yabancı girişimlerin eylem özgürlüğünü sınırlamakta ve kârlarını azaltmaktadır.[305]
      Hammadde üretimi işine bütün ağırlığını koymuş bulunan Batılı büyük iş çevrelerinin, bu koşullar altında, azgelişmiş ülkelerde ekonomik kalkınmanın kapılarını açabilecek her türlü toplumsal ve siyasal ileri adımı engellemek için elinden geleni ardına koymamasına hayret etmemek gerekir. Bunun için, geri ülkelerdeki komprador yönetimlerini bütün gücüyle destekler, bunlara karşı çıkan toplumsal ve siyasal hareketleri saptırmak ve soysuzlaştırmak için elinden geleni yapar; iktidara geçebilmiş, şu yada bu ölçüde ilerici hükümetleri devirmek ve bunların emperyalist güçlerin "pazarlık masasına oturma" önerilerini geri çevirmelerine son vermek için her türlü dalavereyi çevirmek, bu gibi iş çevrelerinin başlıca uğraşıdır. Nerede ve ne zaman, kendi elindeki büyük kaynaklar işleri denetim altında tutmaya yetmiyorsa ya da nerede ve ne zaman ilerici bir hükümeti devirmek için gerekli dolapları çevirme işini kendi devletine yaptırma olanağına sahipse - ya da bu günlerde, bu gibi işlerle uğraşan Dünya Bankası türünden uluslararası kuruluşlara bu görevi aktarma olanağına sahipse-, emperyalist gücün elindeki bütün diplomatik, mâli ve gerekirse askeri olanaklar seferber ediliyor ve özel girişime yardımcı olmak için gereken yapılıyor.[306] [sayfa 364]
     

VIII


      Bati dünyasındaki bütün siyaset ve düşünce mekanizmasını büyük iş çevrelerinin desteklenmesiyle görevlendirmek ve böylece bu çevrelerin az gelişmiş ülkelerdeki durumlarını korumalarını sağlamak, resmi açıklamalarda, ekonomik yazılarda açıklandığından daha az keskin değildir doğrusu! Örneğin Başkan Eisenhower Amerikan dış politikasının amaçlarını şöyle tanımlıyor: "Hükümetimizin elindeki bütün olanakları seferber ederek dışarıya daha çok özel sermaye akmasını sağlamak. Bu, bizim dış politikamızın ciddi ve gayet açık amacıdır; bütün iş, yabancı ülkelerde böyle yatırımlarımız için yeni ve daha iyi bir iklim yaratmaktır."[307] Dış Ekonomi Politikası Komisyonu (Başkanı Misler C.B. Randall'ın sesinde, aynı konu, şu şekilde yankılanmaktadır: "Amerikan yatırımları için yeni ve daha iyi bir iklim yaratılmalıdır; nitekim, Türkiye, Yunanistan ve Panama gibi ülkelerde böyle bir iklimin yaratılmış olmasından dolayı mutluluk duymaktayız; bu ülkeler, yabancı şirket yatırımlarıyla ilgili kanun ve yönetmeliklerini modernleştirmişler ve bizim yatırımlar için tam da istediğimiz havayı yaratmışlardır."[308] İrving Trust Company'nin ikinci başkanı ve Wall Street'in (New York Borsası'nın bulunduğu yer-ç.n.) önde gelen ekonomistlerinden August Maffry'nin sözleri de insana, "yavuz hırsız" ne demekmiş onu öğretmek için biçilmiş kaftan gibidir. Amerikan Dışişleri Bakanlığı için hazırladığı bir özel raporda bu adam, "bütün diplomasinin" Amerikan dış yatırım eyleminin emrine verilmesini istiyor açık açık: "Dost ülkelerdeki yatırım iklimlerinin daha doğrudan tedbirlerle geliştirilmesi, Birleşik Devletlerin bütün diplomatik çabası olmalı ve bu çaba sürekli olmalıdır... A.B.D.'nin dış ekonomik kalkınma ile ilgili bütün kuruluşlar gözlerini dört açmalı ve yabancı hükümetlerin Amerikan yatırımcılarına karşı, ayrım gözetmelerini zamanında önlemelidir; böyle bir durumda derhal eldeki bütün diplomatik baskılar kullanılmalı, [sayfa 365] gerekli engelleme yapılmalı ya da durumun bir çaresi bulunmalıdır." Bu konuda kullanılacak yöntemler bakımından fazla bir titizlik göstermiyor bizim ekonomist ve şunları salık veriyor: "A.B.D. Hükümetinin, yabancı ülkelerde bizim için daha iyi yatırım koşulları yaratmakta yardımcı olabilmesini sağlayacak daha verimli bir yol vardır. Bu da, elindeki bütün araçları kullanarak, başka yabancı yatırımcıların, dış ülkelerde yatırım ayrıcalıkları ve tekelleri elde etmelerini engellemekte bize yardımcı olmasıdır... Eğer böyle ayrıcalıkları daha önce verilmiş ise, Amerikan özel ve resmi çabaları el ele vermeli, bunların bizim kendi yatırımlarımıza da tanınması için çalışılmalıdır"[309]
      "Amerikanın dışarıdaki özel yatırımları geniş ölçüde madencilik ve özellikle petrol alanında yoğunlaştıkları" için ve "özel bazı koşulların bulunması hâlinde Amerikan sermayesinin dışarıya gitmeyeceğini düşünmek akla yakın" olduğundan, ayrıca, "sermayenin gideceği yerde, koşulların, ana parayı beş yılda ya da benzeri bir zamanda geri almaya elverecek kadar iyi"[310] olması gerektiğinden dem vuranlar da bulunduğuna göre, bu gibi yatırımlara konukseverlik göstermek ve kapıları ardına kadar açmak için azgelişmiş ülkelerin başında ne tür hükümetlerin bulunması gerektiğini varın siz düşünün! Ayrıca, bütün bu "diplomasilerle", "doğrudan tedbirlerle" ve "uygun bir havanın, elverişli bir ortamın yaratılması ile", azgelişmiş ülkelerde ne tür rejimlerin yaratılacağı ve ne biçim toplumsal ve siyasal güçlerin sahneye çıkarılacağını düşünmek de o kadar zor olmasa gerektir; bütün bu "tedbirlerle", geri kalmış ülkeler dünyasının hammadde bakımından zengin kesimlerde, yabancı yatırımlar için yaratılacak ortam, bu ülkelerin yönetimlerini de "şâh iken şahbaz yapacaktır!" [sayfa 366]
     



YEDİ
GERİKALMIŞLIĞIN YAPISAL SORUNLARI (II)


     
      Azgelişmiş ülkelerde üretilen ekonomik artığın kullanılma biçimi üstündeki kuş bakışı incelememizi tamamlamak için, yabancı girişimler lehine öne sürülen dördüncü ve sonuncu görüşü de bu bölümde ele alacağız. Bunun için, söz konusu ekonomik artığın bir kesimini alan dördüncü pay sahibi üstünde kısaca durmalıyız; bu pay sahibi devlettir. Devletin ekonomik artıktan aldığı payın ülkeden ülkeye değişeceği açıktır. Bu pay, bazı ülkelerde, örneğin Latin Amerika ülkelerindeki ya da Filipinlerdeki kadar küçüktür; bazı ülkelerde de, örneğin Venezüella'daki ya da Orta Doğu'da petrolcü ülkelerdeki kadar büyük... Kamu gelirlerinin, bizim ekonomik yer (locus) terimiyle belirttiğimiz özellikleri ve bu gelirlerin toplanma (tahsil) biçimlen arasında da, ülkeden ülkeye büyük farklılıklar görülmektedir. Bazı ülkelerde -gene petrol üreticisi olan ülkelerde- devlet payları, ekonomik artığın kolayca ayırdedilebilir kesimleri görünümündedir; başka yerlerde de, kitle tüketiminden bir diliminin kesintiye uğramasıyla elde edilen kamu gelirleri, ekonomik artığı yaratan eklemeler biçiminde görünür. Birinci durumda, kamu gelirleri daha [sayfa 375] çok, yabancı girişimcilerin büyük kısmını yüklendikleri vergilerden, ihracat resimlerinden ve devlet paylarından oluşmaktadır; ikinci durumda ise kamu gelirlerinin kaynakları çok değişiktir; bunların başlıcaları; ithalât vergileri ya da kitle tüketimi üstüne konulan çeşitli vergiler gibi dolaylı (vasıtalı) vergiler ya da bol keseden para basarak yaratılan enflasyon yoluyla devletin halkın ekmeğinden bir dilimi elinden almasıdır.[
311]
      Kamu gelirlerinin harcanması bakımından da hükümetten hükümete fark vardır ama, bu alanlardaki farklar çok daha küçüktür. Aslında, bu bakımdan, söz konusu ülkeleri üç başlık altında toplamak mümkün: birincisi, doğrudan doğruya emperyalist güçlerin yönetimi altında bulunan geniş sömürge alanları (Afrika'nın hemen tamamı, Asya'nın bazı kesimleri, Amerika'da da nispeten daha küçük bazı bölgeler); ikincisi, komprador nitelikleri açık-seçik görülen hükümetlerin işbaşında bulunduğu ve azgelişmiş ülkelerin ezici çoğunluğunu oluşturan yerler; "New Deal" kökenli (kamu eliyle yapılan yatırımların ve toplumsal refah ve programlarının ağır bastığı-ç.n.) ve sayıları çok az bazı azgelişmiş ülkelerde görülen halkçı hükümetlerin yönetimi altındaki yerler ki bunların başında Hindistan, Endonezya (1956-ç.n.) ve Burma'yı sayabiliriz.[312]
      Birinci gurupla ilgili olarak, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, emperyalistlerin sömürge yönetimlerinin "ruhunda" büyük bir değişiklik olduğu, artık "eski sömürge yöntemlerinin yerinde yeller estiği" gibi reklâmlara sık sık rastlamaktayız. Nitekim, Başkan Truman, 1949 yılında açıkladığı ünlü Dört Nokta Programında, "dünya halklarını, yalnız kendilerini ezen insanlara karşı değil, eski çağlardan kalma düşmanlarına -açlığa, yoksulluğa, umutsuzluğa- karşı da başarılı bir savaş verecek yaşama gücüyle donatmak..." diye uzayıp giden nutkuyla bir vermiş oluyor, bu söze paralel olarak, Britanya, Fransa, Belçika ve Portekiz hükümetleri de yönetim ve denetimleri [sayfa 376] altındaki sömürgelerde yaşıyanların sağlık ve geçim olanaklarını geliştirmek için on yıllık sömürge geliştirme plânları'nı yapıp açıklıyorlardı.
      Ne var ki, Amerika Birleşik Devletlerinin Dört Nokta programı çerçevesinde eylemlerin stratejileri ve Batı Avrupalı güçlerin sömürge geliştirme plânları hep belli bir düşünceden kaynak almışlardı. Dört Nokta Programında, "genişlemiş özel yatırım akımlarının özendirilmesine özel bir dikkat sarfedilmelidir."[313] denilmekteydi. Aynı şekilde, Batı Avrupa hükümetleri de, "özel sermaye akımı için her türlü çaba harcamaktadır ve bundan böyle de devamlı olarak harcanmalıdır. Özel yatırımcıların, geri kalmış bölgelere yapacakları yatırımların büyük kazançlar sağlayacağı anlayacakları umut edilir!"[314] buyuruyorlardı. Gerçekten de Dört Nokta Programının mimarları olsun, Batı Avrupaların sömürge plancıları olsun bu program ve plânları hazırlarken hep, bu kazançların en yüksek noktasına çıkarılmasını düşünmüşlerdir. Öyle anlaşılıyor ki, emperyalistler, Cecil Rhodes'in ünlü deyimiyle "toprakla" ilgilidirler zencilerle değil!"; Truman'ın "başarılı bir savaş" dediği de, sömürgelerde hammadde kaynaklarının geliştirilmesi tasarılarıyla ilgili olsa gerektir! Dört Nokta Programı'nın uygulanmasıyla görevlendirilen kuruluş bunu açıkça belirtmektedir: "Azgelişmiş ülkelerin ekonomik kalkınmaları için teknik işbirliği programının temel sorunu, madenlerin ve yakıt kaynaklarının işletilmesi için kurulacak tesislerin yeri, geliştirilmesi ve ekonomik olarak üretimde bulunmasıdır", ki bu yargının nedeni de şu olsa gerek. "İşbirliği çabasına katılacak olan bölgelerdeki birçok maden kaynaklarının işletilmesi, Amerika Birleşik Devletleri dahil bütün gelişmiş ülkeler bakımından büyük önem taşımaktadır."[315] Batı Avrupalı sömürgecilerin de bundan başka bir amaçla azgelişmiş ülkeler sorununa eğilmedikleri Avrupa ekonomik İşbirliği Örgütünün (Bu, örgütün şimdiki adı Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü O.E.C.'dir-ç.n) bir raporunda da belgelenmektedir: "Bugünkü kalkınma [sayfa 377] programı çerçevesinde, bağlı oldukları hür dünyanın savunmasına önemli katkılarda bulunan azgelişmiş bölgelerin, özellikle hammadde üretimlerini genişleterek bu katkıyı arttırdıkları görülmektedir."[316]
      Söz konusu hammadde kaynaklarının özel yabancı sermaye eliyle işletilmesi için gerekli olan kârlılığın sağlanması ise "yardımcı yatırımlarının" gerçekleşmesine bağlı, demiryolları, ana karayolları bağlantıları, enerji istasyonları, limanlar ve benzerleridir bunlar da. Bunların yapımı ise, özel sermaye için ancak nâdir hallerde çekicidir.[317] Bilindiği gibi, "hür teşebbüs", işin bu kısmını üstlenmeye hiç de meraklı değildir ve işin kamu hazinesi tarafından yapılması konusunda hiç de kıskançlık (!) göstermez doğrusu: örneğin Fransız sömürgelerindeki "yardımcı yatırımlar" bu ülkeler için öngörülen giderlerin dörtte üçünü, Belçika sömürgelerindeki benzer giderlerin üçte ikisini, İngiliz sömürgelerindeki benzer giderlerin ise yarısını oluşturmaktadır; bütün amaç, hammadde çıkarma işiyle uğraşan özel sermayeye "dış ekonomiler" yaratmaktır.[318]
      Sömürgecilerin, sömürgelerinde harcadıkları bu paraların geri kalan kısmı "sosyal hizmetler" için, yani, da ha iyi beslenme, tıbbi bakım, eğitim ve benzeri işler içindir. Fakat bu tür harcamalar bile, aslında, Batı sermaye sinin "yüksek çıkarlarıyla" ilişkilidir ve hammadde çıkarılması işine "dış ekonomilerin insan unsurunu" sağlamakta kullanılmaktadır. Profesör de Castro'nun bu konuda söyledikleri geniş olarak alınıp buraya aktarılacak kadar değerlidir:
      Avrupalı sömürgeci, Zenciye, kendi köyünde bulamayacağı kadar çok yiyecek verdiği zaman bunda bir hesabı vardır; işçiyi işe çekecek ve ona verdiği tozla enerjiyi, verimli iş olarak ondan fazlasıyla geri alacaktır. Verdiği daha çok yiyecek değil, makinaya daha çok yakıt koymak gibi bir şeydir. Şimdi Afrika da olan budur ve bir zamanlar tropikal Amerika'-da [sayfa 378] zenci kölelere uygulanan yöntem de buydu. Köle sahipleri, mümkün olduğu kadar çok verim sağlamak için kölelerini belli bir sağlık düzeyinde tutmaya ve onlara belli bir düzeyde yiyecek vermeye özen gösterme durumundadırlar. Brezilya'da ve Antiller'de, plantasyon sahiplerinin böyle bir politika uygulamaları, sömürge halkları içinde en iyi yeyip içenler arasında zenci kölelerin de bulunduğu, gibi ters bir izlenim yaratmaktadır. Bu izlenim hiç bir zaman doğru değildir. Kölenin yediği çoktur fakat her zaman da kötüdür. Ekvator Afrikasındaki zencinin durumu, bu karın-şişirme politikasının uygulanmasıyla gittikçe daha kötü olmuştur... Zenci'de beslenme yetersizliklerinden ileri gelen hastalıklar daha sık görülmeye başlamıştır... Beslenme sorunu özellikle maden bölgelerinde çok kötüdür, buralarda taze yiyecek hemen hiç bilinmemektedir.[319]
      Emperyalist güçlerin sömürge yönetimleri eliyle yürütülen sosyal hizmetler için harcanan paraların, bugün bile, böyle bir karın-şişirme politikası uyarınca kullanıldıkları gün gibi ortadadır. Britanya Sömürgeler Bakanı, Avam Kamarasında 27 Mayıs 1949 günü aynen şunları söylemekteydi: Sosyal hizmetler başlığı altında toplanan giderlerin çok büyük bir kesimi, işçinin daha büyük bir verimle çalışmasına ve büyük bir israfa yol açmamasına yönelmiş harcamalardır."[320] Amerika'da sömürge halklarının mutluluklarını dileyenlerin (!) kimler olduklarını daha iyi aydınlatabilmek için, Mr. Nelson Rockefeller ve yardımcısı bayanın, daha önce sözü edilen raporlarından şu satırları aktarmak yeterlidir: "Etkin bir sıtma savaş programı uygulanınca Viktoria-Minas demiryolu işçilerinin ikidebir iş kaytarmalarının önüne de geniş ölçüde geçilmiş oldu. Bu yolla, bakım işlerinde çalışanların sayılarında üçte bir oranında bir indirim yapma olanağı bulundu ki bu da haliyle, demir cevheri mika çıkarıp bunları Rio Doce Vâdisinden taşıma giderlerini azaltmış oldu."[321] [sayfa 379]
      Bu, "ucuz hammadde, yeni maden yatakları, yeni yiyecek ambarları bulma çabası için yeniden bir dürtü oluyordu; oysa bunların elde edileceği ülkelerin halkı yarı aç yarı tok durumdaydı.[322] yargısını haklı kılan bir gelişimdir ve sömürge bölgelerinin kendi ihtiyaçlarının hiç de umursanmadığını çok iyi göstermektedir. Azgelişmiş ülkelerin hammadde kaynaklarının yabancı sermayeye işletilerek ekonomik ve toplumsal kalkınmalarını gerçekleştiremeyecekleri, hem bu tarihsel olgular hem de kuramsal görüşler ışığında artık açıkça aydınlanmış bulunmaktadır. Yukarda sözü edilen Birleşmiş Milletler raporu da, hayranlık uyandıran bir kesinlikle bunu ortaya kaymaktadır: "Ekonominin gelişmiş kesimine yapılan yatırım, ihraç edilecek temel maddelerin çıkarılmasına yönelmiştir.... Bu maddelerin üretiminin üstünde geliştirildiği sermayenin hemen tamamı Afrika dışından ithal edilmiştir; Güney Afrika Birliği ve Kuzey Afrika ayrık tutulacak olursa, bu yatırımların, yeni gelirler ve yatırımlar doğurmaktaki etkileri oldukça cılız kalmıştır. Elde edilen büyük ihracat gelirlerinin arslan payı, yatırılan sermayenin ana para ve temettü ödemeleri olarak yurtdışına kaçmaktadır."[323]
     

II


      İkinci gurup azgelişmiş ülkeleri, yani artık kapitalist güçlerin doğrudan yönetimi altında olmayan, onlar adına yerli komprador yönetimleri eliyle sevk ve idare edilen ülkeleri ele aldığımızda hiç de daha iyi bir durumla karşılaşıyor değiliz. Bu guruba giren ülkeler arasında en önemlileri, Orta Doğu'nun ve Latin Amerika'nın petrol üreten ülkeleriyle gene Latin Amerika'nın zengin maden yataklarına ve yiyecek maddesi ambarlarına sahip ülkelerdir. Birinci guruba giren ülkelerle -yani doğrudan sömürge olan yerlerle- ikinci gurup ülkeler arasında, burada incelediğimiz konu bakımından başlıca fark, birincilerde hammadde [sayfa 380] üretiminin henüz çok gelişmemiş olmasına karşın ikincilerde akıl almaz ölçülere ulaşmış bulunmasıdır. Doğrusu istenirse bu, ortaya yeni çıkmış bir olgudur; uzun zamandır, böyle bir farkın göze batarcasına belirgin olduğu yerlerde bile, ilgili ülkelerdeki genel durumun bundan çok fazla etkilenmediği söylenebilir. İran örneği ayrık tutulacak olursa, söz konusu kaynak ülke devletleri, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar, petrol gelirlerinden dişe dokunur paylar alamamışlardır.[324]
      Savaştan sonra, hemen bütün petrol üreticisi ülkelerin yönetimleri, kendi petrol kaynaklarına el atmış yabancılarla uzun-dönemli ve eskisine kıyasla ileri sayılabilecek anlaşmalar imzalamayı başardılar.[325] Yabancı şirketlerin petrolden elde ettikleri gelirlere oranla, kendilerine ayrıcalık vermiş olan kaynak ülke yönetimine ödedikleri pay devede kulak mertebesindedir gerçi; fakat ne de olsa, dünyanın hemen bütün petrol üreten ülkelerinin yabancı şirketlerden avuç dolusu para aldıkları da bir gerçek.[326] Öyle ki, ister toplam pay olarak ele alalım, istersek ülke nüfusuna bölerek adam başına petrol gelirini bulalım, bu paralar insanın aklını başından alacak kadar büyüktür.
      Orta Doğu'da 30 milyon insanın oturduğu 6 bölgede -bunlara ülke demek için çok defa bin tanık gereklidir!- dünyanın bilinen petrol yataklarının (rezervlerinin) yüzde 64'ü bulunmakta ve dünya petrol üretiminin yaklaşık olarak yüzde 20'si bu bölgelerden elde edilmektedir. Bunlar, 1954 yılındaki üretim sıralamasına göre, Kuveyt, Suudi Arabistan, Irak, Katar, İran ve Bahreyn'dir. İkinci Dünya Savaşını izleyen 9 yıl içinde, yabancı petrol şirketlerinin devlet payı olarak (yani dolaysız olarak) bu bölgelere yaptığı toplam ödeme, 3 milyar Amerikan dolarına ulaşıyor.[327]
      Kısa zamanda böyle büyük bir paranın ödenmiş olması, yabancı şirketlerin "dolaylı" katkıları olarak değerlendirilirse bile, sözkonusu hükümetlerin eline o kadar büyük bir kaynağın geçmesini sağlamıştır ki, neredeyse yabancı şirketlerin azgelişmiş ülkelerin ekonomik kalkınmaları üstünde [sayfa 381] olumsuz etkileri konusundaki yargılarımıza gölge düşürecek bir olgu ile karşılaşmaktayız! Ne var ki, gözle görülen, elle tutulabilen bazı olgular bu konuda acele etmek kadar büyük bir yanlış yapılamayacağını ortaya koyuyor; Keşke bizim yargılarımız yanlış olsaydı, ne yazık ki durum böyle değil. Çünkü, önemli olan yalnız yerli yöneticilerin eline geçen paranın büyüklüğü değil, bu paranın nereye harcandığına da bakmak gerek; bu paranın kaçta kaçı yerli halkın, ekonomik ve toplumsal gelişme yolunda ilerlemesi için harcanmıştır? Al Smith'in düşkün olduğu bir deyimle, "Hele bir kayıtlara bakalım!"
      The Economist
dergisi şöyle yazıyor: "Basra Körfezindeki devletler ve şeyhlikler, hâlâ feodal temellere dayanmaktadır; buralarda ulusal gelir ile yöneticinin özel kesesi birbirine karışmış durumdadır." Bu "devletleri ve şeyhlikleri" birer birer ele alalım ve önce Kuveyt'ten başlayalım. 200.000 kişiden daha az insanın oturduğu bu yere İngiliz-Amerikan ortaklığı olan Kuwait Oil Company'nin (Kuveyt Petrol Şirketi'nin) ödediği, bir yılda (1954), yaklaşık olarak 220 milyon dolardır. Böyle koskoca bir gelirin kullanım biçimi konusunda elde kesin bilgi yoktur. Bilinenler ise, bu paranın, Kuveyt halkının verimliliğini ya da yaşama koşullarını ilerletmek için kısmen de olsa kullanılmadığını açıkça-ortaya koyuyor Kuveyt halkı dünyanın en yoksul halkları arasındadır -adam, başına yıllık gelir 50 dolar kadardır- ve yüzde 90'nı yıllanmış açlıktan ve veremden dolayı sağlıksızdır. Diğer yandan, Şeyhin petrolden aldığı payın üçte biri kendi kesesine gitmekte, üçte biri yabancı şirketlerin hisse senetlerine yatırılmakta, geri kalan da kamu hizmetlerine harcanmaktadır. Kamu hizmetleri, daha çok, kentlerin modernleştirilmesi, liman yapımı ve bir de su arıtma işletmesinin (bu işletme açılırsa, Irak'tan, Şattülarabın çamurlu suyunu içme suyu olarak ithal etme zorunluluğu ortadan kalkacaktır) ve "peri masallarına uygun" bir yeni sarayın yapımı anlamına gelmektedir.[328] Bütün bunlar, Kuveytli Arapların daha mutlu, yaşamalarını sağlamaktan çok Şeyh [sayfa 382] ailesinin ve Kuwait Oil Company'de çalışan yabancıların mutluluğunu arttırmak içindir.
      Suudi Arabistan Kralı'nın petrol gelirleri, ülkenin 6 milyonluk nüfusu dikkate alındığında, adam başına gelir olarak pek bir şey ifade etmeyecek ve hele Kuveyt Şeyhi'nin soyundan gelen prenslerin gelirlerine göre çocuk oyuncağı mertebesinde kalacak bir şey gibi görünür ama, aslında Kral'ın toplam geliri Şeyhin toplam gelirinden, özellikle bütün Savaş sonu dönemi boyunca, bir hayli büyük olmuştur. Örneğin, 1954 yılında Suudi Arabistanın petrol geliri 260 milyon dolardır. Bu para ne yapılıyor, nerede kullanılıyor, orası bir çeşit sır! "Son yıllarda (1947) kamu işlerini, yayınlanan ve hatta nerdeyse davul çaldırılarak halka duyurulan bir düzenli bütçeye göre yürütme denemesine girişilmişse de bu, tam anlamıyla bir fiyasko olmuştur ve daha halkın Devlete güvenini arttırmak için böyle bir kimse kalkışmamıştır."[329] Paranın nasıl kullanıldığı konusunu açıklamakta gösterilen bu çekingenlik, aslında, "Hükümetin kasalarına gittikçe daha çok altın doldurulduğunu" söyleyenleri haklı çıkaracak niteliktedir. Daha Savaş yıllarında, Anglo-Amerikan petrol ayrıcalığı ve toprak kiralama sözleşmeleri çerçevesinde, İbni Suud'a avuç dolusu para ödenmişti: "Araplar, bu paraları, zevk ve sefa şölenlerinde çarçur ettiler ve işe yaratmadılar, büyük çapta ve en yüksek merciler eliyle yapılan yolsuzluklar ayyuka çıktı!":
      Petrol Arabistan'ın kendi kaynaklarını har vurup harman savurmasıyla beslenen büyük bir lükse dalmasına yol açtı. Tam anlamıyla bir şehzade yaşantısıdır başladı: Yeni Dünya'ya, Birleşmiş Milletlerin açılış törenlerine, bütün takım taklavatıyla bir düzine prens gönderiliyor ve bunlar, altlarında en lüks arabalar, eğlence hayatının derinliklerine dalıyorlar ve Amerika'nın altını üstüne getiriyorlardı. Buna benzer toplu seferler daha sonraları da yapıldı: birinin başında Veliaht Prens, diğerinin başında da Abdullah Süleyman vardı. [sayfa 383] Bu eğlence seferlerinden birinde, en ilgi çekici kafile üyelerinden biri, her tarafı camdan yapılmış bir denizaltıda gece kulübü âlemleri yaptı ve bu acayip şeyin çevresinde dönenip duran balıklara dans gösterileri sundu! Amerikan arabalarıyla ve diğer sanayi ürünleriyle, film çekim ve oynatma makinalarıyla, hava soğutma aygıtları ve spor malzemeleri ile birçok Amerikan kavramı Arabistana girdi, hatta Amerikan yemekleri yenmeğe başlandı. Veliaht Prens'in Riyad'daki saray bahçesinde verdiği ve kuşsütünden gayri herşeyin bulunduğu şölenlere ben de katıldım; sofrada ne varsa tazeydi ve Amerikadan özel soğutma dolaplı uçaklarla getirilmişti.[330]
      The Economist
dergisi, durumu ustalıkla özetlemektedir: "Suudi Arabistan'da kamu gelirlerinin astronomik artışına karşılık, giderleri gelirleri bir hayli geride bırakmıştır son yıllarda. Görünüşe bakarak bir karar vermek gerekirse, bu açığın nedeni, aşırı bir lüks içinde yaşamaktır; yurt dışında köşkler, çiftlikler, villalar satın almak için yapılan özel yatırımların da bu açığın meydana gelmesinde önemli payı vardır; prenslere, bakanlara, tahtta gözü olanlara ve saray çevresindeki diğer önemli kişilere sus payı olarak yurt dışında bu kabil mülkler satın alınmaktadır."[331] Bunlardan artan para, toplam kamu giderlerinin yüzde 35'ini yutan kocaman bir ordu beslemekte kullanılır ve Din İşleri Bakanlığı emrine verilir. Bunlardan birincisi, uzman gözlemcilere göre, rejimin devam etmesi için başlıca fizik dayanaktır; ikincisi ise, hiç de ordudan aşağı kalmayan ve ülkenin ideolojik temelini oluşturan manevi dayanaktır.[332]
      Her ikisinin de ne kadar âcil ihtiyaçları karşıladıkları bir bakışta anlaşılmaktadır. Bu ülkede de, adam başına gelir Küveytteki kadardır. Sıtma'nın, verem'in ve zührevi hastalıkların kol gezmesi bir yana, halkın büyük çoğunluğu okuma yazma bilmez, 1953-54 bütçesinde eğitim, sağlık ve sosyal hizmetler için ayrılan ödenekler, toplam [sayfa 384] giderlerin ancak yüzde 5.3'ü oranındadır.[333] Halkın yüzde 80'inin geçim kaynağı hurmadır ve gene de büyük ölçüde hurma ithalatı vardır. 1940'larda Suudi Arabistan'a giden Amerikan Tarım Bakanlığından bir uzmanlar heyeti, yeraltı su kaynaklarının kullanılmasıyla ülkenin ekilebilir topraklarının tam on misli artacağı sonucuna varmıştır.[334] Bu kadar büyük petrol olanakları bulunan bir ülkede yapım sanayilerine girmekle ne büyük şeyler kazanılacağı söylemeğe bile gerek yoktur.
      Orta Doğu'nun diğer petrol üretici ülkelerinde yeralan koşulların Suudi Arabistan ve Kuveyt'teki koşullardan hiç de farklı olmadığı söylenebilir; durumu anlatmak için, bir ülkenin adını çıkarıp ötekinin adını koymak bile yeterlidir. 5 milyon insanın yaşadığı Irak'ta, devletin 1954 yılında petrol şirketlerinden topladığı para 191 milyon dolardır. Iraklıların adam başına yıllık gelirleri diğer Arap ülkelerindekinden daha yüksek olmakla birlikte (gene de adam başına gelir 90 dolar kadardır), ekilebilir toprakların ancak yüzde 20'si üstünde tarım yapılmakta ve ihmal edilebilecek kadar küçük bir arazi üstünde sulama yapılmaktadır. Halkın sağlık durumu içler acısıdır, yüzde 90'ı okuma yazma bilmez ve işsizlik çok yaygındır. Petrol kuyuları, topraklarından ayrılmış ağaların denetimindeki bir idarenin dibi delik yolsuzluk kovasına boşatmaktadır sanki. "Yabancı şirketlerden alınan petrol işletme payları, kamu bütçesine gelir yazılmağa başlandığından beri, kapitalist sınıfın ödediği vergilerin çok azaltıldığı görülmekte ve buna karşılık yönetim mekanizması gittikçe genişlemektedir. Bu yeni bütçe sistemi hükümeti güçlendirmiştir ama halkın yaşama standardı da düşmüştür."[335]
      Gerçi "Irak'ın ve İran'ın ellerinde petrolden başka çok çeşitli doğal kaynaklar da vardır"[336], yani ekonomik için geniş olanakları olan ülkelerdir bunlar ama, ikinci ülke de birinciden çok daha ileriye gitmiş bir durumda değildir. Doğrusu istenirse, İran'ın elindeki petrol yatakları Irak'ın elindekilerden çok daha azdır fakat İran petrolü [sayfa 385] daha uzun bir zamandır işletilmektedir. Bunun dışında iki ülkenin alınyazıları aynıdır hemen hemen: Yolsuzluğun lüks yaşantısının ve har vurup harman savurmanın ülkesidir her ikisi de! (Baran 1956'da böyle yazıyordu; ardarda ihtilallere rağmen Irak'ta bugün de sağlıklı bir kalkınma görülmüyor-ç.n.)
      Mr. Philby'nin Suudi Arabistan için vardığı sonucun, Orta Doğu'nun petrol üreten bütün bölgeleri için aynı ölçüde geçerli olduğu konusunda bir görüş ayrılığı söz konusu olamaz: "Ülkeyi bir daha yoksulluk yüzü görmeyeceği bir noktaya ulaştırmak ve sürekli bolluk gibi yüksek bir düzeye eriştirmek için biraz tutumlu ve aklı başında bir yönetime kavuşturmak yeter de artar bile!"[337]
      Nitekim, basit bir hesapla bile insan ne gibi olanakların elden kaçırıldığını ortaya koyabilir. Savaş sonu döneminde bu 6 petrol üretici ülkenin 1954'e kadar, yani 9 yıl da elde ettikleri 3 milyar doların yatırım için kullanıldığı varsayalım. Fabrika ve donatım için gerekli harcamalar ile bunların sayesinde elde edilecek üretim değeri arasındaki oranın da. Orta Doğu'da 3:1 olduğunu, yani Birleşik Devletlerdeki sermaye/üretim oranına eşit olduğunu da varsayalım.[338] Bu koşullar altında Orta Doğunun petrol bölgelerinde yaşayan insanların yıllık gelirlerin de (petrol geliri hariç) 1 milyar dolarlık bir yıllık artış görülecektir ki bu da adam başına gelirin yüzde 50 oranın da artması anlamana gelir. Eğer elde edilen petrol geliri, her yıl olduğu gibi, verimli yatırımlar için kullanılmış olsaydı, 9 yıl içinde toplam üretimde gene 3 milyar dolarlık bir artışa olanak verirdi! Burada yatırımın "kar topu gibi büyüme etkisi" hesaba katılmamıştır; yani petrol gelirlerinin yatırımıyla elde edilecek gelirlerden bir kısmının ayrılmasıyla yapılabilecek yeniden-yatırım miktarı dikkate alınmamıştır. Üstelik, bu ülkelerin petrol kaynaklarını Batılı şirketler eliyle değil kendi öz çabalarıyla işletmeleri hâlinde durum ne olurdu gibi "yıkıcı"! varsayımlara da gidilmemiştir. [sayfa 386]
      Venezüella'da petrol gelirleri yardımıyla yapılan işler ile yapılabilecek olan işler arasındaki bir kıyaslama, Orta Doğu'daki durumdan daha az çarpıcı olmayan bir manzara çıkaracaktır karşımıza. Venezüella, ham madde kaynaklarının yabancılar eliyle işletilmesinin ne kadar yararlı olduğunu kanıtlamak için çok kez bir vitrin gibi düşünülür oysa.[339] Venezüella hükümetinin yabancı petrol şirketlerinden aldığı paylar toplamı 1954 yılında 500 milyon doları geçmiştir ki, bu petrolcü ülkeler arasında bir rekordur. 5 milyonluk bir nüfusu olan ülkede, adam başına gelir, salt bu gelir yüzünden Kuveyt, Katar ve Bahreyn'deki adam başına gelirlerin üstüne çıkabilmektedir. Doğrusu bu gelirlerin bir dilimi, hükümet tarafından ekonomik kalkınma sağlama amacıyla harcanmaktadır; fakat bu noktada The Economist'in sözlerini bir kez daha ödünç almakta yarar var: "Petrol kaynaklarını arttırma politikası bugüne kadar çok yavaş yürümüştür... Genel olarak, ulusal ekonomik kaynakların ancak kabuğuna el atılabilmiştir.[340]
      Bu ülkede iki olguyu aynı anda kavramak gerek: Bir yanda petrol gelirleri sayesinde ülkenin ekonomik durumunda belli bir ilerlemenin başarılmış olduğunu görüyoruz; öte yanda da ilerlemenin bıktırıcı yavaşlılığı dikkatimizi çekiyor. Bu olgulardan birincisi incelenirken, Venezüella'daki sosyo-politik koşulların, Suudi Arabistan'daki, Irak'taki ya da Kuveyt'teki gibi bir rejimin kurulmasını engellediğini, onlarınki gibi utanç verici rejimlerin Venezüella'da da yer almasının pek mümkün olmadığı dikkate alınmalıdır. Şu da var ki, Venezüella, daha, petrol sanayi kurulmadan önce bile, Orta Doğu ülkelerinden biraz daha ileri durumdaydı. Fakat bundan da önemlisi, 1929 Dünya bunalımı, "New Deal" politikasını Birleşik Amerika'da havayı değiştirmesi ve bütün Lâtin Amerika'da emperyalizme karşı gösterilen direncin gittikçe büyümesi gibi nedenlerle Venezüella'da güçlü bir demokratik ayaklanmanın yer almış olmasıydı. [sayfa 387]
      "Diktatör Gomez işbaşında olduğu sürece mesele yoktu. Cellâtlar ve zindancılar, rejimi eleştirenleri susturuyordu. Fakat 1935'te, diktatörün ölümünden sonra, Venezüella, yüz yıllık bir iç savaş, anarşi ve askeri despotluk döneminden kurtuldu... 1935 yılından sonra siyasal partiler kuruldu, basın özgürlüğü geldi, petrol işçileri (ve diğerleri) sendikalar kurdular ve ülke kendi gerçek New Deal politikasına kavuştu. 1943 yıllında şirketler kârlarının yarısını hükümete vermeye zorlandılar ve yüzde 50-50 oranında kâr paylaşımı kabul edildi Bu şirketlerin kafaları üstünde, Lâtin Amerika'da ve bütün dünyada gittikçe artan devletleştirme tehdidi, Demokles'in kılıcı gibi asılı durmaktaydı. Meksika, daha bir kaç yıl önce yabancı şirketleri ülkeden kovmuş ve petrolü devletleştirmişti... Bu örnekteki kendinegüven duygusu insana coşkunluk veriyordu... Durumu iyi idare eden şirketler boyunlarını kırdılar, yüzde 50-50 kâr paylaşmasına razı oldular ve böylece "iyi komşuluk ilişkilerine katkıda bulundular!"[341]
      Geniş halk desteğini koruma peşinde olan oldukça bağımsız - bağımsızlık zaman zaman dalgalanan, daralıp genişleyen bir tutumdu aslında- hükümetler, Venezüella'da tam 10 yıl işbaşında kaldılar; bunlar arasında, özellikle, 1945'te işbaşına gelen Demokratik Eylem Partisi, yalnız ülkenin petrol gelirlerini arttırmak için baskı yapmakla yetinmemiş, bu gelirlerin gittikçe daha büyük bir dilimini ekonomik kalkınmaya ayırmaya başlamış, yerli kapitalist çıkarlarına olduğu kadar; yabancı petrol şirketlerine de sevimsiz gelen ekonomik ve toplumsal politikalarını uygulamaya koymuştur. Daha kötüsü, kapitalistler ve emperyalistler, bu hükümetin, petrol sanayiini devletleştirme yönünde dağ gibi kabaran halk isteklerine karşı direnme göstermeyeceğini düşünmeğe başlamışlardı. Bu işe, Washington'un, gazete habercisi Mr. Milton [sayfa 388] Bracker'in deyişiyle "çok hassas" olduğu bir konuydu.[342] Bu "hassasiyet" meyvalarını (!) vermekte gecikmedi ve Başkan Romulo Gallegos'un "demokratik yoldan işbaşına gelmiş ve büyük halk kitleleri tarafından desteklendiği açık olan" hükümetinin 1948 yılında bir askeri cunta tarafından devrilmesine yol açtı. Cuntanın ilk işi "yabancı yatırımları korumak ve onlara saygı duymak" oldu "Liberal bir yazar ve eğitimci olarak, ülkesinde olduğu kadar ülkesi dışında da üstün bir yer edinmiş "Başkan Gallegos," darbeden birkaç gün sonra şöyle söylüyordu. "Amerikan petrol şirketleri ve yerli gerici guruplar, Venezüella'daki son ordu darbesinin başlıca sorumlarıdır. Ordu kliğinin ülke yönetimini eline alması, petrol şirketlerinin ve yerli sermayenin kışkırtmasıyla olmuştur. Büyük bir ülkenin askeri ataşesi, darbenin planlanması sırasında ordu karargâhında bulunuyordu!"[343] Böylece Venezüella, "demokrasi için güvenilir" bir hâle getirildi, devletleştirme denilen korkulu rüya sona erdi, petrol şirketleri, kendi çıkarlarına boyun eğecek bir yerel yönetimin sâdık hizmetlerinin garantisini sağlayıp rahat bir soluk aldılar.
      Bu durum, ilk sorumuzun ikinci kısmı için güzel bir karşılık niteliğindedir. Bugünkü, şirketlere dayalı diktatörlük egemenliğinde, ekonomik kalkınma amaçları için harcanan para, hükümetin elindeki paranın ancak çok küçük bir dilimidir bu harcamaların yönünü de Venezüella halkının ihtiyaçları değil, yabancı petrol şirketlerinin çıkarları belirlemektedir. Böylece, devlet gelirlerinin son derece büyük bir kesimi askeri kuruluşların giderlerine ayrıldıktan sonra, tarımın geliştirilmesi için elde çok az para kalmakta ve daha çok, karayolu, liman, hava alanı gibi Karakas kentinin göz alıcı bir biçimde genişletilip modernleştirilmesi ve benzerleri gibi, Venezüella'daki yabancı sermayenin yapılmasına can attığı işlere yönelmektedir; böyle bir kamu harcamaları modeli, dengeli bir ulusal ekonominin kurulmasına ancak çok küçük bir [sayfa 389] katkıda bulunabilmektedir.[344]Amerikalı destekleyicilerin verdiği direktiflerin bir parça bile dışına çıkmamaya özel bir özen gösteren cunta yönetimi, özel yatırımlar için ayrılmış alana girmekten dikkatle kaçınmakta, yaptığı giderlerin, özel girişimcilere "dış ekonomiler" sağlamasından öte bir şey düşünmemektedir. Fakat Venezüella, tıpkı diğer bütün az gelişmiş kapitalist ülkeler gibi, temelde kapitalizmin merkantil aşamasını yaşadığı için ve yerli kapitalistlerin sanayi yatırımlarına girişmeleri bakımından ancak küçük bir itici güç (ve olanak) bulunduğu için, komprador yönetiminin bol keseden sağladığı "dış ekonomiler", daha çok, yabancı sermaye'nin işine yaramaktadır. Yabancı sermayede -yerli pazar için üretimde bulunduğu zaman bile-, kamu harcamaları sonucu artan talebi doyurmak için montaj fabrikaları ve tüketim malı çıkaran iş yerleri açmaktadır. Bunlar da en çok "ayni yatırım" cinsinden yatırımlar olduğundan, ülkenin iç pazarının genişlemesine ancak çok küçük bir katkıları olmakta, hızlı ve kalıcı bir ekonomik büyüme için kaçınılmaz nitelikte bulunan temel sanayilerin doğmasına olanak vermemektedir. Dolayısiyle, hükümet ihtiyaçlarını karşılamak için kurulan ve hızla gelişen çimento sanayiinin dışında, Venezüella'da görülen sanayi kalkınma, süt şişeleme, yemeklik yağ, bisküit, çikolata fabrikalarının (!) kurulmasından ibaret kalmış ve bu arada "sigara ve bira üretimi de eskiden görülmemiş bir düzeye erişmiştir."[345]
      Söylemeye bile gerek yoktur ki, tüketim malları üretiminin artışı (buna bir tüketim malları ithalâtının artışını eklersek) ülkedeki ekonomik durumun bir miktar iyileştiğini gösteriyor. Fakat bu yolla elde edilen bir iyileşme, kendi kendisini ilerleten bir mekanizmanın işlemesine yol açmaz; hattâ böyle bir iyileşmenin, başlangıçtaki itici gücü koruması bile şüphelidir: Hükümetin petrol gelirlerini bol keseden harcamasıdır bu itici güç! Çünkü, bakarsınız petrol fiyatlarında bir düşme olur, [sayfa 390] hükümet gelirleri de azalır, petrol yataklarının tükenmesi bir yana, fiyat dolayısiyle böyle bir azalma, yapay olarak ortaya çıkmış ekonomik iyileşmeyi sona erdiriverir; Savaş sonrasında birdenbire ortaya çıkan bolluk balonu birden sönüverir.[346]
      Petrol üreten ülkelerde yabancı şirketlerden alınan gelirlerin astronomik tutarlara varması, komprador hükümetlerinin yönettiği bu az gelişmiş ülkeler gurubunda bunların bir "seçkinler gurubu" olarak ortaya çıkmasını sağlar. Geri kalan azgelişmişler, yeni maden ve tarım ürünleri ihraç edenler, kural olarak, yabancı şirketlerin kârlarını paylaşmazlar, onlardan üretim ya da gelir üstünden vergi alırlar yalnız; sonuç olarak da, gerek toplam olarak, gerekse adam, başına gelir olarak, petrol üreten ülkelere kıyasla ellerine pek bir şey geçmez. Buna rağmen, örneğin 6 milyon nüfuslu bir ülke olan Şili'nin, yabancı şirketlerin çıkarıp yurtdışına gönderdikleri madenler dolayısiyle elde ettiği kamu gelirleri 1951 yılında 60 milyon dolara ulaşmıştır; 4 milyon nüfuslu Bolivya'nın, gene yabancı şirketlerin işlettikleri kalay madenleri dolayısiyle elde ettiği kamu gelirleri 1949'da 20 milyon dolar, 1951'de ise 15 milyon dolar olmuştur. Bu turdaki paraların, oldukça uzun bir zaman süresi içinde sürekli gelir kaydedilmesi, eğer akıllıca kullanılırsa, ülkeyi, ekonomik kalkınma yolunda hiç değilse bir başlangıç, bir ilk atılım yapma olanağına kavuşturabilirdi. Bu iki ülkenin ve benzer durumda bulunan diğer ülkelerin tarihlerine aşina olanlar, ekonomik kalkınma adına, ne kadar az şey yapıldığını gayet iyi bilirler. İsraf, yolsuzluk, ülkeye dal budak salmış bürokrasinin ve bütün görevi komprador ve rejimlerini zorla işbaşında tutmak olan ordunun ayakta kalabilmesi için bol keseden yapılan harcamalar, söz konusu ülkelerin ortak özelliğidir.[347]
      Buraya kadar, emperyalizmin denetlediği ülkelerde yöneticileri yabancı girişimcilerden aldıkları parayı nereye harcadıklarını incelemeğe çalıştık. Bu ülkelerdeki [sayfa 391] yerli egemen sınıfın, kendi halkından sömürü yoluyla elde ettiği ekonomik artığın kullanılma biçimi ile ilgili olarak fazla bir açıklama yapmamıza gerek yoktur. Toplam kamu gelirleri arasında, ülkeden ülkeye değişen bir önem taşır bu; fakat, petrol ülkelerinde bile hiç de önemsenmeyecek bir kamu geliri dilimi değildir. Ekonomik artıktan devletin pay almasının başlıca kaynağı, gelirse ters orantılı olarak artıp eksilen (regressive; azalan oranlı vergiler; progsessive yani müterakki verginin tersi-ç.n) vergilerdir: Satışlar üstünden alınan vergiler, ithalât üstünden alınan vergiler ile yükü geniş ölçüde köylünün omuzlarında bulunan baş vergisi ve arazi vergisi. Gerçi bazı azgelişmiş ülkelerde, oranı gelirle birlikte artan, müterakki (artan oranlı) gelir vergileri yürürlüğe konulmuştur ama bunlar, daha çok kâğıt üstünde kalmaktadır. Bu ülkelerde vergi kaçakçılığı çok gelişmiş bir beceridir, bir sanattır; zengin toprak ağaları ve ticaret erbâbı, kendi adlarına resmen salınmış olan vergileri bile ödemekten kaçınmanın çeşitli yollarını bulurlar ve bunun binlerce örneği vardır. Vergi kaçırma bir çeşit görevdir bunlar için ve namuslarına da bir hâllel getirmez! Zaten kendi egemenliklerinde bir rejim vardır ülkede, yöneticiler tepeden tırnağa kendi sınıflarının adamıdır ya da kendi uşakları olan çürük ve yalak adamlardır. Yaşama organını etkileyerek, yüklü vergilerin konulmamasını sağlayabilirler her zaman ve eğer bu yolu politik bakımdan zararlı buluyorlarsa, o zaman da, kanunun çıkmasına ses çıkarmazlar ama uygulamasını kuşa çevirirler. Azgelişmiş ülkelerdeki vergi yükünün kapitalistlerden ve feodal ağalardan çok yoksul halk kitleleri tarafından omuzlanmasının, bir vergi yönetimi problemi olmadığını da belirtmeliyiz. Bunun böyle olması toplum, yapısı gereğidir, bu ülke hükümetlerinin sınıf karakteri gereğidir. Profesör Mason'un doğru bir gözlemle saptadığı gibi, "bazı çok büyük gelir guruplarının vergi kaçırmasını önlemek, vergi yönetimini düzeltmenin çok ötesinde birtakım köklü değişiklikleri [sayfa 392] gerektiren bir iştir.[348] Söylemeye bile gerek yoktur ki, yerli ekonomik artığın kullanılma biçimi, yabancı şirketler gelirlerinden aktarılan ekonomik artığın kullanılma biçiminden farklı olamaz.
      Elimizde pek çok kaynak bulunan bu konuya son vermeden önce, konuyla yakın ilişkisi bulunan iki nokta üstünde daha kısaca durmalıyız. Bu noktalardan birincisi, bir çok azgelişmiş ülkede iş yapan yabancı girişimcilerin, iş çevirdikleri bu ülkelerde çeşitli eylemlere girişerek para saçtıkları ve dolayısiyle halkın yaşama koşullarını artırdıkları şeklindeki yaygın propagandadır. Örneğin, petrol şirketleri, birçok ülkede, işçilerine ve memurlarına evler yapmışlardır, ayrıca, okullar yaptırmışlar, hastahaneler açmışlar, sinemalar ve benzeri eğlence yerleri kurmuşlardır, deniliyor. Ne var ki, yerli halkın mutluğu açısından ele alındığında bu tür işler için şirket harcamalarının önemi geniş ölçüde abartılmaktadır. Bir kere, bu tür yatırımlar, yeteri kadar emekçi insanı çekebilmek ve etkin bir biçimde çalıştırabilmek için zorunlu sayılan ve daha önce de üstünde durduğumuz karın-şişirme politikasının bir yönünden başka bir şey değildir.[349] Oltanın ucuna takılan bütün bu yemlere rağmen işlerin tıkırında gitmediği, petrol ve maden şirketlerinin çalıştıracak adam bulmakta güçlük çektikleri görülmektedir;[350] hemen bütün azgelişmiş ülkelerde, yabancı şirketim canına okuyan sürekli ve şiddetli grevler de cabası! Her hâl ve kârda, şirketlerin bu cömertliğinden yararlanan, şirketin güneşine uzanıp keyif çatan insanların sayısı, azgelişmiş ülke toplam nüfusu içinde çok küçük bir azınlıktır. Örneğin, "Anglo-İranian Oil Company -İngiliz - İran Petrol Şirketi- üretimde rakiplerini çoktan geri bırakmış olduğu gibi, işçilerine sağladığı refah bakımının da herkesten ileridir. Bugün bile, hiç bir başka şirket, onun 16.000 İranlı aileyi konut sahibi yaparak kırdığı rekora erişememiştir."[351] Doğrusu, 18 milyondan fazla insanın yaşadığı ve Anglo-İranian şirketinin bugüne [sayfa 393] kadar milyarlarca dolar kazanmasına olanak vermiş ülke için amma da büyük rakkam. (!)
      Burada tartışma konusu yapmak istediğimiz ikinci noktada, sık sık karşılaşılan bir gözlemle ilgili; bu gözlemle ilgili bu gözleme göre, kaynak ülke hükümetinin, yabancı şirketler sayesinde eline geçen gelirleri ne yaptığı konusu bu şirketlerin azgelişmiş ülkelerin ekonomik kalkınmalarına yaptıkları katkının "salt ekonomik" değerlendirmesi yapılırken dikkate alınacak bir şey değildir. Aslında bir gözlemden çok bir iddiadır bu ve burjuva ekonomi biliminin üstüne eğildiği konuları nasıl üstten - tutma incelediğini, kalıtımsal bir yetersizlikle nasıl yüzeyde kaldığını belgeleyen gerçek bir ders kitabı örneğidir. Bir tarihsel olayı parça parça edip önemli kısımlarını bir kenara atarak, karmaşık bütünü görmeyip basit parçaları daha iyi göreceğini sanarak öyle şeyler söylüyor ki, parçalarıyla ilişkili olarak doğruyu ortaya koyuyor görünse bile, bütünle ilişkili olarak yanlışlığın dik âlâsını yapmış oluyor. Çünkü, bir tarihsel olay, kendi kaçınılmaz ürününden ayrılarak incelenemez. Daha önce de vurguladığımız gibi, azgelişmiş ülkelerde ham madde kaynaklarının yabancı sermaye tarafından sömürülmesi ve bu ülkelerin başında har vurup harman savuran, dürüstlükten uzak ve gerici komprador rejimlerin bulunması, mutsuz bir raslantının sonucu değil, ancak emperyalizmin bütünlüğü içinde yeterince anlaşılıp açıklanabilecek bir olgunun, birbirinden farklı fakat birbirine sımsıkı bağlı iki yönüdür olsa olsa.
      The Economist
'e göre, "Bugün için, hükümet ve şirket birbirine sıkıca kenetlenip kilitlenmiş durumdadır ve daha kimbilir kaç zaman, bu ortaklardan birisi öteki olmadan yapamayacaktır; bu gerçek gün gibi ortada!"[352] İşte bu hükümet-şirket kenetlenmesi nedeniyledir ki, şirketin kendi hükümeti (ya da emperyalist devlet) geri kalmış ülkelerde ortaya çıkabilecek en ufak bir ilerici hareketi bile boğmaya çalışmakta, uslu uslu oturan komprador [sayfa 394] yönetimlerine diplomatik, askeri ve mâli yardım vermekte, bunlar da, bu yardımları kendi dayanakları olan gerici toplumsal ve siyasal güçlere yardım etmek ve onları yüreklendirmek için kullanmaktadır. Gene aynı şekilde, bu kenetlenmeyi yoğunlaştırıp pekiştirmek ve sürekli kılmak içindir ki şirketler, kendi elleriyle, "tasarruf değerlendirme plânları, her işçiye bir ev programları, eğitim programları ve diğer yöntemleri kullanıp, bütün topluluğun sâkin bir hayat yaşamasında büyük çıkarları olan bir sınıf yaratmaktadırlar. Eğer emekçilerin sözcüsü de artık "şirket" demiyor "şirketimiz" diyerek söze başlıyorsa, ideal olana erişilmiştir!"[353] Böyle bir ideale ulaşılıp ulaşılamayacağı konusunda, ne mutlu ki, hâlâ bazı kuşkular vardır. Amerikan Dışişleri Bakanlığının "Dört nokta Programı" uzmanları, azgelişmiş ülkeler halkları için, "bu insanların akla yakın umutlarını yerine getiremezsek, onları sefalet içinde bırakırsak, ne kadar yanlış olursa olsun bir başka ideoloji gelir, bu bereketli toprağa yerleşir ve bu insanlara daha iyi bir hayatın yollarını göstermeye başlar."[354] yargısını verirken, hiç kuşkusuz, çok çok haklıdırlar fakat son 10 yılın olayları, bütün azgelişmiş dünya için, "bizim şirket" (ya da "şirketimiz") ideolojisinin -adamakıllı yerleştiği yerlerde bile- geçici bir göz kararması olduğunu ve hiç de uzun ömürlü olamayacağını göstermektedir.
     

III


      Kısa zaman önce bağımsızlığını kazanan ve New-Deal-tipi olarak adlandırdığımız rejimlerde yönetilen bir üçüncü gurup azgelişmiş ülke daha var ki, buralarda işler farklı bir renge bürünmüş bulunmaktadır. Başlıca amaçları ve birleştirici güçleri, sömürge yönetimini alaşağı etmek ve ulusal bağımsızlığı kurmak olan geniş halk hareketleriyle işbaşına getirilmiştir bu ülkelerin hükümetleri. Emperyalizme ve onun yerli ortağı olan feodal-komprador [sayfa 395] koalisyonuna karşı savaş veren ulusal hareketler, ilerici burjuvazinin, sanayi kapitalizmine doğru yol almak için çırpınan burjuvazinin kurduğu birleşik cephe karakterini kazanmış ve ülkelerine daha iyi bir gelecek kazandırmak isteyen aydınlar ile emperyalist-komprador koalisyonunun yarattığı yoksulluğa ve baskı rejimine karşı ayaklanan kent ve köy proletaryası da bu cepheye katılmıştır. Bazı ülkelerde, özünde gerici olan feodal aristokratların (toprak soylularının) bazı kesimleri bile ulusçu kampa katılmışlardır; onların da niyeti, halkın kaynayan kanında birikmiş enerjileri yabancı boyunduruğuna doğru yöneltmek ve toplumsal değişme için çaba gösterilmesini önlemektir.[355].
      Ulusal devrimci eylemin birliğini sağlamak kolay olmamıştır! ciddi baskılara ve şiddetli acılara göğüs germek zorluğundan geçilerek kurulmuştur cephe. Bu cephenin sağ kanadı, halk kitlelerinin seferber edilmesi örgütlenmesi sonucu, ulusal devrim hareketinin, bir toplumsal devrim hareketine dönüşmesinden korktuğu için, anti-emperyalist cephede işçilerin ve köylülerin oynadıkları rolü asgariye indirmeğe çalışmış, iktidara kurulmuş bulunan güçlerle görüşme ve uzlaşmanın yollarını alttan alta arama yoluna sapmış ve hatta hareketi satarak, sömürgeci yönetim ile arasında bir modos vivendi (yaşama biçimi; burada, birlikte yaşama biçimi-ç. n.) kurmaya, sürekli olarak, çaba göstermiştir. Cephenin sol kanadı ise, ulusal bağımsızlığı toplumsal kurtuluşla birleştirmek kaygısında olmuştur gerçekten ve bunun için harekete gittikçe daha geniş halk kitlelerini katmak istemiştir ulusal kurtuluş bayrağı altında uzlaşmaz devrimci eylem için yediden yetmişe herkesi çaba göstermeye çağırmıştır. Ancak, birinci hedef, ulusal kurtuluş olduğu sürece, içe dönük güçlerin dışa dönük güçler kadar kuvvetli olamayacakları bir gerçektir; dolayısiyle, ulusal kurtuluş için verilen kavga, toplumsal ilerleme için verilen kavgayı gölgelemiş ve hatta yutmuştur. [sayfa 396]
      Ulusal hareketlerin temel hedeflerine ulaşmasıyla, bütün bunlar değişmeye başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı ile zayıflayan ve artık sömürgelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerinin baskısına dayanamayan emperyalist güçler, hiç değilse anti-emperyalist güçlerin en kuvvetli oldukları yerlerde, yani artık kendi sömürge yönetimlerini sürdüremeyeceklerini iyice görüp anladıkları yerlerde, "bükemedikleri bileği öperek", siyasal bağımsızlığı tanımak zorunda kalmışlardır. John Foster Dolles'ın sözleriyle, "İkinci Dünya Savaşı sona ererken, en büyük siyasal sorun, sömürgelerdeki durumdu. Eğer Batı, sömürgeciliğin statüko'nun devamıyla sittin sene sürüp gitmesini isteseydi, şiddetli bir devrimi kaçınılmaz kılacak ve kaçınılmaz bir yenilgiye uğrayacaktı. Başarı kazanabilecek tek politika, 700.000.000 bağımlı insanın daha ileri durumda olanlarına, barış içinde bağımsızlıklarını tanımaktı."[356]
      Ne var ki, ulusal bağımsızlık -siyasal bağımsızlıktır, bu, ekonomik bağımsızlık değildir hiç bir zaman- sorunu bir kez çözüme bağlandı mı, çelişkili bir toplumun temel sınıf çatışması, kaçınılmaz olarak yoğunlaşmakta ve berraklaşmaktadır. Sömürgelerde ve bağımlı ülkelerde birçok ekonomik ve toplumsal kalkınma sorunu, önemli ve hatta merkezi sorunlar olmakla ve ulusal kurtuluşa sıkı sıkıya bağlı bulunmakla birlikte, bir o kadar sorun da, ulusal kurtuluşla ilgili sanılarak kafa karışıklığına ve yanılmaya sebep olmaktadır. Ne köylülerin toprak soyluları tarafından baskı atlında tutulmaları ve sömürülmeleri ne de tekelci iş çevrelerinin sanayi kalkınmayı boğmaları yalnız ulusal yönü olan sorunlardır bunlar, ulusal oldukları kadar, hatta daha çok, toplumsal yönü olan sorunlardır ve çözümleri de, ona göre, değişik yöntemleri gerektirir. Bu nedenle, yeni kurulmuş ulusal devletlerde iş başına geldikten sonra ulusal kurtuluş hareketlerinde bir parçalanma süreci başlar. Kurtuluş Savaşı süresince birbirleriyle sımsıkı kenetlenmiş, bir ağ gibi örülmüş olan toplumsal [sayfa 397] bakımdan birbirinden farklı öğeler, anti-emperyalist savaş sona erince, şu ya da bu hızda kutuplaşmaya başlar ve yeni toplumun çerçevesi içinde birbirine karşıt birbiriyle çatışan kimliklere bürünürler.
      Ulusal birliğin çözülmesindeki bu hız ve iç sınıf çatışmasının keskinleşmesi, ülkenin içinde bulunduğu özel tarihsel koşullara bağlıdır. İleri kent proletaryasının ulusal kurtuluş savaşı içinde önemli bir rol oynadığı yerlerde ve köylülüğün bir tarım devrimine girişmesinde önderlik edecek kadar güçlü ve örgütlü bir kent proletaryasının bulunduğu ülkelerde, ulusal birliğin çatlaması çok hızlı bir süreçle gerçekleşir; ulusal birliğin kapitalist, burjuva öğesi, daha işin başında bir toplumsal devrim deviyle karşı karşıya kalınca, büyük bir çeviklik ve kararlılıkla dünkü yoldaşına yani yarınki düşmanına silâhını çevirir. Bunun için, kendi kalkınması önündeki başlıca engel olan, daha düne kadar emperyalistlerle işbirliği içinde bulunan feodal öğelerle ve dışardaki efendilerinin siyasal kalıntısı olmakla nitelenip onların başına gelen cezaya aynen çarptırılmakla korkutulan kompradorlarla elele vermekten bile çekinmez. Lord Acton'un bilgece ortaya koyduğu gibi, "Sınıf bağları, ulusal bağlardan güçlüdür."[357] Bu koşullar altında, daha yeni kazanılmış olan ulusal bağımsızlık bir bağımsızlık-karikatürüne dönüşür, eski egemen güçler ile yeni egemen güçler elele kolkoladır artık, emperyalist çıkarların desteklediği mülkiyet-sahibi sınıflar alaşımı bütün güçlerini kullanarak, gerçek bir ulusal ve toplumsal kurtuluş peşinde olan halk hareketini ezmeye çalışırlar ve böylece ancien r‚gime'i de jure (hukuken) olmasa bile de facto (fiilen) kurmuş olurlar. Koumintang yönetimi altındaki Çin, bugünkü Pakistan, Güney Kore, Güney Vietnam bu sürecin en güzel örneklerdir .
      Ulusal bağımsızlığın elde edilmesi sırasında, toplumsal kurtuluşun sağlanması için yapılan halk baskısının daha az güçlü olduğu yerlerde - nedeni; ister işçi sınıfının [sayfa 398] sayıca ve siyasal olarak güçsüzlüğü, ister yüzyıllardır sürüp gelen köleliği ve çok derin dinsel batıl inançları yüzünden köylülüğün edilgenliği olsun-, ulusal burjuvazi, kendisini daha büyük bir güven içinde bulacak ve gelecekte güçlü bir devrimci eylemin görülmesini bugünden önlemek, gerçek bir sanayi kapitalizminin gelişme temelini atmak ve modern bir kapitalist devlet yaratmak için herşeyi seferber etmek gibi büyük bir çabaya girişecektir. Böyle bir girişimin kaderi (başarısı) bazı etmenlere bağlıdır. Ulusal burjuvazinin ekonomik ve siyasal gücü, liderliğinin niteliği, feodal ve komprador öğeleri bulundukları egemenlik noktalarından uzaklaştırmak ve bu konuda onlardan gelecek direnci yerle bir etmek, gene bu toplumsal tabakalara dünya emperyalist güçlerinden gelecek desteği ortadan kaldırmak ya da önemli ölçüde azaltmak için, girişeceği çabalara uluslararası ortamın izin vermesi olanağını yakalamak gibi etmenlerdir bunlar.
      Mısır'ın durumunu ele alacak olursak, söz konusu koşulların, ülkenin "Japon tipi kalkınma" yoluna girebilmesi için bugün son derece elverişli olduklarını görürüz. Subaylar ve ordu birlikleri ulusal burjuvaziyi destekliyorlar; burjuvazinin önderleri feodal ve komprador çıkarlarının oluşturduğu muhalefetin üstesinden gelmek için kararlı görünüyorlar uluslararası durum da, böyle bağımsız bir politika izlenmesine olanak veriyor. Bütün bunlar, Mısır'ın Sanayi kapitalizmi yönünde ilerlemek için bugün gösterdiği çabanın başarı şansını arttırmaktadır. Fakat, bizim üçüncü guruba giren bütün azgelişmiş ülkelerin içinde oldukça küçük bir yer kaplamaktadır. Bu gurupta bulunan ülkelerin en önemlisi olan Hindistan'daki durum ise çok daha karmaşık:
      Bu ülkede anti-emperyalist güçlerin oluşturduğu birleşik cephe -biraz sallantıda olsa bile- hâlâ dağılmış değil ve ulusal burjuva hükümetinin geniş siyasal tabanını oluşturuyor. Ulusal bağımsızlık için mücadele verildiği günlerde Kongre Partisinin büyük kuvvetini [sayfa 399] sağlayan bu ulusal koalisyon tabanı, şimdilerde, kendi desteklediği yönetimi nerdeyse felç etmiş durumda. Yöneticiler, ulusun en önemli kesimlerinin ezici çoğunluğu tarafından destekleniyorlar hâlâ, fakat karşılarında, ekonomik ve toplumsal "yeniden doğuşu gerçekleştirecek bir program yapıp uygulamak için aşılmaz güçlükler var. Bir yandan sanayi kapitalizminin kurulması yönünde adımlar atan hükümet, diğer yandan toprak ağalarının çıkarlarına karşı gelmeyi göze alamamak gibi bir çelişki içinde. Bir yandan akıl almaz ölçülere ulaşan gelir eşitsizliklerine son vermek istiyor, diğer yandan tüccarın ve tefecinin karşısında yer alma gücünü gösteremiyor. Emekçilerin içler acısı durumuna son vermek ve onları biraz daha iyi yaşatmak isteği ile iş çevrelerini kendisine düşman etmeme korkusu bir arada bulunuyor. Kökeninde anti-emperyalist olan bu hükümet, yabancı sermayenin kendisine kur yapmasından da hoşlanmaktadır. Özel mülkiyet ilkelerine toz kondurmuyor ama, ulusa "sosyalist bir toplum örneği" kuracağı sözünü vermekten de çekinmiyor. Kendisinin audessus de la mâl‚e (karışıklığın üstünde olduğu hüsnü kuruntusuna kapılmıştır; yani kendisini düşman sınıflarının birbirleriyle çatışması olgusunun üstünde sanıyor; aslında bu tutumuyla, olsa olsa, Hint toplumunun bugün içinde bulunduğu sınıf çatışması aşamasını yansıtıyor ve bunun farkında değil. Uzlaşmaz çıkarları uzlaştırmak, köklü farklılıkları bir bileşime ulaştırmak, belli bir karar vermenin zorunlu olduğu yerlerde bile akla, karayı bağdaştırmaya çalışmak, değerli zamanlarını ve güçlerini, kendi içinde bile ortaya çıkan anlaşmazlıkları tatlıya bağlamak için çırpınarak harcayan bu hükümet köklü dönüşümler yerine küçük reformları koymakta, devrimci eylemlerin yerine lâf ebeliğini getirmekte ve böylece, yalnız kendi umutlarını ve özlemlerini gerçekleştirmeyi değil, işbaşında kalmayı bile tehlikeye atmaktadır. Toplumsal temellerinin karışık bir maddeden yapılması ve her an çatlayabilir olması, sırtında bir kambur [sayfa 400] gibi durduğu için, ideolojik sınırlamalar içinde bulunan, bu, özünde küçük-burjuvazi rejimi, sanayileşme savaşının önderliğini üstlenme yeteneğinde görünmediği gibi, böyle bir girişim için en önemli etmeni de seferber edemiyor. Bu etmen, geniş halk kitlelerinin, ülkenin içinde bulunduğu, gerilik, yoksulluk ve uyuşukluğa karşı, bilinçli ve kararlı bir saldırıya geçebilmelerini sağlamak için coşturulması ve enerji kaynağı haline gelmelerinin gerçekleşmesidir.
      Geri kalmış ülke ekonomisinin hem, kentsel, hem de kırsal kesimlerinde sermaye birikimini ve verimli yatırımların yapılmasını engelleyen güçleri daha ünce gözden geçirmiştik. Bu güçler, Hindistanda da, az gelişmiş dünyanın diğer herhangi bir köşesinde oldukları kadar, etkili ve kuvvetlidirler. Demek oluyor ki Hindistan'da, tıpkı diğer azgelişmiş ülkelerde olduğu gibi, ekonomik sistemde potansiyel olarak bulunan ekonomik artığı seferber etmek ve ulusun verimli kuruluşlarını genişletmek için kullanmak durumundaki tek örgüt devlettir. Eğer bugünün sömürge bölgelerinde, yöneticilerin eline geçen ekonomik artık, halkın çıkarları için değil, emperyalist güçlerin çıkarlarını daha da pekiştirmek için kullanılıyorsa ve eğer ikinci gurubumuza giren ülkelerde, komprador hükümetlerin eline geçen büyük çapta ekonomik artık aynı şekilde kullanılıyor ve tamamen israf ediliyorsa Hindistan için problemin bambaşka bir yapıda olduğunu söylemek durumundayız demektir. Burada, devletin eline geçen kaynaklar toplamı, potansiyel ekonomik artıktan çok daha küçüktür; bundan daha az ciddi sayılamayacak bir nokta da, bu kaynakların, bütün iyi niyetlere rağmen, hızlı ve dengeli bir büyümeyi sağlayacak biçimde kullanılmamasıdır. Gerçi The Economist, sorunu ortaya koyarken, "Hindistan'ın yerinde sayabilmesi için gittikçe daha hızlı koşması gerekir; tıpkı masaldaki Kızıl Kraliçe gibi"[358] diyor fakat, ülkenin politikası yarım önlemlerle ve atılımlarla dolu; ne kadar parlak söylevler [sayfa 401] çekilirse çekilsin, bu böyle! "Zaman zaman, kongre politikasının ve Hindistan plânlarının, son hedef olarak, sosyalizmi benimsedikleri ilân edilmektedir. Hükümetin sanayi politikası ile ilgili olarak 1948 yılında yaptığı bir açıklamada, temel kalkınmayı gerçekleştirmekten devletin sorumlu olduğu ve ekonominin bütün kilit kesimlerinin devletin denetimi altına alınması ilkesi ortaya atılmıştır. Fakat Hindistanın kalkınmasından doğrudan doğruya sorumlu olan Bakanlar, -Maliye Bakanı ve Ticaret Bakanı-, devlet girişiminin sınırlarını pek iyi bilmektedir... İlk üç dört yıl içinde, gerçekçilik (realizm) ve pragmatizm, bir dereceye kadar, resmi politikanın temeli olmuştur."[359] Bu "realizm ve pragmatizm", Birinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı'nın son derecede yetersiz hedeflerinde dile gelmektedir "1952 Aralık ayında yayınlanan son şeklinde bile... "(Bu Plân) öngördüğü harcamalar açısından, oldukça alçak gönüllü bir görünüm içindedir. Harcamalar, hem salt tutar olarak, hem de ulusal gelire oranla oldukça küçüktür. 5 yıllık bir dönem boyunca 20 milyar Rupi tutarında bir yatırım öngörülmektedir ki bu, ulusal gelirin yüzde 5'inden biraz daha fazladır ve Plânın yürürlüğe girmesinden önce de zaten bu ölçüde yatırım yapılıyordu."[360]
      Bu sözlerdeki ölçülü tutum, ülkede, ilk Beş Yıllık Kalkınma Plânının sonunda yürürlükte olan koşullarca doğrulanmış gözükebilir. Nitekim, genel ekonomik durumda, göze batan bir gelişme olmuş, yiyecek maddeleri arzında önemli bir artış görülmüş, sanayi üretiminde de belli bir yükselme sağlanabilmiştir. Bunlara rağmen, son birkaç yılda görülen bu "canlanma"ya bakarak, ülkenin ekonomik kalkınma yoluna girmiş olduğunu söylemek acelecilik etmek olacaktır; hızlı ve sürekli bir kalkınma yoluna girildiği kanısına varmak için vakit erkendir daha. Çünkü, Hint ekonomisini inceleyen bütün uzmanların üstünde görüş birliğine vardıkları nokta şudur: Birinci Beş Yıllık Kalkınma Plânının son yıllarına rastlayan oldukça başarılı [sayfa 402] uygulama ve sonuç alma olgusu, aslında, iki yıl üstüste hasadın çok iyi gitmesine ve bunun dış ticaret ve ham madde bollaşması üstündeki olumlu etkilerine bağlıdır. Bu dönem içinde, ne sulama programındaki önemsiz başarılar, ne de hükümetçe alınan diğer tedbirler söz konusu kader değişikliğini açıklamaya yeterlidir. Asıl önemli nokta ise, birinci Beş Yıllık Kalkınma Plânının, Hindistan'da çok büyük bir kalkınma potansiyelinin bulunduğunu kanıtlamış olmasıdır. Büyük çapta bazı "çok amaçlı projelerin uygulanması", birkaç modern fabrikanın açılması... Bütün bunlar, Hintli teknisyenlerin ve işçilerin yaratıcı yeteneklerini kanıtlıyor kuşkusuz!
      1956-1961 dönemini kapsayan İkinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı ise emekçileri gerekli olanaklarla donatmak için hazırlanmışa hiç benzemiyor! Bununla ilgili en ileri belge olan, Profesör P.C. Mahalanobis'in Draft Plan-Frame[361] (Plân Çerçeve Taslağı) adlı çalışması bile, Hindistan'ın ekonomik ilerlemesini durduran engellerin başlıcalarına cepheden saldırmakta başarısız kalıyor. Ulusal gelirin yılda yüzde 5 oranında arttırılmasını öngören bu Taslak, -bu alçak gönüllü kalkınma hızı bile ülkenin geçmiş yıllardaki kalkınma hızı dikkate alındığında gene de bir önemli hızdır- o günkü yatırım/ulusal gelir oranını çıkış noktası olarak alıyor ve hedefe, zaten gerçekleşmekte olan yatırımların, tüketim sanayileri alanından, üretim malları sanayilerine kaydırılmasıyla ulaşılabileceğini kabul ediyor. Özel sermaye, böyle bir kaydırma sürecini başaramayacağı, için söz konusu Taslak, hem üretim malları sanayiine yapılacak başlangıç yatırımlarını gerçekleştirme sorumluluğunu, hem de bu yatırımlar sayesinde üretilecek malların satın alınması (emilmesi) işini hükümetin omuzlarına yüklüyor. Fakat, bunun için gerekli kaynakların hangi yollarla ve hangi araçlarla hükümetin eline geçeceği konusu Taslak'ta tamamen açık bırakılmıştır. Böyle yapmakla da, "toplum, yalnız aktüel ekonomik artığını kullanma olanağına sahip olsaydı neler [sayfa 403] yapabilirdi?" sorusuna çok ince bir karşılık vermiş oluyor, fakat ekonomi politikası için somut bir taslak niteliğini bir türlü kazanamıyor.
      "Realist" ve "Pragmatik" olmaya önem veren Plânlama Komisyonu ise, söz konusu Taslağa kesin bir Plân biçimi verirken,[362] başlangıçtaki bu ilerici tutum da uçup gidiyor. En realist sanayileşme programlarında bile üretim malları sanayileri toplam yatırımların yüzde 40'ını çekerken ve Taslakta bu oran yüzde 20 gibi alçak bir düzeyde tutulmuşken, Plânlama Komisyonu bunu büsbütün budayarak yüzde 11'e indirmiştir. Öngörülen kamu harcamalarının finansman yolu olarak da varolan ekonomik artığın seferber edilmesi için enerjik bir çaba gösterilmesi yerine, bu artığın, enflasyon ve kitle tüketim malları üstüne konulacak satış vergisi yollarıyla arttırılması çaresine (!) başvurulmuştur. Zaten çok düşük olan, Hint halkı yaşama standardını düşünecek olursak kitle tüketiminin sıkılıp çıkarılacak suyu da pek yoktur; diyebiliriz; bu durumda kaynak bulma olanağı çok sınırlı kalmaktadır. Eğer beş yıl içinde bu bakımdan büyük değişiklikler görülmezse, İkinci Plânın, Birinci Plânın bir ikinci baskısı olacağını kestirmek güç olmasa gerek; yani, adam başına gelirde ancak önemsiz, dişe dokunur olmayan artışlar sağlanabilecektir.
      Hind ekonomik kalkınmasının bugünkü aşamasında yeterli sayılabilecek biricik ekonomi politikası, kalkınma programına temel olarak, ulusal gelirin mümkün olan en büyük dilimini yatırımlara yöneltmeyi benimsemektedir. Birbirinden bağımsız olarak yapılmış hesaplamalara göre bugün, kitle tüketiminde hiçbir kısma yapmaksızın, yatırımları ulusal gelirin yüzde 15'i düzeyine çıkarmak mümkündür. Bunun için yapılması gereken, şey, bugün ülkenin ekonomik sisteminin doğurduğu potansiyel ekonomik artığı, erişilebilecek en büyük düzeyde seferber etmektir. Bu da, yoksulluktan kırılan bu toplumun sırtında yaşayan verimsiz ve parazit toplumsal tabakaların, ulusal [sayfa 404] gelirin yüzde 25'inden fazlasını almalarına bir son vermekle olabilir ancak. Bunun, tarım üretiminin bir dilimi olarak, doğrudan üreticilerden, rant biçiminde toprak ağalarına ve tefeci faizi biçiminde tefeci-bezirgân sınıfının eline geçtiği çıplak gözle bile görülmektedir. Gene bunun, iş adamlarının eline geçen ve büyük kısmı verimli yatırıma değil lüks tüketime giden, kâr payı olarak çarçur edildiği de açık-seçik görülmektedir.[363]
      Vurgulamaya bile gerek yoktur ki, potansiyel ekonomik artığın bu şekilde seferber edilmesi, mülkiyet sahibi sınıf ve tabakaların bilinçli ve kararlı karşı koymasını zorunlu olarak ortaya çıkaracaktır; böyle bir direncin kırılması ise, ancak ve ancak, "başlıca düşüncesi servetini ve ayrıcalıklarını korumak olan küçük sınıf"ın[364] gözünün yaşına bakmadan verilecek acımasız mücadelenin başarı kazanmasına bağlı olacaktır. Bugünkü Hint hükümetinin ise, böyle bir mücadeleyi göğüslemeye ne gücü yeter, ne de bir hevesi vardır; kentsel ve kırsal alanlardaki bu tür direnci kıracak eylemin önderliğini üstlenmek kim, bugünkü Hint hükümeti kim?! Bu kaçınılmaz çatışmaya yan çizerek, ekonomik ve toplumsal ilerlemeyi sağlayacak gerçek bir programı uygulama sorumluluğundan kaçınarak bugünkü hükümet, aslında, eline geçmiş büyük tarihsel fırsatı tehlikeye atmış olmaktadır. Büyük bir ülkenin, bir rezalet ve baskı ortamından, hızla ilerleyen bir sosyalist demokrasiye barış içinde dönüşümü fırsatıdır bu! Çünkü ekonomik ve toplumsal kalkınma -tıpkı bir uçak gibi- yoluna devam etmek istiyorsa büyük bir hıza erişmek zorundadır. Eğer büyümenin gerekli itici gücü sağlanamazsa, gerici güçlerin, "felâketten" paçayı bir kez daha kurtarma başarısını gösterme tehlikesi belirecektir ve böylece -geçici de olsa- sömürü, baskı ve durgunluk çıkmazından kurtulma yolu bir kez daha tıkanmış olacaktır. Gerici güçler, halkın boş sosyalist sözlerden duyduğu bıkkınlığı da kullanarak, yeniden faşist bir yönetim kurulmasını sağlayabilir ve kentte-köyde [sayfa 405] kapitalizmin yeniden rahat bir soluk almasını gerçekleştirebilir. Hint halkının önündeki dolambaçlı yolun bir faşizm döneminden geçip geçmeyeceğini ya da böyle bir ateşten gömlek giymekten bu ülke insanlarının kurtulup kurtulamayacaklarını ancak tarih gösterebilir.
     

IV


      Yukardaki çözümlemeden çıkan üç önemli sonuç vardır. Birincisi, Batılı yazarların azgelişmiz ülkeler üstüne yazdıklarında geniş ölçüde vurgulanan yaygın inancın aksine, bu ülkelerin kalkınması için başlıca engel sermaye kıtlığı değildir. Bu ülkelerde kıt olan (yetersiz olan) birşey varsa o da, aktüel ekonomik artık adını verdiğimiz değerler toplamından verimli yatırımlara giden dilimdir. Bu gibi yatırımlara ayrılabilecek potansiyel ekonomik artık, bütün bu ülkelerde oldukça büyüktür. Doğrusu istenirse salt büyüklük olarak, ileri ülkelerle, örneğin Birleşik Amerika ile Büyük Britanya ile kıyaslandığında önemli bir tutara erişmeyen azgelişmiş ülkeler potansiyel ekonomik artığı oransal olarak önemlidir; buna karşılık, ileri ülkeler ölçüsüyle bile önemli, bir tutara erişen potansiyel ekonomik artığa sahip azgelişmiş ülkeler de vardır. Kendi ulusal gelirlerine oranla önemli bir düzeye erişen bu artık, ulusal üretimde salt büyüklük olarak dişe dokunur artışlara yol açmak için yeterli olacak kadar geniş olmasa bile, bu ülkelerin yüksek, hatta çok yüksek kalkınma hızlarına erişmelerini sağlamak için yeterli sayılmalıdır. Burada üstüne basarak belirtmeliyiz ki söz konusu olan bu ülkelerin plânlamış ekonomik artıkları değildir -hatırlanacağı üzere, plânlanmış ekonomik artığın gerçekleşmesi için o gün için kullanılmayan, boş duran, işsiz duran kaynakların da üretim devresine alınması gerekiyordu-, yalnız potansiyel ekonomik artığıdır; yani, o gün için yararlanılan kaynaklarla elde edilen [sayfa 406] ulusal üretimin bilinçli ve amaçlı bir biçimde kullanılması ile yatırım için ayrılabilecek dilim söz konusudur burada. Henüz yayınlanmamış bir incelemesinde Dr. Harry Oshima, yeterli sayılabilecek bilgilerin derlenebildiği bazı ülkelerle ilgili olarak aşağıdaki geçici sonuçlara ulaşmıştır: Malaya'da 1947 yılında potansiyel ekonomik artık, toplam (gayrisâfi) yurtiçi üretiminin yüzde 33'ünü, toplam (gayrisâfi) yatırım ise gene aynı değerin yüzde 10'unu bulmaktadır. Seylan için (1951) ise, bu oranlar, sırasıyla yüzde 30 ve yüzde 10'dur; Filipinler için (1948) yüzde 25 ve yüzde 9; Hindistan için yüzde 15 ve yüzde 5; Tayland için yüzde 32 ve yüzde 6. Meksika'da, 1940-1950 yılları arasında, kârların net sâfi ulusal üretime oranı yüzde 28.6'dan yüzde 31.4'e yükselmiştir.[365] Kuzey Rodezya'da (1949) mülkiyete dayalı gelirler (şirketleşmemiş girişimlerin elde ettikleri hâriç) yüzde 42.'9u buluyor bu oran, Şili'de (1948) yüzde 26.1, Peru'da (1947) yüzde 24.1 olmuştur.[366] Petrol üreticisi ülkelerdeki potansiyel ekonomik artığın nasıl sel gibi aktığı konusunda daha önce söylediklerime burada eklemeler yapmama gerek bile görmüyorum. Doğu ve Güneydoğu Avrupa ülkeleriyle ilgili olarak, gerek Rosenstein-Rodan ve gerek Mandelbaum'un yaptıkları kestirmeler (tahminler), -ki hep bildiğimiz gibi bunlar eksik kestirmelerdir-, buralarda ulusal gelirin yüzde 15 kadarının yatırıma yöneltilme kapasitenin bulunduğunu göstermektedir.[367]
      Geri ülkelerde, hızlı bir ekonomik büyümenin önündeki başlıca engel, potansiyel ekonomik artığın kullanılma biçiminde aranmalıdır. Bu artık, zengin sınıfın lüks tüketiminin çeşitli biçimlerine kayarak çarçur edilmektedir,[368] yurt içinde ve yurt dışında üretimden çekilerek öldürülen paralara (iddihara) dönüşmektedir, geniş ve son derecede verimsiz bürokrasilerin ayakta tutulması yoluyla israf edilmektedir ve dahası, sivil bürokrasiden çok daha masraflı ve hiç de daha az sayıda insanı barındırmayan, askeri kuruluşlara gitmektedir.[369] Gene bu artığın [sayfa 407] çok büyük bir dilimi -ki dilimin büyüklüğü diğerlerinin büyüklüğünden daha iyi bilinmektedir- yabancı sermaye tarafından alınıp götürülmektedir. Azgelişmiş ülkelerdeki yabancı çıkarlarına düşen kâr paylarının çok büyük oldukları ve hatta yerli yatırımlara düşen kâr payına göre bile çok büyük oldukları iyi bilinen gerçekler arasındadır. Son zamanlarda yayınlanan ve olağanüstü ilginç bir araştırma raporu, İngiliz şirketlerinin azgelişmiş ülkelerde elde ettiği kârları şahane bir biçimde ortaya koymaktadır.[370] Bu raporda sergilenen malzemede, kırk yılı aşkın bir zaman süresi içinde, elde ettikleri yıllık kârların yüzde 50'den aşağı düşmediği, şirketlerin sayısı bir hayli kabarık görünmektedir, fakat sergilenen bütün bu bilgileri "birkaç kelimeyle özetleyerek okuyucuya sunmak da mümkün: (1) Temettü -ya da dağıttıkları kâr hisseleri-, kayıtları çeşitli tablolarda gösterilmiş olan 120 den fazla şirket arasında, yalnız 10 tanesinin, hisse senetleri üstündeki nominal değerlerin en az yüzde 10'u kadar her yıl kâr dağıtamadıkları görülmekte ve yalnız 17 şirketin, en çok kâr ettiği 5 yıl içinde, en az, hisse senedi üstündeki toplam sermaye kadar bir ödeme yapamadığı (yani yalnız 17 şirketin 5 en kârlı yıl içinde hisse sahiplerine ilk sermayelerini amortize ettiremediği) anlaşılmaktadır, geriye kalanlar (yani birinci durumda en az 110, ikinci durumda en az 103 şirketi) söz konusu hedefleri aşarak kâr dağıtmışlardır; (2). Bunların arasında 70 şirket, en başarılı olduğu 5 yıl içinde, hisse senetlerinin üstünde yazılı sermaye katkılarının en az 2 misli kadarını ödeme başarısını göstermiştir ve bu şirketlerin dörtte birinden fazlası, koydukları sermayenin tümünü bir yılda ya da daha kısa bir zamanda geri almıştır (amorte etmiştir); 1945-1950 yılları arasında elde edilen kârlar da, sağanak kârların henüz ortadan kalkmadığını gösteriyor."
      Daha çok yurtiçinde faaliyet gösteren Hollanda firmalarının dağıttıkları temettü yüzdesi (1) ile, daha çok, Hollandalıların Doğu Hint adaları sömürgelerinde şubeleri ya da yardımcı kuruluşları niteliğinde Hollanda firmalarının dağıttıkları temettü yüzdesi (2) arasında yapılacak bir kıyaslama da büyük anlam taşımaktadır.[371]
     

Yıl

1. Gurubun Kâr Payları (Temettüleri) (YÜZDE)

1922

4.8

1923

4.2

1924

4.5

1925

5.0

1926

5.2

1927

5.6

1928

5.6

1929

5.4

1930

4.9

1931

2.2

1932

2.1

1933

2.2

1934

2.1

1935

2.0

1936

3.3

1937

4,5


     

Yıl

2. Gurubun Kâr Payları (Temettüleri) (YÜZDE)

1922

10.0

1923

15.7

1924

22.5

1925

27.1

1926

25.3

1927

24.8

1928

22.2

1929

16.3 [sayfa 409]

1930

7.1

1931

3.0

1932

2.5

1933

2.7

1934

3.3

1935

3.9

1936

6.7

1937

10.3


     
      Aynı şekilde, Belçika Kongosundaki Belçika yatırımlarının da, Belçika firmalarının kendi ülkelerinde yaptıkları yatırımların gelirlerinden çok daha fazlasını getirdikleri görülmektedir. "İşlerinin ağırlığı Kongo'da bulunan şirketlerin, toplam sermayelerinin yüzde 16.2'si kadar yıllık ortalama net kâr sağlamalarına karşılık, Belçika'da çalışan firmalar ancak yüzde 7,2 mertebesinde kalmışlardır."[372]
      Amerikan girişimcilerinin azgelişmiş ülkelerdeki kârları ile Amerika içindeki kârlarını karşılaştırdığımız zaman gene aynı izlenimi almaktayız.[373]
     
     

Yıl

Azgelişmiş Ülkelerdeki Kâr/Öz Sermaye Oranları (YÜZDE)

1945

11.5

1946

14.3

1947

18.1

1948

19.8

 

Amerika içindeki Kâr/Öz Sermaye Oranları (YÜZDE)

1945

7.7

1946

9.1

1947

12.0

1948

13.8 [sayfa 410]


     
      Demek oluyor ki, azgelişmiş ülkelerin dış ticaret yoluyla elde ettiği toplam gelirlerin önemli bir kesimi, yabancı sermayenin kâr aktarmalarına gitmektedir. Örneğin 1849 yılında, yabancı sermaye kâr aktarmalarının yıllık dış âlem gelirleri toplamına oranı, Hindistan'da yüzde 5.0, Endonezya'da yüzde 8.5, Mısırda yüzde 6.5, Meksika'da yüzde 10.0 Brezilyada yüzde 8.6, Şili'de yüzde 17.1, Bolivya-da 177, Kuzey Rodezya'da 34.3 ve İran'da yüzde 53.1 olmuştur ve bu liste böylece uzayıp gitmektedir biz buraya önemli bazı ülkeleri ilgilendiren oranları almakla yetindik.[374]
      Britanya sömürge imparatorluğunun durumunu anlatmak için yüz kızartıcı deyimini kullanmak bile yetersiz kalacaktır. Bu imparatorluk içindeki durumun bir benzerini, olsa olsa, petrol üreten ülkelerin ekonomik artıklarının başına gelenlerle karşılaştırabiliriz. Halkın, hiç kuşkusuz, dünyanın en âz adam başına geliri ile yaşamak zorunda kaldığı bu sömürgelerde, Britanya'nın "babacan" hükümetleri (İşçi olsun, Tutucu olsun), Birleşik Krallığın, Savaş'tan sonraki bütün bir dönem boyunca, sömürgeleri ile kıyaslanamaz, çok yüksek bir hayat standardında yaşamasının dayanağını bulmuşlar, kendi bol-bulamaç yaşantılarının yükünü denizaşırı yerlerin yoksul halkının omuzlarına yüklemişlerdir. 1945-1951 yılları arasında, sömürgeler, 1 milyar sterlinden hiç de aşağı düşmeyen bir değeri İngiltere'de (İngiltere Bankasında-ç.n.) sürekli olarak bloke etmek zorunda bırakılmışlardı. Bu değer, sömürgelerin dış gelirleri ile dış ödemeleri arasındaki farka eşit olduğundan, "Sömürgelerin İngiltere'ye yaptıkları sermaye ihracı niteliğindeydiler!" Yukardaki yorumlarımızı dayandırdığımız eşsiz araştırmanın sahibi Hazlewood'un ölçülü sözleriyle, sömürgelerin İngiltere'ye bir milyar sterlin tutarında sermaye ihraç etmiş olmaları, farklı ekonomik kalkınma düzeylerindeki ülkeler arasında sermaye akımının alması gereken yön ile ilgili yaygın görüş ve dilekleri çürütür niteliktedir. Britanya [sayfa 411] sömürge politikasının, büyük bir cömertlikle yürütülmekte olduğu şeklinde yaygın bir yanlış-kanı vardır. Rivayete göre, sömürgelerin ihtiyaçları büyükmüş de, Britanyalı vergi yükümlüleri de ağır vergiler ödüyorlarmış! Birleşik Krallık, Savaştan sonra, sömürgelerine avuç dolusu para akıtmıştır, diye düşünenler var! Bu araştırmamızın amacı, düşünceler zincirinin, olaylar zinciri karşısında ayakta kalamayacağını bir sınavdan geçirmektir."[375]
      Daha önce çeşitli yerlerde değindiğimiz gibi, az gelişmiş ülkelerin dış ödemelerinin önemi, yani bu yoksul ülkelerin ileri ülkelerin kalkınmasına yaptıkları katkı, bugüne kadar, yeter kadar iyi ölçülüp ortaya konulamamıştır; bu ödemelerin, azgelişmiş ülke ulusal gelirine oranı ne kadar büyük gösterilirse gösterilsin, sorun, böyle bir oran yardımıyla tam olarak yansıtılamıyor. Yapılan aktarmaların can alıcı önemleri, ancak, bu yolla ekonomik artığın ne kadarının dışarıya kaçtığını ortaya koymakla, tam ve doğru olarak yansıtılabilir. "Birçok azgelişmiş ülkenin, sermaye karşılığında, bu kadar yüksek bir fiyat ödemekten hiç de hoşlanmadıklarına"[376] şaşmamalıyız! Hele, yabancı sermayenin, azgelişmiş ülke ekonomik büyümesine ne kadar küçük bir katkıda bulunduğunu gördükten sonra!
      Geri ülkelerin ekonomik kalkınmasını engelleyen en önemli etmenin sermaye kıtlığı olduğu konusundaki yanılgı ile yakından ilişkili bir başka kavram daha vardır ki buna da her yerde rastlanır: "Ham madde üreten ülkeler, ticaret hâdlerinin durmadan aleyhlerine bir gelişme göstermesi nedeniyle, kalkınma yolunda ciddi engellerle karşılaşıyorlar!" şeklindeki görüştür bu.[377] Böyle bir eğilimin var olduğu yadsınamaz belki ama, bunun azgelişmiş ülkenin kalkınmasını engelleyecek güçte bir eğilim olduğu da (en yumuşak deyimiyle, çok su götürür bir savdır; böyle bir eğilimin varlığından bile emin olmayanlar bir yana,[378] belki bazı ülkeler için, bu etmenin önemli olabileceği, genellikle kabul edilebilir. Fakat, ben, azgelişmiş [sayfa 412] ülkelerin çoğunluğu için bu etmenin önemli bir engel olduğunu sanmıyorum. Böyle düşünmemin iki nedeni var. Birinci olarak, birçok azgelişmiş ülke için, "ticaret hadleri" kategorisine büyük bir anlam yakıştırmanın doğru olmadığına inanıyorum. Daha önce de belirttiğim, gibi, petrol şirketleri, kâr payları ile gönüllerinin istediği gibi oynayabilirler ve ürünlerinin f.o.b. fiyatları (yükleme yerindeki fiyatlarını-ç.n.) o şekilde ayarlarlar ki, kaynak ülkeye ödedikleri pay, asgari noktasına inmiş olur. Petrol üreten firmalar için doğru olan bu durum, ham madde üretip bunu ihraç eden diğer girişimciler için de geçerlidir. Bu tür kuruluşlar, akıl almaz büyüklüklerde oluyorlar, ihraç ettikleri malların belli bir ilk üretim sürecinden geçirilmesi işini ve pazarlamayı kendileri yapıyorlar ve üstelik taşıma hizmetlerini yapan örgütleri de kendileri kurup işletiyorlar (ya da onlarla yakın ilişkiler kurmuş bunuyorlar). (İlk üretim sürecini ve pazarlamayı yapan yan örgütler genellikle dış ülkelerde kuruluyor). Bu kollar altında, azgelişmiş ülkelerin ihraç ettiği ham maddelerin f.o.b. fiyatları, ulusal vergilendirme sistemleri arasındaki farklar gibi, yerli ülkelerle yapılan ayrıcalık anlaşmaları ve hükümetlere tanınan pay oranları gibi, şirket-arası finansman anlaşmaları gibi ve bir de ana kuruluşun, kendisine bağlı yan kuruluşlardan birine ya da hepsine elde ettiği kârı paylaştırıp paylaştırmaması konundaki tutumu gibi çok çeşitli ve hayli karmaşık etmenlere bağlı olarak değişmektedir. Ana kuruluş açısından, kimi zaman yüksek fiyatlar, kimi zaman da düşük fiyatlar daha elverişli oluyor (yani kârların dalgalandığı görülebiliyor); bu durumda, yüksek fiyatlar, dolayısiyle yüksek gelirler ve kârlar, bazan hammadde üretip ihraç eden firmanın defterlerinde, kimi zaman ilk işlemeyi yapan firmanın defterlerinde, kimi zaman da taşımayı yapan firmanın defterlerinde görülebiliyor, tabii bütün bu firmaların hepsi de belli mülkiyet çıkarlarının, belli egemen çevrelerin denetimindedir.[379] [sayfa 413]
      Bu bizi, konunun daha önemli olan öteki yönünü incelemeye götüren bir olgudur. Ham madde ihraç eden azgelişmiş ülkelerin büyük çoğunluğu için, özellikle ham madde üretim ve ihracatının yabancı girişimler eliyle yürütüldüğü ülkeler için, ticaret hadlerindeki değişmeler gerçekten de çok küçük bir fark yaratırlar; hele ticaret hadlerindeki oynama, ithal malları fiyatlarından çok ham madde fiyatlarından ileri geliyorsa... Doğrusu, f.o.b. fiyatlarının yükselmesi, yerli emekçilerin ve yerli köylü üreticilerin, ham madde üreten ya da toptancılık yapan ana kuruluşa karşı pazarlık güçlerini arttırır. Aynı şeyin tersi de doğrudur, f.o.b. fiyatlarının düşmesi, bazı işletmelerin kapanmasına ve işsizliğin artmasına yol açar. Daha önce de belirttiğimiz gibi, ham madde üreten bir ekonomide, arz esnekliği (üretimdeki yüzde artışın fiyatlardaki yüzde artışa oranı-ç.n.) çok küçüktür ve talepteki bir artış, öncelikle fiyatlar düzeyini ve kârları etkiler (yükseltir-ç.n.). Söylemeğe bile gerek yoktur ki, bu kârların büyüklüğü, azgelişmiş ülke halkının bolluk içinde yaşamasına ve ülkelerin ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmasına yol açmayacaktır; çünkü bütün sorun bu büyüklüğün kimlerin elinde kaldığını ve bunların da parayı nereye harcadıklarını bilme noktasında düğümlenmektedir.[380] Kârlar düşecek olsa, yalnız dışarıya aktarılan değerler azalır ki bu da, yabancı hisse senedi sahiplerinin canını sıktığı gibi, ileri kapitalist ülkenin ödemeler dengesini de olumsuz yönde etkiler; fakat bunun ham maddesi ihraç konusu olan bölge ekonomisi üstünde büyük bir etkisi görülmez. Tersine, ham madde üreten girişimlerin elde ettiği kârlarda bir artış olursa, hem dışarıya aktarılan değerlerde bir artış olur, hem de girişimin yerli yatırımları artarak ham madde üretiminin daha da genişlemesi sağlanır - bu da, görmüş olduğumuz gibi, azgelişmiş ülke ekonomisi bakımından büyük bir önem taşımaz. Nitekim, ham madde fiyatlarının artışı ve buna bağlı olarak kârların şişmesi, genellikle, yabancı [sayfa 414] sermayeye yapılan ödemelerin artmasına yol açmaz; azgelişmiş ülkenin ithalât kapasitesinin genişlemesine de yol açmaz; olsa olsa, yeniden yatırılarak, "karşılığında ülkeye bir şey getirmeyen" ihracatın artmasına, yol açar. Benim, bildiğime göre bu önemli konuya ilk parmak basmış kişi ölün Dr. Schiff'in sözleriyle: "İhracatın artmasının, dolayısiyle brüt ve net ticaret kârlarının büyümesinin bir sonucu olarak, ülkeden yeni fonların, yeni değer birikimlerinin dışarıya aktarılması olgusu ile karşılaşıyoruz; böylece dışardaki alıcının eline, ülkenin ihraç ürünlerini satın almak için daha bol kaynak geçmiş olmaktadır ve söz konusu bu ürünlere karşı bir talep yoğunlaşması görülmektedir. Bunun karşılığında ülkeye, sattığı mallar tutarında yeni mal ve hizmetlerin akıtılması ise şart değildir. Demek ki sistem, bir dereceye kadar, kendi kendisini finanse etmektedir."[381] Eklemeğe bile gerek yoktur ki, eğer fiyat yükselmeleri dolayısiyle) artan kârlar, yabancı işletmeleri değil de, yerli toptancı tüccarın ve ihracatçının eline geçiyorsa, bunların, ellerine geçen bu yağlı parçayı ne şekilde kullandıklarına bağlı olarak, lehte gelişmiş olan ticaret hadlerinin bundan yararlanan ülkenin ekonomik hayatında olumlu bir rol oynayıp oynamadığı anlaşılır.[382]
     

V


      İkinci
sonucumuz, günümüzde ekonomik kalkınma üstüne yazılanlarda görülen bir başka saçmalıkla ilgili olacak; azgelişmiş ülkelerin geriliğini; bazı "ebedi güçlere" bağlamaktan hiç bir zaman vazgeçmeyen, içi boş, tumturaklı sözlere tutunarak, son derecede yüzeysel düşünceleri, süsleyip püsleyip öne süren bir saçmalıktır bu. Yüzeysel düşüncelerden biri, azgelişmiş ülkelerde "girişim yeteneği"nin bulunmadığını yana yakıla öne sürenlere aittir; bunlara sorarsanız, Batı ülkelerinin ekonomik ilerlemelerini sağlama şerefi, bu girişim yeteneğinin [sayfa 415] "mebz–len" bulunmuş olmasına verilmelidir. Weber'in ve Schumpeter'in eserlerinden kaynak alan bu düşünce, -hemen belirtelim ki bu iki yazar da günümüzde bu görüşü öne sürenler gibi yüzeysel fikirler sahibi olmaktan ve kolaya kaçmaktan çok uzaktılar ve böyle hafifliklerin çok üstündeydiler- "ekonomik ilerleme demek yaratıcı iş adamı, yaratıcı girişimci demektir" şeklinde özetlenebilir; ekonomik ilerleme açısından, varsa yoksa, "yaratıcı iş adamı" dır bütün yükü omuzlayan! Örneğin Profesör Yale Brozen, "etkin bir teknolojik ilerleme, yani verimliliği yükselten ve gelirleri arttıran bir kalkınma hamlesi ve ileri tekniklerin kullanılması, özgür bir pazar yapısının denetiminde ve güdümünde olan bir yığın yaratıcı ve yenilikçi işadamının varlığına bağlıdır."[383] kanısındadır. Profesör Moses Abramovit de, sözü döndürüp dolaştırıp bu noktaya getirmektedir: (Gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler arasındaki, ilerlemiş ülkelerin kendi aralarındaki, belki bir ülkenin çeşitli evreleri arasındaki yatırım düzeyi farklılıklarının nedeni, büyük ölçüde, girişimci ya da işadamı sınıfının büyüklüğünde, çalışkanlığında ve işlemlerinin hacminde aranmalıdır."[384] Profesör Arthur Cole işi daha da ileriye götürerek, "girişimcinin incelenmesi, modern ekonomi tarihinin baş rolünü oynayan kişinin incelenmesidir ve ekonomi biliminin içinde de en önemli rolü oynayan gene girişimcidir.[385] savını öne sürmektedir.
      Girişimcinin baş rolü oynadığını öne süren bu kuram, biraz irdelendiğinde ya bir totoloji hâline dönüşüyor ya da içeriği düpedüz yanlış çıkıyor. Eğer biraz merhametli davranır da birinci yorumu kabul edecek olursak, söz konusu doktrin şu bulguya (!) indirgenebiliyor: "Eğer sanayi kapitalizmi kurulmamışsa sanayi kapitalisti de yoktur ve bunun tersi de doğrudur!"; hiç kuşkusuz doğru bir önerme ama, tek başına fazla bir anlamı da yok. Dünyanın bütün ülkelerinde ve tarihin bütün çağlarında, eline bir fırsat geçirmiş tutkulu, acımasız ve girişimci insanlar vardır ve bu gibiler durmadan "yenilikler" yapmak [sayfa 416] isterler, öne atılırlar, erkinliği ellerinde toplarlar ve yetkinliği (otoriteyi) tepe tepe kullanırlar. Bazı yerlerde ve çağlarda bu kişiler, kabile şefini seçen üstün (!) kişilerdir, şövalye çıkaran toplumsal katmanlardır, saraylılardır, ya da kutsallaştırılmış din adamlarıdır; tarihsel sürecin başka bir aşamasında da, gene belli seçkinler arasıdan, tüccar-prensler, serüven meraklıları, gezginler ve bilim öncüleri çıkmıştır. Son olarak da, modern kapitalizm çağında, sanayi üretimini örgütleyen ya da finansman sanatında ustalaşmış girişimciler oraya çıkmıştır ve bunlar, büyük sermaye yoğunluklarını denetleme bilgi ve becerisine sahip kişiler olarak tanınırlar. Girişimciliğin başrolü oynadığını öne süren kuramcılar, birdenbire böyle dehaların ortaya çıkmasının nedenlerini açıklamak durumundadır; aslında bu gibi adamlar, tarihin başından beri vardı; fakat önemli olan, bu adamların belli bir tarihsel dönemde, "dehalarını" sermaye birikimine yöneltmeleri ve bu amaca ulaşmak için en iyi yolun, sanayi girişimlerine yatırım yapma olduğunu keşfetmeleridir! Bunu beceremeyip yerine makinadan bir tanrı yapmak, pisliğin yoksulluktan ileri geldiğini söyleme kolaylığına benzeyen bir durumdur ve girişimcinin stratejik bir önem taşıdığını söyleyen kuramın da beş para etmez bir hâle gelmesine yol açar. Fakat şimdilerde girişimcinin tarihi üstüne ileri geri konuşmak moda oldu; oysa yıllar önce, Marx sorunu şöyle ortaya koymuştu. "Bazı kimseler, tarihsel oluşumunu bilemedikleri bir ekonomik ilişinin, kısa yoldan, tarih felsefesi kavramlarıyla açıklamasında, doğal olarak, büyük bir rahatlık görüyorlar ve en başta da mitolojiye başvuruyorlar: Bunun için ellerinin altında, nasıl olsa Adem ve Prometeus masalları var! Bu kadar can sıkıcı bir bayağılık örneği aransa da bulunamaz."[386]
      Girişimcilik yeteneğinin yetersiz olduğu savının tarihsel ve sosyolojik nedenleri üstünde duran ekonomi yazılarını yazan çıkmıyor ama; böyle adamlar çıksa da, [sayfa 417] biz de, azgelişmiş ülkelerdeki ekonomik gerilikte "bu üretim etmeninin" bulunmayışının oynadığı rolü bir öğrensek; burjuva yazarların amacı, bu konuda, doğru ve kapsamlı bir kuram ortaya koymak değil, azgelişmiş ülkelerde görülen, belli bir olguya dikkati çekerek onu abartmaktır. Yeteri kadar girişimciye sahip olmamaları bu ayrıcalıksız ulusların biyolojik ve psişik karakteristiklerinden ileriye geliyor olmasın sakın!? Kimbilir, belki de, geri ülkelerde yaşayan insanların arasında, ilâç için, bir tane bile gerçek girişimci yeteneğiyle doğmuş adam yoktur! Bu gibi savlar üstünde durarak vakit israf etmek istemiyorum! böyle savlarda ırkçılık ağır basıyor ve bu tür açıklamalar, Anglo-Sakson halklarının -riske girmekten korkmayan, gözü pek yaratıcı ve parasını hesaplı kullanan işadamları olarak- üstün insanlar olduğunu savunanlarda bile üstü kapalı bir biçimde ortaya konuluyor. Aslını sorarsanız, girişimci yetersizliği, azgelişmiş ülkeler konuşundun söz eden Batıl yazarların bir uydurmasından başka bir şey değil; yok efendim, yetenekli ve akıllı adam azgelişmiş ülkelerde yokmuş da v.s. savları tümden yanlıştır. Doğrusu, kaba bir söyleyişle ortaya koymak olacak ama, azgelişmiş ülkelerde, sürüyle değilse bile sürüye yakın bir çoğunlukta, girişimci yeteneğine sahip adam bulunduğudur. İster Hindistan'a çevirelim gözlerimizi, ister Yakın Doğu'ya, ister Lâtin Amerika'ya ele alalım ister Avrupa'nın Yunanistan ve Portekiz gibi geri kalmış ülkelerini, buralarda, hin oğlu hin, hesaplı, kurnaz, gözü pek ve kafası hızlı işleyen girişimcilerin kum gibi kaynadığını görürüz; bunlar, "kaynakları bir araya getirip" kendi çıkarları için en iyi biçimde bunlardan yararlanmasını bilen, yürürlükteki olanaklar içinde, kârlarını en yüksek noktasına çıkarmaya kararlı, anasının gözü adamlardır. Azgelişmiş ülkelerde girişimci yeteneği sorunu, bu ülkelerdeki ekonomik artık sorununa tıpı tıpına benzemektedir. Her ikisi için de söz konusu olan yetersizlik değildir; yürürlükteki toplumsal ve ekonomik [sayfa 418] düzen içinde, bunların ne için kullandıklarıdır önemli olan. Bu noktada sözü, seçkin bir gözlemci olan Mason'a bırakalım da, bir çok girişimcinin ne için kullanıldıklarını o söylesin bize; "Güney Asya'da girişimci sınıfın eksikliği diye birşey yoktur ama, bunlar çoğunlukla dağıtım işlerinde, ihracat ve ithalatta, emlâk spekülasyonunda ve tefecilik alanında yoğunlaşmış kişilerdir."[387] Bu gözlemin, azgelişmiş duyanın büyük çoğunluğu için genellenmesi mümkündür.[388]
     

VI


      Ne var ki, Rusça bir atalar sözünün belirttiği gibi, ağaçlar çiçektedir daha, meyvaların olgunlaşmasına çok zaman vardır. Nitekim, burjuva toplum bilimi, üstün bir çaba göstererek, kapitalist dünyanın büyük bir kesiminde görülen geriliğin ve durgunluğun nedenleri konusunda insanların aklını çelmeye devam, etmekte, azgelişmişliği, yürürlükte bulunan ekonomik ve toplumsal düzen ile ilişkisi olamayan bir takım etmenlere bağlıymış gibi göstermekte ayak diremektedir; bunun güzel bir örneğini, nüfus konusundaki kuramlaştırma çabalarında görüyoruz; günümüz burjuva yazarlarından nüfus konusunda kalem oynatanların sayısı o kadar çok ki! Bugünlerde ortalık nüfus konusunda umutsuzluğa kapılanlardan geçilmiyor; azgelişmiş ülkelerde "kum gibi kaynayan milyonlarca insanın" büyük kısmının, daha iyi bir hayata kovuşturulması konusunda karamsar bir tablo çizenler ve giderek bunun olanaksızlığından söz edenler yığınla. Sürekli ve belki de gittikçe hızlanan bir nüfus artışının, daha doğrusu, yüksek ve gittikçe yükselen doğum oranları ile sağlık koşullarının gelişmesine bağlı olarak azalan ölüm oranlarının doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan nüfus patlamasının, adam başına ulusal gelirin hızla büyümesini önleyen en önemli etmen olduğunu [sayfa 419] söyleyen söyleyene. Malthus'çu tehlike, geri ülkelerde yaşayan insanların tepesine kara bulutlar gibi çökmüştür ve bütün geleceklerini karartmaktadır onlara sorarsanız; geriye, kala kala, bir tek umut ışını kalmıştır: Nüfus patlamasını denetim altında tutabilmek için oldukça sert önlemlere başvurma olanağı. Akademik çevrelerin çatısı altında barınan ekonomistler, bu konudaki derin kötümserliklerini, bilimsel ve ölçülü bir dille anlatmanın sırrına ermiş görünüyorlar. "Eğer doğum oranları, ölüm oranlarının gelecekte ulaşacağı ölçülere adamakıllı yaklaştırılmazsa, adam başına gelirler de bir artış değil, aksine, bir düşme görülecektir."[389] Daha geniş bir okuyucu kitlesine seslenen yazarların kullandıkları dil ise haliyle daha bir renkli oluyor. Bunların en başarılı olanlarından biri, "Tarihte hiç bir zaman," diye yüksek perdeden açıyor sözü, "bu kadar çok insanın, bir uçurumun kıyısında durduğu görülmüş değildir." Bunun nedenini de açıklamaktan geri kalmıyor hazret. "İki eğri kesişmiştir artık; nüfus eğrisi, yaşamak için gerekli nesneler eğrisini kesmiş ve aşmıştır. Bu iki eğri her zamankinden daha büyük bir hızla ayrılıyorlar birbirinden. Bunların arasındaki açıklık büyüdükçe, bunları yeniden birbirine yaklaştırmak da o ölçüde güçleşmektedir."[390] Bir başka yazar (ki Julian Huxley'in yazdığı önsözde göklere çıkarılmaktadır) acı bir dille uyarıyor bizleri: "Bir gün gelecek, kaçınılmaz olan sonuç ortaya çıkacaktır; dünyada yaşayan insanlar, o kadar çoğalacaktır ki, yiyecek sıkıntısı başgösterecektir."[391] Gerçekten de, bu "yumurtlarcasına çocuk doğuran milyonların, ölçüsüz; cinsel birleşimleri" böyle sürüp gidecek olursa, azgelişmiş ülkelerde yürürlükte bulunan koşulları değiştirmek için elden ne gelir ki, diye sızlananlar (!) çoğunluktadır: "nüfus artışına paydos denilmeyecek olursa, o zaman, kalkınma savaşımızdan da vazgeçmek zorunda kalacağız."[392]
      Doğrusu istenirse, burada kullanılan "bizli" ifade, sözün gelişinden başka bir şey değildir. Kalkınma savaşından [sayfa 420] vazgeçecek olanların "biz"le falan bir ilgileri yoktur-her kim ise bu biz! -; kabak gene, geri ülkelerin açlıktan ve hastalıktan kırılan, umutsuz halk yığınlarının başında patlayacaktır anlaşılan! İri lâflara pek meraklı olan bu gibi yazarlara, "Komünist Manifestosu ve Atlantik andlaşması gibi belgelerin kaleme alınmasına ve kabul edilmesine götüren cinsten düşüncelerden titizlikle kaçındıklarını" ve "siyasal, ekonomik, toplumsal coğrafyasal, psikolojik, genetik, fizyolojik v.b. yönleri olan sorunlara, yalnız politik ve/veya ekonomik çözümler arama yanlışlığına götüren bu cins düşünceden uzak durduklarını" belirtiyorlar. Azgelişmiş ülke haklarının bugün içinde bulundukları durumdan sorumlu bulunan etmenlerin listesi böyle uzayıp gittikçe, bu insanların, bugün içinde bulundukları yoksulluğu anlatmak için bile - değiştirmeye çalışmaktan çoktan vazgeçtik! - ne kadar derin düşünmeleri (!) gerektiği anlaşılacaktır; bu kadar derin düşüncenin sonunda bir şey elde edebilseler bâri! Çünkü, "çevre içinde varlığımızın bütün gidişi tamamen fizik kanunlarına bağlıdır, tıpkı ellerimizden yere bıraktığımız bir top gibi; bu yüzden bütün eğitimimizi yeniden biçimlendirmeliyiz."[393] İşte, gerekli derin düşüncenin dayanağı olabilecek felsefe de bu!
      Gerçi, Marx'ın belirttiği gibi, "Aşırı nüfusun varlığını Doğanın ezeli ve ebedi kanunlarıyla açıklamak ve kapitalist üretimin tarihsel kanunlarıyla açıklamaktan daha çok işine gelir egemen sınıfın, çıkarlarına çok daha uygundur böyle yapmak kuşkusuz,"[394] ve böyle bir "açıklama"nın bugün içini de bilimle bir ilintisi de yoktur. Malthus zamanında da yoktu; çünkü bilimsel olgular, nüfus sorununun, Neo-Malthus'çuların inanmak istediklerinden tamamen farklı olduğunu ortaya koymuşlardır; fakat olsun, onlar, gene bildiklerini okuyacaklardır! Onların bu inançlarına küçük bir eleştirme fiskesi vurmak yeter de artar bile: bir defa, yoksul yaşama koşullarının, kıtlığın ve salgın hastalıkların nüfusun yoğun olduğu ya da hızlı bir artış gösterdiği yerlerde görülmesi hiç de zorunlu değildir; [sayfa 421] Malthus'çuların öne sürdüğü, otomatik nüfus azaltma mekanizması işlememektedir. Profesör Grundfest, bazı "yoksul" (geri) ve "zengin" (ileri) ülkelerde nüfus yoğunluklarını göstermek üzere aşağıdaki küçük tabloyu (yuvarlak rakamlar kullanarak) hazırlamıştır.
     

"Yoksul"

Surinam (Hollanda sömürgesi)

4

Bolivya

10

Belçika Kongosu

13

Kolombiya

26

İran, Irak

30

Filipinler

175

Hindistan

250

Martinik (Fransız sömürgesi)

615

"Zengin"

Belçika

800

İngiltere ve Goller

750

Birleşik Krallık

500

Hollanda

610

İtalya

400

Fransa

170

İspanya

140

İspanya

140


     
      "Bu rakamlar," diyor Grundfest, bazı olguları ortaya çıkarmaktadır: (a) 'yoksul' ülkelerin durumu nüfus yoğunluklarından bağımsızdır ve bunlar, zengin tarımsal ve/veya madensel kaynaklara sahip oldukları halde yoksuldurlar, (b) Sömürgelerin nüfus yoğunlukları, "ana" ülkelerdekinden çok daha düşük olabilir, kaynakları ise çok daha zengin olabilir (Surinam ve Belçika Kongosu bunun canlı örnekleridir); gene de çok yoksul olabilir bu sömürgeler, (c) 'zengin' ülkelerin nüfus yoğunlukları ile yaşama standartları arasında bir bağıntı yoktur; yaşama standartları bakımından bu ülkeleri şöyle sıraya sokabiliriz: İngiltere, [sayfa 422] İskoçya, Fransa, Belçika ve Hollanda, İtalya ve (çok gerilerde de) en çok nüfus yoğunluğu olan İspanya, (d) Ülkelerin zenginlik dereceleri ile sanayileşme dereceleri arasında ise sıkı bir bağıntı vardır... (e) Bütün yoksul ülkelerin de ortak bir özellikleri vardır: Bunlar sanayi bakımından azgelişmişlerdir ve bunların kaynakları, (kapitalist) dünya pazarı için, yok edilircesine sömürülmektedir."[395] Son iki sonuç-adam başına geliri belirleyen önemli etmen olarak, nüfus yoğunluğunun değil, sanayileşme derecesinin ele alınması- kullanılan enerji ile ulusal üretim arasındaki bağıntı ile de ortaya konulabilir.[396] Şöyledir durum:

 

Adam Başına Enerji Tüketimi (1 milyon ton kömür eşdeğeri)

Ulusal Gelir (Adam başına Amerikan doları)

Birleşik Devletler

16.100

1.810

Kanada

15.600

970

Büyük Britanya

9.500

954

Belçika

7.770

582

İsveç

7.175

780

Batı Almanya

5.785

604

Fransa

4.755

764

İsviçre

4.685

849

Polonya

4.600

300

Macaristan

2.155

269

Japonya

1.670

100

İtalya

1.385

394

Portekiz

570

250

Türkiye

570

125

Hindistan

55

57

Burma

45

36


     
      "Bir ülkenin yoksulluğu, nüfus baskısından ileri gelir" önermesi nasıl uydurma bir yargı ise, ülkenin geriliğini, "artan nüfusuna yeteri kadar yiyecek maddesi sağlayamaya"[397] [sayfa 423] etmenine bağlamak da aynı ölçüde palavradır. Eğer sorunu, kendi zaman boyutu içinde ele alırsak ya da karamsar peygamberlerin 2100 ve 2200 yılları için yaptıkları uydurma hesapları gözden geçirirsek, söz konusu görüşün saçmalığı daha da açık-seçik bir durum kazanacaktır. Bunlardan birincisiyle ilgili mükemmel bir araştırma yapmış olan, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü İstatistik Bölümü Başkanı Dr. C. Taeuber, gerekli karşılıklardan birini veriyor bu konuda saçmalayanlara. Bu yazarın vardığı sonuçlar, konunun uzman araştırıcılarının bulgularına dayanmaktadır: "Tropik bölgelerde 4 milyar dönüm kadar bir alanı üretime açmak mümkündür, tropik kuşağın dışında da 1.2 milyar dönüm kadar bir atan tarıma açılabilir, dönüm başına ürün verimliliği tropik bölgeler için daha bugünden, Filipinlerdeki verimlilik düzeyini, tropik dışı olanlardaki bölüm başına verimlilik ise Finlandiya'daki verimlilik düzeyini bulmuştur. Bu günkü koşullar altında yapılan üretime, elde edilebilecek üretim düzeyini de eklediğimiz zaman, gerekli yiyecek maddeleri, hububatı, kök bitkileri ve yumruları ile, şekeri, yağlı tohumları ve yağ bitkileri ile bol bol elde edilecek ve bu hesaplarımızda hedef olarak seçilen değerler kat kat aşılabilecektir."[398] Colin Clark daha da ileri gidiyor. Bu yazar, yeni toprakların tarıma açılmasını bile gerekli görmüyor bunun için, bilimsel üretim yöntemleri uygulandığı zaman, bugünkü toprakların bile, dünya insanlarını bol bulamaç besleyebileceğine inanıyor. "Dünya nüfusunun yılda yüzde 1 oranında arttığı söylenebilir, buna karşılık tarımsal tekniklerin geliştirilmesi ile üretimin yılda yüzde 1,5 kadar arttırabileceği bir gerçektir (hatta bazı ülkelerde yüzde 2 mertebesinde bir artış bile sağlanabilir). Demek ki her türlü Malthus'çu karamsarlık tamamen yanlıştır, yalnız bilimsel ilerleme etmeni bile, tek başına, nüfus artışının yarattığı açığı kapamaya yeterlidir."[399]
      Neo-Malthus'çuların Jules Verne tipi uydurma hesaplarına gelince, Stanford Üniversitesi Yiyecek Maddeleri [sayfa 424] Araştırma Enstitüsü Yönetmeni Profesör M. K. Bennett'in açık ve aydınlık araştırma bulgularının bunlara gerekli karşılığı vermiş olduğunu söylemek mümkün: "Kimsenin, toprak/insan oranları hesaplarının etkisinde kalmasını doğru bulmuyoruz; bu hesaplara kalırsa, eğer dünya nüfusu bugünkü gibi yılda yüzde 1 oranında artacak olsa, ilerde gün gelecek adam başına bir karış toprak bile düşmeyecektir. Bu hesap, hiç kuşkusuz, basit bir aritmetik oyunudur. Kısır bir oyundur üstelik... Toplumun böyle aritmetik oyunlarına dayanan hesapları boşa çıkaracağına güvenmeliyiz, böyle hesapları altüst edecek bir davranış sistemi içine gireceğine güvenmeliyiz; toplumun kendi eylem gücü vardır. Aritmetik ise, geleceği kestirme gücünü içinde taşımaz, zorlayıcı bir gücü de yoktur. Dünyanın bugünkü ürünleri ile kaç insanın karnını doyurabileceğini hesaplamak da kısır ve boş bir iş yapmak olacaktır... Günümüzün ciddi araştırıcıları ise, ellerindeki bilimsel yetke ve araçları, dünyanın tümünü değil belli kesimlerini incelemeye yönelmiş bulunuyorlar; tarihe ve gözlemlerine dayanıyorlar, peygamberlik taslamıyorlar, önümüzdeki onyıllarında ne olacağına bakıyorlar, önümüzdeki binyıllarda ne olacağına değil!"[400] Bir İngiliz bilgini de "insanın üretici yetenekleri" üstüne yaptığı aydınlık saçan bir araştırmasını şöyle bir sonuca bağlamaktadır. "Yeryüzünün sınırı yoktur diyemeyiz, gezegenimiz elbette ki sınırlıdır; fakat üstünde yaşayanları ve yaşayacakları besleyecek kadar da geniştir. Konumuz bakımından asıl önemli olan nokta, insanların artık yalnız canı tende tutacak kadar bir üretimi değil, bolluk içinde yaşatacak düzeyde bir üretimi gerçekleştirecek bir teknolojik kalkınmayı çoktan başarmış olmalarıdır."[401]
      Demek oluyor ki, -yeni ve, eski Malthus'çuluğun üçüncü temel saçmalığı olan - genel anlamda bir "aşırı nüfustan" söz etmek tamamen anlamsızdır. "Aşırı nüfus" kavramının bir anlam taşıyabilmesi için, nüfusun ne ile bağıntılı olarak aşırı olacağının açık-seçik ortaya konulması gerekir. Aşırı nüfusun doğal kaynaklara oranla "aşırı" olduğunu, [sayfa 425] olsa olsa bir iki yerde böyle açık-seçik tanımlanmış görebiliyoruz hepsi bu kadar. Eğer tüm olarak dünya ele alınacak olursa, böyle açık bir oranlamadan bile söz edilemediği görülmektedir. Tarihsel gelişimin bugünkü aşamasında aşırı nüfusun, doğal kaynaklara oranla değil, üretimde bulunan işletme ve donatıma oranla tanımlanması daha uygun olurdu. Engels'in konunun can alıcı noktasını yakalamış olan sözleriyle, "nüfus baskısı, geçinme araçları üstünde değil, çalışma araçları üstünde yoğunlaşmaktadır."[402]
      Gerekil "çalışma araçlarını" ortaya koymak ise, doğal bir olgu ve veri değil, toplumsal bir olgu ve veridir; ancak bu niteliği ile anlaşılabilir ve üstünde bir eyleme girişilerek değiştirilebilir. Yukarda da belirttiğimiz gibi, insanlığın üretici servetini genişletmek için yatırılan aktüel ekonomik artık ile akla uygun biçimde örgütlü bir toplumda gene bu amaçla kullanılabilecek (fakat kullanılmayan-ç.n.) potansiyel ekonomik artık arasındaki fark, -hem gelişmiş hem de azgelişmiş ülkelerde-, o kadar büyüktür ki, oldukça kısa bir zamanda toplumun üretici güç ve olanaklarında son derece önemli artışlar sağlamak işten bile değildir.[403] Dr. Taeuber'in dediği gibi, "bunun böyle olduğu bilindiğine göre, şimdi bütün sorun, elimizi uzattığımızda yakalayabilecek olduğumuz gelişmeleri sağlayacak ekonomik, toplumsal ve politik örgütleri tez elden kurmamıza bağlıdır."[404]
      Demek ki, "genel olarak, nüfus ile yiyecek maddeleri arasındaki yarış olarak adlandırılan olguya -eğer gerçekten böyle bir yarış varsa tabii- daha doğru bir açıdan bakabiliriz ve aslında bunun nüfus ile ekonomik kalkınma arasındaki bir yarış olduğunu söyleyebiliriz."[405] Çünkü, aşırı nüfus problemi denilen sorunu, ancak ve ancak, ekonomik kalkınmayı gerçekleştirerek bir çözüme bağlayabiliriz. Çünkü ancak ekonomik kalkınma aşırı nüfus probleminin her iki yönünü birden çözebilir: Bir yandan yiyecek maddeleri üretimini arttırır, diğer yandan nüfus patlamasını frenler. Bir kez daha Profesör Bennett'in sözlerine kulak [sayfa 426] verelim: "Genel olarak, şu yargıyı güvenle öne sürebiliriz sanırım: Tüketim düzeyleri arttıkça, genel eğilim, uzun dönemli eğilim, doğum oranlarının azalması şeklindedir, çünkü evlenmeler ertelenmekte, aile büyüklükleri, düşünceli hareket etme ve doğum önleyici araç ve gereçler kullanma yoluyla sınırlanmaktadır; tüketim düzeyi çok yükseldiğinde ise, doğum oranları belli bir mertebede donup kalmakta, belli bir değişmezlik kazanmaktadır." Dahası var ekonomik büyüme, sağlık bakımını ve koruyucu hekimliği de geliştirdiği için, ölüm onanlarını da büyük ölçüde düşürüyor -bu da, dünyanın her yeri için, en çok saygı duyulması gereken ve en önce ele alınması zorunlu eğilimlerden biridir, özellikle azgelişmiş ülkelerde bunun büyük önemi vardır. Çünkü ölüm oranlarının azalması, sağlığın, canlılığın ve üretim etkinliğinin ilerlemesini sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda -ki bu özel bir önem taşımaktadır- çocuk ve bebek ölümlerinin de azaltılmış olması anlamına geliyor. Bunun ne kadar önemli birşey olduğunu şu örnekten de anlamak mümkün. Hindistan ulusal gelirinin yüzde 22.5'i, on beş yaşma ulaşamadan ölen, dolayisiyle üretici bir insan olma çağına erişemeyen çocukların bakımına gitmektedir.[406]
      Şurası da bir gerçektir ki, hızlı ve akla uygun bir ekonomik ilerlemenin koşulları yaratıldıktan, doğum ve ölüm oranlarında kalkınmaya bağlı düşmeler görüldükten ve bilimsel olanaklar, doğal kaynakların bollaştırılması için sonuna kadar kullanıldıktan sonra bile, insan ırkının varlığını sürdürebilmesi için zorunlu yiyecek maddelerinin ve diğer gerekli maddelerin kıtlığı yeniden ortaya çıkabilir; yani böyle bir kıtlığın ortaya çıkabileceğini "düşünmek mümkündür". Fakat bu, tarihsel gelişimin bugünkü aşamasında o kadar yanlış ortaya konulan ve açıkça insanları oyuna getiren bir sorundur ki, hiç çekinmeden, bu alanda "tam bir bilgisizlik bulunduğunu" itiraf eden Profesör Bennett'e katılabiliyoruz. Engels'in, F.A. Lange'ye yazdığı ve daha önce de bir başka alıntı yaptığımız mektubunda belirttiği gibi, eğer "bilim, sonunda, sanayi alanında kullanıldığı tutarlılıkta [sayfa 427] ve genişlikte tarıma da uygulanacak olursa, "ve eğer bütün o kullanılmayan ya da eksik kullanılan "topraklar ekilip biçilmeğe başlanırsa, bir kıtlığın başgöstermesinden sonra bile, insanın bir uyarıda bulunacak kadar zamanı olacaktır."
      Fakat bu arada, alarm zillerini çalmanın tam zamanıdır-, ezeli ve ebedi doğa kanunlarının, yer yuvarlağı üstünde yaşayan insanların doyurulması işini olanaksız kılmalarından ötürü değildir bu yalnız. Alarm zilleri çalınmalıdır, çünkü kapitalizmin ve emperyalizmin ekonomik ve toplumsal sistemi, pek çok sayıda insanı yoksulluğa, gerilemeye ve erkenden ölüp gitmeye mahk–m etmektedir. Alarm zilleri çalınmalıdır, çünkü kapitalizmin ve emperyalizmin ekonomik ve toplumsal sistemi, bugün son derecede gerekli olan potansiyel ekonomik artığı elde edebilmemiz için, kaynakları seferber etmemizi engellemekte ve bunların yardımıyla ulaşabileceğimiz ekonomik kalkınma hızlarını kesmektedir. Daha önce de gördüğümüz gibi bugün azgelişmiş ülkelerin büyük çoğunluğunda, potansiyel ekonomik artık, ulusal gelirin yüzde 20'si dolaylarında (hatta bunun üstünde) bulunmaktadır. Hangi sermaye üretim oranı kullanılırsa kullanılsın, böyle bir kaynaktan yapılacak yatırımla, yılda yüzde 7 ya da 8 dolaylarında bir kalkınma hızına ulaşılması işten bile değildir.[407] Bugünkü durumda ise, kalkınma hızları, eğer gerçekten bir kalkınma hızları varsa azgelişmiş ülkelerin, ancak yüzde 1 ya da 2 oranındaki yıllık nüfus artışını karşılayacak ya da onu bir parçacık aşacak kadardır. Gerçekten de, "nüfus ile ekonomik kalkınma arasında bir yarış" söz konusudur. Emperyalistlerin azgelişmiş ülkelerde nüfus sorunları üstüne yazdıkları ile bu yazılardan sırıtan soğuk insanlık düşmanlığı ve zulüm, bu yarışa büsbütün trajik bir görünüş veriyor. Önemli olan, "İnsanseverliğin önemli bir ulusal çıkar sorunu olmaması; hükümetlerin, böyle dürüst bir temele oturan eylemlere girişmemeleri"[408] de değildir yalnız. Bundan daha önemli olanı, insan mutluluğuna burun kıvıran ve insan hayatına boş veren bir [sayfa 428] ideolojinin sistemli olarak yayılmasıdır -mutluluk ve hayat kim, "sarı benizliller", Kızılderililer", "zenciler" ve diğer "aşağılık ırktan insanlar" kim?- Mutluluk ve hayat, bunların olduktan sonra, ne önemi vardır! Aşağıdaki cinsten zırvalara eklenecek başka söz bulamıyoruz çünkü: "Modern hekimlik mesleği, günümüzden iki bin yılı aşkın bir zaman önce yaşamış kör câhil bir adamın saçmalarına dayanan bir töreye sahiptir ve mümkün olduğu kadar çok insanın hayatta kalması için çaba göstermeyi bir görev saymaktadır.[409] Oysa hekimlik bırakmalı böyle saçmalıkları ve şu bulguyu kendine rehber edinmelidir (!): "Dünya, Çin'deki yaygın kıtlık felâketlerinden kendisini kurtarabilmek için ne kadar çırpınsa boştur; önümüzdeki birkaç yıl içinde kıtlık bütün dünyaya yayılacaktır; bunun önüne geçmek için hiç bir umut kalmamıştır. Dünya açısından böyle bir felâket yalnız kaçınılmaz değil, aynı zamanda gereklidir de. Çin'deki gibi, geometrik diziyle artan bir nüfus bütün dünya için geniş çapta bir yıkıntı olacaktır." Demek ki, hekimlik mesleğine mensup kişilerin hiç değilse bir kesimi, "törelerini yeniden gözden geçirmeli" ve "modern dünyanın gereklerine" uydurmalıdır; bu parlak felsefenin (!) en iyi anlatıldığı pasaj da şu olsa gerek: "Şurası açıktır ki, bir sağlık programı, çok basit olmamalı, bütün ağırlığı insan hayatını kurtarmaya vermelidir: yerine, öyle araçlar geliştirmelidir ki, bunların etkisiyle Çin halkının doğum oranı kısıtlanabilsin!"[410]
      Profesör Norbert Wiener, bu yeni-barbarlığın ne anlama geleceğini tam olarak kavramışa benziyor: "Eğer ihtiyacı olanlara sağlık yardımı yapılması bilinçli olarak reddediliyorsa, hatta belli bir amaç olmadan reddediliyorsa, İngilizi de Amerikalısı da böyle bir tutuma kafa sallıyorlarsa kendilerini adam saymaya hakları olduğu söylenemez; yüksek bir töre sahibi olduğunu öne süren kişiler için, böyle bir tutum içine girmiş olmak, dayanılmaz, bir alçaklıktan başka bir şey değildir. Beyaz adamın yeryüzündeki egemenliğinin başka ırklara geçmesi bile böyle bir alçaklığın yanında hiç kalır."[411] Profesör Wiener'in, törelerini yeniden [sayfa 429] gözden geçirmediği" ve "modern dünyanın gereklerine uydurmadığı" anlaşılmaktadır! Azgelişmiş ülkelerde yaşayan insanların sahte dostları, "modern" dostları ise, bu gerekleri adamakıllı kavramış bulunuyorlar: "Yiyecek ekmeği bile bulunmayan bir halkı, bir dizi bulaşıcı ve salgın hastalıktan kurtarmak ve doğmuş insanları bile doyuramayan bir ülkenin başına, bir bebek selini belâ etmek, felâkete ve ezraile davetiye çıkarmaktan başka bir anlam taşımamaktadır." Böyle bir felâketin en kötü yanı da, "1600 yılından beri Batı dünyasında geliştirilen fikirleri ve kültür örneklerini yaratmış olan insanların, yeryüzü nüfusuna oranında görülecek olan azalmadır." Felâketi daha karmaşık ve can sıkıcı hâle getiren ise, "gelecek kuşakların doğuştan getirdikleri nitelik ve değerleri arttırmak için", bir planın benimsenememesinden ileriye geliyormuş! "Kötü dağılmış bir doğurganlık, yani soylu olmayan haklarda doğurganlık oranının daha yüksek olması, biyolojik ve kültürel hazinemizin hızla eriyip gitmesine"[412] yol açıyormuş! Ve bu durum -diye üzülüyor Mr. Vogt- "Avrupanın ve Asyanın aşırı nüfuslu ülkelerinde işi sağlam tutmak için dünya kadar harcamayı gerektirmektedir."[413]
      Bu tür düşüncelere hiç aldırmamalıyız. Bunların toplumumuzun "deliler alayına" ait oldukları haklı olarak öne sürülebilir ve denebilir ki "beyaz ırkın üstünlüğünü sağlama bağlamak için herkesin herkese karşı savaşını öngören düşünceleridir bunlar"[414] Keşke öyle olsaydı ama ne yazık ki öyle değil. Ne Mr. Vogt'un kitabını yorumlayan Mr. Baruch, ne de Mr. Cook'un kitabını göklere çıkaran Mr. Julian Huxley, içinde yaşadığımız toplumun kenar mahalle aydınları sayılıyor; aksine herkes bunları bir adam sanmaktadır. Bu adamlara karşı haksızlık ettiğimiz ve bunların, söylediklerinin ne anlama geldiğini bilmedikleri, öne sürülemez; bilselerdi bunları hemen reddederlerdi, görüşlerini değiştirirlerdi, öyleyse bu ünlü kişilere çatmak yersizdir, denemez! Çünkü bir insanın öznel iyi niyeti ya da namussuzluğu değildir konu - gerçi, J. S. Furnival'in bir yerde akıllıca belirttiği gibi, "politikada, tıpkı hukukta olduğu gibi, kişi eyleminin [sayfa 430] doğal sonuçlarına katılmasını bilmelidir-fakat sorun burada değil; sorun, bu adamların yarattıkları ve yaşatıp sürdürdükleri düşünce yapıları ile nesnel dünyada oynadıkları roldür. Kendi acayip yetersizliğinin sınırları içinde hapsolup kalmış bir toplumsal ve ekonomik sistemin düşünce yapısıdır bu ve insanlığın gelişmesini ve hatta ayakta kalmasını köstekleyen bir düşünce yapısı olarak mutlaka eleştirilmelidir.
      Günümüzde ekonomik kalkınma, insanlığın büyük çoğunluğu için en önde gelen ve en yaşamsal gereksinmedir. Yitirilen her yıl, milyonlarca insan hayatının yitirilmesi anlamına gelmektedir. Eylemsiz geçen, boşa geçen her yıl, geri ülkelerde varlıklarını sürdüren insanların daha da zayıflaması ve daha da çaresiz kalmaları demektir. Bir zamanlar John Foster Dulles, sorunun can alıcı noktasına parmak basmıştı; "Serbestlik ve özgürlük üstüne parlak sözler söyleyebiliriz, insan haklarından ve temel hürriyetlerinden dem vurabiliriz. İnsan onuru ve insan kişiliğinin değeri konularında söylev çekebiliriz; fakat bu konudaki kelimelerimizin çoğu kendi toplumumuzun bireyci olduğu günlerden kalmadır. Demek oluyor ki, bireycilik koşulları altında yaşamanın, daha doğmadan ölmek anlamına geldiği çağımızda, böyle parlak kelimelerin çok az anlamı kalmıştır."[415] Aslında bu koşullar, bireyci toplum koşulları değil; tekelci kapitalizmin ve emperyalizmin koşulları düpedüz. Engels diyor ki:
      İşler her geçen gün biraz daha saçma, biraz daha gereksiz hâle geliyor. Bu bozuk düzene son verilmelidir; bu bozuk düzene son verilebilir. Bugünkü sınıf farklarının ortadan kalktığı yeni bir toplumsal düzen kurmak mümkündür. Belki, bazı yoksulluklara katlanmayı zorunlu kılan, fakat töresel açıdan büyük değer taşıyan kısa bir geçiş dönemi yaşanacak ve bu dönemle birlikte, toplumun bütün üyelerinin malı olan ve daha şimdiden çok büyük tutarlara ulaşmış bulunan üretim güçlerinin plânlı bir biçimde kullanılıp genişletilmesi [sayfa 431] başlayacak; herkes çalışmak zorunda kalacak ve kimse çalışmadan yaşayamayacak; yaşamak için, eğlenmek için, bütün bedensel ve zihinsel yeteneklerin geliştirilmesi için gerekli araç ve gereçler, herkese eşit ölçüde ve gittikçe artan miktarlarda verilecektir kurulacak yeni toplumsal düzende[416]
      Engels'in bu satırları yazdığı 1891 yılında "gereksiz" olan "işler" ya da "kurulu düzen", günümüzde büsbütün gereksiz hâle gelmiştir. O zaman, "daha şimdiden çok büyük tutarlara ulaşmış bulunan üretim güçleri" o günden bugüne akıl almaz niceliklere ulaşmıştır. Azgelişmişlik, aşırı nüfus, yoksulluk ve hastalık sorunu, şimdi artık, dünya çapında uyumlu bir plânlama çabasıyla, belli bir kuşağın ömrü içinde çözüme bağlanabilir. Fakat, bunlara bakarak, tarihsel olayların bu yönde akacağı sonucunu çıkarmakta acele etmemek gerekir. Lenin şöyle söylüyor: "Sosyo-ekonomik kalkınma koşullarının, köklü bir dönüşüm gereksinmesini ortaya koyduğu bir çağda, böyle bir dönüşüm gereksinmesinin tamamen olgunlaştığı bir çağda, devrimci sınıfların, zorunlu olarak böyle bir dönüşümü başarabilecek kadar güçlü olacaklarına inanmak yanlıştır. Hayır, insan toplumu bu kadar akla uygun biçimde düzenlenmiş değildir ve işler, toplumun ilerici güçlerinin gönüllerine göre olmaz her zaman. Köklü bir dönüşüm ihtiyacı olgunlaşmış olabilir, fakat devrimci yaratıcıların güçleri, böyle bir dönüşümü gerçekleştirmek için yeterli olmayabilir daha. Bu koşullar altında toplum çürüdükçe çürür ve bu çürüme on-yıllar boyu sürüp gider."[417]
      İşte dünyanın büyük bir kesimi, günümüzde, bu çürüme aşamasında bulunuyor. Mr. Vogt'un, kitabının sonuç bölümünde belirttiği gibi, "insanlığın durumu, iki numara küçük ayakkabılar giymiş bir kişinin durumu kadar somuttur." Benzetme yerindedir. İki ayakkabıdan biri tekelci kapitalizm ise, diğeri de emperyalizmdir. İnsanlığın çoğunluğunun karşısında bulunduğu açmaz, ya kendisini bunlardan kurtarmak ya da ayaklarının kendisini topallamaya zorlayacak kadar küçülmesine göz yummaktır. [sayfa 432]
     
       
       

SEKİZ
DİK YOKUŞ


     
      Çağımızın temel sorunu, başat sorunu azgelişmiş ülkeler dünyasıdır; düğümün burada olduğu çıplak gözle bile görülebilecek hâle gelmiştir: bir zamanlar, ekonomik kalkınmanın devsel makinası olan kapitalist sistem, insanlığın ilerlemesini köstekleyen devsel bir ayakbağı olup çıktı. Alexis de Tocquevillee'in, siyasal kurumlarla ilgili olarak öne sürdükleri, çok daha geniş bir çerçeve için geçerliliğini korumaktır; bu yazarın söylemiş oldukları, kendisinin öngördüğünden daha kapsamlıdır bugün için: "Bir hükümetin nemenem bir şey olduğunu anlamak istiyorsanız, yapacağınız en iyi iş, onun sömürgelerini incelemektir, çünkü orada, hükümetin özellikleri daha belirgin ve açık seçik hâle gelmektedir. XIV. Louis yönetiminin başarılı ve başarısız yönlerini anlamak istiyorsam, Kanada'ya gitmeliyim; çünkü söz konusu yönetimin, bütün bozuklukları ve çarpıklıkları, bir mikroskobun altına konulmuş gibi, bu sömürgede gözlemlenebilir"[
418] Gerçekten de, gelişmiş ülkelerde, toplumun elindeki üretim güçleriyle yapılabilecek olan işler ile başarılmakta olan işler arasındaki fark, geri ülkelerdeki yapılabilen-yapılan farkından, kıyaslanamayacak kadar [sayfa 445] büyüktür.[419] Fakat, ileri ülkelerde kapitalizm çağı boyunca verimlilik ve üretim, düzeylerinde ulaşılan salt büyüklüklerin çok yüksek oluşu, bu farkı görmezlikten gelmemize yol açıyor; azgelişmiş ülkelerde ise, olan ile olabilecek arasındaki fark, sonuçlarının felaketlere yol açması nedeniyle, gözlerde büyütülüyor ya da göze batıyor. Çünkü bu ülkelerdeki söz konusu fark, ileri ülkelerdeki gibi, yüksek ve düşük kalkınma dereceleri arasındaki fark değildir; tüm yoksullukları son bir çözümle ortadan kaldırabilecek miyiz, kaldırmak istiyor muyuz istemiyor muyuz (çünkü istesek kaldırabiliriz!), yoksa ağır çalışma koşullarının, yoksulluğun ve kültürel çöküntünün sürüp gitmesini mi istiyoruz, sorunu da değildir ileri ülkelerdeki gibi; azgelişmiş ülkelerde, söz konusu fark, gibi olmayan bir yoksulluk ile adam gibi varlığını sürdürme arasındaki farktır, umutsuzluğun yol açtığı çaresizlik ile ilerlemenin yarattığı gönül ferahlığı arasındaki farktır, milyonlarca insan için ölüm ile kalım arasındaki farktır. Bu nedenledir ki, burjuva yazarları bile, zaman zaman, azgelişmiş ülkelerin, akla uygun bir ekonomik ve toplumsal örgütlenmeye geçmelerinin geciktirilmemesi gereken bir gereksinme olduğunu kabul ederler; bu arada, ileri ülkelerin, tekelci kapitalizmin ve emperyalizmin boyunduruğu altında kalmakla "büyük bir zarara uğramayacaklarını da sözün arasına sıkıştırıverirler.[420] Hiç bir şey, bundan daha çarpıcı bir yanlışlık olamaz oysa! Çünkü daha önce de gördüğümüz gibi, gelişmiş ülkelerde tekelci kapitalizmin ve emperyalizmin yürürlükte olması ile azgelişmiş ülkelerin ekonomik ve toplumsal gerilikleri arasında çok sıkı bir bağıntı vardır ve bu iki şey, gerçekte tek ve topak bir problemin iki ayrı yönünden başka bir şey değildir. İleri Batı'nın sosyalizme dönüşü, yalnız kendi halklarına, ekonomik, toplumsal ve kültürel ilerleme yolunu açmakla kalmayacak, aynı zamanda, azgelişmiş ülkeler halklarının da, bugünkü yoksulluk ve durgunluk koşullarının kısa zamanda üstesinden gelmelerine olanak verecektir.. Geri ülkelerin sömürülmesine son vermekle de [sayfa 446] kalmayacaktır böyle bir dönüşüm; Batı'nın elindeki muazzam üretim güçlerinin akla uygun bir biçimde örgütlenmesi ve tam olanak kullanılması gelişmiş ülke halklarının, geri ülkeler halkına olan tarihsel borçlarının, hiç değilse bir kısmını, geri ödemesine olanak verecek ve onların son derecede yetersiz "çalışma araçlarını" süratle arttırma çabalarına, cömert ve bencillikten uzak bir yardıma kavuşmaları sağlanacaktır.
      Ancak, daha önce de değindiğimiz nedenlerle[421] (bunları yeniden ele almıyoruz çünkü tartışmamızın dağılmasına yol açabilir), tarihsel süreç böyle bir yol izlemiş değildir. İleri ülkelerden yardım görmek şöyle dursun, kendilerine ilerici bir kalkınmayı sağlayacak bir ekonomik ve toplumsal düzen değişikliği yapmaya kalktılar mı, geri ülkeler, emperyalist güçlerin olanca direnişiyle üstlerine çullandıklarını görüyorlar. Lenin'in 1913 yılında Avrupa ülkeleri için yazdıkları, bugün bütün ileri ülkeler için genellenebilir bir geçerliğe sahiptir. "Uygar ve ileri, Avrupa'da, parlak bir gelişme göstermiş bulunan makina sanayii ile, geniş kapsamlı zengin kültürü ve yapısal özellikleriyle, proletaryanın büyüyüp güçlenmesinden hiç de korkmayan yönetici burjuvazinin, her yerde ne kadar geri, ne kadar ölümlü ve ne kadar ortaçağ kalıntısı şey varsa onu desteklediği, bir tarihsel noktaya gelmiş olduğu görülmektedir. Gününü doldurmuş olan burjuvazi, bütün o modası geçmiş ve köhneleşmiş güçleri bir araya toplayarak, sallantılı ücret köleliğini koruma çabasına girişmiş bulunuyor"[422] "Geri, ölümlü ve ortaçağ kalıntısı" olan her şeyi desteklemesi, bugün de her yerde gözlemlenebilir: gözlerimizi ister Çin'e ve Güneydoğu Asya'ya çevirelim, ister Yakın Doğu'-ya ve Latin Amerika'ya bakalım ve ister Doğu ve Güneydoğu Avrupa'ya, İtalya'ya, İspanya'ya, Portekiz'e yönelelim bu hep böyledir. Bu desteğin amacı mümkün olduğu yerde toplumsal devrimleri önlemektir ve böyle devrimlerin yer aldığı ülkelerde de sosyalist toplumların yerlerine oturmalarını ve ilerlemelerini kösteklemektir. [sayfa 447]
      Bu tarihsel kavşakta, sorunun salt askeri yönleri üstünde fazla konuşmamıza gerek bile yok. Burjuvazinin bilincinde, parlak gençlik çağlarından gerçek hümanizma adına bir-iki küçük iz kalmışsa, o da, yoğun sınıf çatışmasının etkisiyle tamamen silinip gitmiştir. 19. yüzyılın ikinci yarısında ve yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, hâlâ, "savaşın insancıllaştırılması" gibi konularda bazı anlaşmalar yapıldığı oluyordu; emperyalizmin bugünlerde, azgelişmiş ülkelerde yaşayan insanların ulusal ve toplumsal kurtuluş için verdikleri savaşa karşı ise, kimsenin gözünün yaşına baktığı, kimseye acıdığı yoktur. "Öldürme Operasyonları" da "Boğma Operasyonları" kadar yasalı ve töreli sayılmaktadır bugün; kasaba ve köyleri tümüyle yakıp yıkmak, sivil halkın üstüne napalm bombaları yağdırmakla birdir. Başkan Eisenhower'in, bir demecinde, durumu iyi özetlediği görülmektedir: "Atom bombasının kullanılması işini de bu temelde değerlendirmek gerek: bunun bana bir yaran var mı, yok mu?... Eğer, bu işten ben kârlı çıkacaksam, hiç düşünmem derhal kullanırım atom bombasını."[423] Söylemeğe gerek bile yoktur ki bu formül, yalnız belli bazı kişilerin olağandışı öfkesini yansıtmakla kalmamakta, daha çok, çürüyüp yıkılmakta olan bir toplumsal düzenin ahlâk yönünden nasıl iflas etmiş olduğunu da göstermektedir.[424]
      Emperyalist kampın kârlı çıkması son derece de şüpheli olduğu için son çare olarak başvurulacak bir savaşın, çok büyük bir özenle, kılı kırk yararak hesaplanması ve ancak kapitalizm ile emperyalizmin varlığına yönelen bir tehdit karşısında kullanılması düşünülmektedir. Bu arada, sosyalist ülkelerin kalkınmalarını sabote etmek için, savaştan artık ne gibi çare varsa, bunlar emperyalizm tarafından kullanılmaktadır. Bu çareleri kullananlar, sosyalist plânlama sistemini benimsemiş olan ulusların bugüne kadar çok şeyler başardığını ve daha da çok şeyler başarmalarının, görünen köy niteliğinde olduğunu domuz gibi biliyorlar. Örneğin, Birleşmiş Milletlerin, Meassures for the Economic Development of Underdeveloped Countnes [sayfa 448] (azgelişmiş Ülkelerin Ekonomik Kalkınmaları için Önlemler) adlı raporunu kaleme alan yazarlar, "Eğer önderler ülke halkının güvenini kazanacak olurlarsa ve kendilerinin ayrıcalıkları ve büyük eşitsizlikleri yok edeceklerini kanıtlarlarsa, halk kitlelerine de, ekonomik ilerleme için gerekli coşkuyu aşılayabilirler!"[425] yargısını veriyorlar ki bu doğru bir yargıdır. Bu arada John Foster Dulles, "Sovyet Komünistleri, bütün bu yüzyıl boyunca dünya halklarının hayalgüçlerini okşayan ve okşuyacak olan bir 'büyük Sovyet Komünist deneyi' tablosu çizmek için ellerinden geleni yapabilirler ve yapmaktadırlar; tıpkı, geçen yüzyılda bizim 'büyük Amerikan deneyi' ile halkların hayallerini okşadığımız gibi...[426] diyecek kadar işin farkındadır! Azgelişmiş ülkelerin ulusal gelirlerinde hızlı bir artış sağlamalarının başta gelen en önemli sorun olduğu hemen herkes tarafından kabul edildiği için Profesör Mason şunları söylemektedir: "Ekonomik kalkınmanın gerçekleşmesi yönünden komünizm, büyük bazı üstünlükler sağlayabilir... Uzun dönemde, yatırımların yapılmasında ve yeni sermaye kaynaklarının kullanılmasında, gerekli yönetim yetkinliği sağlanacak olursa, ulusal gelir de son derecede hızlı bir tempoyla arttırılabilir."[427]
      Bu koşullar altında, çağlar boyu sürüp gelmiş bulunan durgunluk çemberini sonunda koparıp atmayı başarmış olan geri kalmış ulusların, onların ilerlemesiyle yakından ilgili oldukları palavrasını atanlarca, elle tutulur başka birşey yapmasalar bile, kutlanmalarını ve yüreklendirilmelerini bekliyor insan. Fakat böyle bir bekleyiş, yürürlükteki duruma bakılacak olursa, tam anlamıyla böyle bir kavrama bağlanıp kalmak budalalık etmek olacaktır. Lenin şöyle sormaktadır: "Sömürge peşinde koşmak yerine halk kitlelerinin durumuyla ilgilenmeyi kendisine görev edinmiş kuruluşlar, duygusal reformcuların hayal güçlerinden başka nerede vardır?"[428] Buna karşılık, az gelişmiş bazı ülkelerde sosyalist plânlama sayesinde elde edilen ilerlemeler, Batılı resmi görüşleri geniş ölçüde şaşırtmış [sayfa 449] durumdadır. Mr. Dulles, Koministlerin, "Çin'de bir toplumsal sorumluluk duygusu yaratmakta ve kendilerini destekleyenlere belli bir disiplini kabul ettirmekte bazı başarılar sağlamış olduklarını" -yani ekonomik kalkınma, savaşında büyük bir ileri adım attıklarını- ister istemez kabul ettikten sonra, bu ilerlemenin, Çinlilerin "ulusal karakterleri" gereği, eninde sonunda bir çıkmaza gireceğini belirterek, belli bir gönül rahatlığına kavuşuyor; kavuşuyor ama, Çinlileri yermek isterken övüyor şu sözleriyle: "Çinliler, dinleri ve düşünce alışkınlıkları gereği, bireyci insanlar olup çıkmışlardır. Aile, onlar için, en yüksek değer birimidir, atalara ve oğullara karşı büyük bir bireysel bağlılık (sadakat) göze çarpar. Buna karşılık dost ve arkadaşlara, toplumsal sınıf ve zümrelere ya da ulusa karşı duyulması gereken daha geniş kapsamlı bağlılık duygusu çok cılız kalmıştır bugüne dek."[429] öyle ya, "ulusal karakter", başlıca kaygıları bundan yoksun olan halkları boyunduruk altına almak olan, emperyalistlere tanınmış bir tanrı vergisidir! Mr. Dulles, bu minval üzere devam ediyor sözlerine; "Doğu dinlerinin kökleri çok derinlerdedir ve bir çok değerli yönleri vardır. Bu halkların dinsel inançları Komünist tanrı tanımazlık ve materyalizm, ile uzlaşmaz, uzlaştırılamaz. İşte bu aramızdaki ortak noktadır, şimdi buna iyice tutunmalı ve bunu geliştirmeye bakmalıyız."[430] Azgelişmiş ülkelerde "geri, ölümlü ve ortaçağ kalıntısı ne varsa" bunların Batı'da-ki benzerleri ile göz göze geleceği ve orada kendisine dostlar ve koruyucular bulacağı kesindir ve buna hiç mi hiç şaşmamak gerekir. Profesör Mason da, Dulles'in duygularını paylaşmakta ve dinin sosyalist ülkelerin kendi yollarında ilerlemesini engelleyeceğini düşünmektedir. Ona göre de, "tıpkı başka yerlerde olduğu gibi, Güney Asya'da da din, Komünizme karşı kuvvetli bir engeldir."[431] Kendi halklarının, "Tanrıyı seven dindar bir toplum kurmasında... Tanrıya karşı bir görev ve bir çeşit ibadet sayıp çok çalışan insanlar olmalarında... ve yalnız fiziksel gelişim ve iyi yaşamayı değil, aynı zamanda zihinsel ve [sayfa 450] ruhsal kalkınmaya da önem veren kişiler olmayı seçmelerinde",[432] kendileri için bir ölüm kalım sorununun yattığını çok iyi bilen azgelişmiş ülke egemen sınıfları, bu konuda ellerinden gelen herşeyi yaparlar ve açlıktan kırılan insanların zihnindeki dinsel kökenli bâtıl inançları daha da pekiştirmek için çabalarını arttırmak üzere, Amerika'dan da avuç dolusu yardım görürler. Bu egemen sınıflar ya da onların ağababaları olan emperyalistler için, söz konusu batıl inançların, ilerleme yoluna dikilmiş koskoca engeller olmasının ne önemi vardır? Dinsel karanlığın sürüp gitmesi, açlıktan kırılma olaylarının artmasına, ölümlerin çoğaldıkça çoğalmasına yol açması, onların ve Batılı suç ortaklarının umurunda mıdır? Dr. Balogh'un Hindistan gezisindeki gözlemlerine dayanarak yazdığı gibi, "Varlıklı sınıflar tarafından körüklenen dinsel inançlar, hayvancılığın geliştirilmesi için akla uygun bir politika güdülmesini olanaksız kılıyor. Hindistan'da 200.000.000 büyük baş hayvan vardır, bunların çoğu bir işe yaramamaktadır, yarı aç yarı tok hayvanlardır bunlar. Buna karşın, ülkenin birçok bölgesinde sığır kesimi kanunla yasaklanmış bulunuyor; hemen her yerde de sığır kesimi, kanunla yasaklanmamış olsa bile, de facto yasaklanmıştır, çünkü günah sayılmaktadır. Maymunlar bile kutsal sayılıyor bu ülkede ve yaklaşık olarak yılda 1 milyon 250 bin ton hububatı yeyip bitirmelerine göz yumuluyor."[433] Derebeylik günlerinin (feodal çağın) sonlarındaki soylular (aristokratlar) gibi, tekelci kapitalizmin ve emperyalizmin bu son günlerinde de ekonomik kralcıların kendileri, böyle bir karanlığın egemenliği altında değildirler. Fakat kendi oduncuları ve sakaları olan yerli ve yabancı halklar için böyle bir karanlığı çok yerinde bulmaktadırlar; tıpkı eski aristokratların, oduncularını ve sakalarını dinsel karanlıklara salıp, kendileri için her türlü herzeyi mübah görmeleri gibi![434] John Foster Dulles, sorunu özlü olarak anlatıveriyor: "Önümüzde, yapabileceğimin olumlu bir iş kalmamıştır, çünkü maddi şeylerle sonuna kadar [sayfa 451] gidemeyiz"[435]
      Gerçekten de kapitalizmin "maddi alanda gideceği yer" kalmamıştır; toplumsal ve ekonomik kalkınma için bir çerçeve görevi yapabilecek maddi dayanağı kalmamıştır; bunları sağlayacak yeteneği de yoktur artık; bundan dolayı, kapitalizmin avukatları ve politikacıları, rejimin garantisini, ekmekte değil, sirkleri işletmekte (kiliselerdeki törenlere yollama yapılıyor-ç.n.) bulmuşlardır ve artık akla değil, ideolojik oyunlara ve tuzaklara bel bağlamaktadırlar. Örneğin, kapitalizmin korunması için girişilen kampanya, demokrasiyi ve özgürlüğü korumak için açılmış bir haçlı seferi olarak tanıtılıyor. Feodalizme karşı ilk savaşların verildiği günlerde, yani kapitalizm daha henüz bir güçlü ilerleme aracı ya da aygıtı iken, yani yükselen kapitalist sınıfın bayrağında aydınlanma ve akıl kavramları yazılıyken daha, böyle bir sav, kısmen de olsa, bir geçerlilik taşıyordu. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, burjuva egemenliğinin, güçlenen sosyalist hareketten korkmaya başladığı dönemde ve artık "özgürlükten, bu günkü burjuva üretim koşullarının serbest ticaretin, serbestçe satma ve satınalmanın kastedildiğini"[436] herkesin, her zamankinden daha berrak görmeye başladığı günlerde, söz konusu geçerlilikten de eser kalmadı. Hele emperyalizm çağında, kapitalizmin demokrasi ve özgürlük havariliği iddiasının, doğrudan doğruya bir üç kâğıtçılık olduğu ortaya çıktı, çünkü, yeryüzünün üçte birini elinden ve denetiminden kaçıran kapitalizm, artık, varlığını korumak için çaba göstermeye başlamış, yani can derdine düşmüştü. Engels, bu durumu, önceden, parlak bir biçimde kestirmiştir: "Bunalım gelip çattığında ve bunalımdan hemen sonra... bütün toplumun tepkisi... salt demokrasi üstünde toplanmaya boşlar" [437] "Bütün toplumun tepkisi" ile bu tepkinin elde etmek için çırpındığı öne sürülen "salt ya da saf demokrasi"nin nemene şeyler olduğunu anlamak için, bugün, "hür dünya" adıyla anılan ülkelerin listesine bir göz atmak [sayfa 452] yeter de artar bile: İspanya ve Portekiz, Yunanistan ve Türkiye, Güney Kore ve Güney Vietnam, Tayland, Pakistan, Orta Doğu şeyhlikleri, Lâtin Amerikanın askeri diktatörlükleri ve Güney Afrika Birliği - bütün bunlar, emperyalist haçlılar tarafından "demokratik devletler" statüsüne yükseltilmiştir (!). Daha önceki alıntıda çıkarılmış bulunan bir pasajda Profesör Mason, sosyalist bir devlette ulusal gelirin "olağanüstü büyük bir hızla artmasına" karşı çıkarken, görüşlerini "baskı yöntemlerine başvuran totaliter bir rejim... yaşama standartlarını düşük tutan bir rejim... hiç bir demokratik rejimin başaramayacağı bir iş"[438] gibi kavramlara dayandırıyorsa, söz konusu baskı yöntemlerinin bütün toplumsal devrim süreçleri içinde görüldüğünü unuttuğundan olsa gerektir, çok kez aşırılıklara varan, her zamcın acı ve üzüntü verici böyle baskılar, yeni bir toplum düzeninin kurulabilmesi için kaçınılmaz doğum sancıları olarak sunulabilir ve yaşama standartlarının düşük tutulması da, tamamen olmasa bile, öncelikle egemen sınıfları etkileyen ve onların aşırı tüketimine son veren, kaynakları har vurup harman savurmalarını önleyen ve daha önceleri dışarıya kaçırılan sermayeyi ekonomik kalkınma amaçlarına "kurban etmeyi" öngören uygulamaların, doğal sonuçları olarak, görülmelidir. Burjuva ekonomisi, komprador ve sömürgeci yönetimlerinin, "her türlü baskı yöntemine başvurmalarını... ve yaşama standartlarını alabildiğine düşük tutmalarını" görmezlikten gelir ama; iş, servetin ve kârların korunmasına kaldı mı her çareye başvurmak, her silâhı kullanmak ve ülkeleri gittikçe koyulaşan bir yoksulluk ve durgunluk ortamı içinde tutmak mubahtır -Formoza, Yunanistan, Malaya, Kenya, Madagaskar, Cezayir, Filipinler, Guatemala gibi ülkelerin tarihi bunların örnekleriyle doludur.
      Özgürlüğü yalnız sermayenin özgürlüğü olarak gören kaba avukatlar, parazit bir azınlığın çıkarlarını; halkın yaşamsal ihtiyaçları ile eşit tutarlar ve emperyalizmi [sayfa 453] demokrasinin eş anlamlısı olarak yutturmağa kalkarlar; eğer kalkınmanın geleceğine değgin iki önemli düşüncesi olmasa, bu yutturmacalar insanın gözünden de kaçabilirdi. Bunlardan birincisi, söz konusu ideolojinin derin etkisiyle, bu ideolojinin altında yatan tarihsel koşulların, emperyalist ülkelerin kendi toplumsal, siyasal ve kültürel evrimleri üstündeki derin etkisiyle ilgilidir. Bu etki, Marx ve Engels'in şu zorlu sözlerinde en özlü bir biçimde belirtilmiş bulunuyor: "başka ulusları baskı altında tutan hiç bir ulus özgür olamaz", bu sözün ne kadar trajik bir önem taşıdığını, hiç bir yanlışlığa düşme olasılığı bulunmadan anlayabilmemiz için "baskı altında tutan ulusların" başlangıç tarihlerine ya da en son günlerindeki olaylara eğilmek uygun düşecektir; ister Batı Avrupayı düşünelim ister Çarlık Rusyasını, ister Asya'yı düşünelim ister Amerika'yı şaşmaz bir kuraldır bu. Biz burada ancak bu noktaya değinmekle yetineceğiz; çünkü konunun derin eleştirmesine kalkışacak olursak yolumuzdan bir hayli uzaklaşırız.[439]
     

II


      Şu anda çözmeye çalıştığımız problemle daha dolaysız ve daha yakından ilgili olan ikinci görüş, azgelişmiş ülkelerdeki olayların akışı içinde, emperyalist eylemlerin etkisiyle ortay çıkan ve beslenen "yeni şoven militarizm" ile ilgili. Bu etki, insanı şaşırtacak kadar büyüktür; bu etkinin ne kadar büyük olduğunu inceleyebilmek için somut olaylara inmek gereği vardır. Hâlâ "hür dünyanın" birer parçası olan azgelişmiş ülkelerde söz konusu "yeni şoven militarizm" akımı başlıca iki şekilde ortaya çıkıyor. Birincisi, bu ülkelerin egemen komprador öğelerinin, emperyalist güçlerin devamlı desteğini sağlamış olan bu işbirlikçilerinin, şimdi daha büyük bir enerji ile yardım almaları, bu yardımın, daha sistematik ve daha açık bir biçime bürümüş olmasıdır. Bu öğeler, yalnız dinsel inançları [sayfa 454] yayıp pekiştirmek için ve ülke içindeki siyasal eylemlerini yürütmek için değil, aynı zamanda, gittikçe daha huzursuz olmaya başlayan halk kitlelerinin bastırılması ve susturulması için de yardım görmekteler; emperyalizmin dolaysız askeri yardımıdır bu. Bu ülkelerin gittikçe artan bir çoğunluğunda, gerici güçlere dayanmakla kurulmuş olan rejimler, varlıklarını sürdürebilmelerini, artık yalnız, emperyalist Batı'dan aldıkları askeri yardıma borçludur.[440]
      İkincisi
de şu: bu hükümetlerin büyük bir çoğunluğu, - eğer hepsi değilse! -, yalnız emperyalizmden silâh yardımı almakla yetinmiyor, kendi ülkelerindeki ulusal gelirin önemli dilimlerini de büyük askeri örgütler kurmak ve bunları beslemek için ayırmak zorunda bırakılıyorlar. Ulusal gelirin askeri amaçlara ayrılan dilimi, Pakistan'da yüzde 5, Türkiye'de yüzde 5 dolaylarında, Tayland'da yüzde 3'ten yüksek, Filipinlerde, Yunanistan'da ve diğer bazı ülkelerde bundan da yüksektir; Bu oranın, pek yüksek olduğu Güney Vietnam, Güney Kore ve Formoza gibi ülkelerin durumunu belirtmeye bile gerek yok. Şunu da hatırlatalım ki, eğer askeri harcamaları ulusal gelire değil de ekonomik artığa oranlayacak olursak, bunların ne büyük birer kambur oldukları daha iyi görülecektir. Söz konusu ülkelerin tamamında olmasa bile büyük çoğunluğunda, askeri harcamalar toplamı, toplam verimli yatırımlar için yapılan harcamaları aşmaktadır! "Çalışma araçlarının" kitlesel bir büyüme göstermelerine hizmet edebilecek kaynakların bu şekilde tümden yokedilmesi, Batılı emperyalistler tarafından ve onların azgelişmiş ülkelerdeki ajanları tarafından, Sovyet saldırganlığı varsayımına dayanılarak haklı gösterilmektedir. Ancak, Sovyet saldırganlığı konusunda, en yüksek perdeden propaganda yapanların bir kısmı, kendi propagandalarına inanmıyorlar elbet. Bunlar, Sovyetler Birliğinin, kapitalist ülkelere saldırmaya hiç de niyetli olmadığını pekâlâ biliyorlar. Bu yargımızın doğruluğu, sosyalizme sempati duyduğu [sayfa 455] söylenemeyecek birçok Sovyet politikası uzmanının düşüncelerini ortaya sermekle kanıtlanabilir. Birleşik Amerikanın, Sovyet sorunları konusunda en önde gelen uzmanlarından birinin düşünceleri, bu konuda en küçük bir kuşku bırakmayacak kadar açık. "Kapitalizmin eninde sonunda çökeceği ve bunun kaçınılmaz olduğu konusundaki kuram, bu konuda aceleye yer olmadığı gibi yararlı bir sonuca götürüyor onları. İlerici güçlerin, son darbeyi indirmek için önlerinde bol bol zamanları vardır... Kremlin'in, devrimin bugünkü başarılarını, gelecekte daha büyük bir boncuk elde etmek için, tehlikeye atmaya hiç de hakkı yoktur... Sovyet psikolojisinde, kapitalizmin işini belli bir tarihte bitirmek gibi bir duygunun izleri bile görülmüyor."[441] Batı'da bu problemle her halde en yakından ilgili olan kişi de özünde aynı görüşü savunmaktadır; A.B.D. Savunma Bakanı Mr. Charles E. Wilson'dur bu: "Senato'nun bir Ödenekler Komisyonunda yaptığı konuşmada Bakan... Amerikan halkının, Sovyetlerin savaş uçakları üretimini arttırmaları karşısında kaygıya kapılmamalarını, Rusların, hava kuvvetlerini öncelikle, savunma yeteneklerini arttırmak için güçlendirdiklerini belirtmiştir."[442] Gerek Amerika'da, gerekse Batı Avrupa'da, pek çok sayıda gözlemci, sosyalist kampın, kendi iç kuruluş ve kalkınmasıyla uğraştığını, işinin başından aşkın olduğunu ve her halde bir savaş başlatmasının olanak dışı bulunduğu en açık biçimde belirtmektedir.[443]
      "Sovyet saldırganlığı" tehlikesinin bir "kargaşalık çıkarma" - bugünlerde toplumsal devrim kavramı bu terimle anlatılmaktadır daha çok - tehlikesi olduğu konusu üstünde de durmalıyız. John Foster Dulles açıkça söylüyor bunu: "Güneydoğu Asya'ya, Komünist Rusya'nın ve onun yoldaşı Komünist Çin'in siyasal sistemini getirip zorla kurmak, kullanılan araç ne olursa olsun, bütün hür dünya için ciddi bir tehlike anlamı taşıyacaktır. Birleşik Devletler, bu olasılığın edilgin bir biçimde kabullenmesiyle yetinemez, olaya seyirci kalamaz; böyle bir eylem birleşik [sayfa 456] karşı-eylem ile önlenmelidir."[444] Tek tek ülkelerde yer alan toplumsal devrimlerin "dışardan kışkırtma" ile ya da yabancı kurgu ve planlamasıyla ve "zorlama yoluyla" gerçekleştiklerini sanmak, tarihin budalaca bir yorumu değilse, bile bile çarpıtılmış bir yorumudur. Nitekim, Sovyetler Birliği uzmanı büyük İngiliz tarihçisinin belirttiği gibi, "1914 yılında başlayan kargaşalığın ve başkaldırmanın bir ürünü olan 1917 devrimi, kendisinden 125 yıl kadar önce yer alan Fransız devrimi çapında, hatta onu aşan bir kapsamda olup, dünya tarihi bakımından bir dönüm noktası niteliğindedir."[445] Acaba "dünya tarihindeki bu dönüm noktası", ustaca örgütlenmiş bir "yıkımın" sonucu mudur? Büyük tarihsel önem taşıyan bir başka olay, Çin devrimi de, Sovyet "yıkım" uzmanlarının tezgâhladıkları bir kargaşa mıdır? Bu soruların karşılığını Amerikan Dışişleri Bakanlığından ve bu Bakanlığın uzun süredir önemli görevlilerinden biri olan Mr. Kennan'dan almaya çalışalım: "Çin'deki iç savaşın sonunda ortaya çıkan olgu, Birleşik Devletler hükümetinin denetiminden ne yazık ki çıkmış, kaçınılmaz bir olguydu. Biz elimizden geleni yaptık, sonucu değiştirmek için elimizden başka bir şey gelmiyordu; bizim, yapabilecekken yapmadığımız hiç bir şey yoktur bunu önlemek için. Bu olgu, Çin'in kendi iç güçlerinin bir sonucu idi ve biz, Amerika olarak, bütün gücümüzle değiştirmeye çalıştığımız halde, sonuç üstünde etkili olamazdık."[446] Mr. Kennan da, "Çin'de yer alan devrimi, son yıllardaki Sovyet propagandasına ya da kışkırtmasına bağlamak, bu olayı, en azından, ciddi olarak küçümsemek olacaktır; bu sonucu doğuran son derecede önemli başka etmenler vardır."[447] Sorun, Lenin'in bir yazısında ustaca özetlenmiş bulunuyor: "Kapitalizmin saltanatına son verildiyse bu, başka birilerinin erkinliği ele geçirmek için can atmasından değildir. Böyle bir ele geçirme saçmalık olurdu! Eğer bütün kapitalist ülkelerdeki ekonomik gelişmeler çanak tutmasaydı, kapitalizmin saltanatına son vermek mümkün olamazdı. Savaş bu süreci [sayfa 457] hızlandırdı ve kapitalizmin işlemesini imkânsız kıldı. Tarih, altından dinamitlemeseydi ve yıkmaya çalışmasaydı, başka hiç bir kimsenin, kapitalizmi devirmeye gücü yetmezdi."[448]
      Azgelişmiş ülkelerin ellerindeki kaynakları çok büyük askeri kuruluşların giderleri için çarçur etmelerinin, bir dış tehlikenin varlığından ileriye gelmediği, zorunlu olarak ortaya çıkan bir sonuçtur. Bu ülkelerdeki komprador rejimlerin varlıklarını kolaylaştırmak için böyle bir dış tehlike masalı uydurulmakta, durmadan yeniden-uydurulmaktadır ve silâhlı kuvvetler, tamamen değilse bile çok geniş ölçüde, ulusal ve toplumsal kurtuluş için harekete geçebilecek yerli halk kitlelerini sindirmek için kullanılmaktadır. Bu, eski yunanlıların yazdıklarını andırır cinsten, eksiksiz bir trajediye benzemektedir. Hitler'in yoketme kamplarında, Nazi işkencecileri tarafından kitleler halinde katledilmeden önce, kurbanlara kendi mezarları kazdırılmıştı. "Hür dünyanın" azgelişmiş ülkelerinde de, halk, kendisini sefaletten ve hastalıktan kurtarabilecek olan kaynakların büyük bir dilimini, bütün görevleri emperyalist efendilerinin toplarına barut sağlamak ve ülkedeki yaygın sefalet ve hastalığın sürüp gitmesinden sorumlu rejimleri desteklemek olan "paralı askerlerin" beslenmesi için ayırmak zorunda bırakılır.[449]
      Karşı-devrimci haçlılar ordusu, yalnız emperyalist denetimi altındaki azgelişmiş ülkelerin üstünde sakatlayıcı bir etki bırakmakla da kalmazlar sosyalist kampa giren ülkeler üstünde de olumsuz etkiler yaratırlar. Bu olumsuz etkilerin başında, sosyalist ülkelerin de, ulusal gelirlerinden önemli bir dilimini askeri kuruluşların giderleri için ayırmak zorunda kalışları gelir. Fakat, sosyalist ülkelerde, bu kuruluşlar tamamen savunmaya yönelmiş kuruluşlardır. Kapitalist sınıfın bir türlü yatışmayan öfkesiyle karşı karşıya bulunan, "kurtuluş" ve "önleyici savaş" programlarıyla durmadan tehdit edilen sosyalist ülkeler, sürekli olarak, emperyalist güçlerin bir saldırısı [sayfa 458] korkusu içinde yaşamaktadır. Amerikanın önde gelen tekelci kapitalistlerinden David Sarnoff, bütün sorunu aydınlatırken, doğrusu biraz da ileriye gidiyor. "Gerçi Sovyetler, bir atom savaşını, bizim istediğimizden daha çok istemezler ama, kendi siyasal saldırılarını daha da ileriye götürebilmek için böyle bir savaşın tehlikesini göze almaktan da çekinmiyorlar. Bize gelince, biz de, gözümüzü budaktan esirgemeyelim. Mr. Dulles, son zamanlarda, böyle bir savaşın gerekebileceğini ve özgürlüğün meyvalarından yararlanmaya devam edebilmek için barışa bir süre için boş verebileceğimizi söylemiştir!"[450] Ne var ki, en yüksek düzeydeki anti-sosyalist propagandacıların söyledikleriyle taban tabana zıt olan bir başka görüşe daha sahiptir Sarnoff: "Şunu kafalarımıza yerleştirelim ki, dünya komünizmi Rusların elinde bir âlet değildir: tam tersine, Ruslar, dünya komünizminin âleti durumundadırlar bugün. Moskova, kimbilir kaç kez, dünya devriminin gereksinmelerini yerine getirmek için kendi ulusal çıkarlarından vazgeçmek zorunda bırakılmıştır." Demek ki, General Sarnoff'un üstünde durduğu "siyasal saldırı"nın saçma bir kavram olan "Rus emperyalizmi" ile değil, yalnız ve yalnız, toplumsal devrimin yaygınlaşmasıyla ilişkisi vardır. Nitekim, "bu saldırının, bu meydan okumanın bütün yeryüzünü kapladığını açıkça göz önünde bulundurmak gerek. Burma'daki kızıl gerillalar, Fransa'daki ya da A.B.D.'ndeki komünistler, Filipinlerdeki Huk'lar - kurtuluş savaşçıları ç.n. -, Orta Amerika'daki kızıl ajanlar... bunlardan hiç biri bizzat Kremlin'den daha az düşman değildir bize." Fakat, daha önce de belirttiğimiz gibi, toplumsal devrimler, ustalığı olan ajanların ellerinden çıkmış eserler olarak nitelendirilmeyeceği gibi, "Sovyet propagandasına yada kışkırtmasına" da bağlanamaz. Toplumsal devrimler, kimsenin ortadan kaldıramayacağı ya da askıya alamayacağı bir olgunun, kapitalist toplumlar içindeki sınıf çatışmalarının sonucudur. Demek oluyor ki, bugün kapitalist olan bir ülkede yer alacak bir [sayfa 459] toplumsal devrim, emperyalistlerin "barışa bir süre için boşvermelerine" ve dünyayı bir atom savaşının batağına atmalarına yol açabilir. Dahası var: sosyalist kamp, böyle bir felâket ile her zaman karşı karşıya kalabilir. Çünkü sosyalistler, toplumsal devrimleri, emperyalistlerin "özgürlüğün meyvalarından yararlanmalarına" son vermeyecek ve bu meyvalardan yararlanan kişileri işini altüst etmeyecek biçimde ayarlayamazlar; ayarlayamadıkları için de, hangi toplumsal devrimin emperyalistler için bir casus belli (savaş nedeni-ç.n.) olacağını, hangisinin olmayacağını önceden bilemezler ve bu nedenle de dünyayı bir genel yıkıma götürecek olan atom savaşının ne zaman çıkacağını kestiremezler.
      Doğrusu, bu söylediklerimizden, bütün dünyayı saracak bir savaşın "her an" çıkabileceğini savunduğumuz sonucuna varılmamalıdır. Dünya, bir volkan kraterinin ağzında yaşıyor değildir. Gelecekteki gelişmeleri hiç bir zaman önceden kestiremeyiz, demek istemiyoruz. Söylediklerimizin anlamı şudur: içinde yaşadığımız emperyalizm ve toplumsal devrimler çağında, savaş tehlikesi sürekli olarak tepemizde sallanmaktadır ve sosyalist ülkeler, ulusal kaynaklarının önemli bir dilimini, yeterli savunma amaçlarına aktarmaktan kurtulamazlar.[451] Kurtulamadıkları için de, gelişme hızlarını kesmek zorunda kalırlar, yaşama standartlarını bir türlü gönüllerine göre arttıramazlar; işte, emperyalizmin sosyalist ülkeler halkları üstündeki başlıca olumsuz etkileri bunlar. Emperyalist kampın, sosyalist ülkelere karşı açtığı propaganda kampanyası da bir başka derttir. Bu propagandaların, "bir iç ayaklanma yaratmaları, Kremlinin dengesini bozmaları, sosyalist kamp içindeki çatlakları derinleştirmeleri, ekonomik ve yönetimsel sorunları daha keskin hâle getirmeleri" beklenmektedir; bu propagandalar, çok kez, "ruhsal ve dinsel karakterli programlardan oluşmakta... Kutsal varlıklara inanmayı öngörmekte. Komünistlerin tanrıtanımazlıklarından dem vurmakta ve onların tanrısızlığına [sayfa 460] karşı direnişi öğütlemektedir."[452] Bu propagandalar, eski egemen sınıfların kalıntılarına para da kazandırmaktadır; geri kalmış köylü ve işçi kesimlerinin zihinlerindeki bâtıl inançların pekiştirilmesini sağlamaya yönelmiş olan bu propagandalar, yoksulluğun üstesinden gelmek için kolektif çaba göstermek üzere halkın eğitilmesini ve örgütlenmesini de güçleştirmektedir. Böylelikle, sosyalist ülkelerin iç koşulları bir miktar olumsuzlaşmakta. Batılı niyetlerden çok kuşku duyan yöneticilerin bir demir pençe politikasına kaymaları kolaylaşmakta ve böylece de, söz konusu ülkelerin sosyalizm ve demokrasi yolunda ilerlemeleri bir dereceye kadar kösteklenmiş olmaktadır. Fakat General Sarnoff'un öğüdünü dinlemek ve de "Amerikanın Sesi"nin adını değiştirerek "Özgürlük ve Barış için Amerikanın Sesi" hâline getirmek de fazla bir şey değiştirecek değildir! John Foser Duiles'in gerekli kesinlikle belirttiği gibi, "Daha çok sayıda ve daha yüksek perdeli Amerikanın Sesi radyolarının olması, bugüne kadar söylediklerimizden daha kandırıcı sözler bulup söyleyemediğimiz sürece, fazla bir anlam ifade etmeyecektir."[453] ve "Gerçekler inatçı şeylerdir!".
     

III


      Azgelişmiş ülkelerde ekonomik ve toplumsal ilerleme sağlayabilmek için, temel ve gerçekten de kaçınılmaz olan koşul, sosyalist plânlı ekonominin kurulmasıdır. Ancak, Lenin'in söylediği gibi, "burjuva devrimi için, feodalizmin bağrında gelişen bu toplumsal dönüşüm için gerekli ekonomik örgütler, eski düzenin ana rahminde yavaş yavaş yaratılmışlardır ve feodalizmi yavaş yavaş değiştirerek gelişmişlerdir. Burjuva devrimi tek bir görev ile karşı karşıya idi.: ogünkü toplumun bütün ayakbağlarını koparıp bir kenara atmak ve yoketmek. Bu görevi başaran her burjuva devrimi kendisine düşeni yerine getirmiş [sayfa 461] olur ve kapitalist büyümeyi hızlandırır."[454] Geri bir ülkede, sosyalist bir devrimin karşı karşıya bulunduğu görevler ise çok daha karmaşıktır. Sosyalist devrim ülkenin üretici güçlerinde büyük bir genişlemeyi gerçekleştirmekle yetinemez. Aynı zamanda, söz konusu genişlemeyi başarabilmek için, tamamen yeni olan sosyalist ekonomi ve toplum düzenini de yerleştirmesi gerekir. "Burjuva devrimleri, genellikle, siyasal erkinliği ele geçirmekle sona erer; proletarya devrimleri için ise siyasal erkinliğin ele geçirilmesi sadece bir başlangıçtır ve bu erkinlik, eski düzeni yerinden oynatan bir kaldıraç olarak kullanılacak ve yeni düzenin yerine oturtulması için de bir aygıt görevi yapacaktır."[455]
      "Eski düzenin yerinden oynatılarak yeniden kurulması ve yeni bir düzenin örgütlenmesi", öncelikle ülkenin potansiyel ekonomik artığının seferber edilmesine bağlı bir iştir; bir çok hallerde bu, bir ölüm kalım sorunu niteliğini taşır. Bir dereceye kadar basit bir iştir bu. Yabancı ve yerli kapitalistler ile toprak ağalarının ellerindeki malların kamuya mal edilmesi ve bunun sonucu olarak aşırı tüketimin birden kısıtlanması, sermayenin dışarıya kaçmasına son verilmesi ve benzeri önlemlerle, aktüel ekonomik artıkta birdenbire bir yükselme görülür. Bu arada ortaya çıkabilecek tek ekonomik sorun, yeni bir kullanım alanı için serbest kalacak olan malların fiziksel nitelikleridir. Ancak, çok kez, kamulaştırılan bu mallar, üretici bir amaçla kullanılmaya elverişli bir fiziksel niteliktedir. Serbest kalacak olan bu kaynaklar, ister lüks konutların ya da yüksek gelirli sınıfların diğer lüks tüketimlerinin sağlanması için kullanılan işgücü ve diğer üretim etmenleri biçiminde olsun, ister daha önce lüks ithal maddeleri için boş yere harcanan döviz biçiminde olsun ya da artık dışarıya aktarılmayan eski yabancı sermaye kârları biçiminde olsun, potansiyel ekonomik artığın bu dilimleri, doğrudan doğruya üretici amaçlara yöneltilebilmektedir.[456] [sayfa 462]
      Verimsiz işgücü biçiminde varolan her türlü potansiyel artık diliminin üretici amaçlara yöneltilmesi ise daha zordur. Tüccar simsar, tefeci ve benzeri gibi kişileri besleyen toplumsal düzen ortadan kalkmış olduğundan ve dolayısiyle bunların sayesinde işlerini yürüten gece kulüpleri, oteller, özel mağazalar ve diğer lüks kuruluşlar kapılarına kilit asmak zorunda kalacaklarından, daha önce buralarda görev yapan verimsiz insanlara yeni işler bulmak gerekecektir ki bu da o kadar kolay değildir. Gerçi uzun dönemde, kaynakların yeniden dağıtılması mekanizması bu verimsiz işçileri de bir baltaya sap yapacaktır kuşkusuz, fakat, geçiş dönemi süresince tek tek, bu kişilerin katlanmak zorunda kalacakları güçlükler, büyük ölçülere ulaşabilecektir. Bir çok ülkenin tarihinde görüldüğü gibi toplumsal bir devrim sonunda yurt dışına göç edecek olurlarsa, böyle verimsiz kişilerin yeniden bir baltaya sap edilmesi sorunu da bir dereceye kadar hafiflemiş olacaktır. Eğer ülkede kalacak olurlarsa, ya yakınlarının ya da kamusal yardım kurumlarının sırtına yük olacak olan bu insanlar, bir başka seçenek olarak, kendilerine verimli işler bulacaklar ve belki de, toplumsal üretime yaptıkları katkının çok üstünde ücretler almanın bir yolunu keşfedeceklerdir. Söylemeğe gerek bile yoktur ki, yaşlı insanların durumunda ortaya çıkacak olan bunalım çok daha keskindir; yeni bir varlık biçimine yönelmeyi ve yeni bir hayata kavuşmayı başarmak gençler için daha kolaydır. Fakat ne olursa olsun, verimsiz sınıfların toplam tüketim harcamaları önemli ölçüde kısılmış bulunacaktır.
      Ancak, verimsiz tüketimdeki bu azalışa bakarak aktüel ekonomik artığın da aynı ölçüde artacağına güvenmek yanlıştır. Verimsiz tüketime gitmesi önlenen kaynaklar bu kez, geniş ölçüde, halk kitlelerinin tüketimlerinde bir artık doğuracaktır. Sanayi ve maden şirketlerinin, demiryollarının, büyük çaptaki ham madde çıkarıcı ve işleticilerinin ve benzerlerinin kamulaştırılması ile bunların [sayfa 463] ellerine geçen artı - değer toplumun malı olacaktır ama, bir çok azgelişmiş ülkede toplumsal devrimin ayrılmaz bir parçası olarak gerçekleştirilmesi gereken tarım devrimi ile, ekonomik artık, özel ellerden kamusal mülkiyete geçmiş olmayacaktır; büyük ağa çiftlikleri parçalanıp köylüye dağıtılacak, köylülerin ödedikleri rant ortadan kalkmış olacak, aracılar ve tefeciler ile benzerleri silinip gidecekler, yani merkantil sermayenin halkı sömürmesi diye bir olay kalmayacak fakat gene de, böyle bir tarım devriminden sonra tarım alanında özel mülkiyet başat niteliğini koruyacaktır. Merkantil sermayenin toplumsal temelleri ortadan kaldırılmış olacağı için, bu kategori, tarih sahnesinden tümden süpürülüp atılmış olacak ve bunun sonucu olarak da kırsal nüfusun gerçek gelirinde bir artış görülecektir.[457]
      Bütün bunlar, böyle bir halk tüketimi artışının ve aktüel ekonomik artık büyümesinin, devrimden hemen sonra görülmesini gerekli kılmaz. Devrim bunalımı ile birlikte görünmesi yada onu izlemesi kaçınılmaz olan kargaşalık ve düzensizlik sonucu, toplam üretim düzeyinin düşmesi büyük bir olasılık olarak ortaya çıkınca, yatırımların ve yaşama standartlarının artması şöyle dursun, oldukça keskin bir düşüş göstermeleri bile olağan karşılanmalıdır. Gerçekten de bu dönemde yalnız ekonomik artığın büsbütün ortadan kalkması tehlikesi başgöstermekle kalmaz, temel tüketimin bile - özellikle kentsel bölgelerdeki temel tüketimin bile - karşılanması adamakıllı güçleşir. Söylemeğe bilmem gerek var mı, böyle bir çöküntünün ne kadar süreceği konusunda önceden bir genelleme, bir kesin tahmin yapamıyoruz. Bu dönemin ne kadar süreceği, devrimci geçişin ve dönüşümün birlikte getirdiği siyasal çatışmanın yoğunluğu gibi, egemen sınıfın devrimci hükümete göstereceği direncin büyüklüğü gibi etmenlere bağlıdır. Ayrıca, halkın coşkunluğuna, yurttaşlık bilincine ve disiplin duygusuna olduğu kadar erkinliği ele geçiren sosyalist güçlerin olgunluğuna, doğru politika [sayfa 464] önlemlerini bulma yeteneklerine ve tez elden yeni bir yönetim makinası yaratıp yaratamayacaklarına bağlı olarak bu dönem uzar ya da kısalır. "Sosyalist devrim ile burjuva devrimi arasındaki fark, kesin olarak, ikincinin kapitalist ilişkileri hazır bulması olgusunda yatar; buna karşılık, Sovyet erkinliği - yani proletarya iktidarı - böyle önceden hazırlanmış ilişkilerin mirasına konma olanağından yoksundur... Muhasebenin örgütlenmesi, büyük işletmelerin denetiminin örgütlenmesi devlet ekonomik mekanizmasının, tümüyle, tek bir dev makina hâline dönüştürülmesi, yüzlerce milyon insanın tek bir plânla yönetilmesini sağlayacak şekilde işleyecek bir ekonomik organizmaya dönüştürülmesi... İşte omuzlarımızdaki, koskoca örgütlenme sorunu budur."[458] Bu bakımdan, her yeni sosyalist hükümetin karşılaştığı görev, tıpkı daha birçok konuda olduğu gibi, bir başka ülkede daha önce işbaşına gelmiş bir sosyalist hükümetin karşılaşmış olduğundan çok daha kolay bir görevdir. Tarihsel süreç birikimseldir, onu doğru anlayanlar için tabi ve Hegel'in ünlü sözündeki "halk ve hükümetler, bugüne kadar, tarihten hiç bir şey öğrenmemişlerdir!" yargısı, tarihin akışı içinde, artık eskimiş bir genelleme olarak değerlendirilmelidir. İlerde çeşitli, ülkelerde işbaşına gelecek olan sosyalist partiler, zengin bir deneyim birikiminden yararlanma olanağını bulacaklar; hem olumlu hem de olumsuz yönleriyle, Sovyetler Birliğinin birikmiş deneyimleri, böylece, kısmen de olsa korunmuş olacak, insanlık tarihinin ilk sosyalist hükümetinin omuzlarına yüklenmek zorunda kaldığı bu büyük sorumluluktan gelecekteki sosyalist, yönetimler, atacakları her adımda bocalamak zorunda kalmaksızın, geniş ölçüde yararlanabileceklerdir.
      Fakat ne bu yararlanma olanağı, ne de teknik işbirliği ve malzeme yardımı, sosyalist kampa yeni katılmış ülkenin, başlangıç dönemine özgü sürtüşmelerden ve güçlüklerden bağışık kalmasını yüzde yüz sağlayacak demek değildir. Yabancı askeri, ekonomik ve siyasal karışmaları [sayfa 465] ile ağırlıkları büsbütün artan bu sürtüşmeler ve güçlükler, bu konuda burjuva yazılarının yerden yere vurdukları "yaşama standartlarının alabildiğine düşürülmesi" olgusuna yol açmaktadır. Ancak, Lenin'in belirttiği gibi, "Devrimin başarı kazanması uğruna, proletaryanın, üretimde bir süre için kısıntı olmasından gözü yılmamalıdır; Kuzey Amerika'da köleliğin düşmanı olan burjuvalar, 1863-65 iç Savaşında, bu savaşın sonucu olarak pamuk üretiminin düşmesinden nasıl yılmadılarsa, proletarya da, devrimin hatırı için güçlüklere göğüs germeyi bilmek zorundadır."[459]
      Üretimin, tüketimin ve yatırımın düşmesi geçici bir olgudur, devrimin getirdiği kargaşalıkla birlikte sona erecektir, çok önemli bir noktadır bu; fakat, karşı-devrimci propaganda bu dönemin uzunluğunu büyük ölçüde abartıyor ve abartacaktır. Rusya'da, 1. Dünya Savaşının onu izleyen devrimin ve içsavaşın yarattığı ekonomik çöküntüyü ortadan kaldırmak için oldukça kısa bir zaman yetmiştir; tarımsal üretimi, savaştan önceki düzeyine getirmek için birkaç yıl, sanayi üretimini gene savaştan önceki düzeyine getirmek için ise sekiz yıl geçmiştir. Çin'de olduğu kadar, savaştan büyük zarar görmüş olan Avrupa ve Güneydoğu Avrupa sosyalist ülkelerin çoğunluğunda da, büyük ölçüde yıkılmış bulunan üretici kapasitelerin onarılıp canlandırılması ve üretimin savaştan önceki düzeye çıkarılması için ve hatta bu düzeyin aşılması için, devrimden sonra iki ya da üç yıl gibi kısa dönemlerin geçmesi yeterli olmuştur.[460]
      Devrimci bunalım sona erer ermez, devrim-öncesi üretim düzeyi yeniden tutturulmakta, siyasal ve yönetimsel olarak çalkantısız bir yeni düzen kurulmakta ve ekonomik genişleme, hiç bir zaman, tüketimi devrim-öncesi düzeyinin altına indirecek gibi ayarlanmamaktadır. Böyle bir sonuç ortaya çıkıyorsa, bunu ateşleyen kıvılcım, bütün ülkelerde tarımsal devrimin toplumsal devrim ile elele yürütülmesi zorunluluğu olmuştur; tüketim düzeyinde bir [sayfa 466] düşüşe yol açan, köylü tüketiminin alabildiğine artması ile emilen potansiyel ekonomik artığın yeniden ele geçirilmesi çabasıdır. Bu problemin önemi, hiç kuşkusuz ülkeden ülkeye, devrimden önceki ekonomik yapıya bağlı olarak değişmektedir. Birçok ülkede - örneğin, Orta Doğu'nun petrol üreticisi ülkelerinde, Afrika'nın ve Lâtin Amerika'nın maden üreticisi ülkelerinde-, toplumsal devrim sonucu toplumun emrine verilebilecek ekonomik artık o kadar büyük olabilir ki, bunun bir kesimi kitle tüketiminde önemli artışlar sağlamak için kullanıldıktan sonra geriye kalan değerler ile hükümetlerin gayet iddialı üretici yatırım programlarına girişmesi bile mümkündür. Üretim ağırlığının tarım kesiminde bulunduğu başka bazı ülkelerde (yani ekonomik artığın büyük kısmının tarımdan elde edildiği yerlerde), devrimden hemen sonra küçük ve orta köylünün eline geçecek olan değerler toplamının, yani ekonomik artığın önemli bir kesiminin seferber edilmesi, kalkınma çabası için kaçınılmaz bir koşul niteliğindedir.
      İşte, ekonomik artığın seferber edilmesinin kaçınılmaz olduğu bu kesimde, güçlüklerin en belâlıları ile karşılaşılır. Tarım devrimi sayesinde kitle tüketiminde görülen artış, potansiyel ekonomik artığın büyük bir dilimini alır götürür ama, adam başına tüketimde ancak küçük değişiklik olur, üstelik, köylülerin yaşama standardında niteliksel bir değişiklik de görülmez. Açlıktan kırılma durumu ortadan kalkar ama, köylülerin içinde bulunduğu yoksulluk sona ermiş olmaz. Dolayısiyle, hükümetin yatırımları arttırmak için köylülerin gerçek gelir artışlarına el atması yönünde göstereceği her türlü çaba, karşısında (imansız bir direnç bulur.
      Sovyetlerin 1920'lerdeki deneyimleri, tarım devriminin, peşinden neleri sürükleyip getirebileceğinin tipik örnekleriyle doludur. Gerçi bir gelir vergisi, bu problemin çözümünde akla gelebilecek basit çarelerden biridir ama, cüce bir köylü ekonomisi çerçevesinde bunun tamamen [sayfa 467] yararsız bir aygıt olduğu da bir gerçektir. Demek ki, şimdi artık sayıları da çok artmış olan 'karınlarını ancak doyuran köylülere'[461] gelir vergisi salmak da, bu vergiyi toplamak da altından kolay kalkılabilir işlerden değil. Devrim öncesi günlerinin vergi ve rant ödeme yüklerinden daha yeni kurtulmuş olan köylüler ile maliye örgütü arasında sert bir çatışmanın çıkması işten bile değildir; fakat böyle bir çatışma sonunda vergi toplanabilse gene iyi, fakat ne gezer; vergi toplanamaz, çünkü 'karınlarını zar zor doyuran köylülerin' vergi ödeyebilecekleri bir güçleri ve gelirleri zaten yoktur. Çok çeşitli tarım ürünleri yetiştirmek ve bunlardan ancak bir kısmını, hem de küçük bir kısmını pazarlamak durumunda bulunan bu yoksul köylülerin eline geçen para nedir ki! Mal cinsinden vergi toplamak (ayni vergi almak), yönetimsel bakımdan umutsuz bir girişim, tam bir çıkmaz niteliğindedir. Tarımsal ürünlerin bir bölümünü "hortumlamanın" akla gelen bir başka yöntemi de, daha başarılı ve umut verici değildir: "makasın ağzını açma yöntemidir" bu sonuncunun adı - ki göresel fiyatları kamulaştırılmış sanayilerin ürünleri lehine, yani tarım ürünleri aleyhine değiştirmek anlamına gelir. Yoksul köylünün pazarlayabildiği ürün karşılığında satın aldığı sanayi malları çok kısıtlı ve ancak çok önemli bir iki kaleme özgü bulunduğu (gaz ,tuz, kibrit ve benzeri birkaç kalem maldır bunlar topu topu) bu sonuncu strateji de hayal kırıklığı yaratacaktır yöneticilerde. Ellerinde azımsanamayacak bir pazarlanabilir ürün fazlası bulunan servet sahibi köylüler - örneğin kulaklar - ise, devrimden sonra, kendi tüketimlerini arttırma eylemi içine girerler ya da ellerindeki ürün fazlası karşılığında, diğer köylülerden (ve kentte oturan bazı özel kişilerden), canlı hayvan ya da diğer değerleri satın almaya başlarlar ve hükümetle, "değiş-tokuş oranının altında" buldukları fiyatlardan alışveriş etmeye hiç yanaşmazlar. Bu arada, dağıtım ve kredi işlerini üstlenmiş bulunan devlet ve kooperatif girişimleri, eski tüccar ve tefeci geleneğini sürdürerek, halkı zorla soyma [sayfa 468] eylemlerine de girişmez elbet.
      Demek oluyor ki, plânlı bir ekonomik kalkınma programına girişme yeteneğinde olan sosyalist hükümetin, bu işin üstesinden gelebilmek için, öncelikle çözüme bağlaması gereken iş, devrim-öncesi kapitalist toplum yapısı içinde uyumakta olan potansiyel ekonomik artığı seferber etmektir. Nitekim, böyle bir seferberlik gerçekleşinceye kadar, plânlamanın kapsamı, başlıca yönlerinden biri açısından, sınırlı ve kısıtlı kalacaktır; toplam üretimin, tüketim ve ekonomik artık arasında üleştirilmesi yönüdür bu; plânlama demek, bu üleştirmeyi yapmak demektir geniş ölçüde. İşte tam bu noktada, sosyalizm ile kapitalizm arasındaki belirgin farklardan birini daha yakalıyoruz. Kapitalist düzen altında üretimin yapısı, toplam üretimin kitle tüketimi ile ekonomik artık arasında bölüşülmesi ve ekonomik artığın da kapitalistlerin tüketimi ile çeşitli yatırım biçimleri arasındaki paylaşımı, yürürlükteki üretim ilişkilerine, kapitalist sınıfın kârları en yüksek noktasına çıkarma çabalarına ve egemen olan (varolan) üretim araçları dağılımı ile gelir dağılımı örneklerine bağlı olarak şekil alırlar. Plânlı sosyalist bir ekonomide ise, gerek toplumsal üretimin yapısı, gerekse onun bölüşülme ve kullanılma biçimi, sosyalist toplumun bilinçli ve akla uygun kararlarına bağlı olarak şekil almaktadır. "Bugüne kadar insanı egemenliği altında tutmuş bulunan ve insanın çevresini oluşturan varlık koşulları, artık insanın egemenliği ve denetimi altında girmeğe başlamıştır ve ilk kez olarak insan, Doğa'nın gerçek, bilinçli efendisi olmaktadır; çünkü artık kendi toplumsal örgütlenmesinin efendisi olmaya başlamıştır. İnsanın kendi toplumsal eyleminin kanunları, bugüne kadar onun dışında ve karşısında yer alıyorlardı; bundan böyle Doğa'nın kanunları, toplumsal eylemin kanunlarına boyun eğecek ve Doğa kanunlarını tam olarak anlayan insan, Doğa üstünde kesin egemenliğini kurmayı başaracaktır."[462]
      Başaracaktır ama, ulusal üretimin önemli ve büyük [sayfa 469] bir dilimi olan tarımsal üretim, sosyalist hükümetin plânlama çabalarına katkıda bulunursa tabii; bulunamazsa böyle bir başarı da sağlanamayacaktır. Tarım kesiminin plânlama çabasına katkıda bulunmasını sağlamanın, bir başka deyişle ulusal ekonominin genel yapısıyla kenetlenmesini sağlamanın tek yolu, başta gelen ya da başat olan tarımsal üretim biçimi olarak kendine yeterli küçük köylü üretimine son vermektir; bu üretim biçimi ortadan kaldırılmalı, bunun yerini tıpkı diğer sanayi dallarında olduğu gibi, üretim yapısının, üretim ile tüketim arasındaki bölüşümün ve bir bütün olarak toplumun emrine verilecek ekonomik artığın plânlama yetkilileri tarafından belirlendiği, bir 'tarım sanayii' almalıdır. Sosyalist düzen içinde böyle bir dönüşüm, köylülerin üretici işbirliği olmadan, daha açıkçası, çiftçiliğin kolektifleştirilmesi sağlanmadan başarılamaz; şimdi, bu konuyu biraz daha yakından incelemeye çalışalım. Gerçi sorunun bu yönü, en az bunun kadar önemli olan başka yönlerini gölgede bırakma pahasına abartılmamalıdır ama, şurası da bir gerçektir ki, tarımda kolektifleştirmeye gitmenin zorunluluğu için başka hiçbir neden olmasa bile, ekonomik artığın tümüyle seferber edilmesi, bir ölüm-kalım sorunu olduğu için, tekbaşına kolektifleştirmenin niçin kaçınılmaz olduğunu açıklamaya yeterlidir. Tarımsal ürün artığını, bireysel çiftçilerin elinden alıp hükümetin gözetimindeki kolektif çiftlik yönetiminin emrine vermekle, köylülerin ekonomik artığın "hortumlanması" konusundaki dirençleri de kırılmış olacaktır. Kolektifleştirme başladıktan sonra, tarımsal üretimin ne kadarının çiftlikte tüketileceği konusu, kolektif çiftlik üyelerinin doğrudan kararlarına bırakılır ve bunların tarım-dışı mal ve ürünlerden ne kadar tüketecekleri de, pazarladıkları tarımsal üretim fazlasına eşdeğer ve hükümetçe kendilerine ödenen fiyatlara bağlı olarak belirlenir bu mal ve ürünleri, çiftlik üyelerine zamanında sağlama ödevi, ekonominin kamulaştırılmış kesimine verilmiştir. [sayfa 470]
      Demek oluyor ki, tüketimden çekilecek toplam üretim diliminin büyüklüğüne olsun, bunun yatırım amaçlan (ve/veya kolektif kullanım amaçları) için ne şekilde kullanılacağına olsun sosyalist hükümet karar verecektir; karar verme yetkisinde olan odur; fakat bu, tek başına, verilecek kararın içeriği konusunda hiç bir şey anlatmıyor. Gerçi Stalin'in formülüyle sosyalizmde ekonomik plânlamanın amacı, "daha ileri ve yüksek tekniklere dayanarak, sosyalist üretimin sürekli genişlemesi ve yetkinleşmesi yoluyla, tüm toplumun, durmadan yükselen maddi ve kültürel ihtiyaçlarını en yüksek ölçüde karşılamak" tır;[463] fakat, kaynakların maddi ve kültürel ihtiyaçlar arasında paylaştırılması olsun, sosyalist üretimin sürekli genişletilmesi ve yetkinleştirilmesi olsun, ülkenin tarihsel gelişiminin belli bir evresinde yürürlükte bulunan somut koşullar ışığında belirlenecektir. O halde, ekonomik bakımdan ileri bir sosyalist ülke, evriminin belli bir aşamasında, adam başına maddi üretiminin özellikle hızlı bir tempoda artması için çaba göstermeyi gereksiz bulabilecek demektir. Kapitalist düzenin ayırıcı özellikleri olan akla aykırılıkları ve kaynakları çarçur etmeyi ortadan kaldıran ve bunun için gerekli toplumsal üretim örgütlenmesini yeni baştan kuran böyle bir ülkenin sosyalist yönetimi, toplum için yeteri kadar doyurucu maddi mal üretimini gerçekleştirdiğine pekâlâ inanabilir. Böyle bir ülkede, ilerleyen teknoloji ile atbaşı gidebilmek için verimli (üretken) donatımın aşınma ve yıpranma paylarını karşılamak ve bir de gerekli net yatırımları yapmak amacıyla net üretimin oldukça küçük dilimlerini kullanmak, gittikçe artçın nüfusun yeteri kadar rahat yaşamasını sağladıktan başka, daha az ileri kardeş ülkelere cömertçe yardım yapılmasına ve ayrıca işgününün önemli ölçüde kısaltılmasına olanak verecektir. Oldukça küçük bir yatırım hacmi ile ve daha çok boş zaman olanağı yaratılması ile karşılanabilecek olan kültürel ihtiyaçlar gittikçe genişleyecekler (ancak, plânlama örgütü, bu koşullar altında, aktüel ekonomik [sayfa 471] artığı dar sınırlar içinde tutmayı başarabilecektir. Bütün bunlara karşılık, Sovyetler Birliği gibi, başlangıçta azgelişmiş bulunan bir ülke, düşman kapitalist güçler tarafından çepçevre kuşatılmış bulunuyordu ve bu anlattıklarımızdan tamamen farklı bir durumla karşı karşıyaydı. Bu ülkede, son derecede (umutsuzluk verecek derecede) düşük olan adam başına yiyecek, giyecek, konut ve benzeri temel olanakları, kısa zamanda, köklü bir biçimde geliştirip arttırabilmek için maddi mal üretiminin mümkün olan (elde edilebilen) en büyük hızla genişletilmesi zorunluluğunun yanısıra, pusuda bekleyen dış saldırganı ürkütmek için yeterli bir askeri potansiyelin büyük bir süratle yaratılması gibi, ertelenmesi olanaksız bulunan, bir ihtiyaç daha vardı.[464] Böyle bir ortamda, plânlama örgütünün, toplam üretimi, maddi mal üretim alanında yapılacak yatırımları en büyük düzeyine ulaştıracak biçimde paylaştırıp yönelteceği açıktır - ilerlemeyi sağlam bir temele oturtmak için kaçınılmaz bir şeydir bu. Tıpkı bunun gibi, sosyalist kampa yeni katılan bazı üyelerin, kaynaklarının adamakıllı önemli bir kesimini, ülkelerinin coğrafi konumları ya da başka bazı kaygılarından ötürü, savunma giderlerine yöneltmeleri gereksiz görülebilir; bunun yerine, yarına bırakılması mümkün olmayan ve bir ölüm-kalım sorunu olan ulaştırma yatırımlarına ağırlık vermelerinin daha uygun olacağı pekâlâ öne sürülebilir. Bir başka ülkede ise, eğitim gereklerine en büyük ağırlığın verilmesi yerinde olacaktır; diğer hedefler, öncelik sırası bakımından, eğitim hedeflerini izlemelidir! Görülüyor ki, değişik ülkelerde ve zamanlarda, toplam üretimden yatırım için bölünüp ayrılacak olan dilim, farklı oranlarda olmak zorunda.
      Demek ki, bir kez, belli bir kalkınma düzeyine eriştikten sonra, sosyalist toplumun ulaşmak için çaba göstereceği toplam maddi üretimin ne büyüklükte olması gerektiği konusunda genelleme yapma olanağımız yoktur. Toplam üretimin, tüketim ve yatırım arasında bölüştürülmesi [sayfa 472] konusunda da, soyut birtakım ilkeler koymak yanlış olacaktır. Dahası var: eğer, somut bir durumun zorlamasıyla, kalkınma hızının en yüksek noktasına çıkarılması, o günkü (câri) tüketimin en düşük noktasında tutulması anlamına geliyorsa (ya da tersine, ekonomik artığın en yüksek düzeyine çıkarılması demekse), o zaman, "en düşük tüketim en hızlı büyüme demektir!" tanımını yapmak ve bunun mantıklı sonucu olarak da "tüketim sıfıra yaklaştıkça kalkınma hızı sonsuza yaklaşır!" gibi düpedüz yanlış bir önermeyi kabullenmek gerekecektir! Tüketim standartları ile halkın çalışma isteği arasında açık bir bağıntı bulunduğu içindir ki, en yüksek üretim düzeyi ile (ve büyüme düzeyi ile) bağdaşan en düşük tüketim arasındaki ilişki, yürürlükteki tüketim standartlarının, oldukça hızlı bir tempoda ve süratli olarak artışının sağlanmasını gerektirebilir; hatta birçok azgelişmiş ülkede, böyle bir artışın sağlanması düpedüz zorunlu bulunmaktadır! Başlangıçtaki üretim hacmi ve dolayısiyle böyle bir artış için olanaklar sınırlı bulunuyorsa, bir seçme ve farklılaştırma sorunu ortaya çıkacak, en büyük artışların, özendirme (teşvik etme, şevk verme) etkilerinin en yüksek bulunduğu kesimlerde gerçekleştirilmesi şart olacaktır. Buna uygun olarak da, ilk bakışta sanıldığının aksine, o dönem yatırımlarının sonucu olan üretim artışlarının tümünün yeniden yatırılması yolu değil, hem tüketimi hem, de yatırımı arttıracak biçimde paylaştırılması yolu, üretimde mümkün olan en yüksek artışı sağlamak için, daha uygun, hatta belki de tek uygun yöntem olarak ortaya çıkacaktır.
      Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin Onbeşinci Kongresinde alınan, "Beş Yıllık Ekonomik Kalkınma Plânının hazırlanmasıyla ilgili ünlü kararda, bu problemin tam anlamıyla kavranmış ve doğru ortaya konulmuş bulunduğunu görüyoruz: "Sermaye birikimi ile tüketim arasındaki ilişkiye gelince; bunların ikisinin birden, aynı anda, en yüksek düzeylerine eriştirilmesini sağlamanın olanaksızlığını akıldan çıkarmamak gerekir... çünkü, çözülmesi [sayfa 473] mümkün olmayan bir problemdir bu! Bu problemin çözümüne, ne belli bir dönemde yalnız sermaye birikimini ön plâna almakla yaklaşılabilir, ne de, tek yönlü olarak, yalnız tüketime ağırlık verilerek işin içinden çıkılabilir. Bu iki öge arasındaki göresel çelişkiyi ve bunların karşılıklı etkileşim ve bağımlılıklarını dikkate almak ve uzun-dönemli kalkınma açısından ikisi arasındaki uyuşmayı (çakışmayı) göz önünde tutmak için, probleme, her iki öğenin (etmenin) optimum (en uygun) bir bileşim oranı içinde bulunmasını gerçekleştirecek bir biçimde yaklaşma zorunluluğu vardır. Kalkınma hızı açısından akılda tutulması gereken önemli nokta ise, bu konunun son derecede karmaşık olduğu gerçeğidir. Bunu bir çözüme bağlamaya çalışırken, hemen gelecek yıl içinde ya da birkaç yıl içinde en yüksek sermaye birikiminin sağlanması çabasını göstermek yerine, sorunu, uzun-dönem boyutu içinde ele almak ve ulusal ekonomi elemanlarını, böyle bir boyut içinde en yüksek sermaye biriktim temposuna ulaştıracak biçimde düzenlemek gerekecektir!"[465]
      Böylelikle, sosyalist bir düzende, aktüel ekonomik artık olarak toplam üretim dilemi, sosyalist toplumun tarihsel gelişimine niteliğini veren özel olanaklar, ihtiyaçlar, ve ödevler ışığında belirlenmiş oluyor. Gerek büyüklüğü, gerek elde edilmesine yarayan süreç ve gerekse hizmet ettiği amaçlar bakımından, böyle bir düzendeki aktüel ekonomik artığın, kapitalist düzendeki ile hiç bir ortak yanı bulunamaz. Plânlanmış ekonomik artık olarak bu değer, bir tüm olarak, toplum ihtiyaçlarının çizdiği sınırlar içinde tutulacaktır; plânlanmış ekonomik artık olarak bu değer, yükünü bütün halkın eşitçe omuzlayabileceği bir biçimde, derlenip seferber edilecektir; plânlanmış ekonomik artık olarak bu değer, toplumun insan ve madde kaynaklarının, uzun-dönemli optimum gelişimini sağlayacak biçimde kullanılacaktır. [sayfa 474]
     

IV


      Belli bir dönemde, yatırıma ayrılması kararlaştırılmış bulunan artığın büyüklüğü ve bunun bilinçli olarak bölüştürülmesi, sosyalist toplumdaki plânlama organlarının temel görevleridir. Burada amacımız, ekonomik plânlama kuramının komşu duvarını aşmak olmadığı için, sadece, plânlamayla ilgili ana konuları kısaca özetlemekle yetineceğiz.
      Batılı yazarların büyük bir dikkatle üstüne eğildikleri bir soru vardır: Ekonomik kalkınma sanayileşme yoluyla mı, yoksa tarımda verimliliğin arttırılması yoluyla mı gerçekleşecektir? İlk akla gelen sorulardan biridir bu. Böyle genel bir biçimde sorulduğunda içinden çıkılmaz bir sorudur üstelik. Fakat, soruya somut bir biçimde yaklaşılacak olursa, ya bu açmaz (ikilem) ortadan kalkıyor ya da sorunun karşılığı gün gibi açık bir hâle geliyor. Biz bu soruyu, azgelişmiş kapitalist ülkeler ile bağlantısını göz önüne alarak ve bir plânlama örgütü için en çok arzulanan çözümün ne olduğu konusunda bir varsayım yaparak, daha da açıklığa kavuşturabiliriz; bunları yapmazsak, araştırmamız zaten amaçsız ve anlamsız olur. Bunun için de, öncelikle, tarımın iki başat biçimini, yani büyük çaptaki plantasyonlar tarımını ve kendine yeterli yoksul köylü tarımını almalıyız; konuya yaklaşmanın en iyi yolu budur. Birinci tarımsal üretim biçimi konusunda, şimdiye kadar söylediklerimize ekleyecek fazla bir şey olmasa gerek. Ürettiğinin hemen tamamını ihraç eden plantasyonlarda, makinalaşmaya gitmekle ve verimliliği arttırmakla, söz konusu ülkelerin ekonomik koşullarında dişe dokunur bir ilerleme görülmeyecektir. Tam tersine, yeni makinalar, plantasyonlarda çalışan bir sürü işçiyi işlerinden edecek ve zaten yarı aç yarı tok bir ömür süren bu insanlar büsbütün kötü bir duruma düşecekler demek ki bunun etkisi tam anlamıyla olumsuzdur, çarpıklık yaratan türdendir. Plantasyonlarda makinalaşmayı sağlayacak [sayfa 475] ve araç ve gereçler ithal edilecekleri ve bunların yerli olarak üretilme olanağı bulunmadığı için, yeni iş alanlarının açılması ve işsiz kalanların buralara aktarılmaları olasılığı da yoktur. "İşlerini yitirmeyen işçilerin verimleri artacaktır, dolayısiyle ücretler yükselecek ve her yerde bir gelir artışı olacaktır," diye hayal kurmaya da yer yoktur; işgücü fazlası, böyle bir gelişimi, daha tomurcuk halindeyken kurutacak niteliktedir; bu kadar işsizin bulunduğu bir ortamda genel bir ücret ve gelir artışı nasıl olsun? Olsa olsa, yabancı ve/veya yerli plantasyon sahiplerinin kâr payları büyüyüp genişler o kadar; dolayısiyle de yurt dışına aktarılan paralarda bir artış olur; yerli büyük çiftlik sahipleri de ellerine geçen fazla parayı eskisinden daha değişik bir biçimde kullanacak değillerdir nasıl olsa! Plantasyonlardan elde edilen kârların genişlemesi, bu kesimde, yeni yatırımlara yol açsa bile, bu, yararlı sonuçlar doğurmaktan çok uzaktır. Çünkü, yeni yatırımların yapılması, yeni plantasyonların açılması, yoksul köylülerin topraklarını ve işlerini yitirmelerine, kırsal nüfusun büsbütün fakirleşmesine ve azgelişmiş ülkenin zaten çıkmazda olan ekonomik kalkınmasının daha büyük bir çıkmaza saplanmasına sebep olacaktır.
      Kendine yeterli yoksul köylü tarımına gelince, burada problem çok daha karmaşık bir hâl almaktadır. Azgelişmiş ülkelerdeki yoksul köylüler için bir sürü yararlı iş vardır yapılabilecek; bundan kimsenin kuşkusu olmasın! Daha iyi tohumluk ve damızlık dağıtılması, bilimsel bilgi (agronomik öğütler) ve ucuz krediler sağlanması gibi yollarla, köylünün gerçek gelirini arttırma olanağı vardır. Bu yollarla elde edilebilecek gelişme oranı ise çok küçüktür ve nüfusun hızla artması göz önüne alınırsa, adam başına üretimde kayda değer bir ilerleme sağlanamayacak demektir. Her halde, bütün bu yardımlar, tarımsal üretim fazlalarında dişe dokunur artışlar yaratacak nitelikte değildir. Fakat bu nitelikte olmasalar bile, bütün bu iyileştirici önlemlerin yarı-insancıl bir anlamları vardır; vardır [sayfa 476] ama, bütün bunlar, "turnayı gözünden vurmak için" yeterli olmayan dağınık eylemler olarak kalacaklar, kendileri için bir itici güç (moment) yaratamayacaklar ve daha büyük bir gelişme için temel oluşturamayacaklardır. Doğrusu, modern çiftçilik tekniklerine - mekanik çekim gücüne, karmaşık ve ileri donatma, kimyasal gübre ve ilâçlara - dayanılarak tarımsal verimlilikte önemli bir artış sağlamak, ancak, büyük çaplı çiftlik koşullarında gerçekleşebilir. Geri bölgelerdeki yoksul köylü (hatta her yerdeki yoksul köylü), ne gerekli araçları satın alma gücüne sahiptir, ne de - ki bu daha önemlidir - sahip olduğu el kadar toprak üstünde bunları kullanma yeteneğine.
      Doğrusu aranırsa, büyük çapta çiftçilik, ancak, kapitalist kalkınma süresinde ortaya çıkabilir; nitekim bazı ileri kapitalist ülkelerin tarihi bunun böyle olduğunu doğrulamaktadır: Daha önce "tarımsal karşı-devrim" olarak adlandırdığımız olayın bir sonucudur bu, kapitalizmin tarım alanına bütün gücüyle yüklenmesinin bir sonucudur; kapitalizm, kırsal nüfus yapısında çok büyük farklılaşma ve tabakalaşmalara yol açmış ve en sonunda iki sınıflı bir kutuplaşma görülmüştür: tarım kapitalistleri ve tarım proletaryası biçimindeki kutuplaşma. Bu sürecin son derece acılı ve ağrılı bir gelişim olması, köylülüğün tümüyle tutsak edilmesi ve yok edilmesi gerçekleri bir yana, böyle bir dönüşüm, ancak, kapitalizmin merkantil aşamasından sanayi aşamasına sıçraması ile mümkün olabilirdi ve nitekim öyle de oldu! Böyle bir sıçrama olmasaydı, kapitalizm tarımı istilâ edemeyecek ve tarımda görülen teknolojik devrim gerçekleşemeyecekti; gene böyle bir sıçrama olmasaydı, büyük çaplı tarımsal işletmelerin ürünlerine yeteri kadar geniş bir pazar sağlanamayacak, yerlerinden ve işlerinden edilen (kısacası mülksüzleştirilen) köylü kitlelerine de hayat hakkı tanınmamış olacaktı. Demek oluyor ki, bugünün geri ülkelerinin de aynı yolu izlemesini savunan kişiler için bile azgelişmiş ülkeler tarımında önemli bir verimlilik artışı sağlamanın yöntemi [sayfa 477] sanayileşmedir; eğer tarımda verimliliği arttırmak istiyorsan sanayileşmeye gideceksin, bunun başka yolu yoktur! Ne var ki, bu konuda kalem oynatan burjuva yazarları sanayileşmeye "fazla ağırlık verilmesinden" korkuyorlar; "sanayi kalkınmasında aşırı aceleciliğe yol açan fanatik ulusçuluktan" ve benzeri tutumlardan yakınıyorlar ve bunlara karşı çıkıyorlar. Gerçekten, Batılı resmi görüşlerin, tarıma öncelik verilmesi üstünde ısrarla durdukları -bazı tüketim malları sanayilerinin kurulmasının da yararlı olabileceğini lütfedip söylemekle birlikte - görülmektedir; böyle düşünüyorlar ve böyle düşünmek, azgelişmiş ülkelerin ekonomik kalkınmaları konusunda "ölçülü" ve "devlet adamına yakışan" bir tutumun gereği sayılıyor! Eğer, ne yeteri kadar plânlanmış ne de diğer ekonomi politikalarıyla birlikte düşünülmüş sanayi projelerinin günümüz kapitalist azgelişmiş ülkelerindeki uygulamalarına bakılırsa böyle bir tutumun büsbütün yersiz olmadığı söylenebilir; böyle soyut, toplumla bütünleşmemiş sanayi projelerinin azgelişmiş ülkeler halklarına bir yararı yoktur çünkü, olsa olsa Batılı tekelci sermayenin ekmeğine yağ sürmeğe yarar bu tip girişimler! Daha önce de anılan bir önemli hükümet belgesinde büyük bir içtenlikle dile getirilen bu olguya, daha geniş, biçimde yer vermek uygun olacaktır: "Azgelişmiş ülkelerin potansiyelleri ve problemleri ve onların ekonomik kalkınması için bizim duyduğumuz ilginin niteliği, hangi cins kalkınma programlarını destekleyip hangilerini desteklemeyeceğimizi de belirlemektedir... Kaynakları dünya talebine kârlı bir biçimde ayak uydurabilecek ölçülerde geliştirilmeye yatkın bazı ülkeler için, yeni yeni ürünler elde etmenin en etkin yolu böyle seçici bir destekleme politikası uygulamamızdır... Birçok ülke için, yapacağımız başlıca iş, tarım üretimini geliştirmeyi desteklemek olmalıdır. Bu alanda elde edilecek kalkınma başarısına paralel olarak sanayi üretimine de, özellikle tüketim malları çıkaran hafif sanayi dallarına da, bir miktar hız verilebilir... Yerli kaynaklar gittikçe [sayfa 478] daha büyük bir hızla aşınıp tükendikleri için, Birleşik Devletler, ham madde üretimini, özellikle maden üretimini desteklemelidir bu ülkelerde."[466]
      Söylemeğe bile gerek yoktur ki, azgelişmiş bir ülkede iş başına gelmiş sosyalist hükümetin, azgelişmiş ülkeleri emperyalist Batı için ham maddeler sağlayan kaynaklar olarak gören ve bu ülkelerin ekonomik, toplumsal ve siyasal geriliklerini büsbütün pekiştirmekten başka bir işe yaramayacak olan "kalkınma" politikaları ile hiç bir ortaklığı bulunamaz! Sosyalist bir toplumda böyle bir ikilem - ya sanayileşme ya tarım ikilemi - tamamen anlamsız sayılmalıdır; çünkü, söz konusu bu iki sektörün arasında bir denge tutturmak ve bu dengeyi sürdürmek, hızlı ve sağlıklı bir kalkınmanın çok önemli koşullarından biridir ve aslında kalkınma, parçalanmaz bir bütün olarak görülmektedir sosyalist bir yönetim için. Azgelişmiş ülkelerde yapılacak toplumsal devrim, "kapitalist üretim biçimi her yerde en ileri sonuçlarına kadar gelişsin, küçük sanayi erbabı ve küçük köylü, son üyesine kadar kapitalist büyük üretim karşısında silinip gitsin diye"[467] bekleyemez ve beklemez! Sosyalist toplum düzeni, bu ülkelerin büyük çoğunluğunda yürürlükte olan geriliğin ve özellikle tarımdaki ortaçağ kalıntısı yapının üstüne üstüne gidecek ve kapitalist düzenin en büyük mirası olan bu iki yanlışlığı bir an önce ortadan kaldıracaktır. Bu görevin başarılması için gerekli yöntemi Engels'ten öğreniyoruz. Köylüleri, tarımdaki kapitalist dönüşümün, yersiz yurtsuz, işsiz güçsüz bırakan, kökünden söküp atıcı ve mülksüz bırakıp proleterleştirici, denetimsiz, kendiliğinden ve yıkıcı deneyinden geçme zahmetinden kurtararak, onlara "kapitalistler adına ve hesabına değil, kendi adlarına ve hesaplarına, dolayısiyle toplum çıkarlarına hizmet edecek şekilde büyük çapta üretime geçebilme olanaklarını kazandırmak" ve onları "özel girişim ve özel mülkiyet düzeninden kooperatif girişimi ve kooperatif mülkiyeti düzenine geçirecek"[468] ortamı yaratmaktır bu yöntemin özü! [sayfa 479]
      Sovyetler Birliğinde bu programı geliştiren ve ona somutluk ve özgünlük kazandıran Lenin olmuştur. 1918 yılında yazdığı bir yazıda Lenin bu mümkün olan en büyük açıklıkla ortaya koymuştu: "Küçük bireysel köylü ekonomisinde insan enerjisi ve emeği yağma ediliyor, bu hep böyle sürüp gidemez! Eğer bu alabildiğine parçalanıp ufalanmış ekonominin sosyalist ekonomiye geçişi sağlanacaksa emek verimliliği iki katına, üç katına yükseltilmeli, tarım için olsun, ekonominin bütünü için olsun, iki kat, üç kat insan emeği boşa gitmekten kurtarılmalıdır... Kararımız ve görevimiz, teknolojinin bütün güçlerinden yararlanmak ve en geri üretim dalı olan tarımı yeni bir düzene, yeni bir yola sokmaktır; böylece tarımda köklü bir dönüşüm sağlayacağız, ticaretin dümen suyunda giden akla aykırı, modası geçmiş tarım üretimi düzenine son vererek, yerine, bilime ve teknolojinin başarılarına dayanan canlı bir tarım düzeni kuracağız."[469]
      Tarımsal kalkınmanın yarına bırakılmaz bir iş olduğunu bildiren bu görüşün, tarıma, sanayiye göre öncelik verilmesidir kavramı ile hiç bir ilişkisi bulunmadığını anlamak için kafayı biraz işletmek yeter de artar bile! Lenin'in, azgelişmiş ülkelerin "başlıca ihtiyacı tarımın geliştirilmesidir." demediği de ortada. Aksine Lenin, pek çok vesilelerle sanayileşmenin büyük önemi üstünde durmuştur: "Rusya'nın kurtuluşu, köylü çiftliklerinden iyi hasat elde edilmesiyle olacak iş değildir - yani yeterli değildir bu; hafif sanayinin iyi bir durumda olmasına da bağlı değildir Rusya'nın kurtuluşu; çünkü köylülere tüketim malları sağlamakta yararlı olsa bile hafif sanayi de yeterli değildir; ağır sanayiye de ihtiyacımız vardır! Ağır sanayiye çeki düzen vermek ise uzun yıllar çalışmamızı gerektirir."[470] Daha geniş ve derin bir görüşle şunları vurgulamaktadır Lenin: "Eğer Rusya sımsıkı bir enerji santralları ağı ile ve dev gibi teknik kuruluşlarla kaplanacak olursa, o zaman, bizim komünist ekonomik yapımız, ilerde kurulacak Avrupa ve Asya sosyalizmine de örnek olacaktır." [sayfa 480][471] Gerçekten de, tarımın modernleştirilmesi ve sağlam bir sanayileşme, Siyamlı ikizler gibi birbirine yapışıktır. Kalkınabilmesi için tarımın pek çok gereksinmesi vardır ve bunları ona verebilecek olan sanayidir; kırsal bölgelerde yaşayanların ihtiyacı olan tüketim mallarının pek çoğunu karşılayacak olan da sanayidir. Buna karşılık, gittikçe genişleyen sanayi işçileri kesimine yiyecek maddesi ve gittikçe artan sanayi üretimi için birçok hammadde tarımdan alınacaktır. Dahası var. "Büyük çaplı çiftçiliğin üstünlüklerinden biri de işgücü tasarrufu sağlamasıdır!"[472] Sanayileşme için kaçınılmaz bir şeydir bu ve genişlemiş tarımsal üretim için pazar sağlayacak olan da gene modern sanayinin kurulup gelişmesidir.
      Doğrusu ya, sanayi ile tarım arasındaki bu karşılıklı bağımlığı kavramak ve gereğini yapmak bakımından, ölü noktada bulunan bir ağırlığı kaldırmak için bir dayanak noktası arayan Arşimed olmak şart değil! (Arşimed'in, "Bana bir dayanak noktası gösterin, size bir kaldıraçla dünyayı yerinden oynatayım!" sözlerine yollama yapılmaktadır-ç.n.). Eldeki ekonomik artık önce tarım yatırımlarına mı yoksa sanayi yatırımlarına mı yönelecektir? Birincisini yapacak olursak, biraz önce değindiğimiz olguyla, karşılaşırız; yani köylülerin "parçalanıp ufalanmış" ekonomilerinin yarattığı koşullar altında, verimli yatırımlar için ne boşluk vardır, ne de bu yatırımlar sayesinde, sanayinin kalkınmasını sağlayan kadar büyük bir ekonomik artığın oldukça kısa bir zamanda elde edilmesi olanağı! Fakat öte yandan da, her iki işin birden başarılmasını - yani hem tarımsal üretimde önemli bir artış sağlanmasını, hem de bu artışla sağlanan ekonomik artığın sanayiye aktarılmasını - garanti edecek bir sosyo-ekonomik ortam olan kooperatif çiftliklerin yaratılması için, tarımsal araç ve gereçlerin ve diğer girdilerin üretilmesi ve yeni yaratılmış bu çiftliklerin bunlarla donatılması zorunluğu vardır. Çünkü, Marx ve Engels'in belirttikleri gibi, "Kollektif bir ekonominin kurulması, makinaların geliştirilmesine, doğal kaynakların doğru [sayfa 481] dürüst kullanılmasına ve diğer üretim güçlerinden tam anlamıyla yararlanılmasına sıkı sıkıya bağlıdır... Bu koşulların yokluğu hâlinde, kollektif ekonomi de kendi başına yeni bir üretim gücü sayılamayacak, gerekli bütün maddi temellerini yaratıp onlar üstüne oturmuş olmayacak, olsa olsa, kuramsal temellere dayanmış olacaktır. Bu da, bir manastır yönetiminden başka bir şeye çıkmayan saçma bir düzenin kurulması demektir!"[473] Gerçekten de, bu koşulların yokluğu hâlinde, kollektifleştirme, ekonomik artığın sanayiye aktarılmasını mümkün kılsa bile, tarımsal verimlilik düzeyinin arttırılmasına olanak vermeyecektir; yani, "bilime ve teknolojinin başarılarına dayanan canlı bir tarım düzeni" kurulmuş olmayacaktır. Bu durumda kollektif çiftlikler, üyelerine yüksek yaşama standartları veren ve bir bütün olarak topluma geniş tarımsal ürün artığı aktaran zengin üretim birimleri olmak yerine, köylülerin açlıktan kırıldıkları devsel latifundia'lar (yarı feodal, yarı kapitalist Güney Amerika çiftlikleri) hâlini alabilir. Peki ama bu durumda, köylülerin üretim kooperatiflerine katılmaları (katılmışlarsa üyeliklerini sürdürmeleri), kollektif çiftçiliğe yönelmeleri (yönelmişlerse kollektif çiftçi olarak kalmaları) nasıl sağlanacaktır? Açıktır ki, köylülerin kollektifleştirme girişimini desteklemeleri üye sayısının artışı ile giderek genişleme olanağına sahip bulunmalı ve onların modern bir tarım ekonomisi kurmaları için elden gelen her şey yapılmalıdır; onları yüreklendirmeli ve "bu işin kendi çıkarlarına olduğu, kurtuluşları için tek yolun kollektifleştirme olduğu" onlara anlatılmalıdır. Bu iş "zorla değil, örnekler gösterme yoluyla, bu amaçla toplumsal yardımlar yapılarak"[474] başarılabilir ancak. Etkilemeye yeterli sayıda büyük çapta örnek çiftlik kurmalı, "toplumsal yardımlar" esirgenmemelidir; fakat bunların yapılabilmesi, gelişmiş bir sanayi olmadan mümkün değildir, kesin olarak mümkün değildir! Daha kötüsü, köylülüğe, ister "örnek çiftlikler kurarak", ister büyük çapta yardımlar yaparak egemen olma konusunda girişilecek çabalar [sayfa 482] geniş kapsamlı olsa bile, bunların, köylülerce kuşkuyla karşılanması ve hatta dirençle karşılanması olasılığı vardır. Bunların üstesinden gelmek için ise, "Köylülerin kültür standartlarının yüksek olması gerekir ki, bu da köklü bir kültür devrimine girişmeden başarılamaz." Böyle bir devrim, "salt eğitimsel nitelikte (çünkü bizler kara cahiliz çoğunlukla) ve maddi nitelikte (çünkü kültürlü olabilmek için önce maddi mal üretimini belli bir düzeye çıkarmış olmamız gerekir, maddi bir dayanağımız olması) gerekir, çok büyük güçlüklerle karşılaşacaktır."[475]
      Bütün bunlar, doğru politikanın, işe sanayiden başlamak olduğunu, sanayi kalkınması için elden gelen herşeyin yapılmasını ve her türlü desteğin sağlanmasını, tarımdaki toplumsal, teknik ve kültürel devrimin, toplum, tarım kesimini yeniden kurabilecek kadar sağlam maddi temelleri oluşturuncaya kadar ve bunu sağlayacak yeterli sanayi gücünü elde edinceye kadar beklenmesini kanıtlar niteliktedir. Böyle bir programın uygulanabilirliği ise, sanayi kesiminde önemli bir genişlemenin yaratılmasına yetecek kadar kaynağın bulunmasına, başka bir deyişle, tarım kapasitesinin, yeterli büyüklükte bir sanayi hacmini destekleyecek ürün artığını yaratabilmesine bağlı bulunmaktadır.
      Karşı karşıya olduğumuz durum bir kısır döngüyü andırıyor. Sanayileşme olmadan tarımda modernleşmeye gidilemiyor, tarımsal üretim ve artıkta bir büyüme olmadan da sanayileşme gerçekleşemiyor. Ancak, toplumsal ve ekonomik ilişkiler evreninde hep gördüğümüz gibi, sorunu soyut olarak, "spekülasyon" yaparak ele aldığımız zaman, etmenlerin birbirini kilitlemesi bu kadar zorlu, bağlantının içinden çıkılmazlığı bu kadar kesin görünecektir. Marx da böyle görüyordu sorunu. Somut bir tarihsel durum olarak ele aldığımız zaman ise, sürece katılan bazı yeni öğeler bulunuvermekte ve bunlar, "salt kuramsal yaklaşımın" bir çıkış noktası bırakmadığı sorunun çözüme bağlanması için ipuçları getirmektedir. Kapitalizm tarihinin başlarında, bu sorun, yurt dışından büyük ölçüde ekonomik artık aktarması [sayfa 483] yapılarak (sömürgelerin yağmalanması ile ya da düzenli bir sermaye ithali politikası yoluyla) çözüme bağlanıyordu. Ya da kent ve köy halkının yaşama standartları büyük baskılar altında tutuluyor ve problem yurtiçi sömürü düzeniyle çözülüyordu. Profesör Mason'un deyişiyle, "mülkiyet hakları denilen şey ile insan hakları denilen şey arasındaki dengenin ayarlanmasında, birinci daima ağır basıyordu ve hemen hiç bir kısıtlamaya uğramıyordu."[476] Sonuç olarak, "bugün keyfini çıkardığımız sermaye varlığının çok büyük kısmı, vaktiyle babalarımızın alamadığı ücretlerden oluşmuş bulunuyor"[477]
      Sosyalist Rusya da, sözünü ettiğimiz açmazdan kurtulmanın bir başka yolunu bulmak durumundaydı. Sömürebileceği yerler, yani sömürgeleri olmadığı gibi dışardan borç alma olanağı da bulunmuyordu; üstelik, elindeki sınırlı ve cılız kaynakların önemli bir kesimini savunma amaçları için ayırmak zorundaydı, kaçınılmaz bir şeydi bu. Bunlara karşın, önündeki kördüğümü, hem güçlü bir sanayi yaratarak, hem de kollektifleştirme ve modernleştirme için teknik araçlarla donatıp tarımı kalkındırarak çözme işlemlerine girişti. Bu devsel görevin yerine getirilmesi için akıl almaz derecede yüksek bir fiyat ödemek gerekmiştir. Stalin'in dediği gibi, "Özverileri kabullenmek gerekiyordu, sıkıntılara göğüs gerilmeliydi ve her şeyde sıkı bir tasarrufa gidilmeliydi. Sanayiyi yaratmak için zorunlu sermaye birikimini sağlamak amacıyla yiyecek maddelerinde, okullarda, yapılmış mallarla tasarrufa gitme zorunluluğu vardı. Teknik donatım bakımından ülkenin içinde bulunduğu kıtlığın üstesinden gelmenin başka bir yolu yoktu!"[478] Ödenen fiyat yalnız ekonomik de değildi. Köylüleri kollektif çiftliklere üye yapmakta izlenen "gönüllü olma ilkesi" durmadan eleştirilmiştir. Resmi ağızlar, kollektifleştirme hareketinin gönüllü niteliğini vurgularken ve böylece istenilen sonucun alınmasını kolaylaştırmaya çalışırken, bu amaca ulaşmak için baskı ve terör yöntemleri uygulanıyordu aslında: "Derin bir devrimci dönüşüm, belli bir niteliksel [sayfa 484] durumdan başka bir niteliksel duruma sıçramak demektir ve bu, sonuçları bakımından 1917 Ekim'indeki devrimci dönüşüme eşittir."[479]
      Tufandan önceki (yani eski moda-ç.n.) Rus köylünün, yüzyıllardır sürüp gelen geriliğini, böyle devrimci bir darbeyle yıkıp atma işi, aklı başında olmayan, karacahil ve dünyadan habersiz köylünün onayı alınarak başarılamazdı hiç şüphesiz. Toplumsal kalkınmanın nesnel gerekleri ile kişilerin gerekleri ile kişilerin bu gerekleri değerlendirmeleri arasında bir çatışmanın yer aldığı bütün durumlarda olduğu gibi, kişisel değerlendirme, tarihsel süreci engelleyebilir ve geciktirebilirdi; ilelebet durduramazdı fakat! Ayrıca, kişilerin (bireylerin) olayların belli bir akışı karşısındaki tutumları değişmez ve katlanmaz şeyler değildir, zamanla nesnel değişikliklerle uyum hâline girecektir -bazan yavaş, bazan hızlı olacaktır bu iş-. Zamanla böyle bir uyumun ortaya çıkmasını belirlemekte önemli olan etmen, yapılan değişikliklerin, toplumun varolan ve varolması gereken gereksinmelerine, nesnel olarak, uygun düşüp düşmemesidir. Rusya tarımında kollektifleştirme girişimi - başlangıç aşamasında çekilen çileler ve acılar bir yana -, onun ilerdeki başarılarını garanti edecek bir ekonomik, toplumsal ve kültürel ilerlemenin geniş yoluna ayak basmanın tek yöntemiydi. Oskar Lange'nin dediği gibi, tarımın devrimci dönüşümünü sağlamaya yönelmiş bulunan, daha doğrusu yönelmek zorunda kalmış bulunan kaba kuvvet, "Sovyet hükümetinin, gerek bu girişimin hedeflerini saptarken, gerekse yürütülmesi için gerekli yöntemleri belirlerken, halkın (onayından bağımsız hareket etmeyi seçtiği anlamına gelmez. Ne var ki bu onay, ex post facto (olaydan sonra), Devletin ve Komünist Partisinin propaganda ve eğitim eylemlerine girişmesiyle sağlanabilmiştir."[480] Bundan da önemlisi, söz konusu onayın, yalnız sözle değil işle de sağlanıp pekiştirilmesidir; kollektif çiftliklerde elde edilen maddi başarılar, sayısı durmadan artan bir kitleye, kollektifleştirmenin, toplumsal ve ekonomik ilerleme [sayfa 485] yolunda büyük ve gerçekten de kaçınılmaz bir adım olduğunu öğretmiştir. Gerçi, "Kollektif çiftliklerin tarıma yaptıkları başlıca katkı, sanayileşmenin ilk beş yılında, tarımsal ürün artığı hacmini, yani pazarlanabilir tarımsal artığı alabildiğine genişletmek olmuştur"[481] ama, bu girişimin ilk dört yılında bazı ters gelişmelerin, bazı çarpıklıkların ortaya çıkmadığı da söylenemez. Fakat tarımsal üretimi olumsuz yönde etkileyen bu gelişmeler ve çarpıklıklar, gene bu dört yıl içinde, geniş ölçüde giderilmiş bulunuyordu. İkinci Beş Yıllık Kalkınma Plânının son yılında hububat üretimi rekor düzeyine yükselmiş, sanayi-bitkileri (keten - kenevir, pamuk, şeker pancarı gibi) üretimi ise, 1928 yılına göre iki katından fazla bir artış göstermiştir.[482]
      Böylelikle, hem kollektifleştirilmiş köyün hem de gittikçe büyüyüp gelişen kentin yiyecek sorunu çözüme bağlandığı gibi, tüketim malları sanayinin büyümesi için zorunlu hammaddelerin üretimi de artmış ve hükümetin eline, ilerde karşılaşılabilecek zor günler için yiyecek maddesi ve hammadde depolama olanağı geçmiştir. Bu birikimlerin birkaç yıl sonra patlak verecek olan savaşta ne büyük rol oynadıkları iyi bilinmektedir. Fakat iş burada da bitmiyor. Bunun kadar önemli olan bir başka nokta da, artan tarımsal üretimle birlikte, 20 milyon kadar insanın tarım alanından alınıp kentlere getirilmesi ve sanayinin emrine verilmesi olmuştur. Bu, tarımda üretim verimliliğinin 1928-1930 yıllan arasında yüzde 60 kadar artması anlamına gelmektedir.[483] Bunun bir başka anlamı ise, tarıma "toplumsal yardım desteğinin" çok büyük ölçekte yapılmış olmasıdır. Birinci Beş Yıllık Plân döneminde çeyrek milyona yakın traktöre, İkinci Plân döneminde ise yarım milyon traktöre kavuşturularak donatılan Rus tarımı, "daha önce dünyanın en geri tarım yapılarından biriyken, birkaç yıl gibi kısa bir zaman süresi içinde büyük çapta üretim sermayesine - tarımsal makinalara ve binalara -kavuşmuş ve diğer ülkelerin çok uzun bir tarih boyunca başarabildikleri bir şeyi, tarımın belli başlı dallarını tamamen [sayfa 486] makinalaştırma işini çözüme bağlamıştır."[484] Sovyet tarımı üstünde anıtsal bir eser yazmış bulunan Naum Jasny'nin sözleriyle özetleyecek olursak, "Tarımda sosyalizasyon girişimi, başlıca amacı olan şeyi, yani sanayi kalkınmasına bir temel oluşturma işini başarıyla yerine getirmiş oldu. Fakat başardığı da hemen yalnız bu idi..."[485] Jasny, Sovyetler Birliğine karşı eleştirici bir tutum takınmakla ün yapmış bir yazar olduğu halde böyle söylüyor!
      Gerçekten de, "Başardığı yalnız bu idi!" Sovyet sanayileşmesinin öyküsü çok anlatılmıştır, burada bunu bir kez daha anlatmaya gerek yok. Şu kadarını belirtmekle yetinelim: İkinci Dünya Savaşı dışında kalan sanayileşme kampanyası yılları süresinde, toplam sanayi üretimi artış hızı yılda ortalama yüzde 18, toplam ulusal üretim (gelir) artış hızı ise yüzde 16 olmuştur. "Böyle bir hız, ulusal üretimin, her beş yılda iki katına ulaşması anlamına gelir. Kapitalist dünyanın en parlak dönemlerinde elde edilen üretim artış hızlarının iki katına yakın bir gelişmedir bu. Nitekim, Birleşik Devletlerin altın çağı olan 1880'lerin ikinci yarısında bu hız, yüzde 8.6, Rusya'da l890'larda yüzde 8, 1907-1913 yılları arasında Japonya'da yüzde 8.6 olabilmiştir ancak. Bu hızı, 1899-1929 Birleşik Devletler yapım sanayileri üretiminde görülen yüzde 5 büyüme hızıyla ve 1885-1913 yılları arasında Britanya'da görülen yüzde 3 büyüme hızıyla karşılaştırmak daha anlamlı olacaktır."[486]
      Rusya'da sosyalist düzeni yerleştirip kökleştiren "tepeden inme devrim" giderek kapsamlı bir sosyalist plânlamaya geçilmesine yol açmış ve bu, başlangıçta, ekonomik durumun epeyce sarsılıp gerilemesi sonucunu doğurmuştu; tarımsal ürünlerin normal trafiğinde ciddi bir kesiklik olmuş, dolayısiyle tüketim malları üretimi aksamış ve yaşama standartlarında ağrılı bir düşüş görülmüştü. Bu bakımdan, tarihteki birçok devrimci atılımın sonuçları ile Rus Devriminin sonuçları arasında büyük benzerlik vardı. Ortaya çıkardığı hastalık şiddetli ve ağrılıydı ama, açıkça bir büyüme hastalığıydı bu; bunalım noktasına hızla [sayfa 487] ulaşmıştı, fakat birkaç yılda da iyileşmeye yüz tutmuştu. Birinci Beş Yıllık Kalkınma Plânının sonuna kadar, tüketicinin "limon gibi sıkılması" olayı sona ermişti, 1935 yılına kadar "tayınlama" sistemine son verilebilir hâle gelinmişti ve "1937 yılı yaşama standartları, 1928 yılından sonraki - 1928 Birinci Plânın ilk yılıdır - bütün yılların üstündeydi büyük bir olasılıkla ve hatta bazı göstergelere bakılırsa bir önceki yılı da geride bırakmış bulunuyordu."[487] Yaşama standartlarındaki bu artış, savaş tehdidi ile ve özellikle savaşın patlak vermesiyle bir kesintiye uğradı ise de, savaştan sonra yeniden, aksamadan ve daha hızlı olarak, yoluna devam etti. 1954 yılı sonuna kadar, yaşama standartları, Savaştan bir yıl önceki düzeylerinin yüzde 75 fazlasına ulaşmış bulunuyordu.[488]
      Yukarda söylenenlerden iki önemli sonuç çıkar. (1) Sosyalist plânlama koşulları altında, kalkınmada sanayiye mi yoksa tarıma mı öncelik verilmesi gerekir gibi bir soruya yer yoktur. Kalkınma, aynı anda, her ikisine birden ağırlık verilerek yürütülecektir. Doğrusu ya, bunu yürütmekte karşılaşılacak güçlükler pek çoktur; fakat bu güçlüklerin nitelik ve yoğunluğu, tarihsel değişimin izlediği çizgiye bağlı olarak durmadan başkalaşacaktır. Bu güçlükler çeşitli biçimler alırlar: sosyalist ülkenin güvenliğine göz dikmiş yabancı tehdidi; hâlâ kapitalist geçmişin izlerini taşıyan, onun ideolojik kalıntılarından kendisini kurtaramamış bulunan halk tabakalarının akla aykırı tutum ve davranışları; kaynakların her şeyi etkileyecek kadar kıt oluşları gibi... Bu güçlükler, aralarında çok sıkı bir kenetlenme gösterdikleri için bunları ayrı ayrı (teker teker) ele almakla işin içinden çıkılamaz, yani bunların üstesinden gelinemez. Yoksulluk, bilgisizlik ve hastalık Mitoloji dinsel batıl inançlar ve kafa karanlığı doğurdukları gibi, karanlığın egemenlik kurması da üretici güçlerin gelişmesini geciktirir. Kapitalist saldırı tehlikesi, nasıl, kaynakların akla uygun amaçlarla kullanılmasını önlüyorsa, aynı bu şekilde, geri kalmışlık ve, bunun sonucu olan askeri zayıflık [sayfa 488] da emperyalizmin iştahını uyandırmak gibi olumsuz bir etki yaratır. Fakat eğer bu karşılıklı bağımlılık, işe yeni başladığı zamanlarda sosyalist hükümetin görevini yapamamasına yol açacak kadar büyük bir güçlük doğuruyorsa, çok sayıda cephede birden saldırıya geçmek gibi can sıkıcı bir zorunluluğun sonucu ise, işte o zaman, ardışık her aşamadaki başarının hızlandırılması sonucunu verecek ilerleme (kalkınma) olanaklarını belirleyen etmenlerin belli bir sıralamaya uygun olarak kullanılması, belli önceliklere göre kullanılma gerekecektir. (2) Sovyetler Birliği deneyinin olduğu kadar, diğer sosyalist ülkeler deneylerinin de açıkça gösterdikleri gibi, son derecede yüksek yatırım ve ekonomik genişleme oranları (hızları) elde etmek için, aktüel ekonomik artığın en yüksek noktasına çıkarılması gerekmez. Bu olmadan da, halkın yaşama standartlarında, sürekli ve elle tutulur ilerlemeler kaydetmek mümkündür.[489] Eğer verimli yatırımlara ayrılan ekonomi artık, doğru bir biçimde dağıtılır ve akla uygun bir biçimde kullanılırsa istenen sonuçlar elde edilir. Çok yüksek yatırım oranı, tüketilebilir üretimin birdenbire arttırılmasına göre değil, ekonomik büyümenin uzun-dönemli gereklerine göre ayarlanırsa, ekonomik genişleme oranı da eldeki verimli sermayenin en yüksek derecede (maksimal) kullanımı (hemen hiç boş kapasite bırakmayacak biçimde kullanımı) sağlanacak olursa, bu sonuçların elde edilmesi pekâlâ mümkündür. Bunun için de yatırım politikasının, başlıca ağırlığı, sanayinin gelişmesi üstünde yoğunlaştırması - ve bu arada tarım üretim düzeyini de, sanayileşme sürecini destekleyecek belli bir büyüklüğe ulaştırması - gerekir; sanayide belli bir canlanma sağlandıktan sonra, büyük ağırlık tarıma kaydırılmalıdır ve bunun için sanayi üretiminin genişlemiş kaynaklarından (sanayi çıktılarından-ç.n.) alabildiğine yararlanmalıdır. Sonuç olarak, sanayideki, ulaştırmadaki ve tarımdaki bütün donatım, işe yararlık derecelerinin sonuna kadar sıkıştırılıp çalıştırılmalı ve böylece, sermaye/üretim oranı en yararlı (en olumlu) düzeyinde tutulmalıdır.[490] [sayfa 489]
     
       

V


      Ekonomik artığın en uygun (optimal) dağıtımı görevi ile ilgili olarak ortaya çıkan ikinci soru, ekonomik kalkınmanın, üretim malları (ağır sanayi) alanına ağırlık verilerek mi, yoksa tüketim malları (hafif sanayi) alanına ağırlık verilerek mi gerçekleşeceğidir. Bu sorunun kapsamı, doğrusu ya, ulusal gelirin tüketim ile ekonomik artık arasında nasıl dağıldığını da içermektedir ya da - aynı kapıya çıkan, özünde aynı şey demek olan bir başka soruyu, - söz konusu olan plânlama dönemi boyunca ne ölçüde bir büyümenin sağlanacağını da içermektedir. Genişlemiş yeniden-üretimi çözümlerken Marx, ekonomik büyümenin temel koşulunu da açık-seçik ortaya koymuş bulunuyordu: I. Kesimin (üretim malları sanayilerinin) o dönemdeki (câri) toplam ya da brüt üretimleri, gene I. Kesimin üretim malları talebi ile II. Kesimin (tüketim malları sanayilerinin) o dönemdeki üretim malları talebi toplamını aşmalıdır.[491] Ya da Lenin'in belirttiği gibi, "üretimi genişletmek için... ilk olarak, üretim araçlarını üretmek gerekir ve bu da, sonuç olarak, toplumsal üretimin bu araçları yapan dalını genişletmeyi gerektirir."[492] Açıktır ki, belli bir yılda üretilecek olan ek üretim araçlarının niceliği (miktarı), ilerki yıllar için öngörülen toplam üretim genişleme derecesine (ulusal gelir artış hızına) bağlıdır.
      Çünkü, yeni yaratılmış üretim malları sanayileri, kendi yatırım mallarının işledikleri dönem boyunca üretimde bulunacaklar ve bu yatırım malları, ancak, bu dönemdeki yatırım hacmi, söz konusu üretimi emebilecek güçte olduğu sürece, uygun bir biçimde kullanılmış olacaklardır. Başka bir deyimle, bu süre içinde, ekonomik artık, büyüyen yatırım malları sanayilerinin fiziksel üretimine denk bir büyüklükte olmalıdır. Tersine, eğer yeni yaratılmış sanayi dalları tüketim malları üretmek zorunda iseler, bunların uygun bir biçimde kullanılmaları için, tüketimin, bu sanayilerin üretimleri için yeteri kadar geniş bir pazar oluşturacak [sayfa 490] büyüklükte olması (yani ekonomik artığın bunu sağlayacak ölçüde küçülmüş olması) gerekecektir. Demek oluyor ki, ekonomik büyümenin hızı konusunda verilecek karar, hem ulusal gelirin ekonomik artığı oluşturacak olan dilimini belirleyecektir, hem de gerekli yatırımın fiziksel büyüklüğünü. Üretim malları sanayilerine geniş yatırım yapmak demek, bütün plânlama dönemi boyunca yüksek bir kalkınma hızını seçmek demektir; bunun gibi, tüketim malları sanayilerine ağırlık verme yoluyla gerçekleştirilecek olan bir ekonomik kalkınma modeli ise yalnız başlangıç yatırımlarının oldukça küçük tutulmasını değil, kalkınma hızının da oldukça düşük tutulmasını içerecektir.[493] Yatırımın, bu hedeflerden yalnız birine yönelmesi diye bir şey düşünülemez elbet. I. Kesimin genişlemesi, bu kesimde (üretim malları sanayilerinde) çalışacak yeni işçiler için tüketim malları arzının arttırılmasını zorunlu kılar; II. Kesimin genişletilmesi için yapılacak yatırımlar da, tüketim malları çıkaracak bu kesim sanayi dallarının yatırım mal ihtiyacını karşılamak için, üretim malları arzının arttırılmasını gerektirir.[494] Kalkınma sürecinin tereyağından kıl çeker gibi takıntısız ve kesintisiz işleyebilmesi, planlama yetkililerinin temel görevidir. Bu konuda yapılacak yanlışlıklar, özellikle tüketim malları arzının yeteri kadar arttırılmaması yanlışlığı, ciddi ekonomik ve siyasal sorunların ortaya çıkmasına yol açacak ve kalkınma plânlarının gerçekleşmesini tehlikeye atacaktır.[495]
      Yukarda değindiğimiz gibi, net yatırımın artık gerekli olmadığı (görülmediği) aşamaya erişmiş bulunan sosyalist bir ülke, belli bazı kollektif giderlere, yönetim giderlerine ve benzeri giderlere aktarılmakta olan o dönem ekonomik artığı diliminde bir kısıntıya gitme olanağı bulacak ve yalnız aşınıp yıpranmış makinaların yerine teknik açıdan daha ileri makinaları koymakla ve böylece nüfus artışının gerekli kılabileceği üretim artışını sağlamakla yetinebilecektir. Bu durumda, I. Kesimin üretim olanakları, yenileme (amortisman) gereklerini karşılayacak bir düzeyde, [sayfa 491] yani sınırlı bir biçimde kullanılmış olacak ve böyle bir sınırlama sonucu üretim malı sanayilerinin bir kısım donatımını tüketim malları sanayilerine kaydırmak gerekecektir; eğer bu sonuncusu mümkün değilse, o zaman da, I. Kesimdeki yenileme yatırımlarından vazgeçilecektir. Söylemeğe bile gerek yoktur ki, plânlı ekonomilerden hiçbiri, henüz böyle yüksek bir aşamaya ulaşabilmiş hatta böyle bir aşamaya yaklaşabilmiş değildir; bu ülkelerde, hâlâ, ağır sanayi dallarına ağırlık veren yatırım programları uygulanmaktadır; demek ki, önümüzdeki uzun bir dönem boyunca, toplam üretimi hızla arttırmak için canla başla çalışma zorunluluğu, kaba fakat yadsınmaz bir gerçek olarak, gündemde baş yeri almaya devam edecektir.
     

VI


      Bu konular dizisiyle yakından ilgili bir üçüncü plânlama problemi daha vardır ki bundan da kısaca söz etmemiz yerinde olacaktır. Azgelişmiş ülkelerin kalkınma programları için, sermaye-yoğunluğu olan üretim yöntemleri mi, yoksa emek-yoğunluğu olan üretim yöntemleri mi seçilmelidir, şeklindeki yıllanmış sorudur bu! konuya değinen geleneksel yazında (literatürde) bu soru, karşılığı çoktan verilmiş, çoktan sonuca bağlanmış bir soru olarak ele alınmıştır. Örneğin Profesör Nurkse azgelişmiş ülkelerde, "ekonomik yönden ileri ülkelerdeki sermaye yoğunluğunu tutturmaya çalışmayı, ne istenilecek ne de izin verilebilecek"[496] bir durum olarak görülür. Bu görüş, genellikle, azgelişmiş ülkelerin çoğunda, geniş çapta kırsal nüfus artığının bulunmasına dayanmaktadır; bu insanların, "gizli işsiz" durumundan çıkarılarak başka bir işte çalıştırılmalarıyla toplam üretimde bir artış görüleceğini öngörenlerin görüşüdür bu. Pek de ciddiye alınamayacak yaygın bir başka görüş, daha doğrusu seziş vardır; buna göre, "Yatırım işçileri, bir sabit sermaye donatımı inşa etmeye, [sayfa 492] örneğin bir yol yapmaya başlamadan önce, oturup kendi elleriyle, hiç değilse en ilkel araç ve gereçleri, gerekirse sıfırdan başlayarak yapmak durumundadırlar."; yani, köyden alınıp bir sanayi uğraşına aktarılan işçi için, hiç değilse kendi boğazına yetecek kadar üretim yapmasını sağlayacak bazı üretici araç ve gerece gerek vardır. Bu yapılmadıkça, işçinin aktarılması, ona bir tüketim yardımı yapılması anlamına gelir, bu da, toplumun yatırım için kullanabileceği artığın, bu yardım ölçüsünde, azalması demektir. Dahası var: "gizli işsiz" bir insanın köyden alınarak bir sanayi merkezine getirilmesi, onun için, konut, belediye hizmetleri, hastane, okul ve benzeri olanaklardan yararlanmasını, yani birtakım ek giderlerin göze alınmasını zorunlu kılar. Adam başına düşen bu tür giderler, yeni bir sanayi işçisinin üretime katılması için gerekli yatırımın maliyetini, başlangıçta öngörülenin iki katına çıkarıverir bakarsınız. İşte bu tür giderler dikkate alındığında, emek-yoğunluğu olan üretim tekniklerinin, birim üretim başına, sermaye-yoğunluğu olan tekniklerden hiç de daha ucuz olmadıkları görülebilir.[497]
      Daha az önemli olmayan bir başka husus da şu: Yeni sanayi işçilerine, doğal olarak, bir sanayi ücreti verilecektir ki bu da, daha çok yiyecek, giyecek ve benzeri tüketim mallarının sağlanması, söz konusu ülkede geçerli olan "toplumsal yönden gerekli yaşama standardının" işçiye garanti edilmesi anlamına gelecektir. Gerekli yiyeceğin köyden alınıp kente aktarılmasının zorluğu bir yana - burada işin püf noktası "gizli işsizin", köyden gelirken yiyeceğini de birlikte getirmesidir ki bu da olacak iş değildir; - yeni yatırım projelerinde çalıştırılan işçiler için tüketim malları üretimini arttırmak demek, emek-yoğunluğu olan tekniklerin kullanılması hâlinde, I. Kesimin genişlemesi için II. Kesimin daha büyük ölçüde genişlemesi demektir. Eğer sermaye-yoğunluğu olan teknikler kullanılsaydı, II. Kesimin I. Kesimden daha büyük bir gelişme göstermesi gerekmeyecekti. Öyleyse, emek-yoğunluğu olan [sayfa 493] tekniklerin kullanılması, büyüme sürecinin bir miktar yavaşlamasına yol açacaktır. Bir başka deyişle, kalkınma hızları bir miktar düşecektir bu durumda. Maurice Dobb, bunu o kadar iyi anlatmıştır ki, sözlerini aynen almaktan, vardığı sonuçları aynen aktarmaktan daha iyi bir şey gelmiyor elimizden. "Daha çok ya da daha az sermaye yoğunluğu ile yatırım yapılmasının, yani yatırımlarda az ya da çok sermaye kullanılmasının, yürürlükteki üretim etmenlerinden yararlanma oranlarıyla hiç bir ilişkisi yoktur... Ne kadar sermaye, ne kadar emek kullanılacağını, eldeki emek-sermaye oranı belirlemez (sermaye burada bir stok olarak alınmaktadır); yatırımlar yüksek bir oranda mı, yoksa düşük bir oranda mı tutulacaktır, sorusuna karşılık veren ne ise, yani bu iki almaşık arasında bir seçim yaptıran karar ne ise işte o belirleyecektir ne kadar sermaye, ne kadar emek kullanılacağını... Tüketimin hemen yarından başlayarak artması mı, yoksa daha uzak bir gelecekte artması mı daha önemli bulunmaktadır? Bu soruya verilecek karşılık, yapılacak yatırımın hem büyüklüğünü, hem de alacağı biçimi belirleyecektir. Başka deyimle, yüksek bir yatırım oranı (ya da hızı) ile yatırım - biçimlerinin seçiminde yüksek bir sermaye-yoğunluğu derecesi değişkenleri, aynı temel üstünde, aynı etmenlere bağlı olarak belirlenecektir; bu belirleme - belirlenme sürecinin tersi de doğrudur."[498]
      Doğru olan bir başka şey daha var: plânlama yetkilileri, sermaye-yoğunluğu mu yoksa emek-yoğunluğu mu diye bir karar verirken, emek etmeninin bugünkü bolluğunun ve "ucuzluğunun" geçici olabileceğini, belli bir kalkınma programının uygulanmasından önce bunun böyle olmasının, sonuna kadar böyle gidecektir demek olmadığını akılda tutmak zorundadır. Kendi hazırladığı plânda öngörülen emek talebi artışını dikkate almak durumunda olan yetkili, kurulacak işletmenin ömrü içinde, yani oldukça kısa bir zaman sonra, işgücünün, özellikle nitelikli işgücünün bol bir etmen olmaktan çıkıp kıt bir etmen [sayfa 494] olabileceğini de hesaplamak zorunda.
      İş bununla da kalmıyor. Daha önce gördüğümüz gibi ekonomik kalkınmanın ağırlığı üretim malları sanayileri üstünde toplanıyor. Yatırım işçilerinin "oturup sıfırdan başlayarak" üretim mallarını yapmaları olacak işlerden değildir; böyle üretim mallını bulmak çok zor olsa gerek! Nitekim, traktör, makina, araç-gereç, elektrik âleti, aliminyum v.b. nesneleri üretebilmek için, oturup sermaye-yoğunluğu olan teknikleri mi yoksa işgücü-yoğunluğu olan teknikleri mi kullanacağım diye uzun boylu düşünme olanağımız yoktur. Birçok hallerde seçim üretim yapmak ile yapmamak arasındadır; yapacaksan sermaye-yoğun teknikleri kullanacaksın, hepsi o kadar! Demek ki, azgelişmiş ülkeler ya sanayileşecek ve bunun için tarihsel gelişimin sürüp getirdiği tek avantajdan yararlanacak - daha ileri ülkelerde gerçekleştirilmiş bilimsel ve teknolojik buluşların sağladığı avantajdır söz konusu olan - ya da sanayileşmekten vazgeçecek ve sanayi ülkelerinden ikinci-el (müstamel) donatımı ithal ederek "sümüklü böcek adımlarıyla" kalkınmasını (!) yürütecek ve teknik ilerlemenin zengin sofrasından kırıntı toplamakla yetinmek durumunda kalacaktır. Demek oluyor ki, ekonomistlerin, "emek -yoğunluğu olan tekniklere ağırlık ve öncelik verilmelidir!" şeklindeki tezleri, "mâsum" bir kuramsal görüş olmaktan uzaktır ilk bakışta sanıldığının aksine! Şimdilerde pek gözde olan bir kampanyanın, yani "bilimsel" olarak geri ülkelerin kalkınma ve sanayileşme işinde "biraz ağırdan almalarını" (hatta hiç ilerleyemeyecek kadar yavaştan almalarını ya da yerinde saymalarını) öğütleyip kanıtlayan bir kampanyanın önemli sloganlarından biridir bu görüş.
     

VII


      Buradaki tartışmamız boyunca, sosyalist bir ülkenin, düşman kapitalist kuvvetlerce çevrilmiş olduğunu, üstü [sayfa 495] kapalı olarak varsaydık. Rusya için bile pek gerçekçi bir varsayım değildir bu artık. Gerçi Rusya'nın Devrimden sonraki dış ekonomik ilişkileri, hiç bir zaman yoğun olmamış, fakat sanayileşme süreci içinde ülke, kapitalist dünya ile sıkı ekonomik ilişkilere girmiş, özellikle Birinci Beş Yıllık Plân döneminde bu ilişkiler adamakıllı önemli bir rol oynamıştır. Bu dönemde Rusya, kapitalist ülkelerden yalnız dişe dokunur kısa-dönemli krediler almakla ve dünya bunalımından ciddi olarak etkilenen, dolayısiyle mallarını ihraç etmek için can atan Batılıların bu durumundan yararlanmakla kalmamış, teknik bakımdan yerli üretimini yapmasına olanak bulunmayan sanayi donatımını dilediği gibi satın alarak rahatlamıştır.[499] Eğer bu makinaların ithali olanağı bulunmasaydı, sanayileşme sürecinin başlarında karşılaşılan güçlükler daha da büyürdü ve buna bağlı özveriler hem daha uzun sürerdi, hem de daha üzücü sonuçlar verirdi. Rusya'nın dış ülkelerle ticareti, Birinci Beş Yıllık Plân döneminden sonra adamakıllı azalacaktır ve ülke, ekonomik bakımdan olduğu kadar teknik bakımdan da kendine yeterli, tam anlamıyla kendi ayakları üstünde durabilen bir duruma erişmeyi ancak o zaman başaracaktır.[500]
      Ancak, bu açıdan Rusya'nın durumu oldukça atipiktir yani başka ülkelere benzemez; zaten bugünün dünyasında Lenin'in verdiği "sosyalist bir toplumu kurmak için gerekli ve yeterli herşeye sahip" formülüne uyan pek az başka ülke vardır. Diğer ülkelerin büyük çoğunluğu, özellikle azgelişmiş ülkeler, ekonomik yapıları ve kaynak donatımları gereği, yalnız başka yolla üstesinden gelemeyecekleri güçlükleri yenebilmek için değil düpedüz ayakta kalabilmek için, dış dünya ile ekonomik ilişkilerini sürdürmek zorundadırlar. Hatta, Çin gibi geniş ve doğal kaynaklar bakımından zengin bir ülke bile, eğer son derecede önemli sanayi donatımını (ve tarımsal donatımın bir kısmını) dışardan getirme olanağından yoksun bırakılacak olsa, bir sanayi ekonomisinin temellerini kurmakta çok [sayfa 496] büyük güçlüklerle karşılaşacaktır. Çin için doğru olan bu kural, kendine yeterlilik derecesi daha düşük diğer geri ülkeler için daha da geçerlidir.
      Azgelişmiş bir sosyalist ülkenin dış borçlanmalardan sağlayacağı yararlar konusunda uzun boylu konuşmaya gerek bile yoktur. Bunlar, sanayileşme sürecinin başında, ekonomik artığın tümüyle yatırımlara kaydırılması zorunluluğunu ortadan kaldıracaklar ve böylece, ekonomik kalkınmanın bu aşamasında ortaya çıkabilecek (daha doğrusu ortaya çıkması kaçınılmaz olan) gerginliklerin ve baskıların geniş ölçüde azalmasını sağlayacaktır. Gene bunlar sayesinde, sanayi kalkınması ile tarım kalkınması arasındaki karşılıklı bağımlılıktan ileri gelen tıkanıklıkların ortadan kaldırılmasını kolaylaştıracak ve tarımsal makina, sanayi donatımı ve yiyecek maddesi ithalâtına olanak vererek, geçiş döneminin bazı sorunlarının çözümünü mümkün kılacaktır. Küçük köylünün acele kollektif çiftlik üyesi yapılması gereğini ortadan kaldırarak da bir yardımları dokunacaktır bunların yardımı olan sosyalist ülkeye ve böylece ona, "küçük köylünün yükünü dayanılabilir bir düzeyde tutma, kooperatife katılmasını kolaylaştırma ve kendi seçimine bırakma ve hatta, kendi el kadar toprağında kalma, sorun üstünde etraflıca düşünme ve isterse gene koperatife katılmama"[501] olanağını ve özgürlüğünü tanımak gibi bir rahatlık sağlamış olacaktır. Ancak şurasını gözden kaçırmamalı; ileri kapitalist ülke böyle borçları vermeye can atar belki ama, bunların öyle büyük ölçeklere varacağına da pek güvenilemez. Bu tür kredileri, ya sosyalist ülkelerin kabul edemeyecekleri kadar ağır siyasal ve ekonomik koşullara bağlar ya da bunları, yeni yeni satış alanları bulma ihtiyacının sosyalist ülkelere yardım yapma isteksizliğini geçici olarak aştığı bunalım dönemlerine özgü, kısa-süreli krediler olarak verir. Doğrusu, uygun koşullarla kredi almak için bir sosyalist ülke ancak başka bir sosyalist ülkeye güvenmelidir; fakat, en ileri, deha doğrusu en az geri kalmış sosyalist ülkelerin bile [sayfa 497] hâlâ yoksulluk çekmeleri nedeniyle, bu olanaklar oldukça sınırlıdır bugün için.
      Şunu da unutmamak gerekir ki, dışardan borç almanın getirdiği yarar, yabancı ülkelerle ekonomik ilişkilere girmekle sağlanan yararlardan biridir elbet ama, bunların en önemlisi değildir hiç bir zaman. Bundan daha önemli olabilecek - hatta bir ölüm kalım sorunu olabilecek - bir başka ilişki türü daha vardır: ülkenin tüketim ve sanayi ile tarım yatırımlarını fizik olarak gerçekleştirmek, bunların gerektirdiği fizik donatımı elde edebilmek için, bir sürü ülkeyle, ulusal gelirin oldukça önemli bir dilimi karşılığında ticaret yapılabilir. Hiç kuşkusuz, dünya ülkelerinin hepsi değilse bile çoğu, üretici kaynaklarını, gerektiğinde, bir kendine-yeterli ekonomi yaratmak için dış ticaretten çekebilirler; özellikle savaş koşullarında, siyasal ve ekonomik abluka altına girme koşullarında böyle bir durum kaçınılmaz olacaktır. Fakat böyle olağandışı durumlar bir yana, sosyalist ülkelerin çeşitli alanlarda üretim yapmakta aşırı gitmeleri, ekonomik kalkınma ve halkın mutluluk ve bolluk içinde yaşaması için gerekli bütün ürünleri bizzat çıkarmaya olanak verecek kadar "üretim, çeşitlendirmesi"ne başvurmaları yararlıdır, anlamına gelmez bu; hem de hiç gelmez! Zaten bu ölçüde bir üretim çeşitlendirmesi, bazı ülkeler için, teknik bakımdan olanaksızdır da; diğer bazı ülkelerde ise, böyle bir girişimin maliyeti o kadar yüksektir ki, sonuç olarak, verimlilik ve toplam üretimde büyük azalmalar görülür. Gerçi, verimliliğin ve toplam üretimin bu şekilde azalması demek, azgelişmiş ülkelerde oturan halkların yaşama standartlarının mutlaka gerilemesi demek değildir - bazı ülkelerde, oldukça çapraşık bir durum ortaya çıkar ve hatta yaşama standartlarında bir iyileşme bile görülebilir, çünkü verimlilik ve toplam gelir azalışı, ulusal gelir içinde yalnız kâr payını düşürmüştür; - fakat, böyle bir azalma, ekonomik kalkınma amaçlarına yöneltilebilecek olan potansiyel ekonomik artığı çok düşürür hatta tamamen ortadan kaldırır. [sayfa 498] Kendine-yeterliliğin potansiyel ekonomik artık büyüklüğü üstündeki etkisini görebilmek için, petrol üreticisi Orta-Doğuyu ya da Venezüella'yı, kauçuk üreticisi Malaya'yı ya da şeker üreticisi Küba'yı düşünmek yeter de artar bile! Demek oluyor ki, küçük ya da büyük, ileri ya da geri bütün sosyalist ülkelerin, ister kapitalist ister sosyalist, yabancı ülkelerle ticaret ilişkilerini sürdürmekte çıkarları vardır. Fakat doğrusu, kapitalist ülkelerle bu tür ilişkileri sürdüreyim ve geliştireyim derken, bütün sosyalist ülkelerin tarihleri boyunca çok önemli güçlüklerle karşılaştıklarını da görmezlikten gelemeyiz. Bu ülkelerin sanayileşme programları, bir zamanlar genellikle sanayi ülkeleri tarafından satın alınan hammadde ve yiyecek maddesi ihracatını kısmalarını gerektirir; bu bir yana, dış ticaretin önündeki siyasal engeller de kolayca üstesinden gelinemez boyutlara ulaşmaktadır. İkinci Dünya Savaşının bitmesinden sonra, Doğu Avrupa'nın ve Güneydoğu Avrupa'nın sosyalist ülkeleri ve Çin, kapitalist ülkelerce, enikonu bir kuşatma çemberi içine alındılar ve sanayileşmeleri için çok zorunlu malları satın alma olanağından yoksun bırakıldılar. Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu'nun son bültenlerinden birinde yer alan şu görüşün doğru olduğu açıktır: "Küçük bir ülkenin, enerji ve maddi kaynaklar bakımından yoksul bir ülkenin kalkınma maliyetleri, uluslararası iş bölümünün bütün avantajlarından yararlanmadığı sürece, kaçınılmaz olarak artacak ve büyüme olayı engellenecektir."[502] Fakat, bu öğüde uygun hareket etmek yalnız söz konusu yoksul ülkeye kalmış bir iş değildir! Nitekim, eğer diğer sosyalist ülkelerle ticaret yapma olanağını bulmasalardı, sosyalist ülkelerin, Batılı güçlerin düşmanlıkları nedeniyle, de facto kendine-yeterliliğe sürüklenmeleri işten bile değildi. Bu durumda, küçük sosyalist ülkeler olsun, kaynakları kıt (hiç değilse bugün için) ya da sayıca son derecede sınırlı bulunan sosyalist ülkeler olsun, ayakta bile duramazlardı ve eninde sonunda, ekonomik bağımlılık ve siyasal baskının birleşik güçlerine [sayfa 499] boyun eğmek zorunda kalırlardı.
      Aralarında ekonomik işbirliğine ve karşılıklı yardımlaşmaya girebilecekleri bir düzen kurmayı başaran, çok sayıda sosyalist ülkenin ortaya çıkması ve sanayileşmesiyle, bu durum kökünden değişmiş oldu. Bu düzen, sosyalist ülkelerin, olanakları ölçüsünde birbirlerine kredi açmalarına uygun bir ortam yaratmakla kalmıyor, tarafların, ithalât ve ihracat hacimleri ve fiyatları konusunda bir kaygı duymalarını ortadan kaldıracak uzun-dönemli anlaşmaların sağlam temeline oturan bir ticaret ilişkileri sistemi geliştirmelerine de imkân vermiş oluyor. Gene bu sayede, ülkelerin uzun-dönemli ekonomik anlaşmaların sağlam temeline oturan bir ticaret ilişkileri sistemi geliştirmelerine de imkân vermiş oluyor. Gene bu sayede, ülkelerin uzun-dönemli ekonomik kalkınma plânlarını birlikte düzenlemeleri ve bağdaştırmaları olanağı doğmuş oluyor ve bu, büyük çapta üretimde bulunmanın bütün üstünlüklerini onlara sağladığı gibi gereksiz üretim donatımı ikileşmelerini (yani aynı donatımı iki ya da daha çok ülkenin aynı zamanda kurup eksik kapasitede çalıştırması saçmalığını-ç.n.) de ortadan kaldırıyor; ayrıca, teknik bilgi alışverişi gibi bazı yararlar da sağlıyor bu düzen. Oskar Lange'nin belirttiği gibi, uluslararası işbölümünün kurulması olsun, göresel maliyetler ilkesinin (her ülkenin göresel olarak daha kolay ve ucuz ürettiği mallarda uzmanlaşması ilkesi-ç.n.) olsun doğru dürüst işleyebilmesi, sosyalist ülkeler arasında böyle bir uluslararası işbirliği çerçevesinin gerçekleşmesine bağlıdır; oysa, kapitalist bir çerçevede bunlardan dem vurmak, zayıf ülkelerin kuvvetliler tarafından sömürülmesini maskelemekten başka bir şey değildir; ekonomik eylemin bu ilkeleri ancak sosyalist bir işbirliği düzeni içinde işleyebilecektir.[503]
      Daha önemlisi, uluslararası işbölümü ve kaynakların ülkelerin göresel üstünlüklerine göre dağıtılmaları ilkelerinin anlamlarında görülen köklü değişikliktir. Sosyalist ülkeler arasındaki ekonomik ilişkileri düzenleyen bu ilkeler, [sayfa 500] artık, varolan (yürürlükte olan) işbölümü biçiminin dondurulması ve ulusların bugünkü (egemen olan, başat olan) uzmanlıklarının korunması anlamlarına gelmiyor. Tam tersine, sosyalist kamp içindeki, hem ulusal hem de uluslararası ekonomik plânlamanın amacı, azgelişmiş ülkelerin, çoğunlukla bir ya da iki malın ihracatına dayalı çarpık ekonomik yapılarından hızla kurtulmalarını sağlamaktır. Ülkelerin üretici girişim ve eylemlerini çeşitlendirmeye yönelen böyle bir kurtuluş, yalnız istenen (arzu edilen) bir şey değil, aynı zamanda tam anlamıyla kaçınılmaz olan, zorunlu olan bir şeydir. Eğer bu yapılmazsa, ne uzun-dönemli bir ekonomik büyüme sağlama şansı kalır, ne de toplumsal ve kültürel geriliğin ortadan kaldırılması ve Marx'ın, her zaman, "kırsal hayatın aşırı budalalığı"[504] olarak adlandırdığı durumun sona erdirilmesi olanağı!
      Azgelişmiş ülkeler ekonomilerinin, toplam üretimi çeşitlendirecek ve hızla arttıracak biçimde, böyle birbirine omuz verecek bir yeniden örgütlenme düzeninin içine sokulması, ne kaynakların aceleyle yeniden dağıtılmasını ne de yeni üretim alanlarının, bir hesap ve bir ayrım gözetilmeksizin açılıvermesini gerekli kılar. Gerekli değişikliklerin hızı ve niteliği konusunda bir karar verilirken, bir sürü ekonomik, toplumsal, işletmelerin yer seçimi ile ilgili ve teknik görüşün hesaba katılması gerekecektir; eldeki seçeneklerin hangisinin daha çekici olduğu zaten bu değişkenlere bakılarak kararlaştırılır. Bütün bu değişkenler topluca ele alındığında, belli yatırım alanlarının göresel üstünlüklerini gösteren bir tablo ortaya çıkar; söylemeye bile gerek yoktur ki bu tablo, ülkeden ülkeye değişiklikler gösterecektir. Bu tablonun hazırlanması, belli bir zamanda yürürlükte bulunan koşullara bağlı olmamalı, hem plânlamayı yapan ülkede hem de dış dünyada, plânlı dönem boyunca görülebilecek ya da olacağı önceden kestirilebilen değişiklikleri de kapsayacak biçimde ileriye dönük olmalıdır,[505] Şurası da son derecede açıktır ki, bu tablonun hazırlanmasında diğer ülkelerin yardımı ne kadar [sayfa 501] büyük olursa ve onların plânlı kalkınmalarının niteliği hızı konusunda ne kadar eksiksiz bilgiye sahip olunursa, kaynakların dağılımı süreci de, sonuç olarak o kadar başarılı ve akla uygun biçimde düzenlenebilecektir.
      Sosyalist ülkeler arasında böyle bir işbirliği (bir imece) gerçekten de çığır açan bir gelişmedir; emperyalist güçlerle azgelişmiş ülkeler arasındaki uluslararası ekonomik ilişkilerin yapısına kıyasla gerçek bir ileri atılımdır bu; çünkü, söz konusu olan ilişkiler yapısı, "başlangıçta, bir güç üstünlüğü olgusu olarak ortaya çıktı, emperyalist ülkenin, sömürgesindeki iş hayatının bileşimine ve yönelişine biçim vermesi olgusu olarak gelişti ve bu temelde kurulan ticaret ilişkileri, emperyalist gücün, başlangıçtaki üstün durumunun giderek büsbütün kuvvetlenmesine yol açtı."[506] Sosyalist ülkeler arası işbirliği, dünya ekonomisinin akla uygun bir biçimde yeniden örgütlenmesi bakımından yalnız bir ilk adımdır. Çünkü, ancak oldukça az sayıda ülkeyi etkileyen ve hatta, şu ya da bu derecede geri ülkeler arasında yer alan, tarihsel koşulların böyle oluşturduğu bir "azgelişmiş" işbirliğidir bu henüz. İşbirliği içindeki ülkeler sayısının az olması, bütün dünyayı kapsayacak, bir işbölümü ve uzmanlaşmanın olgunlaştırabileceği yararları ister istemez azaltmakta; ülkelerin hâlâ şu ya da bu derecede geri olmaları sonucunda ise, bunların birbirlerine verebilecekleri yardım, haliyle sınırlı olmaktadır.
      İleri bir sosyalist uluslar topluluğunda, üyeler arasındaki bu işbirliği çok daha gelişecek ve giderek yeni bir nitelik kazanacaktır. Kapitalizm çağı, "insanlığın tarih öncesi"ne doğru gittikçe artan bir hızla yol alırken, onun bellibaşlı kalıntılarından biri de tarih sahnesinden silinmeye yüz tutmaktadır. Ulus adı verilen siyasal ve ekonomik olgu, varlığını ve bill–rlaşmasını borçlu olduğu ekonomik ve toplumsal düzenin ölümüyle birlikte ortadan kalkacaktır; yavaş yavaş, fakat mutlaka ortadan kalkacaktır. Çünkü kapitalizm, kendi yükselme süreci içinde, yalnız bütün ilerici ve barbar yönleriyle ulusu yaratıp geliştirmekle kalmamış, [sayfa 502] fakat onun sonunda parçalanıp gözden kaybolması için gerekli koşulları da üretmiştir. Ve kapitalizm, bir yandan, "her ülkede üretime ve tüketime kozmopolit bir karakter verirken" ve "eski bölgesel ve ulusal inzivayı - köşeye çekilmeyi - ve kendine - yeterliliği, her yandan çekiştirip bozarak, ulusların evrensel karşılıklı - bağımlılığına dönüştürürken"[507], bu "kozmopolit karakteri" ve bu "evrensel karşılıklı-bağımlılığı" çelişkili ve çatışmalı, özünde patlayıp parçalanma eğilimi olan bir biçime sokmayı da başarmış oldu. Bunu başarırken, pişirip kotarırken, zayıf ülkelerin kuvvetlilere boyun eğmelerinden, emperyalizmden, sömürgecilikten ve sömürme olayından yararlandı. Burjuva demokrasinin kavramlarını bozup uluslararası ilişkilere dönüştürürken, "dünya topluluğunun" eşit ve bağımsız ülkelerden oluşacağını ilân eden kapitalizm, bununla, emperyalist güçler ile onların bağımlı ülkeleri arasındaki eşit statü ve eşit haklar üstünde, küçük ile büyüğün, yöneten ile yönetilenin eşitliği üstünde durduğu havasını yaratıyor, ileri ülkelerde yaşayanlar ile azgelişmiş ülkelerde yaşayanlar arasındaki derin eşitsizlikten de haberdar olduğunu belirtmek istiyordu. Marx'ın, kapitalist toplumu oluşturan bireylerle ilgili olmak üzere ortaya attığı bir ilke, dünya emperyalist sistemini oluşturan üye ülkeler için de, aynı ölçüde geçerli bulunmaktadır. "Eşit hak, aslında, eşit olmayan emek için eşit olmayan hak demektir. Eşit hak, sınıf farkı diye bir şey tanımaz, çünkü herkes, herkes kadar işçidir; fakat, üstü kapalı da olsa, bireysel yetenek donatımı bakımından kişiler arası farklılığı, insanların doğal bazı ayrıcalıklarla dünyaya geldiklerini, farklı üretici kapasitelere sahip bulunduklarını kabul eder. Demek oluyor ki bu, özünde diğer haklardan farksız bir eşitsizlik hakkıdır."[508]
      İşte, insanlığın büyük çoğunluğunun sürüp giden bir sefalet içinde çürümesine, küçücük bir azınlığın da bu sefaletin üstüne saraylar kurup saltanat sürmesine yol açan eşitsizlik budur. "Bütün uluslara eşit haklar" tanıyan statü [sayfa 503] ise, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı, ulusal ve toplumsal kurtuluştan yana, güçlü halk hareketlerinin ortaya çıkmasına olanak vermiştir. Bugüne kadar ancak kısmen başarılı olmuş bulunan bu hareket, eninde sonunda, emperyalizmi alaşağı etmeyi başaracak ve bir ulusun diğer bir ulus üstünde egemenlik kurması işine son verecektir. Bu hareket, yalnız, uluslararası eşitsizliğin ortadan kalkmasını sağlayabilir, insanlar arasındaki eşitsizliğe ise pek bir şey yapamaz. Sosyal devrim, nasıl, sınıfların ortadan kalkmasına yöneliyor, fakat sınıfları ortadan kaldırmıyorsa, ulusal devrim de, ulusların ortadan kalkmasına yöneliyor fakat onları ortadan kaldırmıyor. Her ikisinin de gerçekleşmesi için, toplumsal varoluşun yapısını ve içeriğini tamamen değiştirecek köklü gelişmelerin ortaya çıkmış olması gerek. Bunun için de, ekonomik büyümenin dev adımlarıyla ilerleyip, üretim güçlerini, yalnız "seçkin" bir iki ulusun değil, sosyalist dünyanın dört bir yanında yaşayan bütün üyelerin düzgün bir yaşama standardına ve sağlığa kavuşmasına olanak verecek bir düzeye yükseltmesi şarttır. Dahası var: bu standartlar her yerde hemen aynı olmalıdır; elbetteki, farklı bölgelerin kültürel ve iklimsel özellikleri dikkate alınacaktır. Daha bereketli topraklara, daha zengin maden yataklarına ya da daha uzun bir sanayi uğraşı geçmişine sahip olmakla bir üstünlük, bir çeşit "farklılık rantı" sağlayan bölgelerin, diğer bölgelere "yardım kesesinin ağzını açması" anlamına gelir bu. Bu yardımlaşma konusunda bütün söyleyebileceğimiz, bunun, belli bir ülkenin çeşitli bölgeleri arasındaki yardımlaşmadan farklı olmayacağıdır ya da ailenin toplam gelirine yaptıkları kişisel katkılar dikkate alınmaksızın, belli bir ailenin üyeleri arasında, yiyeceğin, giyeceğin ve konutun paylaştırılmasından farklı olmayacağıdır. Başka bir deyimle böyle bir eşitliğin sağlanması, kapitalizmde yaşamın bütün yönlerini biçimlendirip yöneten ilişkinin tahtından indirilmesi demektir; kapitalizmde değer kanunudur bu ilişkinin adı ya da bu bir quid pro quo (eşdeğerlik, sen bana [sayfa 504] ben de sana-ç.n.) ilişkisidir. Söylemeye gerek yoktur ki, söz konusu eşitlik, devrimin ha deyince getirebileceği, bugünden yarına gerçekleştireceği bir şey değildir. Bu aşamaya, insan onuruyla ve potansiyelleriyle bağdaşır bir yücelikte olan bu biricik aşamaya ulaşabilmek için daha kimbilir kaç onyıl geçmesi gerekecektir; bu onyıllar boyunca, yeni insan kuşakları, sosyalist işbirliği toplumun üyeleri olarak eğitim görecekler ve artık kapitalist pazarın ormanında birbirini boğazlayan kurtlar olarak yetiştirilmekten kurtulacaklardır. Bir satınalma ve satma "kültürünün", yüzyıllar süren bir boyunduruk altına alma-boyunduruk altına alınma ikiliğinin, çağlar süren bir sömürme sömürülme ayrımının insanlığa aşıladığı derin köklü düşünme ve davranış biçimlerinin silinip atılması için yokuş yukarı bir savaştır bu ve daha kimbilir kaç yıl bu niteliğini koruyacaktır. Bu geleneğin üstesinden gelmek için verilecek savaşın güçlükleri, ulus ölçü olarak alındığında, çok büyük olacaktır; uluslararası ölçekte ele alındıklarında bile çok büyüktür bu güçlükler. "Bir ülke ne kadar geri olursa, bu ülkede, küçük tarımsal üretimin, atalara ve cehalete bağlılığın kök salması da o kadar güçlüdür; bu ise, en derin küçük burjuva önyargıları olan ulusal bencillik ve ulusal dar-kafalılığın özel bir kuvvet ve direniş (inatçılık) kazanmasına yol açar. Bu gibi önyargılar, ancak çok yavaş bir biçimde ortadan kalkarlar; çünkü, bunların ortadan kalkabilmesi, ancak, ileri ülkelerdeki emperyalizmin ve kapitalizmin yokolmasından sonra olabilecek, ancak, geri ülkelerdeki ekonomik hayatın bütün temelleri köklü bir değişiklik geçirdikten sonra olabilecek bir iştir."[509] Stalin, böyle uzak bir hedefe doğru kararlı adımlarla ilerlemenin bugünkü bazı gereklerini doğru olarak ortaya koymuştur: "Toplumun bütün üyelerinin, fiziksel ve zihinsel yeteneklerini eksiksiz geliştirebilecekleri, bir kültür ilerlemesi ortamı yaratmak şarttır... Bunun için, herşeyden önce, çalışma gününü kısaltmak, altı saate, hatta beş saate indirmek gerekir. Toplumun üyeleri, eksiksiz bir eğitim [sayfa 505] görmek için gerekli boş zamana sahip olmalıdırlar ve bu; işte onun için gereklidir... Konutsal koşulların köklü bir biçimde iyileşmesi, işçilerin gerçek ücretlerinin artması ve çalışan insanlar sayısının, hiç değilse, artması da işte bunun için gereklidir."[510] Bâtıl inançların, bilgisizliğin ve kafa karanlığının, gerçekçiliğe, akla ve bilime "kayıtsız şartsız teslim olmasını" istiyorsak, bir kültür devrimine ve eğitim standartlarının alabildiğine yükseltilmesine dayanmalıyız; bunun başka yolu yoktur; sınıfların ortadan kalkması ve uluslar-arasında bir sosyalist topluluğun kurulabilmesi bunların gerçekleşmesine bağlıdır. Ve ancak yüksek bir yaşama standardı, maddi malların bolluğu gibi bir temel kurulabilirse, toplumun bütün kesimlerinin, bütünün ilerlemesine katkıda bulunduğu, "olmayanların" "olanlardan" yardım gördüğü ve giderek böyle bir bir yardımsa gerek duymadıkları bir uluslararası eşitlik düzeni de kurulabilir. Kuşkucular ve mızmızlar, bütün bunların "geleceğe ait bir senfoni", "bir yarın düşü" olduğunu söyleyebilirler. Hiç kuşkusuz, öyledir! Kapitalist ideolojinin çok sayıdaki pişkin ve kurnaz ajanı tarafından -sistemli, amansız ve kasten- itildikleri sürekli zihinsel ve psişik (ruhsal) budalalıktan kendilerini kurtaran bütün insanlar, bunu başardıkları anda, bu senfoninin ilk seslerini (muvmanını) duymaya başlayacaklardır zaten!


*
* *


      Ekonomik ve kültürel büyümenin, doğanın bitmez tükenmez kaynakları üstünde, insanın gittikçe güçlenen akılcı bir egemenlik ve üstünlük kurması temeli üstüne dayandırıldığı bir toplum, düzenine ulaşılması, tarihte bugüne kadar başarılmış herşeyi aşan büyüklükte bir girişim, bir meydan okumadır. Eğer, Marx'ın söylediği gibi, insanlığın servetinin özü, onun yeteneklerinin ve umutlarının tümünden oluşan bir varlık ise, yoksulluğu da, bilgisizliğinin ve korkaklığının oluşturduğu bir sonuç demektir. Bâtıl inanışın [sayfa 506] yerine aklı, tehlikeli gerçekler karşısında pısırıkça boyun eğmenin yerine insanin büyüklüğüne güvenmeyi koymak kolay iş değildir ve bugüne kadar, her zaman, tehlikeli bir girişim, dikenli bir yol olarak görünmüştür insanların gözüne. Böyle bir girişim, "özel mülkiyet öfke ve hışmının" bütün can yakıcı dirençleriyle karşılaşmakla kalmaz, Dostoyevski'nin Yeraltı Adam'ının, hani o "akıl kusan" ve "Benim gözümde doğa kanunları ve aritmetik beş para etmez, nasıl etsin ki, ne bu kanunlardan hoşlanıyorum, ne de iki kere ikinin dört etmesinden! Umurumda mı bunlar benim?" diye soran kahramanının durumuna götürür bizi doğrudan doğruya. Bu Yeraltı Adam'ı, burjuva uygarlığının o geniş aygıtı içinde şişirilip eğitilmiş, pişirilip kotarılmış bir kişidir. (Yeraltından Notlar adlı ünlü romana yollama yapılıyor-ç.n.). Ekonomistler, kapitalist sistemi, temelde mümkün olan tek sistem, ekonomik hayatın yer alabileceği tek ve "doğal" çerçeve olarak sunmakla, katkı yaptıklarını sanıyorlar -hani, aralarında, sistemin gelişmeye açık olduğunu söyleyenler de yok değil!-. İşte tam bu noktada söze karışan psikolog, ortaya "bilinçdışı" diye bir şey atıyor; daha akıllı davranma ve yaşama çabalarımızı sıfıra indiren, bunu ister istemez yapan, karanlık, dipsiz bucaksız bir kuvvettir bu "bilinçdışı". Psikologun bir başka marifeti de, "İD"in (ilkel benliğin, bilinçsiz benliğin) gözleme gelen yapısını, insana uygun olmayan (gayri insani) bir biçimde örgütlenmiş bulunan toplumun sürekli olarak ürettiği ve yeniden ürettiği yoksunluk ve kaygılardan çok, hiç değişmeyen biyotik güçlerle açıklamaya kalkmasıdır. [511] Aldous Huxley, Orwell, Koestler gibi edebiyatçılar ise, akla uygun toplum olarak kendi kafalarında yarattıkları şeyin sürrealist (gerçeküstücü) resimlerini çizerek ve karikatür ile gerçek arasındaki farkı kavrama yeteneğinden yoksun birçok insanın akla karşı bir tutum içine girmelerini sağlamaya çalışarak, kendilerine düşen burjuva görevlerini yapıyorlar.[512] Tarihin, kendi tercihlerine, kendi gönüllerine göre "yürümediğinden" yakınıp hayal kırıklığına [sayfa 507] düşen Ernest Hemingvvay gibi bazı yazarlara gelince, bunlar, amaçsızlığın, umutsuzluğun ve hiçliğin türküsünü söylemeye çalışıyorlar. Ortalık, gerçek dünyanın doğru dürüst kavranılmasını karartıp çarpıklaştırmaya çalışan, "gerçekten kaçıcı" (escapist) eserlerin yaratıcısı sanatçılarla dolu. Film sanayii ,basın, radyo ve televizyon da, elbirliğiyle, genci yaşlısı, bilgilisi, cahili ile, bütün insan düşüncesini, sistemli ve acımasız biçimde körleştiren budalaca işlerle zaman kaybettirici eğlencelerle uğraşmaktadır; ileri ülkelerdeki durum, bu bakımdan, geri ülkelerden hiç de aşağı kalmıyor.
      Kapitalist kültürün değirmeninde öğütülüp un ufak edilen Yeraltı Adam'ı, toplumsal devrimin hemen ertesi günü ortadan kalkacak değildir. Gerçi, onun yaşaması için gerekli kanı sürekli olarak emip aldığı toplumsal temel yıkılmış, onun direnme gücü büyük ölçüde kırılmıştır; fakat gene de bir gecede ortadan kalkmayacaktır o! Günü gelince "insanlığın karanlık çağlarının sonu" olarak değerlendirilecek olan bu mirası ortadan kaldırmak, kuşaklar boyu sürüp gidecek uzun bir savaşı gerektirecektir. Hegel'in iyi bildiği gibi, aklın gelişimi ve yükselişi, hiç bir zaman bir doğru çizgi boyunca olmamıştır. Sık sık kesilip yavaşlamış, düşmeler göstermiş bir çizgi boyunca gelişmiştir akıl denilen nesne; engisizyon mahkemeleri, toplama kampları, gaz odaları ve cadı avlarıyla, zaman zaman, kesikliğe uğramış bir gelişimden geçmiştir. Parlak zaferler kazandığı gibi acıklı yenilgilere de uğramış, iç açıcı, göğüs kabartıcı ilerlemelerden geçtiği gibi, yürek burkan, can sıkan geri çekilmelerle sarsılıp tökezlenmiş bir gelişim olmuştur bu! Akıl yolunu tıkayan engeller, yalnız, statüko'ya dört elle sarılan güçlerin kini ve inatçılığı da değil; bu güçlerin kıskıvrak bağladığı halkın, içinde bulunduğu karanlık da bu engellerden biri. Engeller arasında, kendisini, halkın zaferi için savaşa adamış olanların, sık görülen ve insanı çileden çıkaran yetersizlikleri ve yanlışları da var. Bu gibi sapmalar, burjuva toplumunun uyguladığı cezalardan [sayfa 508] ve toplum dışına atmalardan yılmayıp, varlığını ilerleme yoluna adamayı göze alabilecek gücü ve yüreği kendisinde pekâlâ bulabilecek birçok insanın korkmasına ve yoldan çıkmasına neden olmaktadır. Akıl yolunda ilerlerken işlenilen hataları fırsat bilip, döneklik gösteren ve bilinemezciliğin (agnostisizmin) ve edilginliğin (pasifizmin) batağına saplanan oportünistlerin bilinen tutumlarına parmak basmadan geçemeyiz.
      Unutmamak gerekir ki, hata, insan davranışlarında kaçınılmaz bir şeydir; hataların ortaya çıkması, gerçekten de, aklın ilerleme biçimlerinden biridir; hatalar yapılacak ve düzeltilecektir ki akıl denilen şey daha da ileriye gitsin! Düşüncenin içine düştüğü yanlışlıklardan hiç biri, akılsızlık ile hatayı birbirinden ayırmakta gösterilen beceriksizlik kadar tehlikeli ye yıkıcı olmasa gerek! Aradaki fark, bir psikotiğin (delinin) saçmaları ile akıllı bir insanın yaptığı yanlışlıklar arasındaki fark gibidir oysa. Bunlardan; birincisi köklü bir hastalıktan kaynak alır, ikincisi ise bilgi ve görüş yetersizliğinden. Kişisel plânda olduğu gibi, toplumsal plânda da, bunların hiç biri, temeldeki nedenler ortadan kaldırılmadıkça silinip atılamaz. Toplumsal bir olgu olarak akılsızlık, onun temeli ve dayanağı olan kapitalist sistem varlığını sürdürdükçe yaşayıp gidecek, yani bu akılsızlığın üstesinden hiç gelinemeyecektir. Dahası var: nasıl bir psikotik, tartışma ve kanıtlama ile etkilenip düzeltilemiyorsa, örgütlenme ilkesinin akılsızlık olduğu bir toplumsal düzen de, bilimin ve eğitimin ilerlemesi ile akla uygun bir hâle getirilemez. Doğrusu, akla aykırı biçimde kurulmuş bir toplumda elde edilen yeni bilgiler, ölümün ve yıkımın emrindeki güçleri arttırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
      Toplumsal ilişkilerin yönetici ilkesi olarak aklı seçmiş bir toplumda ise durum tamamen farklıdır. Bir kez daha belirtelim ki, böyle bir toplumun evrimi, uzun ve acılı bir süreçle gerçekleşebilir. "Burada komünist toplum üstünde durmalı ve onu kendi temelleri üstünde değil, kapitalist [sayfa 509] toplum temelleri üstünde yükselen, kapitalist toplumdan doğan bir yapı olarak incelemeliyiz; böyle inceleyince de, onun her bakımdan yani ekonomik, töresel ve zihinsel yönlerden, karnından çıktığı eski toplumun, doğum sırasında bıraktığı izlerle mühürlenmiş bulunduğunu göreceğiz."[513] Nitekim, uzunca bir süre, akılsızlık ve yanlışlık, sosyalist düzenin de başına belâ olacaktır. Cinayetler işlenecek, yolsuzluklar yapılacak, zulüm ve adaletsizlik kaçınılmaz olacaktır. İşlerin yürütülmesinde, yanlışlıklara hiç düşülmeyeceğini de kimse söyleyemez. Plânlar yanlış yapılacak, kaynaklar israf edilecek, hiç gereği yokken köprüler inşa edilecek, daha çok buğday üretilmesi gerekirken fabrikalar kurulacaktır. Fakat asıl önemli olan, bu yanlışların, toplumun özünde, kaçınılmaz olarak varolan akılsızlıktan kaynak almaması; durum, işte bu noktada kapitalist düzendekinden farklıdır. Yeni düzendeki akılsızlık, sömürüye, ulusal önyargıya ve durmadan körüklenen bâtıl inançlara dayalı bir toplumun bağrından, kaçınılmaz olarak fışkıran bir akılsızlık değildir artık. Yeni düzenin akılsızlığı, geçmişin bir kalıntısı olarak ortaya çıkacak, sosyo-ekonomik bir temelden yoksun bulunacak, sınıf farklarının ortadan kalkmasıyla büsbütün köksüzleşecek, insanın insan tarafından sömürülmesi sona erince, o da silinip gidecektir. Sosyalist toplum olgunlaşıp da kendi temelleri üstünde" gelişebilir hâle gelince, kendisini kapitalist geçmişin mirasından gitgide arıtmış olacaktır. Onun işlevsel bozuklukları ve hataları, ancak, zihinsel ve psişik niteliklerinin yetersiz oluşu ya da eldeki bilgilerin eksik bulunuşu nedeniyle, aslında aklı başında olan adamların verdikleri kötü yargı ve kararların bir sonucu olabilir. Bu nedenlerin her ikisini birden ortadan kaldırmak için, insanın doğa üstündeki denetimini alabildiğine geliştirmek ve insanların kendi aralarındaki ilişkileri düzeltmek yetecektir ki bunlar da, her türlü bilimsel uğraş için, büyük ve göğüs kabartıcı yeni çalışma alanlarıdır. Bilginin ilerlemesi, insanın ilerlemesi için güçlü bir araç hâline dönüştürülünce [sayfa 510] bilim, hayatın dört bucağındaki erkek ve kadınların da uğraş alanı olmaya başlayacaktır. Özgür bir halkın sonsuz kaynaklarından sağladığı enerjilere dayanan böyle bir bilimsel gelişme, açlığı, hastalığı ve kafa karanlığını bir daha ortaya çıkmayacak biçimde silip atmakla kalmayacak, fakat aynı zamanda, bu görkemli ilerleme süreci içinde, insanın zihinsel ve psişik yapısın köklü bir değişikliğe uğratarak yeniden yaratacaktır.
      Kalkınmanın gelip durgunluğun yerini aldığı, büyümenin gelip çöküşün ve çürümenin yerini aldığı bir toplumun doğuşuna katkıda bulunmak ve barbarlığın yerine kültürün geçmesi için çalışmak, aydınlar için en soylu ve gerçekten de en doğru davranıştır. Aklın, mite (masala) karşı, hayatın ölüme karşı zafer kazanmasının gerekliliği, mantık araçlarıyla kanıtlanamaz. Büyük bir fizik bilgininin bir zamanlar söylediği gibi, "Mantık, yalnız mantık, hiç kimseyi, kendi algı ve anlayış çerçevesinin ötesine götüremez; mantık, insanı, başka yoldaş insanların da varolduğunu kabul etmeye bile zorlayamaz."[514] Bu gereklilik, "insanlığın, yaşamaya, gelişmeye ve mutluluğa hakkı vardır ve bu önerme ayrıca bir kanıt istemez" düşüncesinden kaynak almaktadır. Bu düşünce doğruysa, böyle bir gereklilik de vardır; biri yoksa, öteki de yoktur. Ancak böyle bir düşünce, dünyada, kanıtlanmaz ve yadsınmaz tek önermedir kuşkusuz!. [sayfa 511]
     






Dipnotlar

[205] Bu, bir olgunun temel niteliklerinin neler olduğu konusundaki bilginin, Tanrı tarafından, "Kullarına uykularında verildiğini" söylemek değildir. Bu bilgi, eldeki konunun, tam ve ayrıntılı bir incelemeden geçirilmesinden başka bir yolla elde edilemez; Kuramsal modelde, nelerin yer alması, nelerin almaması gerektiği konusunda karara, temel teşkil edecek olan işte böyle bir incelemedir. Bu anlamda, toplum bilimleri, birikimsel bilgi aktarmasında, diğer bilimlerden daha geri değildir yani her araştırıcının işe sıfırdan başlaması gerekmez. Bir sosyoekonomik sürecin, temel öğelerinin neler olduğunu bulmaya yarayacak, amaca tam elverişli işaret taşları elimizin altındadır. Bütün bilimsel çalışmalarda olduğu gibi, bu işaret taşlarının amaca elverişliliği, ancak pratik ile, yani somut tarihsel verilere, kuramsal ve pratik olarak uygulanmasıyla saptanabilir.
[206] Processes and Problems of Industrialization of Underdeveloped Countries (1955) s. 6 ve devamı.
[207] Ragnar Nurkse, Problems af Capital Formation in Underdeveloped Countries (Oxford, 1953), s. 63, bu hesaplamanın kaynağı aynı sayfada gösterilmektedir.
[208] E.S. Mason, Promoting Economic Development (Claremont, California, 1955), s. 16.
[209] Maurice Dobb, Studies in the Development of Capitalism (London, 1946). s. 21.
[210] Grundrisse der Kritik der Politischen Ekonomie (Rohentwurf) (Berlin, 1953), s. 404.
[211] Dobb'un belirttiği gibi, "bu yeni ticaret burjuvazisinin evrensel olduğu kadar şaşırtıcı olan bir özelliği, bu sınıfın bir kez ayrıcalıklarını elde ettikten sonra, hemen, feodal toplumla uzlaşmaya girişmeye hazır olmasıdır." a.g.e. s. 120.
[212] a.g.e. [sayfa 312]
[213] Bkz. Dobb, a.g.e. s. 207 ve devamı. İlkel sermaye birikiminde, köleliğin ve köle ticaretinin oynadığı rol hakkında, bkz. Eric Williams, Capitalism and Slavery (Chapel Hill, North Caroline, 1944).
[214] Marx, Capital (Kerr baskısı). Cilt. I, s. 843. Kapitalist sınıfın egemenli altına girmiş devletin, ekonomik işlere devletin çok az karışmasıyla ün yapan bir ülkede bile, kapitalizmin ilk gelişme döneminde oynadığı rol hakkında, Profesör E.S. Mason, şu yararlı hatırlatmayı yapmaktadır: "Federal hükümet ile eyalet hükümetlerinin, kanallar, nehirleri düzenleme ve geliştirme işleri, karayolları, demiryolları, liman kuruluşları ve benzer yatırımlar yoluyla, sosyal sermaye oluşumuna ne ölçüde büyük katkıda bulunmuş olmalarından birçok Amerikalının haberi bile yoktur. Devletin bu tür kamusal kuruluşları ve donatımı ortaya koyması, hiç kuşkusuz, özel yatırımların yapılabilmesi için zorunlu bir koşul niteliğindeydi." Promoting Economic Development (Claremont, California, 1955), s. 47.
[215] Marx, Capital (Kerr baskısı). Cilt I, s. 13.
[216] Dobb, Studies in the Development of Capitalism (London, 1946). s. 208.
[217] Marx, Capital (Kerr baskısı), Cilt I, s. 826.
[218] Bu demek değildir ki, her şey hesaba katıldığında, yararlanan ülkeler bakımından bu, tam anlamıyla bir nimet olmuştur. Batı Avrupanın sosyal ve ekonomik hayatındaki çürüme, şovenizmin ve ırkçılığın artması ile sonuç olarak emperyalizmin ve aşırı milliyetçiliğin gelişmesi gibi bir durum, büyük ölçüde, Avrupalılar dışında kalan halklara, Batı, kapitalizminin başlangıç döneminde reva gördüğü soygun ve yağma düzeninin bir ürünüdür aslında.
[219] Bkz. W. Moore, Industrialization and Labor (Ithaca and New York. 1951), s. 52.
[220] Vera Antsey, The Economic Development of India (London, New York, Toronto, 1929; yukardaki sözler, bu kitabın 1952 tarihli 4. baskısından alınmıştır.) s. 5
[221] Hindistan konusunda, ilk gözlemcilerden birinin belirttiği gibi "Hindistan halkının büyük çoğunluğu, büyük bir çalışma enerjisi ile doludur, sermaye birikimine yatkın ve yeteneklidir, harikulade bir matematiksel kafa berraklığına sahiptir, matematik ve doğal bilimleri alanlarında üstün yeteneklidir. Zekâları işlektir." Marx ve Engels'in On Britain (Moskow, 1953) adlı eserlerinde yer alan, Marx'ın "The Future Results of the British Rule in India" adlı yazısında yer almaktadır bu sözler, s. 390 (İtalikler orijinalde). İngilizlerin, kurdukları ve denetim altına tuttukları eğitim sistemi ile bilimsel ve endüstriyel yeteneklerin Hintliler arasında gelişmesini özendirmemek, aksine önlemek [sayfa 313] için ellerinden geleni yaptıkları, bir çok Hindistan uzmanı tarafından açıkça kabul edilmiştir. Vera Anstey'in deyişiyle, "...İngilizlerin eliyle kurulmuş eğitim sisteminin, bilim ruhunun yaratılmasında ve bilimsel bilgi üretilmesinde ne ölçüde yardımcı olduğumu araştırmamız gerekmez mi? Gördüğümüz şu: insanlara, çevrelerindeki dünyayı anlamayı ve doğa kuvvetlerinden en iyi biçimde yararlanabileceğini ve bunların en iyi nasıl denetim altında tutulabileceğini öğretecek yerde, 16. ve 17. yüzyıllarda yaşamış İngiliz yazarlarının eserlerinden alınmış arkaik (köhnemiş) sözler üstünde kompozisyon ödevleri yazmanın ve yabancı bir ülkenin silik hükümdarlarının kişisel hayat serüvenlerini ezbere bilmenin öğretilmiş olması." a.g.e. s. 4.
[222] William Digby, "Prosperous" British India (London, 1901), s. X
[223] R. Palme Dutt'un India Today (Bombay, 1949) adlı eserinde sözü geçmektedir, s. 32. Bu oran, Hindistan kadar yoksul bir ülkede, ekonomik artığı oluşturması beklenebilecek olan ulusal gelir diliminin, büyüklüğü gözönünde tutularak, değerlendirilmelidir.
[224] Yukardaki pasaj, Macaulay'in Lord Clive adlı kitabından alınmıştır.
[225] The Law of Civilization and Decay, An Essay on History? (New York, 1896; 1943 tarihli baskısından aldım), s. 294 ve devamı.
[226] London, 1901. Yukardaki pasaj, eserin 1950 tarihli 7. Baskısından alınmıştır, s. VIII ve devamı. Hindistan'da İngiliz yönetiminin yüksek rütbeli bir görevlisi olarak bulunmuş ve Londra'da University College'de Hindistan Tarihi Profesörlüğü yapmış olan bu yazar, Hindistan üzerinde India Today (London, 1940, s. baskısı Bombay, 1949) adlı önemli eserin yazarı R. Palme Dutt ile karıştırılmamalıdır.
[227] Marx, "British Rule in India," Marx ve Engels, Selected Works (Moskow, 1949-1950), Cilt I içinde, s. 313.
[228] Speeches, Digby'nin "Prosperous" British India (London, 1901) adlı eserinde sözü edilmektedir, s. 63.
[229] Jawaharlal Nehru, The Discovery of India, (New York, 1946), s. 306 ve devamı.
[230] a.g.e. s. 306 ve devamı.
[231] "British Rule in India", a.g.e, s. 317. [sayfa 314]
[232] Thomas C. Mith, Political Change and Industrial Development in Japon: Government Enterprise, 1868-1880 (Stanford, California, 1955), II. Bölüm; Bu olağanüstü çalışmayı, daha kitabın basılması sırasında okumama izin verdiği için Profesör Smith'e çok teşekkür ederim.
[233] Şurasını özel bir önemle belirtelim ki, daha 18. yüzyılda, güçlü feodal klanlar, özellikle de Güney Kyuşu'daki Satsuma klanı, büyük çapta ticarete girişmişler ve büyük çapta sermaye biriktirmişlerdi. E. Herbert Norman, Japan's Emergence as o Modem State (New York, 1946, s. 15. Böyle erken bir tarihte ticarete atılmaları, bazı feodal beylerin, 86 tozoma'dan yani "dış beylerden" sayılmalarından ve ülkeye egemen olan Tokugawa beyler gurubu tarafından hükümet işlerine yanaştırılmamalarından ileri gelmiş olsa gerektir. Böylece, bu feodal beyler, enerjilerini boşaltacak başka (yöneticilikten başka-ç.n.) iş alanları aramak zorunda kalmış olmalıdırlar.
[234] G.B. Sanson, The Western World and Japan (New York, 1950), 240
[235] Bunlar, G.B. Norman tarafından, bir dereceye kadar ayrıntılarına inilerek anlatılmaktadır, a.g.e.
[236] E. Herbert Norman, Japan's Emergence as a Modern State New York, 1946) s. 17.
[237] Devrimci olaylara katılan bireylerin hangi toplumsal sınıftan gelmekte oldukları ne ölçüde önem taşır? sorusu, genel olarak, oldukça su götürür bir konudur. Bir tarihsel hareketin sınıfsal içeriği ile bu harekete katılan ve öncülük eden kimselerin, sayıca önemli bile olabilecek bir kesiminin sınıfsal kökenleri arasında bulunacak yakın bir [sayfa 315] bağlantı konusunda, farklı sınıflardan gelen bireylerin karâr ve davranışlarını etkilemekte olan ve tesadüfe bağlı pek çok etmen rol oynar. Bir burjuva devrimi, kendi sınıflarının sağladığı nimetleri, salt yetişme biçimleri ve aldıkları eğitim gereği teperek, bu ilerici harekette önderlik durumuna yükselmiş çok sayıda soylu kişi katılıyor diye, daha az burjuva devrimi hâline gelmez; tıpkı bunun gibi, bir proleterya devriminde de, öncüler kesiminde, salt burjuva ya da aristokrat kökenli kimseler yer alıyor diye, hareket daha az proleter nitelikte olmaz. Bundan dolayı, kendilerine, belki de Restorasyon döneminde oynadıkları rolün kabul edilmesi sonucu olarak sonradan şeref payeleri verilmiş "Restorasyon önderlerinin" sınıfsal kökenleri konusunda, Thomas C. Smith (a.g.e. 11. Bölüm) tarafından verilen bilgi benim için o kadar önemli değildir. Bu kitapta anlatıldığı biçimde ödüllendirilen tüccarın sayıca dikkat çekecek kadar az oluşu, tüccar sınıfının devrimci harekette ancak küçük bir rol oynadığını akla getirebilir. Oysa, böyle bir izlenim geniş ölçüde yanlıştır. Geleneksel olarak burjuvalar, devrimci politikaya hiç bir yerde, bizzat katılmamışlardır. Gerçekten de, politika sahnesinde, özellikle kargaşalığın egemen olduğu zamanlarda, doğrudan doğruya kendi sınıflarının üyelerine iş gördürmekten çok, kendilerine bağlı kimseler, ajanlar ve müttefikler aracılığıyla iş çevirmeyi adet hâline getirmiş olması, her halde, kapitalist sınıfın en belirgin özelliklerinden biridir. Bu tutum, onun, ekonomik ve ideolojik doğasından (niteliğinden) ileri geliyor. Hiç kuşkusuz, Japonya gibi, tamamen, feodal geleneğin egemenliği altında bulunan, aç ve haris samurai ve ronin'lerle dolup taşan bir siyasal ortamda, Yedo ve Osaka tüccarları, özgürlük savaşına bizzat katılmaktansa, paylarına düşen paraları yatırmayı yeğlemişler, bunun daha akıllıca bir iş olacağını çarçabuk anlamışlardı. "Yedo ve Osaka'daki zengin mağaza sahiplerinin soylarından gelenler, 1868 yılında, Şogunluk'un (başkomutanlığın) devrilmesiyle son bulmuş olan harekette, önemli, gerçekten de büyük ve zorunlu rol oynadılar; çünkü onların paraca desteği olmaksızın, hareket başarıya ulaşamazdı." G.B. Sanson, a.g.e. s. 189.
[238] E. Herbert Norman, a.g.e., s. 49.
[239] Marx, Grundrisse der Kritik der Politischen Ekonoınie (Rohentwurf) (Berlin, 1953) s. 406. (İtalikler ve "örneğin" kısaltması orijinalde).
[240] "Japon tüccarı, sermaye birikimi için, 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupalı tüccarın yararlanmış olduğu kapkaç ve soygun olanaklarından yoksundur." Norman, a.g.e. s. 51.
[241] "Meiji Devrimi, temel feodal mülkiyet ilişkilerini, baskı altına almak şöyle dursun, bunları, yeni Japon toplumunun kapitalist [sayfa 316] yapısına kattı ve yasal yaptırıma bağladı. "H. Kohachiro Takahashi." "La Place de la Revolution de Meiji dans l'histoire agraire du Japon," Revue Historigue (Ekim-Kasım 1953), s. 248.
[242] a.g.e. s. 262. Burada, tanınmış Japon istatistikçisi ve tarihçisi M. Yamada'nın araştırmaları, bu verilerin kaynakları olarak gösterilmektedir.
[243] Ya. A. Pevsner, Monopolistiçeski Kapital Yaponii (Japonya'nın Tekelci Sermayesi), (Moskow, 1950), s. 11.
[244] Söz konusu açık finansmanın hacmi ve uygulama yöntemleri şu eserde irdelenmiştir: Thomas C. Smith, Political Change and Industrial Development in Japan: Government Enterprise 1868-1880 (Stanford, California, 1955), VII. Bölüm.
[245] Norman, a.g.e. s. 94. Takahashi ek olarak şu önemli gözlemde bulunmaktadır: "Restorasyon hükümeti tarafından alınan bu önlemler, bir yandan, eski feodal beyleri (daimyo), tefecilere karşı borçlarından kurtarmış, öte yandan da, çok kez feodal baskı zoruyla borç verme durumunda kalmış kapitalist tefecileri, devlet garantisi taşıyan alacak senetleri sahibi hâline getirmişti. Daha düne kadar, değersiz bir kâğıt parçasından ibaret olan şey, bugün artık modern işlevi olan sermaye hâline dönüşmüş bulunuyordu." a.g.e., s. 252 dipnotu.
[246] 1875'ten 1800'e kadar bankaların toplam sermayeleri, 2.450.000 yen'den 43.040.000 yen'e yükseldi. "Artış, çok büyük ölçüde, 1876'da samurai ve daimyolara, devletten alacaklarına karşılık olmak üzere, tahviller verilmesinin sonucu idi. Çünkü bu tahviller, hazine tarafından, ulusal bankaların kurulmasında kullanılan banknotlarla değiştirilebiliyordu." Thomas C. Smith, a.g.e., IV. Bölüm ve Pevsner, a.g.e., s. 20.
[247] Thomas C. Smith, a.g.e., IV. Bölüm.
[248] Capital (Kerr baskısı). Cilt I. s. 338. Sırası gelmişken belirtelim: Bu pasajın ilk kısmı, daha önce tartışma konusu yaptığımız tekelci kapitalizm açısından da önemli ve ilginçtir. Bkz. s. 76, bu kitabın İngilizce aslında (ç.n.). Bakınız: Bu kitabın Türkçe çevirisinin Üçüncü Bölümü'nün, IV. Alt-bölümü. (ç.n.)
[249] Norman, Japan's Emergence as â Modern State (New York, 1946). s. 131. "Fabrikalar, kural olarak, devlete maloluş bedellerinin yüzde 15 ile 30'u arasında değişen fiyatlarla özel kesime devredilmiştir. Üstelik alıcılara, bu bedelleri, 20' ile 30 yıl gibi uzun dönemler içinde ödeme olanakları tanınmıştır." Pevsner, a.g.e., s. 23.
[250] "Girişimler ve girişimciler tarihi" konusunda, aslında soygun krallarının göklere çıkarılması amacını güden, şirketler ve sözde bilim dostu vakıflar tarafından desteklenen ve bugün alabildiğine [sayfa 317] çoğalmış, bol keseden para alıp harcayan araştırmalar için bkz. Leo huberman, "The 'New' History or the Crowning of Mamnon" Monthly Review (August, 1952); Herbert Apthker, Laureates of Imperialism (New York, 1954).
[251] Hemen yüz yıl süren yoğun araştırmalardan sonra, bugün bile, Japonya'nın bilinen doğal zenginlikleri, diğer sanayi ülkelerinin çoğunun sahip oldukları zenginlikler ile karşılaştırılamaz. Japonya'da, petrol, boksit ve demirden-başka metaller hiç yoktur; kömür ve demir de çok azdır. Ülkeyi kurtaran tek zenginlik kaynağı akarsular ve büyük bir hidroelektrik kapasitesine sahip oluşudur. Bkz. E.W. Zimmerman, World Resources and Industries (gözden geçirilmiş baskı, New York, 1951), özellikle s. 456, 525, 718.
[252] Norman, a.g.e., s. 46.
[253] "Eski emperyalizm harç alırdı, yeni emperyalizm, faizle borç para veriyor." H.N. Brailsford, The War of Steel and Gold (London, 1914), s. 65. Ticaret sermayesinin önemindeki azalma ve oldukça şüpheli Uzakdoğu pazarlarının ele geçirilmesi çabalarındaki heyecanda bir azalma olunca, Eski Çin Uzmanı denilen kişilerin önemleri de azaldı. Bu konuda yetkin bir inceleme olan N.A. Pelcovits'in, Old China Hands and the Foreign Office (New York, 1948).
[254] "1850 ile Amerikan İç Savaşının sonuna kadar geçen sürede, uluslararası durumun özellikle karmaşık bir yapı kazanmış olması, Fransız-Alman Savaşının patlak vermesi ve Japonya'da İngiliz-Fransız ortak dolaplarının sonucu olan durgunluk... Japonyaya, ülkenin ekonomik bakımdan çürüme, ticari ve askeri bakımdan yabancı boyunduruğu altına düşme tehlikesi getirmiş olan feodal zincirleri koparıp atabilmek için, son derecede gerekli bir nefes alma dönemi olanağı yaratmıştır." Norman, a.g.e., s. 46.
[255] Kh. Eydus, Yaponia et Pervoy do Vtoroy Mirovoy Voiny (Birinci ve İkinci Dünya Savaşları Arasında Japonya), Moskova, 1946, s. 4.
[256] Thomas C. Mith, Political Change and Industrial Development in Japan: Government Enterprise, 1868-1880 (Stanford, California, 1955).
[257] Soçinenya (Eserler), 4. Baskı, Moskova, 1947, Cilt 15, s. 161.
[258] "Çin feodal toplumunun derinliklerinde kendini gösteren meta üretiminde, kapitalizmin ilk belirtileri, zaten, oluşum hâlinde, vardı. Bundan ötürü, Çin, yabancı kapitalizmin etkisi olmaksızın da, yavaş yavaş, kapitalist bir ülke hâline gelebilirdi." Mao Çe-Tung, Izbrannye Proizvedenya (Seçme Eserler), Moskova, 1953, III. Cilt, s. 142. [sayfa 318]
[259] Bu tür kırsal ve yapısal işsizliğin yani bazılarının dediği gibi "gizli işsizliğin" güzel bir tartışmasını, B. Datta'nın The Economics of İndustrialization (Calcutta, 1952) adlı kitabının V. Bölümünde bulmak mümkündür. Burada, konuyla ilgili literatüre de yollamalar yapılmaktadır.
[260] Ayrıca, azgelişmiş ülkelerde (çoğunda) az sayıda, oldukça zengin köylülerden, tüccardan ve tefeciden oluşan melez bir kırsal tabaka daha vardır: Rus terminolojisinde bunlara "kulak" adı verilmektedir. Bunlar, ücretli işgücü kullanırlar, ticaret yaparlar, borç para verirler; köyün sülükleri, "kan emicileri" niteliğindedirler ve bazan ekonomik artığın büyük bir dilimi bunlarda kalır.
[261] Yukarda verilen bilgilerin çoğu, Birleşmiş Milletlerin Land Reform (Toprak Reformu) adlı kitabında çok güzel özetlenmiştir (1951).
[262] Doğrusu, dağıtılan ekonomik artığın bir kısmı, döner dolaşır, yeniden kitle tüketimine gider. Tıpkı Orta Çağlardaki Kilise ve Derebeyleri uygulamasında olduğu gibi, her çeşit sadaka, akrabalara yardım, eski dostların kayırılması ve çeşitli adlarla dostlara yardım, toprak ağalarının bütçesinde önemli yer tutmaktadır. Söylemeye gerek yoktur ki, insancıllık açısından daha akla yakın olmakla birlikte, ekonomik artığın bu şekilde kullanılması, toprak ağasının parayı kendi ihtiyaçları için bol keseden harcamasından, ekonomik büyüme bakımından, hiç de daha yararlı değildir.
[263] Bkz. W.E. Moore, Economic Demography of Eastern and Southern Europe, (Geneva, 1945), s. 55-98.
[264] Çarlık Rusyasında Stolipin'in yaptığı türden tarım reformlarını incelerken bu nokta akılda tutulmalıdır. İkinci Dünya Savaşından önce Doğu ve Güneydoğu Avrupa'da yapılan tarım reformları için, Latin Amerikanın, Güneydoğu Asyanın ve Yakın Doğunun bazı ülkelerinde bugünlerde kanunu çıkarılan (ya da üstünde konuşmalar [sayfa 367] yapılan) tarım reformları için de bu nokta önemle üstünde durulacak niteliktedir. "Düzenli bir biçimde" işleyen bu tür tarım reformları, hükümetlerin verdiği bahşişler niteliğinde olup, aslında toprak sahiplerinin çıkarları yönünde ve toprak sahiplerinin denetimindedir; köylülüğü yatıştırıp uyuşturma amacına göre hesaplanmıştır ve çok kez, toprak ağalarının eline avuç dolusu para geçmesine yol açmaktadır. Bu tür toprak reformları, ağaların devlet üstündeki pençelerini gevşetmek şöyle dursun büsbütün pekiştirmektedir. Bu tür toprak reformları, toprak reformlarının bütün sıkıntılarını ortaya çıkarmanın yanısıra; sanayi kalkınmasına olanak da vermez; tarım ekonomisinin yeniden düzenlenerek, akla uygun kurallar içinde işlemesini de sağlayamaz.
[265] Önde gelen Meksikalı ekonomistlerden biri olan Ricardo Torres Gaitan şöyle söylüyor: "Ticaretin tarımdan daha büyük bir gelir yaratması gerektiğini ve hele tüccar faaliyetlerinin, tarımsal faaliyetlerin iki katından fazla bir gelir yaratacaklarını kabul etmek mümkün değildir." Aktaran, A. Sturmthal, "Economic Development, Income Distribution, and Capital Formation in Mexico" Journal of Political Economy, (June, 1955), s. 198 dipnotu.
[266] Toplumun en yetenekli ve en dinamik insanlarının bir kısmını içine alan bu gurup, belki de bütün kaynaklar içinde en kıt olanı, yani yaratıcı insan gücünü, israf etmekte, çürütmekte ve bozmaktadır. Belki durum, bu bakımdan, gelişmiş kapitalist ülkelerdekinden farklı değildir ama, azgelişmiş ülkelerde "üçüncü kesimin" (hizmet kesiminin -ç.n.) çok kalabalık olması ile, gene bu kesimin, ileri ekonomik ve toplumsal koşullar altında genişlemesini gene de birbirinden ayırmakta yarar vardır. Nasıl, şişmanlık, ya fazla zenginliğin ya da yoksulluğun (kötü beslenmenin-ç.n.) bir belirtisi olabiliyorsa, çok sayıda insanın dolaşım (ve hizmetler) alanında çalışması da, hem ekonomik ilerilik-ten hem de ekonomik gerilikten kaynak alabilmektedir. B. Datta, The Economics of Industrialization (Calcutta, 1952), VI. Bölüm'de bu noktayı çok iyi koyuyor ortaya; gene de bu yazarın, bu yüzden ileri gelen kaynak-israfını olduğundan daha az görüp gösterdiği söylenebilir. Bu yanlışlık, her zaman olduğu gibi, söz konusu israfın toplamı gelire oranla hesaplanmasından, ekonomik artığa oranla hesaplanmamasından ileri gelmektedir.
[267] Şurasını belirtelim ki, toprak satınalma için ödenen paraların, ekonomik artıktan yapılan aktarmalar olması varsayımı da, birikmiş ekonomik artıktan bir indirim, dolayısiyle tüketim, amaçlarıyla kullanılan bir aktarma olarak değerlendirilmesi varsayımı da aynı ölçüde geçerlidir. Toprak satanlar, ister iflasa sürüklenmiş toprak ağaları olsun, ister gırtlağına kadar borca batmış köylüler olsun -ki bu borç1ar [sayfa 368] aşırı tüketimden ileri gelmektedir çok kez- konumuz bakımından bir önemi yoktur. Bu iki halde de, toprak satışlarından elde edilen paralar, eski borçların kapatılmasında kullanılacak ve tefecinin elindeki sermayenin büsbütün şişip büyümesine yol açacaktır. Böyle bir dununda, ekonomik artığın bir elden ötekine aktarılması söz konusudur. Eğer toprak satanlar, günlük giderlerini bile karşılayamayan yoksun köylüler ya da mülklerinden atılmış eski toprak ağaları ise, ele geçen paralar tüketim amaçlarıyla harcanacaktır. Fakat ne olursa olsun, toprak satışından elde edilen paralar, sanayi yatırımlarına aktarılmamış demektir.
[268] Marx, Grundrisse der Kritik der Politischen Ekonomie (Rorentwurf) (Berlin, 1953), s. 411.
[269] "Increasing Returns and Economic Progress, Economic Journal (December, 1928), s. 533.
[270] Batının ticari nüfuz alanları olan kalabalık ülkelere, yapılmış mallarını (manifaktürü) ihraç etme olanaklarını sınırsız sanan Batılı kapitalistler, durumun hiç de öyle olmadığını üzülerek keşfetmişlerdir.
[271] Eğer, kırsal "kendine-yeterlik" ve "köy sanayileri"nin "mutlu" koşullarına geri dönme özlemi, Batı ülkelerinde güngünden artıp alevlenmemiş olsaydı, bu dönüşün son derecede gerici bir tutum olduğunu belirtmeye bile gerek yoktu. Four Point Program (Dört Nokta Program!) denilen politikasıyla Amerikan hükümeti ve örneğin Ford Vakfı, bu şemayı, azgelişmiş ülkelere yutturmak için avuç dolusu para harcamaktadır; bu arada ekonomistler de, ekonomik kalkınma konularında yazıp duruyorlar boyuna. (Örneğin bkz. W. H. Nicholls, Investment in Agriculture in Underdeveloped Countries," American Economic Review (May, 1955) ya da H.G. Aubrey, "Small Industry in Economic Development," Social Research (September, 1951). Geri Kalmış ülkelerdeki köylülüğe bu şekilde "yardım etmenin" ne demek olduğu konusunda Karl Kautsky'nin, yarım yüz yıldan önce söylediği şu güzel sözleri buraya aynen almaktan daha iyi bir iş yapamayacağımıza inanıyoruz: "Kapitalist sömürüsü altındaki yerli sanayide, işgününün inanılmayacak kadar uzun ve yorucu olduğunu, yapılan işin karşılığında verilen ücretin içler acısı bulunduğunu, kadın ve çocuk işçilerin sayısında her zamankinden büyük bir artış görüldüğünü, işçi mahallelerinde en sefil koşullar altında yaşanıldığını ve tek kelimeyle: içinde yaşadığımız üretim biçiminin insanı çileden çıkaracak kadar kötü olduğunu söyleyebiliriz. Kapitalist sömürü sistemi ve köylülerin proleterleştirilme biçiminin bundan daha kötüsü görülmemiştir. Küçük köylü kitlelerinin yalnız tarımsal işgücü ile karın doyurmadığını görerek, [sayfa 369] ona, küçük bir ev sanayii kurması için yardımda bulunma politikası da, kısa ve çok şüpheli bir dönemden sonra, yoksulluğun en derin batağına ve umutsuzluğun dikâlâsına götürecektir bu insanları." Die Agrarfrage (Stuttgart, 1899), s. 180 ve devamı.
[272] Merkantil düzeninde olduğu gibi, bunun büyük kısmı kırsal alanlarda yerleşmiştir ve fiziksel olarak tarımla bağlantılıdır. Ekonomik statü bakımından ise, tarımla fazla bir ilişkisi bulunmamaktadır.
[273] "Daha çok iç pazar için çalışan tipik yapım sanayileri ise, yabancı sermaye çekmezler pek." League of Nations (Milletler Cemiyeti), İndustrialization and Foreign Trade (1945), s. 66.
[274] Foreign Investment, (Princeton, 1951), s. 11.
[275] Savaş sonrası Amerikan dış yatırımları ile ilgili olarak son zamanlarda yayınlanan bir resmi belge, "bu yatırımların büyük kısmının, ilgili ülkede kazanılan paralarla finanse edildiğini, Amerikada biriken sermayenin dışarıya yatırım amaçlarıyla götürülmesi olayının nâdir görüldüğünü" belirtmektedir. Bkz. Report to the President on Foreign Economic Policies ("Gray Report") (Washington, 1950), s. 61. 1954 yılına kadar, yurtdışı Amerikan özel yatırımları, "3 milyar dolar kadar artmıştır; eskiden yapılmış yatırımlardan elde edilen kârlar ise yaklaşık 2.8 milyar dolar kadardır." S. Pizer ve F. Cutler, "International Investments and Earnings," Survey of Current Business (August, 1955).
[276] Erich Schiff'in "Direct Investment, Terms of Trade, and Balance of Payments" adlı yazışma da bakınız, Quarterly journal of Economics (February, 1942).
[277] Söylemeye bile gerek yoktur ki, yukarda söylenenlerin toplam net birikimlerle ilgili olması sorunu büsbütün karmaşık hâle getirmektedir. Oysa bugün bireylerin ve firmaların, eskiden kâr toplamış olan bireyler ve firmalarla aynı olması, çok kez görüldüğü gibi, hiç de zorunlu değildir.
[278] Bugüne "daha az romantik" koşulları altında, birçok azgelişmiş ülkede doğal kaynakların işletilmesi için yapılan ödemeler, oldukça büyük devlet hisseleri ya da üretim üstünden ödenen vergiler şeklindedir. Bazan da, yerli hükümetlere, bol keseden bağışlar ve yardımlar yapılmaktadır; böylece, bir sonraki ayrıcalık görüşmelerinde, yerli hükümetin yola getirilmesi daha kolay oluyor. Bu konuya ilerde yeniden değineceğiz.
[279] Ragnar Nurkse, Problems of Capital Formation in Underdeveloped Countries (Oxford, 1953), s. 23. [sayfa 370]
[280] Banco Central de Venezuela, Memoria (1950), s. 36, aktaran, C.E. Rollins, "Mineral Development and Economic Growth," Social Research (Autumn 1956). Dr. Rollins'e, değerli incelemesinin müsveddelerini bana gösterdiği ve yeni bilgi kaynakları bulmamı kolaylaştırdığı için çok teşekkür ederim.
[281] United Nations, Development of Mineral Resources in Asia and the Far East (1953), s. 39.
[282] Rollins, a.g. yazı. Burada, M.D. Pollner'in "Problems of National Income Estimation in Bolivia" (Master Tezi, New York Üniversitesi, 1952), bu yargının kaynağı olarak gösterilmiştir.
[283] United Nations, Review of Economic Conditions in the Middle East (1951), s. 63.
[284] İş yaptıkları ülkeye âşık olan ve "ekonomik bakımdan bu ülkenin yurttaşlığını kazandığı" söylenebilecek kimselerin sayısı çok olmadığı için, bunları hesap dışı tutmak mümkündür.
[285] Bazı ülkelerde, örneğin Burma'da, yarı-göçmen işçilerin, doğum yeri olan ülkelerde kalmış ailelerinin nafakasını sağlamak için gönderdiği paralar çok büyük tutarlara ulaşmaktadır.
[286] Bolivya kalay madenlerinde bu olay çok belirgindir; "Uzun yıllar boyunca bu madenleri işleten yabancı şirketler, işçiler için mağazalar açmışlar ve bunların içini yurtdışından getirdikleri mallarla donatmışlardır..." C.E. Rollins, a.g. yazı. Söylemeye gerek yoktur ki, birçok hallerde bunun nedeni, ithal malları fiyatlarının düşük olması değil, "truck" sistem (yani değiş-tokuş sistemi -ç.n.) adı verilen bir sürecin işlemesidir. Buna göre, Batı ülkelerinden boş dönen gemilerle mal getirme çok ucuz olduğundan, yabancı mallarını, şirket mağazalarına doldurmak kolay olmaktadır.
[287] Bu, merkantil kârların artmasına yol açar; bu kârlar ise, azgelişmiş ülkelerde bulunmayan (eksik olan) şeyler değildir!
[288] Jacob Viner'in "America's Aims and the Progress of Underdeveloped Countries," adlı yazısına bakınız, The Progress of Underdeveloped Areas adlı kitap içinde (Derleyen, B. F. Hoselitz) (Chicago, 1952), s. 182 ve devamı.
[289] S. Pizer ve F. Cutler, "International Investments and Earnings" Survey in Current Business, (August, 1955), s. 10.
[290] "Raw Materials, Rearmament and Economic Development," Ouarterly Journal of Economics (August, 1952), s. 336.
[291] a.g.e. s. 29.
[292] Bkz. S. Herbert Frankel, The Economic Impact on Underdeveloped Societies (Oxford. 1953), s. 104.
[293] Josu‚ de Castro, The Geography of Hunger (Boston, 1952), [sayfa 371] s. 97. Metinde bulunan üç ardışık alıntı, bu önemli eserin 105, 215 ve 221. sayfalarından aktarılmıştır. Yeri gelmişken belirtelim ki Profesör de Castro, toprak erozyonunun ve yıpranmasının, bütün toplumsal dünya için bir felâket olduğunu belirttikten sonra, uzmanların, "hangi açıdan bakılırsa bakılsın, Japonya'da toprak erozyonunun bulunmadığını öne sürdüklerini..." belirtiyor. (S. 192).
[294] E.AV. Zimmerman, World Resources and Industries (gözden geçirilmiş baskı, New York, 1951), s. 326. Söylemeye gerek yoktur ki, bu kitabında yazar, ondokuzuncu yüzyıla karşı haksız bir ayrım gözetmektedir. Yirminci yüzyılın kapitalist dünyasında, başarı gene aynı aygıtla ölçüldüğü için, aradaki fark, olsa olsa, büyük çaplı işletmelerin, uzun-dönemli kârlarını daha iyi düşünmeleridir.
[295] Profesör Mason'un, bu konuda, Amerika B.D. ile ilgili gözlemleri, oldukça kısa bir dönem sonra ve hemen hemen aynı ölçüde diğer ülkeler için de geçerlidir: "Petrolle ve diğer minerallerle ilgili olarak elimizde bulunan bilgiler, arama ve keşif maliyetlerinin gittikçe yükseldiğini gösteriyor. Buna ek olarak, bakır, kurşun ve çinko madenlerinde, gittikçe daha düşük kaliteli cevherler çıkarılmakta olduğunu da biliyoruz. Ayrıca, son otuz yılda, hemen hiç bir önemli maden yatağı keşfedilmemiş bulunuyor ülkemizde; hemen bütün önemli madenlerimiz açısından bu böyle." "Raw Materials, Rearmament and Economic Development", Ouarterly Journal of Economics (August, 1952), s. 329. Bu açığın, bazı ham madde üreticisi ülkelerde de aynen görüldüğünü biliyoruz; örneğin Venezüella'da petrol yataklarının kuruması tehlikesi o kadar büyük görünmüştür ki gözlere, "petrol ekelim!" gibi bir slogan atılmıştır ortaya; Bolivya'da, kalay madeni yataklarının yoksulması konusundaki kaygılar hiç de önemsiz değildir; kereste ihraç eden bazı ülkelerde de, tomruk üretiminin sona ereceği kaygısı belli olmaktadır.
[296] W.E. Moore, Industrialization and Labor (İthaca ve New York, 1951), s. 60-62, ayrıca, bu sayfalarda anılan yazılara bakınız. Özellikle, B. Laskerin Human Bondage in Southeast Asia (Chapel Hill, North Carolina, 1950) adlı bilgi dolu kitabına bakın.
[297] A.N. McLeod, "Trade and Investment in Underdeveloped Areas: A Comment", American Economic Review (June, 1951),s. 411. H.W. Singer'in bulduğu güzel bir terim olan "yalnız coğrafi yatırım" kavramı, "yalnız coğrafya olarak azgelişmiş ülkelerde bulunan, fakat hiç bir zaman bu ekonomilerin bir parçası olamamış bulunan yatırımları" anlatmaktadır. Bunlar, "yatırımı hangi ekonomi yapmışsa onun bir parçasıdırlar."
[298] International Development Advisory Board, Partners in Progress, [sayfa 372] A Report to the President (Washington, 1951), s. 8.
[299] "Raw Materials, Rearmament, and Economic Development," Ouarterly Journal of Economics (August, 1952), s. 336.
[300] Report to the President on Foreign Economic Policies (Washington, 1950), s. 52 ve 61.
[301] "The Distribution of Gaisn Between Investing and Borowing Countries," American Economic Review (May, 1950), s. 475. Birleşmiş Milletler'in Bolivyaya gönderdiği Teknik Yardım Heyeti'nin, ülkenin maden ekonomisi konusunda yaptığı şu çözümleme ilgi çekicidir: "Ticarete açık olan bu ekonomi kesiminin, ülke ekonomisinin diğer kesimleri ile arasında bütün bağlar kopmuş bulunuyor." Report of the UN Mission of Technical Assistance to Bolivia (1951), s. 85. Birleşmiş Milletlerin Latin Amerika Ekonomik Komisyonu da Recent Facts and Trends in the Venezuelan Economy (1951) adlı raporunda, Venezüelladaki petrol işletmelerinin, yatırımcı şirketlerin oluşturduğu ekonomik yapıya, ülke ekonomisinin tümünden daha çok bağlı oldukları belirtilmektedir.
[302] Some Conceptual Aspecfs of International Economic Development of Underdeveloped Territories (Princeton, 1952), s. 14.
[303] E.S. Mason, "Nationalism and Raw Materials," The Atlantic (March, 1953), s. 62.
[304] Ham madde kaynağı olan ülkeler için, gelir büyümesi bakımından lehte olan tek etmen, bunların kendi ham maddelerine karşı taleplerinin artmasıdır; eğer böyle bir talep artışı varsa, yerli gelir büyür, yoksa büyümez. Ancak, bu nokta, genellikle gözden kaçıyor. Gene de buna fazla bel bağlanamaz; çünkü yeteri kadar ham madde talep edebilir hâle gelmesi için, yerli ekonominin bayağı gelişmesi gerekecektir. Yerli ham maddenin gene yerli tüketiminin en yüksek olduğu (ilke olan Venezüella'yı örnek verelim: ülke petrolünün iç pazarda yalnız, yüzde 4'ü satılmakta, gerisi dış pazarlara akmaktadır.
[305] Üstteki paragraf, özü itibariyle, Dr. C.E. Collins'in, daha önce sözü geçen, "Mineral Development and Economic Growth" (Social Research, Autumn, 1956), adlı yazısındaki bir ifadenin başka biçimde söylenmesidir.
[306] Bu son derecede önemli konuda daha geniş bir biçimde durmak, ne yazık ki, burada mümkün değildir. Çağdaş emperyalizm konusunda dört başı mâmur bir inceleme henüz yoktur, sistemin bütün manzarası, derme çatma bilgilerin derlenmesiyle elde edilmektedir. Daha önceki bir bölümde söylenenlere ek olarak, bu noktada, emperyalist eylemlerinin petrol üstünde nasıl yoğunlaştığını öğrenmek ivin bkz. Harvey O'Connor, The Empire of Oil (Ne;w York, 1955); [sayfa 373] Savaş sonu döneminde emperyalizmin her işe nasıl burnunu soktuğunu öğrenmek için bkz. N. Keddie, The Impact of the West on Iranian Social History (yayınlanmamış doktora tezi, Berkeley, Califorcia University, 1955); Amerika B.D.'nin Latin Amerika'da çevirdiği dolaplar konusunda, O.E. Smith'in Yankee Diplomacy (Dallas, 1953) adlı eseri kaynaklardan yalnız biridir.
[307] State of the Union Message, 1953 (Amerikan Başkanının Yıllık Raporu - ç.n.).
[308] A Foreign Economic Policy for the United States (Chicago, 1954), II. Bölüm; bu özel övgüye değen ülkelerin listesi epeyce uzundur. Franco İspanyasını, Sigman Ree Koresini, Çan Kay Şek Formozasını, Castillo Guatemalamsı ve, "hür dünyanın" bunlarınkine benzeri bir kalkınma modeli izleyen ülkelerini bu listeye koymak mümkün.
[309] "Program for Increasing Private Investment in Foreign Countries" (çoğaltılmış, New York, 1952), ". 10-12.
[310] Jacob Viner, "America's Aims and the Progress of Underdeveloped Countries" The Progress of Underdeveloped Areas (derleyen B.F. Hoselitz) (Chicago, 1952), s. 184. [sayfa 374]
[311] Sayıları oldukça az olan bu gibi ülkelerde, yüksek gümrükler ve satış vergileri lüks malların fiyatlarını etkilemektedir. Buralardan toplanan kamu gelirleri, ekonomik artığın el değiştirmesine yol açar, onu arttırmaz.
[312] Latin Amerika'da bu guruba giren birkaç ülke daha vardı eskiden -bunların başta gelenleri de Lazaro Cardenas yönetimindeki Meksika, Guatemala ve Şiliydi- Ancak, bu gibi "özel durumlar" zamanla "ayarlandı" ve bu ülkeler de bizim "ikinci guruba" girdiler.
[313] United States Department of State (A.B.D. Dışişleri Bakanlığı), Point Four, Cooperative Program for Aaid in the Development of Economically Underdeveloped Countries (Washington, 1949), s. 4.
[314] O.E.E.C. (Şimdiki O.E.C.D-ç.n.). Investments in Overseans Territories in Africa South of the Sahara (Paris, 1951),s. 79.
[315] U.S. Department of State, a.g.e., s. 20.
[316] O.E.E.C., a.g.e.
[317] Bumun nedeni, azgelişmiş ülkelerde, kamu hizmetleri alanına yapılan yatırımların, ham madde çıkarılması alanına yapılan yatırımların, ham madde çıkarılması alanına yapılan yatırımlara göre çok düşük kâr getirmeleridir. 1945-48 arasında geçen dört yılda, geri ülkelere yapılan Amerikan yatırımlarının yıllık kârlılık oranları, kamu hizmetleri yatırımlarında yüzde 3.2, kamu hizmetleri de dahil tüm yatırımlardı yüzde 13.4 ve petrol yatırımlarında yüzde 26.7 kadar yüksek olmuştur. H. J. Dernburg, "Prospects for Long-Term Foreign Investment," Harvard Business Review (July, 1950), s.44. Geri ülkelerde, kamu hizmetleri alanına yapılan yatırımların bu kadar düşük kâr vermelerinin nedeni açıktır: bu yatırımlar yeteri kadar büyük çapta üretimde bulunamadıkları için birim başına ortalama giderler çok yüksektir; ayrıca, söz konusu kamu hizmetlerini kullanacak olan işletmeler de ortalarda yoktur.
[318] Bkz. United Nations (Birleşmiş Milletler), Review of Economic Conditions in Africa (1951), s. 111 ve devamı. [sayfa 433]
[319] The Geography of Hunger (Boston, 1952), s. 223
[320] United Nations, a.g.e.
[321] International Development Advison Board, Partners in Progress, A Report of the President (Washington, 1951), s. 54.
[322] Basil Davidson, Report on Southern Africa (London, 1952), s. 271.
[323] Review of Economic Conditions in Africa (1951), s. 17.
[324] Orta Doğudaki petrol ayrıcalıkları tarihinin grafiksel bir özeti için bkz. United Nations, Review of Economic Conditions in the Middle East (1951), s. 58 ve 59. Çeşitli Ortadoğu hükümetleri ile petrol çıkaran batılı şirketler arasındaki ayrıcalık anlaşmalarının ilk günlerinin kısa tarihi için, R.F.Mikesell ve H.B. Chenery'nin Arabian Oil (Chapel Hill, North Caroline, 1949) adlı kitaplarına bakmak yararlı olacaktır, özellikle Bölüm IV. Bu kitaptaki bilgiler, "Oil and Social Change in the Middle East" The Economist (July, 2, 1955) adlı yazıyla yenilenmiştir.
[325] Bu, kısmen, Savaş sırasında ve Savaştan sonra petrol talebinin büyük ölçüde artmasından ve petrol şirketleri arasındaki düşmanlığın şiddetlenmesinden ileri gelmektedir. Özellikle, İngiliz ve Amerikan şirketleri arasında kıyasıya bir çekişme görülmektedir. Bu durum, kısmen de, azgelişmiş ülkelerdeki halk bilinçlenme ve baskılarının artmasından, yerel hükümetlerin eski siyasal dengeyi ve kolaylığı tutturamamalarından ve bu nedenle yabancı çıkarlarına eskisi kadar kolaylıkla hizmet edememelerinden ileri gelmektedir.
[326] "Petrol çıkarma ayrıcalığına sahip kumpanyaların çoğu, pazarlama kumpanyalarının denetimindedir ya da onlarla bütünleşmiş durumdadır. Bu nedenle, bunların, ayrıcalığı veren ülke içindeki eylemlerinden elde ettiği kârlar ve dolayısiyle yerel hükümete ödedikleri paylar, çeşitli oyunlarla asgari düzeylerinde tutulmaktadır." Mikesell and Chenery, a.g.e., s. 39.
[327] 1946-1949 yıllarını kapsayan kestirmeler, Uluslararası Para Fonunun Balance of Payments Yearbook (Washington, 1949) adlı yaments Yearbook, 5. Cilt (1954)'ten de yararlandım. 1950-1954 yıllarını kapsayan kestirmeler, The Economist'in sözü geçen ekinden yararlanılarak elde edilmiştir.
[328] Harvey O'Connor, The Empire of Oil (New York, 1955), 28. Bölüm.
[329] H.St. J.B. Philby, Arabian Jubilee (London, 1952), s. 228. Şurası önemle belirtilmelidir ki, bu kitabın yazarı Suudi Arabistan'daki rejimin düşmanı değildir. Nitekim kitap, İbni Suud'a ithaf edilmiş ve üstelik şu sözlerle ithaf edilmiştir; "Yaptığı büyük işler için onu [sayfa 434] yücelt; erişilmez büklüğü için yücelt onu!"
[330] A.g.e. s. 227 ve 231. Bu pasajda sözü edilen Abdullah Süleyman, Suudi Arabistan Maliye Bakanıydı o zamanlar. Bütçeyi o hazırlıyordu. Bu öyle bir bütçeydi ki: "Kral ve çevresi için gerekli ödenekler ayrıldıktan ve gene bu yönden gelecek beklenmeyen para istekleri için gerekli karşılıklar bir kenara konulduktan sonra, geriye kalan kaynaklar Maliye Bakanlığınca, istenildiği gibi kullanılıyor ve diğer Bakanlıklara ödenek verilmesinde oldukça gönülsüz ve gevşek davranılıyordu. Örneğin küçük memurların aylıkları en azından dört ay gecikmeyle ödeniyordu; bunların, maaşlarını sekiz ay gecikmeyle aldıkları da oluyordu." (S. 228).
[331] Oil and Change in the Middle East" (2 Temmuz, 1955).
[332] Henry A. Atkinson ve yardımcılarının Security and the Middle East, the Problem and İts Solution, Proposals Submitted to the President of the United States (New York, 1954) adlı raporlarından, s. 81. Mr. Philby de, siyasal yeteneğine hayranlık duyduğu Kral İbni Suud'un "Din görevlilerinin, ülkeye yaptıkları hizmetin, bütün diğer bakanlıklarının toplam hizmetinden büyük olduğunu, çünkü birincilerin, halkın ruhsal refahını arttırdığını" söylediğini kaydetmektedir.
[333] Security and the Middle East, s. 82. Bu ödeneğin, kendi amacına uygun olarak harcanmış olduğunu söylemeye bile gerek yok sanırım.
[334] Aynı Rapor, s. 83.
[335] Aynı Rapor, s. 72.
[336] The Economist, a.g. ek.
[337] A.g.e. s. 231.
[338] Bu varsayım, ilk bakışta sanıldığı kadar akla aykırı değildir. Sanayileşmenin başlangıç aşamalarında, işçiler henüz yetersiz ve acemi olduklarından makinalar da çabuk aşınıp yıpranıyordu. Buna karşılık azgelişmiş ülkelerde, bu oranı azaltıcı yönde; çalışan etmenler vardır. Bunlardan birisi, azgelişmiş ülkelerin, hiç beklemeden ve doğrudan doğruya, en ileri ve modern makina ve donatımı kullanarak sanayileşmeye başlayabilmesi, köhnemiş makinaları kullanmak zorunda bulunmamasıdır. İkinci olarak da, akla uygun bir plânlama düzeninde, sermaye malları tam kapasiteyle kullanılacak ve tekelci kapitalizm koşulları altında görülen aşırı kapasiteye olanak verilmeyecektir. Bu konuda, belki eksik, fakat ilgi çekici bir inceleme için bkz. V.V. Bhatt, "Capital Output Ratios of Certain Industries: A Comparative Study of Certain Countries" Review of Economics and Statistics (August, 1954), s. 309 ve devamı.
[339] Örneğin bkz. Başkanın Ham Maddeler Politikası Komisyonu [sayfa 435] Raporu, Resources for Freedom (Paley Report) (Washington, 1952), Cilt I, s. 61.
[340] 7 Ocak 1950 sayısı. O günden bu yana, bu konuda bazı ilerlemeler olmuşsa da bunlar devede kulak mertebesinde kalmıştır. Bkz. United Nations, Economic Survey of Latin America 1953 (1954), s. 177 ve 223.
[341] Harvey O'Connor, The Empire of Oil, (New York, 1955), 25. Bölüm.
[342] New York Times, 8 Aralık, 1948.
[343] New York Times, 25 Kasım, 27 Kasım ve 6 Aralık 1948 tarihli sayıları. Mr. Gallegos'un sözünü ettiği askeri ateşenin, Karakas'taki Amerikan Elçiliğinden Albay Adams olduğu sonradan açıklanmıştır.
[344] 1936-1937 ve 1950-1951 yıllarında Venezüella hükümetlerinin, kamu harcamalarını, çeşitli konular arasında nasıl paylaştırdıklarını öğrenme için bkz. Birleşmiş Milletler, Public Finance Surveys: Venezuela (1951), s. 82; daha sonraki yıllarla ilgili istatistik bilgiler, C.E. Rollins'in "Raw Materials and Economic Development" (yayınlanmamış doktora tezi, Stanford Üniversitesi, 1955) adlı incelemesinde verilmiştir.
[345] Birleşmiş Milletler, Economic Survey of Latin America 1951-1952 (1954), s. 195 ve Economic Survey of Latin America 1953 (1954), s. 224.
[346] Bu zenginleşmenin, ülkenin yalnız küçük bir kesimini etkilediği olgusunu söz konusu etmesek bile bu böyledir; gerçekten de hem alan, hem de nüfus olarak ülkenin ancak çok küçük bir kesimi bundan etkileniyor. "Ülke halkının onda dokuzunun, o sihirli petrol dünyasının dışında yaşaması hayret vericidir. Hastalıktan ve açlıktan kırılan bu çoğunluk, sanki petrol bulunmamış, ülkelerinde hiç böyle bir şey çıkmıyormuş gibi, dağ koğuklarındaki küçük conucos'larında ya da latifundialardaki kulübelerinde, gene o eski hayatlarını yaşamaktadırlar. Bunlardan en azından bir 200.000 kişisi, yaldızlı Karakas kentine kaçmıştır köylerini bırakıp ve orada köprü altlarında ya da lağımlarda barınmaktadır. Bir kısmı da, kentin uzak tepelerinde, adına komik olsun diye 'ranços (kaşane) denilen gecekondulara çekilmiş ve kentten kovulmuştur. Hükümetin, başkentin güzelliklerini öve öve bitiremeyen reklâmlarında, bu unutulmuş kişilerin barınaklarından söz eden olmuyor tabii." Harvey O'Connor, The Empire of Oil, (New York, 1955), s. 267.
[347] Bolivyada kamu gelirlerinin hangi amaçlarla kullanıldığını C.E. Rollins, "Raw Materials and Economic Development" (1955) [sayfa 436] adlı doktora tezinde çok iyi dile getirmiştir (Yukarda 34. dipnotunda sözü edilen inceleme). Kolombiyada da, "Kamu gelirlerinin çoğu, tartışılabilir ekonomik işlere yatar... Bunların en başında da ağır askeri harcamalar gelir. Bu sonuncu harcama kalemi, hükümetin kendi tahminlerine göre, bütçenin yüzde 18'idir; fakat, Kolombiya diktatörünün ordusu, toplam bütçenin yüzde 35'ini yutmaktadır aslında... Halkın hoşnutsuzluğuna karşı rejimini güçlendirmek için Diktatör Rojas, yeni yetme zabitlerini, sivil yönetimde önemli görevlerin başına getirmiştir. Yolsuzluk ayyuka çıkmıştır... Halk, yüksek mevki sahiplerinin çevirdiği dolaplar konusunda her gün yeni bir fıkra uydurmaktadır - cumhurbaşkanı konusundaki fıkralar başta geliyor." Business Week, 27 Ağustos, 1955, s. 116 ve devamı. Kamu giderlerinin, başka ülkelerde de benzeri yolsuzluklarla çarçur edildiklerini örnekleyen Anthony H. Galatoni'nin Egypt in Midpassage (Kahire, 1950) adlı kitabına ve Amerikanın Filipinlere gönderdiği Ekonomi Heyetinin, Report to the President of the United States (Washington, 1950 adlı raporuna bakınız. Bu tür eserlerden yalnız ikincisini belirtmiş oluyoruz.
[348] Promoting Economic Development (Claremont, California, 1955), s. 60.
[349] "Şirketin yalnız işçileri eğitmesi ve iyi ücretler ödemesi yetmez... Eğer işçinin bu süreç içinde harcanması, eriyip gitmesi düşünülmüyorsa, onun sosyolojik olarak koşullandırılması de gerekir. Verimliliğe en büyük katkılardan biri de, bilindiği gibi, işçi sağlığına önem verilmesinden ileri gelmektedir... Bu nedenle, işçinin etkinliği açısından, artan parasal gelirinin, ona ve ailesine, sağlıklı yaşamanın fiziksel koşullarını sağlanmış olması gerekiyor." R.F. Mikesell ve H.B. Chenery, Arabian Oil (Chapel Hill, North Carolina, 1949), s. 81 ve devamı. The Economist dergisinin öz olarak belirttiği gibi, "yerli işçilere karşı baba pozu takınmak, petrol işletmeciliği biliminin bir bölümü olup çıkmıştır!" (Oil and Change in the Middle East) adlı yazıdan, 2 Temmuz, 1955.
[350] Yerli işveren, yabancı işverenin verdiği ücretin altında ücret ödese ve gene yabancı işverenin verdiği diğer ödeneklerin hiçbirini vermeye yanaşmasa bile, "ya işyerinin yakınlığı ve dolayısiyle işçilerin işe gidip gelme zahmeti az olduğundan, tâ çöl ortalarına kadar gidip gelmesi gerekmediğinden, ya da yerli işverenin, gün boyunca, işçiden daha az verim almaya göz yummasından ileri gelmektedir." The Economist, a.g. yazı.
[351] Aynı yazı.
[352] Aynı yazı. Orta Doğu için doğru olan, Latin Amerika ülkeleri için, Filipinler için ve Güneydoğu Asyanın bazı kesimleri için de [sayfa 437] aynı ölçüde geçerlidir.
[353] Aynı yazı.
[354] Point Four, Cooperative Program for Aid in the Development of the Economically Underdeveloped Areas (Washington, 1949), s. 2.
[355] İran'da Dr. Musaddık'ı izleyenlerin başlarına gelenler bunu çok iyi örneklemektedir.
[356] War or Peace (New York, 1950), s. 76. Yukardaki çözümleme, sömürgelere bağımsızlıklarını vermenin zorunlu olduğunu, aksi halde, onların Batılı egemenleri yüzüstü bırakmalarının kaçınılmazlığını belirtmesi bakımından Mr. Dolles'in, kitabının daha ilersinde söylediği, "Batının dini ile Batının ekonomik ve sosyal felsefeleri elele verince, sömürgelerdeki Batı egemenliğinin, kan dökülmeden, barış içinde ortadan kalkması ve bunun yerini özerk yönetimlerin alması gibi olumlu bir durum ortaya çıktı." gibi zırvalardan çok daha anlamlı görünmektedir. (S. 87'dedir bu zırvalar).
[357] Essays on Freedom and Power (Maridian Edition, New York, 1955), s. 224.
[358] "India - Progress and Plan" (Ocak 22, 1955).
[359] Aynı yazı.
[360] United Nations, Economic Survey of Asia and the Far East 1953 (1954), s. 59.
[361] Indian Statistical Institute, The Second Five Year Plan 1956/57 ve 1960/61 yılları arası, Recommendations for the Formolatioıı of the Second Five Year Plan (Calcutta, 1955).
[362] Government of India, Planning Commission, Second Five Year Plan, A Draft Outline (1956)
[363] Toplam kârların büyük bir dilimi hâlâ yabancı sahiplere gidiyor, ülkede kalan kârların da yarısı hisse sahiplerine) dağıtılıyor. United Nations, Economic Survey of Asia and the Far East (1953) (1954), s. 63 ve B. Datta'nın The Economics of Industrialization (Calcutta, 1952) adlı eseri, s. 229. Daha yakın zamanlarda yapılan bazı hesaplamalar, kârların yeniden yatırılan dilimlerinin yüzde 25-30'u geçmediğini gösteriyor.
[364] United Nations, Measures for the Economic Development of Underdeveloped Countries (1951), 37. paragraf.
[365] A. Sturmthal, "Economic Development, Income Distribution and Capital Formation in Mexico" Journal of Political Economy (June-1955), s. 187.
[366] United Nations, National Income and Its Distribution in Underdeveloped Countries (1951), s. 17. [sayfa 438]
[367] P.N. Rosenstein-Rodan, "The Industrialization of Eastern and South-Eastern Aurope, Economic Journal (June-September 1943); K. Mandelbaum, The Industrialization of Backward Areas (Oxford, 1945), s. 34.
[368] Buradaki aşırı tüketim, başka bir şeydir, bu atın rengi Profesör Nurkse'nin sözünü ettiğinden farklıdır. Profesör Nurkse, ileri ülkelerin yüksek hayat standartlarının taklidine dayanan, bir tüketim gerginliği artışından, bir sabırsızlıktan ve bir huzursuzluktan söz ediyor; bütün bu etmenler tüketim eğrisinin yukarıya doğru kaymasına yol açarlar, diyor. Oysa, geri ülkelerde yaşayan büyük halk kitlelerinin açlığın eşiğinde bir hayat sürdüklerini biliyoruz. Profesör Nurkse'nin "bu konuda bir sınıf ayrımı gözetmenin yerinde olup olmayacağı konusundaki tereddüdü" okuyucuyla dalga geçme anlamı taşımaktadır. Azgelişmiş ülkelerdeki kapitalist katmanların israf ve lüks içinde yaşamalarına kılıf hazırlarcasına bir "ulusal tüketim eğiliminden" söz etmek yakışık alır mı hiç? Bkz. Problems of Capital Formation in Underdeveloped Countries (Oxford, 1953), s. 65, 68 ve 95.
[369] Azgelişmiş kapitalist ülke hükümetlerinin derleyip sunduğu istatistik bilgilerin niteliği gereği, bu büyüklükler konusunda sağlam değerlendirmeler yapmanın olanağı yoktur. Dr. Oshima'nın daha önce de sözünü ettiğimiz incelemesi -bildiğim kadarıyla dünyada ilk kez- azgelişmiş ülkelerdeki bu istatistik bilgi yetersizliği açığını kapatmak için, parça bölük bilgilerin nasıl anlamlı bir bütün içinde biraraya getirilebileceğini ortaya koyan değerli bir girişimdir.
[370] J.F. Rippy, "Background for Point Four: Samples of Profitable British Investment in the Underdeveloped Countries," Journal of Bıısiness of the University of Chicago (April, 1953).
[371] J. Tinbergen J.J.J. Dalmulder, Nederlandsche Konjuntur (August, 1939) içinde, s. 122; aktaran Erich Schiff, "Direct Investments, Terms of Trade, and Balance of Payments, Quarterly Journal of Economics, (February, 1942), s. 370.
[372] United Nations, The Interational Flow of Private Capital, 1946-1952 (1954), s. 26.
[373] H.J. Dernburg, "Prospects for Long- Term Foreign Investments" Harvard Business Review (July, 1950), s. 44. İstatistik bilgilere dayanan kaba bir hesaplama için bkz. S. Pizer ve F. Cutler, "International Investments and Earnings" Survey of Current Business (August, 1955. Bu son yazıda, söz konusu farkın, 1949 yılından sonra önemli ölçüde arttığı ortaya konmuş bulunmaktadır.
[374] D. Finch, "Investment Services of Underdeveloped Countries," Uluslararası Para Fonu (IMF), Staff Papers (September, 1951), s. 84. [sayfa 439] Bu yüzdelerin, 1949 yılında, Savaş öncesine göre çok daha düşük olduğu, en azından birçok ülkede böyle olduğu belirtilmelidir. Bunun nedeni, Savaş sonu döneminde, yatırım gelirlerinin dışarıya aktarılmasını engelleyen döviz sınırlama politikalarının uygulanmasıdır. Döviz zorlukları nedeniyle kolayca dışarıya aktarılamayan bu paraların ne kadarının yurtiçi yatırımlarına gittiği, ne kadarının da, durum elverdiği ölçüde dışarıya kaçırıldığı bilinmiyor; bilinmesi de şimdilik olanaksız.
[375] A.D. Hazlewood, "Colonial External Finance Since the War" Review of Economic Studies (December, 1953), s. 49 ve devamı. Mr. Hazlewood'un ilk alıntısı, hükümetin yayınladığı Introducing the Colonies (1949), s. 58 dendir.
[376] United Nations, Measures for The Economic Development of underdeveloped Countries (1951), paragraf, 225
[377] "Böyle eldeki genel nitelikte istatistik bilgiler 19. yüzyılın 2. yarısından 2. Dünya Savaşına kadar uzanan ve yarım yüzyılı aşan bir dönem boyunca temel maddelerin göresel fiatlarında genel bir azalma eğilimi bulunduğunu, özellikle ham madde fiatlarının, mamul fiatlarına oranla gittikçe düştüğünü gösteriyor. Ortalama olarak belli bir birim ham maddenin, söz konusu dönem başında alabileceği -karşılık gelebileceği- mamul maddelerin dönem sonunda ancak % 60'nı alabileceği görülmektedir. United Nation, Relative Prices of Export and Imports of Underdeveloped Contries (1949). S. 7. H. W. Singer, bu konu üstünde önemle durmaktır; bkz. "The Distribution of Gains Between Investing and Borrwing Countrier" American Economic Review, (May 1950), özellikle, s. 477 ve devamı.
[378] A.N. McLeod. "Trade and Investment in Underdeveloped Areas: A Comment" American Economic Review (June, 1951). Bkz. H. W. Singer'in aynı sayıda yayınlanan karşılığı: "Reply".
[379] Döviz sıkıntılarının ve döviz denetim uygulamalarının varlığı, yabancı sermayenin, azgelişmiş ülkelerde elde ettiği kârları oldukça düşük göstermeye zorlamaktadır; şirketler, bir yolunu bulup, bu kârlarını kendi ülkelerindeki şubelerine gönderiyorlar. Söylemeye bile gerek yoktur ki, örneğin Guatemala gibi bir ülkenin "ticaret hadleri"nde bu nedenle önemli çarpıklıklar oluyor.
[380] Bu konu, H. Myint'in önemli yazısında, biraz daha değişik bir çerçevede ortaya konulmaktadır. Bkz. "The Gains from International Trade and the Backward Countries," Review of Economic Studies 1954-1955), No. 58, s. 129 ve devamı.
[381] "Direct Investments, Terms of Trade, and Balance of Payments," Quarterly Journal of Economics (February, 1952), s. 310. [sayfa 440]
[382] Petrol fiyatındaki değişmeler Iran ya da Suudi Arabistan halkları tarafından tevekkülle karşılanmış, Savaş sonrası döneminde ham madde fiyatlarında görülen önemli artışlar, Latin Amerika ülkelerinde yaşayan insanların hayatlarında ve ekonomik kalkınmalarında ancak çok küçük olumlu etkiler yaratmıştır. Yeri gelmişken belirtelim ki, tüm ülke bakımından fikir veren ulusal gelir istatistikleri, bu konuda hemen hiç bir anlam taşımamaktadır. Çünkü, ihraç edilen ham madde fiyatlarındaki artışlar ulusal gelir istatistiklerini şişirmekte, fakat bu şişkinliğin çalışan yerli işçilerin ücretlerindeki bir artıştan mı yoksa yabancı şirketlerin kâr paylarındaki bir artıştan, mı ileri geldiği konusunda en ufak bir fikir vermemektedir. İşte bu nedenle, resmi ulusal gelir tahminleri açısından bakıldığında, Venezüella'nın adam başına ulusal geliri, Fransa, Hollanda ve Belçikadaki adam başına ulusal gelir düzeyindedir! Bkz. United Nations, National Income and Its Distribution in Underdeveloped Countries (1951), s. 3.
[383] "Entreprenurship and Technological Change, "H.W. Williamson'un ve J. A. Buttrick'in ortaklaşa derledikleri, Economic Development, Principles and Patterns (New York, 1954), s. 224'teki yazı.
[384] "Economics of Growth" B.F. Haley (derleyen), A Smrey of contemporary Economics (Homewood. Illinois, 1952), Cilt II, s. 158.
[385] "An Approach to the Study of Entreprenurship," F.C. Lane ve J.C. Riemersma (derleyenler), Enterprise and Secular Change içinde, Homewood II Uonois (1950) s. 187.
[386] Marx, Grundrisse der Kritik der Politischen Ekonomie (Rohentwurf) (Berlin, 1953), s. 6.
[387] E.S. Mason, Promoting Economic Development (Claremont, California, 1955), s. 46.
[388] Portekiz örneği ile bu sorun çok iyi anlatılabilir. "Şimdi artık büyük bir sınıf haline gelmiş olan büyük sermaye sahipleri, ellerindeki parayı ya nakit olarak tutuyorlar ya da arazi satınalmaya yatırıyorlar... Bunlardan bazıları, yalnız, daha önce tekel hâline getirdiği bir alana yeni bir girişimcinin katılmak istemesi hâlinde ortaya çıkıyor ve bu alana yeni bir yatırım yapıyor." "Portugal", The Economist (17 Nisan, 1954). Büyük sermaye sahiplerinin bu "ortaya atılma" eylemlerinde, söz konusu ilk sermayelerini biriktirirken kullandıkları bütün girişimci marifetlerini kullandıklarını ve böylece tekelci durumlarını büsbütün kuvvetlendirdiklerini kolaylıkla söyleyebiliriz. İşte, bu tekelci yapının varlığı, daha önce de belirttiğimiz gibi, azgelişmiş ülkelerin bir sanayi büyümesinden yoksun bulunmalarını ya da böyle bir süreç varsa, bunun çok yavaş ilerlemesi sonucunu doğurmaktadır. "Kalıtımsal [sayfa 441] olarak var olan ölülüğü ya da bitkinliği" gibi, "aile çıkarlarını yeğ tutma ve korumaya çalışma" gibi, geri kalmış ülke kapitalistlerinin bazı özellikleri üstünde spekülasyon yapmaktansa, bu "tekelci yapıyı" kavramaya çalışmak daha uygun olacaktır.
[389] E.S. Mason, Promoting Economic Development, (Calermont, California, 1955), s. 53.
[390] W. Vogt, Road ta Survival (New York, 1948), s. 265 ve 287. Bu kitaba yazdığı bir sunuş yazısıyla, Mr. Bernard M. Baruch'un destek olmak istediği, kitabı yüceltmeye kalkıştığı görülmektedir.
[391] R.C. Cook, Human Fertility: The Modern Dilemma (New York, 1951), s. 322.
[392] Vogt, a.g.e., s. 279.
[393] Aynı eser, s. 53 ve 286 (İtalikler bizim).
[394] Marx, Capital (Kerr baskısı), I. s. 580 n.
[395] "Malthusiasm," Monthly Review (Aralık, 1951), s. 251.
[396] Bu rakamlar 1950 yılı verileridir ve J.F. Dewhurst ile yardımcılarının America's Needs and Resources (New York, 1955), s. 1099 adlı eserleri ile M. Gilbert ve I.B. Kravis'in, An International Comparison of National Products and the Purchasing Power of Currencles (Paris, tarihsiz adlı eserlerinden derlenmiştir, (bkz. sonuncu eser s. 30). Söylemeye bile gerek yoktur ki, adam başına gelir tahminleri oldukça belirsizdir. Büyük Britanya, Fransa, Almanya ve İtalya ile ilgili rakamlar göresel fiyatlara dayanmaktadır. Diğer rakamlar, resmi kur üzerinden Amerikan dolarına çevrilmiştir. Bunlara karşın, bu rakamlar, ülkelerin göresel yerleri konusunda, yaklaşık da olsa, bir fikir veriyorlar.
[397] Rockfeller Foundation (Rockfeller Vakfı) gibi bir örgütün yayınladığı Public Health and Demography in the Far East (1950) aldı bir kitapta şu satırları okuyoruz: "İnsanların, temel geçim kaynakları üstündeki bu baskılar, eninde sonunda, ölüm güçlerinin yeniden kurulup pekişmesine yol açacaktır; nedeni ister, halkın genel budalalığı olsun, ister kıtlık ya da salgın hastalık, ne yapalım ki sonuç bu yani ölümün saltanıdır." Mr. R.C. Cook da söylev çekercesine soruyor: "Bilim, deniz suyundan suni ekmek ve suni biftek yapmanın bir yolunu bulsa bile, bunca kalabalığın karnı doyar mı hiç?" Human Fertility: The Modern Dilemma (New York, 1951) s. 323.
[398] "Utilization of Human Resources in Agriculture, "The MilBank Memorial Funda Quarterly (January 1950), s. 74.
[399] "The "World's Capacity to Feed and Clothe Itself, Wey Ahead (The Hague, 1949), Cilt II, No. 2; aktaran, Josue de Castro, The Geography [sayfa 442] of Hunger (Boston, 1952), s. 286.
[400] Population, Food and Economic Progress, Rice Institute Pamplet (July, 1952), s. 58.
[401] R. Brittain, Let There Be Bread (New York, 1952), s. 223. John Boyd Orr, bu güzel esere yazdığı önsözde şunları söylemektedir: "Bu kitap, modern bilimin bir bolluk dünyası yaratmak için neler yapabileceğini anlatan en yetkin kitaptır benini gördüğüm." Neo-Malthus'çu mikroba karşı bağışıklığı olan herkes bu kitabı okumalıdır.
[402] F.A. Lange'ye mektup, 29 Mart, 1865, Marx ve Engels, Selected Correspondance içinde, (New York, 1934), s. 198.
[403] Şurasını belirtmemiz gerekir ki, burjuva ekonomi düşüncesinin en sağlam görünen, "kaynakların kıtlığı" ve "sermaye yetersizliği" gibi kavramları bile bugün için geçersizdir artık. Kapitalizmin yarışmacı gençlik yılları açısından anlamlı olan, kapitalizmin, kendinden önceki düzen olan feodalizme kıyasla hâlâ ileri ve ilerici bir nitelik taşıdığı günlerde bir anlam taşıyan bu kavramlar, tekelci kapitalizm ve emperyalizm aşamasında içi boş, uyduruk kategoriler hâline gelmiş bulunuyor. İşsizlik ve israf koşulları altında, "kaynakların en uygun biçimde dağılımı" kavramı ne kadar boş bir kavramsa ve nasıl, "aşırı nüfus" gibi, gerilik ve yoksulluk gibi sonuçları Doğa kanunlarının sonucu saymakla, bu ideoloji (yani kapitalizmin ekonomi düşüncesi) herşeyi bir sis perdesinin arkasına gizlemeye çalışıyorsa, "değiştirilmez, Tanrı yazgısı ekonomik ilişkilerden "söz etmekle de, kapitalizmin ve emperyalizmin ekonomik ve toplumsal yönden akla aykırılığını gizlemek istiyor.
[404] A.g.e., s. 83.
[405] Bennett, a.g.e., s. 27.
[406] D. Ghosh, Pressure of Population and Economic Efficiency in India (New Delhi, 1946) s. 22; aktaran J.J. Spengler, "The Population Obstacle to Economic Betterment" American Economic Review (May, 1951) s. 351.
[407] Açıktır ki bu yargı, geri bölgelere cömertçe ve bencilliğe sapmadan yardım edilmesi (sonunda, bu ülkelerin hızlı bir ekonomik büyüme süreci içine girebilecekleri gerçeğini yadsımak anlamına gelmez; ne var ki, kapitalist düzen çerçevesi içinde böyle bir şey olamaz.
[408] E.S. Mason, Promoting Economic Development (Claremont,California, 1955), s. 13.
[409] W. Vogt, Road to Survival (New York, 1948), s. 48; ikinci alıntı s. 238'dendir.
[410] G.F. Winfield, China: The Land and the People (New York, 1948), s. 345. Bu yazar, Amerikadaki Presbiteryen Kilisesi tarafından [sayfa 443] Çin'e gönderilmiş bir hekimdir.
[411] The Human Use of Human Beings, (Boston, 1950), s. 52.
[412] R.C. Cook, Human Fertility: The Modern Dilemma (New York, 1951), s. 282, 295 ve 315. Mr. Cook'un, eser çalma ile suçlanamayacağı açık olduğuna göre, ayrı yollardan giden iki ayrı düşünürün aynı sonuca vardığını görmek ilgi çekici sayılsa gerektir! Bu düşünürlerden öteki Adolf Hitlerdir! Benzer sosyo-ekonomik ve ideolojik koşullar nasıl da aynı düşünceleri çıkarıyor ortaya! "Aşağı ırk sayıca üstün ırktan her zaman daha çok olduğu için ve daha kötüsü, aynı geçim olanakları verildiğinde, daha hızlı çoğaldığı için, üstün insanlar, ister istemez, geriye itilmiş oluyorlar. O halde bir düzeltme yapmak gerekecektir. Doğa bunu yapıyor bir dereceye kadar; aşağı ırka kötü hayat şartları vererek yapıyor; sayılarını azaltıyor bir ölçüde. Geri kalanların öyle çok sayıda artışına da olanak vermiyor, bir seçim yapıyor, acımasız bir seçim; kuvvete ve sağlığa göre bir seçim yapıyor." Adolf Hitler, Mein Kampf (Munich, 1934), s. 313.
[413] A.g.e., s. 79.
[414] Wiener, a.g.e., s. 53.
[415] War or Peace (New York, 1950), s. 257.
[416] Engels, Introduction to Marx, Wage Labor and Capital, Marx ve Engels, Selected Works (Moscow, 1949-1950), Cilt I, s. 73'te.
[417] Soçinenya (Eserler), (Moskova, 1947), 9. Cilt, s. 338. [sayfa 444]
[418] Aktaran, S. Herbert Frankel, The Economic Impact on Underdeveloped Societies (Oxford, 1953), s. 17.
[419] Profesör Mason, "belki de Amerika B.D., Ortadoğu ülkelerinden daha da azgelişmiştir." derken bu anlamda haklıdır. Bkz. Promoting Ecomomic Development (Claremont, California, 1955), s. 9.
[420] Daha önce sözünü ettiğimiz, Measures for the Economic Development of Under-Developed Countries (1951) adlı raporun yazarları, bazı azgelişmiş ülkelerde, "toplumsal bir devrimle, gelir ve kuvvet dağılımında değişiklik getirecek olan bir toplumsal devrim oluncaya kadar, kalkınmanın ağır aksak gideceğini..." kabul ediyorlar (Paragraf 37).
[421] Bu kitabın 5. Bölümünün 6. ve 7. sayfalarına bakınız.
[422] Backward Europe and Advanced Asia, "Selected Works in T\wo Volumes, (Moscow, 1950, Cilt I, Bölüm, 2, s. 314.
[423] Helen M. Lynd'in "Realism and the Intellectuel in a Time of Crisis" adlı parlak denemesinde sözü ediliyor, bkz. The American Scholar (1951-1952, Kış sayısı) s. 26.
[424] Paris Komününde konuşan Marx'ın belirttiği gibi "Bütün bunlar... günümüz burjuvasının, kendisini, eski zamanların meşru baronu olarak görmesinden ileri geliyor. Onun elindeki her silah, pleblere karşı meşru, pleblerin ellerindeki her silah da bir cinayet aracı sanki!" The Civil War in France, Marx ve Engels, Selected Works (Moskow, 1949-50), Cilt I, s. 489.
[425] Paragraf 38.
[426] War or Peace, (New York, 1950), s. 256.
[427] Promoting Economic Development (Claremont, California, 1955), s. 6.
[428] E. Varga ve L. Mendelsohn (derleyenler), New Data for Lenin'si Imperialism - Tlıe Highest Stage of Capitalism (New York, 1940), s.184. [sayfa 512]
[429] A.g.e., s. 245.
[430] Aynı eser, s. 229.
[431] A.g.e., s. 29.
[432] Dulles, a.g.e., s. 260.
[433] "How Strong is India?" The Nation (12 Mart, 1955 tarihli sayı), s. 216.
[434] Böylece, bir yandan Rockefeller Vakfı, kaynaklarının gittikçe daha büyük bir kesimini Amerika B. Devletlerinde din okulları açmak için harcarken, öte yandan Ford Vakfı da, azgelişmiş ülkelerdeki Müslüman, Budist ve benzeri dinsel inanışların yayılıp pekişmesi için kurulmuş örgütlere avuç dolusu para akıtmaktadır.
[435] A.g.e., s. 254.
[436] Marx ve Engels, Manifesto of the Communist Party, Selected Works (Moscow, 1949-1950) içinde, Cilt I, s. 46.
[437] Bebel'e Mektup, 11 Aralık 1884, Marx ve Engels, Selected Correspondance içinde (New York, 1934), s. 434. (İtalikler orijinalde).
[438] A.g.e., s. 6.
[439] Bu kitabın, 4. Bölümünün, VIII. alt-bölümüne bakınız.
[440] Bu durum, Filipinler için en az Formoza için olduğu kadar, İran için en az Güney Kore için olduğu kadar, İspanya için en az Guatemala için olduğu kadar geçerlidir.
[441] George F. Kennan, American Diplomacy, 1900-1950 (Chicago, 1951), s. 116 ve 118.
[442] New York Times, 20 Mayıs, 1953 tarihli sayısı.
[443] Bu inanış, Batı Avrupada ve Hindistanda -hatta Sovyetler Birliğine tam anlamıyla düşman olanlar arasında bile- oldukça yaygındır; bu inançta olanlar, Amerika'yı, sürekli savaş tehlikesi yaratmakla suçluyorlar.
[444] Overseas Press Club (Denizaşırı Ülkeler Basın Kulübü)'nde 29 Mart 1954 tarihinde yapılan konuşmadan; aktaran, Monthly Review (Mayıs, 1954), s. 2. (İtalikler bizim).
[445] E.H. Carr, Studies in Revolution (London, 1950), s. 226.
[446] Amerikan Dışişleri Bakanlığı Yayını, United States Relations with China (Washington, 1949), s. XVI.
[447] A.g.e., s. 152.
[448] Soçinenya (Eserler) (Moskova, 1947), Cilt 24, s. 381.
[449] Amerikan Kara Ordusu Tuğgenerallerinden, Kore Askeri Danışma Gurubu Komutanı W.L. Roberts, New York Herald Tribüne gazetesi habercisine 5 Haziran, 1950 tarihinde verdiği demeçte şunları söylüyordu: "Komutanı bulunduğum, 500 kişilik, savaşta-pişmiş askerlerden Büyümenin ekonomi politiği, f. 33 [sayfa 513] oluşan Gurup, bizim adımıza kurşun atacak 100.000 kişinin nasıl savaşa hazırlanacağını kanıtlamıştır, bunları iyiden iyiye eğitmiştir... Kore'de Amerikan vergi yükümlüsünün, bu ülkedeki yatırımlarının bekçi köpeği olan bir yerli ordu bulunmaktadır ve bu kuvvet, en az gider ile en çok sonucun nasıl alınabileceğini pek güzel örneklemektedir." Aktaran, Gunther Stein, The World the Dollar Built (London, 1952), s. 253.
[450] "A New Plan to Defeat Communism, US. News and World Report dergisi (27 Mayıs, 1955 sayısı), s. 139. Yeri gelmişken belirtelim ki, Amerikan Radyo Şirketinin Başkanı General Sarnoff, dikkat çekmek için sivri lâf eden tuhaf kişilerden değildir. Söz konusu dergi, giriş olarak koyduğu açıklamada General'in "Bu konuyu Başkan Eisenhower ile etraflıca konuştuğunu ve bu basın toplantısındaki tutumunu, ondan aldığı emirlere göre belirlediğini..." belirttiği açıklanmıştır.
[451] İşte bu noktada, gelişmiş kapitalist ülkelerin içinde yürütülecek anti-emperyalist mücadelenin, yani siyasal ve ideolojik anti-emperyalist mücadelenin, bu ülkelerin savaş başlatma isteklerini azaltmak ve hem kapitalist, hem de sosyalist azgelişmiş ülkelerin ekonomik ve toplumsal kalkınmalarını hızlandırıp kolaylaştırmak için elden ne gelirse yapmak, şeklinde yürütülmesi gerektiği bir kez daha ortaya çıkmaktadır.
[452] Sarnoff, a.g.e., s, 138 ve 140.
[453] War or Peace, (New York, 1950), s. 261.
[454] Selected Works in Two Volumes (Moscow, 1950), Cilt II, Kesim I, s. 458 v.d.
[455] Stalin, Soçinenya (Eserler), Cilt 8 (Moskova, 1948), s. 21 (İtalikler orijinalde).
[456] Bir sosyalist ülkeye, kapitalist dünyanın, ekonomik abluka uygulaması hâlinde, açıktır ki, bu durumda önemli bazı değişiklikler yapmak gerekiyor. Böyle bir durumda, normal ihraç ürünlerinden gelir elde etmek olanaksızdır ve ablukanın, sosyalist ülke üstündeki ilk etkileri müthiş can sıkıcı olmaktadır. Söz konusu koşullarda, yani İran petrolüne uygulanan boykotta, bir sosyalizm sorunu yoktu elbet; Anglo-Iranian petrol kumpanyası kamulaştırılmıştı ve boykot kararı bu nedenle alınmıştı. Fakat genel olarak, bu tür ablukaların uzun-ömürlü olması olanak dışıdır; ihraç konusu olan madde için alıcılar arasındaki rekabet, söz konusu ablukanın, zamanından önce gedik vermesine yol açmaktadır. Eğer ihraç konusu olan maddeler, dünya pazarlarında aranan, vazgeçilmesi kolay olmayan ham maddeler ve yiyecek maddeleri ise, böyle bir gediğin açılması daha da kolaylaşacaktır.
[457] Birinci Dünya Savaşından önce Rusya'da, ekmeklik buğday [sayfa 515] üretiminin yüzde 50 kadarını üreten toprak ağaları ve kulaklar, üretimlerinin yüzde 47'sini ve yüzde 34'ünü pazara sürmekteydiler. Buna karşılık, toplam üretimin geri kalan yüzde 50'sini çıkaran orta ve küçük üreticiler ise, toplam üretimlerinin ancak yüzde 14.7'sini pazarlayabiliyorlardı. 1926-1927 yıllarında, kulakların ekmeklik buğday üretimi, toplamı üretimin yüzde 13'ü kadardı ve bunun beşte birini (yüzde yirmisini) pazara sürüyorlardı; orta ve küçük üreticiler ise, toplam üretimin yüzde 85.3'ünü elde ediyorlar ve bunun yüzde 11.2'sini pazarlıyorlardı. Bütün bunların sonucu olarak kentler, Devrimden önceki döneme kıyasla, eskisinin yarısı kadar ekmeklik buğday bulabiliyorlardı. M. Ganguli'nin ilgi çekici incelemesi, Çin'de de benzer gelişmeler olduğunu ortaya koymuştur; bu inceleme için bkz. "Reorganization of Chinese Agriculture af ter Land Reform, "Indian Economic Review (August, 1953). Ayrıca bkz. Doreen Warrinerin, Doğu ve Güneydoğu Avrupada, sosyalist devrimlerden sonra, hemen aynı şeylerin görüldüğünü anlatan Revolution in Eastern Europe (London, 1950) adlı eseri.
[458] Lenin, a.g.e., s. 420.
[459] Selected Works in Two Volumes (Moskow, 1950), Cilt 11, Kesim 2, s. 457. (1863-65 tarihleri Lenin'in kendi metninde veriliyor.
[460] Doğu ve Güneydoğu Avrupa'nın birçok plânlı sosyalist ekonomisi, daha 1949 yılında, Savaş-öncesi üretim düzeyini aşmış bulunmaktadır; bkz. Birleşmiş Milletler'in Economic Survey of Europe in 1949 (1950) adlı raporu. Çin'de, 1952 yılında, yani Halk Cumhuriyetinin kurulmasından üç yıl sonra üretim, bu ülke tarihinde hiç görülmemiş bir düzeye çıkmıştır; bkz. Birleşmiş Milletlerin, Economic Bulletin for Asia and the Far Aast (November, 1953) adlı yayını.
[461] Birinci Dünya Savaşından önce, Rusya'da 15-16 milyon köylü ailesi vardı. 1927 yılında bu sayı 24-25 milyona yükselmiştir.
[462] Engels, Anti-Dühring (New York, 1939), s. 309.
[463] Economic Problems of Socialism in the USSR (New York, 1952), s. 33.
[464]"İleri ülkelerin 50-100 yıl gerisindeyiz. Bu açığı on yıl içinde kapatmak zorundayız. Bunu ya başaracağız ya da ezileceğiz." Stalin, Soçinenya, Eserler), Cilt 13, (Moskova, 1951), s. 39. Bu sözlerin 4 Şubat 1931 tarihinde söylenilmiş olması ilgi çekicidir. Bu tarihten itibaren yaklaşık olarak 10 yıl içinde Almanya, Sovyetler Birliğine saldırmıştır.
[465] VKP (B) V Resolutziah i Reşeniah S'ezdov, Konferentzil i Plenumov TsK (Sovyetler Birliği Komünist Partisinin, Kongrelerinde, Konferanslarında ve Merkez Komitesi Genel Kurul Toplantılarında Alınan Kararlar ve Verilen Emirler), (Moskova, 1946), Kesim, 2, s. 236.
[466] Report to the President on Foreign Economic Policies [sayfa 515] ("Gray Raporu") (Washington, 1950), s. 59. (italikler bizim).
[467] Engels, "The Peasant Question in France and Germany," Marx ve Engels, Selected Works (Moskow, 1949-1950), Cilt II içinde, s. 395.
[468] Aynı eser, s. 393 ve 394.
[469] Soçinenya (Eserler), (Moskova, 1947), Cilt 28, s. 319.
[470] Selected Works in Two Volumes (Moskow 1950), Cilt II, Kesim 2, s. 697. (İtalikler orijinalde).
[471] Soçinenya (Eserler) (Moskova, 1947), Cilt 31, s. 486.
[472] Engels, a.g.e.
[473] "Marx und Engels über Feurbach," Marx-Engels Archiv (Frankfurt, tarihsiz), Cilt I, s. 284.
[474] Her iki alıntı da Engels'ten, a.g.e., s. 393 ve 394.
[475] Lenin Selected Works in Two Volumes (Moscow, 1950), Cilt, II, Kesim 2, s. 722, 723.
[476] Promoting Economic Development (Claremont, California, 1955), s. 44.
[477] Aneurin Bevan, Democratic Values, Fabian Tract No. 282 (London, 1950), s. 12.
[478] Voprosi Leninisma (Leninizmin Sorunları) (Moskova, 1939), s. 487.
[479] Istorya Vsesoyuznov Kommunistiçeskoy Partii (Bolşevikov) -Kratki Kurs (Sovyetler Birliği Komünist Partisi Tarihi -Bolşeviklerin tarihi- Kısa Ders Kitabı) Moskova, 1938, s. 291.
[480] The Working Principles of the Soviet Economy (New York, 1943), s. 7.
[481] Maurice Dobb, Soviet Economic Development Since 1917 (London, 1948) s. 247; bu sayfada şunları okuyoruz: "1932-33 yılında hububat ve patates üretimi, 6 yıl öncesine kıyasla iki misli kadar bir artış göstermiş, pamuk, kenevir ve yün üretimindeki artış ise, gene aynı dönemde, iki mislinden fazla olmuştur."
[482] Bkz. A. Baykov, The Development of the Soviet Economic System (Cambridge ve New York, 1947), s. 325.
[483] Dobb, a.g.e., s. 253 ve 285.
[484] Baykov, a.g.e., s. 323.
[485] Naum Jasny, The Socialized Agriculture of the USSR (Stanford, California, 1949), s. 33.
[486] Maurice Dobb, "The Soviet Economy: Fact and Fiction," Soience and Society (Spring, 1954). Soğuk savaşın gereklerinden ve sosyalist plânlamanın, azgelişmiş ülkeleri de bu yola yönelmesinden duydukları korkudan esinlenen, sözde Sovyet uzmanları, özellikle Amerikadaki [sayfa 516] Sovyet uzmanları, tarihte misli görülmemiş bu hızlı kalkınma başarısını gölgelemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Ancak, bunar arasında en aşırı olanlardan bir olan Mr. jasny bile, 1928-1937 yılları arasında, yıllık ulusal gelir artışının, Sovyetler Birliğinin yüzde 8-9'dan aşağı düşmediğini kabul etmek zorunda kalmıştır. (Bkz. The Soviet Economy Durin the Plan Era, Stanford, California, 1951, s. 85). Diğer araştırcılar da, Sovyet istatistiklerini "yeniden gözden geçirmek" ve "küçültmek" için çaba göstermişler ve bu "düzeltme" işleminde oldukça başarılı da olmuşlardır! Örneğin, Profesör D. R. Hodgman, Soviet Economic Growth adlı derlemeye (Derleyen, A. Bergson, New York, 1953) alman yazısında, Sovyet sanayi üretim göstergesinin 1927-1928 ile 1938 yılları arasında yüzde 15-16 olarak, 1946-1950 dönemi için de yüzde 10 olarak (bunlar yıllık ortalama net artışlardır -ç.n.) düzeltilmesi gerektiğini yazıyor. Diğer taraftan, Alexander Gerschenkron (Profesör), Sovyet istatistik serilerinde ve üretim gösterge sayılarında (endekslerinde), başka ülkelerin istatistiklerinden farklı bir şişkinlik ve abartma olmadığını, geniş ve yorucu çalışmalar sonunda ortaya koymuş bulunuyor. "1926-27 göstergesinde -ne yazık ki çok kaypak olan ve gözden kolaylıkla kaçan- yanlışlığın, ne ölçüde büyük olduğu, hâlâ tartışma konusudur ve bir hesap sorunudur." demekten de kendisini alamıyor. (A Dollar Index of Soviet Machinery Output, 1927-28 to 1937, The Rand Corporation, 1951) s. 58. Bu yazar, kendi araştırmalarına dayanarak, Sovyet istatistiklerinin özellikle yanlış ve abartma olduklarını söylenemeyeceğini ortaya koyuyor. Bundan birkaç yıl önce ben de, Sovyet ulusal gelir istatistiklerinin güvenilir olmadığı görüşündeydim (Benim, "The National Income and the Product of the U.S.S.R." adlı, Review of Economic Statistics'te yayınlanan -Kasım, 1947- yazıma bakabilirsiniz). Sonradan konuyu yeniden ele aldım ve Sovyet istatistiklerinde bir abartmanın gerçekten de var olduğunu bir kez daha gördüm; ne var ki, bunun, hemen her ülkede ve her gösterge (endeks) sayısı ile ilgili istatistikte görülebilir cinsten bir abartma olduğunu da anladım; üstelik, parça parça ya da tek tek ele alınan fiziksel üretim rakamlarının, Sovyet toplam üretim rakamlarını doğrular nitelikte bulunduklarını öğrendim. Jasny, Gerschenkron, Schwartz gibi yazarların Sovyet istatistikleriyle uğraşmaları, "bilim aşkına bilim, salt bilim" uğraşı olmaktan çok öte çabalardır; bu bir gerçek. Bu çabalar, bütün bu anlamsız karalamaların ve hesaplamaların çok üstünde bir tarihsel başarı elde etmiş olan sosyalist planlamayı gözlerde küçültebilmek için yürütülen propaganda çalışmalarının birer parçası niteliğindedir. Mr. P.J.D. Wiles'ın sözleriyle, "Sovyet istatistiklerini, istediğiniz kadar budayın ve küçültün, Sovyetlerin sanayi üretim artış hızları, gene de, her hangi [sayfa 517] bir kapitalist ülkenin elde ettiğinden yüksek olacaktır. Bu gerçeği değiştirmeye gücü yeten, bunun tersini kanıtlamayı başaran bir tek uzmanın, ne kadar kuşkucu ve siyasal bakımdan düşman olursa olsun, bir tek bilim adamının var olduğunu sanmıyorum." The Economist dergisinin 19 Eylül, 1953 tarihli sayısında yayınlanan mektuptan. (italikler orijinalde).
[487] A. Bergson, Soviet National Income and Product in 1937 (New York, 1953), s. 10. Aynı sayfada yer alan bir notta. Profesör Bergson, Mr. Jasny'nin araştırmasında ve hesaplamalarında bile, 1937 yılındaki hayat standartlarının, 1938 yılındaki hayat standartlarından yüzde 10 daha ileri olduğunun anlaşılabileceğini söylüyor.
[488] Bkz. Mlenkov'un, 1952 Ekiminde toplanan Ondokuzuncu Parti Kongresinde okuduğu Rapor ve 1954 Ekonomik Planının Başarılmasıyla ilgili Rapor, Pravda gazetesinin 21 Ocak, 1955 tarihli sayısında.
[489] Bu nokta, Maurice Dobb tarafından çeşitli vesilelerle yinelenmiş ve vurgulanmıştır. Yazarın Soviet Economic Development Since 1917 (London, 1948), (özellikle 10. Bölümünü okuyunuz) adlı eserine bakınız. Gene aynı yazarın, Some Aspects of Economic Development (Delhi, 1951) s. 37.
[490] SSCB'inde sermaye-üretim oranının, yaklaşık olarak, Batı ülkelerinde hesaplanan sermaye-üretim oranları ortalamasının yarısı kadar olduğu söylenebilir. (Yani aynı birim sermaye malıyla SSCB'nde iki misli net üretim yapılmaktadır -ç.n.) Bunun bir başka anlamı da, Sovyet işçilerinin, ellerindeki sermaye mallarını, Batılı işçilere kıyasla iki misli bir verimlilik ve yoğunlukla kullanmakta oluşlarıdır. Bkz. S.S.C.B. Bilimler Akademisinin, Ekonomi Enstitüsünün, Politiçeskaya Ekonomya-Uçebnik (Ekonomi Politik-Ders kitabı), (Moskova, 1954), s. 470.
[491] Capital (Kerr baskısı), II. Cilt, 21. Bölüm.
[492] Soçinenya (Eserler) (Moskova, 1947), s. Cilt, s. 137.
[493] Bkz. Maurice Dobb'un "Rates of Growth Under the Five -Year Plans" adlı çok güzel yazısı, Soviet Studies (April, 1953) içinde yayınlanmış, yazarın, On Economic Theory and Socialism (London, 1955) adlı kitabında yeniden yayınlanmıştır.
[494] Dış ticaret olanağının varlığı, bu yargının özünü değiştirmez. Eğer dış ticarete açık bir ekonomi modelinde düşünecek olursak, ihraç sanayilerinin, ürettikleri malların fiziksel özelliklerine bakmadan, bunları "üretim malları çıkaran sanayiler" grubuna sokmamız gerekecektir. Çünkü bu mallar, döviz karşılığı satılabilir ve bu dövizlerle de yatırım malları (sermaye malları) ithal edilebilir. Böyle bir, yolun izlenip izlenmemesi, söz konusu ülkenin doğal kaynaklarının niteliğine [sayfa 518] bakılarak kararlaştırılabilecek bir şeydir; böyle bir kararın verilmesinde, ülkenin, üretim malları sanayilerine yönelmesinin göresel üstünlüklerine (eğer varsa tabii), kalkınan bir ülkenin ihracatını arttırma kararı aldıktan sonra ticaret hadlerinin aleyhine gelişip gelişmeyeceğine de bakmak gerekir.
[495] Bu tür hatalar, Sovyetler Birliğinde de, Avrupanın Doğusunda ve Güneydoğusunda yer alan diğer sosyalist ülkelerde de yapılmıştır ve kentlerin beslenmesi bakımından büyük güçlükler doğurmuştur. Bu konuda ilginç bir inceleme için bkz. "The Economy of Hungary, 1950 to 1954", United Nations, Economic Bulletin for Europe (August, 1955) içinde.
[496] Problems of Capital Formation in Underdeveloped Countries (Oxford, 1953), s. 45. İkinci alıntı da aynı eserden, s. 44.
[497] Sanayi işçilerinin bir kısmı, kırsal bölgelerdeki "gizli işsizler"den aktarılmayacağı, bunlardan daha değişik türde birtakım kent işsizlerinden aktarılacağı için, bu noktada biraz durmak gerekecektir. Kentlerdeki bu işsizler, "Keynes'ci işsizlik" denilen kategoriye girmiyorlar: bu sonuncu işsizlik türü, genel ya da kısmi bir ekonomik bunalım dolayısiyle üretimin kısılması yüzünden işlerini yitiren insanları kapsamaktadır çünkü. Bizim sözünü ettiklerimiz ise, kente iş aramaya gelmiş, iş bulamayınca da, kentteki "gizli işsizler" ordusuna katılmış insanlardır; bunlar, toplumun kıyılarında bitkisel bir ömür süren, zaman zaman beş on kuruş kazanan, dilencilik, hırsızlık v.b. işler yapan kimselerdir. Bu tür "Lumpenproleterlerin" sayısı bazı ülkelerde pek büyüktür. Bunlar, aslında çok zaman işsiz kalmış olmaktan ötürü ruhen yıkılıp perişan olmuş kişiler oldukları için, yukardaki metinde açılan tartışma bakımından büyük önem taşımazlar. Bunların, eskidenberi "ikamet ettikleri" izbelerde ve koğuşlarda yaşamalarına izin verilirse, yararlı işçiler hâline dönüşmeleri de beklenemez.
[498] "A Note an the So-Called Degree of Capital - Intensity of Investment in Under - Developed Countries," Economic Appliquee (Paris, 1954), No. 3. Yazarın, On Economic Theory and Socialism adlı kitabında yeniden yayınlanmıştır (London, 1955); yukardaki alıntı bu kitabın 149. sayfasındandır.
[499] Sovyetler Birliğinin dış ekonomik ilişkilerinin kısa bir incelemesi ve çözümlemesi için, benim, "The U.S.S.R. in the World Economy" adlı yazıma bakınız. Foreign Economic Policy for the United States adlı derleme içinde (derleyen, S.E. Harris) (Cambridge, Massachusetts, 1948).
[500] Burada söylemeden anlaşılması gereken, fakat çok rastlanan kafa karışıklığı ve yanlış ortaya koymalar nedeniyle gene de vurgulamayı [sayfa 519] kaçınılmaz gördüğümüz bir nokta var: kapitalist dünyadan bağımsız olma çabası, hiç bir zaman, "bir kendine yeterlilik felsefesinden" ya da buna benzer bir akla aykırı kavramdan kaynak almamaktadır. Böyle bir bağımsızlık elde etme çabasının nedeni, yabancı ekonomik ve askeri saldırısı tehlikesinin sürekli varlığının anlaşılması ile Rus ekonomik kalkınmasının, uluslararası pazarlardaki dalgalanmalardan uzak ve bağışık tutulması gereğinin anlaşılmış olmasıdır. Birinci nedenin ve kaygının haklılığı, Devrimden hemen sonra Batının Rusya'ya, ekonomik ve askeri saldırılarıyla "kanıtlandı"; ikinci tür kaygının haklılığı da, ham madde ihraç eden ülkelerin ikidebir karşısına çıkan, "ticaret hadlerinin aleyhte gelişmesi olgusuyla" destekleniyor. Daha 1927 yılı Ekim ayında, Birinci Beş Yıllık Plânın uyması gereken ilkeleri saptayan Komünist Partisi Merkez Komitesi Kararında açıkça belirtildiği gibi: "Kapitalist ülkelerin, tarihin yazdığı ilk proleter devlete karşı askeri saldırı olasılığı dikkate alınarak, genel olarak ulusal ekonominin ve özel olarak sanayinin ilgili dallarının, ülkemizin, bir savaş sırasında, savunulmasını ve ekonomik dengesinin bozulmamasını sağlayacak yönde üretimde bulunması garanti edilecektir." (Bu bölümün 48. Nolu dipnotunda adı geçen eser), 2. Kesim, s. 202.
[501] Engels, "The Peasant Question in France an Germany", Marx ve Engels, Selected Works içinde (Moscow, 1949-1950), Cilt II, s. 394.
[502] Economic Bulletin for Europe (August, 1955), s. 94.
[503] Zagadnenya Ekonomi Politiçney (Problems of Political Economy - Ekonomi Politik Sorunları) (Warsaw, 1953), s. 127 ve devamı. Ayrıca bkz. D. Granick, "The Pattern of Foreign Trade in Eastern Europe and Its Relation to Economic Development Policy, Quarterly Journal of Economics (August, 1954).
[504] Bu, hemen bütün kapitalist ülkelerde görülen, kentsel bölgelerle kırsal bölgeler arasında mevcut ekonomik ve kültürel uçurumun, zamanla azaltılması bakımından da önemli bir koşul niteliğindedir.
[505] Eğer söz konusu olan, bir azgelişmiş ülkede zaten üretilmekte olan bir nenseyi satarak bunun karşılığında gerekli olan metayı almak ile bu metayı yerli olarak üretmek arasındaki fark (her iki yöntemin maliyetleri arasındaki fark) ise buna, "göresel üstünlükler tablosu" adını vermek daha uygun olacaktır, ("ya da mukayeseli üstünlükler tablosu veya eğrisi" ç.n.). Bazan söz konusu metanın yerli üretimi, katlanılamayacak kadar yüksek bir maliyeti gerektirir; bazan da, başlangıçta yüksek bir maliyet farkı vardır yerli üretimin aleyhine, fakat zamanla, yerli üretim arttıkça bu fark da azalmaya yüztutar; birkaç yıllık bir eğitim ve deneyimden sonra bu farkın büsbütün ortadan [sayfa 520] kalktığı haller de vardır. Yabancı ülkeden getirmekle, yerli olarak üretmek arasındaki bu fark, uygun bir biçimde hesaplanmalı ve ilgili fabrika ve donatım yatırımlarının maliyetlerine eklenmelidir. (Bu farkı hesaplarken, yerli plânda öngörülen üretim miktarı alınır ve içerdeki maliyetlerle çarpılır; daha sonra bu üretim düzeyi yurtdışı maliyet gelişmeleri tahminleri ile bir daha çarpılır ve aradaki fark alınır). Toplam giderleri bakımından daha az kaynak kullanımını gerektiren girişimlere, çok fazla kaynak yutacak girişimlere göre öncelik - eğer diğer koşullar bakımından iki proje arasında bir eşitlik varsa tabii- verilmelidir. Örneğin, bir basımevinin kurulması, bir içki fabrikasının kurulmasından daha büyük giderlerin sineye çekilmesini gerektirebilir; gene de birinci projeye öncelik verilecektir bu durumda. (Demek ki, diğer koşullar bakımından her zaman bir eşitlik yoktur, iki projeden birinin seçimi yapılırken.). Buna göre, bir "göresel üstünlükler tablosu" hangi yatırımın seçilmesi gerektiğinden çok, çeşitli yatırım seçeneklerinin karşılıklı maliyet yapılarını bilmemize yardım ediyor; çünkü yatırımlardan biri ya da öteki seçilirken, maliyetlerden de önemli etmenleri dikkate almak gerekebilir.
[506] A.O.Hirschman, National Power and the Structure of Foreign Trade (Berkeley ve Los Angeles, 1945), s. 13.
[507] The Communist Manifesto, Marx ve Engels, Selected Works içinde, (Moscow, 1949-1950), Cilt I., s. 36.
[508] Critique of the Gotha Program, aynı eser.. Cilt II, s. 22. (İtalikler orijinalde).
[509] Lenin, Selected Works in Two Volumes (Moscow, 1950), Cilt II, Kesim 2, s. 469.
[510] Economic Problems of Socialism in the USSR (New York, 1952), s. 53.
[511] Bu nokta Freud'un başlıca zayıf noktasıdır ve onu, özellikle son eserlerinde, mistisizmin tehlikeli sınırlarına kadar götürmüştür.
[512] T.W. Adorno'nun "Der Entzauberte Traum" adlı denemesinde bu hususun kesin ve ustaca bir çözümlemesi verilmiştir. Bkz. Die Rundschau (2. baskı, 1951); yazarın, Prismen, Kulturkritik und Gesellschaft (Berlin ve Frankfurt, 1955) adlı eserinde yeniden basılmıştır.
[513] Marx, Critique of the Gotha Program, Marx ve Engels, Selected Works (Moscow, 1949-1950) içinde, Cilt II, s. 21. (İtalikler orijinalde).
[514] Max Planck, Das Weltbild Neuen Physik (Leipzig, 1929), s. 9. [sayfa 521]



       
      NELER DEDİLER
     
      Stanford Üniversitesinde, Paul Baran ile birlikte 14 yıl öğretim üyeliği yaptık... Dersleri, konuları derinliğine ele alışı, klasik bilgisinin zenginliği, şaka ve fıkralarının doğal akışı ile heyecan verici ve canlı birer deneydiler... "Bireyin ruhu, nevrozlardan ne çekiyorsa, toplum da özel mülkiyetten onu çekiyor." sözleri hâlâ kulaklarımda...

Profesör M. Abramovitz
     
      Baran, ekonomi politiğin toplumsal ve tarihsel karakterini gerçekten anlamış bir ekonomistti; derin bir düşünür, bir ustaydı...

Profesör A. Aguilar
     
      Onunla ilk kez Kalküta'da karşılaştık, 1955-56 kışında. Hindistan'ın ikinci Plânını tartışmak üzere çağrılmıştık. Oskar Lange ve Jan Tinbergen de oradaydı. Paul Baran'ın, derin toplumsal ve ekonomik dönüşümler olmadan, Hindistan'da hızlı bir ekonomik kalkınmanın imkânsız olduğunu, ne büyük bir enerji ile savunduğunu hiç unutmam. Olaylar onu haklı çıkardı...

Profesör C. Battelheim
     
      Bir Amerikan Üniversitesinde hocalık eden tek Marksist, ekonomist olmanın bütün bildik çilelerini çekmişti. Sesini kısmışlardı, fısıltıyla konuşmak durumunda Kalmıştı. Fakat
      devrimci ve içe işleyen bir fısıltıydı bu!

I. Deutscher
     
      Paul Baran'ın ölümü, dünyanın dört bucağındaki solcular için büyük bir kayıp olmuştur. Taze ve özgün düşüncelerin sahibiydi, üstün bir aydın iyi bir hocaydı... "Büyümenin Ekonomi Politiği" adlı eseri ülkesini "yeni sömürgecilikten" kurtarmaya çalışan bütün geribıraktırılmış ülke insanlarının bağımsızlık ve ekonomik kurtuluş savaşlarını güçlendirecek temel kitaplardandır.

Profesör M. Dobb
     
      Paul Baran'ın ölümüyle birlikte, genel olarak toplum bilimler ve özel olarak Marksizm, üstün nitelikli bir düşünürünü ve bilginini yitirdi.

Profesör L. Goldmann
     
      Yoldaş Baran için ne büyük bir hayranlık duyduğumu söylememe bilmem gerek var mı?... Bir ekonomist ve bir devrimci olarak Küba için özel bir önemi vardır Baran'ın.

Ernesto Che Guevara
     
      Yiğitliği ile herkese örnek oluyor, esin veriyordu... Ulusal ve toplumsal kurtuluş hareketlerinin yer aldığı ülkelerin devrimci savaşçıları için.
Büyümenin Ekonomi Politiği kadar yararlı ancak bir iki Marksist eser daha vardır bu çağlarda yazılan.

Profesör E. Hobsbawm
     
      Hayatını insanlığın kurtuluşuna adayan düşünürler orasında, onun gibi önemli ve sürekli bilimsel katkılarda bulunmuş çok az sayıda insan yaşamıştır.

Leo Huberman


Sayfa başına gidiş