Paul A. Baran
Büyümenin Ekonomi Politiği
"Büyümenin Ekonomi Politiği", Prof. Paul A. Baran'ın incelemesi.
İngilizceden çeviren Dr. Ergin Günçe
Monthly Review, 1957.
May Yayınları, I. Basım, Ekim 1974.

Eriş Yayınları tarafından düzenlenmiştir.
e-posta:
Kurtuluş-Cephesi Dergisi
Özgün biçimiyle Acrobat Reader formatında:
Büyümenin Ekonomi Politiği (1.132 KB)











BÜYÜMENİN EKONOMİ POLİTİĞİ



BİR
GENEL BAKIŞ


      Ekonomik ve toplumsal kalkınma sorunu, özellikle Birleşik Devletlerde, son yılların bir numaralı tartışma konusu. Bu neden böyle? Şimdi, bu sorunun karşılığını aramak bilgi tarihi açısından, konudan uzaklaştırıcı, kalkınmanın özüne değgin olmayan bir saptama yapmak, yani bir bakıma konudan ayrılmak olarak görünebilir. Oysa durum hiç de öyle değil. Burada, düşünce tarihi, tarih düşüncesini de aydınlığa kavuşturuyor ve toplumsal- ekonomik değişim konusunda bugün görülen ilgi yoğunluğunu doğuran koşulların incelenip irdelenmesi, sorunun özüne olduğu, kadar, güncel tartışmaların nitelik ve önemine de büyük ölçüde ışık tutuyor.
      Anımsanacağı üzere, ekonomik kalkınma konusundaki bu güçlü, bu yoğun ilgi, ekonomik politik alanında, öncesi olmayan, yepyeni bir olgu da değildir. Gerçekten de, Klasik Ekonomi'nin ana teması ekonomik büyüme idi. Adam Smith'in öncü eserinin başlığı da, içeriği de bunun böyle olduğunu gösteriyor. Bu yayını izleyen birçok ekonomi düşünürleri kuşağı, kitaplarına hangi başlığı koymuş olurlarsa olsunlar, ekonomik gelişimi sağlayan [sayfa 69] güçlerin çözümlenmesiyle uğraşmış insanlardan oluşmaktaydı. Bu yazarların, ekonomik kalkınmanın gerektirdiği koşullara ağırlık vermeleri, içinde yaşadıkları toplumu keskin gözlemlerle inceleyip irdelemelerinden doğuyordu. Sonuç olarak da, bu yazarlar, kendi çağlarında egemen olan siyasal, toplumsal ve ekonomik ilişkilerin, üretici kaynakların gelişimini köstekleyip engellediğini öne sürüyorlardı. İster merkantilist dış ticaret kuramının tutarsızlıklarını ya da lonca sisteminin katılığını söz konusu etsinler, ister devletin ekonomik hayattaki işlevlerini ya da toprak sahipleri sınıfının oynadığı rolü ele alsınlar, klasik ekonomistlerin, ekonomik gelişimin gerçekleşmesi için, modası geçmiş siyasal, toplumsal ve ekonomik kurumların ortadan kaldırılması gerektiğini kanıtlamakta, kişisel girişim ve atılganlıkla, dilediğini yapabilmesi için büyük olanak sağlayacak olan serbest rekabet koşullarının yaratılması gerektiğini vurgulamakta hiçbir güçlüğe uğramadıkları görülüyordu.
      Bu yazarlar, yalnız o zamanki toplumu eleştirmekle de yetinmiyor, yeni yeni oluşup gelişmekte olan kapitalist düzenin olumlu bir çözümlemesini de ortaya koymağa çalışıyorlardı. İşte, kapitalist düzenin nasıl işlediği konusundaki bilgilerimizin çoğunu bu olumlu çabalara borçluyuz. Konumuz bakımından bizi asıl ilgilendiren şudur, bu yazarların, zengin bilimsel katkılarının ve bunları kamuoyuna iletme çabalarının arkasında, halkı, feodal ve yarı-feodal kösteklerden kurtulma işinin bir an önce başarılması görevine inandırmak için, canla başla uğraşma gereksinmesi, bir itici güç olarak yer almaktaydı. İşte tam bu anlamda, Klasik Ekonomi Okulu'nu, kapitalizmin yükselip yerleşmesi ve modern burjuvazinin zaferi bakımından bir yardımcı öge saymak uygun olacaktır. Profesör Lionel Robbins'in sözleriyle:
      "Ekonomik Özgürlük Sistemi, yalnız (devletin) işlere karışmamasını salık vermekle kalmıyordu: [sayfa 70] ayak bağı olan, toplum düşmanı her türlü uygulamanın ortadan kaldırılmasını, öncü ve özgür kişisel girişimin o büyük güç birikiminin salıverilmesini öngören bir düşünce sistemiydi bu aynı zamanda. Hiç kuşkusuz, uygulama dünyasında da, bu sistemin savunucuları boş durmuyor, aynı hava içinde eyleme girişiyorlar ve başlıca engelleri yıkmak için çaba gösteriyorlardı: kamu düzenlemesiyle yürütülen işletme ve şirketlerin ayrıcalıklarının sona ermesi; çıraktık kanununun yürürlükten kaldırılması; emek ve sermayenin özgürce yer değiştirmesini engelleyen kuralların kaldırılması; ithalat yasaklarına son verilmesi... Özgür ticaret hareketinde ortaya çıkan bir tür haçlı seferi havası, kendiliğinden oluşmuş girişim ve güçleri özgürlüğe kavuşturmak için girişilen daha genel bir eylemin tipik özelliği idi ve hiç kuşkusuz, klasik ekonomistler, bu eylemlerin aydın mızrak başlarıydılar."[35]
      Fakat, kapitalizm bir kez kökleşip yerleşince ve burjuvazinin toplumsal ve ekonomik düzeni "bilinçli ya da bilinçsiz" olarak sağlam bir temele oturunca, onun "tarihin uğradığı son istasyon" olduğu ve bütün toplumsal-ekonomik değişimin artık durduğu kabul edilmeğe başlandı. Bu durum, kendisine çok gezi yapıp yapmadığı sorulan Boston'lu bir bayanın verdiği karşılığı andırıyor; bayan, Boston'da doğup büyümenin büyük bir şans olduğunu, kendisinin gezilere çıkmak gereksinmesini duymadığını söylemiş. Neoklasik ekonomistler de, Klasik öncülerinin tersine, gezi yapma, yolculuk etme sorunlarıyla pek ilgili değil gözüküyorlar, onlar için bütün sorun, içinde doğup büyüdükleri evi durmadan yeniden keşfetmek ve durmadan yeni eşyalarla dayayıp döşemektir. Bazılarına, evleri, o kadar sağlam ve güzel görünmese bile bu böyle... Hepsinin ortak görüşü, evin yeteri kadar rahat olduğu ve türlü geliştirmelere izin verecek kadar da geniş [sayfa 71] bulunduğudur. Fakat, ne kadar zorunlu ve gerekli görünürlerse görünsünler, bu gibi gelişmelerin, evin temellerini ve kirişlerini bozmayacak nitelikte olmaları da şart; bu yüzden, işlerini yavaş yavaş, dikkatlice ve kılı kırk yararcasına yapıyorlar. Olsa olsa, ufak tefek işler (marjinal işler) yapılmalı; ekonomi biliminin öyle köklü, öyle önemli değişikliklere izin vereceği, onay vereceği sanılmamalı sakın[36] Natura non facit saltum (doğa sıçrama yapmaz -ç.n.) sözleri, hiçbir devinimin düşünülmediğini gösteriyor; hele ekonomik kalkınmanın sloganı hiç değildir (Neoklasiklerin bu sözleri!).
      Çünkü ekonomik kalkınma, Marshall'ın Ekonominin İlkeleri adlı kitabının başına koyduğu (Doğa sıçrama yapmaz!) sözlerinin tam tersini içermektedir. Ekonomik kalkınma, her zaman olmasa bile çok zaman gözden kaçırılan, kaba fakat önemli bir gerçeği içermektedir; ekonomik kalkınma, tarih boyunca, toplumun, etkileri zaman içinde uzayıp derinleşen, toplumsal, ekonomik ve siyasal yapılarında bir dönüşüm anlamına gelmiştir, toplumda egemen olan üretim, üleşim ve tüketim örgütlenmesinin köklü değişimi olarak anlaşılmıştır. Ekonomik kalkınma, her zaman, yeni bir ekonomik ve toplumsal düzende çıkarları olan sınıfların ve gurupların omuz verdikleri bir olgudur ve her zaman da, kurulu düzenin (status quo'nun) korunmasında çıkarları olanlarca karşı çıkılıp kösteklenmiş bir olgu olarak dikkati çekmiştir. Bu sonuncuların, toplumun o günkü dokusunda, o gün için yürürlükte bulunan gelenek, görenek, alışkanlık ve kurumlarında kökleşmiş olan ve sayısız çıkarlar elde etmelerine yarayan olanaklar vardır ve bütün bu olanaklar, onlara yalnız çıkarlar sağlamakla da kalmaz, onlar için bir düşünme kolaylığı ve rahatlığı da getirir. Ekonomik kalkınma, her zaman, şu ya da bu ölçüde şiddetli çatışmalara yol açmıştır, atılganlıklarla ve patlamalarla yürümüştür geri çekilmek zorunda kaldığı durumlar olmuştur ve yeni alanlar kazanmıştır sonunda - öyle, zaman ve uzam içinde, yerine dört köşe yerleşebilen, [sayfa 72] kesintisiz ve uyumlu bir süreç olmamıştır ekonomik kalkınma.
      Bu böyleyken, belki de elimizdeki en sağlam genellemelerden biri olan bu tarihsel değerlendirme, burjuva ekonomi biliminin görüş açısından birdenbire uzaklaşıp kaybolmuş bulunuyor. Gerçekte, kapitalizmin savunuculuğu görevini üstlenerek işe başlayan burjuva ekonomi bilimi, bu kılı kırk yaran, ince ve belki de tarihin en etkili olmuş yakıştırması, burjuva düşüncesinin bütün diğer dallarının alınyazısını paylaşmak zorundaydı. Akıl ve tarihten alınacak dersler, burjuvazinin, feodalizmin o günü geçmiş, karanlık ideoloji ve kurumlarına karşı savaşında bir işe yaradığı sürece, hem tarihe hem de akla, bu ölüm kalım çatışmasında en yüce hakemler olarak başvurmanın bir sakıncası yoktu. Durmadan yükselen burjuvazinin, akılla ve tarihsel düşünce ile kurduğu bu büyük ortaklığın en sağlam kanıtları olarak, On Sekizinci Yüzyılın Ansiklopedistlerini ve o sıralarda yeni yeni ortaya çıkmakta olan burjuva edebiyatının büyük gerçekçi yazarlarını göstermek uygun olacaktır.
      Fakat günü gelip de, kapitalist düzenin akla aykırılığı, sınırlamaları ve ancak geçici bir düzen olduğu gerçeği, akıl ve tarihsel araştırma yollarıyla ortaya konulunca, bir tüm olarak burjuva ideolojisi ve onun bir parçası olan burjuva ekonomi bilimi, tarihten de akıldan da yaka silkmeye ve uzaklaşmağa başladı. Bu uzaklaşma, ister kendi kuyusuna kazan bir usçuluk (rasyonalizm) kalıbına girmiş olsun ve zamanla modern pozitivizmin kuşkuculuğuna dönüşmüş bulunsun, isterse, akılcı bir tarih anlayışına erişmek için çalışmayı ve bu çalışmaya bel bağlamayı küçük görerek yadsımaya kalkan ve üstünlük bu tutumunu açık yüreklilikle ortaya koyan varoluşçuluk (egzistansiyalizm) türünden bir felsefe kılıfına bürünmüş olsun, sonuç, burjuva düşüncesinin (ve onun bir kesimi olan burjuva ekonomi biliminin), kurulu toplumsal düzenin işlemesi ve yaşatılması için gerekli ideolojik aygıtları süsleyip püsleyerek, [sayfa 73] özenle yapılmış bir paket hâlinde, kamuoyuna sunması olmuştur ve bu işin yoğunluğu da gittikçe arttırılmıştır.
      Ekonomi bilimi, başlangıçta, insanlığın ilerlemesini en iyi bir biçimde sağlayabilecek ekonomik sistemin işleyiş ilkelerini arayıp bulma ve sağlam bir temele oturtma amacını güden, devrimci bir aydın çabasıydı. Daha sonraları kendi geçmişine sırt çevirdi, kurulu düzenin açıklamasını ve savunmasını yapan bir çaba, bir girişim olup çıktı; artık yalnız bunu yapmakla da kalmıyor, kurulu ekonomik düzeni akıl ölçülerine vurarak yargılamaya kalkan, toplumda egemen olan koşulları, kökenleri ile kavramaya ve yorumlamaya çalışan ve toplumdaki kalkınma güçlerini irdelemek isteyen, her türlü girişimi yerin dibine batırmak ve bastırıp ezmek için elinden geleni yapmaktan geri durmuyor. Marx'ın belirttiği gibi: "Ekonomistler, bize, belli koşullar altında yer alan üretim sürecini açıklıyorlar; peki, ya bu koşullar nasıl oluşmuş, nasıl ortaya çıkmış, işte bunu açıklamıyorlar; bu koşulları ortaya çıkaran tarihsel devinim karanlıkta kalıyor."[37]
      Böylece ekonomik ve toplumsal değişim ile ilgilenme görevi, ekonomi biliminin ve toplum bilimin "kâfir" (!) okuluna bırakılıyordu. Marx ve Engels, klasik ekonomistlerin, ekonomik kalkınmaya kapitalizmin dev bir katkıda bulunmuş olduğu biçimdeki görüşlerini özünde kabul ediyorlardı. Kabul ediyorlardı ama, çağdaş oldukları egemen kapitalist sınıf için geçerli bulmuyorlardı bu görüşü artık; kendilerini, "bilinçli ya da bilinçsiz olarak" kapitalizmin, toplumun "doğal" biçimi olduğu görüşüne katılmak zorunda hissetmedikleri gibi bu düzenin, insanlık umutlarının ulaşabileceği son başarı aşaması olması gerektiğini de düşünmüyor, tam tersine, kapitalist sistemin yapısında var olan gelişme sınırları ve engellerini görüp gösterebiliyorlardı. Gerçekten de, onların konuya yaklaşımı, burjuva ekonomi biliminin yaklaşımından köklü bir biçimde farklıydı. Burjuva ekonomi biliminin, ekonomik [sayfa 74] kalkınma ile ilgisi, kapitalist düzeni yerleştirip, kökleştirebildiği, sağlamlaştırılabildiği ölçüdeydi (ve bugün de aynı ölçüdedir); buna karşılık Marx ve Engels, kapitalist düzenin, ancak ve ancak, daha ileri bir ekonomik ve toplumsal gelişimin ayak bağı olmadığı sürece yaşayabileceğini düşünürler. Burjuva düşüncesinin sınırlarını çiğneyip geçmiş olan bu yazarlar, kapitalizm çağını, insanlığın gelişimi için, olsa olsa, birtakım, ön koşullar yaratmış bir çağ olarak görüyorlar; insanlığı, kapitalist düzenin dar sınırlarının çok ötelerine uzanan bir yeni gelişim bekliyor. Bir kez daha vurgulayalım: Marx'ın ve onu izleyenlerin eleştirme çabaları, önemi çok büyük olan olumlu sonuçlar doğuruyor. Burjuva ekonomi biliminin, kapitalist sistemin görünüşünü bulandıran, sözde uyum (armoni) peçesini yırtarak ve kapitalist düzenin çatışma-yüklü, akılsızlıklarla dolup taşan gerçek doğasını ortaya koyarak insanlığa hizmet etmiş olumlu sonuçlardır bunlar. Üretici güçlerin gelişmesinden (ve durgunluğundan) sorumlu olan, toplumdaki çeşitli örgütlerin yükselip yıkılması sonucunu doğuran karmaşık birtakım mekanizmaları biliyorsak, bu bilgilerimizin tamamını değilse bile büyük kesimini, Marx'ın ve ondan esinlenen diğer yazarların çözümlemelerine borçluyuz.
      Eğer bütün toplumsal, siyasal ve kültürel ortamımızı değiştiren, yirmi otuz yıllık bir tarihsel süreç ortaya çıkmasaydı, durum böyle kalır, ekonomik kalkınma sorunu, ekonomik ve toplumsal düşünce "yeraltına" itilmiş olur, orada öylece bekler dururdu. Doğrusu, Neoklasik ekonomistler dural denge (statik denge) çözümlerini durmadan yontup inceltmekle ve kapitalist sistemin özünde bir canlılığın ve uyumun varlığını kanıtlamak için yeni görüşler ortaya koymakla uğraşırlarken, kapitalist sistem almış başını gidiyor ve köklü dönüşümlerin içinden geçiyordu.
      On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, Batı dünyasındaki sanayileşmenin ilk evresi sona ermekteydi. O günlerin, [sayfa 75] daha çok kömüre ve buhara dayanan teknolojisi sonuna kadar kullanılmış, ağır sanayide çok büyük bir genişleme elde edilmiş, üretim dev adımlarla ilerlemiş, ulaştırma ve haberleşme araçlarında da bir devrim olmuştu. Fakat gelişme yalnız bu alanlarda değildi; kapitalist ekonomilerin yapısında da önemli değişiklikler görülüyordu. Sermayenin yoğunlaşması ve belli ellerde toplanması dev girişimlere olanak sağlıyor, ekonomi sahnesinde büyük işletmeler baş rolleri oynamağa başlıyorlar, küçük işletmelerin ayaklarının kaydığı ya da bu büyükler tarafından yutuldukları görülüyordu. Ekonomik sistemin o güne kadar işlemesini iyi kötü düzenlemiş olan serbest rekabet mekanizması darmadağın oluyor, büyük çaptaki işletmeler, modern kapitalizmin ayırıcı özelliği olan tekellerin ve tekel -benzeri kuruluşların (monopollerin ve oligopollerin) temellerini atıyordu. Bu arada, Neoklasik ekonomi de hızla parçalanmağa, bölünmeğe yüz tutmuştu. Ne yavaş (fakat sağlam ve düzenli) bir ekonomik büyüme sağlanabiliyor, ne de kimsenin canını fazla yakmayan sürekli ufak tefek değişiklikler gerçekleşebiliyordu. Her yerde görülen bölünmezlik ve kesiklilik (Neoklasik ekonomi okulu, üretim araçlarının ve üretimin sonsuz bölünebilirliğini ve tam sürekliliğini varsayar -ç.n.), üretimin işletme büyüklüğü artışından daha büyük oranlarda artması ve yatırım alanlarının daralması gibi koşullar, sözü geçen türden bir büyümeyi ve sözü geçen değişiklikleri olanaksız kılıyordu. İlerlemiş ülkelerden geri kalmış ülkelere doğru, kâr dürtüsü ile düzenli ve uyumlu bir biçimde akıp giden sermaye, beraberinde, yatırım alanları, pazarlar ve ham madde kaynakları için kıran kırana çatışmaları da getiriyordu; artık sermaye akımı demek, çatışma demekti. Yeryüzünün en uzak köşelerine kadar Batı uygarlığının nimetlerini yayması beklenen ülkeler, geri kalmış ve sömürgeleşmiş bölgelerin tâ içlerine kadar sızma olanağını buluyorlar, boyunduruğa aldıkları ulusları, acımasız bir baskı ve sömürü düzeninin altında eziyorlardı; gerçekte nimet yoktu, külfet vardı. [sayfa 76]
      Marx'ın daha on dokuzuncu yüzyılın ortalarında açık-seçik ortaya koyduğu ve daha sonraları Hobson, Lenin, Hilferding, Rosa Luxemburg ve başkalarının gözlemleyip çözüme kavuşturdukları, ekonomik durgunluk getirecek güçlü eğilimler, emperyalist savaşlar ve yangınlar ve kökleri derinlere inen siyasal bunalımlar, birtakım vurdumduymaz kişiler dışında kalan herkes için, tehlike çanları çalacak kadar belirgin bir yapı kazandılar. Büyük devletler arasındaki çılgın silahlanma yarışı, ulusal üretimlerin gittikçe daha büyük kesimlerini yutmağa başladı ve bu devletlerdeki ekonomik işler düzeyini belirleyen en önemli tek etmen oldu. Birbiri ardına tesbih taneleri gibi dizilen, Çin-Japon Savaşı, İspanyol-Amerikan Savaşı, Boer Savaşı, Boxer Başkaldırmasının kanla bastırılması, 1905 Rus Devrimi, 1911-1912 Çin Devrimi ve son olarak da Birinci Dünya Savaşı, kapitalizmin gelişmesinde bugünkü çağı - emperyalizm, savaşlar, ulusal ve toplumsal devrimler çağını - getiren olaylardır.[38]
      Marks'çı kurumsal çıkışın, zamanla, uygulamaya dönük olduğu açıkça anlaşıldı. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, kapitalizmin geleceğinin sallantısız, bolluk getiren, güven veren bir dönem olacağını sananlar aldandılar, çünkü bu dönem, on yıl bile sürmeden, "kısa süren bir yaz" olarak başlayıp bitti. "Düzenli, örgütlü kapitalizm", bütün toplumsal ve ekonomik bozukluklara çare olacağı sanılan "Marx'a karşı Ford" çözümleri ve herkese adalet ve bolluk garantisi veren "ekonomik demokrasi" düşleri, tarihin yazdığı en kısa ömürlü ütopya (hayal cenneti) oldular. 1929 yılında başlayan büyük Ekonomik Bunalım, yarattığı çok sayıda ve etkileri gelip geçici olmayan sorun yüzünden, kapitalizmde ekonomik büyüme ve toplumsal gelişme konularında çok kimsenin gözünü boyamış olan "iyimserlik fitnesi"ne aldanmanın gittikçe daha güç olacağı kanıtlandı. Ekonominin o yıllanmış "bilimsel" ve "nesnel", sosyalizmin kurulmasına olanak bulunmadığı konusundaki görüşleri de, bu arada, SSCB'deki sanayileşme [sayfa 77] atılımı ile bir daha ayağa kalkmayacak biçimde çürütülmüş oldular.
      Artık ekonomi bilimi, ağır aksak da olsa, istemeye istemeye de olsa, bu yeni durumu dikkate almak zorundaydı. Bunalıma ve yaygın kitle işsizliğine derhal bir çare bulmak gibi bir sorundan hareket etmiş olsa bile, John Maynard Keynes'in "Yeni Ekonomi Bilimi", bu bilimin başlangıçtaki görüş açısını ve içeriğini çok aşan sonuçlara ulaşıyordu. Uğraştığı sorunlar gereği, daha çok, kısa-dönemli çözümlemelere yönelmiş bir bilimdi bu; kısa dönemde toplam üretim, çalışan insan sayısı ve ulusal gelir gibi değişkenlerin düzeyini belirleyen kısa-dönemli etmenleri aydınlatmağa çalışan Keynesci ekonomi, kapitalist düzenin tam anlamıyla akıl dışı olan ve üretici güçler ile gerçekleşen üretim arasındaki göz kamaştırıcı farkı ortaya çıkaran karakteriyle yüz yüze geliverdi. Keynes'in bilimsel başarısını bir hayli abartmak tehlikesini göze alarak, onun yaptığı işin, Hegel'in Alman klasik felsefesine göre yaptığı işle kıyaslanabileceği söylenebilir; Hegel'in klasik felsefeyi tarumar etmesi ne ise, Keynes'in de Neoklasik ekonomi düşüncesini tarumar etmesi odur, denilebilir. Geleneksel ekonomi kuramının beylik araçlarıyla çözümlemelerini işleten, "salt ekonomi biliminin" dar sınırları içinden hiç de ayrılmayan, toplumsal ekonomik süreci bir bütün olarak ele almaktan ustaca kaçınma inancından sapmayan Kaynesci çözümleme, burjuva ekonomi kuramlaştırmasının sınırlarına kadar dayanmış ve onun tüm yapısını kundaklamıştır. Çünkü Keynesci çözümleme, geleneksel ekonomi bilimine kararsız ekonomik dengenin, ekonomik durgunluk getiren güçlü bir eğilimin, insan ve madde kaynaklarının kronik olarak eksik kullanımının, kapitalist sistemin özünde, kalıtımsal olarak var olduğunu getirmekle "Kutsal Deniz"in sularını bulandırıyor, ve kapitalist sistemin bu aksaklıklarının "resmen" kabulü anlamına geliyordu. Keynesci ekonomi, toplum yapısında yer alan ekonomik süreci ortaya koymağa çalışır ve sınıflar [sayfa 78] arası ilişkileri, ulusal gelirin paylaşılmasını, devlete düşen görevi ve diğer "dış" etmenleri çözümleme çerçevesine sokarken, akademik ekonomi biliminin de, o güne kadar canla başla korunmuş bulunan "saflığını", üstü kapalı bir biçimde de olsa, reddetmiş oluyordu.
      "Ulusların zenginliğinin niteliği ve nedenleri" konusunda, istemeye istemeye girişilmiş olan bu yeni araştırma (Burada Adam Smith'in ünlü kitabının başlığına atıf yapılıyor-ç.n.), laissez-faire'in (bırakın yapsın, bırakın geçsin sözleriyle özetlenen liberal ekonomi politikası savunuculuğunun-ç.n.) ilk haçlı şövalyeleri o gençlik dolu, o devrimci heyecan ve atılganlıkla ortak olan hiç bir şeye sahip değildi elbette. Kapitalist ekonominin işleyiş mekanizmasının anlaşılmasına önemli ölçüde katkı yapmış olmakla birlikte, Yeni Ekonomi Bilimi, kapitalizmin genel bunalımını sağlam bir kuramsal çerçeveye oturtma başarısını göstermiş de değildi; böylece de, burjuva ekonomi düşüncesi adına öne sürülmüş, parçalanıp çürüdüğü açık belirtilerle ortaya çıkmış bulunan kapitalist sistemin kurtarılmasına dönük bir yüksek çabadan öte anlam taşımıyordu. Demek oluyor ki, "Keynesci görüş", hiç bir zaman, gününü doldurmuş ve yıkıcı bir toplumsal düzenini ekonomik kalkınma, toplumsal gelişme adına ortadan kaldırılması yönelişinde bulunan zorlu bir girişim özelliğini kazanamadı. Kazanamadı ama, gene Hegel felsefesine ve özellikle onun "Solcu" yorumuna benzer bir etki yarattı ve kapitalizmin çelişkilerini, yürürlükteki gelir paylaşımı düzenini değiştirerek çözeceğini hayal eden bir reform hareketi için bir kez daha düşünce malzemesi sağlamış oldu; hayır sahibi bir devlet ortaya çıkacak, sürekli bir ekonomik genişleme sağlayacak, hayat standartlarını yükseltecekti! Ne var ki, tekelci kapitalizmin mantığı, Keynes'in ve onun radikal izleyicilerinin umduğundan çok daha güçlü çıktı ve bu hayallerin gerçekleşmesine olanak vermedi. Keynesci ekonomi biliminin kanunları uyarınca ortaya sürülen "Bolluk Devleti" olsun, "Fonksiyonel Maliye" [sayfa 79] kuralları olsun, daha çok kağıt üstünde yaşayan şeyler olarak kaldı. Böylece, Keynes ekonomisinin kuramsal başarıları, bunların öngördüğü amaçlara ters düşmek zorunda bırakılmış oluyordu. Ekonomi makinasını kurup işletmek amacıyla, Keynesci çözümlerinin en yaygın kullanımını Faşist Almanya'da görüyoruz; İkinci Dünya Savaşını çıkaran da bu makinanın işletilmesi olmuştur.
      Savaş ve savaşı izleyen yıllarda görülen ekonomik canlılık, sermaye birikimi ve etkin talep yetersizliği konusundaki Keynesci kaygıları boşa çıkardı. Savaşın bazı ülkelerde yaptığı yıkıntıları ortadan kaldırmak ve yeni yapılar kurmak için yapılan harcamalar, iş çevrelerinin ve tüketicilerin ertelenmiş taleplerini doyurmak için yapılan yatırımlar, savaş sırasında (ve daha çok savaş amaçlarına uygun olarak) geliştirilen teknolojik yeniliklerin üretici amaçlara yöneltilmesi zorunluluğunun ortaya çıkması gibi etmenler bir araya gelince kapitalist girişimin ürünleri için koskoca bir pazar yaratmış oluyordu.
      O güne kadar, istemeye istemeye ve yadsınmaz olguların dayanılmaz baskısı altında, Keynesci doktrinin anti-kapitalist sonuçlarını "yutmak" zorunda kalmış olan ekonomistler de derin bir nefes aldılar ve gösterişli bir neşe ve çeviklik içinde, kapitalist ahengi geleneksel övgülerine döndüler. "Gözleme gelen olgulara yakından bağlı kalarak", kapitalist ekonomilerin sürekli dengede kalmaları için başlıca düşman olarak enflasyon tehlikesinden söz etmeğe başladılar bu sefer; fazla tasarrufun, aşırı kapasite yaratmanın ve bunalımların ise, uzak ve gerilerde kalmış bir geçmişin kalıntıları olarak değerlendirilmesi gerektiğini bir kez daha belirttiler. Pazar mekanizmasının erdemlerini göklere çıkararak, tekellerin ve "büyük işletmelerin" övgüsüne girişerek, ekonomi bilimi, Keynesci görüşün olumlu katkılarını bir yana itti ve "1920'lerin mutlu yaşamının" o kendini beğenmişliğine yeniden döndü.
      Doğrusu bu gerileme öyle pek uzun ömürlü olacağa benzemiyor; aslında bütün ekonomistleri etkilemediği de [sayfa 80] söylenebilir. Yalnız ekonomik büyüme sorunları konusunda son zamanlarda yazılanların arkasında değil, iş hayatının bugünkü durumu konusunda ve kısa-dönemli ekonomik başarılar üstünde yapılan, ayağı-yere-basan tartışmaların da gerisinde bir kaygı sezinleniyor; ekonomistlerin yüreğinde, kapitalizmin geleceği konusunda kemirici, yiyip bitirici bir endişenin pusu kurmuş olduğu görülüyor; Kapitalist sistemin yapısında ekonomik gelişimi engelleyen öğelerin var olduğu bilincine varanlar ve bundan elem duyanlar çoğalıyor savaş; sonu döneminin o ılık limonluk iklimi sona ermiştir artık ve ekonomik gelişimi engelleyen inatçı kapitalist ögeler, yeniden başgösteriyorlar, hem de eskisinden daha güçlü olarak.
     

II


      Eğer Birleşik Devletlerin (ve çok gelişmiş diğer kapitalist ülkelerin) ekonomilerinde görülen sallantılı durum daha büyük kaygılara yol açacaksa ve ekonomik büyüme, ekonomik kalkınma temel sorunlarını yenibaştan ele almak için yeni bir uyarı, yeni bir dürtü rolü oynayacaksa, dünyanın heryerinde görülen yeni oluşumlar, yeni süreçler de dikkate alınmalı ve hiç vakit geçirmeden bu işe çözüm aramağa girişmeli ve bu konulardaki düşünceleri yeniden ve önemli ölçüde gözden geçirmeliyiz.
      Çünkü İkinci Dünya Savaşı ve onu izleyen dönemi oluşturan olaylar, kapitalist dünyanın yapısını kökünden çatırdatan büyük bir zelzele niteliği kazandılar. Bu zelzele Birinci Dünya Savaşının da, Rus Devriminin de sarsıntısından daha büyük olmuştur. Gerçekten de, Birinci Dünya Savaşı, kapitalist sisteme, "olsa olsa" Rusya'yı kaybettirmişti. İkinci Dünya Savaşının ardından ise, yalnız Çin Devrimi gelmekle kalmadı, dünyanın bütün bağımlı ve sömürge bölgelerinde yaşayan geniş halk yığınlarının nerdeyse toptan ayağa kalktıkları da görüldü. İçinde bulundukları [sayfa 81] toplumsal ve ekonomik düzenin hayret verici akılsızlıklarına ve boyunduruklarına, yerli ve yabancı efendilerin sürekli sömürülerinin verdiği bıkkınlık da eklenince, azgelişmiş ülke halklarının şöyle bir yerlerinden doğrulup, toplumsal ve ekonomik sistemi alaşağı etmek için gittikçe devleşen bir kararlılık göstermeğe başladıklarına tanık olduk.
      Bir tüm hâlinde emperyalizmin yapısını yerle bir etmek için önemli bir hareket başladı; insan ırkının büyük çoğunluğunu rahatsız eden geri-kalmışlığın ve yerlere serilmişliğin bir sonu gelmeliydi artık. Bu hareket ve tutum, Birleşik Devletlerin ve emperyalist piramidin tepesinde oturan diğer kapitalist ülkelerin egemen sınıfları için büyük ölçüde korkuya ve dehşete yol açtı. Dünya sosyalist kampındaki göz kamaştırıcı ilerleme ve azgelişmiş ülkelerdeki sabırsızlığın tarihin böyle bir kavşağında buluşmuş olmaları, emperyalist ülkelerdeki bu korku ve dehşeti nerdeyse bir panik hâline dönüştürdü. Sovyetler Birliğinin savaştaki askerî başarısı ve savaşın darmadağın ettiği ekonomisini kısa zamanda derleyip toparlama gücünü göstermesi, sosyalist toplumun kuvveti ve canlılığı konusunda son bir kanıt oldu. Geniş kapsamlı bir ekonomik plânlamaya dayalı bir sosyoekonomik sistemin işleyebileceği, büyüyüp serpilebileceği, en güç tarihsel sınavları başarıyla geçebileceği ve bütün bunları özel girişime çıkarlar sağlama zorunda kalmadan, üretim araçlarında özel mülkiyet kurumuna yer vermeden yapabileceği konularında artık hiç kimsenin en ufak bir kuşku beslemeğe hakkı kalmıyordu. Dahası da var: birçok bağımlı ülke de, Savaştan sonra, toplumsal devrimini başardı ve böylece hızlı bir ekonomik ve toplumsal kalkınma yoluna girmiş oldu. Doğu ve Güneydoğu Avrupa, daha da önemlisi Çin, dünya kapitalizminin yörüngesinden ayrıldılar ve bütün diğer sömürgelere, bütün diğer bağımlı ülkelere cesaret ve ilham kaynağı olmağa başladılar.
      Bütün bu gelişmelerin bir sonucu olarak, ekonomik [sayfa 82] ve toplumsal kalkınma konusu, yalnız tarih sahnesinin ortasına atılmakla kalmıyor, tıpkı iki ya da üç yüzyıl önce görüldüğü gibi, iki düşman toplumsal düzen arasında gittikçe genişleyen ve keskinleşen bir çatışmanın tâ özüne kadar iniyor. Değişen, oyunun niteliği ve kurgusu değil, belki de yalnız, baş rolleri oynayan kişilerdir. On yedi ve on sekizinci yüzyıllarda, toplumun ilerlemesi için savaşmak demek, feodal çağın artık gününü doldurmuş kurumlarını yıkmak için savaşmak demekti. Tıpkı bunun gibi, bugün de, hem ileri hem de gerikalmış kapitalist ülkelerde ekonomik kalkınmanın sağlanabilmesi bakımından kaçınılmaz olan koşulları yaratmak için çaba göstermek demek, kapitalizmin ve emperyalizmin ekonomik ve siyasal düzeniyle sürekli çatışmaya girmek demektir. Bugün birleşik Devletlerde olsun, kapitalist dünyanın başka kesimlerinde olsun, dünya çapında bir ekonomik gelişme sağlanması için öne sürülen egemen görüşler, kurulu toplumsal düzeni ve onun uluslararası saltanatını tâ köklerinden kundaklamaktadır. Egemen çevreler, dünya çapında bir ekonomik kalkınma seferberliğine girmek isterken, kendi bindikleri dalı kesiyorlar ve tıpkı, kapitalist sistemin varlığını sürdürmesi açısından dizginlenmesi, kösteklenmesi ve mümkünse yenilgiye uğratılması gereken devrimci eylemler gibi, kendileri için tehlikeli oluyorlar.
      Söylemeğe gerek yoktur ki, bu açıdan bakıldığında, ekonomik kalkınma kendini yadsıyor, kendi mezarını kazmış oluyor! İlerlemiş kapitalist ülkeler söz konusu olduğunda, düzenli bir ekonomik büyüme ile kapitalist sistemin bağdaşmazlığı, ekonomik büyüme konusunda yapılan bazı yeni yayınlarla açık seçik ve kurtarıcı bir reçete olarak öne sürülmüş bulunuyor. Eldeki insan ve madde kaynaklarıyla gerçekleştirilebilecek üretim artış hızları - Domar, Harrod, Colm ve diğerleri tarafından değişik biçimlerde ortaya konulmuş olduğu gibi- kapitalist düzende sağlanamaz; adı geçen yazarlar, bu gerçeği, büyük bir aydınlıkla okuyucunun dikkatine sunmuş bulunuyorlar. [sayfa 83]
      Gerçekten de, tekel ve tekel-benzeri (oligopol) koşullan altında, gerek tüketim, gerekse özel yatırım, kârı en yüksek noktasına ulaştırma çabaları gereği, oldukça dar bir çerçeveye sığdırılıyor. Kamu harcamalarının niteliği ve hacmi de, kapitalist bir toplumda devletin toplumsal temeline ve görevine bağlı olarak biçimleniyor ve gerekli esnekliği gösteremiyor. Sonuç ortada: yatırım ile tüketip arasında akıllıca paylaştırılmış maksimum üretim düzecine erişilemediği gibi, belli bir üretim düzeyine daha az iş yüküyle ulaşmak da, kapitalist sistemin kuralları içinde, bir türlü mümkün olamıyor. Mümkün olan şu: ya savaştan kaynak alan, savaşın itici gücüyle meydana gelen bir üretim patlaması ya da bunalımdan kaynak alan, bunalımın itici gücüyle meydana gelen yaygın bir kitle işsizliği seli; bu iki ucu da zararlı değnek, sürekli bir tehlike olarak kapitalist toplumu etkilemektedir.
      Yukarda sözünü ettiğim yazarlar, kapitalizmin içinde bulunduğu bu kısır ve uğursuz çıkmazı, ortaya koymuş oldukları ve doğrusu büyük ölçüde aydınlattıkları halde, kendi araştırmalarının kaçınılmaz sonucuna, yani problemin akla uygun tek çözümünün sosyalist plânlama olduğu sonucuna bir türlü ulaşamadılar. Aslını ararsanız, sağlam bir tartışma mantığının sonucu olan sözleri, her zaman öyle açık seçik ortaya koymak da pek gerekli değildir, denilebilir. Ne var ki, insanın gözüne batan, açık-seçik, elle tutulur doğruların bile, ne olur ne olmaz diye düşünülerek ve bazılarının dikkatinden kaçabileceği varsayılarak, dobra dobra belirtilmesi bence daha uygundur. Apaçık gerçekleri söylemekten kaçınma tutumuna örnek aranırsa, bugün ekonomik büyüme konusunu saran o aydınca, o bilgince davranıştan daha iyisi bulunamaz sanırım. Ekonomik büyüme konusu, hemen herkesin tartışmasız kabul edeceği doğrularla, ipe sapa gelmez önemsiz sözlerin dolup taştığı bir alan olmuştur bugün; olmuştur ama, kurtuluş yolu olarak sosyalist plânlamanın zorunluğu gibi apaçık bir doğru konuya eğilen en aydınlık [sayfa 84] kafalı yazarları için bile bir kesin yasak, bir tabu niteliğinden kurtulamıyor bir türlü.
      Konu, azgelişmiş ülkelerin kalkınması ise, işler daha da çatallaşıyor. Tartışmayı içinden çıkılmaz bir hâle getirtmek ve suyu bulandırmak için, bu konuda, yalan, dolan, sahtekârlık ve hayalcilik birbirine karışmıştır ana sorunu gölgeleyen duman perdesini kaldırmak ve arkasındaki gerçeği görmek için adamakıllı çaba göstermek zorunda kalıyoruz. Bu alandaki en önemli gerçek şu: azgelişmiş ülkelerin ekonomik kalkınması, gelişmiş kapitalist ülkelerin egemen çıkarlarına kesinlikle ve temelinden ters düşmektedir. Sanayileşmiş ülkelere birçok önemli ham maddeyi gönderen, bu ülkelerin şirketlerine büyük kârlar ve yatırım alanları sağlayan gerikalmış dünya, çokgelişmiş kapitalist Batı için her zaman vazgeçilmez bir dayanak, bir hinterland olmuştur. Bu nedenle Birleşik Devletlerin (ve diğer emperyalist ülkelerin) egemen sınıfları, "kaynak ülkeleri" denilen bu bölgelerin, sanayileşmelerine kesinkes karşı çıkmakta, sömürge ve yan-sömürge bölgelerde bütünleşmiş sanayi süreçleri ekonomilerinin ortaya çıkmasını engellemek için elinden geleni yapmaktadır. Bu karşı koyuş, ekonomisi üstündeki yabancı pençeyi gevşetmek ve bağımsız bir kalkınma yolu tutturmak isteyen azgelişmiş ülkenin, yönetim düzeni ne olursa olsun, hesabı görülecektir. ister, Venezüella'da, Guatemala'da, İngiliz Guiana'sında olduğu gibi demokratik yönden iktidara ulaşmış bir yönetim biçimi olsun, ister Kenyadaki Filipinlerdeki, Hindiçindeki gibi kendine özgü halk hareketleri biçiminde olsun isterse de İran'daki Musaddık yönetimi, Mısır'daki Nâsır yönetimi, Arjantindeki Peron yönetimi gibi ulusal rejimler biçiminde belirmiş olsun önemli değildir; yönetim, kendi ülkesindeki yabancı saltanatına karşı çıkıyor mu çıkmıyor mu, sorun budur ve eğer karşı çıkıyorsa, her türlü diplomasi oyunu ve entrikası, her türlü ekonomik baskı yöntemi ve her türlü siyasal dolap döndürülüp uygulanır ve dik kafalı ulusal yönetim alaşağı [sayfa 85] edilerek, yerine kapitalist ülkelerin çıkarlarına hizmet edecek yerli kukla-siyaset adamlarının oturmaları sağlanır.
      Eğer, sömürge ve bağımlı bölgelerin ekonomik ve toplumsal kalkınma yolları, bura halklarının ulusal ve toplumsal kurtuluş umutlarından kaynak alan bir devrim hareketiyle açılmışsa, o zaman, emperyalist ülkelerin toplumsal ve ekonomik kalkınmayı engelleme yönündeki direnişleri daha da korkunç bir hâl alır; hele bir de söz konusu devrim hareketi, uluslararası bir desteğe sahipse ve kapitalizmin, emperyalizmin bütün ekonomik ve toplumsal sistemini alaşağı etme tehlikesini gösteriyorsa o zaman bu direniş azgınlaşır. Böyle durumlarda direnişin, yerini, bütün emperyalist ülkelerin ve onların yerli kalıntılarının karşı-devrimci güçbirliğine bıraktığı, ulusal ve toplumsal devrimlere karşı sistemli bir savaş, bir haçlı seferi kılığına büründüğü görülür.
      Batı dünyası çerçevesinde yer alan bütün azgelişmiş ülkelerin kalkınmaları karşısındaki bu haçlı seferinin, bu gerici tutumun kendine özgü gerekleri vardır. Bir zamanlar Prusyalı toprak ağaları, liberal tanrıtanımazlığa karşı Hristiyanlığın savunulması için, köleliğin kaldırılmasına karşı çıkarlar, mülkleri üstünde kölelik düzeninin sürüp gitmesini, Hristiyanlığın tanrıtanımazlığa karşı korunması için bir garanti olarak görürlerdi. Tıpkı bunun gibi, Batının egemen sınıfları da, azgelişmiş ülkelerdeki ekonomik, toplumsal, siyasal statüko'yu koruyabilmek için, demokrasi ve özgürlük savunucusu kesilmişlerdir! Tıpkı, Prusyalı toprak ağalarının, savaş koşulları altında Alman halkını, aç bırakmamak bahanesiyle hububat üstündeki gümrükleri yüksek tutmakta çıkarları olduğu gibi (gümrükler yüksek tutulunca, sözüm ona, yerli üretim artacaktı! ç.n.). Batılı egemen şirketlerin de, "hür dünya" için vazgeçilmez nitelikte olan stratejik maddeleri elde etmek, dış ülkelerdeki yatırımlarını sağlama bağlamak ve ham maddelerin, geri ülkelerden sürekli olarak akıp gelmesini [sayfa 86] garantiye almak için, vatanseverlik postuna bürünmüş nice öğütleri, nice uygulamaları vardır.
      Azgelişmiş ülkelerin bağımsız kalkınmalarının karşısına dikilen "birleşmiş eylem" topçu bataryası, her türlü siyasal ve ideolojik hileyi kullanmaktan geri durmuyor. Bu hilelerin başında, Batılı devlet adamlarının, azgelişmiş dünyanın ekonomik kalkınmasından yana olduklarını en geniş biçimde ilân eden demeçleri geliyor. Günümüzde, doğrusu, azgelişmiş ülkelere, kalkınmaları için, gelişmiş ülkelerin bol keseden yardım ettikleri görülüyor! Bu yardımın amacı, yerli halkın geçim ve yaşama düzeyini bir parça yükseltmek, kamuoyunun sanayileşme konusundaki baskılarını azaltmak ve ekonomik-toplumsal ilerleme hareketini zayıflatmaktır.
      Azgelişmiş ülke halklarına "rüşvet verme" anlamını taşıyan bu plân, onları, mevcut sistemi, alaşağı etmekten alıkoyuyor, hızlı bir ekonomik büyüme yoluna girmelerini de engellemiş oluyor bu arada; oluyor ama, gene de, birtakım başka çelişkiler doğurmaktan büsbütün kurtulamıyor. Ekonomik büyümenin mantığı, azgelişmiş ülkelerdeki yaşama koşullarının yavaş yavaş geliştirilmesinin son derecede güç bir iş olduğunu ortaya koymaktadır; eğer büsbütün olanaksız değilse tabi... Batının bu yolla yaptığı yatırımlardan ve verdiği bağışlardan ileri gelen küçük ulusal üretim artışları da, nüfusun hızlı artışı karşısında, yerli yönetimlerin yolsuzlukları karşısında, azgelişmiş ülke egemen sınıflarının kaynakları yağma etmeleri karşısında ve yabancı yatırımcıların kâr paylarını alıp götürmeleri karşısında eriyip gidiyor.
      Eğer bir ülkenin ekonomik kalkınması hızlandırılmak isteniyorsa ve eğer nüfus artışını geride bırakan bir kalkınma hızına ulaşılacaksa ekonomide adamakıllı köklü yapısal değişikliklerin gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Buna paralel olarak, teknolojik bölünmezliklerin zorunlu kıldığı büyük yatırımlara girişmek ve bunları uzun-dönemli bir plânlama çerçevesine oturtmak, yeni üretim yöntemlerine [sayfa 87] ve araçlarına geçmeyi engelleyen geleneksel düşünce ve çalışma alışkanlıklarına son vermek için çaba göstermek gibi koşullar vardır. Ancak bunlar yapıldıktan sonradır ki, toplumun bütün yaratıcı güçlerini seferber eden ve ekonomiyi ölü noktasından uzaklaştırmaya yarayacak olan, toplumun tepeden tırnağa yeniden örgütlenmesi eylemine girişilebilir. Daha önce de belirtildiği gibi, "kalkınma" ve "büyüme" kavramları, salt birer kavram olarak bile, eski olan birşeyden, gününü doldurmuş olan birşeyden yeni bir-şeye geçme, dönüşme anlamlarına gelirler. Bu dönüşüm, bu geçiş, ancak, tutucu ve gerici güçlere karşı bilinçli ve kararlı bir savaş verilerek başarılabilir; geri, durgun bir toplumun, toplumsal, siyasal ve ekonomik yapısını değiştirme yoluyla gerçekleştirilebilir. Ne kadar geri olursa, ne kadar yetersiz olursa olsun bir toplumsal örgütlenme düzeni, hiç bir zaman kendiliğinden ortadan kalkmaz; kalkmaz çünkü, ne kadar sömürgen, ne kadar parazit olursa olsun, egemen sınıf elindeki iktidarı, bileği bükülmeden kaptırmaz. Öyleyse, kalkınma ve gelişmeyi gerçekleştirmek için, eski düzende siyasal, toplumsal ve ekonomik yoksulluk içinde bulunan halkın, bütün güçlerini ve yeteneklerini, ancien régime'in (eski düzen, ilk kez Fransız Devrimi ile alaşağı edilen eski düzen için kullanılarak siyasal bilim sözlüğüne girmiş bir terim-ç.n.) kalelerine karşı savaşa sokacak biçimde örgütlemek gerekecektir.
      Batılı güçlerin ulusal ve toplumsal devrimlerin üstlerine gönderdikleri haçlı ordularının günümüzdeki güvenceleri, birbirinden tamamen farklı toplumsal katmanlara dayanmakta toplanıyor. Gerçek toplumsal ve ekonomik ilerlemeye kesinkes düşman olan, düşman olmak zorunda bulunan ne kadar toplum katmanı varsa, ne kadar ekonomik çıkar gurubu varsa, bunları biraraya toplayıp kenetliyor ve uluslararası bir uzlaşmanın çerçevesine sokuyor; ekonomik kalkınma konusundaki bütün düşüncelerini de işte bu uzlaşmayı güçlendirme amacıyla biçimleyip yardımcı öge olarak kullanma yolunu tutuyor. Ekonomik kalkınmaya [sayfa 88] açıkça düşman olan azgelişmiş ülke yönetimlerine, ekonomik ve askerî yardım, kesesinin ağzını sonuna kadar açmakta yarar umuyor; çünkü bu yardımları yapmasa, pekâlâ biliyor ki, bu ülkelerin halkları, daha akılca ve daha ileri ekonomik ve toplumsal bir düzen kurma güdüsüyle, başlarındaki yönetimi ezip geçeceklerdir.
      Eski moda emperyalizmin çehresini değiştirerek, birçok sömürgeyi bağımsızlığına kavuşturması ve yerli politikacıların yüksek görevlere getirilmeleri de, azgelişmiş ülke halklarına rüşvet vermenin bir başka yolu. Sözü geçen ülkeleri kapitalist dünyanın uzantıları olarak kaldıkça ve yönetimleri, yaşayabilmek için, yabancı patronlarının keyfine uygun hareket etmek zorunda oldukça, böyle bir bağımsızlığın ya da özerkliğin, düpedüz bir uyutmaca olduğunu vurgulamaya gerek yoktur sanırım.
      Dahası var: sömürge haklarının siyasal bağımsızlıklarına kavuşmaları, emperyalizm koşulları altında, bu halkların özlemlerinden çok defa farklı sonuçlar doğuruyor! Yeni kazanılmış siyasal bağımsızlıklar, olsa olsa, Batılı efendilerde bir değişiklik yapıyor, eski ve artık yıpranmış olan emperyalist ülkenin yerini, bu defa, daha genç, daha girişken ve deha becerikli bir başka emperyalist güç alıyor. Böylelikle, artık eski-moda emperyalizmin tutunmasının olanaksız bulunduğu, danışıklı sömürge yönetimlerinin yürümediği ve ancak ekonomik baskı araçlarıyla denetim altında tutulabilecek yerler, ancak Amerikan emperyalizminin siyasal bağımsızlıklarını destekleyebileceği (ya da hoşgörebileceği) sömürge ülkeler, bu yeni emperyalist gücün boyunduruğu altına giriyorlar; "yeni bağımsızlık kazanmış" ülkeler eninde sonunda, Amerikan uydusu olup çıkıyor. Amerikan emperyalizmi, bir taraftan ekonomik yardım oltasıyla yeni sömürgeler kazanırken, diğer taraftan da bu sonuncu yöntemden yararlanarak eski emperyalist güçlerin yerini almayı başarmaktadır. Afrika, Güneydoğu Asya ve Yakın Doğu bu iki yöntemle yeni-sömürgeleştirmenin örnekleriyle dolu. [sayfa 89]
     

III


      Emperyalizmin bu modern, eskisinden daha kurnaz ve kendini daha az belli eden politikasını kamuoyuna "satabilmek" için geniş bir ideolojik kampanya yürütülmüştür. Zeki bir ekonomist[39] son zamanlarda şöyle bir söz söyledi: "'Kalkınma kavramı eski, uygarlık kavramının yerini aldı ve aydınların, büyük bir ülkenin uluslararası egemenliği için kullandıkları bir söz olup çıktı.!" Bu arada toplum bilimleri, her zamanki gibi, sömürge ve bağımlı ulusların siyasal ve ekonomik kurtuluşunu önlemek, hiç değilse geciktirmek için, ileri kapitalist ülkeler egemen sınıflarının sistemli çabalarına bilimsel bir kılıf uydurmak babında ellerinden geleni yapıyorlar. Çeşitli devlet kuruluşlarının ve özel vakıfların bol keseden verdikleri araştırma fonları ile Batılı ekonomistler, antropologlar, toplumsal psikologlar ve diğer toplum bilimciler, azgelişmiş ülkelerin kalkınması konusuna gittikçe artan bir ilgi ve dikkatle eğiliyorlar!
      Ekonomik araştırmalar alanında, ileri kapitalist ülkelerin bugünkü durumlarına, ancak, kendiliğinden, yavaş bir büyüme süreci sonunda ulaşmış olduklarını kanıtlamak büyük önem taşıyor-tabii kapitalist düzen içinde ve öyle büyük sarsıntılar ve devrimci ayaklanmalar filân olmaksızın. Böyle araştırmaları yapanların her fırsatta öne sürdüklerine göre, ekonomik gelişmenin sağlanmasında baş rolü kapitalist girişimci oynamıştır ve onun ortaya çıkıp semizleşebilmesi için siyasal çalkantılar mümkünse hiç olmamalı, toplumsal kurumların sürekliliği ve kararlılığı bozulmamalı, başka bir deyimle kapitalistin en rahat, en korkusuz çalışabileceği bir toplumsal "iklim" yaratılmalıdır. Kapitalizmin tarihini yeniden yazmak için de geniş bir kampanya açılmış bulunuyor ve bu konuda da avuç dolusu para harcanıyor. Bütün amaç "hırsız baron"u allayıp pullayıp yeniden adam etmek, ekonomik ve toplumsal gelişmenin kahramanı ve başlıca yürütücüsü olarak yüceltmektir. Tabii bu görevi üstlenmiş tarihçilerin bir işleri de var [sayfa 90] kapitalist girişimin doğup büyümesi ile ilgili bütün acıları ve yoksunlukları örtbas etmeğe, minimum düzeylerinde göstermeğe çalışmak.
      Ekonomistlerin tarihsel konulara eğilmiş olanları, özgür pazar ve özel girişimin güçlerine dayanarak, geçmişte ekonomik kalkınmanın, öyle büyük yoksunluklara katlanmadan gerçekleşmiş bulunduğunu kanıtlamak için kendilerini yırtıyorlar. alınacak ders ortada. bu yöntem, hâlâ, ekonomik gelişme için salık verebilecek en iyi yoldur! Bu gibi tarihçiler, Batı kapitalizminin evriminde, bugünkü azgelişmiş ülkeleri nasıl sömürmüş olduğunu ağızlarına bile almıyorlar; sömürge ve bağımlı ülkelerin ellerinde ilkel sermaye birikimini sağlayacak kaynakların bulunmadığını bilmezlikten geliyorlar; bugünkü ileri kapitalist ülkelerin elinde, bir zamanlar, ilkel sermaye birikimi için dünya kadar kaynak vardı oysa! Görmezlikten geldikleri olgular arasında şunlar da var: tekelci kapitalizm ve emperyalizm çağında, ekonomik kalkınmanın önündeki engeller, bundan iki yüz, üç yüz yıl önceki engellerle kıyaslanamayacak kadar büyüktür ve belli bir tarihsel ortamda mümkün olan, başka bir tarihsel ortamda (günümüzde) gerçekçilikten uzak olabilir.
      Kuramsal eğilimli ekonomistler de başka bir yol izliyor. Ekonomik kalkınmanın teknik yönleri üstünde duraklayan bu yazarlar da, tutarlı bir ekonomik ve toplumsal kalkınma kuramı ortaya koymayı önleyen bir sürü aşılmaz güçlükten dem vuruyorlar. "Hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığımız" ve ekonomik kalkınma ile uzaktan yakından ilgili ne kadar öğe varsa bunları sayıp döküyorlar ve doğrusu yaptıkları bu işten dolayı da zevkten dört köşe oluyorlar. Örneğin, dinamik koşullar altında kaynakların akıllıca dağıtılması için, elde kesin ve açık ölçütlerin (kriterlerin) bulunmadığını ileri sürüyorlar. Az gelişmiş ülkelerdeki işgücünün niteliğinden kaynak alan sanayileşme güçlüklerini sayıp döküyorlar; bunun yanısıra yerli sanayi yöneticiliğinin eksikliğinden, ödemeler dengesinin [sayfa 91] bir türlü tutturulamamasından dem vuruyorlar. Tabii bütün bu görüşlerinin sonucu olarak da, kalkınma çabalarının, haritası olmayan denizlere açılıp serüvenlere girişmek demek olduğunu, yerleşmiş ekonomi mantığını geniş ölçüde çiğnemeden, böyle çabalara girişmenin akıl kârı olamayacağını vurgulamış oluyorlar!
      Azgelişmiş ülkelerin
hızlı kalkınmasını yaratacak olan güdüleri, açık ya da kapalı biçimde, hor görmek, gözden düşürmek için sahneye konulan bütün bu girişimler, aslında hep şunu belirtmek için: hızlı kalkınma denilen şey, aslında, uğursuz, sakar ve iktidar hırsından gözleri dönmüş birtakım, politikacıların, câhil halk yığınlarının acınacak sabırsızlıklarını ve akılsızlıklarını şeytanca dürtüklemekten başka bir şey değildir! Yeni-Malthusçuluk denilen akımı yürütülende, azgelişmişliği, nüfus artışının "haddinden fazla olmasına" bağlayarak, yukardaki girişimin sözcülerine yardımcı oluyorlar; eğer bugünkü nüfus artış hızını durduramazlarsa, azgelişmiş ülkeler için kalkınma bir boş hayaldir, bir ütopyadır, diyorlar. Ne var ki, nüfus artış hızının bir noktada döndürülebileceğini, böyle bir dondurma işleminin zorunlu olduğunu, tartışmanın yürümesi için, kabul etsek bile, bunun ancak geri ülkelerin topyekûn kalkınmasının bir sonucu olarak gerçekleşebileceğini kanıtlayabiliriz (yani önce topyekûn kalkınma, sonra nüfus artışının dondurulması başarılabilir). Bu nedenle de, Yeni-Malthusçuluk akımını yürütenlerin yorgunu yokuşa sürdüklerini, ekonomik kalkınmayı umutsuz bir görev olarak azgelişmiş ülkelerin önlerine koyduklarını ve insan denilen hayvanın doğası gereği ortaya çıkan çözümsüz bir problem olarak sunduklarını belirtebiliriz.
      Azgelişmiş ülkelerin kalkınması sorununa değgin olarak birçok antropoloğun ve yarı-filozofun söyleyip yazdıkları üstünde de durmalıyız. Bunlar da, ekonomik kalkınmanın "mutlak olarak istenilip istenilmediği" konusu üstünde duruyorlar, kalkınma ile ilerlemenin aynı [sayfa 92] şey olduğunu söylemenin "bilimsel olmadığını" alaylı bir biçimde dile getiriyorlar, Batı'da kalkınmanın gerekliliğini savunan ne kadar adam varsa, hepsini, "halk sevgisi aşırılığı ile" ve kendi kültürlerini küçümsemekle suçluyorlar; yalnız bunlar da değil söyledikleri, ilkel halkların görenek, töre ve değerlerini de küçümsüyorsunuz siz, onlara gerekli saygıyı göstermiyorsunuz, diyorlar. (Öyle ya, adam kalkınmak istemiyor, sen gidip ille de kalkınacaksın diyorsun, bundan büyük saygısızlık olur mu?-ç.n.). Çağdaş burjuva düşüncesinin, her doğruyu kuşkuyla karşılaması ve (her şeyin ancak bir başka şeye ilişkin olarak geçerli olabileceğine değgin) genel ilişkinlik (relativite) görüşüne bağlanmış olması sonucu, bu tür toplumsal bilim, sömürgelerde ve bağımlı bölgelerde ekonomik ve toplumsal gelişmenin, bir an önce gerçekleştirilmesi gereken bir görev olduğunu kabul etmek şöyle dursun, bunun akla dayalı bir yargı olabileceğini bile inkâr ediyor; üstelik, gerikalmış toplumların bu durumlarını sürdürmeleri konusunda son derecede büyük bir özen gösterilmesini salık vermekten de kaçınmıyor. Emperyalist egemenliğin, "uygarlık beyaz ırkın görevi ve sorumluluğudur" biçimindeki ünlü kavramını açıkça değiştirmek gereğini duymayan bu toplumsal bilim türü, geri kalmış bölgelerin "kültürel farklılığını" belirtirken bu eski ünlü kavramı öne sürmüş oluyor! çeşitli değer sistemlerinin birbiriyle kıyaslanamayacağını vurgularken, sömürge halklarının ve bağımlı halkların, bugünkü durumlarını, ekonomik ve toplumsal kalkınmaya da, ulusal ya da toplumsal kurtuluşa da "yeğ tutacaklarını" söylemek istiyor ve dilinin altında, hep o, "uygarlık beyaz ırkın görevi ve sorumluluğudur!" sözü var. Böyle bir doktrinin, insan ırkının büyük bir kesimini günümüzde bir devrim süreci içine sokan ve gençleştiren, beklenmeyen halk hareketleri karşısında apışıp kalmasına ve hiç bir açıklama getirememesine şaşmamak gerekiyor; gene bu doktrinin, özgürlükleri için savaşan sömürge ve bağımlı ülkeler halklarına [sayfa 93] değil de, onların statükoyu korumak için çırpınan efendilerine, yardım ve olanak sağlamayı önermesine de şaşmamak gerekiyor.
      Ekonomik kalkınma konusunda bugünkü tartışmanın çerçevesini çizen bu siyasal ve ideolojik tutumun, bugüne kadar bu alanda yapılan işlerin niçin bu kadar yetersiz olduğunu da açıkladığını söyleyebiliriz. Robert Lynd'in meydan okuyan bir sorusu vardır, "Niçin Bilgi; Bilgi neye yarar?" gibilerden bir sorudur bu ve bir zihinsel çabanın yalnız hizmet ettiği amaç cinsinden değerlendirilmesini, yararlı olup olmadığının böyle bir açıdan ele alınmasını ortaya koymak isteyen bir havası da yoktur; söz konusu zihinsel çabanın yürütülmesini ve içeriğini de tartışma konusu yapmak isteyen bir sorudur bu aslında. Bu sorunun ışığında ele alındığında, karşı-devrimci bir haçlı seferinin gereklerini yerine getirme güdüsüyle yola çıkan, sömürgelerde ve bağımlı ülkelerde ekonomik ve toplumsal ilerlemeyi engellemeye kararlı egemen çıkarlar arasında, günün birinde bir çatışma, bir düşmanlık belirtisi ortaya çıkmasından ödü kopan, kalkınma konulu araştırma ve yayın işlerinin, mümkün olduğu kadar, konuyu savsaklayacakları, problemin özüne inmekten kaçınacakları görülecektir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde ekonomik kalkınmanın önüne aşılmaz bir engel olarak dikilen tekelci kapitalizmin saçmalıklarını ağızlarına bile almayacak olan bu araştırmacılar ve yazarlar, azgelişmiş dünyadaki ekonomik büyümeyi önleyen, önleyemezse çarpıklaştıran iç ve dış egemenliğin üstünde durmaktan elbette kaçınacaktır. Buna uygun bir biçimde, SSCB ve dünya sosyalist kesiminin diğer ülkelerinde yoğunlaşan ve hızlı kalkınma açısından benzersiz bulunan deneyleri de es geçeceklerdir! sanki bu deneyler yalnız Askeri Casusluk kuruluşlarını ilgilendiren olaylarmış gibi... Oysa, Sovyetler Birliğinde ve diğer sosyalist ülkelerde yer ulan ekonomik büyüme sürecinin tam anlamıyla kavranılmasından ve yorumlanmasından, ekonomik kalkınma çabasına [sayfa 94] düşenlerin, çok büyük faydalar elde edecekleri konusunda hiç kimsenin bir kuşkusu olmaması gerekirdi.
     
       

IV


      Buraya kadar hep ekonomik kalkınmadan söz ettim, bu karmaşık terimin akla getirebileceği geniş çağrışımlar üstünde durdum. Kalkınma sürecinin daha yakından inceleme ve çözümlemesine girmenin, ayrıntılara eğilmenin sırası gelmiş bulunuyor. Sözlerime, ekonomik büyümenin bir tanımını vererek devam etmeyi uygun görüyorum. Amacım, bu kavramı belli bir formülle belirleyip, başka türlü tanımların yapılamayacağını vurgulamak değil; başka amaçlar için, benim burada vereceğimden daha üstün tanımlar ortaya konulabileceğini baştan kabul ettiğimi belirtmek isterim Benim bütün yapmak istediğim, bana basit ve yararlı görünen bir yöntemle - ki kitabımızın ilerdeki bölümlerinde bu yöntemi daha ayrıntılı biçimde ortaya koyma olanağını bulacağımı umuyorum - konuya yaklaşmama yardım edecek biçimde, düşüncelerimi derli toplu sunmama yarayacak bir tanım getirmektir.
      Ekonomik büyüme (ya do kalkınma) mal üretiminde zaman içinde adam başına artış olarak tanımlanmış olsun[40] üretim miktarlarının zaman içinde birbirleriyle karşılaştırılması yapılırken görülen güçlükler, elimizdeki konu, bakımından, küçümsenebilir, ihmal edilebilir niteliktedir. Aslında bu güçlük, toplam üretimin (ya da ulusal gelirin) tek bir üründen oluşmamasından ileri geliyor; toplam üretim arttığı zaman, kendisini oluşturan öğeleri eşit olarak tetiklemiyor ve hatta bir dönemde üretilen bir mal başka bir dönemde üretilmeyebiliyor; zaman içinde toplam üretim karşılaştırmaları yapmanın güçlüğü bunlardan ileri gelmektedir. Ekonomi dilinde buna "endeks sayısı problemi" adı verilmektedir; yavaş, aşamalı bir ekonomik büyüme süreci içinde bile akıl karıştırıcı, can [sayfa 95] sıkıcı nitelikte olan bu problem, azçok hızlı bir ekonomik büyüme süreci içine girildiğinde büsbütün içinden çıkılmaz bir hâl alır; çünkü böyle bir süreç içinde yalnız toplam üretim değil aynı zamanda üretimin bileşimi de önemli ölçüde değişikliğe uğramaktadır. Eğer birbiriyle kıyaslanması söz konusu olan dönemler, ekonomik ve toplumsal örgütlenmedeki değişmeler, kentleşme oranında büyük sıçramalar, toplam üretimin "pazarlanan kesiminde" artışlar ya da azalışlar gibi etmenlerin ağırlıklarını duyurduğu dönemler ise zaman içindeki kıyaslamalar düpedüz yanlışlığa götürür bizi. Özellikle hizmetler kesimi bu gibi yanlışlıkların kaynağı olmaktadır; çünkü bu kesimdeki gelişmeler Gayri Safi Millî Hasıla'da (yerleşmiş terim budur) artışlara yol açar ki bu da "ekonomik büyüme" sayılmaktadır; ancak bunun böyle sayılmadığı ülkeler de var, hizmetler kesimindeki gelişmenin bir gerileme, geriye doğru bir adım sayıldığı ülkeler de yok değildir.[41]
      Burada insanın aklına hemen, Pigou'nun verdiği bir örnek geliyor, adamın biri hizmetçisiyle evleniyor ve ulusal gelirde bir azalmaya yol açıyor! Eğer herkes, gördüğü ev hizmetleri karşılığı karısına ücret ödemek zorunda bırakılsaydı, ulusal gelirde müthiş bir artma görülürdü bu hesaba göre; Pigou'nun ünlü örneğinden sonra insanın aklına hemencecik bu olasılık geliyor!
      Toplam üretimin zaman içindeki; artışının ölçülebileceğini varsayar, bu artışın nasıl meydana geldiğini sorarız kendi kendimize. Bu artış, aşağıda sıralanan nedenlerden birine (ya da birkaçına) bağlı olabilir. (1) Teknolojide ve/veya örgütlenmede bir değişiklik olmaksızın, toplam kaynak kullanımında bir genişleme görülebilir (işgücü ve toprak daha geniş bir biçimde kullanılabilir); eskiden kullanılmayan üretici kaynakların üretim sürecine katılması anlamına gelir bu. (2) Kaynak başına verimlilik, örgütsel gelişmelere bağlı olarak artmış atabilir. Örneğin, işçiler az verimli olan bir işten daha çok verimli [sayfa 96] olan başka bir işe kaydırılmıştır, iş günü uzatılmıştır, işçilerin beslenmesinde bir gelişme olmuştur, daha sıkı çalışmaya özendirici ödüller konmuştur, üretim yöntemleri yeniden (bilimsel verilere göre) düzenlenmiştir, yakıt, hammadde ve benzeri kaynaklar daha akıllıca kullanılmağa başlanmıştır vb. (3) Toplumun "teknik gücü" arttırılmıştır: (a) Eskiyip aşınmış fabrika ve donatım, daha etkin araç ve gereçlere yerini bırakmıştır ve/veya (b) ileri bir teknolojiye dayanan ya da dayanmayan yeni üretim araç ve gereçleri, eldeki teknoloji stokuna eklenmiştir.
      Üretimin gelişmesine yol açan ilk üç etmen (yani 1, 2 ve 3. a etmenleri) net yatırımın tipik örnekleri değildir. Üretim artışında, yukarda sayılan dört etmenden hepsinin ayrı ayrı katkı oranlarını hesaplayıp saptamak olanak dışı görülmekle birlikte, artan teknik bilginin ekonomiye uygulanması ve ek üretim araç ve gereçlerine net yatırım yapmak gibi etmenler, bugüne kadar, ekonomik büyümenin iki temel kaynağı olmuştur yargısı, hiç kuşkusuz, yanlış değildir.
      Aslında, yukarıda anılan bütün etmenler için net yatırım, zorunludur, daha önce kullanılmayan kaynakları kullanmak istiyorsak, yeni araç -gereç donatımı için, toprağın geliştirilmesi için vb. yeni harcamalar yapmak zorundayız; örgütsel değişikliklere, örneğin fabrikada dönen zincir yöntemine ya da benzeri düzenlemelere gitmekle, bunun için de yeni giderleri göze almakla gerçekleştirilebilecek işlerdendir; aşınıp yıpranmış araç-gerecin yerini alacak ya da yepyeni marinalarla üretime katılmayı sağlayacak teknolojik değişmeler de ancak büyük çapta net yatırımla gerçekleşebilir. "Eğer teknik geniş ölçüde bilime dayanıyorsa, bilimin, tekniğin durumuna (eriştiği aşamaya) ve gerekli kıldığı koşullara dayanması çok daha büyüktür. Eğer toplumun teknik bir gereksinmesi varsa, bu, bilimin ilerlemesine, on üniversiteden daha büyük bir katkıda bulunacaktır. Örneğin, Hidrostatik biliminin Toricelli ve başkaları) tarafından geliştirilmesi, İtalya'da [sayfa 97] da, on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda görülen, dağ ırmaklarının coşup taşması sonucu ortaya çıkan sellerin düzenlenmesi gereksinmesinden kaynak almıştır. Elektrik akımı konusundaki bilgilerimizi de, bu kaynağın teknikte kullanılabilir oluşunun keşfedilmesine borçluyuz."[42] Diğer taraftan, yalnız ayrılmış (amortismanlar kadar bir harcama yapmak, yani net yatırımda bulunmamak ve fakat bu giderleri daha yüksek bir teknolojiye geçiş için kullanmak da üretimi önemli ölçüde arttıracaktır. Üretim süreci içinde sermaye yoğunluğunun zaten yüksek olduğu dallarda - başka bir deyimle, amortisman paylarının üretim maliyetini önemli ölçüde etkilemesi hâlinin bulunduğu üretim dallarında -, yeni ve net yatırıma girişmeye gerek olmaksızın da, teknolojik ilerlemeleri sağlayabilecek finansman kaynaklarını bulmak her zaman mümkündür. Bu kaynakların varlığı, ileri kapitalist ülkelerde yaratılan yıllık ekonomik artığı geliştirir ve ekonomide dalgalanmalara yol açar; çünkü bu artığın durmadan yeni yatırımlara dönüştürülmesi gerekmektedir. İleri kapitalist ülkelerde bu nedenle görülen dalgalanma ve çalkantılar, diğer taraftan onların az gelişmiş ülkeler karşısındaki üstünlüklerini de arttıracaktır; çünkü bu sonuncu ülkeler gurubunda, yıllık toplam amortisman payları son derecede küçüktür (ve söz konusu teknolojik ilerlemeyi besleyebilecek ölçüde değildir-ç.n.).[43]
      Net yatırımın varlığı, belli bir dönemde toplumun toplam üretiminin, toplam tüketim ile toplam aşınma-yıpranma paylarını aşması ile ortaya çıkar. Demek ki, belli bir toplumda belli bir dönemde var olan net yatırımın büyüklüğü ve niteliği, elde edilen ekonomik artığın büyüklüğüne ve kullanılma biçimine bağlıdır.
      Bu sonuncu iki etmen ise, ilerde daha ayrıntılı olarak göreceğimiz gibi temelinde, bir yandan toplumun üretici kaynaklarının gelişmişlik derecesine, diğer yandan da üretim sürecinin yer aldığı toplumsal ortamın yapısal niteliklerine bağlıdır. Ekonomik artığın büyüklüğü ve kullanılma [sayfa 98] biçimi birtakım etmenlerce belirlenir; işte bu etmenleri doğru anlamak, bir ekonomik kalkınma kuramının en başta gelen görevidir. "Salt" ekonomi biliminin, hiç mi hiç ilgilenmediği bir konudur bu. Büyümenin ekonomi politiğinde ise bu görevi yapmaktan kaçınamayız. [sayfa 99]
     
       

İKİ
EKONOMİK ARTIK KAVRAMI


     
      Ekonomik artık kavramının, tanımı ustalık isteyen, az çok kaypak bir kavram olduğu kuşkusuzdur. Bu kavramı ekonomik kalkınma sürecini anlayabilmek için açıklığa kavuşturup kullanmakta, basit tanımlardan da, ince eleyip sık dokuyan, kılı kırk yaran ölçmelerden de yararlanmak uygun olmaz. Bunun yerine bir çözümleme çabası göstermeli, akla uygun bir yargı vermek için çalışmalıdır. Tabii bunları yaparken, geleneksel ekonomi biliminin, kendini çözümleme yönteminin güzelliğine kaptırıp konuyu bir yana itmesi gibi, eski bir yanlışa da kaptırmamalıyız kendimizi. Hiç de önemli olmayan bir konuda virtüöz hüneri göstermek yerine, önemli olan konuları, kaba saba da olsa, azıcık acemice de olsa, doğru dürüst bir yöntemle ele alıp işlemeyi yeğleriz biz.
      Tartışma konumuzu elimden geldiğince sadeleştirmek istiyorum, bunun için de, ilkin, "karşılaştırmalı statik" yöntem terimleriyle söze başlayacağım. Yani bir ekonomik durumdan ötekine giden yol üstünde, geçiş süreci üstünde eğlenmeyeceğim başlangıçta ve aralarında karşılaştırma yapmak istediğim durumları ex post (olaydan [sayfa 103] sonra) ele alacağım. Bu yöntemden yararlanarak, ekonomik artık kavramının üç değişik türü bulunduğunu söyleyebiliyoruz. Şimdi bu üç değişik türü birbirinden ayırmağa çalışalım.
      İlk olarak aktüel ekonomik artık kavramı üstünde durmalıyız: toplumun belli bir dönemde gerçekleşen toplam üretimi ile gene aynı dönemde gerçekleşen toplam tüketimi arasındaki farka aktüel ekonomik artık denir.[
44] Şu halde aktüel ekonomik artık, aktüel tasarrufa yada birikime eşittir; belli bir dönemde toplumun servetine yapılan çeşitli biçimlerdeki katkıların toplamıdır da diyebiliriz buna. Bu katkılar, üretim donatımı, araç ve gereçleri toplamı, stoklar (belli bir dönemin başındaki stoklar ile sonundaki stoklar arasındaki olumlu fark anlamında- ç.n), dış dengeler (ihracat ile ithalât arasındaki fark, ekonominin belli bir dönemdeki dış gelirleri ile dış giderleri arasındaki fark gibi-ç.n.) ve altın stokları gibi çeşitli biçimler alabiliyor. Dayanıklı tüketim mallarını (konutları, otomobilleri v.b.) tasarruf mu sayacağız yoksa tüketim mi? Bu bir tanım sorunudur ve örneğin ev yaptırmak için harcanan paraları yatırım saymak, buna karşılık kuyruklu piyano için harcanan paraları tüketim saymak keyfimize kalmış bir iştir. Eğer bir metanın ömrü yada kullanım süresi ölçüt olarak alınacaksa; ayırım çizgisini nasıl çizeceğiz, kaç yıllık kullanım süresinin üstünü yatırım, altını tüketim sayacağız? Bu işin içinden çıkabilmenin ve aslında ekonomik süreci doğru kavramanın yolu, söz konusu metanın fiziksel özelliklerine bakarak bir ayrım yapmak değil, o metanın ekonomik işlevine bakarak bir yargı vermektir. Söz konusu meta, üretim sürecinden geçip "tamamlanmış mal" niteliğini kazandıktan sonra, söz konusu olan dönem içinde tüketilip bitiriliyor mu, yoksa bir sonraki dönemin üretimine katkı yapacak biçimde, bir üretim aracı olarak mı kullanılıyor? Bu soruya verilecek karşılık, belli bir metanın ekonomik işlevini belirleyecektir. Örneğin, zevk için satın alınan bir [sayfa 104] binek arabası tüketim malıdır, eğer aynı araba taksi-katarına eklenecek olursa yatırım malı olur.[45]
      Bütün sosyo-ekonomik oluşumlarda aktüel ekonomik artık yaratılmaktadır. Gelişimin bir evresinden ötekine, aktüel ekonomik artığın büyüklüğü ve yapısı önemli ölçüde değişmekle birlikte, yazılı tarihin her döneminde onun var olduğu bilinmektedir. Aktüel ekonomik artığın büyüklüğü - yani toplam tasarruf ya da sermaye birikimi -, hiç değilse kavram olarak kolaylıkla belirlenmekte ve bugün çoğu ülkedeki istatistik kurumları tarafından, düzenli olarak, hesaplanmaktadır. Büyüklüğünün ölçülmesinde karşılaşılan güçlükler teknik niteliktedir ve daha çok istatistik bilginin yokluğundan ya da yetersizliğinden ileri gelmektedir.
      Şimdi, ekonomik artık kavramının ikinci türünü incelemeğe geçiyoruz; Potansiyel ekonomik artık kavramıdır bu. Belli bir doğal ve teknolojik ortamda, kullanılabilir verimli kaynakların yardımıyla elde edilebilecek toplam üretim ile, temel tüketim[46] olarak tanımlanabilecek, toplam üretim kesimi arasındaki farka, potansiyel ekonomik artık adını veriyoruz. Bunun gerçekleşmesi (elde edilmesi), toplumsal üretimin ve bölüşümün sağlanması, azçok köklü bir yeniden örgütlenmeye gidilmesini gerektirir ki, bu da, toplum yapısında büyük çapta değişiklikleri kapsayan bir iştir. Potansiyel ekonomik artığın gerçekleşmesini dört başlık altında incelemek doğru olur: Birincisi, toplumun aşırı tüketimidir (genellikle yüksek gelir gruplarının aşırı tüketimi söz konusudur, fakat Birleşik Devletler gibi bazı ülkelerde orta sınıflar adı verilen gelir gruplarının da aşırı tüketime gittikleri görülmektedir); İkincisi, toplumun, verimsiz işçilerin varlığı dolayısiyle uğradığı üretim kaybıdır; Üçüncüsü, yürürlükteki üretim aygıtının akla uygun olmayan, har vurup harman savuran (israfçı) bir örgütlenmeye sahip olmasından doğan üretim, kaybıdır; Dördüncüsü ise, kapitalist üretimin anarşik ortamından ve etkin talebin yetersizliğinden ileri gelen işsizlik dolayısiyle uğranılan, üretim [sayfa 105] kaybı olarak belirlenebilir.
      Potansiyel ekonomik artığın bu dört öğesinin tanımlanmasında ve ölçülmesinde bazı engellerle karşılaşıyoruz. Bu engeller, temelde, tek bir olguya indirgenebilir; bu olgu, potansiyel ekonomik artığın, varolan toplumsal düzenin ufuklarını aşması, yalnız belli sosyo-ekonomik örgütlenmenin kolayca görülebilen bozukluklarına bağlı kalmaması, fakat aynı zamanda, daha akıllıca düzenlenmiş bir toplumun, zihinde canlandırılması o kadar kolay olmayan görüntüsünden de kaynak alması gerçeğidir.
     

II


      Bu noktada kısa bir saplama yapmak zorundayız. Doğrusu, feodalizm açısından bakacak olursak, feodal sistemin sürüp gitmesini ve dengeli bir biçimde işlemesini sağlayan herşeyi, temelli, verimli ve akla uygun sayılmak gerekir. Bu sisteme, onun normal işleyişini bozacak biçimde karışan ve onun sürüp gitmesi için gerekli olmayan herşey ise, temelsiz, verimsiz ve israfa yol açıcıdır. Buna uygun olarak, Malthus, toprak aristokrasisinin aşırı tüketimini bütün gücüyle ve sonuna kadar savunuyor; bu tür aşırı tüketim harcamalarının işsizlere çalışma olanakları yaratmak gibi etkileri olacağına inanıyor çünkü. Diğer taraftan, yükselen burjuvazinin ekonomistleri, ancien régime'i (yani feodalizmi), israfçı bir sosyo-ekonomik örgütlenmeye sahip olduğu için, sistemin el üstünde tuttuğu görevlilerden çoğunun ve birçok kurumun parazit durumunda bulmaları gerekçesiyle kıyasıya ve hiç acımadan eleştiriyorlar[47]
      Kapitalizm-öncesi toplumun eleştirmesi gündemdeki bir konu olmaktan çıkar çıkmaz, ekonomistlerin gündemine, zafer kazanmış kapitalist düzenin akla uygunluğunun ve haklılığının savunması egemen olmuştur; artık bütün sorun, kapitalist düzenin işleyişini anlatmak ve savunmasını [sayfa 106] yapmaktır; kapitalist toplumda yer alan her hangi bir işlemin verimli olmadığını, temelli ve zorunlu olmadığını söylemek kimin ne haddine, bunu söyleyen derhal huzurdan kovulacaktır. Pazar mekanizmasını, akla uygunluğun ve etkinliğin (başarının) tek ölçütü hâlinde ele alıp ortaya koyan ekonomi biliminin, temel tüketim temel olmayan tüketim gibi, verimli olan verimli olmayan işgücü gibi, aktüel ekonomik artık potansiyel ekonomi kertik gibi kavramlara bırakın iltifat etmeyi "saygının s'sini bile göstermeyi" bir yana iteceği açıktır. Temel olmayan, lüks sayılan tüketim için kılıf hazırdır: bu tür tüketim, ekonominin işlemesi için zorunlu bazı özlendiriciler (teşvikler) getiriyor, denir. Verimsiz işgücünün de, üretime dolaylı yoldan bir katkıda bulunduğu söylenecektir; hatta bu yüzden yüceltilecektir bile verimsiz işgücü. Bunalım ve işsizlik, ekonomik ilerlemenin "maliyet unsurlarıdır", denilecektir; israf ise, ekonomik özgürlüğün gereğidir ve kusuruna bakmamalıdır! Marx'ın sözleriyle, "Sermayenin egemenliği daha büyük bir alana yayıldıkça, maddî servet üretimi ile doğrudan ilgili olmayan işler bile, sermayeye gittikçe daha sıkı bağlanıyorlar; özellikle pozitif bilimler (doğal bilimler), sermaye ile kenetleniyor, maddî üretimin bir aracı hâline dönüşüyorlar. Ekonomi Politiğin ikinci sınıf dalkavukları, her çeşit iş alanının, maddî mal üretimi ile ilintili bulunduğu sürece yüceltilebileceğini söylüyorlar: her ne yapılıyorsa maddî mal üretimini arttırmak için yapılmalı, herşey sermayenin bir aracı olmalı, diyorlar; övgülerini ve yergilerini bu ölçüye göre düzüyorlar. Her kim, sermayenin hizmetinde çalışıyorsa, verimli bir iş yapıyor sayılmalı, onlara göre; "kelimenin dar anlamında verimli işçi" pâyesini, sermayenin emrinde ve hizmetinde çalışan herkes "verimli işçidir" deyip çıkıyorlar işin içinden."[48]
      Bir de şu var yalnız: "Kapitalizm, birçok kurumun moral otoritesini - töresel gücünü - yıktıktan sonra, kendi getirdiği değerleri kemirmeğe başlayan bir eleştirme çerçevesi [sayfa 107] getirir; burjuva, bir de bakar ki, akılcılık taslayayım derken, yalnız kralları ve papaları eleştirmekle kalmamış, özel mülkiyetin ve kendisine ait başka birtakım değerlerin eleştirmesine de geçmiş; ve bu durum şaşırtır onu."[49] Demek oluyor ki, kapitalist düşünce çerçevesinin ötesinde ve dışında bir noktadan, sosyalist toplum noktasından konuya eğildiğimizde, burjuva ekonomik ve toplumsal düşüncesi açısından temel, verimli ve akla uygun olan, bu yeni görüş açısına göre, temelsiz, verimsiz ve israf yaratan birşey oluyor. Bu yeni görüş açısının, yürürlükteki toplumsal düzenin dışında kalan (onun bir parçası olmayan) biricik aydın davranışı olduğu söylenebilir; kurulu düzenin "değerleri" önce çarpıtılmamış, onun "pratik zekâsı"na boyun eğip aldanmamış, onun "apaçık doğruları"na kapılmamış olan bu yeni görüş açısı, toplumsal düzenin çelişkilerini ve gizli kalmış, kullanılamamış potansiyel enerjilerini eleştirici bir gözle didik didik etmemize olanak sağlayan biricik aydın davranışıdır. Bir çeşit öz-eleştirme olarak da yararlıdır bu yeni görüş açısı; fakat öz-eleştirme, egemen sınıflar için, tıpkı tek bir kişi için olduğu gibi, bir yüktür, kolay kolay katlanılabilecek bir iş değildir.
      Kolayca görülüp anlaşılabileceği gibi, potansiyel ekonomik artığın nelerden oluştuğu konusunda, temel olmayan tüketim, israf ve verimsiz işgücü konularında verilecek bir karar, burjuva ekonomi bilimini ve özellikle onun bir dalı olan bolluk ekonomisini (eski dile tutkun olanlar refah iktisadı diyorlar buna, İngilizcesi welfare economics-ç.n.) temellerinden sarsacaktır. Ekonomi kuramının, belki de, ideoloji ve savunma yönünden en aşın görünen bu dalı (bolluk ekonomisi), sözüm ona, halkın ekonomik mutluluğunu belirleyen koşullar konusunda bilgilerimizi derleyip toplamaya çalışan bir bilgi dalıdır. Söylemeğe gerek yoktur ki, böyle bir çabaya girişen bir bilgi dalından, öncelikle ve ivedilikle, ekonomik bolluktan ne anladığını açık seçik tanımlaması ve ekonomik bolluğu, başka kavramlardan ayırmamızı sağlayacak ölçütleri ortaya koymuş [sayfa 108] olması beklenir. Bolluk ekonomisi, bu görevi, kişilerin elde ettikleri fayda ya da doyum kavramlarını öne sürerek yerine getiriyor (ya da, daha doğru bir deyişle, yerine getirdiğine inanıyor.) Burada söz konusu olan kişiler, alışkanlıkları, zevkleri ve yeğlemeleriyle (tercihleriyle) birer veri olarak alınırlar. Kişiyi bu biçimde ele almanın tam anlamıyla metafizik bir tutum, bir görüş olduğu ve gerçekten de insan tarihinin özüne aykırı bir iş olduğu ortadadır. Kitabının Bentham ile ilgili bir bölümünde bakın Marx ne diyor: "Bir köpek için neyin faydalı olduğunu anlamak istiyorsak, köpeğin niteliğini, köpek doğasını incelemek zorundayız. Bu nitelik, bu doğa, fayda ilkesinden çıkarılamaz, insana dönecek olursak, insanın bütün eylemlerini devinimlerini, ilişkilerini vb., fayda ilkesine göre inceleyip eleştirmek isteyen kimse, herşeyden önce, genel olarak insan yapısı ile, insan doğası ile ilgilenmeli, daha sonra da bu doğanın, bu yapının her tarihsel dönemde nasıl bir değişikliğe uğradığını saptamağa çalışmalıdır. Bentham kestirmeden gidiyor, işi kısa yoldan çözümlemek istiyor. Büyük bir saflıkla, normal insan denince modern bir dükkân sahibi, özellikle bir İngiliz dükkan sahibi ele alıyor! Bu tuhaf normal, insan için faydalı olan, onun dünyası için yararlı olan mutlak olarak herkes için faydalıdır, demeye getiriyor sözü. Sonra da alıyor bu ölçüyü, her çağa, düne, bugüne ve yarına bir güzel uyguluyor."[50]
      Aslında, tarih boyunca, fiziksel ve ruhsal ihtiyaçları, gereksinmeleri ile, değerleri ve umutları ile insan, parçası olduğu toplumla birlikte bir değişikliğe uğramaktadır. Toplum yapısındaki değişmeler insanı değiştirmiştir, tıpkı, doğadaki değişmelerin toplumu değiştirmiş olmaları gibi. Bu gerçekler karşısında, nasıl olur da, belli bir zamanda yaşayan belli bir kişinin sağladığı doyum ya da faydadan kalkarak, ekonomik kurumların ve ilişkilerin getirdiği bolluk konusunda bir yargı verebiliriz? Eğer bir insanın gözleme gelen davranışı üstünde duruyorsak, bir çember üstünde ileri geri gidip geliyoruz ya da dönüp duruyoruz demektir. [sayfa 109] İnsanın davranışını belirleyen, içinde yaşadığı, gelişip serpildiği toplumsal düzendir; insanın karakter yapısını, düşünce kategorilerini, umutlarını ve korkularını hep bu toplumsal düzen belirlemiş, bir kalıba dökmüştür. İşte, kişiliği bir potada eritip kalıba döken bu toplumsal yapıya, belli bir insan varlığını maddesel ve ruhsal bir çerçeveye oturtan bu ortama, toplum düzeni adını veriyoruz zaten.
      Bunları anlamıyor burjuva ekonomistleri, toplumsal düzeni ve onun sözüm ona etkinliğini, insanın bolluk içinde yaşamasına yaptığı katkıyı, gene bu düzenin geliştirdiği ölçütlere vurarak değerlendiriyorlar.[51] Bir yamyam toplumunda, yerleşmiş davranış kuralına dayanarak, adam öldürmenin bolluğa yaptığı katkıyı değerlendirme düşüncesine bilmem ne dersiniz? Burjuva ekonomistlerinin mantığı ile bu soruya verilebilecek en iyi karşılık şu: Yamyamların adam öldürmesi, yamyam, toplumunun yerleşmiş kurallarına ve yönetmeliklerine uygundur! Gene bu mantıktan hareket ederek, yamyam toplumunun korunması ve daha iyi işlemesi için gerekli düzenlemeleri yapma çabasında olmamız gerektiği sonucuna varabiliriz; varabiliriz ya, bu konuda yapacağımız bir araştırmadan insan mutluluğu, insanın bolluk içinde yaşaması için çıkaracağımız sonucun ne anlamı olacaktır? Doğrusu, yamyamların hayatını, kendi toplumlarının töresel kurallarına uygunluk açısından ele almanın gerekliliği varsayımını yapacak olursak sonuçlarına da katlanmamız gerek: Yamyam, kabilesi başkanı, ekonomik gücünü, toplumdaki durumuna ve ilişkilerine uygun sayıda kafa derisi (ekonomik pay) alacaktır; diğer yamyamlar da, tıpkı özgür bir pazarda serbestçe et satın alır gibi, kendi marjinal verimliliklerine, yani kendi elleriyle öldürdükleri yabancı sayısına göre pay sahibi olacaklardır. Bu durumda toplumsal bolluğun optimum noktasına ulaşıldığı (toplumdaki her üyenin üretici katkısını aldığı paya eşitleyen dengelerin sağlandığı noktaya-ç.n.), dolayısıyla yamyamların [sayfa 110] ekonomik mutluluğunun sağlanmış bulunduğunu sonucuna ulaşabilecek miyiz? Hiç de böyle bir sonuca ulaşamayacağımız açıktır. Yukardaki örnek, bize, belli bir toplumu, kendi kurallarına göre yargılayıp değerlendirmenin saçmalığını göstermek için verilmiştir. Bu kuralların geçerliliği ve akla uygunluğu konusunda olsun, insan mutluluğunu sağlamak konusunda olsun henüz birşey söylemiş değiliz.
      Bolluk ekonomisi kuramının üstünde yattığı bu yumurtadan zorunlu olarak şöyle bir civciv çıkar: Eğer bugünkü ekonomik düzeni değerlendireceksen, onu, gene kendi koyduğu kurallara göre, ekonomik örgütlenmenin kendi gereklerine göre yargılayacaksın! Yani, kapitalist toplumun kendine özgü üretim aygıtı tarafından yaratılan üretim büyüklüğü ve bileşimi konusunda yapacağın eleştirme ve vereceğin karar, bu toplumdaki üretim aygıtının kurallarına uygun olmalı; toplumun "etkin ve başarılı" bir örgütlenme düzenine sahip olup olmadığını ancak böyle anlarsın! Bolluk ekonomisi kuramının, canla başla çalışarak, sosyo-ekonomik örgütlenmesi, kaynakları tüketici talebine göre nasıl dağıttığını açıklamağa çalışması da, tüketici talebinin, gelir ve servet dağılımına, halkın zevklerini değer yargılarına bağlı olarak artıp eksildiğini anlatmak istemesi de hep bu çabanın ürünleri; bütün bu değişkenlerin, doğrudan doğruya, içinde yaşanılan sosyo-ekonomik düzenin birer sonucu oldukları ise gün gibi ortada. Şimdi, bütün bu değişkenler konusunda araştırma yapmak başka şey, bolluğu ve mutluluğu yaratan koşulların araştırması başka şeydir; kapitalist toplumun, halkın insan gibi yaşayıp mutlu olmasını engelleyen ekonomik ve toplumsal kurumlarını ve ilişkilerini belirleyen değişkenleri incelemek ise büsbütün başka birşey!
      Ağzından bolluk ekonomisinden başka bir söz çıkmayan geleneksel bir ekonomist, burada bizi durduracak ve ekonomik bolluğu (mutluluğu) ölçmek için elimizde başka kavramlar bulunup bulunmadığını soracaktır.[52] Eğer bireyin [sayfa 111] pazardaki gözleme gelen günlük davranışı, onun ekonomik mutluluğu için bir ölçü değilse, bizim önerimiz nedir? Bunu ölçmek için biz ne yapıyoruz, ne gibi bir test öneriyoruz?
      Karşımıza çıkarılacak bu sorular bile, klasik felsefe ve klasik ekonomi çağlarından bu yana, ne kadar akla aykırı ve ne kadar karanlık bir yolda ilerlenmiş olduğunu gösteriyor. Aslında bu soruların karşılığını vermek, sanıldığından daha kolay bir işe benzer - kolay, ama bir parça karmaşık bir iş! Bir sosyo-ekonomik düzenin niteliği konusunda bir yargı vermek için eldeki tek ölçüt, onun, insanın potansiyel varlığını ortaya çıkarıp geliştirmekteki başarısına bakmaktır, objektif akıl bunu emrediyor. Makyavel ve Hobbes gibi yazarların kendi toplumlarını eleştirmelerine yol açan tutumları da, Smith ve Ricardo'nun, toprak ağalarını, papazları ve sarayda oturanları parazit olarak nitelendirip eleştirmeleri de, hep objektif akıl'dan kaynak almıştır; çünkü eleştirilen bu toplumsal katmanlar, kendi toplumlarının ilerlemesine katkıda bulunmadıkları gibi, onun büyüme olanaklarını da ortadan kaldırıyorlardı.
      Objektif akıl denince öyle zaman ve mekân içinde donmuş birşey anlamamak gerek. Tam tersine objektif akıl, tarihin durmak-dinlenmek bilmez akışında yatar ve toplumun kendisi nasıl tarihsel sürecin dinamiklerine bağlı olarak eğriler çiziyor, içeriğini değiştirmek durumunda kalıyorsa, objektif akıl da zamanla nitelik değiştirir. "İnsan bir ırmakta iki kez yıkanamaz!" Ve bir tarihsel dönemde objektif akıl olan şey, başka bir tarihsel dönemde akılsızlık ve gericilik olabilir pekâlâ. Objektif aklın diyalektiği ile pragmatizmin göresel kinizmi (cynicism; kelbiyûn) arasında ya da türlü-çeşitli élan vital (hayat atılımı; vitalizm için bkz. Materyalist Felsefe Sözlüğü, s. 494) felsefelerinin Oportünist belirlenemezcilikleri (indeterminateness) arasında hiçbir ortak nokta yoktur. Objektif aklın diyalektiği, insanın, toplum ve doğa konularında gittikçe genişleyen [sayfa 112] ve derinleşen bilimsel kavrama gücüne, ilerlemenin doğal ve toplumsal koşullarının somut olarak ortaya koymasına ve pratik olarak bunlardan yararlanmasına sıkı sıkıya bağlıdır.
      Burjuvazinin bir yandan feodalizmi eleştirirken, diğer yandan da yeni yeni gelişip serpilmekte olan sosyalizm korkusu karşısında bocaladığı günlerden bu yana, başlıca niteliği ilerlemeye ve objektif akla karşı tarihsel bir dönüş yapma ve ikizli bir tutuma sahip olma diye belirlenebilecek olan burjuva düşüncesinin, sosyalist düşüncenin, yürürlükteki toplumsal ve ekonomik kurumlara yönelttiği eleştirmeleri, bu eleştirmeler feodal kalıntılara yöneltildiği takdirde, zaman zaman hoşgörü ile karşıladığı görülmektedir. Geri ülkelerdeki toprak ağalarının, serveti har vurup harman savurmaları, saldırılacak bir hedef olmak bakımından, bugünkü ileri ülkelerin ancien regime'lerinde görülmüş olan israftan hiç de aşağı kalır birşey değildir. Burjuva ekonomi biliminin böyle saldırılara bir diyeceği yoktur. Fakat iş dönüp dolaşıp da kapitalist kurumların eleştirmesine (dar anlamda kapitalist kurumlardır söz konusu olan) gelince, burjuva ekonomi biliminin hoşgörüsü de kayboluyor. Hele, kapitalist gelişmenin bugünkü emperyalist aşamasında, örneğin, "geri ülkelerdeki sosyo-politik yapı kalkınmalarının önündeki başlıca engeldir" gibi, "emperyalizm, bugün yalnız kendi gelişmiş ülkesindeki büyümeyi kösteklemekle kalmıyor, az gelişmiş ülkelerde de durgunluk yaratıyor." gibi eleştirmelere başladınız mı, burjuva ekonomi biliminin kaşları çatılıveriyor.
      Bu arada, toplumsal ve zihinsel olarak, kapitalizmin o yarışmacı, o küçük burjuva dönemi (ya da tabakası) sularına demir atıp kalmış ekonomistlerin varlığını da analım! bunlar, tekelci kapitalizmin akla aykırılığı, har vurup harman savurması ve çekilmez kültürel sonuçları bakımından bir ileri görüş, bir öngörü geliştirmiş kişiler. Tekelci kapitalizmin, liberal ve yarışmacı kapitalizmin bağrında büyüyüp serpildiğini ve hem de bu olgunun kaçınılmaz [sayfa 113] bulunduğunu unutmuş olsalar bile, bu gibi ekonomistler, kapitalizmin tekelci aşamasında, aşırı tüketimin, verimsiz işlerin, "ekonomik kralcılığın" sonucu olan akla aykırılığın ve gaddarlığın hiç değilse en göze batıcı belirtilerini görerek, ne büyük ölçüde ekonomik, toplumsal ve kişisel zararlara yol açtığını algılayabiliyorlar. Bir önceki çağın kösteklerinden kendilerini kurtarma başarısını göstermiş ya da doğrudan doğruya "emperyalizm çağının" içinde doğup büyümüş birtakım yazarlar ise, geçmişin yarışmacı düzenini, kapitalizmin o pek kutsal yarışma özgürlüğü dönemindeki olgunluğun erdemleri ile birlikte, tahtından indirmek için, göz alıcı keskin zekâlarını, zaman zaman kullanmaktan geri durmuyorlar.
      Demek ki burjuva düşüncesi içinde bir çatışma, bir gerilim var ve bu gerilim potansiyel ekonomik artığın niteliğinin (ve büyüklüğünün) hiç değilse yaklaşık bir değerlendirmesinin yapılabilmesi bakımından bir sezgi (ve bilgi) yaratıyor. Bir tüm olarak kapitalist sınıf ile toplumun diğer üyeleri arasında daima (gizli bir biçimde de olsa) var olan ve zaman zaman bir patlama ile gün ışığına çıkan çatışma da, sözünü ettiğimiz konuların anlaşılması açısından bir başka olanak sunmaktadır bizlere. Örneğin, zafer kazanmanın, egemen sınıfın üstün çıkarı olarak belirdiği savaş zamanlarında, belli özel çıkarları ve kişisel yararları çiğneyip geçmek, bu koşullar altındaki objektif akıl olup çıkıyor ortaya. Silâhlı kuvvetlerde zorunlu görev yapma biçiminde olsun, savaş ekonomisi koşullarına göre ekonominin denetlenmesi olsun, gerekli mal ve araçların halkın elinden zorla alınması uygulamaları olsun, tam bir anlayışla karşılanması gereken objektif ihtiyaçlar haline dönüşüyor ve kişilerin pazar davranışlarıyla açığa vurdukları bireysel yeğlemeleri (tercihleri) karşısında, tartışma götürmezse büyük bir üstünlük, bir öncelik kazanmış oluyor. Fakat, savaş sona erip de olağanüstü koşullar ortadan kalkar kalkmaz, artık, objektif aklın varlığına da, sonuçlarına da katlanmaz oluyor egemen sınıflar; burjuva [sayfa 114] düşüncesi, geçici olarak gittiği ileri durumlardan hızla geri çekilmeye, dönüş yapmaya başlıyor; burjuva düşüncesi, bir kez daha, geleneksel bilinemezciliğinin (agnostisizminin) ve o ünlü "pratik zekâsının" batağına saplanıyor.
      "Marjinal fayda ölçülebilir mi, ölçülemez mi?" gibi, incir çekirdeği doldurmayan konuların ivedilikle ve önemle ele alınması gerektiğini (!) düşünen burjuva ekonomisi, bu gibi boş konulara ayırdığı dikkatin bir nebzesini de, "aşırı tüketimin ne olduğu" konusuna ayırabilseydi, işi çoktan kavramış olacaktı! Yalnız az gelişmiş ülkeler bakımından değil, gelişmiş ülkeler bakımından da, "temel tüketim" kategorisini oluşturan öğeler birer sır değildir artık. Yaşama standartlarının genellikle düşük bulunduğu yerlerde, halkın satın alıp sepetine doldurduğu malla, üç aşağı beş yukarı hep aynıdır, yani bellidir (üç beş renktir topu topu!). Bu durumda, temel tüketim, kalori cinsinden, giyim eşyasının, yakıtın, konut yüzölçümünün v.b. niceliklerin cinsinden hareketle, kolayca tanımlanabilir. Çok çeşitli tüketim mal ve hizmetlerinin kullanıldığı, tüketimin oldukça yüksek bir düzeye eriştiği ülkelerde bile, "adam gibi yaşamak için" zorunlu olan gerçek gelir (para cinsinden değil, satın alınan mal ve hizmetler cinsinden tanımlanan gelir- ç.n.) büyüklüğünün ve bileşiminin ne olması gerektiği konusunda açık-seçik bir yargı vermek mümkündür.[53]
      Daha önce de belirttiğimiz gibi, savaş sonu sıkıntıların gibi zor durumlarda bütün ülkelerde yapılan da tamamen budur. Statükonun bilinemezci (agnostik) bir savunucusu "tüketici egemenliğini" dilinden düşürmeyen bir düzen sözcüsü ne derse desin, "temel tüketim" kavramı tanımlanabilir ölçülebilir bilimsel araştırmaya tam anlamıyla uygun ve üstünde akla yatkın bir yargı verilebilen bir kavramdır; kurulu düzen savunucusunun aşılmaz bir engel olarak görüp göstermesi de keyfilik gerekçesiyle kınamaya kalkması da boşunadır! [sayfa 115]
     
       

III


      Verimsiz işçilerin tanımlanması hem daha karmaşıktır, hem de niceliklerinin ölçülmesi daha zordur. Daha önce de belirttiğim gibi, verimli ve verimsiz işgücü diye iki ayrı kategori tanımlamak, burjuva ekonomi biliminin öteden beri karşı çıktığı bir iş olmuştur. Burjuva ekonomisti, ta gençliğinden beri, böyle bir ayırım yapmanın güçlü bir toplumsal eleştirme aracı olacağını ve kolayca, kapitalist düzenin canevine yönelecek bir silâha dönüşebileceğini bilmektedir. En iyisi bundan hiç söz etmemeli, bir işin verimliliğini, gerekliliğini ve yararlılığını anlamak için onun pazarda kendisine bir fiyat bulup bulamadığına bakmalıyız! Böyle düşünerek sıyrılır işin içinden burjuva ekonomisti ve konuyu açmadan kapatmış, yangın bacayı sarmadan onu söndürmüş olur. Doğrusu bu yolla, çeşitli işgücü türleri arasındaki hemen bütün farklar ortadan kalkmış olur; kala kala bir tek fark kalır geriye: Belli bir işe ödenecek ücret diğerlerinden farklı olacaktır, "her zahmetin karşılığı, her külfetin nimeti hiç aynı olur mu?" (!). Uzun sözün kısası, eğer herhangi bir işin karşılığında parasal bir armağan varsa, artık o iş, tanım gereği verimli sayılacaktır.[54]
      Buraya kadar söylediklerimizden, pazar değerlendirmesinin, bir sosyo-ekonomik örgütlenmenin "yeterliliği" ve "etkinliği" konularında akla uygun bir sınav (bir test) olarak görülemeyeceğini ortaya koymuş olsa gerektir. Gerçekten de, böyle bir değerlendirmenin kabul edilmesi, bir tür kısır döngüye götürür kişiyi: Belli bir sosyo-ekonomik yapının, gene kendi ürettiği, gene kendisinin bir parçası olan bir ölçüye göre yargılanması demektir bu! Demek oluyor ki, kapitalist ekonomide neyin verimli, neyin verimsiz olduğu, bu ekonomik düzenin kendi günlük uygulamalarına bakılarak kararlaştırılamaz. Böyle bir karar, ancak ve ancak, somut olarak, tarihsel sürecin gereklerine ve potansiyellerine uygun olarak, objektif aklın ışığında verilebilir. [sayfa 116] !
      İşte konuyu böyle bir açıdan ele alacak olursak, kapitalist ülkelerin ulusal gelir istatistikleri içinde yer alan ve hiç de önemsiz olmayan bir pazarlanmış mal ve hizmet kesiminin pekâlâ verimsiz bir işgücünün sonucu bulunduğunu öne sürebiliriz. Sakın yanlış anlaşılmasın: Kapitalist düzenin kendi çerçevesi içinde verimsiz işgücü ürünü değildir bunlar; tam tersine, kapitalist sistemin ayakta durabilmesi için gerekli ürünlerdir! Söylemeye gerek bile yoktur ki, bu tür işgücü harcayan kişiler, birçok hallerde, toplumun "ileri gelen yurttaşlarıdır", çalışkan adamlardır, bir günlük ücret karşılığında bir günlük iş yapan "vicdan sahibi" kişilerdir! Dolayısıyla bu gibi kalantor kişilerin, "verimsiz işgücü sahipleri" olarak sınıflandırılması, ne onların kamu önünde kınanmalarına yarar ne de açıktan küçük düşürülmelerine yardım eder. Çünkü bir kere girmişlerdir göze; sonra, iyi niyet sahibi bu gibi kişileri fazla sıkmağa da gelmez; çok kez görüldüğü gibi, bunları kendi denetimleri dışında kalan bir çalışma düzeni içine sokmağa kalktınız mı, yapmağa çalıştıklarının tam tersini yapmaları, ulaşmak istedikleri hedefin tersi bir hedefe ulaşmaları mümkündür!.
      Kolayca anlaşılacağı üzere, bir ulusun toplam ekonomik çabasının verimsiz olan kesiminin ayrılarak ölçülmesi, basit bir formülün uygulanması ile altından kalkılabilecek bir iş değildir. En geniş anlamıyla, verimsiz olan bu kesim, ancak kapitalist sistemin özel koşulları ve ilişkileri içinde bir alam ifade eden ve akla uygun bir biçimde düzenlenmiş ekonomilerde bulunmayacak olan mal ve hizmetlerin üretilmesini sağlayan işgücünün eseridir. Bu işgücünü oluşturan işçilerin pek çoğu, silâh yapımı gibi, her çeşidinden lüks mallar üretimi gibi, gösteriş için tüketimde kullanılan ya da kullanılması kişiye bir tür toplumsal üstünlük sağlayan üretimi gibi alanlarda çalışmaktadır. İşgücü verimsiz olan diğer insanlar arasında, memurları, hukukçuları, vergi kaçırma uzmanlarını (malî müşavirlerdir söz [sayfa 117] konusu olanlar- ç.n.), halkla ilişkiler uzmanlarını, din adamlarını, askerî kuruluşlarda görev almış olanları saymak mümkün. Reklâm, ajanslarında çalışanlar, borsa simsarları, tüccar, spekülatörler ve benzen işler yapanlar da verimsiz adamlar sayılmalıdır. Schumpeter, son derece güzel bir örnek veriyor bu konuda - çağdaş ekonomistler arasında "pratik zekâ" düzeyinde kalmakla yetinmeyip, tarihsel süreci, bir nebze de olsa, anlamağa çalışan yazarlardan biri olan Schumpeter'in örneği şu :
      "Hukukçuların yaptığı işin büyük kısmı, iş adamları ile devlet ve devlet organları arasındaki çatışmalara bir çözüm bulmaktır. Sosyalist bir devlette ise, bu işlere ne bir gereksinme duyulacak, ne de yer verilecektir. Sonuç olarak elde edilecek kazanç, hukukçuların kazandığı parayla ölçülemeyecek kadar büyüktür. Çünkü bu, kazanılacak olanın yanında devede kulak kalır. Asıl kazanç, nadir yetişen bir sürü beyin sahibinin bu alana yönelmekten kurtarılmış olacağı noktasında toplanır; üstün beyinlerin, iyi beyinlerin kolay kolay bulunamamaları düşünülecek olursa, bunların verimli üretim alanlarına kaydırılmaları ile elde edilecek sonucun ne kadar büyük önem taşıyacağı da anlaşılır."[55]
      Burada unutulmaması gereken, can alıcı olan nokta şu: Yukarda tanımını verdiğim verimsiz işgücü, temel üretim süreci ile ilişkili değildir ve toplumdaki ekonomik artıktan geçinir. Ancak bu özelliğin yalnız verimsiz işçilere ait olmadığını, verimsiz işgücü sınıflandırmasının dışında kalan bazı işçilerin de söz konusu olan ekonomik artıktan geçindiği gerçeğini hemen belirtelim.
      Bilim adamları, hekimler, sanatçılar, öğretmenler ve benzen işleri görenler hep ekonomik artıktan pay alarak yaşayan kişilerdir; fakat bunların işgücüne olan talep, akla uygun bir toplumsal düzende, azalmak şöyle dursun, ortadan [sayfa 118] kalkmak şöyle dursun, aksine, artacak ve daha önce misli görülmemiş bir yoğunluk derecesine ulaşacaktır. Toplumun belli bir dönemde ürettiği ekonomik artık toplamının ölçülmesi açısından, bu sonuncu gurupta adı geçen işçileri, "ekonomik artıktan pay alanlar" arasında saymak ne kadar uygunsa, bunları ayrı bir gurup olarak ele almak da o kadar uygun olacaktır; çünkü sorun, akla uygun bir kullanım için ayrılabilecek potansiyel ekonomik artığın hesaplanmasındadır. "Verimli olmayan emek de gerekli alabilir."[56]
      Yukardaki ayırımı yapmak, yalnız ekonomik büyüme olanaktan değil aynı zamanda kapitalizmden sosyalizme geçiş de söz konusu ise o zaman özel bir önem taşıyacak ve çok yararlı olacaktır. Çünkü yukarda tanımlanan anlamda verimsiz işgücü ya da emek, sosyalist toplumun komünizm yönünden ilerlemesi ile yavaş yavaş ortadan kalkacaktır zaten. Aslında, plânlı ekonominin uygulanmaya konulması ile verimsiz işgücü sahiplerinin bir kesimi hemen ortadan kalkacaktır; bazıları ise, SSCB'inde görüldüğü gibi, kapitalizmden komünizme geçiş sistemlerinde, oldukça uzun bir süre, yaşamasını sürdürecektir. Tanımladığımız anlamda verimsiz işgücünü ortadan kaldırma, ordu, kilise ve benzeri kurumlar olmadan da yaşanabilecek ortam geliştirme ve bunlardan kurtulacak insan kaynaklarını başka alanlara, insan mutluluğunu ve refahını sağlayacak alanlara kaydırma konusunda gösterilecek başarı derecesi, bir sosyalist ülkenin, komünizme doğru ilerleyip ilerlemediğini belli eden göstergelerin başında gelir, yargısı verilebilir.
      Diğer taraftan, ekonomik artıktan pay almakta oldukları halde, bu pay ile yaşamlarını sürdürdükleri halde yukarda verdiğim verimsiz işçi tanımına girmeyen emekçiler grubu, sosyalist toplumun gelişmesiyle birlikte genişleyecek bir guruptur. Marx, bunu önceden görmüş ve şunları yazmıştır. "Geriye, toplam ürünün tüketime sunulacak öteki kısmı kalıyor. Ama bireyler arasında [sayfa 119] paylaşmaya gidilmeden önce başka indirimler de yapılmalıdır: Bunların başında üretimden bağımsız olarak artıp eksilen genel yönetim masrafları gelir. Bugünün toplumunda olanlara kıyasla, bu kesim, bir hamlede bir tepe noktasına ulaşır ve yeni toplumun gelişip yerleşmesiyle birlikte azalmaya yüz tutar. İkinci olarak, toplumun genel ihtiyaçlarına yönelen, okul, sağlık kuruluşları v.b. gibi yerlere yapılacak harcamalar gelir. Bugünkü toplumdakine kıyasla, bu kalemde toplanacak harcamalar da birdenbire büyük bir önem kazanacaktır ve yeni toplum gelişip yerleştikçe bu önem artacaktır."[57] Demek oluyor ki, ekonomik artıktan pay alarak yaşayan fakat yukarda verdiğim üretici olmayan (verimli olmayan) işgücü kapsamına da girmeyen insanların yaşamlarını sürdürmek için ayrılacak ve kullanılacak kaynaklar, ekonomik büyüme amaçları için (dolaysız olarak) kullanılabilecek potansiyel bir fon olarak düşünülemez.
      Bir kez daha belirtelim. Kapitalist bir ekonomide var olan verimsiz işgücünün hacmini kesin bir biçimde ölçme girişiminde karşılaşılabilecek güçlükler bir yana, zor günlerde, bu ölçme görevi, gereksiz tüketimi büsbütün ortadan kaldırmak şöyle dursun kısıtlamağa kalkışmak gibi bir görevden daha belirgin, daha açık seçik bir iş değildir. Verimsiz işçileri askere almak, verimli işçilerin askere alınmalarını ertelemek gibi bir çözüm düşünülebilir böyle zor günlerde. İşçileri, verimsiz işlerden verimli işlere kaydırmak da bir başka çözüm olarak belirir. Böyle zor günlerde herşey vesikaya bağlanmıştır ve vesikaları dağıtmakla görevli kurumlar, farklı işkollarına, farklı uğraşlara değişik vesikalar verme yoluyla, örneğin verimli işçileri gözetme yoluyla, söz konusu ilkenin bir uygulamasını yapmağa çalışırlar.
      Kapitalist bir toplumda gizli olan potansiyel ekonomik artığın üçüncü türü, kavram olarak daha öncekilerden daha az karmaşık olmakla birlikte, ölçme açısından daha büyük güçlükler getirecek niteliktedir. Üretim örgütlenmesinin [sayfa 120] har vurup harman savuran, akıl dışı niteliğidir söz konusu olan bu üçüncü tür ekonomik artık; son derecede yaygın bir olgudur bu da ve aynı insan ve malzeme girdisinin kullanılmasıyla elde edilebilecek üretimin çok daha altında bir sonucun alınmasından sorumlu olan etmenlerden biridir. İlk olarak, belli bir dönemdeki yatırımların önemli bir kesimini yutan, verimsizliğin kaynaklarından biri olan aşırı kapasitenin (fazla kapasitenin) varlığından, varlığından da değil gittikçe artmasından söz edebiliriz. Burada, depresyon (bunalım) zamanlarında tam anlamıyla aylaklığa itilen insan gücünden, fabrikalardan ve diğer üretici donatımdan söz etmiyoruz. Bu konuya sırası gelince değineceğiz. Burada belirtmek istediğimiz, bolluk yıllarında bile, sanayi kollarının daralmak şöyle dursun genişlemekte bulunduğu zamanlarda bile, boş kalan kullanılmayan fizik kapasitelerinden ileri gelen potansiyel kayıplardır.[58]
      Brookings Kurumu, Birleşik Devletlerde 1925-1929 yılları arasında görülen aşırı kapasite konusunda bir araştırma yapmış bulunuyor.[59] Bu araştırmada "Kapasite" şöyle tanımlanıyor; Bir sanayi kolunda kapasite, işgünü uzunluğu ve bir günde kaç vardiye yapıldığı veri olarak alındığında ve fabrika bakım ve onarım süreleri hesaba katıldığında, elde edilecek normal üretim miktarıdır. Bu biçimde tanımlanan (ve oldukça da tutucu bir biçimde tanımlanan) bu kapasite (teknik hesaplara dayanan ve ticaret istatistiklerinde genel olarak yer alan "normal kapasite kavramının da altında bir üretim düzeyi anlamına geliyor. Brookings Kurumunun bulgularına göre, "Genel olarak, 1925 yılından 1929 yılına kadar, eldeki işletmeler, kapasitenin yüzde 80-83'ü oranında kullanılmışlardır."[60] (Söz konusu olan ülke A. B. D.'dir doğal olarak-ç.n.). Bu incelemenin uyarılarından biri de şöyle : "Sakın, işletmelerin tam kapasitede çalışabilecekleri ve verimli üretimlerini 100 mertebesine çıkarabilecekleri düşünülmesin! Çeşitli işkollarında görülen potansiyel kapasiteler [sayfa 121] arasında önemli kullanım farkları, önemli verimlilik farkları bulunduğu gibi, her işkolunun tam kapasitede çalışması halinde de, bazı malların alıcı bulamayacakları, depolarda yığılıp kalacakları gözden uzak tutulmamalı!"[61] Ne var ki, söz konusu araştırma raporunu yazanların da belirttikleri gibi, "çeşitli işkolları arasında bir işbölümü, bir uyum sağlama yolunda yeni bir üretim düzeni kurma çabasına girişilecek olursa", bu oransızlık, ortadan tamamen kalkmasa bile, önemli ölçüde azalacaktır. Raporu yazanlar, böyle bir işbölümünün ve uyumun sağlanmasıyla, üretim hacminin ne kadar büyüyeceği konusunda bir tahmin yapmamışlar. Böyle bir tahmin yapmadan bile, "Gerçekleşen üretimin yüzde 19 fazlasının elde edilmesinin mümkün bulunduğunu belirtmek gerekir. Para ile belirtildiğinde, verimlilik artışının 15 milyar dolaylarında bulunacağı söylenebilir." demekten de kendilerini alamamışlar. Bu tutarın, 1929 yılındaki Amerikan ulusal gelirinin yüzde 20'si olduğunu söylersek herşey biraz daha iyi anlaşılmış olur!
      Savaş sonrası döneminde, yukardakine benzer "fazla kapasite araştırmaları" yapılmış değil. Eldeki dağınık bilgilerin derlenip toparlanmasıyla varılabilecek sonuç, İkinci Dünya Savaşını izleyen o misli görülmemiş bolluk yıllarından hemen sonra, fazla kapasitenin akıl almaz oranlara yükseliverdiğini göstermektedir. Bir araştırmacının yaptığı hesaplara göre, 1952 bolluk yılında bile (hem de tutucu ve ölçülü bir tahminle) toplam kapasitenin ancak yüzde 55'i kullanılmaktadır.[62] Önemli ölçüde yiyecek maddesinin, üretimleri bir yandan çeşitli denetleme programları ile kısıtlanırken, bir yandan da çürümeye bırakılmaları, ortadan kaldırılmaları ve hayvan yemi olarak kullanılmaları şeklindeki çelişki, bu araştırmaların içine girmiyor tabiî...
      Aşırı kapasite (kullanılmayan kapasite) konusundaki bütün tahminler tartışma götürür, kolay çürütülebilir şeylerdir genel olarak. Tahminlere dayanak olan istatistik [sayfa 122] bilgilerin yeterli olmadıkları ve bundan doğacak sakıncalar bir yana, (fazla kapasite konusunda yapılacak) bir tahmin, benimsenecek olan "kapasite tanımına", "normal" olarak nitelenen kapasite kullanımının niteliğine yani ne ölçüde bir kullanıma normal denileceğine ve pazar, talep, kör gibi etmenler karşısında hangi oranda kapasite kullanılmasının normal sayılması gerektiği konusunda verilecek ipucuna bağlı olarak değişecektir. Ne var ki, birşeyi tanımlamakta karşılaşılan güçlükler, o şeyin varlığını yadsımamız için yeterli neden olacak değildir bu konuda; tanımlanması güç olsa bile fazla kapasite diye bir olgu vardır. Aslında, bu bölümdeki açıklamalarımız, belli bir zamanda ve belli bir ülkede potansiyel ekonomik artığın hacmini, kesin bir biçimde ortaya koymak da değildir; potansiyel ekonomik artığın çeşitli biçimleri üstünde, ana hatlarıyla, durmaktayız.
      Tekellerin ve tekelci yarışma koşullarının yarattığı, kaynakların boş yere kullanılması, "israf edilmesi" olgusu da, fazla kapasite'nin yarattığı israf kadar açık-seçik görülebilen somut bir olgudur. Tekellerin ve tekel-benzeri büyük işletmelerin yol açtığı potansiyel ekonomik artık kaybını bütünlüğü ile ele alıp tek bir başlık altında inceleyen yazılara pek rastlanmıyor; bu konuya, şurasından burasından değinip geçen yazılana ise sık rastlanıyor. Bu konuyla ilgili olarak üzerinde durulması gereken ilk ve önemli olgu şudur. Ürün farklılaştırması adı verilen, akıldışı bir olay nedeniyle, büyük işletmelerin bol ve ucuz mal üretmeleri engellenmiş oluyor, üretimin sınırlanması gerekiyor, büyük işletme, küçük işletme gibi kullanılmağa haşlıyor. (Tıpatıp aynı olan mallara, dış görünüşlerinde farklı şeylermiş gibi bir hava verip pazara sürme işine ürün farklılaştırması denilir; başka deyimle, aynı meta, çeşitli markalar altında satılmakta ise ürün farklılaştırması yapılıyor demektir-ç.n.). Benim bildiğime göre, bugüne kadar bir Tanrıkulu da çıkıp, görünüşte farklı olan malların standartlaştırılması halinde elde edilecek tasarrufu [sayfa 123] hesaplamış değildir; eğer teknik olarak en etkin ve ekonomik olan işletmelerde yoğunlaşan bir üretime gidilmiş olsaydı ne gibi kazançlar sağlanırdı, bunu hesaplayan çıkmadı bugüne kadar! İster, otomobil gibi, buzdolabı, elektrik sobası, diğer elektrikli gereçler gibi dayanıklı tüketim mallarını ele alalım, isterse, çeşitli sabunları, diş macunlarını, dokumaları, ayakkabıları ya do kahvaltılık yiyecekleri düşünelim; standartlaştırma ve büyük çapta üretime gitme yoluyla birim maliyetlerini önemli ölçüde azaltabileceğinden bir kuşkumuz olmayacaktır. Gerçi, tekel, - benzeri koşullar altında bile teknolojik bakımdan en uygun üretim ölçeklerinde çalışan işletmeler yok değildir; başka deyimle, bilinen teknolojiye göre, artık birim maliyetlerin düşürülmesi için üretim ölçeğinin daha da büyütülemeyeceği bir sınıra gelip dayanmış tekelimsi işletmeler vardır. Vardır ama, bunların sayıları da oldukça azdır, diye düşünmek için elimizde pek çok kanıtlar da bulunmaktadır. Tam tersine, pazarın, özel markalar için sınırlı oluşu, belli işletmeler için sermayenin sınırlı oluşu gibi nedenlerle, birçok işletme en uygun üretim ölçeğinin altında (hem de çok altında) çalışmak zorunda kalıyor; bu ise, akla uygun bir üretim, yapısı demek değildir elbet... Küçük, etkinlikten uzak, mantar gibi bitivermiş işletmelerin sürekli varlığı ve gittikçe çoğalmaları -yalnız sanayide değil, özellikle tarımda, dağıtım ve ticaret alanlarında-, gerek işgücü, gerekse malzeme israfına yol açıyor; büyüklüğü tam olarak kestirilemeyecek korkunç bir kayıptır bu.[63]
      İşletmelerin akla-aykırı ölçüde olmalarının sonucu olarak ortaya çıkan ve kaynakların har vurulup harman savrulmalarına yol açan bu durum, bir bakıma, tekelci dev işletmelerin varlığı ile dengeleniyor; Tekelci durumlarının gölgesine sığınmış bu işletmelerin öyle maliyetleri en düşük düzeylerine indirmek gibi, etkinliği en yüksek düzeye çıkarmak gibi kaygılan da yoktur. Eğer böyle kaygıları olsaydı küçük işletmelerin ömrü de pek [sayfa 124] uzun olmazdı. Sırası gelmişken önemli bir konuya değinmek zorundayız: Dev işletmelerin son derece yüksek ve üretimle ilgisi bulunmayan bazı giderlere katlanmaları, yöneticilerine, gene üretim düzeyi ile bağdaşmayan son derecede yüksek maaşlar (primler v.b.) ödemeleri, bu şirketlerin, malî bağlantılarını güçlendirmeye, kişisel nüfuzlarını genişletmeye ya da özellikle, büyük şirket siyasetine uygun olarak, toplumda bir özel nitelik konumu kazanmağa yönelmiş çabalarına yardımcı olmak içindir.
      Tekelci iş çevrelerinin sistemli olarak çürütmeğe yeltendikleri, küçük fakat son derecede önemli potansiyel bir varlığı da gözden kaçırmayalım. İnsanın ta kendisidir bu varlık! Büyük şirket imparatorluklarının değirmeninde durmadan aşağılanan, çürütülen, bozulan ve iğdiş edilen sıradan insanlar; karşısına dağlar gibi mal yığılmış, propaganda ve reklâm karşısında deliye dönmüş, sakatlanmış, bocalayıp kalmış sıradan erkek ve kadınlardır. Büyük işletmenin bütün istediği; bütün yetişmeleri ve gelişmeleri boyunca insanlar, büyük şirketlerin kendileri için kurmuş olduğu bu tuzaklardan kurtulamazlar, kurtulamıyorlar[64]
      Buraya kadar söylenenlerden daha çabuk gözden kaçan, daha kolay unutulan bir gerçek daha var: Kâr elde etme amacıyla işletmelerin ve silâhlanma yarışını hızlandırma amacıyla hükümetin denetiminde bulunmasıydı, bilimsel araştırmalardan toplum, kimbilir ne büyük yarar sağlayacaktı.[65]
      Parayı veren düdüğü çalıyor ve bilimsel çalışmanın böyle bir desteğe ve yönetime boyun eğmek zorunda kalması da onun genel görünümünü, araştırma konularını seçişini ve kullandığı yöntemleri etkiliyor. Bu durum, bilginlerin çalışma isteklerini azaltıyor, onları yanlış yönelişler içine itiyor, yaratıcılık için gerekli özendirme ve dürtüyü vermiyor onlara ve dolayısıyla bilimsel gelişimi kösteklemiş oluyor. Gene bu durum, bilimsel buluşların kullanılma biçimi belirlediği için, bilimsel ilerlemeden elde edilebilecek toplumsal çıkarları da sınırlıyor. Atom enerjisi [sayfa 125] konusunda olsun, kamu hizmetlerinde yenilikler yaratma, eski ürünlerin yerine yenilerini koyma ve yeni üretim yöntemleri bulma gibi konularda olsun, teknolojik araştırmaları paralarıyla destekleyen özel çıkarlar, teknik olanakların üretimde kullanılmasını sık sık ve ciddî olarak engellemektedir; bu durumun kanıtları o kadar çok ki!
      Kapitalist ekonominin karmaşık örümcek ağı içinde gizlenen potansiyel ekonomik artığın, çok çeşitli ve şu ya da bu ölçüde kolaylıkla tanımlanabilen biçimleri, bugüne kadar sistemli bir araştırmaya konu olmuş değildir; ekonomik artığın büyüklüğünü istatistiklere dayanarak ölçmeğe kalkan da çıkmamıştır hiç! Ekonomistlerin, kapitalizmde var olan israfı ve akla -aykırılığı ortaya koymak istememelerinden değildir bu! Pekâlâ biliyorlar bunları ve ortaya koymaktan da çekinmiyorlar; fakat durumun nedenleri olarak gösterdikleri etmenler bizimkilerden farklıdır; onlara göre, kapitalist sistemin bazı aksaklıkları ve bozuklukları vardır, ancak bunlar, gerekli reformlarla ortadan kaldırılabilir şeylerdir ya da kapitalist gelişim süreci içinde, zamanla ortadan kalkmaya hükümlü, kapitalizm -öncesi dönemden kalma çağ dışı kalıntılardır. Son zamanlarda, artık mızrak çuvala sığmamağa başlayıp da, söz konusu israf ve akla-aykırı ekonomik düzen, gittikçe daha belirgin bir hale gelince ve bunların kapitalizmin arada sırada görülen aksaklıkları değil özünde bulunan kusurları olduğu iyiden iyiye anlaşılınca, bu sorunu küçümseme modası çıktı bu kez, bir bolluk çağı olan günümüzde böyle "küçük meselelerin lâfı mı olur" tutumu egemen olmaya başladı.[66]
      Kapitalist ekonomide, potansiyel ekonomik artığın gizlendiği biçimlerin sonuncusuna gelmiş bulunuyoruz; dördüncü potansiyel ekonomik artık biçimi olan bu kategoriyi sonuncu olarak ele alıyoruz ama, bu, onun en az önemli kategori olması anlamına gelmesin! Bu sonuncu potansiyel ekonomik artık şöyle tanımlanabilir: Kısmen üretim aygıtlarının bir arada işlemelerindeki uyum yetersizliğinden [sayfa 126] ileri gelen, fakat daha çok, etkin talebin yetersizliğine bağlanan, işsizlik ve materyal kaynakların eksik kullanılması sonucu, toplumun uğradığı üretim kaybı... İşsizliğin ve kaynak kullanımındaki yetersizliğin bu iki nedenini birbirinden ayırmak ve her birinin sonuçtaki sorumluluğunu ayrı ayrı saptamak son derece güç olmakla birlikte, çözümleme amacıyla, bunları birbirinden ayrı ayrı ele almak yararlıdır. Uyum yetersizliğine bağlanan işsizlik, ekonomi dilinde "friksiyonel işsizlik" adını almaktadır; bu konuya yukarda da değinilmişti. Pazar talebinin bileşimindeki bir değişiklik gibi, emekten tasarruf sağlayan çeşitli araç ve gereçlerin üretime sokulması ve eski makine donatımın ıskartaya çıkarılması gibi nedenlerle işçiler açığa çıkarıldıklarında "friksiyonel işsizlik" ortaya çıkmaktadır. Bu nedenlerle boş kalan, âtıl hâle gelen işgücü ve makina -donatım, başka alanlara, yararlı olan diğer işlere kaydırılabilir ve böylece üretim süreci ile yeniden bütünleşebilirdi pekâlâ; ne var ki, kapitalist ekonomide, bu dönüşüm zaman almakta, ancak büyük bir gecikmeyle ve israfa yol açtıktan sonra gerçekleşebilmektedir. Akla uygun bir planlamanın getirdiği koşullar altında bile, bu tür kayıplar bütün önlenemiyor; fakat hiç değilse önemli oranda küçültülebiliyor.
      Potansiyel ve aktüel ekonomik artık kategorileri arasındaki büyük uçurumun en önemli nedeni askerî harcamalardır, bunu biliyoruz; bunun hemen arkasından da, etkin talebin yetersizliğinden ileri gelen işsizliğin yarattığı, söz konusu uçurumu büsbütün genişleten ve friksiyonel işsizliğin katkısından daha büyük önem taşıyan bir etkiler zinciri geliyor. Etkin talep yetersizliğinden ileri gelen işsizlik, yalnız eli iş tutan, çalışabilir durumda bulunan insangücü kaynaklarını ve işletilmeye hazır üretim, donatımını etkilemekle de kalmıyor; aynı zamanda, bir dönemden ötekine değişen bir yoğunlukla, çalışabilecek insangücü ve materyel kaynaklarının üretim için seferber edilmesini de baltalıyor. (Böylece etkin talep yetersizliğinden ileri [sayfa 127] gelen yaygın kitle işsizliği, yalnız aktüel kaynakları değil, potansiyel kaynakları da etkilemiş oluyor.) Kapitalizmin yapısından sürekli olarak var olan bu potansiyel üretim kaynakları işsizliği, bolluk zamanlarında ve bunalım dönemlerinde gerçekleşmiş üretim, düzeyleri arasındaki farklar olarak toplanıp, ölçülüp değerlendirilmemiştir bugüne kadar. Değerlendirilemeyince de, ister istemez tam çalıştırma (alabileceği ücret düzeyinde çalışmaya gönüllü olan kimsenin işsiz kalmadığı durum-ç.n.) olarak adlandırılan durumda bile, işsiz sayısının hiç de öyle az olmadığı, işgücünün olsun, üretim kapasitesinin olsun kısmen âtıl durduğu gerçeği gözden kaçırılmış oluyor; ayrıca, böyle bir tam çalıştırma döneminde, "bolluk dönemi üretim düzeyi" olarak tanımlanan üretim düzeyinin bile, işadamlarının, "bu iyi günler bir gün sona erecek ve yeniden kötü günler başlayacak" diye düşünmekten kendilerini alamayarak, üretim ve yatırım plânlarını sınırlı tutmaları nedeniyle, potansiyel üretim düzeyinden hayli düşük bulunduğu anlaşılmıyor, yani bir bakıma gözden kaçmış oluyor. Böylece, yapılan hesaplar, ekonomik dalgalanmanın (konjonktürün) çeşitli evrelerindeki üretim düzeyleri arasındaki farklara dayandırıldığı için, iş (çalışma) düzeyindeki dalgalanmalardan ileri gelen üretim kaybının toplam hacmi de, bu hesaplarda, gerçek boyutlarıyla görünmemiş oluyor.
      Ne kadar tutucu olurlarsa olsunlar, bu hesaplar, gene de kitle işsizliğinden ileri gelen potansiyel ekonomik artık hacmini, yeterli sayılabilecek bir ölçüde gözler önüne sermektedir. Örneğin, bir zamanlar, Amerikan Çalışma Bakanlığı İşgücü İstatistikleri Bölümü Başkanı olan Isador Lubin, Geçici Ulusal Ekonomi Komitesinin bir toplantısında yaptığı açıklamada (1. Aralık. 1938), şunları söylüyor: "Çalışan toplam nüfusun hep 1929 yılı düzeyinde kaldığını varsaysak bile, 1930, 1931, 1932 yıllarından 1938 yılına kadar yaygın işsizlik dolayısiyle kaybolan işgücü, adam - yıl birimiyle söylenecek olursa, 43.435.500'ne ulaşmaktadır. [sayfa 128] Bu durumu başka sözlerle şöyle anlatabiliriz. Eğer 1929 yılında çalışmakta olan herkes, bu yılı izleyen 9 yıl içinde de çalışmakta bulunsaydı, şimdi, biz bütün çalışanlar 1 yıl 2 aylık izne çıkabilirdik ve bundan doğacak üretim kaybı, geçen 9 yıl süresince kaybolan üretimden hiç de yüksek olmazdı."[67] 1929 yılı fiyatlarıyla, uğranılan ulusal gelir kaybı 133 milyar doları bulmaktadır. (1929 yılı ulusal geliri 81 milyar dolardı.)[68] Oysa 1929 yılında da çalışmayan ve dolayısiyle üretim donatımının âtıl kalmasına yol açan işgücü oranı toplam işgücünün yüzde 20'sine ulaşmaktaydı; 1938 yılında ise, işsizlik oranının yüzde 33'ten daha büyük olduğu söylenebilirdi.[69]
      Ayrıca, Lubin'in yaptığı hesapların şu iki varsayıma dayandığı da gözden uzak tutulmamalıdır: (1) Çalışan nüfus 1929-1938 döneminde hiç değişmemiştir varsayımı ve (2) Bu dönemde adam başına üretim, verimliliğinde de bir değişiklik olmamıştır varsayımı. Gerçekte ise Lubin'in de kabul ettiği gibi, bu dönemde çalışan nüfus 6 milyon kişi kadar artmıştır. Adam başına üretim verimliliği ise, 1929 yılının ekonomik koşulları ufak tefek değişmelere uğrasaydı, yavaş bir tempoda da olsa artmış bulunacaktı. İşte, çalışabilir işgücündeki bu artışı ve 1920'lerde görülen adam başına üretim, verimliliği artışının 1930'larda da sürüp gitmesi gerektiğini dikkate alan bir başka araştırmacı, "Amerikan Tarım Bakanlığından Dr. L. H. Bean, 1929'-dan sonra uğranılan ulusal gelir kaybını 293 milyar dolar olarak hesaplamıştır."[70]
      Bu hesapların 1938 yılına kadar yapılmış olmalarının nedeni, sözü geçen Komite'nin bu tarihte toplanmış olmasıdır. Toplantı tutanaklarına geçen işsizlik koşulları, İkinci Dünya Savaşının patlamasına kadar sürüp gitmiştir. Savaş ve seferberlik. Amerikan ekonomisinde ne kadar büyük bir üretim potansiyelinin uyumakta olduğunu, her türlü istatistik hesabın da üstünde bir inandırıcılıkla ortaya koydu. Herkesin bildiği gibi, savaş yılları boyunca Birleşik Devletler, bol miktarda silâh ve cephane üretimi, [sayfa 129] müttefiklerine yiyecek vesair maddeler yardımı v.b. için 12 milyonu aşkın bir insan kitlesini "askerî üretim aygıtı" için seferber etmekle de kalmadı, aynı zamanda kendi sivil halkının tüketim düzeyini de arttırdı. Savaşın bütün yükü -ki tarihin yazdığı en büyük ve en masraflı savaştı, bu-, Birleşik Devletler potansiyel ekonomik artığının hem de bir kısmı'nın harekete geçirilmesiyle omuzlanmıştır.
      İşsizlikten iler gelen israfın ne yalnız Amerika'ya özgü bir olgu, ne de yalnız tarihsel bir olgu olarak değerlendirilmesi doğru olur; bilmem bu konunun altını yeniden çizmenin bir gereği var mı? Bu olgu, günümüzde de görüldüğü gibi, kapitalizmin tüm tarihsel gelişimi boyunca bütün ülkelerde de görülmüştür. Bu israfın ulaştığı boyutlar, ülkeden ülkeye ve zaman zaman değişmeler göstermekle birlikte, her zaman toplam üretimi, akla uygun bir örgütlenmeye sahip toplumda görülebileceğinden oldukça aşağı bir düzeye indirmiştir. Üretilmediği için, üretilmediği için kayıp sayılan değerlerin etkilerini yalnız işsizlik olarak düşünmek de yetmiyor. Eğer kaybolan bu üretim gerçekleşebilseydi, eğer çalışma gücü ve yeteneği ile işsiz milyonların yaratıcı dehası yeterince kullanılabilseydi, üretim kimbilir ne düzeylere ulaşacak ve toplum, bundan kimbilir ne büyük yararlar sağlayacaktı?.
     
       

IV


      Potansiyel ekonomik artık, kapitalist ekonomi düzeninin akla aykırılığını kavramak için önemli bir bilimsel kategoridir ve kapitalist düzenin zor günlerde, zor günlerin koşulları altında girişebileceği uygulamalarda kolaylık sağlayabileceği gibi, ekonomik kalkınma zorunluluğunu kavramakta da yardımcı olur; plânlı ekonomik artık ise, yalnız ve yalnız, sosyalist bir düzende, kapsamlı bir plânlamaya girişmek açısından anlamlıdır. Plânlı ekonomik artığı şöyle tanımlayabiliriz, üretici kaynakların tümü için [sayfa 130] seçilmiş bir "en uygun kullanma düzeyinde", tarihsel olarak verilmiş doğal ve teknolojik koşullar altında elde edilebilecek, plânlı ve "en uygun" üretim, düzeyinden, gene aynı şekilde plânlanmış "en uygun" tüketim düzeyinin çıkarılmasıyla elde edilecek değer. Burada kullanılan "en uygun" kavramı, burjuva ekonomistlerinin dillerinden düşürmedikleri "optimum" kavramından, özünde farklı bir kavram olarak, değerlendirilmelidir. Bizim kullandığımız "en uygun" kavramı, özel işletmelerin kâr düşüncesiyle yürüttükleri üretim ve tüketim düzeylerini yansıtmadığı gibi, kapitalist düzenin gelir paylaşımının, zevklerinin (modalarının-ç.n.) ve yarattığı toplumsal baskıların bir sonucu olan üretim ve tüketim düzeylerini de yansıtmamaktadır; bizim kullandığımız "en uygun" kavramı, sosyalist bir toplumun, aklın ve bilimin ışığında ortaya koyduğu üretim ve tüketim düzeylerini yansıtmaktadır. Örneğin kaynakların kullanılması söz konusu olduğunda bu kavram şu olguları anlatır: Toplumun üretim aygıtının köklü bir akla uygunluk düzeyine eriştirilmesi (etkin olmayan üretim ünitelerinin -işletmelerin- ortadan kaldırılması, en büyük ekonomik ölçeklere ulaşılma yollarının bulunması gibi yöntemlerle sağlanır bu), gereksiz sayıda ürün farklılaştırma yöntemine son verilmesi (standart ürünlerin sanki başka başka şeylermiş gibi pazara sürülmesinin önüne geçilmesi-ç.n., verimsiz işgücünün (daha önce tanımladığımız anlamda) ortadan kaldırılması, insan ve doğa kaynaklarının bilimsel bir politika uyarınca korunup geliştirilmesi ve benzeri olgular...
      Bizim kullandığımız anlamda en uygun ya da optimum, belli bir zamanda elde edilebilecek üretimin en büyüğü, (maksimumu) demek değildir. Eğer üretim çalışanların gönüllü olarak iş gününü kısaltmalarından, eğitim için ayrılan zamanın arttırılmasından ve sağlığa zararlı işlerin (örneğin kömür madeninde çalışmanın) ortadan kaldırılmasından ötürü azalmakta ise en büyüğün altında bir üretim düzeyinin en uygun üretim [sayfa 131] düzeyi olarak değerlendirilmesi doğru olacaktır. Bizim tanım bakımından can alıcı olan, üretim düzeyinin, özel iş adamlarının ya da şirketlerin birbiriyle uyum içinde bulunmayan kararları sonucu, "sansa bağlı" olarak ortaya çıkması ya da belirlenmemesi; fakat toplumun belli bir zamanda, ne kadar üreteceğini, ne kadar tüketeceğini, ne kadar tasarruf edeceğini ve ne kadar yatırım yapacağını açık-seçik ortaya koyduğu, okla uygun bir plân çerçevesinde belirlenmesidir.[71]
      Bunlardan öte bir önemli konu, daha var: Sosyalist bir ekonomide, kaynakların "en uygun" biçimde yönetilmeleri, hiçbir zaman, tüketimin, yalnız temel tüketim düzeyinde tutulması anlamına gelmemektedir. Sosyalist bir ekonomide tüketim, temel tüketim ölçütünün göstereceği düzeyin bir hayli üstünü çıkabilir pekâlâ. Yeter ki, toplam tüketim düzeyi olsun, aktüel olarak elde edilen ekonomik artık olsun, kârı en yüksek düzeyine çıkarma (kâr maksimizasyonu) mekanizması ile değil, bugünkü tüketim ile yarınki tüketim arasındaki toplumsal tercihleri de yansıtan, akla uygun bir plân çerçevelinde belirlenmiş bulunsunlar! Demek oluyor ki, sosyalist bir toplumdaki aktüel ekonomik artık, kapitalist toplumdaki aktüel ekonomik artıktan büyük de olabilir, küçük de; sıfıra eşit de olabilir, tabii eğer sosyalist toplum, net yatırımının sıfır olmasını kararlaştırmışsa! Bu artığın büyüklüğü, tarihsel süreçte toplumun ulaştığı evreye, üretici kaynakların gelişmişlik derecesine, insan ihtiyaçlarının yapısına ve gelişimine bağlı olarak değişecektir.
      Çözümlememiz için gerekli ilkel araçların incelenmesi burada sona eriyor. Şimdi bu araçları, bazı tarihsel veriler üstünde uygulama ve kullanma işine geçebiliriz. [sayfa 132]
     
       

ÜÇ
TEKELCİ KAPİTALİZMDE
DURGUNLUK ve DEVİNİM


     

I


      Bir ülkede, belli bir zamanda görülen ekonomik kalkınmanın hızı ve yönü, daha önce de belirttiğimiz gibi, ekonomik artığın hem büyüklüğüne, hem de kullanılma biçimine (tarzına, yöntemine) bağlıdır. Bunlar ise, üretim güçlerinin gelişmişlik derecesine, buna karşılık gelen {tekabül eden) sosyo-ekonomik ilişkilerin yapısına ve bu yapının zorunlu kıldığı, ekonomik artık mülkiyeti sistemine bağlıdırlar (burada ilişki iki yönlü olup, bu üç etmen de daha önceki iki etmene bağlı bulunmaktadır). Doğrusu, Marx'ın da belirttiği gibi.
      ... karşılığı (hakkı) ödenmeyen artı emeğin, dolaysız üretici olan emekçinin elinden alınmasının özel ekonomik biçimi, üretimden kaynak alan ve sonuçta gene onu belirleyen bu özel ekonomik biçim, yöneten ile yönetilen arasındaki ilişkiyi de belirlemektedir. Üretim araçlarına sahip olanlar ile emekçiler arasındaki doğrudan ilişki, tüm toplumsal sistemin can alıcı özelliğini, sırrını, gizli temelini de açığa vurur... Yöneten ile yönetilen arasında yer alan bu ilişkinin somut biçimi, doğal olarak, emeğin gelişiminde olsun, emeğin toplumsal verimliliğinin gelişiminde olsun her zaman belli bir aşamaya karşılık gelmiştir. Ancak bu durum, temel koşulları her yerde aynı olsa bile, belli bir ekonomik tabanın, ilk bakışta sonsuz çeşitlenmeler ve dereceler göstermesini engellemez.[
72]
      Kapitalizm-öncesi gelişim boyunca, ekonomik artığın büyüklüğünü ve kullanılma yöntemini, kendi evrimleri içinde izleyip incelemek, çok heyecanlı bir görev olsa gerektir. Böyle bir inceleme için gerekli olan belgeler, eldeki budunbilim (antropoloji) ve tarih metinlerinden çıkarılabilir, derlenip toplanabilir; bunların bilimsel bir incelemeden geçirilmesi işi, ekonomik ve toplumsal tarihin anlamlı bir çözümlemesini yapmak gibi, ilk sırada başarılması gereken görevlerimizin de ötesinde bir araştırma örgütleme çabası ilkesine ulaştıracaktır bizi. Söylemeye bilmem gerek var mı? Böyle bir çaba bizim bu kitapta (denemede) çizmeye çalıştığımız boyutları aşmaktadır. Şu kadarını belirtmekle yetinelim. Feodalizmden kapitalizme geçiş, ekonomik artığın elde edilmesi, kullanılma yöntemi ve sonuç olarak da büyüklüğü bakımından köklü bir değişim (bir dönüşüm) getirmiştir.[73] Klasik ekonomistler, yükselmekte olan kapitalist düzenin, bu bakımdan (ekonomik artığın elde edilmesi, kullanılma yöntemi ve büyüklüğü bakımından) son derecede önemli bir niteliğe sahip olduğunu pekâlâ biliyorlardı; aslında, bu ekonomistler, kapitalizmin varlık gerekçesini, belli bir verimlilik ve üretim düzeyinde ekonomik artığı en yüksek noktasına çıkarmakta değil -ki bu sorun feodalizm tarafından da pekâlâ çözülebiliyordu-, fakat daha çok ekonomik artığın akla uygun, verimli bir biçimde kullanılmasında görmüşlerdir.
      Çünkü büyük klasik yazarlar, feodalizmin yıkıntıları arasından yeni bir ekonomik düzenin boy atmakta olduğunu, [sayfa 140] temel çizgileriyle de olsa, görüyorlardı; görünen köy de kılavuz istemezdi. Beliren, yavaş yavaş ortaya çıkan ekonomik düzende, verimliliği arttıracak üretim aygıtlarına geniş çapta, büyük ölçekli yatırımlar yapmak için sonsuz olanaklar açılıyordu. Artık bambaşka bir sos-yo-ekonomik ortamda çalışmaya başlamış, eski ayak bağlarından kurtulmuş ve o acımak bilmez kâr dürtüsünün kişiyi dört koldan saran oyununa kendilerini kaptırmış bulunan özel girişimciler, sermaye biriktirme ve işletmelerini genişletme konusunda "ileri!" komutunu almışlardı bir kez ve artık hiç kimse onları durduramaz, toplam üretimi büyütüp genişletmek için güçlü bir makina görevi yapmalarını engelleyemezdi. İş adamları arasındaki yarışma (rekabet), onları, üretim yöntemlerini durmadan ilerletmeye, teknolojik ilerleme sağlamaya ve bu ilerlemenin sonucu olan buluşların mümkünse tümünü uygulama alanına aktarmaya yöneltiyor, bir yandan da üretimlerini arttırmaya ve ürünlerini çeşitlendirmeye zorluyordu. Eldeki bütün üretici kaynaklar, yararlı iş alanlarına çekildikçe, kârlarını en yüksek noktaya çıkarma çabasında bulunan kapitalistler için maliyetleri en düşük düzeylerinde tutmak başlıca kaygı olmağa başlıyor ve böylece üretim sürecinden israf ve akla aykırılık silinip atılmış oluyordu. Say Kanununun (arz kendi talebini yaratır, üretilen mal elde kalmaz, ekonomide talep yetersizliğinden ötürü bunalım olmaz, diyen ünlü görüş-ç.n.) işleyişi, toplam üretimin, normal olarak karşısında yeterli bir toplam talep bulacağını vurguluyordu; teknolojik değişikliklerden ya da zevklerdeki değişmelerden ileri gelen "geçici oransızlıklar" (arz ile talep arasındaki oransızlık-ç.n.) olsa olsa, "büyümenin hastalıkları" olarak yorumlanabilirdi; bunlar da devede kulak mertebesinde kalan ve tehlikeli yayılma etkileri göstermeyecek olan değişmeler olarak değerlendirilmeliydi. Doğrusu, üretim aygıtını toplumun değişen ihtiyaçlarına göre ayarlamakla ve zaman zaman, bu aygıttan, geri ve etkin olmayan birimleri çıkarıp atmakla, böyle [sayfa 141] kısa dönemli bunalımların yararlı sonuçları bile alınabilirdi. Genel ilerleme çizgisi yürür gider, en uygun olan üretim biriminin ayakta kalması sağlanır, ölen ölür kalan kalmış olurdu.
      Böylece üretim bir tepe noktasına çıkarılmış oluyor ve bundan da arslan payı bir ekonomik artık ayrılıyordu. İşçiler arasındaki yarışma, ücretlerin "bir lokma bir hırka" düzeyinin üstüne çıkmasını engelliyor ve kârları kemirmeleri önlenmiş oluyordu. Bu durum, kapitalist toplumda ekonomik artığın görünüş biçiminden başka bir şey değildi.[74] İşgücü talebinin -yani sermaye birikiminin- işgücü arzını aşması gibi bir tehlike de yoktu. Nüfus artışı, işgücü pazarını baskı altında tutmağa yarıyor ve üretimin "ücret fonuna" aktarılan kısmının büyümesini engelliyordu.
     
      Böyle bir ortamda, sermaye birikimine katkıda bulunmayan "verimsiz işçilere" yer olamazdı; yarışmacı kapitalist düzen buna olanak tanımazdı. Gene böyle bir ortamda, derebey saraylarındaki bol uşaklı, bol tantanalı ve şatafatlı hayata da yer olamazdı, ortaçağ kentsoylularının lüks içinde yüzmeleri, bir eli yağda bir eli balda yaşantıları için, ekonomik artığı har vurup harman savurmalarına paydos denilmişti artık.[75] Tanrıya tapınma işleri de artık daha az masraflı olmak durumundaydı: Roma Katolik Kilisesinin olsun, Anglikan Kilisesinin olsun o eski zenginlikleri ve şa'şaaları gitmiş, yerine, orta halli papazların düzenlediği, basit ve alçak gönüllü tapınma törenleri geçmişti.
      Bu ortamda,-büyük satış giderlerine, reklâm için yapılan avuç dolusu harcamaya ve aşırı kapasiteye yer olmadığı gibi, işletmelerin hukuk işleri müdürlüklerine, halkla İlişkiler müdürlüklerine de gerek yoktu; bütün bunlar aşağı yukarı birbirine benzeyen, birbirinin kolayca yerini alabilen ürünler çıkaran, oldukça küçük işletmelerden kurulmuş bir ekonomi modeline girmiyorlardı henüz. Evet, hâlâ verimsiz bazı işçiler varlıklarını sürdürüyorlardı; [sayfa 142] bankerler, simsarlar, ticaret erbabı ortalıkta dolanıp duruyorlardı henüz; fakat bir kez kapitalist düzen ile bütünleşince, bunlar da, feodal toplumda oynadıkları rolden çok daha değişik görevler yükleniyorlardı. Bunlar, yalnız ekonomik artığın üretilmesine yardımcı olmakla kalmıyorlar, bu artıktan, hizmetleri karşılığında kopardıkları pay da büyüyor ve üstelik bu pay tümüyle tüketilmiyor, tersine sermaye birikimine büyük katkılarda bulunuyordu. Aslında, işletmelerinin bazı giderlerini üstlerine yıkmayı başardıkları halk kitlelerinin gerçek gelirlerinden kopardıkları arslan payları ile sermaye birikimine bağımsız katkılar yapmayı başarıyorlar ve böylece ekonomik artığın büyümesine yardımcı oluyorlardı.[76]
      Ekonomik artığa göz dikmiş en obur kuruluşlardan biri olan devletin payını, büsbütün ortadan kaldırmak yoluna gidilemezdi belki, fakat önemli ölçüde kısılabilirdi bu pay; çünkü devlet yönetimi ağı, feodal düzen günlerinden kalma bir alışkanlıkla, para saçmaya, yolsuzluğa ve verimsizliğe alışmıştı. Klasik ekonomistler, başka hiç bir konuda bu kadar açık yürekli konuşmamışlar, bu kadar direnmemişlerdir. Bakın Adam Smith ne diyor. "Kralların ve bakanların, özel girişimci halkın ekonomisine göz kulak olma çalımı, aslında, halkın nafakasını kısma yoluyla mümkün oluyor... Bundan büyük saygısızlık ve böbürlenme olamaz... Kendileri, hiç ayrıksız, dünyanın daima en sorumsuzca para harcayan kişileri olmuşlardır. Kendi harcamalarına göz kulak olsunlar da bıraksınlar halkın yakasını, halk kendi harcamalarını ayarlayabilir çünkü; güvensinler öyleyse halka!"[77] Kendisini, ekonomik artığın en yüksek noktasına çıkarılmasına ve akla uygun bir biçimde kullanılmasına adamış olan bir toplumda, devletin bütün yapacağı, aşırı vergilendirme yoluyla sermaye birikimini kösteklemekten kaçınmak, ekonomik işlere fazla burnunu sokmaktan, yoksullara bol keseden yardım etmekten sakınmak ve özellikle aktüel ekonomik artığın bir kesimini oluşturabilecek kaynakların verimsiz [sayfa 143] işçilere gitmesini önlemek olmalıdır. Hukuku ve düzeni korumak, devletin sorumluluğu altındadır elbette; eğer mümkünse, ham madde kaynağı ve dış yatırım alanı olan yabancı pazarları güven altına almak da devlete düşen ödevlerdendir; fakat yönetim eylemleri, ne öyle büyük boyutlara erişmeli ne de büyük çapta giderlere yol açmalıdır.
      Elde edilebilir ekonomik artığın, bir tepe noktasına yükselerek, kalkınma hızını alabildiğine arttırabilmesi için, bir koşulun daha yerine getirilmesi zorunluğu vardır. Bu koşul, ekonomik artığın yeni sahibinin, eline geçen değerleri çarçur etmemesi, yatırım alanlarına aktarmasıdır. Bu yeni sahip, kapitalist işadamından başkası değildir.
      Bu koşulun yerine getirileceğini beklemek için köklü nedenler vardı. Herşeyden önce, ekonomik yarışma mekanizması işadamlarını sermaye biriktirmeğe zorluyordu; çünkü ancak, kazandıklarını sürekli olarak maliyetleri azaltıcı yeniliklere yatırmakla, işadamlarının, yarışma savaşında ayakta kalmaları mümkündü. Bu ve benzen teknolojik buluşların, hiç durmaksızın yapılacağı, çeşmenin suyunun asla kurumayacağı düşünülüyordu elbet. Potansiyel bilimsel ilerlemenin sonsuza kadar uzayıp gideceği düşüncesi ile de yetinilmiyordu; iş çevrelerinin, maliyet düşürücü, yeni ürünler yaratıcı, yeni ham maddeler kullanma olanaklarını doğurucu bilimsel yaratıcılığa ve teknolojik buluşçuluğa rahatça güvenip dayanabileceği de anlaşılmış oluyordu.
      İkinci olarak, işadamları sınıfı üyelerinin, alçakgönüllü aile çocukları olarak doğup, çok çalışma ve çok biriktirme sonucu zengin ve güçlü kişiler haline gelmiş olduklarına inanılıyordu. Sosyoloji ve karakteroloji açısından, bu kişilerin, kendilerine göz alıcı başarılar getirmiş ve daha önce hiç mi hiç ulaşamayacakları bir toplumsal statü sağlamış bulunan bu hayat çizgilerini sürdürecekleri şeklinde bir yargı verilebilirdi pekâlâ![78] [sayfa 144]
      Üçüncü olarak da, Weber'in ve Sombart'ın bulguları olan "kapitalist ruh" devreye giriyordu -bu yazarlar modern kapitalizmin doğuşunu bu ruha bağlamışlardı.-[79] bunun hemen yanısıra, tutumluluğun ve sermaye biriktirme güdüsünün, en yüce değer ve en önemli erdem katına yükseltildiği, bir toplumsal değerler sistemi getirmiş olan püriten töresinin, yaygınlığı görülüyordu.[80] Protestanlığın ve püritanizmin yükselmesi ile kapitalizmin doğuşu arasındaki yakın ilişkinin ortaya konulması, genellikle Weber'in bir buluşu sanılır; oysa egemen ideolojide derin değişiklikler getirmekle kalmayan, aynı zamanda ekonomik artıktan kilisenin aldığı payda da önemli kısıntılara yol açan bu yakın ilişki konusunu Marx, çok daha önce, büyük bir açıklıkla ortaya koymuştu: "Paraya tapma da kendi kutsamalarını getirmiştir; kişinin kendini yadsıyıp bir yüce amaç olan paraya adamasını, kendine özgü fedakârlıklar olan tutumluluğu ve ölçülü davranışı benimsemesini, dünyasal, bedensel ve geçici doyumlardan (tatminlerden) küçümseyerek uzak durmasını, yani sonsuza dek kalıcı (ebedî) olan bir hazineye kavuşmak için canla başla çalışmasını öğütleyen yeni bir tapınmaydı bu. İşte İngiliz püritanizminin ve Felemenk Protestanlığının para kazanma ile bağıntısı, yakın ilişkisi buydu."[81]
      Her bakımdan aydınlık bir geleceğe sahip olan ekonomik gelişimin tepesinde, tek bir karanlık bulut dolanıp duruyordu ki bu da, tarım alanında görülen ve adına "azalan verimler kanunu" denilen başbelâsıydı; çünkü beslenme maliyetlerini arttırıyor, işçilerin ancak canlarını tenlerinde tutacak düzeyde aldıkları ücretin karşılığı ilan "bir sepet mal"ın fiyatını yükseltiyordu. Bunun sonucu olarak toprak sahipleri sınıfının geliri durmadan arıyor sermaye birikiminin başlıca kaynağı olan kârlar üstünde sürekli bir basınç meydana geliyordu." Toprak ağasının çıkarı ile tüketicilerin ve yapımcıların çıkarları daima çatışmıştır," diye bir uyarmada bulunuyordu Ricardo.[82] [sayfa 145] O Ricardo ki, toprağın üstünde bir, parazit olarak sahiplik taslayan, ekonomik artıktan gittikçe artan oranda pay kapıp alan ve bunu hiç de verimli olmayan amaçlar için har vurup harman savururcasına harcayan feodal ağaya karşı savaşmayı, çıkarı gereği, en önde gelen görev sayan kapitalist sınıfın seçkin sözcülerinden biriydi.
      Ricardo'nun ilkeleri'nin[83] yayınlanmasından sonra ; 30-40 yıl geçecek ve ancak o zaman, teknolojik ilerlemenin tarıma da uygulandığı, denizaşırı ülkelerdeki geniş tarımsal kaynakların işletmeye açılması ile tarım alanındaki verimlilik artışında görülen gecikme ve yetersizliğin bastırıldığı görülecekti. O zamana kadar da, aristokrat toprak ağası, ya zamana ayak uydurup üretimini arttıramadığı ve borçlarını ödeyemediği için toprağından sürülüp atılmıştı ya da kapitalist bir iş adamı haline dönüşmüştü ve artık, toprağını, tıpkı kent kapitalistlerinin sanayi girişimlerini yönetmelerine benzer biçimde ekip biçmeğe başlamıştı[84] İşte tam bu sıralarda, yeni yeni büyüyüp serpilmekte olan burjuvazinin anti-feodal hiddeti, onun yalnız delişmen kesimini - toplumsal reformcuları ve tek vergi yanlısı kişileri - etkilemiş, yalnız bu kesimdeki kişilere esin vermişti; buna karşılık, egemen sınıfın göbeğini oluşturan büyük kesim, artık kapitalist tarım işletmesi haline dönüşmüş bulunan, geniş ölçüde kapitalistleşmiş olan toprak ağalığı ile gittikçe büyüyen bir tehlikeye, sosyalizm tehlikesine karşı ortak bir cephe kurma çabasındaydı. Bir kez bu ortak cephe kurulup da, Paris Komünü, Avrupa'nın bütün mülk sahibi sınıflarının "birleşik eylemi" ile bir kan gölünde boğulduktan ve uluslararası işçi hareketi böylece, o güne kadar uğradığı en büyük yenilgi ile gerilemeye zorlandıktan sonra, kapitalist düzen çerçevesinde, ekonomik gelişimin kesintisiz ve hızlı akışında yolu tıkayacak hiçbir engel kalmamış oluyordu. Geriye bir tek sorun kalıyordu. Kapitalist mekanizmanın tereyağdan kıl çeker gibi işlemesini, dışardan [sayfa 146] bir saptıran ve işleri karıştıran gücün etkisi olmaksızın, tıkır tıkır yürümesini sağlayacak siyasal ve toplumsal kurumların yaratılıp yaşatılması sorunu... Tanrının görünmez eli, toplumu, gittikçe artan bir üretim, bolluk ve gittikçe daha eşit paylaştırılan dünya nimetleri yolunda dosdoğru yürütebilirdi artık!
     

II


      Belirtmeğe bile gerek yoktur, ki, kapitalist ekonominin işleyiş biçimi (modus operandi) konusunda çizdiğim bu tablo -belki biraz acele çizilen bu tablo-, bu düzeni savunan, birçok bakımlardan bulanık olan ve hattâ kapitalist gelişmenin ilk aşamalarını, yarışmacı evresini canlandıran bir portredir. Bununla birlikte, bu tabloyu göz önünden uzaklaştırmamakta büyük yarar var; çünkü bu tablo, hiç değilse yaklaşık olarak, hiç değilse anahatlarıyla, geniş ölçüde üretici yatırımlara olanak veren, üretim güçlerinin daha önce benzeri görülmemiş bir biçimde artmasını sağlamış olan, teknolojide dev adımlarıyla ilerleyen atılımları gerçekleştiren ve üretim ile tüketimde çok büyük hacimlere ulaşmış bulunan bir mekanizmanın temel ilkelerini belirtmektedir. Dahası var. Bu tablo, dolaylı bir biçimde de olsa, geniş-ölçekli işletmelerin büyüyüp serpilmeleri sürecine -ki bu süreç; verimliliğin artmasına yal açan başlıca etmen olarak değerlendirilmelidir- ve ayrıca tekellerin ve (tekel benzeri) oligopollerin evrimine, yani bugünkü kapitalizmin ekonomik örgütlenmesinin başat biçimlerinin oluşumuna da ışık tutmaktadır.[85] Böylece, söz konusu tablo, kapitalist gelişimin ileri aşamasının, tekelci evresinin belli başlı özeliklerini anlamamız için uygun bir hareket noktası olabiliyor; zaten, bu bölümde ve bunu izleyen bölümde işleyeceğimiz konu da kapitalizmin ileri aşamasının özellikleridir. [sayfa 147]
      Doğrusunu isterseniz, ben, kapitalizmin bugünkü tekelci aşamasında, ekonomik büyümenin "klasik koşullarının" ne ölçüde sağlandığını ele almayı aydınlatıcı bulmaktayım. Meydana gelmiş olan değişiklikler, acaba, kapitalizmin o ilk, o yarışmacı modelini büsbütün eskitip bir kıyıya atmış mıdır; kapitalizmin bugünkü ileri aşamasındaki ekonomik, toplumsal ve siyasal gelişme, kapitalizmin yarışmacı gençlik dönemlerinde görülen gelişmelerden büsbütün farklı sonuçlar mıdır? Tekelci kapitalizmin işleyişinde, ekonomik, toplumsal, siyasal görevlerini yerine getirmesinde, yepyeni bir açıdan olaya bakmayı gerektiren bazı düzenli- işleyişler (kanuniyetler) mi vardır?
      İşi tâ başından ele alalım. Daha önce formülleştirdiğimiz dört koşulun ilki ve en önemlisi -ki herşey ona yakından, can alıcı noktasından bağlıdır- eldeki üretici kaynakların tümünün kullanılmasıdır. Yarışmanın tam anlamıyla egemenliğini sürdürdüğü bir ortamda, gerçek maliyetlerin (parasal maliyetin karşıt kavramı olup, parasal maliyetin, fiyat artış oranlarının yarattığı şişkinliğin giderilmesiyle bulunan değeridir-ç.n.) ve israfın bir dip noktasına çok yakın tutulması sağlanacak ve üretim etmenleri, toplam ürünün bir tepe noktasına çıkacak şekilde artmasını garanti edecek bir yolda (çeşitli iş kollarına) dağılmış olacaktır. Yarışmacı kapitalizm koşulları altında bile böyle bir üretim maksimumunun sağlanabileceğini beklemek için hiçbir zaman yeterli nedenler bulunmamış, kapitalizmin en azgın savunucularının bile, günümüz kapitalizminde böyle bir koşulun sağlandığını öne sürmek istemedikleri gözden kaçmamıştır. Daha önce, potansiyel ekonomik artığı incelerken de belirttiğimiz gibi, işsizlik, aşırı kapasiteli, tarımsal üretimin kısıtlanması ve benzer olayların varlığı, belki yalnız savaş yılları gibi özel durumlar dışında, günümüz kapitalist sisteminin, eldeki donatım, doğal kaynaklar ve insangücünün birlikte çalışarak elde edebileceklerinden küçük, hem de oldukça küçük bir üretim hacmini ancak gerçekleştirebildiği (saysa 148] görülmektedir; üstelik, insanların, zamanlarını çalışma ve dinlenme arasında paylaştırırken, bugün için yerleşmiş düzeni ve kuralları bozmamaları kaydıyla! Kişisel çıkar peşinde koşma, işadamları arasında yarışma, pazar mekanizmasının işleyişi ve burjuva ekonomistlerinin, ekonomik gelişmenin gerekli makinaları olarak sayıp döktükleri diğer etmenler, önemli ölçüde ilerleme ya da kalkınma sağlamışlarsa da, bu hiçbir zaman, teknolojinin gelişimine, nüfusun artışına ve yaratıcı potansiyellerini geliştirmesine ayak uydurabilecek bir gelişme olamamış, gelişme her zaman kendi potansiyelinin altında bir düzeyde kalmıştır.
      Eldeki bilgiler, çeşitli ülkelerde, kapitalizmin tarihi boyunca, aktüel ve potansiyel üretim, düzeyleri arasındaki açığın büyüklüğünü kesinkes ortaya koymamızı sağlayacak ölçüde zengin ve sağlam değil. Dolayısiyle, bu açığın, tekelci kapitalizmde, yarışmacı kapitalizmde görülenden daha büyük olduğunu, büyükse ne kadar büyük olduğunu kesin bir ölçüyle ortaya koyamıyoruz. Bütün yapabileceğimiz -ki bunda da büyük güçlüklere uğramaktayız- elde edilen kalkınma hızlarını ölçmekten, bu ülke şu kadarlık bir yüzde üretim artışı) gösterdi, şu ülke ise bu kadarlık bir kalkınma hızı düzeyinde kaldı diyebilmekten ibaret. Herkesin çalıştığı, kimsenin işsiz kalmadığı ve eldeki kaynakların etkin bir biçimde işkolları arasında dağılıp tümüyle kullanıldığı bir ortamın yarattığı koşullar altında nelerin başarılabileceğini söyleyebilmek için elimizde çok az bilgi var.
      Amerika'da, İç Savaştan önceki, kalkınma hızı, bu savaşı izleyen dönemde gerçekleştirilen kalkınma hızından daha düşüktü; eldeki bilgilerle bunu söylememiz mümkün.[86] Demografik, ekonomik ve teknolojik büyüme potansiyellerinin de, söz konusu savaş yıllarını izleyen onyıllarda bir sıçrama yaptıkları ileri sürülebiliyor. Ekonominin kapitalist olmayan kesimlerinden kaynak alan üretimin (tarımsal üretim, küçük meta üretimi gibi) payının [sayfa 149] söz konusu savaştan sonra hızla azaldığı, bu kesimlerin hızla küçülmeğe başladıkları ve sonuç olarak aktüel ve potansiyel üretim düzeyleri arasındaki açığın göresel olarak büyüdüğü söylenebilir ve bu yargı doğru da olabilir. Ekonominin kapitalist-olmayan kesimlerinin başlangıçta daha büyük olduğunu ve daralıp büzülmelerinin de daha yavaş bir süreç içinde geçtiğini kolayca kabul edebileceğimiz Batı Avrupa ülkelerinde, adı geçen açığın, zaman içinde daha da büyük bir tutara ulaştığını da düşünebiliriz; öyle ya, Amerika için geçerli olan bu ilke, daha yavaş bir kalkınma süreci içinden geçerek gelişmiş olan Batı Avrupa ülkeleri için büsbütün belirgin olmalı değil midir?
      Diğer taraftan, İç Savaş'tan sonra Amerikan ekonomisinin kalkınma temposunun yıldan yıla önemli ölçüde azalan bir seyir izlediğini belirten uzmanların bu bulgularından hiç kuşku etmemek gerek; çünkü bu dönem hep bildiğimiz gibi, ileri ve tekelci kapitalizmin büyüyüp serpildiği yılları kapsamaktadır. Birleşik Devletlerde, ulusal gelirdeki toplam artış, dönemin başlarında, beş yıllık bir süre için yüzde 27 iken, dönem sonlarına doğru, gene beş yıllık bir süre için yüzde 9'a düşmüş bulunuyor.[87] Doğrusu, ulusal gelir artışındaki bu düşmeyi, kısmen de olsa, nüfus artış temposunun yavaşlamasına bağlamak uygun düşecektir. Çünkü, gene İç Savaşı izleyen dönemlerde, toplam nüfus artışı, ilk beş yıllık süre için yüzde 12 iken, son beş yıllık sürede yüzde 6,5'e inmişti. Söz konusu dönemlerde, adam başına ulusal gelir ise, ilk beş yıllık sürede toplam yüzde 13,5 artarken, son beş yıllık süre için yüzde 3 dolaylarına düşmüş bulunuyordu.[88] Üstelik, Kuznets'in de belirttiği gibi, nüfus artış hızı, ekonomik kalkınma hızının bir sonucu olarak değerlendirilebilir.
      Üretim artış temposundaki bu yavaşlamada, söz konusu dönem boyunca haftalık çalışma saatlerinin durmadan azalmasının da bağımsız bir payı, bir sorumluluğu [sayfa 150] bulunduğu öne sürülebilir. Bu azalma saat başına verimlilikten (işgücünün belli bir zaman biriminde yaptığı üretim-ç.n. ileri gelen artışın bir kısmın alıp götürdüğü için potansiyel üretim artışının bir kısmı, dinlenme zamanının artması biçiminde değerlendirilmiş oluyordu.[89]
      Ancak, Birleşik Devletlerde görülen kalkınma temposu yavaşlamasının temel nedenlerini başka yerlerde aramak gerekiyor; bu yüzyılda, diğer bazı ileri ülkelerin ekonomileri için de sözkonusu olan yavaş büyümenin nedenleri için başka olgulara bakmak daha doğru olacaktır. Bu nedenlerin, bu olguların başında, özellikle sözkonusu dönemin son evresini kapsayan şiddetli ekonomik işlem ve çalışma düzeyleri dalgalanmaları ve bu dalgalanmaların hem, nedeni hem de sonucu olan sermaye oluşum hızı düşmelerini anmamız gerek.[90]
      Bir kez daha belirtelim. Aktüel ve potansiyel üretim düzeyleri arasındaki açığın ondokuzuncu ve yirminci yüzyıllardaki durumunu kesin bir dille belirtmek ve bunları karşılaştırmak için elde sağlam ölçü yöntemleri bulunmamakla birlikte, bu açığın yirminci yüzyılda çok daha büyük bir boyuta ulaştığı söylenebilir. Kapitalizmin yarışmacı döneminde ekonomik işlemler düzeyindeki çalkalanmalar, her halde daha sık görülüyordu, ortaya çıkmaları ve ortadan kalkmaları da herhalde daha dramatik oluyordu; bununla birlikte, elde edilebilir toplam üretimin bir yüzdesi olarak ulusal üretim kaybı (ki işsizlikten, kullanılmayan kapasitelerin varlığından, üretimin kısılmasından ve benzeri nedenlerden ileri geliyordu), bu yüzyılda, bundan önceki yüzyıla kıyasla daha büyüktü; elimizde bunun böyle olduğunu doğrulayan pek çok kanıt var.[91] Eğer Dr. Louis Bean'in Birleşik Devletlerde 1930 yılları için yaptığı hesaplara benzer çalışmalar, tekelci kapitalizmin bütün ömür süresi için yapılabilseydi, fiilen üretilmiş olan ile üretilebilecek olan arasındaki farkın astronomik tutarlara ulaşacağı görülecekti. Demek oluyor ki, kapitalist kalkınma süreci içinde, yukarda öne sürdüğümüz [sayfa 151] birinci koşul gerçekleşememiş, yaşanamamıştır. Yarışmacı aşamada gerçekleşemediği gibi, ileri tekelci kapitalizm aşamasında da gerçekleşemiyor; üstelik gerçekleşmesi gittikçe zorlaşıyor, olanaksızlaşıyor.
     

III


      İkinci koşula gelince, durum, biraz daha değişik, biraz daha karmaşıktır. Hatırlanacağı üzere bu koşul, toplam tam çalıştırma düzeyi ulusal gelirinin mümkün olan en büyük kesiminin ekonomik artığa aktarılması ve oradan da sermaye birikimine kayması için gerekli ücret tabanından (dolayısiyle, toplam tüketim tabanından) söz etmekteydi. Bu koşulun, kapitalist gelişimin çeşitli aşamalarında ne ölçüde gerçekleştiğini, hiç değilse yaklaşık olarak ortaya koyabilmek için, ister istemez, birinci koşula ve onun ne ölçüde gerçekleşmiş olduğuna bakmak zorundayız. Gerçekten de, kapitalist gelişim çizgisi boyunca, tam çalışma ulusal geliri (maksimum ulusal gelir) düzeyine ancak nadiren erişebilmiştir; eksik-üretim düzeyi ise, ileri kapitalist aşamada, yarışmacı kapitalist aşamaya göre daha sık ortaya çıkmış bir olaydır; bunların sonucu olarak, ekonomik artık da, tam-çalıştırma düzeyi gelirinin (üretiminin) gerektirdiğinden çok düşük düzeylerde gerçekleşebilmiştir. Bir de şu var: "Mümkün olan en büyük" ekonomik artık, "mümkün olan en düşük" ücret (ve kitle tüketimi) ve bunların yardımıyla elde edilen maksimum üretim düzeyinin maksimum artığı gibi kavramların anlamlarını açık-seçik tanımlara kavuşturma zorundayız. Klasik ekonomi biliminin genel çerçevesi içinde bu türden problemlere hiç mi hiç değinilmez. Tam çalıştırma düzeyi üretimi çantada keklik sayılır ve ücretlerin (dolayısiyle kitle tüketiminin) "bir lokma bir hırka" minimumuna doğru yöneleceği düşünülürdü; ücretler bu sert tabanın altına uzun süre için düşemezler ve gene bu [sayfa 152] taban, elde edilebilecek ekonomik artığın büyüklüğü konusunda da etkili bir sınırlama getirir, sanılırdı.
      Yalnız bu arada tarihsel bir gerçeği gözden kaçırmayalım: Ücretler tabanı hiç de öyle sanıldığı gibi sağlam bir alt-sınır değildi. Aksine, durmadan oynayan, inip çıkan bir tabandı bu ve hiç kuşkusuz, bir lokmanın da, bir hırkanın da tanımı gittikçe genişliyor, hiç değilse ileri kapitalist ülkelerde, ortalama bir birimlik ücretin satın alabileceği mal ve hizmetler, dalgalanarak artan bir eğri izliyordu. Bu koşullar altında, ücretlerin "bir lokma, bir hırka" düzeyi çevresinde düzenli bir salınma göstereceklerini söylemekle bir yere varmak mümkün olamazdı. Çünkü böyle bir varsayım, her türlü ücret düzeyi ve her türlü tüketim düzeyi için öne sürülebilirdi -ister hayat standartları durmadan yükselsin, isterse ekonomik artık gittikçe küçülsün, bu varsayımı her zaman geçerli saymak gerekecekti. Başka bir deyimle, bu varsayımın geçerliliği, tarihsel bilgilere başvurma yoluyla ne doğrulanabilir, ne de çürütülebilirdi. Öyle ya, her dönemde, toplam ücret ve kitle tüketimi düzeyleri için "işte bir lokma, bir hırka düzeyi dediğimiz budur." denilebilirdi; tanım gereği bu böyleydi çünkü.[92]
      Söz konusu ücret tabanı tanımının, mümkün olan en yüksek ekonomik artığı ya da mümkün olan en düşük ücreti (ve kitle tüketimini) tanımlamak bakımından büyük bir yararı olmadığı için kendimizi koskoca bir denizin ortasında kalakalmış hissedecek ve sorunumuzun hiçbir çözümü bulunmadığını düşünecek değiliz elbette. Aslında bizim ekonomik artığın mutlak büyüklüğü ile (ve aynı şekilde) ücretlerin (ve kitle tüketiminin mutlak büyüklüğü ile ilgilenmemizin hiç de gereği yoktur![93] Bizim buradaki amacımız için gerekli olan, temel olan şey, ekonomik artığa ve kitle tüketimine giden göresel (relative) gelir kesimlerinin (paylarının) boyutlarını belirleyen belli güçlerin bulunup bulunmadığını araştırmak... Evet, böyle güçlerin varlığından kimsenin kuşkusu olmasın; bu olgunun [sayfa 153] açıklanması bakımından yazarlar arasında önemli görüş ayrılıkları, bulunmakla birlikte, üretimden ücretlerin (ve kitle tüketiminin) aldığı pay ile ekonomik artık için ayrılan payın belli sınırlar içinde oynadığını, bu sınırların gerçekten de var oldukları ve kolay kolay değişmeyeceklerini öne sürmek mümkün; bu sonuncu noktada ekonomistler arasında oldukça önemli bir ortak görüşe ulaşılmış bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu sınırların varlığı, "mümkün olan en büyük" ekonomik artık ve "mümkün olan en düşük" ücret (ve kitle tüketimi) kavramlarına, somut, tarihsel anlamlar vermemiz için yeter de artar bile!
      Şimdi artık ilk sorumuza dönebiliriz: Kapitalizmin tarihi boyunca, ikinci büyüme koşulumuzun evrimi nasıl olmuştur? Ulusal gelirin sınıflar arasında paylaşılmasını konu edinen istatistik incelemelerin sonuçları arasında belli farklar bulunmakla birlikte, söz konusu payların, yüzdeler olarak büyük bir değişmezlik gösterdikleri anlaşılıyor; elde istatistik bilgilerin var olduğu dönem bakımından bu gerçekten de böyle. Örneğin Kalecki. 1889-1938 dönemi için yaptığı araştırmada, İngiliz işçi sınıfının ulusal gelirden aldığı payın, dikkate değer bir değişmezlik gösterdiğini! ulusal gelirin yüzde 40'ı dolaylarında bulunduğunu-ç.n.) ortaya koymuştur; konuyu inceleyen diğer araştırmacılar, bu payın. İkinci Dünya Savaşı sonrası işçi yönetimi döneminde de değişmediğini saptamış bulunuyorlar.[94]
      Amerika için yapılan araştırmaların sonuçları, bu konuda, İngiltere için yapılan araştırmalar kadar tutarlı değil. Bunlardan bir kısmı, "İşgücünün ulusal gelirden aldığı payda küçük de olsa bir artış olmuştur."[95] sonucuna varırken, bir kısmı da bunun tersini söylüyor, hiç de böyle bir artış olmamıştır, hattâ işgücünün payında bir azalma eğilimi görülmüştür, kanısını öne sürüyor. Kuznets'in yaptığı hesaplara göre, işgücünün payı, 1949 yılında 1939 yılına kıyasla beşte bir oranında düşüktür.[96] Amerikan Başkanının Kongre'ye sunduğu Ekonomik Raporda (Ocak, [sayfa 154] 1953) şunlar söyleniyor: "Savaş sonrası döneminde, halkın eline geçen, harcanabilir gerçek gelirdeki artışların oldukça küçük olduğu görülmektedir... Bu konuda şu gerçeği belirtmek ilgi çekici olacak: Bütün bu dönem boyunca, herkesin kanısının, yaygın izlenimin aksine, yapım sanayiindeki ortalama saat ücretleri, tüketici fiyatları endeksleri ile düzeltildikte (gerçek ücretler bulunduğu zaman-ç.n.), bunların ekonominin gerçek verimlilik artışlarından (kazançlardan) hiç de daha hızlı artmadıkları, hatta önemli ölçüde geride kaldıkları görülmektedir." (s. 111).
      Doğrusu istenirse, bulgular arasındaki bu fark, araştırma çerçevelerinin farklı oluşundan ileri gelmektedir. Kimisi, konuyu uzun bir dönem boyunca ele alıp incelemekte; kimisi de, kısa dönemli, fiyatlar düzeyi, gelir ve çalışma gibi değişkenler üzerinde yoğunlaşmayı seçmektedir. Bütün bunlar bir yana, hiç akıldan çıkarılmaması gereken bir gerçek daha var: Son elli yıl içinde işgücün ulusal gelirden aldığı payda, azbuçuk bir gelişme görülmüş olsa bile bu, daha çok, küçük işadamlarının, zanaatkarların ve benzeri çalışanların işçi sınıfına katılmaları yoluyla olmuştur, işçi sınıfının durumunun gittikçe iyileşmesi nedeniyle değil...[97]
      Ulusal gelirin kârlara ayrılan payında ise hiçbir değişiklik olmamıştır. Bu durum, son yıllarda yapılmış bir araştırma raporunda çok iyi dile getiriliyor. "... son çeyrek yüzyılda, özellikleri birbirinden oldukça farklı çeşitli sanayi dallarında, önemli ücret artışları görülmüştür; yaygın işsizlik (bunalım) dönemlerinde olduğu gibi tam çalışma dönemlerinde de görülmüştür bu artışlar; fakat ne olmuşsa, nasıl olmuşsa, kâr paylarında hiçbir önemli azalma olmamıştır... Üreticiler, fiyatlarla, kullandıkları tekniklerle ve çalıştırdıkları işçi sayısı ile istedikleri gibi oynama özgürlüğüne sahip oldukça, önemli bir azalma görüleceği de yoktur!".[98]
      Fakat, son elli ilâ yetmiş yıllık süre içinde-tekelci [sayfa 155] kapitalizmin ömrü de bu kadardır zaten-, işçilerin ulusal gelirden aldıkları payın genellikle değişmemiş olması (ya da ancak ufak tefek dalgalanmalar göstermesi) gerçeği, yarışmacı kapitalizm aşamasına göre bir değişimin var olup olmadığı sorusunu karşılıksız bırakmaktadır. Benim sınırlı bilgime göre, bu sorunun istatistiklere dayanılarak verilebilecek bir karşılığı yoktur; elimizde, on sekizinci yüzyılın ikinci yarısına ve ondokuzuncu yüzyılın ilk üç çeyreğine ait, yukarda anılan araştırmaların ortaya kovmuş bulunduğu istatistikler ayarında bilgiler yoktur; yok olunca da, benzer araştırmaların yapılabilmesi mümkün olamamaktadır. Eğer işimiz spekülasyon yapmağa kalırsa, işçilerin ulusal gelirden aldıkları payda (kitle tüketiminde) önemli bir değişiklik bulunmadığını söylememize imkân var demektir. Çünkü, büyük çaplı işletmelerin, tekellerin ve tekel-benzen kuruluşların ortaya çıkıp gelişmeleri de zaten ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde başlıyor ve ancak bu dönemden sonradır ki, bu gibi kuruluşlar, ekonomik sistemin gittikçe daha geniş bir kesimini etkilen altında bulunduruyorlar. Son elli ya da seksen yıllık dönem içinde, tekellerin etkileri derinleşip genişledikleri halde, işçilerin ulusal gelir paylarında önemli bir değişme olmadığına göre, daha önceki yıllarda yani tekelci girişimlerin yeni yeni ortaya çıkmağa başladıkları dönemde, söz konusu payın azalmamış bulunduğunu öne sürmekte de bir sakınca yoktur. Böyle bir usavurma, kuramsal bulgularla da uyum halindedir ve güçlendirilmektedir. Marx'ın bu konudaki açık kuramsal bulguları şöyle. "Belli malların tekel fiyatından satılmaları, olsa olsa, diğer malları üreten girişimcilerin kârlarının bir kısmını, mallarını tekel fiatı ile satan kişilere aktarır. Olup olacağı artı değerin çeşitli üretim alanları arasındaki dağılımında görülecek yerel bir sapma, bir dengesizliktir; artı değerin büyüklüğü ise hiç mi hiç etkilenmeyecektir bundan."[99] Bu sözlerin açık-seçik ortaya koyduğu gibi, büyük çaplı işletmelerin ve tekellerin yaygınlaşması [sayfa 156] ile, öncelikle kapitalist girişimler arasında kârın paylaşılması'nda bir başkalaşım, oluyor, ulusal gelirden ayrılan kâr payında ise öyle önemli bir değişiklik görülmüyor. Kalecki'nin deyişiyle, "... tekel derecesindeki artış, büyük şirketlerin gelişmesinden ileri gelmektedir ve gelirin diğer sanayi kollarından buralara doğru akmasına yol açan bir süreç doğurmakadır. Bu yolla gelir yeniden paylaşılarak küçük işletmelerdeki büyüklere aktarılmış oluyor."[100] Bu gerçeği doğrulayacak pekçok bilgi var elimizde...
      Kârların belli ellerde yoğunlaşmaları ile servetin belli ellerde toplanması arasında sıkı bir ilişki bulunması (ayrıca, kârlarla, satışlar ve çalıştırılan işçi sayısı arasında da aynı sıkı bağıntı vardır) konusunda yapılacak bir varsayım, bir ön- kabul her türlü tartışmanın dışında kalsa gerektir." Dev şirketlerin güçlerinin ve denetledikleri alanın azçok sürekli olarak arttığı apaçık bir gerçektir. Örneğin, banka ve sigorta şirketleri dışında kalan 200 büyük kuruluşun toplam mal varlığı içindeki payları 1909 yılında yüzde 48 dolaylarında iken 1929'da ve 1930'ların başında yüzde 55 dolaylarına yükselmiştir."[101] İkinci Dünya Savaşını izleyen dönem için benzer araştırmalar yapılmış değil; bununla birlikte, savaş sonrasında, az sayıdaki büyük işletme topluluklarının, birleşe birleşe daha da devleştikleri ve ekonomideki mal varlığı paylarını daha da artırdıkları her türlü kuşkunun üstünde olsa gerektir.[102] Kârların dağılımı konusunda eldeki bilgilerden insanın bunun böyle olduğu izlenimini olmaktadır. Örneğin, Amerika'da İç Kamu Gelirleri Bürosuna kayıtlı 1929 yılı toplam şirket sayısının yalnız yüzde 0,26'sını oluşturan dev şirket, toplam net kurum kârlarının yüzde 47,9'unu alıyordu. Bu konudaki bilgilerin yayınlandığı son yıl 1951'de ise 1373 dev şirket (şirketlerin yüzde 0,23'ünü oluşturmaktadır), toplam net kurum kârlarının yüzde 54'ünü bunlar içinde de ilk 747 şirket (toplam şirket sayısının yüzde 0,12'sini oluşturmaktadır), toplam net kurum [sayfa 157] kârlarının yüzde 46,5'ini elde etmektedir.[103] Aslında bütün bu rakamlar, servetin ve kârların ne ölçüde yoğunlaştığını gösterseler bile, daha önemli bir gerçeği, servetin ve kârların sayıları son derecede kısıtlı birkaç kişinin elinde toplandığını gösteremiyorlar. Söz konusu Büro'ya bağımsızmış gibi kayıtlanmış olan birçok şirket, aslında, birbirlerine "holding"ler ile kenetlenmiş durumdadır, hisse senetleri hemen aynı kişilerin elindedir, aynı kişilerin yönetimi altında bulunurlar.[104]
      Şimdi çok önemli bir noktaya geliyoruz. Belli çevrelerin yayınları ile beslenen düpedüz yanlış, fakat çok yaygın bir inanca göre, kârların az sayıda işletmenin elinde toplanması önemli değildir, çünkü bu dev işletmelerin sahibi, doğrudan doğruya halktır, pekçok sayıda insandır... Oysa hisse senedi sahiplerinin çok sayıda olması, "şirketlerin halka açık olmaları", bir hisse senedi sahipleri demokrasisinin bulunması bir masaldan başka birşey değildir. Hisse senetlerinin ve kârların arslan payını ellerinde bulunduran birkaç büyük işletmenin kontrolü bir-iki kişinin elindedir ve bunlar dağıtılan kârların büyük bir kesimini kapatmaktadırlar.[105] Elimizde bunun böyle olduğunu gösteren sayısız -araştırma var. Federal Reserve Yönetim Kurulu'nun, Michigan Anket Araştırma Merkezinin ve Harvard İşletmecilik Araştırma Okulu'nun incelemeleri, bu durumun, kişisel gelir dağılımına da, olduğu gibi yansıdığını göstermektedir. Bu incelemelerin ortaya koyduğu bulguları değerlendiren Victor Perlo şöyle bir sonuca varıyor. "Ortaklıkların dağıtılmayan kârları ile kişisel tasarrufları da hesaba katacak olursak toplam, nüfusun yüzde 1'i, toplam kişisel ve kurumsal tasarrufların yüzde 50 ilâ 55'ine sahip olmaktadır."[106]
      Şimdi de, büyümenin bu ikinci "klasik" koşulu üstüne söylediklerimizi özetlemeğe çalışalım. Tekelci kapitalizm koşulları altında ekonomik artık, salt büyüklük olarak, yarışmacı kapitalizm koşulları altındaki ekonomik artığa kıyasla, çok daha büyük olmasına rağmen, mümkün [sayfa 158] olan en büyük ekonomik artıktan çok daha küçüktür; tabii bu sonuncu kavramı, eskiden olduğu gibi, tam çalıştırma düzeyi üretimin ekonomik artığı olarak tanımlarsak! (Bu düzeyin toplam üretiminden kitle tüketiminin belli bir fizyolojik yaşama düzeyini sağlayan büyüklüğü çıkarılınca mümkün olan en büyük ekonomik artığın bulunacağını hatırlayalım). Tekelci kapitalizm koşulları altında elde edilen ekonomik artık, o koşullar, o anda egemen olan koşullar altında elde edilebilecek en büyük değerdir bir anlamda; yani, bu koşulların sağlayabildiği toplam üretimi, kapitalizme gelir dağılımını gerçekleştiren pazar mekanizmasını ve bir de geleneksel canı tende tutma standartlarının az çok sürekli artışını dikkate alacak olursak, bunun niçin en büyük olduğunu (koşullar değişmedikçe daha büyük olamayacağını) görürüz.[107] İşte tam bu noktada, tekelci kapitalizm ile yarışmacı kapitalizm arasında, ekonomik artığın kişiler arasında paylaşılması konusundaki büyük farkı da görmekteyiz. Nasıl, feodalizmden kapitalizme geçiş süreci içinde ekonomik artık hem alabildiğine büyümüş, hem de toprak ağalarından kapitalistlere doğru kaymış ise yarışmacı kapitalizmden tekelci kapitalizme geçiş süreci içinde de ekonomik artığın salt değeri son derecede büyümekte ve bundan arsın payını alan birkaç dev işletme olmaktadır. Bir başka deyimle ekonomik artığın denetimi bu birkaç dev işletmenin eline geçmektedir.
     

IV


      Demek ki, büyük çaplı işletmelerin, tekellerin ve tekelci benzeri kuruluşların büyüyüp yaygınlaşmaları) ile, ekonomik artığın paylaşılması, yarışmacı işletmelerin çoğunlukta bulundukları eski günlerle kıyaslanmayacak biçimde bir eşitsizliğe erişiyor. Hisseler de, kârlar da bir dev işletmenin (ve onları denetimi altında bulunduran [sayfa 159] birkaç para babasının) elinde toplanıyor ve bu olgu, büyümenin diğer "klasik" koşullarını dikkate aldığımızda, çok büyük bir önem kazanmağa başlıyor. Bir kere, yalnız ekonomik artığın, salt değer olarak bir tepe noktasına erişmesi ile değil aynı zamanda bunun gittikçe daha büyük bir kesiminin yeniden yatırıma yöneltilmesi olgusu ile karşılaşıyoruz- yani ekonomik artığı paylaşanlar, eskisi gibi har vurup harman savurma alışkanlıkları içinde bulunmuyorlar, lüks tüketimleri, elde ettikleri ekonomik artık payına göre oldukça düşük bulunuyor. İkinci olarak da, kârlı yatırımlar için yeteri kadar boş alan bulma olanağı geliyor. Tekelci kapitalizm ile yarışmacı kapitalizm arasında bu noktada büyük bir fark bulunduğu ve birincinin ikinciyi, yatırım alanı bulma kolaylığı bakımından fersah fersah geride bıraktığı bir gerçek; bu gerçeği kavramış olmak için, kişinin, son yıllardaki ekonomik gelişmeler de dahil) konusunda şöyle böyle bir bilgiye sahip bulunması yeterlidir.
      Söz konusu iki gerekli koşuldan birincisi bakımından, olayların oldukça çelişkili bir gelişme gösterdikleri anlaşılmaktadır. Bugünün kapitalisti, atalarının o eski püriten yaşantısından hayli uzaklaşmıştır; aşırı tutumluluğun, cimriliğin kendi özüne önem vermeyen derviş örneği yaşantının yerinde yeller esmektedir artık ve bunlar ne kapitalistin ne de eşinin başlıca yaşam nitelikleri olarak değerlendirilebilir. Bununla birlikte, kapitalist denilen kişinin aşırı tutumluluğunun özünde, tekelci kapitalizm çağında da bir değişme olmamıştır; bu tutum, hiç değilse önemli ölçüde değişmiş değildir. Kârların akıl almaz derecede eşitsiz dağılması sonucu, ekonomik artığın kapitalistin tüketimine ayrılan kesimi son derecede küçük kalmaktadır. Tam çalışma düzeyi toplam, üretimi ve ekonomik artığı karşısında, söz konusu bu kesimin büsbütün küçük kalacağı görülecektir. Ekonomik artığın şirketlerin elinde kalan kesimi, yani yatırıma yöneltilebilecek kaynaklar, böylelikle genişlemiş oluyor, hatta bolluk [sayfa 160] dönemlerinde inanılmaz ölçülere ulaşıyor.[108]
      Madalyonun öteki yüzüne baktığımızda, konu büsbütün karmaşık bir hâle gelmektedir. Ekonomik artığın büyüklüğü ve yatırım boşluklarının bulunması değildir söz konusu olan; söz konusu olan, birikmiş sermaye için talebin var olup olmadığı ve kârlı yatırım, alanlarının bulunup bulunmadığıdır. Doğrusu, bu konuyu enine boyuna ele almak durumundayız!
      Uzun bir süre, ekonomi bilimi, büyük çapta işletmelerin, tekellerin ve tekel-benzeri kuruluşların gelişmesi konusu ile yatırım olanakları konusu ve tam çalıştırma koşulları altında elde edilen ekonomik artığı emecek, yatırılabilir fonlar talebinin, yeterli olup olmadığı konusu arasındaki bağıntıları araştırmadı. "Klasik" koşullar adını verdiğimiz durumun sürüp gideceği varsayıldığından, yani Say Kanunu'nun geçerli olduğu kabul edildiğinden, söz konusu ekonomik artığın kullanılması bakımından da bir tıkanıklık olmayacağı düşünülmüştür. Kapitaliste akan ekonomik artık payının -bu kapitalist ister tekelci olsun, ister olmasın önemi yok- yeniden iş alanına kaydırılacağına, ekonomik gelişimin uskuru durumunda olan yatırımlara dönüştürüleceğine "çantada keklik" gözüyle bakılıyordu. Şimdi, söz konusu artık ne kadar büyükse, verimlilik ve üretim artışları da o kadar hızlı olacak sanılmaktaydı. Bir başka anlatımla, ekonomik artığın gereğinden fazla bir büyüklükte olması sonucu, bugünkü tüketimin azalması söz konusuydu ama bu, yarınki tüketimin artması sonucunu verecekti, demek ki, bu artığın büyük-ile oynamak, ona daha küçük boyutlar vermeğe kalkmak, akıl kârı değildi. Onu küçültmeğe kalktınız mı, yatırım yapma durumunda bulunanların da iştahları kaçak ve yatırımlar düşmeye başlayacaktı (böylece ekonomik ilerleme de yavaşlamış olacaktı); üstelik yatırımlardaki azalma, tüketimin -yatırım kısıntısı dolayısiyle- artması boyutlarının da çok üstünde bulunacaktı ve tüketim harcamalarının başlangıçta sağladığı geçici [sayfa 161] ferahlık bir işe yaramayacaktı. Sonuç olarak, bazı yazarların, ekonomik artığın aşırı büyüklüğüne karşı öne sürdükleri kaygılar, "aşın" sermaye birikimini dizginleme konusunda ayak diremeleri ve gene bu yazarların "eksik ve yetersiz tüketimden" yakınmaları, başka bazı yazarların gözünde miyopluktan, bugüne fazla değer verip yarını düşünmemekten öte bir anlam taşımıyordu. Bu sonuncu tür yazarlara göre, söz konusu miyopların düşünceleri, ayrıcalıksız, hor görülen bazı insan kardeşlerine acımayla, şefkatle bakma tutumlarını yansıtıyordu belki; fakat, bu gibi düşüncelerin, sağlam, bir ekonomi bilgisinin ilkelerine yeteri kadar uygun olduğu ise hiç mi hiç söylenemezdi.
      Tekellerin yaygınlaşması ve tekel kârlarının alabildiğine artışı, ekonomi bilimini meslek edinmiş olanları hiç ilgilendirmiyordu da, o yüzden mi böyle düşünülüyordu? Hayır, tam tersine, ileri kapitalist ülkelerin ekonomistleri, ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde ve yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, tekellerin ve tekel-benzeri kuruluşların gittikçe artan önemlerine parmak basmışlar, konuyla adamakıllı ilgilenmişlerdi. Bununla birlikte, ders olarak okutulan ekonomi bilim, orta-sınıfların kökenlerini ve çevrelerini yansıtıyordu henüz; küçük, maymun iştahlı ve yarışmacı işadamlarının gittikçe artan ezikliklerini ve kaygılarını dile getiren ekonomi dersleri okutuluyordu o zamanlar; öğrencilere, büyük çaplı tekelci işletmelerin muhteşem bir biçimde yükselmesi karşısındaki çaresizlikten yakınan ve büyük işletmelerin gelişmesi olgusuna tarihsel bir açıdan yaklaşmaktan yoksun ekonomi dersleri öğretiliyordu. Tekele karşı açılan ateşin mermileri, tam ve eksiksiz yarışma kuramının silah fabrikasından alınıyordu -küçük burjuvazinin tam ve eksiksiz kuramından başka birşey değildi bu aslında- ve büyük çaplı işletmelerin kötü etkileri, her şeyden önce, serbest pazarların egemen olmasından kaynak alan "en uygun" düzenlemelerin bozulması korkusuna dayandırılıyordu. Küçük [sayfa 162] işadamlarının çıkarları ile, tüm olarak toplumun çıkarlarını özdeş kılan[109] ve tekellerin "en uygun" gelir dağılımı düzenini altüst ettiğini söyleyen bu eleştirme, aslında, kâr dağılımı bozukluğundan kaynak almaktadır, tekellerin kâr dağılımı üstündeki olumsuz etkilerinden şikâyetçidir. Bir yandan korku, bir yandan kıskançlık giriyor işin içine ve tekeli eleştirenlerin, onun tüketici "refahını" azalttığını, tekelci fiyatların yüksek, üretimin ise düşük olduğunu söyleyenlerin dillerinin altında, aslında, büyük çaptaki işletmelerin, kendileriyle yarışmada, çok üstün olmaları gerçeği vardı. Büyük iş çevrelerinin, toplumsal etki ve erkinliğe (iktidara) göz kamaştırıcı bir biçimde yükselmeleri karşısında, tekel düşmanları, demokrasiden ve özgürlüklerin elden gittiğinden dem vurarak ortaya çıkıyorlar; oysa bütün sıkıntıları, küçük kapitalistlerin, toplumda eskisi gibi durmadan yükselmemeleridir! Statükonun korunmasından başka bir kaygılan olmayan, bir elleri yağda bir elleri balda yaşamağa alışmış ve hiçbir zaman tarihsel değişiklik ve gelişim terimleriyle düşünmeye çalışmayan bu gibi kişilerin, büyük çaptaki işletmelere ve büyük iş çevrelerine düşmanlıklara, tam anlamıyla bir küçük burjuva tutumudur ve tekellerin yatırım, ve ekonomik büyüme süreçleri üstündeki etkilerini sağlam bir biçimde kavramak için girişilmiş bir çabanın ürünü değildir.[110]
      Hatta, Say Kanunu'nu yerle bir eden ve adına Keynes Devrimi denilen gelişmeden, yani gelir ve çalışma konularının ekonomik tartışmaların merkezine yerleştirilmesinden sonra bile, yatırım (dolayısiyle ekonomik kalkınma) ile büyük çaplı işletmelerin ve tekellerin büyüyen rolleri arasındaki ilişkiler konusu üstünde yeteri kadar durulmadığı, bu konunun ancak zaman zaman ve ancak üstten tutma bir yaklaşımla ele alınmakta olduğu görülüyor. Keynes'in açtığı yoldan yürüyenler, yatırımı (ya da onun büyük bir kesimini), ekonominin dışından belirlenen otonom bir veri olarak değerlendirip modellerine koyuyorlar ve yatırımın bileşimi ile ilgilenmeyen bir gelir [sayfa 163] ve çalışma kuramsal modeli içinde, tekellerin ve tekel -benzeri kuruluşların, yatırım üstündeki büyüklük ve uzun-dönem etkilerini es geçiyorlar. Dahası var. Ekonomi düşüncesinin bu yeni tutum ve yönelişi sonucu, eski, "bolluk ekonomisi" kaynaklı tekel eleştirmeleri bile arka plana atılıyor ve sonuç alarak, tekeller, yüceltilip baş köşeye konmasalar bile, toptan bir kabul görmeğe başlıyorlar.
      Doğrusu istenirse, "Yeni Ekonomi Bilimi", aşırı sermaye birikimine karşı tutumu dolayısiyle, bir bakıma, tekellere karşı da çıkmış olmaktadır, diyenler var. Ne var ki, böyle bir düşünce içine girmiş bulunanlar, söz konusu ekonomi biliminin, toplumda tüketimin artmasına ağırlık vermekle, yatırım süreci üstünde tekellerin rolü konusunu da gündeme almış olacağını sandıkları için yanılmaktalar. Bunlar sanıyorlar ki, ekonomik artık ister tekelcilerin ister yarışmacı kapitalistlerin eline geçiyor olsun, o dönemdeki tüketimi azaltmakta olduğu için ve böyle bir azalmanın, bolluk açısından istenilen ölçünün çok üstüne çıkmasından ötürü değil, fakat özel yatırım yoluyla yeteri kadar kullanma alanı bulamadığı için, son derecede büyük bir değer kazanmıştır! Böyle düşünenlerden biri olan Profesör Alvin H. Hansen'in sözleriyle, "Bizim kuşağın sorunu, her-şeyden önce, yeterli yatırım boşluklarının bulunamaması sorunudur."[111]
      Yatırım alanlarının yetersiz oluşu -Schumpeter'in söylemekten hoşlanacağı gibi-, ekonomi makinesinin işleyişinde saklı nedenlere değil, fakat bu makinanın dışında kalan bazı etmenlerin etkilerine atfedilmiştir. Bu yaklaşımın en iyi temsilcisi, adına, "kaybolan yatırım olanakları kuramı" denilen ve en ünlü ifadesini Profesör Hansen'in yazılarında bulan düşünce biçimidir. Bu kurama bağlı olan ekonomistler, tam çalışma koşullarında üretilen ekonomik artığın gerektirdiği yatırım hacminin, bir boş alan bulmasındaki güçlüğün; gittikçe arttığını doğru olarak ortaya koydukları halde söz konusu yatırım yetersizliğini [sayfa 164] gereği kadar doyurucu nedenlere bağlayamıyor, dolayısıyla sağlam bir açıklamaya kavuşturamıyorlar. Ne nüfus artışının yavaşlaması, ne sınır denilen nesnenin ortadan kalkması, ne de teknolojik ilerleme tempo ve niteliğinde görüldüğü söylenen değişiklikler, (ki bütün bunlar söz konusu düşüncede önemli rol oynayan etmenlerdir), böyle doyurucu bir açıklama getirebiliyorlar.
      İleri kapitalist ülkelerde yer alan nüfus artışı yavaşlamasının, doğrudan doğruya, yetersiz yatırım olgusundan etkilenmesi olasılığı ve çalışma ve gelir düzeylerinden etkilenmesi olasılığı bir yana, nüfus değişmelerinin, (tek başlarına), yatırım hacmi üstünde önemli bir etkide bulunmalarını düşünmemiz için bir neden yoktur Nüfus değişmeleri ile etkin talep arasındaki ilişkiler ise, Kalecki'nin de söylediği gibi, "... önemli olan nüfusun artışı değil satın alma gücünün artışı..." olduğu için, oldukça zayıf görünmektedir "Yoksul sayısındaki artış pazarı genişletmez. Örneğin nüfus artışının konut talebini arttırması zorunlu değildir eğer satın alma gücünde de bir artış yoksa, yeni konutlar yapılmayacak, varolan evler daha kalabalıklaşacak, yurttaşlar üstüste yığılmaya başlayacaklardır"[112]
      Bu söylediklerimiz, nüfus artışlarının toplam talep üstünde bir miktar etkili olabilecekleri gerçeğinin büsbütün yadsınması anlamına gelmez elbette. Gittikçe ortan bir nüfus, durgun bir nüfusun yarattığından değişik bir tüketim yapısı doğurabilir Artan nüfus, belki de, daha çok süt - daha az viski, daha çok çocuk bezi - daha az kravat, daha çok konut - daha az otomobil satın alacaktır ve tüketici sepetlerinin bileşiminde görülecek olan faklılıklar, giderek, yatırımların hacmi ve kârlılığı üstünde belli bir etki göstermiş olacaktır.[113] Ancak, artan nüfusun daha çok mu yoksa daha az mı tasarruf edeceği belirsiz bir problemdir ve doğrusu o kadar da büyük bir önem taşımamaktadır. Büyük bir ailenin geçimini sağlamak için yapılacak tüketim, harcamalarının da [sayfa 165] büyük olacağı ve böyle ailelerin tasarruflarının az olacağı öne sürülebilir; tam aksine, büyük aile sahiplerinin, daha büyük bir sorumluluk duygusu altında, günlük tüketimlerini kısma ve daha büyük ölçüde para biriktirme yoluna yönelmeleri olasılığı da vardır. En zengin ülkelerde bile, insanların büyük çoğunluğu tek kuruş bile biriktiremedikleri için, hangi varsayımı kabul edersek edelim, bunun sonuç üstünde fazla bir ağırlığı olmayacaktır.
      İşadamlarının yatırım, yapma kararlarında nüfuz istatistiklerinin önemli etkileri bulunduğu biçiminde özetlenebilecek bir görüş daha vardır ki bu daha anlamlı görünmektedir. Fakat eğer böyle olsaydı ve bütün kapitalistler yatırımlarını nüfusla birlikte arttırıp azaltsalardı, bekledikleri kârı gerçekten de elde edebilirlerdi: fakat nüfus artmasının azalmasının sonucu olarak değil, toplam yatırım hacminin ve buna bağlı olarak dalgalanan toplam gelir ve talebin, aşağı-yukarı deviniminin (yükselip alçalmasının) bir sonucu olarak. Aslında yalnız birkaç tür işletme, yatırım hesaplarını yaparken nüfus istatistiklerini dikkate almaktadır bugün; bunların başında da elektrik, su, havagazı, ve haberleşme sistemi gibi kamu hizmetleri götüren işletmeler gelmektedir. Bu durumda bile toplam nüfus artışından çok, nüfusun bölgesel yer değiştirmeleri, yani iç güçler belli yerlerde toplanan nüfusun artıp eksilmesi gibi öğeler dikkate alınır.
      Kamu yönetimini ellerinde bulunduranlar, yatırım kararlarını alırken, yoksullara yapılacak yardımı, okulları, hastahaneleri, parkları ve benzerlerini plânlarken, bunlardan yararlanacak olan insan sayısı ile ilgili olarak düşünmekten çok ellerindeki ödeneklere bakarlar. Bu ödenekler ise başlıca iki etmenin sonucu olarak artıp eksilen fonlardan oluşur; toplumsal yapı ve nüfus hacmi (ve bunlardaki değişmeler). Ancak şunu önemle kaydetmek gerekir ki, bu tür harcamaların ekonomi üstündeki itici etkileri, toplam harcamaya yaptıkları net katkı cinsinden [sayfa 166] düşünülmelidir; yani bu fonlar, ekonominin başka bir kesimindeki harcamaları engelliyorsa, toplam net etkileri sıfır olacak demektir. Fonlar, belediyeler tarafından toplanıp harcanacaksa, ya belediye vergilerinin arttırılması ya da belediye bütçesinin bir başka bölümündeki ödeneklerin kullanılmamış, tasarruf edilmiş olması gerekir.[114] Eğer bu sonuncu durum varsa, "nüfusa bağlı" bu gibi harcamaların etkisi de belli belirsiz olacaktır.
      Aslında nüfus değişikliklerinin yatırımlar üstündeki etkisi, daha çok, etkin talebin artmasından değil, işgücü arzının artmasından ileri gelmektedir. Bu konuda şöyle bir görüş öne sürülmektedir: Nüfusun artması ücretlerin düşmesi yönünde etki yapar, düşük ücretler de kâr oranlarını yükselteceğinden sermaye birikimi hızlanır, yani yatırım, yapmak kapitalistler için daha çekici hâle gelir. Ne var ki, böyle bir usavurmanın sonuçları, hiç de öyle açık-seçik ve ha deyince kabul edilebilecek cinsten şeyler değildir.[115] Bir kere şu var. Konuyla ilgili önemli, olay, nüfus toplamının zaman içindeki artışı değil, işgücü pazarına giren insan sayısının artışıdır.[116] Bu ise, toplam nüfus artışları kadar (hatta onlardan daha çok), iç göçlere, ekonominin kapitalist olmayan kesimlerinden (ilkel tarım, el zanaatları ve benzeri işlerin yapıldığı kesimler) boşalan insan yığınlarının, kapitalist işletmelerde çalışmaya hazır insangücü pazarına akıp akmamalarına bağlı bir şeydir.[117]
      Bir de şu var: Kapitalistlerin işgücü taleplerindeki esneklik, en azından "bir'e eşit" varsayılmazsa -ki böyle bir varsayımdan hareket etmek için hiç de akla yakın bir neden yoktur bizce- ücretlerin, iş taleplerinin yoğunlaşması sonucu olarak düşmeleri, ücret gelirlerini dolayısiyle toplam tüketim harcamalarını azaltacak bu durumu ortadan kaldıracak bir yatırım artışı da görülmeyecektir. Aslında, tüketici alımlarının azalması nedeniyle, yatırımlar ürkütülmüş olacak ve üstelik, ucuz [sayfa 167] üretime sokulması dürtüsünü zayıflatacağı için, büyük bir yatırım olanağı sayılması gereken bu tür makinaların üretimi de azalmış (artmamış) olacaktır. Demek oluyor ki, işgücü arzının artması ve emeğin ucuzlaması, yatırımın ve üretimin artmasına değil, açık ya da gizli işsizliğin artmasına yol açmaktadır.[118] Bunun sık görülen bir olgu olarak belirip belirmediğini anlamak için, öteden beri az gelişmiş sayılan ülkelerin durumuna bir göz atmak ve bunların nüfus artışlarını yeterli bulup bulmadıklarını araştırmak gerekli ve yeterlidir. Amerikan tarihinin ilk dönemlerinde, işgücünün oldukça sınırlı bulunuşu ve bunun sonucu olarak yatırım hacminin artması, teknolojinin hızla gelişmesi ve bunların etkisiyle Birleşik Devletlerde büyük bir verimlilik yükselmesi olgusunun görülmesi de kanıtlıyor ki, yatırımlar açısından nüfusun "azı karar çoğu zarar" dır.
      Doğrusu, eğer teknolojik ilerleme yoksa, yatırım ve ekonomik genişleme için, nüfus artışı; vazgeçilmez bir koşul olarak ortaya çıkacaktır. Tarımda ve sanayide teknolojik ilerleme yoksa, eskiden kullanılmayan yeni yeni doğal kaynaklar üretim sürecine katılmıyorsa ve tarım, dışı ekonomik basınç nedeniyle, insangücü, topraktan kopup kentlere akın etmiyorsa nüfus artışından başka çare yoktur. Bu koşullar altında da ortaya bir problem çıkmayacak demektir. Yatırımın olanaksızlığı bir yanda, yatırım yapmak için hiçbir dürtünün ve özendirmenin bulunmayışı öte yandadır ve bunlar birbirini dengeleyecektir. Söylemeye gerek yoktur ki, böyle bir düşünce gerçek dünyayı yansıtmaktan uzaktır. Böyle bir durum, feodal toplumda bile görülmeyecek bir durgunluk demektir. Hiç değilse biraz teknolojik ilerlemenin bulunduğu, hiç değilse bazı yeni doğal kaynakların üretim sürecine katıldığı ve hiç değilse bir ölçüde iç göçlerin görüldüğü bir toplumda, nüfus ister artsın, ister yerinde saysın, hatta isterse azalsın, yatırım yapılacak ve verimlilikte belli bir yükselme görülecektir. Yatırım projeleri, nasıl kendi [sayfa 168] finansmanlarını sağlamak için para bulunmasını zorluyorlarsa, gerçekleşmelerini sağlamak için de yeterli işgücünün bulunmasını zorlayacaklardır, yargısı pekâlâ verilebilir. Bu yargı yalnız, tarımın, el zanaatlarının, perakende ticaretin ve benzen işlerin devamlı bir insangücü rezervini barındırdığı eski ülkeler için geçerli değildir; kapitalist birikimin yeterli işgücü talebini yaratması sonucu, emek açığını yabancı işçilerle kapatan yeni ve az nüfuslu ülkeler için de geçerlidir bu yargımız.
      Şimdi, buraya kadar söylediklerimizden şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Demografik yapı, yatırım hacmini belirleyen bir etmen değildir, tam tersine, bir bağımlı değişkendir ve ekonomik gelişmenin çeşitli aşamalarına bağlı olarak farklı görünüşler kazanır; yani nüfus artışı ve yapısı, sermaye birikimi boyutlarına, teknolojik değişikliklerin niteliğine, toplumdaki iş değiştirmelerin hızına ve yoğunluğuna ve benzeri etmenlere bağlı olarak yeni durumlar kazanır.
      Sınırı geçme
adı verilen olgunun önemi konusunda da öyle pek belirgin bir şeyler söylemek mümkün olmuyor. Herşeyden önce şu var yalnız: Ekonomik genişlemenin ve kalkınmanın sınırları, coğrafyadaki anlamda sınırlarla çakışmıyor. Hemen her coğrafya sınırı içinde büyük ekonomik büyüme olanakları vardır. Örneğin, Belçika'da İspanya'dan daha önemli bir kalkınmanın görülmüş olduğunu kimse yadsıyamaz. İkinci olarak da şu söylenebilir: İleri kapitalist ülkelerin pek çoğunda geniş azgelişmiş bölgeler vardır; Amerikanın güney eyaletlerinde geniş yatırım olanakları bulunduğu gibi, Büyük Britanyanın yoksul bölgeleri için, Fransa topraklarının büyük bir kesimi için, İtalya'nın ve İskandinavya'nın geri kalmış bölgeleri için de böyle yatırım olanaklarının bulunduğu söylenebilinir. Fakat aslında, gelişmiş ülkelerin sınırları dışında kalan öyle yerler var ki, buralardaki yatırım olanakları, zurt içi yatırım olanaklarından daha çekici görünmektedir.
      Demek oluyor ki, yatırım için elverişli bir ortam varsa, [sayfa 169] yatırım da yapılmaktadır; yok eğer yatırımlar azalıyorsa, o zaman da, çok elverişli yatırım olanaklarının kullanılmadığı yargısına varmak gerekecektir.
      Teknolojik buluşlar ve yenilikler konusunda do durum bundan çok farklı değil. Son yıllar içinde gerçekleştirilen teknolojik buluşların yoğunlukları ve nitelikleri gereği, örneğin yüz yıl öncesine kıyasla daha küçük bir sermaye yatırımı ile üretim sürecine katılabilecekleri savını hayli su götüren, hayli tartışma kaldıran bir görüş olarak ele alınmak gerekir. Yeni ham madde kaynaklarının üretime açılmasının zamanla önemini yitirdiğini ve "bilimsel örgütlenmenin", pek de büyük bir yatırım gerektirmeyen montaj sürecini yeniden örgütlenmesinin, gittikçe büyüyen bir önem kazanmış olduğuna dikkati çeken Kalecki'ye ne demeli?[119] Sweezy de, ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, demiryolu yapımının gerçekten de önemli bir yatırım olanağı olarak değerlendirilmesi ile bu konuya ağırlık vermesi ile herhalde birşeyler söylemek istiyor[120] "Sermaye mallarının göresel olarak ucuzlamış olmaları, son yüzyıl içersinde bir sermaye malları bolluğuna yol açmıştır, belli bir fiziksel üretim düzeyi için sermaye gereklerinde bir azalma olmuştur, belki fiziksel üretim, kapitalist açısından büyük bir önem taşımaz ama, bu gene de böyledir" biçiminde özetlenebilecek görüşe de belli bir anlam vermek durumundayız.
      Diğer taraftan, bütün bu yukardaki görüşlerin konuyla ilgisiz bulundukları ve doğrusu arabayı atın önüne koydukları da öne sürülebilir ki bana oldukça güçlü görünen bir savdır bu. Eski Çağlarda olsun, Orta Çağda olsun öyle ilgi çekici teknik buluşlar yapılmıştır ve bunların üretime aktarılması için gerekli sosyo-ekonomik koşullar o kadar yetersizdir ki... Yakın zamanlarda geliştirilen teknik buluşlardan pekçoğu da böyle büyük sermaye giderlerini gerektirecek niteliktedir - ve üstelik bunların sermaye gideri gerekleri tarihte görülen herhangi bir buluşun gereklerinden hiç de az değildir. İnsan, kolaylıkla bir [sayfa 170] listesini yapabilir bu buluşların. Atom enerjisi alanında olsun, ulaştırmanın "otomasyonu" alanında olsun, toprak geliştirme, tüketim malları üretimi, tarımsal araç ve gereçleri, konut yapımı ve gıda sanayi alanlarında olsun, teknik olarak yapılabilir ve ekonomik olarak da geçmişteki herhangi bir girişim, kadar sağlam, öyle projeler var ve bunlar raflarda bekliyor ki! Teknik buluşların üretime aktarılması bakımından aradaki fark şu: Geçmişteki buluşlar yeterli yatırımları daha kolaylıkla kendilerine çekebiliyorlardı, şimdiki teknik buluşlar karşısında ise, kapitalist girişimler daha az iştahlı (ve daha seçici) davranıyorlar, hepsi bu. Bu nedenle de, teknolojik yeniliklerin yatırım olanakları bakımından sürekli bir itici etkileri olup olmadığı konusunun tıpkı ileri kapitalist ülkelerin içinde ve dışında yer alan geri kalmış yada az gelişmiş bölgelerin yatırımlar üstündeki etkileri gibi ele almak daha doğru olacaktır. J. Steindl'in sözleriyle, "yenilikler... Net yatırımın yalnız biçimini belirlemektedir... Teknolojik buluşlar, yatırım sürecini bir gölge gibi izlemektedir, bunların yatırımlar üstünde itici bir etkileri yoktur.[121]
      Doğrusu istenirse, bütün yukardaki sözleri, "ölüm ve kasvet saçan peygamberlere" karşı çıkanların, dillerinden düşürmedikleri bazı görüşleri değiştirmek amacıyla ortaya koyuyor değiliz; çünkü, söz konusu peygamberleri eleştirenler, bir sürü yararlı projeye el atılabileceğini ve bunların tamamlanıp üretime katılmaları ile insan mutluluğunun arttırılabileceğini öne sürmektedirler. Aslında böyle bir karşı koyma, böyle bir çıkış, yadsımak ortadan kaldırmak istediği yanlış görüşün bütün açlarını da paylaşmaktadır. Gerçi, ekonomi biliminin bilgilerini veren bir giriş niteliğindeki ders kitabı bile genel olarak, kapitalist ekonomide önemli olanın, insan ihtiyaçları değil, satın alma gücü olduğunu vurgulandır (yani etkin talep var mıdır yok mudur, sorun buradadır): fakat, tartışma "yüksek bir düzeyde" ele alındığı zaman, nedense, en aklı başında ve kılı kırk yaran [sayfa 171] ekonomistler bile, bu temel gerçeği unutma eğilimi içine giriyorlar. Ya yatırım olanaklarının yetersizliğinden sorumlu olarak teknolojik ilerleme eksikliğini ve bunun kötü yöne sevkedildiğini gösteriyorlar ya da henüz doyurulmamış bulunan bir sürü tüketici ihtiyacının bulunduğundan dem vurarak yatırım olanaklarının aslında sınırsız bulunduğunu söylüyorlar.[122] yani mantık hatası bakımından bir değişiklik yok! Her iki gurup tartışmacı da temel sorunu gözden kaçırmış oluyor böylece. İşin doğrusu şu: Tam çalıştırma koşulları altında elde edilecek ekonomik artığın büyüklüğüne göre özel yatırımlar yetersizdir ve yapılan ile yapılabilecek arasındaki fark gittikçe artıyor. Bir yandan da, teknik olarak mümkün ve toplumsal olarak acele bir sürü iş tasarı halindedir ve bunlar değil böyle bir ekonomik artığı çok daha fazlasını silip süpürecek büyüklükte işlerdir. Öyleyse çözümü aranacak problem, gelişmiş kapitalizmin yapısındaki bozukluğu kavramak ve yatırım sürecinde son seksen yıl boyunca görülen, söz konusu projelerin gerçekleşmelerini sağlayacak ekonomik artığın kullanılmasını büsbütün imkânsız olmasa bile güç hâle getiren değişiklikleri yorumlayıp anlamak noktasında toplanıyor.
      Böyle bir probleme çözüm ararken içsel etmenler adı verilen nedenleri ele almakla yetinmek de uygun değildir. Aslında, bu içsel-etmenler ve dışsal-etmenler ayırımı, nedenlerin sosyoekonomik bütünlükleri açısından bakıldığında, oldukça yanlış; keyfî bir sınıflandırmadır. Lenin'in belirttiği gibi. "... Kapitalist sistemin yapısında yer alan bu değişikliklerin ekonomik olup olmamaları (örneğin askerî olmaları), ikinci dereceden bir sorundur ve Kapitalizmin en son aşamasının temel görünüşünü zerre kadar etkilemez"[123] Burada, son derecede büyük önem taşıyan nokta ise, kapitalist sistemin işleyiş biçiminde yer alan değişmelerin, olayların akışı içinde şans eseri (kazarâ) ortaya çıkıp çıkmadıkları, kapitalist gelişimin doğal sonucu olup olmadıkları, gelişimin iç mantığının zorunlu kıldığı [sayfa 172] köklü dönüşümler olup olmadıkları sorununu kavramaktır. Bütün bu temel değişiklikleri gittikçe azalan yatırım olanakları kuramının çerçevesinde açıklamağa kalktınız ya da kapitalizmin bütün başarısızlıklarını şanssızlığa bağlayan bir tür felsefenin tuzağına düştünüz mü doğru dürüst hiçbir çözüme ulaşamaz, bocalar durursunuz. Böyle bir bocalama, sizi, kapitalist sistemin bütün çelişkilerini ve akla-aykırılıklarını, onun iç devinim kanunlarına değil, arada sırada görülen "sapmalara" -ki bunlar da ekonomik, siyasal ve benzeri olarak sınıflandırılıyor- bağlamaya götürür ve bu "geçici sapmalar olmasaydı kapitalizm büyük bir uyum içinde işleyecekti..." filân demeğe başlarsınız.
     

V


      Tam çalıştırma düzeninde elde edilecek ekonomik artığa karşılık gelen özel yatırımın yetersizliğini açıklamak istiyorsak; kapitalist ekonominin işleyiş ilkelerinin "dışında kalan" etmenlere sığınmamıza hiç de gerek yoktur; ayrıca, söz konusu yetersizliği kamu yönetiminin yaptığı yanlışlıklara ve kör kaderin cilvelerine bağlamamıza da olanak yoktur. Bu yetersizlik, düpedüz, kapitalizmin temel yapısında derinlere kök salmış bir süreçten kaynak almakta ve bu yapının gelişmesine bağlı olarak artıp eksilmektedir: Büyük çaplı işletmelerin, tekellerin, tekel-benzeri kuruluşların gelişimi ve kapitalist sistemdeki bütün üretim kesim ve dalları ütünde egemenlik kurup, bunu zamanla arttırmalarıdır yetersizliğin nedeni).[124]
      Bu gelişimin en belirgin sonuçlarından biri daha öncede de anılmıştı. Kârların bir avuç kapitalistin elinde birikip yoğunlaşması olgusuydu bu. Yukarda çizdiğimiz geniş çemberden sonra gene bu temel noktaya gelme durumundayız. "Klasik" modelimizde yaklaşık bir biçimde de olsa belirtilen yarışmacı dünyada, kârların böyle dengesiz [sayfa 173] dağılımına yer yoktu. Çeşitli büyüklüklerde bir sürü işletme vardı o zamanlar ve her biri kendi özel pazarlarının kârlarından bir tutam almakla yetiniyorlardı; toplam kâr, eşit olmayan fakat hepsi de küçük olan parçalar arasında bölüşülüyordu. Dahası da var. Tek tek firmaların elde ettikleri kârların salt tutarları arasındaki farklar küçüktü ve ayrıca çeşitli iş alanlarında yatırılan sermayenin kazanç oranları (rantabilitesi) de aşağı yukarı eşit durumdaydı. Kâr oranlarının bu eşitliği bir kanun olarak belirleniyor ve buna büyük önem veriliyordu Böyle yarışmacı bir ortamda, kaynakların dağılımından da, işkolları arasındaki dengenin sağlanmasından da "eşit kâr oranları kanunu" sorumlu tutulmaktaydı. Herkesin güvendiği, bel bağladığı bu mekanizma üstünde kısaca durmakta yarar var. Önce, kâr oranlarının bütün işkollarında eşitlenmiş bulunduğu bir denge durumu düşünelim. Şimdi bir firma, elindeki yeni bir teknoloji sayesinde üretim maliyetlerini düşürsün. Maliyetteki ufak bir azalma bile bu firmanın fiyatını bir miktar azaltmasına ve daha çok mal satmasına sebep olacaktır; daha çok Satış ise söz konusu firmanın kâr-sınırlarını birdenbire genişletecektir (firma sürümden kazanmağa başlayacaktır-ç.n.). Olağanüstü kâr sağlama, yalnız üretimin, daha da arttırılmasına yol açmakla kalmayacak, aynı zamanda ekonominin normal kâr oranlarıyla çalışan üretim, diğer kesimlerinden bu yeni alanına doğru sermaye akımı da başlayacaktır. Dolayısiyle, yenilikçi firmanın elde ettiği yüksek kâr geçicidir. Bu iş kolunda çalışan diğer firmalar ya, söz konusu yenilikçi rakipleriyle başedemedikleri için bu alanı büsbütün terkedecekler ya da ona uyacaklar ve kendileri de bu yeni üretim yöntemini benimseyeceklerdir. Mali kaynakları sağlam olmayanlar (ya da esnek olmayanlar), çaresiz, bu işkoluna terkedeceklerdir. Geri kalanlar ise yeni üretim yöntemini benimseyecekler, maliyetlerini ve fiyatlarını düşürecekler ve böylece eski pazar paylarını korumanın yolunu bulacaklardır. Bu yolla da, [sayfa 174] öncü girişimcilerin aşırı kâr sağlamalarının önüne geçilmiş olacak ve herkes için normal kâr oranı düzeni yeniden kurulacaktır.
      Burada belirtilmesi gerekli en önemli nokta da şu: Bu koşullar altında firmalar, söz konusu yeni, teknolojik yönden ileri üretim yöntemine karşı kayıtsız kalma olanağına sahip değiller. Maliyeti düşürmek, onlar için bir ölüm kalım sorunudur artık. Böylece, bir yandan yüksek kârların havucu, bir yandan da yarışma koşulları içinde iflâs etme korkusunun deyneği ile deh çüş ilerlemek zorunda kalan firmalar, yeni yatırıma girişmek ve bu teknolojik yeniliği kendi işletmelerine de getirmek zorundadırlar. İşte böyle bir yarışma düzeninde, "geride kalanı şeytan kapmakta", daha az başarılı olanlar, yaşama gücü daha az olanlar yoldan çekilmekte ve mekanizma tıkır tıkır işlemektedir. Gene bu yolla, yukarda özetlenen bağıntı sonucu ortaya çıkan, aşırı üretim kapasitesi de kaybolacaktır.[125] Bu işleyiş, söz konusu olaylar dizisinin tekrarı için alanı temizlemekte, yarış yeniden başlamakta, yeni teknolojik ilerlemeler bir kez daha aşırı kârlar sağladığında yeniden yatırımlar için çekici ortamlar yaratılmakta, fazla kapasitenin uzun süre varolması önlenmekte ve böylece öncülük eden yeni, maliyet düşücü üretim yöntemlerinin kullanılmasını güçleştiren engeller de zamanla ortadan kalkmaktadır.[126]
      Demek ki çarkın işleyişinin sonu yok. Belli bir işkolu birim üretiminde bir ucuzluk sağlayınca, söz konusu ürünü "girdi" olarak kullanan diğer işkolları için de "parasal bir dış ekonomi" sağlanmış olmaktadır.[127] Bu yolla da bir takım işkolları için yüksek kârların sağlanması kapısı açılıyor; kâh şu işkolu, kâh bu işkolu yüksek kâr sağlıyor derken, Schumpeter'in pek beğendiği bir terimle bir zaman dinmeyen güçlü bir rüzgâr esmekte" ve ekonomik büyümenin fırıldağı durmadan dinlenmeden dönmektedir "Bu yolla, üretim biçiminin ve üretim araçlarının nasıl köklü bir dönüşüme, hatta bir devrime uğradıklarını, [sayfa 175] işbölümünün nasıl yerini daha büyük bir iş bölümüne bıraktığını, üretimde giderek daha çok makina kullanıldığını ve işlerin büyüdükçe büyüdüğünü görmüş oluyoruz. İşte burjuva üretimini ikide bir yolundan saptıran ve sermayeyi işgücünün verimliliğini yoğunlaştırmaya (işgücü de onun verimliliğini yoğunlaştırdığı için) zorlayan kanun; işte, sermayeye uyku durak vermeyen ve kulağına durmadan, yürü! Haydi, yürü diye fısıldayan kanun!".[128]
      Ne var ki, bu "devri daîm"in sürüp gitmesi için yukarda açık ya da kapalı olarak belirtilen bir sürü koşulun yerine getirilmesi gereklidir. Herşeyden önce, ekonomideki firma sayısının (ve her işkolundaki firma sayısının) çok büyük olması gerekir ve belli bir firmanın toplam üretimdeki payının da küçük olması gerekir. Ayrıca, işkolunu meydana getiren firmaların ürettikleri malların birbiri yerine eksiksiz kullanılabilmeleri, birbirlerini hiç aratmamaları ve böylece ufak bir fiyat oynamasının, pazar talebinde, bir firmadan ötekine kaymasına yol açması şarttır. Ancak bu koşullar altında, belli bir firma, kendi üretimi ve fiyat politikası ile pazar fiyatını etkileyemez; gene ancak bu koşullar altında, belli firma, rakip firmaların davranışlarına aldırmaksızın, kendi yatırımları, üretiminin genişlemesi ve benzeri konularda kararlar alabilir. Çünkü bütün firmalar küçüktür ve hiçbirinin, belli bir firmanın yatırım yapması ya da üretimini arttırması konusunda, pazarın genel durumunu değiştirebilecek bir etkisi olamaz. Sonra, çok sayıda firma bulunduğu için, belli bir firma, bunların hepsinin davranışlarını tek tek inceleyip onlara göre kendisini ayarlayamaz. Öyleyse tek bir firma, kendi yatırım, politikasını kurarken, gene kendi "dört duvarı arasındaki durumdan" hareket edecektir. Maliyetleri düşürme konusundaki olanakları nelerdir, sermayesini arttırabilir mi, bugünkü kâr oranları nedir, ilerde ne gibi bir rantabiliteye ulaşacağını düşünür? Bütün bu soruların karşılığını kendi kendine düşünüp bulmak [sayfa 176] durumunda dır. Kendi işkolunda ve diğer dallarda çalışan bütün firmaların toplam yatırımlarının gelecekte pazarda kendisini etkileyebilecek durumda ne gibi yatırım kararları alacağına dair bir tahminde bulunmak belli bir firmanın hem yapamayacağı, hem de yapması gerekli olmayan bir iştir.
      Kapitalist pazarların bu anarşisi içinde, Marx'ın kuvvetle parmak bastığı bu kargaşalıkta, yüksek kârların bir ortaya çıkıp bir kaybolmaları olgusu, kapitalizmin yarışmacı dönemi yatırımlarının da yüksek bir düzeye erişmelerini sağlamaktadır.[129] Sonuç şudur. Ekonomik artık çar-çur edilmektedir, sermaye malları zamanından önce hurdaya atılmaktadır; yatırım kararları olsun sermayenin ziyan edilmesi olsun, teknolojik gelişmelerin başıboşluğuna yüksek kârların kâh orada kâh burada görünmesine (şansa bağlı olmasına) yol açan bir mekanizmanın etkisinde kalmaktadır. Ne var ki, kapitalist ekonominin bu yarışmacı düzeni, tam çalıştırmaya oldukça yakın koşullar altında elde edilen ekonomik artığı emebilmekte, toplum açısından bir sürü kayba yol açsa da, kalkınma hızını, potansiyel hızın bir hayli altına düşürse de, sonuç olarak yeteri kadar yatırım yapılmasını sağlamaktadır. Tabiî ki, toplam üretim, elde edilebilecek üretimin bir hayli altındadır ve çalıştırılabilecek bir sürü insan da işsiz doluşmaktadır. Bu söylediklerimizle, tam çalıştırma koşulları altında elde edilen ekonomik artığın yeteri kadar yatırım boşluğu bulabilmesi olanağı arasında bir çelişki yoktur. Yarışmacı kapitalizm koşulları altında görülen eksik çalışma ile günümüzde Keynesci işsizlik olarak adlandırılan eksik çalışma arasında gerçekten de büyük fark vardır. Çünkü birinci tür eksik çalıştırma, ekonomik artığa kıyasla yatırımların yetersizliğinden (hem toplam hem de bileşim olarak yetersizlik söz konusudur) değil, çalışmak isteyen, iş arayan insan sayısına göre ayarlanmamış olmasından ileri gelmektedir. Bir işçiyi donatmak için gerekli olan sermaye miktarının minimum düzeyi teknolojik [sayfa 177] bir veri olduğundan -ki bu da yarışma sonucu ortaya çıkmış bir olgudur- ve yarışma süreci içinde sermaye ziyanı büyük olduğundan, kendilerine göre bir iş bulamayanların sayısı da, haliyle, sermayenin akla uygun bir yolda kullanılmasıyla çalıştırılabilecek insan sayısından düşük olacaktır.

VI


      Yarışmacı bir sistem içinde yatırım sürecinin (salt) yanlışlıkları ve (göresel) üstünlükleri ne olursa olsun, kapitalist gelişmenin bugünkü tekelci aşamasında bunlardan geriye hiç bir şey kalmadığını kavramak için insanın bir parça kafa yorması yeter de artar bile. Eski kapitalizm ile bugünkü kapitalizm arasındaki en göze batıcı, en köklü, fark, belli bir işkoluna (sanayiye) üretici olarak girme özgürlüğü noktasında toplanıyor. Gerçekten de, herbiri belli bir sanayi kolunun azçok birbirine benzeyen ürünlerinden, ancak çok küçük bir kısmını üretip pazarlayan binlerce irili ufaklı firmadan oluşan bir ekonomide, yeni bir işletmenin üretim alanına katılması öyle önemli bir problem değildir. Gerekli miktarı bir araya getiren, sermayesi olan her kapitalist girişimci bir kişi olarak ortaya atılabilir ve bir iş kurabilir. Pazarın yapısı son derece basit olduğundan, o sanayi kolunda üretilmesi gereken mal, başkalarının ürettiği mala tıpatıp benzemeyeceğinden, böyle yeni bir iş kurmanın gerekleri çok sayıda değildi ve bu konuda karşılaşılacak engeller de oldukça sınırlı sayıdaydı.
      Eski çamlar bardak olmuştur ve bugünün tekelci ve tekelimsi sanayi yapısı son derecede farklıdır. Artık belli bir işkolunu oluşturan firmaların sayısı küçülmüş, firmaların boyutları genişlemiş, pazar karmaşık bir düzen hâline gelmiş, satılan mallar ise -bir çok durumda fiziksel özellikleri bakımından o kadar farklı almasalar [sayfa 178] bile- ayırıcı markalar ve yoğun reklâm harcamaları ile farklı nesnelermiş gibi gösterilmeğe başlanmıştır. Bu koşullar altında, yeni bir iş kurmak ve belli bir sanayi dalına katılmak büsbütün yeni bir nitelik kazanmıştır. Patent gibi devletin verdiği ayrıcalıklar gibi öğeleri bir yana bıraksak bile, bugünün dev işletmelerinin kurulup üretim alanına girmeleri için gerekli giderler akıl almaz oranlara yükselmiştir.[130]
      Modern, bilimsel açıdan yeterli bir işletmenin kurulması için zorunlu teknoloji standartlarına ulaşmanın çok büyük giderlere yol açması değildir yalnız bunun nedeni reklâm ve tanıtma, satış arttırma ve benzeri gibi ilk kuruluş giderlerine de katlanmak gerekmektedir ve bunlar da avuç dolusu parayla yapılabilecek işlerdir; Bütün bu masruf kapıları, yeni firmanın, daha başlangıçta iş alanına atılabilmek için büyük giderleri göze almasını zorunlu kılmaktadır. Dahası var: Firmanın başlangıçta ele geçirdiği "özel bir üstünlük" (şerefiye gibi) geniş ölçüde geçici bir nitelik taşıdığı için, yeni ürünün (malın) getireceği risk payı da büyük olacaktır. Böylece, yeni bir iş kurup pazara atılmak, küçük çaplı işadamları ve hatta kendilerinde yeteri kadar para bulunmadığı gibi, bunu sermaye pazarından toplama güçleri ve olanakları da bulunmayan işadamları topluluğu (şirketler) için öyle kolay kolay üstesinden gelinebilecek bir iş değildir.[131] Schumpeter'in resmini çizdiği, gözünü budaktan esirgemeyen, atılgan girişimci tipinin yerinde yeller esmektedir; uzak geçmişte yaşayan bir masal kahramanıdır bu tip artık -ya da kapitalizmin mitoloji sayfalarında unutulmuştur-; olsa olsa, dondurmacı dükkânı açmak ya da "derin soğutma kooperatifleri" kurmak gibi işler kalmıştır bu tip adamların yapabileceği; yeni bir çeşit küçük ekmek kapıları açıktır önlerinde, hepsi o kadar![132]
      Yeni firmaların, tekelci ya da tekelimsi iş alanlarına katılmalarındaki güçlük, hatta imkânsızlık, daha önce bu [sayfa 179] alana girmeyi ve bu alanda tutunmayı becermiş tekellere ve benzerlerine, "kutsal ayrıcalıklar" adını verebileceğimiz üstünlükler kazandırmıştır. Bu kutsal sığınaklar içinde oldukça büyük bir sessizlik ve güven içinde çalışan firmaların davranışları ile yarışma koşullarının keskin rüzgârları altında çalışan firmaların davranışları arasında dağlar kadar fark bulunacağı açıktır. Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, yatırım süreci ile kapitalizmin yapısında görülen bu, köklü dönüşüm arasındaki bağıntı, ekonomi yazınında, (literatüründe) gerektirdiğinden çok daha az ilgi görmüş bir konudur; bununla birlikte, belli birkaç önermenin de şimdiden sağlam bir biçimde yerleştiklerini söylememiz mümkündür. Bu önermelerin en önemlisi büyük bir açıklıkla anlatılabilir: Belli bir durumda, üretimin genişletilmesi, tekelcinin kârını maksimum kılma politikasına aykırı düşebilir. Ürettiği malın karşılaştığı talebin esnekliğine bağlı olarak (ve talep eğrisinden elde edilen marjinal gelir eğrisine bağlı olarak), üretimin arttırılması, tekelci firmanın toplam kârlarında bir artış meydana getirmeyebilir ve bu hatta toplam kârları, üretimin genişletilmesinden önceki durumun bile altına düşebilir. Paul M. Sweezy'nin deyişiyle-. "... tekelcinin yatırım politikası, elde etmeyi düşündüğü toplam kâra değil, söz konusu yatırımda elde edeceği ek kâra bağlı olarak biçimlenecektir. Tekelcinin dikkate alacağı gösterge, marjinal kâr oranı adı verilen ve yapılacak yeni yatırımın sağlayacağı kârdan bir miktar indirim yapılmasıyla bulunan bir değerdir. Bir miktar indirim yapılmasının nedeni de şu: Yapılan yeni yatırım üretimi arttıracak ve satış fiyatının düşürülmesine yol açacaktır, dolayısiyle eski yatırımların sağladığı kâr oranında bir miktar düşme görülecektir, işte bu kaybı yeni yatırımın sağlayacağı kârdan indirmek gerekiyor."[133]
      Doğrusu, her kapitalist gibi tekelci de üretim, maliyetini düşürmek için sürekli bir çaba içindedir. Eğer maliyetlerin düşürülmesi, üretime yeni makine ve donatımın [sayfa 180] sokulmasını gerektiriyorsa, bu durum yeni yatırım için önemli bir olanak ortaya çıkarıyor demektir. Ancak, maliyetleri düşürme çabası, çok su kaldıran bir ayrandır ve yeni yeni sorunlar ortaya çıkarabilir (hatta çok defa çıkarır da). Herşeyden önce, eldeki makina ve donatımın gününü doldurması (amortize edilmesini) beklemek, bugünkü değerleri olduğu gibi korumağa çalışmak ve yatırım ile bir tarihe ertelemek gibi bir sorun vardır.[134] Bu söylediğimizle, bu konudaki ünlü bir kural arasında çelişki bulunduğunu hemen belirtelim. Bu ünlü kurala göre, eğer yeni bir makinanın üretim sürecine sokulması ile birim üretimin ortalama toplam gideri, eski makinanın bir birim üretim için yol açtığı ortalama değişken giderden düşükse, hiç düşünmemeli, derhal eski makinayı atıp yerine yenisini koymalıdır. Söz konusu çelişki görünüşte bir uyumsuzluktur: Kural, ilk bakışta sanıldığından daha az açık- seçiktir. Herşeyden önce şu noktayı belirtmeliyiz: Bu kuralın mantığı içinde yeni makinanın eskisinin yerini alabilmesi için, yeni makinadan elde edilecek ek gelirin, yalnız bu yerini alma işlemi dolayısiyle uğranılan zararı değil, yalnız bu zararın yol açacağı faiz kaybını karşılamayı da değil, bu zararı kısa dönemde karşılamayı garanti etmesi gerekecektir. Bununla söylemek istediğimiz şudur: Ancak büyük teknolojik yeniliklerin böyle bir barajı aşma şansları vardır, ufak tefek yeniliklerin üretime katılabilmeleri için, eski makinaların tamamen aşınıp, yıpranıp hurdaya atılmayı beklemeleri gerekecektir. Bir de şu nokta vardır. Söz konusu ettiğimiz kuralın uygulanabilmesi için, yatırımcının ya da işletmecinin, yeni makinanın ömrü konusunda çok kesin bir değerlendirme yapabilme yeteneğinde olmaları gerekir. Çünkü, bu yeni makinanın sağlayacağı üretimin, ortalama toplam birim, giderinin büyüklüğü, onun ömrü ile orantılıdır.[135] Söylemeğe bile gerek yoktur ki, burada söz konusu olan, makinanın fiziksel dayanıklılığı değil ekonomik ömrüdür; çünkü bir gün gelip de daha iyi, daha [sayfa 181] etkin bir teknolojik araç ortaya çıkınca, bizim yeni makina da eskiyiverecektir. Dolayısiyle, hızlı teknolojik değişme dönemlerinde durum büsbütün içinden çıkılmaz bir hâle gelmiş olacaktır. A Makinası kaldırılmalı, yerine B makinası konulmalıdır, çünkü bu değişiklik büyük kâr sağlayacaktır. İyi ama, ya C makinası ne olacak; bugün yarın, o da üretime sokulmaya hazır hâle gelecektir ve B makinasından da çok üstün olduğu bilinmektedir; bu durumdu, A makinasını ha deyince hurdaya atmak uygun olacak mıdır, B makinasının hatırı için bunu yapmağa değer mi, bu sonuncu da yakında hurdaya çıkarılmayacak mıdır?[136] Teknolojik ilerlemenin, yatırımları uyandırdığı doğrudur belki ama, tekelci koşullar altında, yeni bir donatımın üretim sürecine katılması için, teknolojik ortamın yatışmasının beklendiği de doğrudur, bu konuda kapitalistlerde güçlü bir eğilimin bulunduğu da doğrudur ya da eldeki donatım iyice eskiyip demirbaş defterinden silininceye, hurdacıya satılıncaya kadar teknolojik ilerlemeyi durdurmak gerekecektir!
      Bu eğilimin yalnız tekelciye özgü olduğu da söylenemez, yarışmacı bir girişim için de aynı ölçüde geçerli olduğu düşünülebilir. Aralarındaki fark şudur; yarışmacı, girişimci, uğrayacağı zarar ne olursa olsun, yeni bir makina çıkmışsa, bunu satın almak ve üretim sürecine sokmak zorundadır ya da alanı diğer yarışçılara bırakıp köşesine çekilmek durumundadır, buna karşılık tekelci kapitalistin böyle bir derdi yoktur, onun için böyle bir baskı karşısında kalmak söz konusu olamaz. Profesör Hansen'in ortaya koyduğu gibi; "Zorlu bir fiyat savaşında, maliyetleri düşüren yeni tekniklerin üretime sokulması zorunlu olur, artık eski makinanın hurdaya atılmasından doğacak zarara bakılmaz. Fakat eğer eski makinanın demirbaş defterinde gözüken değeri bile yeni makinanın sağlayacağı ek kârlardan karşılanamıyorsa, tekelci aşınma -yıpranma - eskime ilkesine göre, yeni makina satın alınmayacaktır. Böylece gelişme yavaşlamakta, yeni sermaye [sayfa 182] oluşumu için, eskiden, kıran kırana rekabet günlerinde var olan olanaklar azalmış bulunmaktadır."[137] Bundan çıkan anlam da şudur. Tekel koşulları altında, teknolojik ilerleme için katlanılan giderlerde olsun, sermaye kaybı dolayısiyle katlanılan giderlerde olsun bir azalma görülecektir; her iki kalem de ekonomik artığın kullanılması bakımından önemlidir; demek ki ekonomik artığın kullanılma oranında bir azalma görülmektedir.[138]
      Konuyla yakından ilgili olan bir başka nokta daha var. Teknolojik ilerlemelerin ve maliyet düşürücü yeniliklerin tamamı değilse bile büyük bir çoğunluğu, üretim işlemlerinin çapını büyütmeğe yaramaktadır. Adına, "iç ekonomiler sağlama" ya da "verimin üretim araçlarından daha hızlı artması" denilen olaylar, aslında, büyük-çapta işletmelerin ortaya çıkması ve yığınsal üretimin gelişmesi olayları ile paralel yürümektedir. Verimin üretim araçları kullanımından daha hızlı artması olgusu, ekonomi sahnesine iki ayrı rol oynamak üzere çıkmaktadır. Öncelikle, işçilerin kan ter içinde çalıştıkları ufak tefek atelyeleri ortadan kaldırmakta, üretim güçlerinin gelişmesi için güçlü bir itme etkisi yaratmakta ve böylece, ileri teknolojiyi kullanan, büyük çaplı tekelleri (ve tekelimsi kuruluşları) üretim alanına sokarak yarışma düzenini baskı altına almaktadır. Fakat bu gelişim, daha ileri bir aşamada, teknolojik ilerlemelerin ayakbağı olacak ve üretimin istenilmeyen bir düzeyde artmasına yol açabilecek teknolojileri uygulama alanı dışında bırakacaktır.[139] İkinci olarak da, toplam üretimi iki misline çıkarma yoluyla birim maliyetleri yarısına indiren bir araç olarak işleyecek, fakat, pazarın bir mal bolluğu seli altında kalmasından sonra elde ettiği kârlar, artmak şöyle dursun, aksine azalacak olan tekelci kapitalistlerin (ya da tekelimsi kapitalistlerin) hiç de işlerine gelmeyen bir araç olduğu için ortaya önemli bir çelişki çıkacaktır." "Böylece... Tekelimsi kuruluşlar üretim artışına karşı ve üretim aracı tasarrufu sağlayan yeniliklerden yana bir [sayfa 183] tutum içine girerler"[140]
      Şimdi şöyle bir soru akla gelecektir: Pazarın bir kesimini, gerçi büyükçe bir kesimini, elinde bulunduran tekelimsi bir işletme, üretimi genişleterek birim maliyetleri azaltacak teknik olanakları kullanmak varken ve bu yolla rakip işletmeleri bir bir çökerterek pazarın tümü üstünde egemen olmak varken (hiç değilse pazarın daha büyük bir kesimine el atmak varken) niçin bu yola gitmiyor? Bu soruya verilecek karşılığa çeşitli öğeler girecektir. Bunların başında can alıcı bir nokta yer alır: Tekelimsi işletmelerin oluşturduğu bir pazarda, kapitalistler için fiyat savaşına girmek zamanla hiç hoşlanılmayan bir davranış olmuştur.[141] Eğer tekelimsi bir kapitalist, pazar payını arttırmak için fiyatta küçücük bir artış yapmağa kalktığı zaman, onunla yarışma durumunda bulunan diğer tekelimsi kapitalistler de hemen aynı ölçüde bir fiyat indirimine giderlerse, hemen hepsi yeteri kadar büyük ve yeteri kadar güçlü olduklarında, bu durumun sonucu olan kâr kaybını sineye çekebileceklerdir.[142] Diğer taraftan, dev tekelimsi firmalar arasında yapılacak bir fiyat savaşı hızlandıkça, büyük çapta sermayenin bu yönde kullanılmasını gerektirecek ve giderek bu durum çok büyük risklere yol açacağından, ölüm kalım savaşına girmektense, herkes gene eski yerini almaya razı olacaktır. Azçok açık anlaşmalara, uzlaşmalara gidilmekte ya da bir "fiyat önderliği" kurulmakta, sonuç olarak da gırtlak gırtlağa çatışma ortadan kalkmış, olmaktadır; savaşçıların, birbirinin gözünü oymaktan vazgeçip, barış içinde birarada yaşayıp yaşatmağa boyun eğdikleri bir düzen kurulmaktadır. Mâlî gurupların (bankaları, sigorta şirketlerini v.b. kuruluşları elinde bulunduran holdinglerin-ç.n.), belli bir iş kolunda çalışan birden çok işletme ile ilgili bulunmaları ve böyle saldırgan bir tekelimsi fiyat savaşının sonunda ortaya mutlaka büyük zararlar çıkacağını önceden görmeleri, bunun ise, içinden çıkılması son derece güç, belirsiz bir ortam [sayfa 184] yaratmak demek olacağını bilmeleri söz konusu pazarda fiyat barışının kurulması eğilimini güçlendirecektir.[143]
      Fiyat savaşından uzak durmak ve yaşamak-yaşatmak ilkesine bağlı kalmak, tekelimsi sanayi, yapısı üstünde önemli bir etki gösterir. Yüksek maliyetlerle çalışan firmalar ha deyince pazardan kovulmazlar, daha verimli ve daha kârlı işletmelerin yanısıra onlar da kör topal idare etmeyi başarırlar. Böylece de, büyük çapta üretime girişmenin ya da dalgalanan pazar talebini karşılama çabasının bir sonucu olarak ortaya çıkmış bulunan "fazla kapasite", söz konusu sanayi dalından hemen sökülüp atılmayacak demektir. Atılmayınca da, düşük maliyetle çalışan firmalar için, olağan üretim programlarını gerçekleştirmede bir potansiyel varlık olarak, bir hazır kuvvet olarak bekletilecekler; yüksek maliyetlerle çalışan kuruluşlar için bile, tekelimsi sanayinin şemsiyesi altına sığınıp kötü günleri, fırtınalı havalan atlatmasını bilen böyle daha az başarılı firmalar için bile bir yarar sağlayacaklardır. Sonuç olarak, fazla kapasite, yeni yatırımları engellemiş olur; özellikle, firma sayısının sınırlı bulunduğu ve yapılacak bir yeni yatırımın herkes tarafından kolayca öğrenilebildiği tekelimsi yapıdaki bir sanayi ortamında.
      Tekelci olsun, tekelimsi işletmesi olsun, yatırım kararlarını almakta gittikçe daha dikkatli ve ince eleyip sık dokuyan bir tutum içinde bulunacaklar, elde ettikleri kârları gene kendi işletmelerine yatırmakta, her hal ve kârda, fazla bir yarar ve çıkar görmeyeceklerdir. Böyle tekelimsi bir ortama yeni bir iş kurarak atılmak isteyen bir girişimci ise, karşısında bir sürü engel bulacağı gibi, kendisinin bu pazara katılmasıyla fiyatları düşüremeyeceğini de önceden kestirecektir. Başka bir deyişle, yarinin tekelimsi girişimcisi de, tıpkı bugünkü kapitalist gibi bu pazarda ne kazanıldığına değil, yeni yatırım, üstünden ne kazanılabileceğine bakacaktır. Aslında başka bir tekelimsi pazarın üyesi bulunan yeni yatırımcı için, yukarda [sayfa 185] böyle bir tekelimsi pazar içinde çıkar çatışmalarının sınırı için söylenenler, mutatis mutonis (gerekli değişmeler olduğu zaman bura da da geçerlidir. Tekelimsi bir pazardan bir başkasına geçmek isteyen kapitalist, yalnız yeni geçeceği pazarın bazı üyelerinin misillemeye kalkması riski ile karşılaşmayacak, aynı zamanda, hep birden fazla ata oynama yolunu seçen büyük finansman çıkarlarının da öfkesini kabartacaktır.
      Böyle istilâ eylemlerinin korkusu ve güçlüğü büyük çaplı işletmelerin politikalarını çizmelerinde önemli bir rol oynar. Bu korku, kapitalistin kâr hırsını bir nebze sınırlama etkisi gösterebilir ve onu, pazarda oluşmuş talep esnekliğinin elverdiğinden daha düşük bir gelirle yetinmeye zorlayabilir. Fakat daha, çok görülen şudur: Bu korku, tekelcinin ya da tekelimsi kuruluşun pazardaki durumunu daha da güçlendirmesine, reklâm ve tanıtma amaçlarıyla avuç dolusu para harcamasına (dolayısiyle kendi malının başkalarınkinden çok farklı bulunduğu inancını yerleştirmesine), düşey birleşmelere girişmesine finans kurumlar ile bağıntılarını çoğaltmasına ve sağlamlaştırmasına yol açacaktır. Bütün bu savunma sistemleri ne kadar iyi kurulmuşsa, pazara yeni girecek birinin de, eskiden beri burada olan kapitalistten elindeki kâr payını çekip almasından o kadar az korkulacaktır.
      Tekelci ya da tekelimsi bir işkoluna girmenin zorluğu, tekelci ve tekelimsi kuruluşun yatırım politikasını da geniş ölçüde etkilemektedir. Elde ettiği kârları kendi işletmesinin yatırımlarında verimli bir biçimde değerlendirme olanağından yoksun bulunuşu, böyle kuruluşları, ellerindeki yatırılabilir fonları daha yarışmacı bir niteliğe sahip işkollarında değerlendirme eğilimine itmektedir; kendi korları içinde "boğulma" tehlikesi geçirmeleri, onları, yoğunlaşmasının çok katı olduğu işkollarından, göresel olarak daha gevşek işkollarına yatırım yapmaya yöneltecektir. Böyle işkollarında, güçlü dirençlerle karşılaşmaktan, misilleme tehlikesinden korkmaya gerek olmadığı [sayfa 186] gibi, finansman kuruluşlarının (örneğin bankaların) işe burunlarını sokmaları ve sınırlayıcı bir rol oynamaları gibi bir durumdan çekinmeye de gerek yoktur. Böyle bir işkoluna adımını atan tekelci ya da tekelimsi işletme, bu işkolunun kendi beğenisine göre yeniden biçimlendirmek isteyecektir. Üretim, birkaç büyük firmanın elinde toplanmaya başlayacak, modern teknik araç ve gereçler kullanılmaya başlanacak, fiyat, kâr ve yatırım politikaları, tekelci ya da tekelimsi pazarlardakine paralel bir biçimde yürütülme yoluna girecektir. Sonuç olarak da, tekelcilik, ekonominin bir dalından yeni bir dalına sıçramış olacak, bir zamanlar küçük küçük işletmelerin iş yaptığı bir alanda büyük işletmeler egemen olacaklar ve giderek birkaç dev işletmeden kurulu imparatorlukların getirdiği sistem, bütün ekonomiye damgasını vurmaya başlayacaktır.
      Söylemeğe gerek yoktur ki, teknik bazı nedenlerle, büyük işletmeler tarafından yürütülmesine olanak bulunmayan ve tekelcilerle tekelimsi kuruluşların yatırım yapacakları bir sürü işkolu vardır. Tarım işkolu bunların başında gelir; ancak bu alanda bile, doğrudan üretici olarak ya da işletme ambalajlama ve dağıtma üniteleri olarak büyük işletmeler gittikçe çoğalıyor. Şimdilik bir yoğunlaşma olayının görülmediği pek çok alandan biri de bazı hizmetlerin görüldüğü alandır. Fakat görünüşe de pek aldanmamalı: İlk bakışta bağımsız sanılan pek çok iş adamı ve zanaatkar, aslında, büyük firmaların dolgun ücret alan acentalarından, perakendecilerinden başka birşey değildir; örneğin Amerikadaki ayakkabı tamircilerinin büyük kısmı United Shoe ayakkabı makinaları fabrikaları hesabına, otomobil satıcılarının çoğu da General Motors Şirketi hesabına çalışmaktadır.[144]
      Yoğunlaşma süreci gemi azıya alıp ilerledikçe, işkolları birbiri ardından "tekelimsi bir hâl aldıkça", ekonominin yarışmacı kesimi de devede kulak mertebesine iniyor. O kadar ki, bu kesim, artık tekelcilerin ve tekelbenzeri [sayfa 187] benzeri kuruluşların birikmiş büyük yatırım fonlarını eritmeleri için yeterli genişlikte bir alan olmaktan çıkıyor.[145]
      Gene de söz konusu kâr birikiminin boşalabileceği yatırım boşlukları, hem de tarihte önemli rol oynamış yatırım boşlukları vardır elbette. Bu boşluklar, tıpkı on-dokuzuncu yüzyıl başlarında Afrika'da görülmüş olan ve henüz hiç bir büyük firmanın çıkıp "benimdir!" diyemediği, sahipsiz toprak niteliğinde boşluklardır. Yukarda da belirtildiği gibi, ekonomik artığın kullanılma biçimi, teknik olanaklar tarafından büsbütün tıkanmış da değildir. Bir dereceye kadar da olsa, bu olanaklar her zaman vardır, hatta günümüzde, her zamankinden daha da geniş olarak vardır. Yeni sanayi kollarına yatırım yapmanın önündeki başlıca engel ise yatırım sürecinin yapısıdır. Yeni bir sanayi kolu kurmak, bugün için, ancak ve ancak büyük çapta işletmelerin harcıdır; bu işi ancak onlar başarabilirler yani. Böyle işletmeler ise, ya kendileri tekelci ve tekelimsi kuruluşlardır ya da bu gibi kuruluşlarla sıkı ilişkiler içinde bulunan büyük finansman kurumlarıdır. Bu nedenle de yeni bir işkolu (sanayi kolu) kurulurken, bunlar, herşeyden önce şimdiki varlıkları açısından, kurulmuş işletmeleri açısından ele alırlar sorunu; yeni kurulacak olanın eskiden kurulmuş olanın ayağını kaydırmaması; onunla yarışma içinde bulunmaması yatırım için bir ön-koşul olacaktır. Açıkçası, tekelimsi bir sanayi kolunda çalışan bir firmanın yeni bir iş yaratması için, eski işiyle yarışma hâlinde bulunmayan bir konu seçebilmesi gerekir; ortaya çıkarılacak ürünün, bir üçüncü işletmenin ürünü ile yarışma hâlinde olması istenecektir. Ancak, yukarda da belirtilen nedenlerle, dev iş ve finansman dünyasında; bu tür işlemlere ve eylemlere kuşku ile bakılmakta ve yalnız çok nâdir hâllerde böyle yatırımlara girişilmektedir. [sayfa 188]
     

VII


      Şimdi bütün bu tartışmanın sonu nereye varıyor? Söylediklerimizi şöyle bir çerçeve içinde toparlamamız mümkün. Kapitalist gelişmenin tekelci aşamasında, kâr oranlarının eşitlenmesi mekanizması, ancak, ekonomik sistemin son derecede küçülmüş yarışmacı kesiminde işlemektedir. Bu kesimde de kâr oranları düşük, kârlardan ayrılabilecek yatırım fonları cılızdır. Ekonominin tekelci ya da tekelimsi kesimlerinde ise; kâr oranları yüksek, yatırımların sağladığı kârlılık dereceleri farklı ve yeniden yatırıma aktarılabilecek kâr payları geniştir. Bu durum, toplam yatırımların azalmasına yol açıyor çünkü büyük kârlar ede edenlerin, bunları kendi işletmelerinde değerlendirme iştahları yok, başka bir alanda değerlendirmelerine de olanakları yok. Ekonomideki yarışmacı kesimin gittikçe daha büyük bir bölümü tekelimsi bir nitelik kazandığı için ve eldeki işletmeleri ile yarışma hâlinde olmayacak yeni iş alanları bulmak da güç olduğu için yatırım yapmak işi gün geçtikçe daha da zorlaşmaktadır. Bütün bunların doğal sonucu olarak da, işsizlik ve durgunluk çıkmaktadır ortaya. Tam çalıştırma düzeyine karşılık gelen ekonomik artık, bir türlü yatırıma dönüştürülememektedir. İşsizliğin ve durgunluğun yanısıra, ekonominin bir fazla üretim eğilimi, bir satılamayan mallar üretimi eğilimi içine girmesi de bundandır. Yüz yıl kadar önce Marx'ın kesin bir biçimde ortaya koyduğu durumla karşı karşıyayız: "Genel aşırı-üretim, işçilerin ve kapitalistlerin tüketeceği mallardan göresel olarak çok az üretilmesinden değil, tam tersine, her iki gurup maldan da, çok fazla üretilmektedir - tüketim için üretilmeyen mallar da çok fazladır, tüketim ve birikim arasındaki doğru ilişkiyi korumak için çak fazladır; birikim için çok fazladır.[146]
      Buraya kadar incelediğimiz konuların tümü değilse bile pek çoğu, şu ya da bu vesile ile, başka ekonomistlerin yazılarında da ele alınmışsa da, onların konuya bambaşka [sayfa 189] bir yorum ile yaklaştıkları söylenebilir. Örneğin onlar, kapitalist ekonomide teknik ilerlemenin ancak ve ancak tekeler yardımıyla yapılabileceği görüşünü öne sürmüşlerdir. Ne yerine oturmuş bir kapitalist, ne de yeni bir yatırıma girişen bir kimse, ilgilendiği iş alanına girmeyi yasaklayan ya da güçleştiren bir engel konulmadıkça, parasını bir teknolojik yeniliğe yatıracaktır Kaldı ki, modern teknolojinin yeniliklerine para yatırabilecek güçte olanlar, zaten büyük yatırım giderlerini göze alabilecek kadar büyük işletmelerdir. Üstelik, teknolojinin ilerlemesi için kaçınılmaz olan araştırma eylemlerini finanse etmek ve ancak böyle büyük işletmelerin harcıdır. Ne var ki, buraya kadar söylediklerimizin ışığında, böyle bir usavurmanın yanlış olduğu, çünkü tüm üretim sürecinin tarihsel diyalektiğini gözden kaçırdığı öne sürülebilir. Aslında, kapitalizmin beli bir aşamasında (bundan elli ilâ seksen yıl kadar önce) büyük çaptaki işletmelerin, tekelerin ve tekel-benzeri kuruluşların, ilerici birer varlık olarak ortaya çıktıklarından ve verimlilik ile bilimin ilerlemesine olumu katkılarda bulunduklarından kimsenin en ufak bir kuşkusu yoktur. Bugün ise, durum tamamen tersine dönmüş ve söz konusu varlıklar, ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal olarak birer gerici olarak ortaya çıkmışlardır ve bilim ile teknolojinin ilerlemesini köstekleyen, hiç değilse yolundan saptıran bir rol oynamağa başlamışlardır. Yarışma düzeninin modern teknolojik ilerleme ile bağdaşmadığını öne sürmek, hiç bir zaman, tekelciliğin, üretim güçlerinin gelişmesi için akla uygun bir ortam olduğunu düşünmek için yeterli neden değildir. Lenin'in belirttiği gibi, "... Tekellerin, artık, ilerlemenin ayak bağı olmaya başladıklarını söylemek, özgür yarışmanın lehinde bir tutum takınmayı gerektirmez; üstelik olanak dışıdır bu, çünkü tekeller düpedüz özgür yarışma koşullarının bağrından yükselmişlerdir.[147] [sayfa 190]
     

 

DÖRT
TEKELCİ KAPİTALİZMDE
DURGUNLUK ve DEVİNİM, (II)


     

I


      Şimdiye kadar, tekelci kapitalizm koşulları altında, yatırım yetersizliğini durağan (statik) çalarak ele alıp inceledik. Her hâl ve kârda, kapitalist işletmenin elde ettiği kazançların bir kısmının ayrılarak yeniden aynı işletmenin yatırımları için harcanması olanağının zayıf bulunduğu gerçeğine parmak basmıştık. Bunun sonunda, "eksik çalıştırma dengesi" denilen bir durum çıkıyor ortaya; kapitalistler açısından kârlı bir durumdur bu, fakat, doyurucu ve sağlam nitelikli, bozulmaz bir denge nitelikli olduğu asla öne sürülemez. Aslında, kârlı olmasına kârlı olan bu durum, biricik düşüncesi daha çok sermaye biriktirmek olan kapitalistin de canını sıkmaktadır! çünkü, onun varlık nedeni (raison d'être'i), oturup hisse senedi ya do tahvil kuponları keserek belli kârlar toplamakla yetinmek değil, kârlarını durmadan arttırmaktır.[
148] Daha kötüsü, "belli bir durumun" devamı diye bir şey olmamasıdır kapitalist sınıf için; söz konusu denge, ne kadar uzun sürerse sürsün, pratik bir seçenek getirmekten uzaktır çünkü: Üretimin durgunlaşması, işsizliğin de gittikçe artmasına yol açmaktadır. Çünkü, bir yandan eskiyip [sayfa 204] yıpranmış donatımın yerine yeni ve daha etkili makinalar konulurken, net yatırım yapılsın yapılmasın, işgücü verimliliği artacak, çalışan işçilerden bir kısmına daha yol vermek gerekecek, diğer yandan da, nüfus artışı dolayisiyle iş arayanların sayısı yıldan yıla büyüyecektir. Yeni yatırım yalnız aşınma-yıpranma kadar yapılsa, yani "net yatırım" sıfır mertebesinde bulunsa bile, işgücü verimliliği artmaktadır; örneğin, Birleşik Devletler'de, yalnız eski makinaların yerine yenilerini koyma yoluyla işgücü verimliliğinin yılda yüzde 1,5 dolaylarında bir artış göstereceği hesaplanmıştır. Eğer, işgücü arzının yılda yüzde 1 dolaylarında bir artış göstereceği varsayılacak olursa, bunun anlamı, işsizlik oranının yılda yüzde 2,5 kadar artacağıdır. Söylemeğe gerek yoktur ki, işsizliğin bir kar topu gibi büyümesi, kapitalist düzenin toplumsal ve siyasal dengesini ciddî olarak tehdit eden ve "belli bir durumu" son derecede tehlikeli bir durum hâline sokan bir etmendir.
      Tekelci kapitalizm koşulları altında, söz konusu "belli bir durum"u ortadan kaldıracak etmenlerin kendiliklerinden (otomatik olarak) gelişmelerine yol açacak güçlü bir eğilim de yoktur; böyle güçlü bir eğilim bulunsaydı, ekonomik artığın yatırımlara ayrılan kesimi de gitgide büyür, mesele kalmazdı. Daha önce, böyle otomatik etmenlerin bulunduğu iki manevra alanı üstünde durmuştuk. Tekellerin ya da tekelimsi kuruluşların, yarışmacı işkollarına yatırım yapmaları[149] ve bir de, yerleşmiş tekelci ve tekelimsi çıkarları zedelemeyecek yeni işkollarının kurulması için yatırım yapılması. Fakat, sistemin bir çeşit "iç supapları" olarak adlandırılabilecek bu olanaklar da gün geçtikçe azalmakta ve "belirli bir durumdan" kurtulmak için, tekelci kapitalizmin yarattığı temel pazar ilişkilerinin dışına çıkarak, dışardan getirilecek "fazla kuvvet" yoluyla bir çözüm bulmak zorunlu olmaktadır. Dolup dolup taşan bir ekonomik artığın, yeni yatırım alanlarına aktarılmasında, kendiliğinden güçlerden yararlanma [sayfa 205] ile zorlamalardan yararlanma arasına kesin bir sınır çizemiyoruz. İlerde nasıl olsa açıklığa kavuşturacağımız bir takım nedenlerle, böyle bir sınırın varlığından haberdar olmak, şu anda, bizim için büyük önem taşımaktadır.
      Tekelci işletmenin dışından bir "yedek kuvvet" getirmenin, en basit ve ilk akla gelen yolu, toplam üretim içinde toplam tüketim payını arttırmak ve böylece pazarı genişletmektir. Bu ise, toplam, üretimin ekonomik artığı oluşturan kesiminde bir azalmaya yol açacak, buna karşılık, toplam talebi genişleteceği için de yatırım olanakları yaratmış olacaktır. Tek tek firmaların kârlarını maksimum kılmak için çırpındıkları, sermaye ile emeğin ulusal gelirden aldıkları payın da bu çırpınma sonucu belirlendiği bir ekonomik sistemde, böylesine bir yatırım olanağı yaratma mekanizması hiç işlemiyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi, ulusal gelirden işgücünün aldığı pay oldukça belirlidir ve bu payda önemli değişiklikler yapmak için güçlü etmelerin var olduğunu düşündürecek yeterli nedenler bulunmamaktadır. Tek tek firmaların kitle tüketimini arttırmak için, işçilerine ve alıcılarına Noel Baba'lık etmeleri ve bol keseden armağan dağıtmaları elbette beklenemez.
      Doğrusu istenirse, kitle tüketiminin artmasına da gerek yoktur, kapitalistlerin tüketim giderleri artsın yeter. Aslında olan da budur; bu durum da üzerinde ayrıca dikkatle durulması gereken bir niteliktedir. Modern kapitalistlerin yaşama ve harcama standartlarında, kendi atalarına, oranla, önemli artışlar bulunduğunu söylemek yanlış değilse de, bu artışın, ekonomik artıkta görülen artışa göre değerlendirilmesi gerekir: Ekonomik artıktan hiç de daha hızlı gelişmemiştir kapitalistlerin tüketim harcamaları, hatta birincinin hızı ikinciden daha yüksek olmuştur. Bunun böyle olmasını zorunlu kılan nedenler de vardır. Bunların birincisi şudur. Kârların ve temettülerin; sayıları son derecede sınırlı bir gurup hisse senedi sahibinin elinde toplanmış olması, bu kaynaktan beslenecek [sayfa 206] tüketim giderlerinin etkin bir biçimde gemlenmesi sonucunu doğurmaktadır. Günümüzde, Harun kadar zengin olanların arasında su gibi para harcayanları bile, parasının büyük bir kısmını kişisel amaçlarla tüketmiyor. Bir de şu var: Kitle tüketimi ile ilgili olarak karşılaştığımız paradoks, kapitalistlerin tüketim harcamalarına gelince daha keskin bir hâl almaktadır. Kapitalist ekonominin tıkır tıkır işleyebilmesi için, toplam tüketimin artması son derecede yararlı ise de, bu, tek tek, her kapitalistin hayatında yön verici bir ilke değildir ve olamaz. Püritanizm ile kapitalist gelişme arasındaki uyum, bir zamanlar çok işe yaramış, din kaynakları bu töresel tutum kendisini kapitalist gelişimin gereklerine uydurmasını bilmiştir; fakat, tekelci kapitalizmin ve sel gibi taşıp akan bir ekonomik artığın gereklerine püritanizm de ayak uyduramıyor. Gene bu yeni koşullar altında, birey olarak kapitalistlerin çıkarları ile, kapitalist sınıfın ve bir bütün olarak kapitalist sistemin çıkarları birbirine uygunluk göstermiyor. Kapitalist için, tutumlu olmak, hâlâ başarının ve ilerlemenin vazgeçilmez aracıdır; kendi gurubundaki insanlar için geleneksel olan yaşam biçiminin sınırlarını çok aşan bir har vurup harman savurma tutumu, kapitalistin yalnız sermayesini kemirmekle kalmayacak, onun güvene-lâyık bir kişi, toplum içinde ayakta kalabilecek bir kişi olarak yaratmak istediği görüntüyü de yerle bir edecektir.[150]
      Bir kişi olarak kapitalist için en akla uygun olan ile bir bütün olarak kapitalist toplum için gerekli olan arasındaki bu çelişki, kişinin tek başına yapacağı bir eylemle çözümlenebilecek gibi değildir. Ancak ve ancak, sosyoekonomik yapıda önemli bir değişiklik olursa ve temel töre ve değer yargılarında büyük çapta bir başkalaşım sağlanırsa, o zaman, kişilerin de tutum ve davranışlarında köklü bir dönüşüm görülebilir. Tekelci kapitalizm koşulları altında, kişinin verimsiz harcamalarının önemli oranlarda artması için toplumda böyle köklü bir dönüşüm [sayfa 207] zorunludur. Demek ki bu ise, tek tek bireyler olarak kapitalistlerin gelirlerini elden çıkarma alışkanlıklarını değiştirmelerine, "tüketim eğilimlerinde" küçük ya da büyük bir artış sağlamalarına bağlı değildir; zaten bu eğilimin, uzun bir zaman süresi içinde, hemen hiç değişmediği konusunda elimizde "güvenilir bilgiler vardır. Çünkü bu eğilimin kökenleri, tâ kapitalist işletmelerin yapısına kadar uzanmakta ekonomik artığın paylaşılmasına ve kullanılma biçimine kadar inmektedir. Tekelci ya da tekelimsi bir firmanın harcama modeli, küçük bir yarışmacı firmanın harcama modeline zerre kadar benzemiyor. Şirketi yönetenlere bol keseden primler ve maaşlar verme, avukatlara yüksek ücretler ödeme, halkla ilişkiler uzmanlarına, reklâm ve tanıtma uzmanlarına, pazarlama ve iş izleme elemanlarına, sayıları çığ gibi büyüyen memurlara ve temsilcilere avuç dolusu para saçma gibi uygulamalar, rekabetçi kapitalizm çağında görülmüyordu ve bugün de, ileri kapitalist ekonominin arka avlularında, kör topal iş yapmağa çalışan küçük emekçilere de böyle bol keseden paralar ödenmemektedir. Yarışmacı bir işadamı, bugünkü dev şirketlerin vâkıf adını taşıyan ve açık amacı tekelci kapital lehine bir "kamu oyu" oluşturma noktasında toplanan çeşitli kuruluşlara yaptıkları büyük harcamaları rüyasında bile göremezdi. Bütün bunlar, tekelci kapitalizm yaşantısının ayrılmaz birer parçası olmuştur ve büyük işletmelerin kaptığı toplam, ekonomik artık payından önemli bir parçası buralara harcanmaktadır.[151] Doğrudan ya da dolaylı olarak toplumun yarattığı ekonomik artıktan geçinen verimsiz işsizler ordusunun gittikçe kalabalıklaşması ve sonuç olarak aldıkları haksız payın, tekelci kapitalizm koşulları altında ne kadar büyük bir pay olduğunu kimsenin doğru dürüst anladığı yoktur. "1929 yılında, Amerika'da mal üretiminde çalışan her 100 kişiye karşılık, 74 kişi başka işlerdeydi. 1939 yılında ise, mal üretiminde çalışan her 100 kişi 87 kişiyi sırtında taşımaktaydı. 1949 yılına gelince, [sayfa 208] mal üretiminde çalışan 100 kişi tam 106 kişiyi beslemek durumunda kaldı."[152]
      Ne var ki, şirketlerin verimsiz harcamaları ne kadar büyürse büyüsün, derde deva olmuyor, sel gibi taşıp akan ekonomik artığın sığabileceği büyüklükte yataklar hazırlamıyor ve toplam talebi genişleterek ek yatırımların yapılması için özendirici bir ortam yaratamıyor. Çünkü, büyük işletmelerin, verimsiz işçilerine ödediği paralar, böyle büyük çapta işlerin yürütülmesi için "zorunlu harcamalar" sayılıyor, pazara sürülen ürünün fiyatına eklenerek alıcıya yansıtılan genel giderlerin bir kesimi olarak (hiç değilse uzun dönemde) işlem görüyor.[153] Bu böyle olunca, da, söz konusu verimsiz işçilere ödenen paralar, büyük işletmenin kârlarından değil, ürünlerin alıcısı olan vatandaşın kesesinden ödenmiş oluyor .
      Şirketlerin bol keseden para harcayarak üstüne titrediği bu gözdeler, bu verimsiz kişiler, "yeni orta sınıfları" oluşturmaktadır bu gibi kişilerin de, ellerine geçen paraların büyük kısmını tüketim için değil tasarruf için kullanmaları da, göz önünde bulundurulması gereken önemli bir gerçektir. İleri kapitalist ülkelerde, kişisel tasarruf adıyla anılan kategorinin büyük bir parçasını bu gibi kişilerin tasarrufları meydana getiriyor. Demek ki, verimsiz işçilerin yaygınlaşmalarının, sermaye birikimi ve toplam talep üstündeki net etkisi, hiç de öyle bu gurubun yüksek gelirli oluşunun akla getireceği parlaklıkta değildir. Zaten, bu yüksek gelirlilerin tüketimlerinde bir artış bile görülse, bunun önemlice bir kesimi, toplumun başka gelir guruplarının tüketimlerini kısmaları sonucunu doğurmaktadır; tüketim bir bölük insan için artarken bir başka bölük insan için azalıyor ki bunun net etkisi sıfırdır. Gene bu yüksek gelirlilerin tüketim artışının bir başka kesimi, toplumun başka insanlarının tasarrufunu azaltmaktadır ki ekonomik artığın gerçekten emilmesi sonucunu doğuran bir etki yaratan da budur. Diğer [sayfa 209] taraftan, bu şekilde emilen (kullanılan) ekonomik artığın bir bölümü, söz konusu verimsiz işçilere ödenen paraların bir kısmı da tüketicilere yansıtılamadığı ve kârlardan ayrılan fonlarla ödenebildiği için; bir kez daha, verimsiz işçilerin kişisel tasarrufu şeklinde ekonomik artığın içinde görülüyor (yani yeniden kaynağına dönmüş oluyor).
      Uzun sözün kısası, tekelci kapitalizmin otomatik mekanizması, toplam üretimin verimsiz olarak kullanılan kesimini hiç kuşkusuz arttırırken, bu artışın, tam çalıştırma koşulları altında elde edilebilecek bir ekonomik artığın emilmesine ve yatırımlara yönelmesine yol açacak kadar büyük olmasını sağlayamıyor. Bu ölü noktadan, girdabın bu merkezinden kurtulabilmesi için tekelci kapitalizmin, "sistem dışı güçlere" bel bağlaması zorunluğu buradan çıkıyor işte; tekelci kapitalizm, ancak böyle güçlere başvurarak, elde edilen ekonomik artığın kârlı bir biçimde kullanılması için gerekli özendirici ortamı yaratabilir.
     
       

II


      Bütün bunları yapsa yapsa devlet yapar. Kapitalizmin bütün tarihi boyunca, devletin önemli bir rol oynamadığı savı doğru değildir. Dolaylı ya da dolaysız Almanya'da ve Birleşik Amerika'da olduğu gibi demiryolu yapımına avuç dolusu yardımda bulunarak, Britanya'da ve Hollanda'da görüldüğü gibi, yerli kapitalistlerin dışarıya yatırım yapmalarını kolaylaştırıp özendirerek, Fransa'da ve Rusya'da görüldüğü gibi yüksek gümrük duvarları kurup yerli kapitalistleri koruyarak, devlet, herzaman ve her yerde, kapitalist çağın ekonomik gelişiminin yolunu ve hızını belirlemekte önemli bir rol oynamıştır. Yalnız, eskiden devletin ekonomik eylemleri bölük pörçüktü, özel konulara yöneliyordu ya da bir bütün olarak kapitalist sınıfın genel sayılabilecek ihtiyaçlarını giderme amacını güdüyordu. Marx'ın ve Engels'in sözleriyle, "Bir bütün [sayfa 210] olarak, burjuvazinin ayak işlerini yapmağa yönelen bir komite!" niteliğini taşıyordu devlet; fakat bir görevi vardı ki onu canla başla, hiç şaşırmadan yerine getirmekteydi: kapitalist düzenin korunması ve sürüp gitmesi için elinden geleni yapmak! Tam anlamıyla ekonomik olan, ekonominin dar alanına kapanmış işlere devletin karışması konusu ise biraz daha karmaşıktı.
      Doğrusu ya, yönetimin adına hareket ettiği, bir "komitesi" olarak çalışmayı yükümlendiği "bütün burjuvazi" de çok sayıda iş adamından oluşuyordu, çeşitli çıkarların, farklı gurupların at oynattığı bir koskoca alandı burjuvazi denilen şey. Bundan daha önemlisi de vardı. Bütün bu işadamları oldukça küçük, güçleri ve boyutları birbirine yakın, çalıştıkları sanayi dalındaki ya da bölgelerindeki güçleri ve etkileri birbirine yaklaşık kişilerdi. Bu koşullar altında devlet, kapitalist düzeni koruma ve güçlendirme yükümlülüğünü rahatça yerine getirebilir, sömürülen sınıfların bu düzene karşı girişecekleri saldırıları rahatça geri püskürtebilirdi. Burjuvazinin kendi içindeki hizipleşmelere pabuç bırakmak, bunlardan birini tutup diğerlerini boşvermek, aralarındaki yarışmada yalnız birini desteklemek ve onun ihtiyaçlarına öncelik vermek gibi bir zorunluk altında değildi devlet. Burjuvazinin her öğesinin eşit ya da en azından benzer bir ağırlık taşıması, sosyal ve siyasal terazide kefelerin bir tarafa ağması sonucunu doğurmuyor, burjuva sınıfı içinde bir güçler dengesi yarattığı gibi, devletin tüm olarak burjuva sınıfı adına hareket eden bir aygıt olmasını da mümkün kılıyordu. Bu temel sosyo-ekonomik yapının siyasal ifadesi, klasik burjuva demokrasisi olarak ortaya çıkıyor, kapitalist sınıf içinde devletin tarafsızlığı ve yarışmada kimseyi diğerinden daha fazla desteklememesi ekonominin otomatik bir işleyişe sahip olduğu şeklinde bir ideolojik formül getiriyor ve devletin, pazarın kendi kendisine, başına buyruk ve özgürce işleyişine hiç mi hiç karışmadığına inanılıyordu. Thomas Jefferson'un ustaca özetlediği gibi, [sayfa 211] "Herkesin hakkı eşittir, kimsenin ayrıcalığı yoktur!" sanılıyordu. Hiç kuşku yoktur ki, yarışmaya katılanların çekim güçleri arasında eşite yakın bir denklik bulununca, yarışmacılardan hiç biri devlet üstünde diğerlerinden daha etkili sayılma olanağına sahip olamayınca, hem pazarın otomatik bir işleyişe sahip olduğuna ve yönetimin tarafsızlığına inanılması kolaylaşacak, kapitalist sınıf, tümüyle bu inancı paylaşıverecek ve hem de bu inanç, oybirliği ile, en büyük toplumsal değerler katına yükseltilecekti.[154]
      Büyük çaplı işletmelerin devreye girmesiyle, söz konusu yapının da un ufak olduğu, dağılıp parçalandığı gün gibi açık Bellum omnium contra omnes'e (Herkesin Herkese karşı savaşı'na) katılanlar, yalnız ekonomik ve toplumsal güç bakımından gittikçe daha eşitsiz hâle gelmekle kalmadılar, fakat aynı zamanda, büyük iş çevreleri, kapitalist sınıfın geri kalan üyelerinin kendi egemenliğine karşı direnme gücünü ve yeteneğini de gittikçe daha büyük ölçüde sınırlamayı başardı. Ekonomik sistemin çeşitli kesimlerini birbiri ardısıra kendi egemenliği altına alan büyük iş çevresi, eskiden bağımsız çalışan işadamlarını, zanaatkârları ve çiftçileri, dev şirketlerin buyruğunda çalışan görevlilere ve komisyonculara dönüştürüyor. Çok kere, gene kendi başlarına buyruk olarak çalıştıklarına da inandırmayı biliyor onları; bunu yapıyor ama, söz konusu kişilerin yaşamaları olsun, toplumdaki yerleri olsun, bağlı bulundukları şirket yöneticilerinin iki dudağı arasındadır.[155] Bir zamanlar kapitalist sınıfın tam üyesi olan -kimseye boyun eğmeyen, kimsenin ikincisi olmayan, kimseden aşağı kalmayan bir üyesi- yarışmacı işadamı, bir de bakıyorsunuz, ekonomik, toplumsal ve siyasal önderliğine kimsenin meydan okuyamayacağı dev işadamının bir uydusu olup çıkmış! İşin asıl güzel yanı, zamanla, küçük işadamının böyle bir meydan okumaya kalkacak irade gücünün de silinip ortadan kalkması. Tekelci kapitalist bir kral ise, küçük işadamı da bir derebeyidir en fazla; kapitalist sınıfın tekelci seçkinine bir kahraman olarak gıptayla bakmaktan [sayfa 212] başka ne gelir artık elinden; her türlü övgüye, her türlü saygıya değer bir kahraman, bir üstün-kişi yaratılmıştır ve el üstünde tutulacaktır. Nasıl bir zamanlar Alman köylüleri, ünlü Lanudbund'un sıralarında, soylu efendileriyle bir olup çıkarları kendi çıkarlarına tam anlamıyla karşı olan Junker'lere kafa tutmağa çalıştırılırsa, şimdi de, bu tekelci kapitalizm çağında, yarışmacı işadamları ekonomik kralcıların eteklerine tutunmağa çalışıyorlar.
      Tekelci kapitalistin ekonomik ve toplumsal erki (iktidarı) ele geçirmiş olması, aşırı bireycilik gibi, pazarın otomatik işleyişi gibi ve devletin tarafsızlığı gibi içi boş ilkelerin açıktan yadsınmasını da gerektirmiyor. Tam tersine, bu ilkeler, arkasında her türlü dalaverenin çevrildiği, büyük servetlerin kazanıldığı, büyük vurgunların vurulduğu ve devleti kıskıvrak pençe içine almanın mümkün olduğu bir duman perdesi kurmuş oluyorlar; bu durumda da, tekelci iş çevrelerinin başbuğları, en uygun olanın "yaşama hakkı" demek olan ideolojilerini geliştirip büsbütün yerleştirmek için ellerinden geleni ardlarına koymadan çalışıyorlar. Max Horkheimer'in ustaca gözlemlediği gibi, tarih boyunca, "bireyin değerini göklere çıkaranlar, her zaman kendi bireysel çıkarlarını, başkalarının haklarını eze eze, göklere çıkarmak isteyenler"[156] olmuştur. Gerçekten de, toplum piramidinin tepesine ulaşmış bulunan büyük işadamları çevresi, kendi çıkarları açısından, "bireylere sonsuz, kayıtsız özgürlük" formülünden daha uygun bir ideolojik ilke bulamaz; öyle ya, kendisinin tepeye ulaşması bu özgürlük sayesinde almamış mıydı! "Bireysel çabalara toplumun burnunu sokması olayı en küçük ölçüde tutulmalıdır" inancı söz konusu ilkeye eklenince, bu ilke, yalnız eşitsizliği, ayrıcalıklı olmayı ve sömürüyü kınamakla kalmıyor, üstelik bir de, eşitsizliğin, ayrıcalıklı olmanın ve sömürünün kurbanlarına, alınyazılarının kaçınılmazlığı ve hatta uygunluğu konusunda derin bir duygu aşılamayı da başarıyor. İleri kapitalist ülkelerde işçi sınıfı hile bu ideolojinin etkisinde kalırsa, küçük işadamlarının, [sayfa 213] çiftçilerin ve diğer küçük burjuvaların bundan derin bir biçimde etkilenmelerinin önüne hiç bir yerde geçilemeyecek demektir! Büyük iş çevrelerince yavaş yavaş yutulup sindirilse de, hem kârlarını hem de bağımsızlığını yitirse de, bu küçük burjuva unsurlar kendilerini kapitalist; sınıfın üyesi saymaya devam ederler; salt bir proleter ile kıyaslandığında hani az üstünlük değildir, kapitalist sınıfın üyesi olmak! Ayrıcalıklardan aldıkları pay, ister gerçekten olsun ister yalancıktan, sömürünün meyvalarından ister tatsınlar ister tatmasınlar -payları gözle görülür biçimde ellerinden alınmaktadır, aslında kendileri de soyulup soğana çevrilmektedirler ya neyse!-, elinden bütün töresel ve siyasal bağımsızlığı alınmış küçük burjuvazi, elinde kalan son parçacığı da, gönül rızasıyla, yeni tekelci efendilerinin avucuna bırakmaya hazırdır.
      Bu gelişimin karşısına hiç bir güç çıkmıyor sanılmasın Ancak bu karşı koyma, bu muhalefet hiç de öyle güçlü değildir; birbirlerinden açık-seçik ayrılabilen iki ana akım hâlinde ortaya çıkan bir karşı koymadır bu gene de. Birinci karşıkoyma popülistlerden gelir: hükümet kendisini, çıkarları uğruna kullanan bir avuç insanın elinde oyuncak olmamalı, bu bir avuç insana karşı kararlı bir tutumla tedbirler getirmelidir. Bu başkaldırma eylemi toplumun kapitalist olmayan öğeleri tarafından yürütülür -işçiler, zanaatkarlar, bazı çiftçiler katılır bu eyleme- ve yarışmacı kapitalist kanattan da bu eyleme, bir ölçüde katılanlar ya da alkış tutanlar görülür. Böyle bir karşıkoyma eyleminin Jefferson'cu demokrasi kavramlarıyla yürüdüğü, devletin bütün sınıflar karşısında tarafsızlığını koruması ideolojisine dayandığı kolayca anlaşılır. Devlet, yeni yeni ortaya çıkmakta olan işçi örgütlerini nasıl güçlü bir baskı altında tutmuşsa tekelci iş çevrelerinin ellerindeki gücü kötüye kullanmalarına engel olmayı da bilir elbet! Amerika'da böyle bir karşı koyma eyleminin büyük başarısı, tröstlere karşıt bazı kanunlar çıkarılmasını sağlamak ve gittikçe, büyük iş çevrelerinin daha çok emri altına girmek [sayfa 214] zorunda kalmış olan hükümetin eliyle, büyük iş çevrelerinin dörtnala gidişini dizginlemeye çalışmak olmuştur.
      Hiç de daha az saf olmayan ikinci eylem çizgisine gelince: yarışmacı işadamları topluluğu başta olmak üzere, laissez faire (bırakın yapsın) ekonomi düşüncesinin geleneksel öğretileri ile yetişmiş burjuva demokrasisini kör değneğini beller gibi bellemiş aydın kişiler, "ah, o eski günler; paranın para olduğu zamanlar!" diye çırpınıp duruyorlar. Böyleleri, pazarın otomatik işleyişi ve devletin işlere burnunu sokmaması ilkelerine karşı dürüst ve tutarlı bir saygı beslenilmesi gerektiği konusunda ayak diriyorlar hâlâ ve tekelci iş çevrelerine değil, her türlü belânın kaynağı saydıkları devlete diş biliyorlar.[157] Büyük iş çevrelerine karşı ciddi bir saldırıya geçmekten kaçındıkları için, bu gibi kişiler, büyük iş çevrelerinin "sâdık muhalefet"i olarak göze girmeyi de başarmış bulunuyorlar. Halkın hoşnutsuzluğunu zararsız bir yöne akıtmakta birebir, büyük iş çevrelerinin önemli kalelerini her türlü saldırıdan korumakta usta, bu çevrelerin diliyle konuşmakta başarılı olan bu devletçilik düşmanı ve yarışmacı kapitalizm dostu öğretiler, yalnız tekelci kapitalizmin gittikçe ağırlığı artan egemenliği ile tam anlamıyla tutarlı olmakla kalmıyor, aynı zamanda, her türlü popülist (halkçı) muhalefeti ve benzeri toplumsal reform eylemlerini ortadan kaldırmakta da doğrusu çok işe yarıyor.
      Bütün bu ideolojik ve siyasal akımlar, hâlâ başımızın belasıdır; olsa olsa rolleri ve renkleri önemli değişmelere uğramış, temeldeki sosyo-ekonomik değişime ayak uydurmak için başkalaşmıştır. 1930 yıllarında kapitalist ekonominin çöküşü, pazarın otomatik işleyişi kavramını, ekonomi düşüncesinden bir daha dönmemek üzere söküp atmıştır. Üretimin ve gelirin bir yıkım getirircesine düşmesi sonucu, kapitalist sistemin, kendi başına bırakıldığı zaman, hiç de öyle "en büyük sayıda insana en bol keseden refah" sağlamayacağını kanıtladı. Eli iş tutan, çalışmak isteyen çok sayıda insanın iş bulma şansı ortadan kalkmıştı [sayfa 215] o dönemde ve böyle bir durumda pazar mekanizmasının "uygun tipte olanlara" ilerleme ve yükselme olanağı verdiğini öne sürmek öyle her babayiğidin harcı değildi. Bu durumda devletin işe el koyması ve durumun en belirgin, en göze batan sakıncalarını hiç değilse yumuşatması artık kaçınılmaz olmuştu. Eğer kapitalist sistemin söz konusu ekonomik sarsıntı sonucu, tam anlamıyla çökmesi istenmiyorsa, devlet sahneye çıkmalı, kamu yatırımlarını arttırma yoluyla mı olur, yoksa işsizlere maaş bağlama, çiftçilere karşılıksız yardımlar sağlama ve emekli ödeneklerini arttırma yoluyla mı olur, toplam satınalma gücünü canlandırmanın bir çaresine bakmalıydı. Devletin ekonomik hayata çeki düzen vermesini öteden beri savunan toplumsal güçlerin enerjileri ile pazarın otomatik işleyişine ve devletin tarafsız kalmasına bel bağlamış olan kapitalist-dışı tabakalara (ki bunların bir kesimi gerçeğin toplumu çepeçevre kuşatması karşısında eski inançlarından silkinip kurtulabilen kişilerdi), kapitalist sistemin yaşatılması ile bağdaşan görevler verme zorunluğu ortaya çıktı. Birleşik Devletlerde, New Deal adıyla anılan yeni ekonomi politikası bu görevi tam anlamıyla yerine getirmiştir. Devletin işçi sendikalarını tanıması ve koruması, çiftçilere sistemli yardım yapmayı kurumlaştırması, bazı sosyal güvenlik kanunlarını yürürlüğe koyması ve borsalar üstünde yumuşak bir gözetime girişmesi gibi çok düşük bir maliyet ile, Başkan Roosevelt'in birinci yönetim döneminde, kapitalist sistemin temellerini çatırdatacak siyasal ve toplumsal ayaklanmaların önü alınmış oldu.
      Bunalım o kadar ciddî, pazarın otomatik işleyişi ve devletin işlere burnunu sokmaması kavramlarının iflası o kadar kesindi ki, tekelci iş çevrelen bile kendi kamu felsefelerinde bir ayarlama yapmak zorunda kaldılar. Tabii bu bir gecede olup bitmedi; günümüzde bile 1930'ların zelzelesinden etkilenmiş gözüken bir büyük iş çevreleri kesimi varlığını sürdürmektedir. Fakat önder katmanlarıyla [sayfa 216] büyük iş çevreleri, bu yeni ideolojiye oldukça kısa zamanda ayak uydurmayı kendilerine bu yeni İdeolojiye göre çeki düzen vermeyi başardılar. İşin öyle köklü bir ideoloji değişikliği, gerçek bir ideoloji değişikliği gerektirmemesi gibi dikkate değer bir olgunun varlığı da, elbette, böyle bir dönüşümü kolaylaştırmaktadır.[158]
      Tarih sahnesinde beliren ilk tekelci kapitalistler, pazarın otomatik işleyişini ve devletin tarafsızlığını öve öve bitiremezlerdi; bunun nedeni, bunlara karşı sağlam bir inanç beslemeleri değildi elbet; bir bütün olarak kapitalist sınıfın ve halk çoğunluğunun bunları kabullenip alkışlaması, onları da inanır görünmeye zorluyordu; üstelik, bunlara inanır görünmekle, dev şirketlerin, devleti gittikçe daha ağır bir baskı altına almaları kolaylaşıyordu; devleti kıskıvrak bağlama girişimleri için bunlardan daha iyi perde mi olurdu? Bu felsefe artık ömrünü doldurmuş bulunuyor, çünkü bir gereği, bir yararı kalmamıştır. Temelde yetersiz olduğu gün gibi ortaya çıkmış halkın ağzına artık bir siyasal sakız veremiyeceği anlaşılmış, eski kavramlara dört elle sarılmakta ayak direyen yarışmacı iş çevrelerinin de hızla küçüldükleri ve önemsiz boyutlara ulaştıkları görülmüştür. Gerçekten de, devletin gerekli eylemlere girişmesiyle sağlanan tam, çalıştırma programı, aşırı bireyciliğin ve devletin tarafsız olması görüşünün yerini almış, üstelik yerini aldığı görüş ve tutumların hiç bir sakıncasına sahip olmadığı gibi bütün erdemlerine de sahip sayılmıştır. Böylece, ekonominin kötü işleyişinin sorumluluğu da kapitalist sınıfın omuzlarından kalkmış oluyordu; günah, tümüyle toplumun ya da bir kalemde harcanabilir siyaset görevlilerinindi; yeni yetme işçi sendikaları için de biçilmiş kaftan bir buluştu bu; çiftçilerin de kulaklarına hoş geliyordu; tekelci sermayeye büyük kârların ışığını yaktığı gibi, durmadan serpilip boy atan "yeni orta sınıfın", siyasal ve toplumsal bakımdan büyük önem taşıyan bu kesimin de yağlı gelirlere konmasını müjdeliyordu. Bu işte şaşırtıcı olan, büyük iş çevreleri ileri görüşlü [sayfa 217] önderlerinin yeni akımın peşine takılmakta gösterdikleri çeviklik değildi elbet; asıl şaşırtıcı olan, bazı büyük kapitalistlerin, yeni bir durum takınmak, yeni bir post kapmak gibi konularda gösterdikleri göresel yavaşlık, anlamsız hantallıktı.
      Bununda bir nedeni vardı tabii ve bu neden çok basitti. Tarihsel sürecin değişen gerçeklerine ayak uydurmayı güçleştiren yıllanmış zihinsel tutuculuğunun sonucu olarak ortaya çıkan "kültür geriliği" bir yana, "yeni yolu" tutma konusunda ürkek ve dikkatli davranmayı nesnel olarak haklı kılan önemli bir neden çıkıyordu ortaya. Ekmek paralarını tarihçilikten ve toplumbilimcilikten çıkaran birçok adamdan, daha iyi tarihçi ve toplumbilimci olan tekelci sermaye önderleri, işin püf noktasının, söz konusu yeni yolun kuramsal yapısında ve hatta yeni yolun gerektirdiği uygulamayı yapacak devlet kuruluşlarının karmaşık ağında bulunmadığını domuz gibi anlıyorlardı; onlar için temel sorun, bu uygulamanın dizginlerinin kimin elinde bulunacağını bilmekti.[159] Gerçeği beygir gözlüğü takıp görmeğe alışmış bazı ekonomistler için "ikinci sınıf bir konu" sayılan bu sorun, tekelci kapitalizm tarafından, zeki bir sezgiyle, "işin can alıcı noktası" olarak değerlendiriliyordu. En kötü günlerin geride bırakıldığı zamanda, yani Roosevelt'in ikinci dört yıllık yönetim döneminin daha başlarında, Başkan'ın bütün karşıkoymasını, bütün direncini açık bir meydan okumayla kırmayı başaran büyük iş çevreleri, 1930'ların popülist dalgasıyla göreve alınmış şüpheli kişileri bir bir yerlerinden etmeye ve tröstlerin büyük kârlarından pay alan birtakım adamları iş başlarına oturtma eylemine giriştiler. Büyük şirketlerinin devlet yönetimini tam anlamıyla yeniden avuçlarının içine almaları ise II. Dünya Savaşı yılları ile bu dönemi izleyen Truman ve Eisenhower yönetimlerine rastlar. Artık, tek tek kişiler olarak bile ele alındığında Amerikan Devletinin, tekelci ve tekelimsi iş çevrelerinin bir çeşit "komitesi" hâlini aldığı, "bir bütün olarak burjuvazinin" devleti olmaktan [sayfa 218] bile çıktığı görülmektedir.
      Tekelci sermayenin izlenecek yeni yol üstündeki egemenliği tartışmasız herkese zorla kabul ettirilince, tam çalıştırma örtüsü altında, toplumsal reform, yapmağa kalkan -özünde boş bir çabaydı bu- birtakım adamlar devlet görevlerinden uzaklaştırılınca, "tam çalıştırma" uygulamalarının yönetimi büyük iş çevrelerinin kabul edebileceği güvenilir kişilerin eline teslim edilince, tekelci kesimdeki en gevşek, en ağırdan alan öğeler bile, söz konusu yeni çizgiyi benimsemekten başka bir kurtuluş yolu bulunmadığını kabul ettiler. Bu yeni öğelerin de "doğru yolu, bulmalarından" sonra, artık yapılacak tek iş, bunu halk kitlelerinin bilincine yerleştirmek, halkı, kapitalist sisteme sımsıkı bağlamak için buna bir ideolojik yapı kazandırmak ve eskiden pazarın otomatik işleyişi kavramı ile devletin tarafsızlığı kavramının sahip olduğu güce ve sağlamlığa bunu eriştirmek için zorlu bir kampanyaya girişmekten ibaret kalıyordu. İşte, tam çalıştırma denilen bu politik uygulama çizgisinin tekelci kapitalizm tarafından kabulü ile bu programın ulus çoğunluğunun o günkü ihtiyaçlarını doyurma kapasitesine sahip olduğu görüşünün benimsenmesi ile siyaset sahnesinde bir oybirliği atmosferi yaratılabilmiştir; hâlâ aç, hâlâ çıplak ve hâlâ başını sokacak bir evi bulunmayan insanların varlığından zedelenmeyen, bugün var yarın yok bir bolluğun, kimsenin gözünden kolay kolay kaçmayan oynaklığından etkilenmeyen bir atmosferdi bu! J. K. Galbraith gözlemlerinde tamamen haklıdır: "Aramızdaki tartışmaların yüksek sesle ve kırıcı bir tonda yapılması, kanunun üstü kapalı oluşundan değil, tam tersine, son derecede açık oluşundan ileri geliyor. Öfkemiz de, konuların bir çözüme bağlanmakta oluşlarından değil, çoktan çözümlenmiş olmalarından geliyor. Orta yerdeki gürültü, insanda, sorunların hâlâ havada oldukları izlenimini bırakıyor. Zorlu bir tartışma, üstünde karara varılmış bir önemli sorunun bulunduğu anlamına gelebilirse de, daha çok, sesini ancak bağırıp çağırmakla duyurabilecek [sayfa 219] minicik bir azınlığın hâlâ var olduğu anlamına gelebilir."[160]
      Galbraith'in hakkı var bunları söylemekle ama yalnız bir tek anlamda hakkı var. Devletin tam çalıştırmayı sağlamak için işe el koyması programı yönetici sınıfların başat kesimi tarafından kabul edildiği gibi, işçi sınıfının güdümünü ellerinde bulunduran sendikacılar, yeni orta sınıf, çiftçilerin çoğunluğu, aydınlar ve benzerleri tarafından da kabul edildiği sürece, birçok sorun, gerçekten de çözüme bağlanmış demektir. Gene Galbraith'in doğru olarak ortaya koyduğu gibi, "Ekonomik bunalım gerçeği ile karşı karşıya kalan bir devletin Keynes'ci olup olmaması, siyasal anlamda, intiharı seçip seçmemesi anlamını taşımaktadır."[161] Aslında bu da hikâyenin bir yönü, ama, hiçbir zaman en önemli yönü değil! Doğrusu, oldukça küçük sorunlar üstünde ateşli tartışmalar yapılırken, bir bardak suda fırtınalar çıkarılırken, herkes, alttan alta, devletin tam çalıştırmayı sağlamak için ekonomik işlere el atması zorunluluğunu kabul ediyor; fakat, daha karmaşık, daha karanlık sorunlar olan, "tam çalıştırmanın anlamı nedir?", "Devlet bunu hangi yöntemlerle ve araçlarla gerçekleştirecek ve sürdürecektir?" gibi çok ciddî sorunlar havada kalmış oluyor.
      Herkes şunu açıkça kavramalıdır: tekelci sermayenin devlet üstündeki denetimini sağlama bağlamak istemesi gerekli gördüğü zaman ve yerde devletin işe karışmasını sağlamaya çalışması, tam çalıştırma uygulamalarında hafifçe toplumsal reformculuğa dönük bir sonuç almaya yönelmiş kişileri bile iş başından uzaklaştırma çabası içinde bulunması, onun, siyasal erki elinde bulundurmak tutkusundan, kamu görevi yapmak için can atmasından ileri gelmemektedir.[162] Doğrusu ya, başka koşullar altında tekelci sermaye, siyasal hayatın sahne ışıklarından uzak durmayı perde arkasından o "güçlü" kuklalarının gözle görülmez iplerini oynatmayı yeğ tutmuştur. Ancak, devletin giriştiği eylemler son derece önemli bir [sayfa 220] boyuta erişince, tekelci sermaye de, işleri dönek politikacıların ve ikinci sınıf kamu görevlilerinin eline bırakamayacağını anlayarak sahnenin ortasına atılıvermiştir. Çünkü artık söz konusu olan kendi ölümü ya da kalımıdır.
     
       

III


      Tam çalıştırmayı sağlamak için devletin işe karışmasının yönetimi denince akla, aralarında sıkı ilişkiler bulunmakla birlikte, birbirinden açıkça ayrılabilen bir sürü problem gelmektedir. En genel terimleriyle ortaya koyacak olursak: Eğer toplam talep, yani tüketicilerin, yatırımcıların ve kamu yönetiminin talebi, tam çalıştırma koşulları altındaki toplam üretimden küçükse, devlet beş ayrı durumla (ya da bunların çeşitli kombinezonlarıyla) karşı karşıya kalacaktır. Bunlardan birincisi, ortaya çıkabilecek işsizliği sineye çekmek ve üretimin pazarda oluşacak etkin talep hacmine (hazırda bekleyen satınalma gücüne) göre belirlenmesini kabul etmektir. Daha önce de gördüğümüz gibi, böyle bir yol izlemenin açıkça akla aykırı bir yönü, toplumsal ve siyasal patlamalara yol açmak gibi sakıncası vardır ve bu yolu bir bütün olarak topluma kabul ettiremezsiniz; kapitalist sınıfın, güçlü ve karar sahibi kesimlerine ve hiziplerine de kabul ettirmek olanaksızdır bunu. Ancak, bu seçeneğin yadsınması ile "tam çalıştırma" kavramının ne anlama geldiği sorunu bir çözüme bağlanmış olmaz. Bir semantik sorunu, bir terim sorunu olmaktan öte bir niteliğe sahip ve son derece büyük önem taşıyan bir sorundur bu aslında. Ekonomi yazılarında "tam çalıştırma", çalışmak isteyen ve eli iş tutabilen herkesin, geçerli (uygun) bir ücretle çalışmasının garanti edildiği durum, olarak tanımlanır. Bunun gerçek anlamı, iş sayısının iş arayan sayısından birazcık fazla olması, işgücü pazarının kural olarak, bir "Satıcı pazarı"[163] niteliğini [sayfa 221] taşıması noktasında toplanır.
      Bir kez daha tekrarında yarar var: Tekelci sermayenin önderleri, kapitalist ekonominin işleyiş ilkeleri konusunda, tam çalıştırmanın kapitalizmde gerçekçi bir hedef olduğunu sanan ekonomistlerden daha iyi bir içgüdüye sahiptirler. Tekelci kapitalin önderleri, böyle tanımlanan bir tam çalıştırmanın, kapitalist sistemin normal işleyişi ile bağdaşmayacağını pek iyi bilirler. Çünkü, sürekli işgücü kıtlığı koşulları altında, kapitalist girişimci şiddetli bir baskı altında çalışmak zorunda kalır. İşletmenin üretimine oldukça küçük bir katkıda bulunan marjinal (kıyısal) ve marjinal-altı işçileri bile bordrodan silemez bu durumda, yani onlara da ücret ödemek durumundadır; böyle bir durumda, işçilerin denetimi ve gözetimi için normalin üstünde bir gideri göze almak gereklidir üstelik. Bundan daha kötüsü de var. İşgücü pazarında bir "satıcı pazarı" olması halinde, sendikaların gittikçe artan istek ve umutlarını dizginlemek, daha yüksek ücret talep etmekte ayak diremelerini karşılamak ve daha iyi iş koşulları gibi, birtakım yan ödemeler ve çıkarlar gibi dileklerine "uygun ölçüler içinde bir karşılık vermek adamakıllı zorlaşır. Bir sanayi işçileri yedek ordusunun sürekli varlığı ise, kapitalist işletme içinde iş disiplinini sağladığı gibi, girişimcinin, temel kuvvet ve kâr kaynağı olan "istediğini çalıştır, istemediğini kov" ilkesinin işlemesini garanti ettiği için, dizginleri daima elinde bulundurmasını da sağlayacaktır.[164]
      Böylece, tekelci sermayenin denetimi altındaki bir devlet, tam çalıştırma politikası tedbirlerini, gerçek bir tam çalıştırma getirecek biçimde ayarlama yönünde kullanamayacaktır.[165] Herkesin, tam çalıştırmanın Magna Carta'sı (İngiltere derebeylerinin Kral Johndan, 1215 yılında aldıkları bazı hakları gösteren ferman; yanlışlıkla Batının ilk Anayasası sayılır-ç.n.) sayıp alkışladığı, 1946 Amerikan İş Kanunu, "... Devlet, elindeki bütün olanakları [sayfa 222] kullanarak, serbest rekabetçi girişimi destekleyip geliştirmek ve maksimum çalıştırmayı sağlamak için uygun bir ortam yaratmakla yükümlüdür." diyerek, bu işin sürekli bir devlet sorumluluğunu gerektirdiğini hükme bağlamıştır. Uğrunda bunca çaba gösterilecek olan "çalıştırma düzeyi"nin, "serbest rekabetçi girişimin desteklenip geliştirileceği" bir büyüklük olacağı anlaşılmaktadır; oysa, "serbest rekabetçi girişim" denilen nesne, günümüzde, tekelci ve tekelimsi girişimin kibarca ve ustaca söylenmesinden başka bir şey değildir.
      Aslında önemli olan, kanunlar ve kurallar değildir; iş çevrelerinin ya da devletin sözcülerinin ne dedikleri de fazla bir anlam taşımaz. "Aynası iştir kişinin söze bakılmaz dememişler mi"; yeni yol felsefesinin uygulama alanına aktarılabilmesi için ele geçen ilk büyük fırsat, 1953 yazında görülen yaygın kitle işsizliği olgusudur; iş başa düşmüştü artık, devlet olsun, devletin adına eyleme giriştiği büyük iş çevreleri olsun "tam çalıştırmanın" ne mene bir şey olduğunu gayet açık bir biçimde görüp kavradılar bu olgu sayesinde. 5 milyon kadar işsizin var olmasına göz yummağa karar verdiler.[166] Bu göz yummanın, hiç de öyle bilgisizlikten "büyüyen işsizlik" konusunda yeterli bilgiye sahip olmamaktan ileriye geldiğini söyleyemeyiz. Amerikan Başkanına bağlı Ekonomik Danışmanlar Kurulu'nun 1955 yılı Ekonomik Raporuna bir göz atacak olursak, böyle bir miktar (!) işsizin varlığına göz yumulması işinin, "sağlıklı bir politika uygulaması" olarak bile bile girişilen bir iş olduğu, söz konusu raporun tumturaklı diline rağmen, açıkça görülmektedir: "Zaman zaman büyüme süreçleri sendeler, bunu da anlayışla karşılamak gerek... Bilgi düzeyi gittikçe artan halkın, toplam üretimde, çalışanlar sayısında ve kişisel gelirde kesintisiz artış sağlamanın güçlüklerini de kavraması şart... Devlet adamlığı, günümüzdeki idealizmi, ekonomik dalgalanmaları asgarî ölçüsüne indirme çabalarıyla, bir gerçekçiliğe yönelmektir artık."[167] Diğer taraftan aynı raporda şu satırları okumak [sayfa 223] da mümkün: "Çabalarımızı, günümüz ekonomik hayatını birdenbire canlandırma işlemlerinden çok, uzun dönemli ekonomik büyüme sorunlarının çözümüne yöneltmeli, 1955 yılı programlarımızı buna göre ayar etmeliyiz" (s. 48). "Uzun dönemli ekonomik büyümeyi sağlamak" demek, "serbest rekabetçi girişimleri desteklemek" ve "yatırımcıların, işçilerin, işadamlarının, çiftçilerin ve tüketicilerin geniş ölçüde paylaştıkları, bir ekonomik geleceğe güvenle bakma duygusu yerleştirmek" demektir (s. 2).
      Tekelci kapitalizmin "tam çalıştırma" dediği şeyin böylece bir ölüm öpücüğü olup çıktığı anlaşılmaktadır. "Tam çalıştırma" kavramını bunlar, söylediği sözün anlamını bilen ekonomistler gibi de anlamıyorlar, "gözleri yıldızlarda olan" birtakım toplumsal reform yanlısı kişilerin hayallerinden geçirdikleri gibi de görmüyorlar. Tekelci kapitalistlere göre, tam çalıştırma sağlamaya çalışmanın amacı, 1929-1933 yıllarında görülen büyük felâketlerin önünü almak, 1930'larda görülen tipte büyük bunalımların tekrarını engellemektir, hepsi bu kadar! Öyle "normal" bunalımları ortadan kaldırma gibi, "normal" işsizliği önleme gibi bir kaygıları yoktur tekelci kapitalistlerin. Onların bütün kaygıları, "bir takım sağlıklı ayarlamalar yaparak" işsizler yedek ordusunun varlığını sürdürmek ve bu arada da tekelci firmaların, kendilerinden zayıf, yarışmacı işletmeleri yutmalarını ve ucuza kapatıp pahalıya okutma olanaklarını sağlayacak koşulları koruyarak, pazardaki yerlerini pekiştirmektir.[168]
      Bunun içinde, işsizliğin ve gelir düşüklüğünün öyle pek de ileriye gitmemesi gerekir; sonra, kapitalist sistemin dengesini tehlikeli bir biçimde sarsan birtakım yan siyasal etkiler ve olgular ortaya çıkar ne olur ne olmaz, işsizliği belli bir düzeyden yukarıya çıkarmamalıdır. Kamu hizmetlerini arttırmak ve ucuzlatmak, çeşitli yardımlar ve işsizlik ödenekleri vermek gibi birtakım çareleri hazır [sayfa 224] bekletmeli, böyle bir "ayarlamanın" kurbanlarını oyalamanın ve kandırmanın yollarını bulmalı, böylece de, "hem insancıl hem de güçlü olan ve üstelik hem maddî bolluk hem de daha iyi bir yaşam sağlayan bir sistem olan kapitalizm"e[169] karşı "güvensizlik" duyulması tehlikesinin önüne geçilmelidir. Göz yumulması, hoşgörüyle karşılanması gereken işsizlik ve üretim kaybı sınırları, o pek yüceltilen "insan onuru" kaygılarıyla çizilmemeli; bu sınırların çizilmesinde, dünyanın azgelişmiş ülkelerinde insanlar açlıktan kırılıyor cinsinden ateşli düşünceler de yer almamalı; büyük iş çevrelerinin işine nasıl geliyorsa; gereksinmeleri neyse, bu sınırlar onlara bakılarak çizilecektir, yani bu sınırlar dikte edilecektir; tekelci sermayenin çıkarları tarafından belirlenip yönetilen bir ekonomik sistemin üç kâğıtçılığına ve akla aykırılığına, halkın artık ne ölçüde dayanıp göğüs gerebileceği noktası da, bu sınırların çizilmesinde bir nebze dikkate alınacaktır.
      Başka bir olanak da, çalışma saatlerinde genel bir kısıntı yapma yoluyla üretim düzeyini düşürmektir. Toplam, talep ile toplam üretim (arz) arasındaki dengenin sağlanması için başvurulacak böyle bir yönetim -yani tam çalıştırmayı korumak, fakat üretim düzeyini düşürmek gibi bir yöntemin- akla uygunluğu, o günkü etkin talebin ekonomik artığı emme yeteneğinden uzak bulunmasına, her türlü mal ve hizmet bakımından (ister yatırım malı, isterse tüketim malı olsun) gerçek bir doygunluğun halkta yer etmiş bulunmasına bağlıdır; bunun böyle olduğu gün gibi ortada! Çünkü eğer, belli uzunlukta çalışma haftası sonunda elde edilen üretim, etkin talebi doyuruyor ve eriyip gidiyorsa zaten bir sorun yok demektir. Oysa, böyle bir doygunluktan söz edilemez; çünkü eşitsizlik gelir paylaşımı bile böyle bir doygunluk, sağlayamıyor; bu konuda fazla söze gerek bile yoktur, şimdiye kadar kapitalizm böyle bir noktaya ulaşamadı. Dahası var: Böyle bir duruma ulaşmış bile olsaydı, kapitalist sistem, iş haftasında genel bir kısıntı yapmayı [sayfa 225] ancak çok yavaş ve ancak şiddetli bir baskı sonucu kabul ederdi. Çünkü, iş saatlerinin azaltılması sonucu ortaya çıkan bir üretim azalışı demek, kapitalist işletme açısından, doğrudan doğruya kârların düşmesi demektir. Tarihin bize öğrettiğine göre, günlük çalışma saatleri başlangıçta "16'yı buluyordu, sonra sırasıyla 14'e ve 12'ye indirildi, şimdi de 40 saatlik çalışma haftası (Amerika'da) uygulanıyor; fakat bu noktaya hiç de kolay gelinmedi, kapitalist sınıfın müthiş direnişinin yıkılması gerekti ve yüz yıllık bir zaman süresi içinde başarıldı bu iş; bu dönem içinde, işgücünün yoğunlaşması ya da verimliliğin artması adı verilen olgu bir yandan, karşı konulamayacak kadar güçlü bir işçi hareketinin ortaya çıkmış olması öte yandan kapitalizm zorladı ve bu noktaya öyle gelindi.[170] Hiç kuşkunuz olmasın ki, iş saatlerinde yeni bir indirim yaptırmak için, kapitalist çıkarlarına karşı, tıpkı geçmişte olduğu gibi zorlu bir kavgayı göze almalısınız. Eğer böyle bir indirim, verimlilikte aynı oranda bir artışla dengelenmezse ve toplam üretimde mutlak bir azalma ile sonuçlanırsa (ki en akla yakını da bu durumdur), bunun yükü, tamamen değilse bile geniş ölçüde, işçi sınıfının omuzlarına yüklenecektir. Her şey bunun böyle olacağını gösteriyor. Bu koşullar altında, çalışma haftasının daha da kısaltılması, fazla gelen ekonomik artık sorununu çözemeyeceği gibi, işçiler açısından da kabul edilebilir bir sonuç olmayacaktır. Demek oluyor ki, kapitalist sistemde, sürekli bir sorun olarak ortada bulunan aşırı-üretim problemi, -kısmen bile olsun- çözüme bağlayamayacak, iş saatlerinin gönüllü olarak azaltılması da bu konuda bir çare getiremeyecektir. Akla uygun bir düzenin kurulacağı ve bu düzende verimliliğin, her türlü ihtiyacı giderecek ölçüde artacağı ve artık insanların gözünde dinlenmekten, boş zaman sahibi olmaktan daha önemli bir şeyin bulunmayacağı günlerin ise şimdilik çok uzaklarda olduğu gerçeği de cabası! Söz konusu indirimi sağlamak için çaba gösterecek bir [sayfa 226] devlet, -eğer böyle bir çaba, kapitalist sınıfın egemenliği altındaki bir devletten beklenebilirse tabii!- karşısında şiddetli bir muhalefet bulacaktır; hem, de yalnız iş çevrelerinden değil, gerçek ücretlerinde bir azalıştan hiç de hoşlanmayacak olan işçilerden de gelecektir bu muhalefet.
      Demek ki, toplam üretimin bile bile, isteye isteye düşürülmesi, ne olabilir şey, ne de istenir şey! Öyleyse, toplam talep ile toplam üretim (arz) arasındaki dengenin devlet eliyle sağlanması için, bir başka yol aramak gerek, devletin, bireysel ya da toplumsal tüketimi arttırmak için kesenin ağzını açması akla gelen çözümlerden biri. Gerçekten, devletin, tüketim ihtiyaçlarını karşılamayanlara para yardımı yapması sonucu toplam etkin talep artacaktır. Böyle yardımların bin bir çeşit yolu vardır veya belli bir gelir düzeyinin altında geçinmek zorunda kalan bireylere yöneltilir ya da çiftçiler gibi, sanayi işçileri gibi, emekliler gibi, üniversite öğrencileri gibi, belli bir sayıdan daha çok çocuğa sahip ana babalar gibi nüfus kesimlerine topluca yöneltilir. Böyle bir yardımın, oldukça büyük bir toplam gelir (üretim) ve çalıştırma (istihdam) yaratabilmesi için tek şart, paranın, yüksek tüketim eğilimi olan kişilerin eline verilmesidir, yani, yapılacak yardımın, ilk anda ve dolaysız olarak, nüfusun düşük gelir guruplarına giren kişilerin eline geçmesidir.
      Şimdi bir de madalyanın öteki yüzüne bakalım: Ciddî bunalım koşulları bir yana, bireysel tüketimi arttırmak için avuç dolusu devlet yardımı, kapitalizmin ruhuna aykırı olduğu gibi, egemen çıkar çevrelerinin de doğrusu hiç de hoşlanmadıkları bir iştir. Böyle yardımlar, kapitalist düzenin normal işleyişini bozan bir sürü etmenin ortaya çıkmasına yol açacaktır. Devletin bol keseden yardım etmesi, ücret düzeyinin altındaki tabanı yükselteceğinden ve böyle bir tabanda, "bir lokma, bir hırka yaşamaya razı bir kişinin, çalışıp bir gelir sahibi olmak ya da sırtüstü yatmak arasındaki seçimi, bu durumdan [sayfa 227] etkilenecektir. Bunlardan da önemlisi, çalışmadan kazanılan paranın, kapitalist sistemin temel törelerine ve değerlerine aykırı olması nedeniyle, egemen güçlerin pek de hoşuna gitmeyecek bir durumdur bu. Sokaktaki adam ekmek parasını alnının teriyle kazanmalıdır ilkesi, toplum düzeninin eti kemiğidir ve bu ilkeye uyulması için parasal armağanlar ve cezalar boşuna konulmamıştır! Çalışmayı yalnız ekmek parası kazanmanın bir gereği olarak tanımladınız ve bol keseden parasız mal ve hizmet dağıtmaya başladınız mı, kapitalist toplumda disiplin diye birşey kalmaz, kapitalistlerin toplumsal üstünlüklerine hâlel gelir ve piramidin tepesinde oturup toplumu denetleme güçleri zarara uğrar.[171]
      Bütün bu sakıncalar, toplumsal tüketim söz konusu olunca, geniş ölçüde ortadan kalkar; bu yönde yapılacak devlet harcamaları, tulumbayı işletmek bakımından daha saygıdeğer bir yöntemin sonuçları olarak değerlendirilir. Örneğin bu harcamalar inşaat alanına yöneltilecek olursa, bunun, ağır sanayinin ürünlerine olan talebi arttırmak bakımından etkisi ve onun için "dış ekonomiler" adıyla anılan yeni olanaklar yaratması, bireysel tüketimi arttırma yönünde yapılan harcamalardan (devlet yardımlarından) çok daha başka etkiler yaratacaktır. Doğru yerlerde yeni yollar yapmak, uygun görülen yerlere postahaneler, okullar, hastahaneler ve benzerleri açmak, iş alanları yaratmak, işadamlarının yüzünü güldürmek anlamını taşır. Kurulacak yeni tesislerin hizmetlerinden bir karşılık olmadan yani bedava yararlanılması ya da, daha çok görüldüğü üzere, yalnız ufak bir bedel karşılığı yararlanılması, bireysel tüketime yardım edilmesi olayında görülen ideolojik sakıncalara da, maddî kayıplara da yol açmayacaktır. Çalışma isteğini olumsuz yönde etkilemediği gibi ücreti de etkilemez; toplumsal tüketim için yapılan dolaylı yardımların, altın buzağının saltanatına da dokunmayacağı anlaşılıyor. Devletin bu gibi amaçlar için harcayabileceği paranın [sayfa 228] sınırlı olduğunu da belirtmeliyiz. Her şeyden önce, yüksek gelir gurupları, kendilerine doğrudan bir yararı bulunmayan işler için yeni vergiler ödemek istemeyeceklerdir.[172] Fakat daha önemlisi, bazı toplumsal-tüketim kuruluşlarının güçlü çıkarlarının zedelenmesi nedeniyle gösterecekleri tepkidir: Örneğin, düşük maliyetle gecekondu önleme konutları yapan kuruluşların karşısına, konut yapıp satan şirketler dev gibi dikiliveriyorlar. Ayrıca, böyle bir ucuz konut yapımı girişimi, her zaman ve her yerde, inşaat sanayiinin potansiyel olanaklarıyla sınırlıdır. Doğrusu, bu potansiyel genişletilebilir bir şeydir ama kısa dönem içinde bunu başarmak zordur; bir yandan, kaynakların bu alana aktarılması ha deyince olacak iş değildir, diğer yandan da, inşaat projeleri ne de olsa geçici bir nitelik taşımaktadır. Birkaç yıl içinde, işlerin alt üst oluvereceğini düşünür inşaat firmaları ve bu yüzden büyük yatırım projelerine el atmak istemezler. Bir de şu var. Bugün, ülkelerin pek çoğunda, toplumsal-tüketim kuruluşlarının büyük ölçüde gelişmeleri de, yürürlükte bulunan toplumsal öncelikler açısından bakıldığında, hiç de öyle akla uygun girişimler değildir. Gecekondu önleme, okullar yapma ya da giyecek ve yiyecek gereksinmelerini karşılama gibi çok önemli işler sıra beklerken, yeni yeni yollar açma ya da anıtlar dikme gibi girişimlerin haklılığını kimse savunamaz; gene aynı şekilde, eğer uzun dönemde ülkede bir giyim sanayiinin gelişmesi gerekli ise, terzileri işlerinden alıp inşaat kesimine aktarmak gibi bir saçmalığı kimse göze alamaz. Devletin böyle toplumsal-tüketim harcamalarına girişmesi, her ne kadar, herkesin eline bir tırmık, bir süpürge verip, "yaprak toplatmaktan" daha yararlı ise de, işe yaramayan birtakım insanlara ücret dağıtmak için girişilen işlerin akla uygunluğu şüphelidir. "Uygulama açısından" daha büyük önem taşıyan konu ise, bu tür girişimlerin, ekonomik artığın büyük bir kesimini yutamayacağı gerçeğidir.
      Bu gerçek bizi, devletin işe karışmasında dördüncü [sayfa 229] bir yöntem olan "verimli alanlara yatırım yapma" seçeneğini incelemeğe götürür. Çünkü eğer, toplam üretimin plânlı bir biçimde kısılması ya da tüketimin yeteri kadar artması olasılıklarını gerçekleştirmek mümkün değilse, yatırımın genişletilmesinde tek akla uygun yol, tam, çalışma koşulları altında, toplam üretim kullanımını toplam arz düzeyine çıkarmağa çalışmaktır. Ancak, söylemeye bile gerek yoktur ki, devlet harcamalarının akla gelen bütün değişik yön ve yöntemleri arasında, tekelci sermaye rejimine tam anlamıyla ters düşen (ve dolayısiyle tabu olan) bir bu yöntem vardır. Tekelci iş çevrelerini, ellerindeki bol miktardaki kârı yatırıma yöneltmekten alıkoyan ne kadar neden varsa burada hepsi birden işe karışır ve bu çevreler, devletin bu yönde (verimli alanlara yatırım yapma yönünde) girişimlerini engellemek için ellerinden geleni yapmaya başlarlar. Devletin bu tür yatırımları, ister kârını en yüksek noktasına çıkarmaya çalışan firmaların cirit attığı tekelci ve tekelimsi pazarlara yönelsin, isterse, tekelci sermayeye de çekici gelen ya da ilerde rakip olabilecek yeni alanlara doğru aksın ve dolayısiyle büyük iş çevreleriyle yarışmaya girecek nitelikte olsun, egemen çıkarlar bakımından aynı derecede hoşgörüsüzlükle karşılaşacaktır.
      Devletin, büyük iş çevrelerinin çıkarları açısından henüz bir anlam taşımayan ve henüz ticarî sömürü alanına almadığı uzak yerlere yapacağı yatırımlara "izin verilebilir" ancak. Aslında, tekelci sermaye, keşfetme ve deneyim masrafları ve riskleri büyük olan böyle uzak yerlerde yapacağı yatırımlarda devleti özendirme (teşvik etme) yönünde çabalara bile girişebilir. Fakat, bu tür girişimlerin ilk güçlükleri atlatılıp da kârlı oldukları anlaşılırsa, devlet derhal bu işlerden el çekmeli ve derhal bu işleri özel girişimcilere devretmelidir.[173]
      Şimdi de devlet harcamalarının yönelebileceği beşinci yöntem üstünde duralım: Geniş ölçüde devlet harcamaları, ne bireysel ya da toplumsal tüketime, ne de [sayfa 230] yararlı yatırım alanlarına yöneltilecektir; düpedüz, verimsiz alanlar seçilecek, söz konusu paralar her türlü verimsiz işlere yatırılacaktır. Bu yol, gerçekten de, devlet harcamalarının akıp gittiği en geniş yoldur ve her bakımdan, en büyük önem taşıyanıdır. Devlet bütçesinin bütün diğer kalemlerini gölgede bırakacak kadar büyük olup, tekelci kapitalist ekonominin, "belli bir durumda" kalıp eğlenmemesini ve hatta zamanında bolluk koşulları ile oldukça büyük bir çalıştırma düzeyi yaratmasını sağlayabilecek en önemli "dış etmen, dış uyaran" olarak değerlendirilebilir. Fazla gelen, dolup taşan bir ekonomik artığı, ileri bir kapitalist ekonomide görülen bu hastalığı, gerekli akışı sağlayarak rahatlatmakta önemli rol oynayan bu yöntemin, ülkenin uluslararası ilişkilerinde de önemli katkısı bulunmaktadır. Önemleri dolayısiyle bunları ayrıntılı bir biçimde ele almakta yarar görüyorum.
     
       

IV


      Buraya kadarki incelemelerimizde, toplam talep ile toplam üretim arasında eşitlik sağlama olasılıklarından söz edilirken, ekonomik yazılarda genellikle "kapalı sistem" olarak adlandırılan bir model üstünde duruldu. Bir ileri kapitalist ülkenin uluslararası ekonomik ilişkileri ele alınırsa, duruma farklı bir açıdan bakmak gerekecektir. Şunu kesinlikle söyleyelim ki, dış ticaret, ekonomik artığı, ancak, ihracat altın para karşılığı yapıldığı zaman ya da ihracat gelirleri yabancı bir ülkede yatırıldığı zaman eritebiliyor. Eğer ihracat kadar ithalât yapılıyorsa, ülkenin ulusal gelirinde ve dolayısiyle ekonomik artık hacminde bir değişiklik olmuyor demektir. Bununla birlikte, birçok ülke için, ihracatın ithalâtla değiştirilmesi bile bir ölüm kalım sorunudur. Gerçekten de, birçok ülkenin ayakta durabilmesi ve "kurulu düzenini" koruyabilmesi, ancak, yeterli büyüklükte ve dengeli bir dış ticaret [sayfa 231] yapısının varlığına bağlıdır. Böyle ülkeler, üretimleri, tüketimleri ve yatırımları için gerekli fiziksel mal çeşitlenmesini ancak dış ticaret yoluyla gerçekleştirebilirler. Dahası da var: Yeni, ucuz ve daha iyi ham madde, yakıt ve benzeri kaynakları üretime açarak, dengeli bir dış ticarete sahip ülkeler bile, yeni sanayi kollarının kuruluşunu sağlayabilirler, yeni teknolojiler ve yeni ürünler ortaya koyarak yatırımlarını arttırabilirler. Aynı şekilde, çeşitli firmalar açısından da dış ticaret yeni pazarlar bulmak anlamına gelir; böylece firmanın üretim ve yatırım olanakları genişler.[174] Fakat, bir dinamik etmen olarak dış ticaretin asıl önemi, kapitalist ekonomiyi "belli bir çöküntüden" çıkarmakta rol oynayan asıl itici gücü, sermaye ihracına yaraması, başka ülkelere yatırım yapma olanağını getirmesidir.[175]
      Fakat hikâye burada bitmez, sermaye ihracı, hikâyenin bir bölümüdür ve asıl noktası, can alıcı noktası da değildir. Kapitalist bir ülkede dış ticaret, tıpkı iç ticaret gibi, özel firmalar eliyle yürütülür; özel firmalar ise, eylemlerinde toplumun çıkarlarını değil kendi çıkarlarını gözetirler; bir bütün olarak ekonomi üstünde eylemlerinin ne gibi etkiler yapacağını düşünmezler bile. Eğer bir özel firma işlemlerinin ulusal gelir ve çalışan insan sayısı üstündeki etkilerini anlamak istiyorsak, karşılığını vereceğimiz soru, bu gibi işlemlerin farklı tarihsel koşullar altında ne gibi sonuçlar yaratacağıdır; bu işlemlerin, karşılıklı etki ve tepkileri sonucunda ortaya çıkartacağı durumların tarihsel koşullara göre göstereceği farklılıklardır.
      Yarışmacı kapitalizm koşulları altında, işadamları, yabancı ülke pazarlarına mal satabilmek için can atarlar. Hele eğer, dış pazar fiyatları içerdekilerden yüksekse ve dış pazarlama daha büyük kârlar getiriyorsa, yarışmacı firmalar, ellerinden gelen hiç bir çabayı esirgemeyecek, dış pazarlara girecek ve elde ettiği ortalama kâr oranını yükseltecektir. Gene bu firmalar, dış ülkelerden her türlü ürün ve ham madde elde etmek için de ellerinden [sayfa 232] geleni yapacaklar ve kâr oranlarına göre bunları, iç pazarda ya da uluslararası pazarda satmağa çalışacaklardır. Fakat unutmayalım ki, yarışmacı koşullar altında, bu tür dış ticaret mekanizmasının işleyişini sınırlayan bir engel de vardır. Bu engel uluslararası ödemeler dengesiydi. Eğer bir ülkenin kapitalistleri, bir başka ülkeye, ihraç ettiklerinden daha azını oradan ithal etme eğilimi içindeyseler, ortaya çıkacak ödemeler dengesi aksaklığına karşı, oldukça hızlı ve olukça otomatik işleyen bir tepki mekanizması da gelişmeye başlayacaktır. Açık veren ülkede, ekonomik hayat durgunlaşacak ve fiyatlar düşmeye başlayacak ve böylece ithalâtta bir yavaşlama görülmeğe başlanacak (ve ihracatta bir canlanma başlayacak) ya da bu ülkenin parası değer yitirmeğe başlayacak (ve gümrüklerde de birtakım yükseltmeler yapılacak) ve sonuç olarak söz konusu ülkenin dış ticareti bir yeni dengeye yönelecektir. Her iki ülkenin kapitalistleri de, teker teker ele alındıklarında, bu mekanizmanın işlemesini etkileme durumunda değillerdir ve dengenin yeniden kurulması yönündeki gelişimi, canları istesin istemesin, bir veri olarak dikkate almak durumunda kalacaklardır.
      Tıpkı bunun gibi, yarışmacı kapitalizm koşulları altında yer alan sermaye ihracatı da, küçük küçük bir sürü sermaye hareketinden oluşmaktadır. Zaten, yarışmacı düzende, kapitalistlerin elinde öyle büyük sermayeler de yoktur, dış ülkelere yatırım yapma işi, bu çağ firmalarının belirgin özellikleri de değildir; eğer sermaye ihracatı yapmışlarsa, bu, özel tarihsel koşulların biraraya gelmesi sonucu bir rastlantıdır. Örneğin, Britanya'nın ondokuzuncu yüzyıl başlarındaki sermaye ihracı, bu ülke yurttaşlarının ülkenin sömürgelerine göç etmeleri (anavatandan getirdikleri parayla yeni ülkelerine yerleşme giderlerini karşılayan göçmenlerdir söz konusu olanlar) sonucu ya da serüvenden hoşlanan bazı tacirlerin ellerindeki sermayeyi, kısa dönemli bir döner sermaye olarak [sayfa 233] kullanmak üzere dışarıya götürmeleri sonucu ortaya çıkıyordu.[176] Gene o dönemlerde, bir ülke vatandaşlarının, başka bir ülkede yapılmış yatırımın hisse senetlerine ya da tahvillerine sahip olmak için sermaye ihraç etmeleri olgusu vardı ki, "portföy yatırımı" adıyla anılan bu olgu da, niteliği gereği, ötekilerden pek farklı değildi. Bu akımlardan hiç biri öyle büyük boyutlara ulaşamamış ve dış ülkelere doğru sistematik olarak yatırım yapma eğilimi doğuramamıştır.
      Tekelci kapitalizm koşulları altında, tıpkı birçok başka alanda olduğu gibi, bu konuda da işler tam anlamıyla değişik bir nitelik kazandı. Hızla azalan maliyetlerle çalışmanın tezgâhını kurmuş bulunan tekel ya da tekelimsi işletme, dışarıya mal satma hususunda, yarışmacı selefinden çok daha iştahlı ve kaygılıdır. Gerçekten de, dış pazar fiyatları içerdeki fiyatların altında bile olsa, söz konusu işletme, ihracatını arttırma ve fiyat farklılaştırması yapma (kimi yere ucuz, kimi yere pahalı satma ya da önce pahalı satma ve zamanla ucuzlatma yoluna giderek toplam gelirin ve kârın en yüksek noktalarına çıkarılması işine verilen ad-ç.n.) yollarına gidecektir; çünkü böyle bir tutum, işletmenin kendi ülkesindeki satış fiyatını etkilemeyecektir. Aynı zamanda, büyük çapta üretime girişmiş, sürümden kazanma yolunu tutmuş ve geniş çapta ham madde alıcısı durumunda bulunan böyle bir işletmenin, işini yürütebilmesi için böyle bir tutumun içine girmesi kaçınılmazdır; ellerini kavuşturup, satın alacağı, ithal edeceği ham maddelerin arz ve fiyat değişikliklerini kendi hallerine bırakmak olmaz; bunları denetim altında bulundurmanın yolu da böyle bir tutumu benimsemekten geçer. Dışardan gelen malların tek alıcısı durumunda kalmak ya da böyle bir durumu elde etmek için elinden geleni yapacaktır; "kaynak ülkeye" yatırım yapmak yoluyla kazanılır böyle bir durum -elinde büyük ölçüde sermaye bulunduğu- için bu tür yatırımlara girişmesi işten bile değildir. [sayfa 234]
      Demek oluyor ki, küçük bir yarışmacı firma için değişmez olan bir durum, tekelci için, dev bir şirket için "istenildiği gibi eğilip bükülebilecek ve biçim, verilebilecek bir durum" hâline gelmiştir. Ödemeler dengesi mekanizmasının oldukça otomatik sayılan işleyişi ve bu işleyiş sayesinde, sayısız firmanın ithalât ve ihracatın dengeye yönelmesi ile bir sürü küçük sermayenin uzun ve kısa dönemli karşılıklı gelgitlerinin ayarlanması olgusu, artık, tekelci ya da tekelimsi çabaların karşısına nesnel bir engel olarak dikilmekten uzaktır. Eğer tekelci ya da tekelimsi firmanın ihraç etme isteği, ithal edecek ülkenin ödemeler dengesindeki güçlükler nedeniyle engelleniyorsa, firma, ya bizzat alıcılarına büyük çapta krediler açarak ya da güçlü bankaların kredi açmasını sağlayarak malını satmanın yolunu bulacaktır.
      Eğer ithalâtçı ülkenin hükümeti bir develüasyona (parasının değerini düşürmeye) ya da ithalâtı kısma yönünde başka tedbirler almaya yönelirse, firma da elindeki bütün gücü kullanarak ve yanına diğer büyük firmaları alarak, bu gibi zararlı hükümet girişimlerini önlemeye çalışacaktır. Eğer kaynak ülkenin elindeki ham, maddelerin miktarı azsa ya da bu maddeler başka bir ihraç pazarında değerlendiriliyorsa bunlara ihtiyacı olan firmamız, söz konusu kaynak ülkeye sermaye yatırmaktan ve ham maddeleri kendi avucunun içine almak için her türlü girişimde bulunmaktan kaçınmayacaktır.
      Tekelci kapitalizm koşullan altında sermaye ihraç etmek tereyağdan kıl çekmek kadar kolay değildir elbet ve gittikçe daha büyük boyutlara erişmeğe de can attığı söylenemez. Tam tersine, yalnız içerde yatırımları kısıtlayan bir takım güçler, dış yatırımları da kısıtlamakla kalmıyor, aynı zamanda, özel dış sermaye yatırımlarının önünü tıkayan daha bir sürü engeller ortaya çıkıyor. Öte yandan, tekelci ve tekelimsi firmaların dış ülkelere yatırım yapmaları (ve bunun kendi finansman kurumlarınca desteklenmesi), genel işletme politikalarının içinde ele [sayfa 235] alınan bir iştir. Böyle firmalar, ellerindeki paraları, yurtdışındaki fabrika ve benzeri inşaatlara dökmek istemiyorlar, yabancı pazarların güdümünde hareket etmeye ve onun isteklerini olduğu gibi karşılamaya da niyetleri yok. Bu pazarlara, kıyısal masrafı (marjinal masrafı) son derecede düşük olan ürünlerinden ihraç etme yolunu seçiyorlar; bunu seçmeleri de son derecede doğal! Gene bu firmaların, bir yabancı ülkenin hammadde kaynaklarını geliştirerek, o ülkede en uygun (optimal) üretim boyutlarına ulaşılmasını kolaylaştırmak gibi bir niyetleri de yok. Bir ülkeye yapılacak yatırım da belirleyici öge, elde edilecek ham maddelerin, söz konusu yatırımcı firmanın kendi gereksinmeleridir; yani kendi fabrikalarında ne kadar ham madde kullanacaksa dışarda o kadarını üretme eğiliminde ya da kendi ülkesinde ve başka yerlerde ne kadarını satabilecekse o kadarını üretme yolunu tutuyor.
      Tekelci ve tekelimsi koşulların egemen olduğu pazarda geçerli olan "kârı en yüksek noktasına çıkarma" ilkeleri (yani, pazarı altüst etmeme, güçlü rakiplerle gırtlak gırtlağa bir çatışmaya girmeme ve benzeri gibi ilkelerdir bunlar), iç yatırımlarda olduğu gibi, dış yatırımlarda da geçerlidir. Firmalar büyüdükçe, onların kendi ekonomileri üstündeki etkilerinin de genişlediği, hatta dünya ekonomisinin belli bir kesim üstündeki etkilerinin de genişlediği, belli bir pazarın yapısını belirtmekte daha büyük bir güce eriştikleri ve dolayısiyle başkalarının yatırım, kararları üstünde de söz sahibi oldukları açıktır.
      Bütün bu normal yatırım engellerine ek olarak, dış yatırımlara özgü ve hiç de daha az köstekleyici olmayan başka etmenler de var. Dış yatırımın belli bir şirket için oldukça verimli göründüğü yerlerde bile, dış girişimlerle ilgili siyasal ve toplumsal belirsizliklerin ışığında yatırım kararını bir kere daha gözden geçirmek gerekebilir. Emperyalizm çağında, savaşlar, ulusal ve toplumsal devrimler döneminde bütün bu belirsizlikler göze batacak [sayfa 236] ölçüde artmış ve bunlardan doğan tehlikeler, yatırımcı adayları için, işin çekiciliğini bir hayli azaltmıştır. Askerî çatışma korkusu, "isyan, toplumsal çalkantı ve devrim" korkusu, devletleştirilme ya da uluslaştırılma korkuları, başka ülkelerin dış ve iç ticaret rejimlerinde görülen farklılıkları dış yatırımların hacmini daraltan bir etki yapmaktadır.
      Fakat bu noktada, son derecede köklü ve çığır-açıcı nitelikte önem taşıyan bir olgudan söz etmenin zamanıdır; dış pazarların genişlemesi ve sermaye ihraç etme önündeki bütün bu engeller tekelci ve tekelimsi işletmelerin, edilgin bir biçimde yani kadere rıza göstererek kabul edebilecekleri cinsten güçlükler değildir. Kendi işkolunun (hatta kendi ülkesinin) toplam üretiminde büyük bir payın sahibi olan, büyük bir servet birikimini denetimi altında bulunduran, son derecede uzak noktalarla bile bağlantılar kurmuş ve etki alanını çok genişletmiş olan dev bir şirket, tekbaşına ya da benzer kuruluşlarla elbirliği hâlinde, iç politikayı belirlediği gibi, dış ekonomik ve politik tutumunda da devlete dilediği gibi yön vermede önemli bir rol oynayacaktır.[177] Uluslararası arenadaki bütün işlemlerinin bir sonucu olarak, ileri kapitalist ülkenin büyük bir firması, yalnız kendi öz kaynak gücüne göre değil, ülkesindeki devlet yönetiminin geniş kaynaklarına da el atacak, ayağını başkasının yorganına göre uzatarak boyutlarını ayarlayacaktır.
      İşte böyle bir devlet desteğinin varlığı, tekelci ya da tekelimsi firmanın dış ekonomi eylemleri önündeki engelleri küçümseyerek sanki bunlar yokmuş gibi atılımlar yapmasını sağlayacaktır. Uluslararası pazarların yapıları gereği ortaya çıkan birtakım sınırlamalar da, gene böyle bir devlet desteğinin sağlanmasıyla aşılacak ve gerekli yarışma gücü elde edilecektir. Fakat her hâl ve kârda, uluslararası bir pazar yapısı, tek bir ülkenin iç pazar yapısından daha belirsiz, daha çalkantılıdır. Dünya ekonomisindeki tekelimsi firmaların sayısı, doğal olarak, tek bir ülkedeki [sayfa 237] tekelimsi firma sayısından çok daha büyüktür ve ortak finansman kurumları, kenetleyici ortak yönetimler ve benzeri uzlaşmalara daha seyrek rastlanır. Farklı ülkelere ait tekelimsi firmaların aralarındaki çekişmeyi sınırlayan kurallar daha gevşek olduğu gibi, tekelimsi firmaların birbirini boğazlamaması için tek bir ülke sınırları içinde geçerli olan düzenlemeler de, dünya ekonomisi sahnesine çıkıldığında daha az bağlayıcı olur.[178] Fakat her tekelimsi Titan'ın, dünya pazarlarındaki savaşında kendi devletinden yardım görebilmesi olgusu, her ülkenin kendi iç pazarlarındaki kararlılığı ve dengeyi koruyan etmenlerin burada işe yaramaması sonucunu doğurur. Kendi ülkesinin siyasal, ekonomik ve diplomatik güçlerine sırtını dayayan ve dünya, pazarlarına böyle desteklerle çıkan tekelimsi bir firma, içinden gelen dayanılmaz bir güdüyle, pazarın daha büyük bir kesimini elde etmek için girişimlerde bulunacak ve yeni yatırımları için boş alanlar arama eylemi sürdürecektir. Ödemeler dengesi açıklarından dolayı kötü durumda bulunan ithalâtçı bir ülkedeki müşterilerine krediler açmak, ticaret yönünden pek de akıl kârı bir iş olarak görünmese bile, tekelci iş çevreleri, kendi devlet kuruluşlarının yakasına yapışacaklar ve kredi ya da bağış vermesini isteyecekler; uygun garantiler sağlamasını, bunlarla ilgili riskleri göze almasını gerçekleştirmek için her türlü zorlama yoluna başvuracaklardır. Başka bir ülkede iş yapan rakip bir firmayı ortadan kovmak için göze alınması gereken masraflar çok büyük ise, tekelci iş çevreleri, bu masrafları kendi ülkelerinin hazinesine ham madde üretimini arttırmak için yatırım yapmak söz konusu ise, yatırım yapma niyetinde olan firma, ilk kuruluş masraflarının çok yüksek olması ve umulan kârlılığın ilk bakışta düşük görünmesi nedeniyle, yanına başka firmaları yada bağlı finansman kurumlarını alamıyorsa, bu işin finansman yükünü kendi ulusal hükümetinin omuzlarına yüklemek için çaba gösterecektir.[179] [sayfa 238]
      Dünya ekonomi sahnesine çıkmış dev bir şirketin devletten destek görmesi, durumu, bir başka yönden daha etkilemektedir. Şirketin devleti eliyle, küçük ve zayıf bir ülke üstünde yaptığı, ekonomik, siyasal ve askerî baskı sonucu, daha önce bu ülkede at oynatan bir başka ülke firmasının bu alanı tamamen terketmesi olayı ortaya çıkabilir. Tekelimsi firmanın devleti, söz konusu küçük ve zayıf ülkeye borç verirken, bunun koşulu olarak, içerdeki yarışma dengesinin kendi ülke firmasının lehine ve önemli ölçüde değiştirilmesini öne sürebilir.[180]
      Gene aynı biçimde, yabancı ülkede yapılacak yatırımın önündeki engellerden sayılan siyasal belirsizlikler, toplumsal ayaklanma tehlikesi, bağımlı devletin düzenlediği gibi etmenler de, emperyalist güçlerin hükümetleri yardımıyla etkisiz hâle getirilebilir. Bir dev şirketin, sattığı malın tek alıcısı ya da ithal ettiği malın önemli bir kaynağı (ve/veya kredi açabildiği tek pazar olarak karşısına zayıf ve küçük bir ulus çıkabilir: o zaman, söz konusu dev şirket, ya tek başına ya da kendi devletinin de desteğini alarak, ülkenin iç politikasına da karışmakta, o ülkenin yöneticilerini satın almakta, görevlerine yerleştirmede ve görevlerinden atmada, politikacılarını göklere çıkarmada ve yerin dibine batırmada gönlüne göre at oynatmaktadır. Gerektiği zaman, kendi tekelci eylemlerinin "özgürlük" içinde yürümesini garanti altına almak için (!), emperyalist ülkesinin silâhlı kuvvetlerinden yardım almayı da başarır.
      Demek oluyor ki, tekelimsi firmaların dünya sahnesindeki çekişmeleri, gittikçe artan bir ölçüde, emperyalist ülkeler arası bir güç yarışı, bir gövde gösterisi hâlini almakta. Bu çekişmenin sonucu, yalnız firmaların güçlerine değil, bunların bağlı bulunduğu ülkelerin siyasal ve askerî olanaklarına dayanılarak belirlenir. Bir ülkenin, sırtını devlet kuvvetlerine dayamış tekelci ya da tekelimsi firmalarının dış ticaret ve dış yatırım eylemlerinin sınırlarını belirleyen gene sırtını devlete dayamış başka ülke [sayfa 239] firmalarının göstereceği direnç ile bağımlı devlet halkının boyun eğmeme gücüdür; bu arada, bağımlı ülke hükümetinin içinde bulunduğu toplumsal ve siyasal koşullar da, onun, büyük iş çevreleri çıkarlarına boyun eğmesini kolaylaştırır ya da zorlaştırır.
      Bu da, kaçınılmaz olarak, her kapitalist ülkenin, dış ticaretten ve dış yatırımdan elde edeceği üstünlüklerin önemli ölçüde değişken olmaları sonucunu doğurur. Her kapitalist ülkenin kendine göre bir iç politikası ve ulusal gücünün büyümesinde kendine özgü bir temposu vardır (yani her ülkenin endüstri ve finansman gurupları kendilerine göre bir gelişme gösterirler) ve bu yüzden de dünya ekonomisindeki yeri zamanla değişmektedir. Dünya pazarlarında, her an bozulabilen barış ve denge dönemlerinin arkasından kargaşalıkların ve sürtüşmelerin gelmesinin nedeni budur. Karteller ve kota anlaşmaları düzeni altında "normal" sayılan bir barış içinde birlikte yaşama döneminin arkasından, bir de bakarsınız, kesin çıkar Çatışmaları ve açık savaş dönemleri gelivermiştir. İleri bir kapitalist ekonominin, dış ilişkilerinden elde ettiği atılım gücünün yoğunluğu, yalnız ülkeden ülkeye değil, dönemden döneme de değişikliğe uğrar. Bugün bu ülke için çok elverişli olan koşullar, yarın, bir de bakarsınız, başka bir ülkenin çıkarlarına daha uygun gelecek biçimde değişikliğe uğramış; bir rakip ya da birkaç rakip, bu yeni durumdan kârlı çıkmış...
     
       

V


      Dış ekonomik ilişkiler kanalına "otomatik olarak" akıtılan ekonomik artık miktarı, emperyalist güçlerin ekonomilerinde yer alan ekonomik artık konusunda yaklaşık bir fikir vermekten bile çok uzaktır. Asıl önemli olan, bu ilişkilerin, ileri kapitalist ülke hükümetlerinin eylemleri üstünde, bunların büyüklüklerini ve niteliklerini belirleme [sayfa 240] konusunda oynadıkları roldür. Yukarda da belirttiğimiz gibi, tekelci ve tekelimsi firmaların dünya ekonomisindeki yerleri geniş ölçüde, kendi devletlerinden görecekleri desteğe bağlı olarak belirleniyor. Bu destek, artık bir ya da iki yüzyıl öncesinde görüldüğü gibi olmuyor; o günlerin küçük çaplı destekleri günümüz için yeterli değildir. Forein Offise'in (İngiliz Dışişlerinin) tepesi attı mıydı, belli bir yere savaş gemisi gönderir ve bu, eski camların henüz bardak olmadığı günlerde, işleri "normale döndürmeğe" ve büyük bir ülkenin işadamına karşı "akılsızca" hareket eden küçük ülkeyi yola getirmeğe yeterdi! Bugün ise, devlet işe karıştı mıydı tam karışmalıdır! Ekonomi terimleriyle söylenecek olursa, büyük devlet kredileri bağışlar ve "teknik yardımlar" verilmeli, dış eylemlerde işbirliği istenen ülkeye avuç dolusu ödemede bulunmalıdır. Siyasal terimlerle söylenecek olursa, işbirliği için seçilen ülkede, gerektiği kadar ve gerekli görülen yerlerde, askerî üsler kurulmalı, böylece hem o ülkenin iç toplumsal ve siyasal dengesi sağlanmalı, hem, de, etkilenmeğe açık diğer ülkelere göz dağı verilerek, onların da uygun ekonomik ve toplumsal politikalar uygulama yönünde yola getirilmesi sağlanmalıdır. Bütün bunların sonucunda ortaya nasıl bir denge çıkarsa çıksın, bu, sağlam bir nitelikte olmayacaktır yalnız. Dünya koşullarının çekişen güçlerin değişen olanaklarına göre yeniden ayarlanması demek olan küçüklü büyüklü savaşlar, her zaman, ne kadar dayanacağı belli olmayan nâzik birtakım dengelere, yeni dengelere yol açıyorlar.
      Tekelci kapitalizm koşulları altında sosyo-ekonmik kümelenme, kamuoyunu olsun, ilgili kamu görevlilerini olsun, kanun koyucuları ve aydın önderleri olsun, emperyalizmin türküsünü söylemek üzere koşullamaya yönelmiştir. Elli yıldan daha uzun bir süre önce yazdığı kitapta Hobson, söz konusu mekanizmanın nasıl işlediği konusunda bize bir fikir vermekteydi.[181] Konuyu açıkça iyi kavradığı izlenimini veren bu yazar, işin içindeki, bütün [sayfa 241] incelikleri ortaya koyamamıştır. Tekelci iş çevrelerinin, ileri kapitalist ülkelerin politik aygıtını, kendi dış ekonomik çıkarlarını elde edecek şekilde parmağında oynatmakta kazandığı göz kamaştırıcı başarının en önemli etmeni, bu yöndeki çabalarını, yalnız ve hatta öncelikli olarak, kendi halk kitlelerini uyutma yöntemine dayandırmaması, kamu görevlilerini yolsuzluk yapmağa yönelterek ve politikacıları ihanete zorlayarak emellerine ulaşma işini ikinci ve hatta daha geri plânda tutmayı bilmesi noktasında toplanıyor. Emperyalist politikanın, emperyalist ülkedeki sıradan vatandaşın bile çıkarına olabileceğini, Lenin açık-seçik görmüş ve dikkatleri, tekelci iş çevrelerinin aşırı kârlarından pay alan "işçi aristokrasisi" ne çekmiştir.[182] Engels'in Marx'a gönderdiği bir mektupta da (7 Ekim 1858 tarihli), ana hatlarıyle aynı olguya parmak bastığı görülmekte: "İngiliz proletaryası günden güne burjuvalaşıyor; böylece, bütün ulusların en burjuvası olan İngilizler, kendi burjuva sınıflarının yanında, bir burjuva aristokrasisi ile bir işçi aristokrasisinin boy atmasını sağlama yönünde çaba gösteriyorlar. Bütün dünyayı sömüren bir ulus için hiç kuşkusuz, bir bakıma anlayışla karşılanması gereken bir tutum doğrusu!".[183] Gerçekten de, emperyalist politikaların meyvalarını, yalnız ileri kapitalist ülkenin plütokratik doruğunda oturanlar toplamıyor, bunların yakın çevreleri ile uşaklarına da bir pay düşüyor elbet ve bunun böyle oluşu, tekelci kapitalizm altında yaşayan tüm, toplumun varlığını sürdürmesinde ağırlığı bulunan bir etmendir.
      Burada söz konusu, olan, emperyalist ülkenin dış ticaret ve dış yatırımları sonucu, kendi ülkesinde sağladığı gelir artışı ile daha çok insana çalışma olanağı yaratması değil. Tek tek şirketler ve hatta holdinglerin gelirlerinde ve işçi sayılarında, dış ekonomik ilişkiler sonucu büyük artışlar görülse bile, ulusal ekonomi açısından bunların etkileri devede kulak mertebesinde kalmaktadır.[184] Böyle de olsa, dış ekonomik eylemlerden sağlanan kısa [sayfa 242] dönemli bazı çıkarların varlığı, emperyalist politikaların güdülmesinin temel nedeni olmaya devam edecektir; fakat böyle bir temel üstüne kurulacak siyasal kurumlar ve ideolojik gerekçeler sallantılı olmaktan da kurtulamıyor. İleri bir ülkeyi, yalnız yolsuzluğa başvurarak ve rüşvet yedirerek ancak kısa bir süre için parmağınızda oynatabilirsiniz; "Dünyaya çeki düzen vermek beyaz adamın sorumluluğudur" gibi bir felsefe ve ırk üstünlüğü gibi bir doktrin de, emperyalizm ile onun ürünleri olarak ortaya çıkan, "bir avuç insana etek dolusu kâr sağlama" sonucunun arasında insanın aklını başından alan güçlü bir çelişki bulunduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz; çelişki, böyle bir sonuç için katlanılması gereken insan ve madde kaybının büyüklüğünden ileri geliyor ve atılan taş ürkütülen kurbağaya değmiyor. Bu çelişki, yolsuzluk yapmayı alışkanlık hâline getirmiş birtakım emperyalizm sözcülerinin durumunu güçleştirmekten ve bunların ikiyüzlü ve kandırıcı masallarının içindeki palavrayı açığa vurmaktan başka bir işe yaramıyor; artık her iki görevi de, emperyalist politika ve "kültürün" kafatasçı kesimleri üstlerine alacaklardır.
      Emperyalist politikaların ileri kapitalist ülkeye sağladığı dolaysız üstünlükleri incelemekle yetinmeyip bunların tüm olarak etkilerini incelemeye başladığımız zaman konu, tamamen farklı bir görünüş kazanmaktadır. Bağımlı ülkelerin "dost ve kardeş" hükümetlerine açılan krediler ve yapılan bağışlar ,belli bölgeleri "korumak" ya da belli bir politikayı dış ülkelere "benimsetmek" için kurulmuş askerî üslere yatırılan paralar, propaganda yapmak, karışıklıklar çıkartmak ve hem bağımlı ülkelerde hem de rakip ya da "güvenilmez" bir başka emperyalist ülkede yapılan casusluk eylemleri için harcanan paralara eklenince, son derecede büyük toplamlara ulaşılmaktadır. Yıllık ulusal üretimin (GSMH'nın) büyük bir kesimini yutan bu tür harcamalar, örneğin Birleşik Devletlerde, son 10 yılın ortalaması alındığı zaman, yüzde 20'yi (GSMH'nin [sayfa 243] % 20'si) bulmaktadır; ne var ki bu sonuncu rakam, işin önemini yansıtmak bakımından yetersiz sayılmalıdır. Ekonomik artığın, bu tür işler için harcanan kesimi cinsinden düşünüldüğünde, konunun önemi daha iyi anlaşılır yüzde oranı büyümektedir çünkü. İleri kapitalist ülkede, ekonomik artığın bu biçimde harcanmasının ulusal gelir ve toplam çalıştırma düzeyleri üstündeki etkileri, dış ekonomik eylemlerinin yarattığı gelir ve çalıştırma etkilerini kat kat aşan ölçülere varmaktadır. İkinci, birincinin yanında devede kulak kalır ve koca bir kayayı yerinden oynatabilen bir serseri taş parçasına benzetilebilir.
      Emperyalist politika araçlarının, ilk hedeflerini, hemen tamamen gölgede bırakmasının çok sayıda ve çok önemli sonuçları vardır. Kabına sığmayan bir ekonomik artık için bir büyük akış yolu sağlayan, emperyalist politikanın zorunlu fiyatı olan bu tür ödemeler, devletin "büyük ödeneklerinin" başlıca biçimini oluşturmaktadır; "tam çalıştırma" adına devletin işe karışmasının özünde de söz konusu akışı sağlama kaygıları yer almaktadır. İşte bu tür devlet harcamaları, tekelci kapitalizmin seve seve katlandığı girişimlerdir. Bunlar, ürettikleri mallar için ek talepler yaratarak büyük işletmelerin ekmeğine yağ sürdükleri gibi, normal pazarlarına da karışmazlar; sonra bunların diğer harcamalarda görülen sakıncaları da birlikte getirmedikleri anlaşılmıştır; hem kâr oranlarını yükselten, hem de daha çok insanın iş bulmasına olanak sağlayan bu tür harcamalara seve seve katlanılır elbet! Böylece, emperyalist politikaların aynen sürdürülmesi ve hatta giderek genişletilmesi ile buna bağlı olarak askeri, harcamaların arttırılması gibi işler, yalnız bunlardan dolaysız çıkarı olan kişiler tarafından da desteklenmekle kalmıyor: dış ülkelerdeki işlerini yürütmek için sırtını devlete dayamış şirketlerin, işi gücü devlete savaş araç ve gereçleri satmak olan firmaların, en büyük sorumluluğun kendi omuzlarına yüklendiği sanısı içinde, alçak dağları ben yarattım havasıyla göğüs kabartan general ve [sayfa 244] amirallerin, varlıklarını bu tür emperyalist politikaların uygulanmasına borçlu çeşitli kuruluşların çatısı altında üstün yeteneklerini ortaya koyma olanağı bulan aydın kişilerin ve tekelcilerin masa artıklarını, kırıntılarını toplamaya yatkın "işçi aristokrasisinin" yanısıra, devletin askerî amaçlarla yaptığı büyük çapta harcamaların, bir bütün olarak toplum açısından, bütün sınıf, gurup ve tabakalarıyla toplum açısından yapılması zorunlu, temel harcamalar olduğu belli olmaktadır. Çünkü bütün bu insanların işleri ve gelirleri, iş hayatının yüksek düzeylerde tutulmasına bağlıdır.
      Bu koşullar altında, tekelci iş çevrelerinin çıkarları ile onun egemenliği altında yaşayan diğer insanların çıkarları arasında büyük bir uygunluk ortaya çıkmağa başlamaktadır. Oskar Lange'nin güzel deyimi ile bir "halk emperyalizmi" çıkmıştır sahneye ve tarafları birbirine bağlayan, çeşitli çıkarları uzlaştıran öğe de "herkese iş bulunması"dır. Böyle bir formülün gölgesi altında, tekelci kapitalizm, halk kitlelerinin, kendisine kayıtsız şartsız boyun eğmesini, egemenliğinin bölünüp dağılmamasını, devleti açıkça ve tam anlamıyla denetlemeyi, iç ve dış politikayı belirleme yetkisini garanti altına almış olur. Bu formül, işçi hareketinin de hoşuna gitmektedir; çiftçilere de rahat nefes aldıran bir formüldür; "kamu oyu" da hoşnutlukla karşılar bunu ve sonuç olarak tekelci kapitalist rejime muhalif olanlar, daha gık demeden susturuluverirler.
     
       

VI


      Bu parlak ekonomik bolluk tablosu da, bu göz kamaştırıcı toplumsal ve siyasal uygunluk da aslında son derecede kandırıcıdır. Tekelci kapitalizmin temel problemi olan "fazla üretim ve işsizlik" sorununun üstesinden [sayfa 245] gelindiği izlenimini verdiği gibi, sistemin, bir kararlılık, bir sürekli denge içinde işlediğini, "ilke olarak" bunun da sağlama bağlanmış bulunduğu yanılgısını doğurur insanın kafasında. Burjuva ekonomi biliminde, şu ya da bu biçimde, daima yerini alan böyle bir kapitalizmin tablosu günümüzde, Keynes'ci tam çalıştırma kuramcılarının elinde, bugüne kadar ortaya sürülmüş en "ince formüllere" dayandırılmaktadır. Bir yandan sürekli bir sermaye birikimi olayı ile diğer yandan da ekonomik artığın bir türlü eritilememesi olayı ile karşı karşıya kalan ve kısa dönemdeki gelir paylaşılması sorununu da kuramsal olarak kavramış bulunan Keynes'ciler, her türlü harcamanın bolluk getireceğini, ekonomik artığın her türlü kullanımının genel refah sağlayan yönde işe yarayacağını öne sürüyorlar ve doğrusu bu derin kavrayış güçlerinden dolayı da kendilerini pek beğeniyorlar.[185] Önünde sonunda bir "ehven-i şer" olarak nitelendirilebilecek bir durumu "mutlak bir iyilik olarak değerlendirmenin saçmalığının farkına vardıkları zaman, bu gibi ekonomistler, "daha önceden kazılıp hazırlanmış olan siperlerine" çekilmekte ve bu defa da, "gelir artışı ve çalışanların çoğalması" diye tutturuyorlar, "toplam talepte bir genişleme yapar, yani tüketimi arttırır, yani yatırımları arttırır ve sonunda pazar genişlemiş olur. Kamu harcamalarının savaş hazırlıkları için çarçur edilmeleri hâlinde, yapılan işin, "bir ehveni şer" olmaktan bile uzak bulunacağını belirterek konuya açıklık kazandırmak gerekli. "Pratik zekanın" kullanılmasıyla ulaşılan saçmalıklara örnek olarak, kırk yıl aransa, söz konusu ekonomistlerin düşünceleri kadar iyisi bulunamaz: Ortada koskoca bir israf var, adamlar bu konuda hiç bir şey söylemiyorlar da, bu israfın yan ürünlerini, yani tüketimde ve yatırımda (o do kesin değil ya!) görülebilecek belli bir artışı anlatmakla bitiremiyorlar.[186]
      Ekonomistlerin bu alandaki saçmalıkları, onların hizmet etmek ve ebediyen yaşatmak için çırpındıkları toplumsal ve ekonomik sistemin saçmalığını yansıtmaktan [sayfa 246] da öte bir şey.[187] Halkı sürekli olarak tekelci kapitalizmin gerekleri yönünde koşullayan koskoca bir ideolojik aygıtın bir öğesidir bu saçmalıklar. Gerçekten de, "her harcama iyidir" ilkesinin yardımıyla yürütülen ve kaynakların akla en uygun bir biçimde nasıl kullanılacakları konusunu aydınlatmağa çalışan her araştırma, anlamsız kalacaktır. Niteliklerine, verimliliklerine ya da insan mutluluğunu arttırıp arttırmadığına bakılmaksızın, tekelci iş çevrelerinin yaptığı her türlü harcama, artık eskisi gibi yalnız bir kârlılık testinden de geçirilmeden, kutsallık katına çıkarılmaktadır. Bu tür harcamalar, gelir ve çalıştırma artış, için zorunlu görülmesinin yanısıra, işte böyle bir de kutsallık payesi kazanıyorlar şimdi.[188] "Harca da nereye harcarsan horca!" ilkesi, bir kere kutsallık payesine erişince, devlet harcamalarının nitelikleri ve amaçları bakımından belli bir hesap süzgecinden geçirilmeleri gerektiği ortaya çıkabilecek her türlü kaygıyı da bir yana itmiş oluyor! toplam talebe eklenen ve ekonomik hayatın daha da canlanmasına yal açan bir tür harcama politikasının zorunluluğu artık önemli değildir, çünkü, "Harca do..." ilkesi yürütmektedir.
      Doğrusu istenirse, ekonomik artığın oldukça büyük bir kesiminin askerî amaçlarla, stokları alabildiğine arttırma amaçlarıyla ve verimsiz işçileri çoğaltma uğrunda kullanılması, yani bir sistemli israf söz konusu ve bu tekelci kapitalizm için gerekli "dış itme gücü" görevini yapıyor, bunalıma karşı ilk akla gelen çare oluyor ve gittikçe ortan işsizlik hastalığında ağrıyı "geçici olarak dindiren" bir ilâç yerine geçiyor. Fakat tıpkı diğer bütün uyuşturucu maddelerde olduğu gibi, bu iğnenin de kola yapılması zor iş ve üstelik etkisi de geçici! Daha kötüsü, bu ilâç, hastanın uzun dönemli sağlığını büsbütün bozmakta.
      Belli hacimde bir devlet harcaması ile gelir ve çalıştırma düzeylerini bir miktar arttırma olanağı var. yeni düzeylere ulaştırma olanağı da var. Devlet harcamalarının askerî malzeme talebini artırması sonucu, hemen girişilen [sayfa 247] yeni özel yatırımların varlığı da, böyle bir mekanizmadan dolayı göğsü kabaranları büsbütün güçlendiriyor; silâhlanma işleri, sürekli olarak yeni verimli işletmelerin açılmasını, hızlı bir teknolojik gelişmeyi, en yeni üretim araç ve yöntemlerinin kısa dönem içinde uygulama alanına konulmasını gerektiriyor.[189] Bütün bunlar yapıldığında, toplam talep de artacaktır hâliyle ve kapitalist işletmelerin karşısında yer alan pazar da genişlemiş olacaktır. Üretim düzeyinin eskisinin üstüne çıkması demek, genel olarak fiyatların ve kârların da düşmesi anlamına gelir ama, böyle bir pazar genişlemesi olursa bu kalemlerde bir düşme zorunlu değil. Bu durum sonunda, ekonominin hem tekelci hem de yarışmacı kesimlerinde, yatırımlar kamçılanır bile, birinciler yeni makinalar alır ya da fabrikalarını büyütürler, ikinciler ise yeni işler kurarlar.[190] Söylemeğe gerek bile yoktur ki, ulusun toplam üretici kuruluşlarındaki bu büyüme, ekonomik artığın çarpur edilmeyip akla uygun bir biçimde kullanılması sonucu elde edilebilecek büyümeye kıyasla, solda sıfır mertebesindedir. Eğer söz konusu ekonomik artık doğru dürüst yatırımlara yöneltilmiş olsaydı çok daha büyük verim sağlanırdı. Fakat her şeye rağmen, Amerika gibi zengin ülkelerde bile, "uyarılmış yatırım" denilen kalemlerin büyük önemi vardır. Verimsiz alanlara yöneltilmiş bile olsalar, bu tür net yatırımlar verimlilikte, hiç yatırım yapılmaması haline kıyasla, elbette ki büyük ilerlemeler yapacaklardır. Örneğin eğer, net yatırımın yokluğu hâlinde, yani eski makinaların yerini aynı değerde yeni makinalar alması hâlinde verimlilik yüzde 1.5 kadar artıyorsa, böyle bir "dış itme gücü" sonucu, eskiden bulunmayan makinaların üretime sokulmasıyla, yani net yatırım yapılmasıyla elde edilecek verimlilik artışı, yılda işçi başına yaklaşık olarak yüzde 3'ü bulacaktır. Bunun anlamı şudur: belli bir üretim düzeyini sağlamak için her yıl eskisinden yüzde 3 daha az insangücü çalıştırmaya ihtiyaç vardır. Eğer her yıl, işgücündeki (çalışan nüfustaki) artış net yüzde 1'i buluyorsa (toplam üretim [sayfa 248] hiç artmasa ve ulusal gelir hep aynı düzeyde "yeniden üretilse"de, işsizlik, her yıl, yüzde 4 oranında artacak demektir bu hesaba göre. Hiç kuşkusuz, böyle sürekli bir oranla artan işsizlik, bir süre sonra bir çığ gibi kendi kendisine büyüyecek ve kapitalistlerin kendi işlerinin tıkırında gitmesi için "gerekli buldukları" bir sanayi yedek ordusunun adam sayısın kat kat aşacaktır. Başka deyimle, "tam çalıştırmanın" sürdürülmesi isteniyorsa - egemen çıkarlar açısından belli bir işsizlik oranı hesaba katılmadan yapılan bir tam çalıştırma düzeyi tanımı olsa bile bu-, üretimin, verimlilik büyümesi ve işgücü genişlemesiyle at başı gidecek bir hızda arttırılması kaçınılmaz görünmektedir.
      Bu ise bizi incelememizin başında ele aldığımız probleme götürür. Sistem, bir kere kendisini yeni bir üretim ve gelir düzeyine göre ayarladı mı, her yeni düzey, özelliklerini daha önce tartıştığımız, "belli bir durum", "kurulu düzenin belli bir durumu" olup çıkacaktır. Toplam talep belli bir düzeyde dengeye oturacak, tekelci ve tekelimsi firmalar yeniden, üretimleri ve satış fiyatları bakımından "en uygun" durumlarını bulacaklar, ekonominin yarışmacı firmalardan oluşan kesimi ise, yeniden kalabalıklaşmaya dolup taşmaya başlayacak ve bu kesimde, kâr oranları yeniden düşecektir. Ekonomiye devlet harcamalarının şırınga edilmesinden ileri gelen gelir artışı, eğer yeteri kadar büyükse, yalnız serüvenci küçük işadamları arasında değil, geleneksel olarak tedbirli ve ihtiyatlı sayılan büyük şirket yöneticileri için bile, bir iyimserlik ve "güven" ortamının yaratılmasına yol açacaktır. Böyle bir ortamda, hemen herkes, "Ekonomik gelişmenin sınırı gökyüzündedir!" (yani sınır tanımaz) diye düşünmeğe başlayacaktır. İşte böyle bir iyimserlik ve sevinçten baş dönmesi havasında, üretim kapasitesi, toplam talep artışının gerektirdiğinden daha büyük hacimlere götürülür. Gerçi kapasite artışı demek yatırım artışı demektir ve her yatırım artışı geliri arttırır; Fakat kapasite artışı talep artışını kat [sayfa 249] kat aşar. Aşırı kapasite, ekonominin yalnız yarışmacı kesiminde değil, tekelci ve tekelimsi işletmelerin doldurduğu kesimlerinde ve işkollarında da görülür. Böylece, ekonomik sistemin daha önce karşılaştığı sorun, hem de daha büyümüş ve kökleşmiş olarak, yeniden boy gösterir. Çünkü, "bu yeni belli durum", "bu yeni denge noktası", aşırı kapasitenin eskisine göre çok genişlediği, yatırım yapmayı özendirecek etmenlerin çok daha zayıf bulunduğu ve toplumun ekonomik artığının, yalnız mutlak miktar olarak değil, aynı zamanda toplam üretime ve gelire oranla daha da büyük olduğu bir aşamadır artık. Bu sonuncu olgunun nedeni devlet harcamalarının finansman yöntemidir daha çok. Bu ise üstünde ayrıntılı olarak durulması gereken bir konu.
     
       

VII


      Önceden belirlenmiş bir çalıştırma düzeyine erişmeyi hedef olarak seçmiş bulunan bir devlet politikasının dayanabileceği başlıca temel, böyle bir gelir düzeyinde elde edilecek aktüel ekonomik artık ile özel yatırımlar arasındaki uçurumu dolduracak kadar harcama yapmaktır. Bu, uçurum ne kadar genişse ve hedef olarak seçilen çalıştırma düzeyi ne kadar yüksekse, gerekli harcamaların da o kadar büyük olacağı gün gibi ortada. Böyle bir harcamayı finanse etmenin en basit yolu bütçe açığıdır; ya para basılarak ya da iş çevrelerinden, finansman kurumlarından ve parası olan yurttaşlardan borç alınarak kapatılmış bir açıktır bu. İlk bakışta en kolay ve en az problem yaratıcı cinsten görülen bütçe açığı yönteminin, ne kadar uzun bir süreyle işleyip bir çözüm getirmeye devam, edeceği şüphelidir. Eğer bütçe açığı yoluyla finanse edilen kamu yatırımları verimli alanlara yöneltilmişse, halkın eline geçer, para ya da paramsı (bono. senet vb.) şeylerin karşılığında kararlı bir tempoda artan bir mal hacmi [sayfa 250] de bulunacak demektir. Fakat eğer kamu harcamaları verimli alanlara yöneltilmemişse, bu paralarla askerî malzeme ve "benzeri emtia" üretilmişse, devlet harcamalarının açık bütçe yoluyla finansmanı, halkın elindeki para (ya da paramsı şeyler) ile pazardaki mallar arasındaki dengenin gittikçe daha da bozulmasına yol açacaktır. Bu da, önünde sonunda, sürekli olarak artan bir enflasyon tehdidi yaratacaktır. Önceden kestirilmeyen koşulların (örneğin savaş gibi savaşın yarattığı kıtlıklar gibi koşulların) etkisi altında, herkesin elinde birikmiş parası ya da paramsı değerleri pazara dökülür ve elle tutulur, gözle görülür mallara dönüşmek ister, spekülasyon (istifçilik) bu malların arzını kısar ve ekonominin enflasyonun boyunduruğuna girmesini kaçınılmaz kılar. Enflasyon koşulları altında, kâr oranları artsa da, gelir paylaşımı terazisinin kolu giderek daha çok kapitalist sınıfın lehine bir değişikliğe uğrasa da, bizzat kapitalistler, paranın satın alma gücündeki önemli bir düşüklüğün sonuçlarına göğüs vermek istemezler. Akla uygun hesap yapma işini altüst eden, firmaların ve tek tek kapitalistlerin elindeki para ve benzeri değerleri sabun köpüğü gibi eriten enflasyon, modern kapitalizmin bir ağ gibi hayatı sarmış kredi mekanizmasını tehlikeye atar, bankaları ve finansman kurumlarını sudan çıkmış balığa çevirir; enflasyonun iş çevreleri açısından bugüne kadar görülmüş en büyük zararı da budur zaten.[191] Dahası var: borç verenler ile borç alanların çıkar çatışmalarını keskinleştiren, yeni orta sınıfların ve mülk sahiplerinin ellerindeki avuçlarındakini satmalarına ve mülksüzleşmeye başlamalarına yol açan, işçilerin gerçek gelirlerini, yani ücretlerinin gerçek satın alma değerlerini hiçe indiren ve nihayet devlet otoritesini epeyce sarsan bir süreçtir enflasyon. Bütün bunlar, kapitalist düzenin toplumsal ve siyasal birliğini de zedeleyecektir elbette. Söylemeğe gerek yoktur ki, enflasyon tehlikesi ve bu tehlikenin sonucu olarak ortaya çıkan olaylar, bütçe açığının bir "derde deva" olarak kullanılma [sayfa 251] sıklığı ve genişliği arttıkça daha bir sarsıcı oluyorlar. Potansiyel olarak harcanabilir, yani harcamak için bekleyen birikmiş paraların bir Demokles Kılıcı olarak yarattıkları tehdit gittikçe artıyor ve bunun korkusu, ekonominin üstüne, gittikçe büyüyen bir kâbus olarak çöküyor. Demek oluyor ki bütçe açığı son derecede dikkatli kullanılması gereken bir âlettir ve savaş gibi, büyük ekonomik çöküntü dönemleri gibi özel zamanlarda kullanılmak üzere saklanmalıdır. İşte, devlet harcamalarının silâhlanma sonucu, enflasyonist baskıların en şiddetli oldukları çağlarda, savaş tehlikesini arttıran bir finansman yöntemi yaratmaları (uygunsuz bir finansman yöntemi olmaları) nedeniyle, "bütçe açıklarının" kabulüne olanak kalmaması tam da bu noktada ortaya çıkıyor.
      Demek oluyor ki, daha uzun dönemli bir politika sorunu olarak, önceden belirlenmiş bir gelir ve çalıştırma düzeyini sağlayacak olan harcamaların, hiç değilse büyükçe bir kesimi, vergi gelirleriyle karşılanmalıdır Yani devlet harcamaları oldukça dar sınırlar içinde kalmak zorundalar, anlamına gelir bu da. Çünkü kapitalizmde normal olarak kullanılmakta olan vergi mekanizmasının özünde, ekonomik artığın bir kısmını emip almak (kurumlar vergisi ve kişisel gelir vergisi yoluyla) da vardır, tüketimi kısmak da. Bir açmazla karşı karşıyayız burada: istenen gelir ve çalıştırma düzeyini tutturmak için devletin harcamak zorunda bulundu ekonomik artık dilimi, böyle bir amaçla harcanmasaydı, tüketime yönelmiş olacaktı. Toplam vergi gelirleri "oldukça iyi" sayılabiliyorsa, herşey yolunda demektir, ipin ucu kaçmış değildir. Daha önce de gördüğüm gibi tekelciler ve benzeri firmalar, kendilerine salınan vergilerin tümünü ya da önemli bir kesimini, mallarını satın alanlara, müşterilerine aktarırlar (yani bunlar ödedikleri vergileri başkalarına yansıtabilirler.) Sistemin iyice sıkılması hâlinde elde edilebilecek ek bir ekonomik artık için yani ekonominin yarışmacı kesiminin ödeyeceği vergiler açısından bile bir yansıma mekanizması [sayfa 252] yoktur. Çünkü, bu kesimi oluşturan irili ufaklı işletmelerin tümü de, Profesör Scitovskiy'nin terimleriyle söyleyecek olursak, "fiyat yapıcı" değil, "fiyata boyun eğici" firmalardır.[192] Yansıtılan vergi yükünün ne büyüklükte olacağı, sınama yanılma yoluyla bulunacaktır. Bunun büyüklüğü, bir yandan, verginin çeşitli gelir gurupları arasında dağılmasına bağlıdır. Diğer yandan da, nüfusun bazı kesimlerine düşen gerçek gelirleri (vergi yoluyla ellerinden alarak) azaltırsınız, sonra da bu paralarla çalışma olanaklarını geliştirir, daha çok insana iş bulur ve bu kez de onların gerçek gelirlerini arttırmış olursunuz! Konuya şöyle yukardan topluca baktığımızda, eğer uygun bir siyasal atmosfer varsa, uzun zaman sürdürülebilir bir "yüksek vergi geliri düzeyi"nde kalınması başarılacak demektir; çünkü çatışan çıkarların sonunda böyle bir dengeye ulaşılmaktadır.[193]
      Eğer devletin önceden belirlediği tam çalıştırma düzeyine (ki bunun gerçekten de herkesin kendisine uygun bir iş bulabildiği bir ortam anlamına gelmesi gerekmez) erişmek için yaptığı harcama çok büyük rakamlara ulaşacak ve denk bir bütçe çerçevesinde finanse edebilecekse, o zaman, manzara geniş ölçüde değişikliğe uğrayacaktır. Teknik olarak, böyle bir sonuç almanın (yani denk bütçe ile tam çalıştırma sağlamanın) imkânsız olmadığı kanıtlanmış bulunuyor,[194] fakat bu işin uygulama alanına aktarılması, yani "kuvvetin fiile dönüştürülmesi" bugüne kadar başarılmış değildir. Çünkü nitelikleri gereği, kamu harcamaları, toplam üretimin "fahiş" bir kesimini askerî giderlere ve benzeri verimsiz alanlara yöneltmek anlamına gelmektedir - eğer bir de "uluslaştırma", "kamulaştırma", "toplayıp yeniden dağıtma" gibi işlemlere girişiyorsa devlet bütçesi, toplam gelirin çok daha büyük bir dilimini yutacak demektir; Doğrusu, böyle bir durumda, geriye pek bir şey kalmayacağa benzer. Böyle bir ortamda, vergi, yükünü halkın sırtından kaldırıp tekelci ve benzeri kuruluşlarının omuzlarına yüklemek de olanaksızdır [sayfa 253] yada sen derece güçtür; rekabetçi kapitalistlerin, çiftçilerin yeni orta sınıf üyelerinin, işçilerin ve benzeri diğer gurupların omuzlarındaki vergi yükü de, gene böyle bir ortamda, onlarda kımıldamaya bile takat bırakmaz. Böyle yüksek bir vergi yükü politikasının kapitalist sistemin toplumsal dengesi üstündeki bozucu etkileri ve bunların getireceği siyasal tehlikeler, sürekli bir enflasyonun getireceklerinden daha da kötüdür.
      Devletin, ulusal gelir ve çalıştırma düzeyini yükseltmek için giriştiği bir başka eylem daha vardır, buraya kadar inceleme fırsatı bulamadığımız bu eylem, iş çevrelerinin de, Halk kitlelerinin de "yüreğinde yatan arslan" olarak değerlendirilebilir. Bu da, toplam harcamalarda, vergileri indirme, yani daha, az vergi alma yoluyla bir artış sağlamaya çalışan maliye politikasıdır. "Harcamasız bütçe açığı" adıyla anılan bu yöntemde, kamu harcamaları yerinde saymakta, fakat kamu gelirlerinde bir azalma olmaktadır. Bu yönteme karşı, diğer bütçe açıklı yöntemlere karşı söylenmiş olanlar aynen tekrarlanabilir. Fakat daha önemli bir eleştirme yöneltmek istiyorsak, bu yöntemin, etkinliğinin sınırlı bulunduğunu söyleyebiliriz. Bunun nedeni de, vergi arttırımı ile vergi indirimi olguları arasında bir simetri bulunmayışı. Yürürlükteki yaşama standartları, vergi ödeme disiplin ve alışkanlıkları çerçevesi içinde, ileri kapitalist ülkede, vergileri yükselttiniz mi, hiç değilse kısa dönem için, ekonomik artık da yükselecektir; yani, vergi arttırımı, tüketim kısılmasına ya da vergi kaçakçılığına değil, üretim, artışına yol açacaktır; ki bu da daha yüksek düzeyde bir ekonomik artık anlamına gelir. Vergi oranları yükselmişse, ekonomik artığın bir dilimi -kârların ve tasarrufların bir bölümü- daha devletin eline geçer. Fakat diğer yandan, tüketim kısılmış olacak, yani ekonomik artık, kamu gelirlerindeki artış nedeniyle yükselmiş olacaktır. İşte bu nedenlerle, kapitalist toplumda, vergilendirme politikasının özü, özel ellerde bulunan ekonomik artığı yolma işini minimum noktasında tutmak ve bu arada da, [sayfa 254] ekonomik artığa yeni eklentiler sağlamak için çalışmaktadır. Gene bu temel ilkeden hareket edilerek, kapitalizmde bütün vergilerde bir indirim gözetilmesi savunulmaktadır. Öyle ayarlamalar yapılmağa çalışılıyor ki, özel mülkiyet altında bulunan ekonomik kesimi bir maksimum'a ulaşsın ve ekonomik artıktan koparılıp da tüketime aktarılan değerler toplamı da bir minimum düzeyde kalsın![195]
      Sonuç olarak, genellikle başvurulan vergi indirimleri, tüketim düzeyi üstünde büyük bir etkide bulunamıyor. Tüketimi vergi yoluyla kısabilmek için, vergi yükünü düşük gelir guruplarının omuzlarına bindirmek gerekiyordu; tüketimi arttırabilmek için de, bu gurupların lehine, bazı vergi "muaflıkları" ve "istisnaları" tanımak şarttır. Böyle bir vergilendirme politikasının, kapitalist sınıfın hoşuna gideceğini ise kim söyleyebilir? Aksine, yakın zamanlarda görülen birçok uygulama, kapitalistlerin bu tür vergi indirimleri karşısında homurdanmaya başladıklarını gösteriyor. Yüksek gelir guruplarının vergi yüklerinde yapılacak indirimler ise, toplam tüketim üstünde, çok daha küçük ve önemsiz etkiler yaparlar. Bunların asıl etkisi, özel ellerdeki ekonomik artığı (yani yüksek gelir guruplarının tasarrufunu) arttırmaktadır.[196]
      Kârlar üstündeki vergilerin indirilmesi ve bunun sonucu olarak özel mülkiyet altındaki ekonomik artığın artması sonucu, özel yatırımların da artması gerektiğini kabul etmek için bir zorunluluk yoktur; yani özel mülkiyet altındaki yatırılabilir fonların artması yatırımların da, otomatik olarak, artmaları sonucunu doğurmayacaktır. Daha önce de görmüş olduğumuz gibi, tekelci kapitalizm altında yatırımların yetersizliği, kaynakların ya da kârların yetersizliğine bağlanamaz. Doğrusu ya, ekonominin tekelci ve tekelimsi firmalardan oluşan kesiminde kârlar sağnak halindedir ve yatırılabilir fonların eksikliği diye bir şey yoktur; kârların cılız, yatırılabilir fonların yetersiz bulunduğu kesim, ekonominin bir ucunda ayakta durmaya çalışan, yarışmacı firmalardan oluşan kesimdir. Eğer aynı [sayfa 255] anda talepte büyük çapta bir genişleme yoksa, o zaman vergileri ne kadar indirirseniz indirin, tekelci ve benzeri firmaları yatırım yapmaya özendiremezsiniz; çünkü bunların yatırım yapma isteksizlikleri, ellerine geçmekte olan paraların azlığına da, sermaye bulma güçlerine de bağlanamaz. Bu durumda bir vergi indiriminin bütün sağlayacağı, yatırımın iç-finansman (öz kaynaktan finansman) oranını yükseltmek ve dış-finansman hâlinde, ilerde sermaye sahiplerine dönecek faizdi, temettüydü, sigortaydı, şuydu buydu gibi bir sürü masraftan yatırımcı firmayı kurtarmaktır. Zaten yatırımcı firma elinde, birikmiş ve kârlı bir alana yatırılması gereken toplu bir para varsa, bu, başka firmaların tahvil ve hisse senetlerine de yönelebilir şimdi, nasıl olsa, gözden çıkarılmış olan böyle bir paranın, yatırımcının, kendi girişimlerinin finansmanında kullanılması söz konusu olmaktadır. Gözü, ister kendi girişimlerine ister başkalarının girişimlerine yatırım yapmakta olan bir kişi varsa, vergi indirimler, bu insanın yatırım hevesini değil, yatırım gücünü yani tasarruflarını arttıracaktır.
      Ekonominin yarışmacı kesimine gelince, vergi indirimlerinin bunlar üstünde bambaşka etkiler yaptıkları görülür. Bu kesimde, vergi indirimleri yatırımları arttırıcı yönde etki yapar; tabii eğer daha önce yatırım kararı verilmiş, fakat bundan, kârların yetersiz görülmesi ya da kaynak (fon) bulunamaması nedeniyle bundan vazgeçilmişse... Ne var ki, söz konusu yarışmacı kesimde, sermaye yoğunluğu oldukça düşüktür ve bu kesim uzun dönemde zaten küçüle küçüle bir hâl olmuştur; bu gerçekler karşısında, vergi indirimi sayesinde bu kesimde görülebilecek yatırım artışının ulusal ekonomi üstündeki etkisini abartmak yanlış olacaktır. Doğrusu, bu kesimin ekonomideki yeri de etkisi de önemsizdir. Ekonominin bir de, arı kovanı gibi kaynayan, "bin bir ayak bir yerde" kesimleri vardır: dağıtım işleri, hizmet ticareti ve benzeri yarışmacı eylemlerin yer aldığı kesimler... Bu alanlarda yatırımı arttırmaya [sayfa 256] çalışmak da (vergi indirimi yoluyla) pek öyle akıl kârı bir politika sayılmaz: oldukça şüpheli işlerdir bunlar.
      Şimdi artık, uzun bir saplama yaptıktan ve konudan bir hayli ayrıldıktan sonra, yeniden başlangıç noktamıza dönmenin sırası geldi: başlangıçta bir ekonomik genişleme ve rahatlama yaratan kamu harcamalarının finansman yolu ve yöntemi ne olursa olsun, bunun sonucu, yalnız ulusal gelirde (üretimde) bir artış sağlanması değil, aynı zamanda, ekonomik artığın hem mutlak miktarda, hem de ulusal gelirler oranında bir artış sağlanmasıdır.[197] Böylece, eğer bir sonraki dönemde, işsizlik oranının büyümesi istenmiyorsa, ekonomik artığın kullanılma oranı da (ister özel kesim, ister devlet eliyle), yükselmek zorunda. Böyle bir zorunlu artışın özel kesimden beklenmesi için bir belirti yoktur ortada. Tam tersine, daha önce gördüğümüz gibi, ulusal üretim ve çalışanlar sayısı belli bir tavana yükseldiği zaman, özel yatırımlar da yerlerinde saymaya başlarlar. Daha kötüsü, ekonomide aşırı kapasitenin gittikçe artması, sistemin yeni yeni devlet harcamalarına kadar gittikçe daha duyarsız kalacağını gösterir. Bir kere koskoca bir silâh sanayii kurulunca, bir kere artan talebin yarattığı güven duygusu ile özel kesim de büyük yatırımlara girişince, "böyle uyarılmış yatırımların" daha da arttırılmasını sağlama olasılığı küçüldükçe küçülecektir. Devlet harcamalarını arttırmanın yolu da vergileri arttırmadan geçmeliydi; bu konuya da yukarda değinmiştik. Vergi arttırımının tüketim azalmasına, tüketim azalmasının ekonomik artığın genişlemesine ve ekonomik denge için devlet harcamalarına daha geniş ölçüde bel bağlamaya götüren bir gelişmedir bu sonuç olarak.[198]
     

VIII


      Bütün bunlardan anlaşıldığına göre, tekelci kapitalizmin dengesi bir hayli tehlikelidir, üflesen yıkılacak bir [sayfa 257] durumu vardır. Sağlam bir tam çalıştırma ve gerçek bir ekonomik gelişme politikası izlemekten yoksundur, verimli yatırımlardan kaçınmak zorunda kalmaktadır, tüketimi de sistematik bir biçimde genişletme olanağı yoktur; öyleyse, bir yandan kârların yüksek düzeyini korumak, diğer yandan da halkın desteğini sağlamak için, bolluk yaratmak ve mümkün olan en yüksek sayıda insana iş bulmak durumunda olduğundan, askerî harcamaların dışında, güvenip bel bağlayabileceği bir şey kalmamaktadır geriye. "Herkesin bolluk ve mutluluk içinde yaşaması" gibi bir durumu andıran, fakat aslında, ulusun ekonomik artığının çarçur edilmesinden başka bir anlam taşımayan ve halkın gerçek gelirinin artmasına bir katkıda bulunamayan bir durumdur bu. Daha kötüsü, bu durum, sonuna kadar böyle sürüp gidemez. Çalışan, hatta çok çalışan sokaktaki adam, böyle bir durumda, kendi yaşam koşullarında bir iyileşme olmadığını görecek, gereksizlikleri her gün biraz daha iyi anlaşılan askerî kuruluşların ayakta kalmasını sağlamak için vergi ödemekten yaka silkmeğe başlayacaktır. Gerçi, uzunca bir süredir, hemen herkesin çalışacak bir işi olduğunu görmüş, kurulu düzene boyun eğmiştir ama, her yazın bir kışı vardır ve güçlükler gittikçe artmaktadır. İşte böyle bir durumda, halkın tekelci kapitalizme bağlılığını sağlamak için, "beyin yıkama işlemi yapacak" sistemli ve tutarlı yeni bir ideolojiye ihtiyaç duymaktadır. Silâhlanma programının halk tarafından tutulup desteklenmesini sağlamak için, bir dış tehlikenin varlığından durmadan söz etme ve bunu, kafalara, çivilemek gerekmektedir. Bir yandan devlet, öte yandan iş çevrelerinin birlikte finanse ettikleri, sürekli bir resmî ve yarı-resmî kampanya, bütün önemli konularda, tam bir görüş birliği sağlamaya çalışacaktır. Bağımsız düşünenlerin ağzını kapamak için, toplumsal ve ekonomik baskıların bin türlüsü kullanılacak, her türlü, bilim, sanat ve edebiyatın denetimi ile "bu alanlardaki çatlak seslerin" susturulması için elden gelen esirgenmeyecektir. Emperyalist ülkedeki [sayfa 258] bütün siyasal ve kültürel hayat üstüne, yolsuzluk ve rüşvetin örümcek ağı sımsıkı kurulacak, siyasal hayattan, namus, insanlık ve cesaret gibi ilkeler sökülüp atılmış olacaktır.[199] Nemelâzımcılık ve "beni sokmayan yılan bin yaşasın"cılık, töresel dokuyu, akla saygı beslemeyi, iyi ile kötü arasında bir ayırım yapabilme yetisini, halk kitlelerinin birçok katmanından çekip almıştır ve artık "her koyun kendi bacağından asılmaktadır!". Kaba bir deneyimcilik ile bilimin bir denetim ve yönetim arıcı olarak kullanılması sonucu, insan eyleminin yüksek amacı ya da hedefi diye bir şey bırakmaz; varsa yoksa "etkinliktir" değer taşıyan, eğer bir etkinliğimiz varsa (sistemi biraz daha yaşatmak konusunda), yaptığımız işin nemene bir iş olduğu hiç de önemli değildir. Eğer, tekelci kapitalizmin "kültürü" ile uyuşamaz ve ona boyun eğmezseniz işinizden atılacağınızın resmidir, ne uzar ne kısalırsınız artık ve otoriteler "ne öldürürler ne de ondururlar" sizi ya da ömrünüz boyunca başınıza belâ olur bu tutumunuz.
      Eğer, propaganda, beyin yıkama, toplumsal ve yönetsel baskılar, halkı yola getirmeye yetmezse, halk bir türlü, emperyalizmin bandosuna ayak uydurmazsa, o zaman, birtakım olaylar tezgâhlar emperyalizm ve bunlara korku tohumları ekmeğe çalışır ve sistematik bir toplumsal histerinin yerleşmesi için dehşet saçmaya başlar. Bu tür olaylar kolayca tezgâhlanabilir. Sömürgelerle ve bağımlı ülkelerle çevrili, azgelişmiş, açlıktan ve toplumsal çalkantılardan baş edemeyen uluslarca kuşatılmış emperyalist güçler durmadan, kendi otoritelerine ve egemenliklerine kafa tutan, meydan okuyan insanlarla karşı karşıya kalmak durumundadır. Böyle bir ortamda, bir takım olaylar tezgâhlamak daha da kolaylaşır ve tereyağdan kıl çeker gibi, küçüklü büyüklü polis oyunları sahneye konabilir. Böyle polis oyunları, bir savaş tehlikesi yaratır, yılanı deliğinden çıkarır, kitle histerilerinin kaynayan kazanın altındaki ateşi tutuşturur ya da kundaklar.
      Geçmiş günlerde, emperyalizmin yarattığı iç gerginliklerin [sayfa 259] ve sürtüşmelerin sonunda savaş belâsından başka bir kurtuluş yolu (!) yoktu. Bugün de, bir çıkmazdan kurtulmak için savaşa başvurma eğilimi eskisi kadar güçlü olmakla birlikte, günümüzde, durumun çözümlenmesinde dikkate alınması gereken yeni etmenlerde vardır. Bir emperyalist gücün, diğer emperyalist güçler üstündeki egemenliğinin bu kadar ezici bir ağırlık taşıdığı günümüzde, bunlar arasında bir savaş çıkması, gittikçe güçleşen, olasılığı gittikçe azalan bir durum niteliğinde. Bir zamanların son derece gururlu emperyalist imparatorluklarının bile, egemen emperyalist ülkenin (ABD.'nin-ç.n.) uydusu durumuna inmekte olduğunu görüyoruz bugün; egemen emperyalist ülke ise, kendi kampında, her geçen gün biraz daha güçlenen bir hakem, bir ağababa rolü oynuyor. Bu durumda, emperyalist ülkeler arasında bir savaş olasılığı büsbütün ortadan kalkmış değil ama, küçülmüş, son derecede küçülmüş bulunuyor.
      Asıl önemli olan, bütün emperyalist ülkelerin yada bir kısmının, şimdi sosyalist ülkeler olan eski sömürgelerini geri almak için çıkarmak istedikleri savaş. Böyle bir savaş tehlikesi her geçen gün biraz daha artmakta. Gerçekten de, çoğu kez sanıldığından daha korkunç bir tehlikedir bu! İnsanlığın üçte birini içine alan sosyalist dünya gittikçe güçlenmektedir ve öte yandan, sosyalist dünyaya karşı girişilecek bir toplu savaş emperyalist yapıyı da çökertecektir, korkusu vardır. O zaman, Asya'da, Afrika'da ve dünyanın öteki kesimlerinde, ya hiç sömürge kalmayacak ya da bir iki tane kalacaktır; böyle bir çatışmayı ulusal ya da toplumsal devrimini gerçekleştirmek için bir başlama işareti olarak değerlendirmeyecek çok az sömürge yada bağımlı ülke vardır bugün. İşte uluslararası plândaki bu gelişme olanakları, emperyalist ülkenin, kendi içinde siyasal ve toplumsal dengeyi sağlama kaygısına eklenince, yeni askerî serüvenlere girişme konusunda, emperyalist güçlerin karargâhlarındaki isteksizliğin nedeni de ortaya çıkmış olur.[200] [sayfa 260]
      Emperyalizmin, "her önüne çıkana silâh çekmesini" önleyen en önemli etmen ise, yeni geliştirilen ve gün geçtikçe de daha korkunç bir vurucu güç kazanan atom silâhlarının varlığıdır. Emperyalist dünya bu silâhların tekeline sahip bulunmadığı için, bu yokedici araçların kullanılması son derece tehlikeli bir hâl alıyor. Emperyalist güçlerin karar verme kurallarındaki en gözü kanlı kişiler bile, bir atom misillemesi olasılığını düşündükçe titriyor olmalıdır; işte, yalnız ekonomik amaçlarla girişilecek bir savaşın bile çekiciliğini azaltan bu; yani bir misilleme korkusu! Eski savaşlarda, işbölümü şu şekildeydi halk çocukları savaşır ve ölür, egemen sınıf da, savaşın getirdiği, siyasal, yönetsel ve ekonomik sorunların üstesinden gelmeye çalışırdı; bir atom savaşında ise böyle bir işbölümünün yapılması mümkün değildir. Bir A-bombası yo da H-bombası felâketinde, kapitalist sınıfın yalnız hayatları değil, mülkiyeti altında bulunan şeyler de yok olacaktır; böyle bir felâketten sağ salim kurtulmak, gerçekten de çok küçük bir olasılıktır. İki iş ekonomistti, geçenlerde, acı acı alay etmek zorunda kalarak, çağdaş bir atom savaşı tehlikesi karşısında şunları yazıyorlardı: "1945 Ağustos'undan bu yana atom enerjisinin güdümünde bir tepe noktasına ulaşmakta olan bilim ve teknoloji gelişimi, eldeki bütün malı mülkü, bir hurda yığını hâline getirmekle tehdit ediyor. Dinamik kapitalizm koşulları altında görülen yaratıcı tahribat, yani makina ve donatımın durmadan yenilenmesi zorunluğudur söz konusu olan"[201]. Yalnız bu yaratıcı tahribat söz konusu olsaydı mesele yoktu, geniş yatırım olanakları ortaya çıkardı. Güzel bir çözümleme, doğrusu, yalnız bir eksiği var: 1945 Ağustos'unda Hiroşima ve Nagazaki'de patlayan atom enerjisi, hep böyle kullanılacak olursa taş taş üstünde kalmayacağı gibi, yarının yatırımcıları da çoktan mezarlığı boylayacaklardır.
      Atom savaşı denilince akla gelen sınırsız yıkım, yalnız tekelci sermaye önderlerini etkilemekle ve durdurmakla [sayfa 261] kalmıyor, böyle bir savaşın siyasal olabilirliğini de ortadan kaldırıyor. Geniş iş olanakları yaratarak ve psikolojik savaş yoluyla halkı, emperyalist güçlerin arkasına almak ve silâhlanma yarışını desteklemesini sağlamak başka şey. Bir atom misillemesinde halkın işbirliğini elde etmek ise büsbütün başka bir şeydir. Halkın, böyle büyük felâketler karşısında moral çöküntüsüne uğrayacağını gösteren ve İkinci Dünya Savaşından alınan çok sayıda örnek ile bunlar üstünde yapılmış araştırmalar vardır. Böyle büyük felâket koşulları altında neyin ne olacağı belli değildir ve bir atom savaşının astarı yüzünden pahalıya gelebilir; genel bir savaş, emperyalizmin bugün karşılaştığı birtakım sorunları çözse bile, bu, kısa dönemli bir çözüm olacak ve aslında bir tüm olarak uygarlığımızı yerle bir olmaktan kurtaramayacaktır.
      Öyle anlaşılıyor ki, emperyalist ülkelerin kaderlerini pençesinde tutan tekelci sermayenin önderliği, dünya olaylarına karşı tutumlarında, artık, kendi işlerinde gösterdiği titizliği ve dikkati aynen uygulama eğilimi içine giriyor. "Önleyici bir savaş"ın davullarını çalma işini, politikadaki yardakçılarına ve serüvenci askerî uşaklarına bırakmış olan tekelci sermayenin sorumlu devlet adamları, "soğuk savaşı" "sıcak savaşa" yeğ tutuyorlar, küçük polis olaylarını büyük çatışmalardan ve patlamalardan daha doğru buluyorlar, tek kelimeyle, tehlike atmosferi istiyorlar, tehlikenin kendisini değil. Böyle bir tutum sayesinde "her iki cihanda da aziz olmanın yolunu" buluyorlar: Silâhlanma alanına ayrılan büyük çapta ödeneklerin sağladığı sürekli bir bolluk ve zenginlik, korkutulmuş ve siyasal bakımdan sindirilmiş insanlar üstünde sürekli bir egemenlik ve üstelik, enkazı altında kapitalist düzeni de gömecek olan bir atom çatışmasından kaçınmak...
      Bunun, kesin bir durum, ebedî bir durum olmadığı, aksine, çeşitli olasılıklardan biri, "mümkünlerden bir tanesi" olarak değerlendirilmesi gerektiği de gün gibi ortada. Emperyalist politikanın kendi dinamik güçleri vardır [sayfa 262] çünkü; çıkarlar ve ideolojiler, bir kere ortaya atıldıktan sonra, artık kendi kendilerine işlemeye, devirmeye başlarlar; bir dediğinizi iki yapmayan kuklalarınız, günün birinde karşınıza, bağımsız siyasal etmenler olarak çıkıverirler; "canımın istediğini yaptırırım" sandığınız kişiler, bir de bakarsınız, gemi azıya almışlar ve kendi ilkel güçleriyle taşıp coşmaya başlamışlar. Cinler bir kere çağrıldı mı geliyorlar ve kolay kolay da gitmiyorlar; 1930 yılları Almanya'sının büyük işadamlarının ağızları epeyce yanmıştır bu işten ve iyi bilirler böyle bir çağrının sonuçlarını. Daha kötüsü, "ne savaş, ne de barış" düzeni, uçurumun kıyısında tehlikeli bir denge oyununa girişmekten farksızdır ve tekelci kapitalizmin uzun dönemli temel problemine bir çözüm getirmekten de uzaktır. Bolluk ve zenginliğin sürüp gitmesi, çalıştırma düzeyinin çok yükseklerde bulunması iyi şeyler, fakat bunlar için, silâhlanma harcamaları "bir dış itici güç" olarak yeterli değil. İtici gücün gittikçe büyümesi, silâhlanma harcamalarının durmadan artması gerek sistemin, yerinde kalabilmesi için, gittikçe daha hızlı koşması şart! Fakat, askerî harcamalar arttıkça, savaş malzemesi yığılıyor da yığılıyor ve zamanla yepyeni araç ve gereçler, daha üstün silâhlar eskilerin yerini alıyor; askerî malzeme çıkaran fabrikaların sahipleri, ülkede ne kadar büyük söz sahibi iseler, çıkarları ne kadar köklü ve etkili ise, söz konusu yığılmalar da o oranda artmakta.[202] Askerî kuruluşlar ne kadar güçlü ve ne kadar yaygınsa, emperyalist ülkenin uluslararası politikada "yüksekten atıp tutarak" görüşmelere girmesi, küçük ve zayıf uluslara ikide bir ültimatom vermesi, ya da, gerektiği zaman onu kuvvete başvurarak desteklemesi olasılığı da o kadar büyümektedir. Bu yüzden de dünyanın bir anda, kendiliğinden tutuşup patlaması tehlikesi her geçen gün biraz daha artıyor "Eğer uluslar kendi iç politikaları sayesinde tam çalıştırmayı sağlamayı başarırlarsa... bir ülkenin, komşusunun çıkarlarına zarar vermek için önemli ekonomik güçlerini harekete geçirmesi de o kadar gereksiz [sayfa 263] olacaktır".[203] Keynes, sorunu bütün derinliği ile kavrıyor ama, çözümlemesi gene de yarım kalıyor. İşin öteki yarısını onun en parlak öğrencilerinden biri şu sözlerle ortaya koymaktadır: "Günümüzde, kapitalist sistemin büyük aksaklıklarına bir çare bulmak isteyen ve bunu yapabilme gücüne sahip olan hükümetler, zamanla, bu sistemi tümüyle ortadan kaldırma istek ve gücüne eriştireceklerdir; fakat, bugünün hükümetleri, kapitalizmin büyük aksamalarını ortadan kaldırmaya kaldırırlar, güçleri yeter buna ama, istemiyorlar bunu!".[204] [sayfa 264]






Dipnotlar

[35] Lionel Robbins, The Theory of Economic Policy in English Classical Political Economy (Londra, 1952), s. 19. Bu sayfanın hemen arkasında, Profesör Robbins'in şu sözlerine yer verilmiştir ki, insana tuhaf geliyor: "...Bu adamların sözü geçen eserlerine ciddî bir dikkatle eğilenlerin nasıl olup da onlardaki bütünlüğü eleştirme konusu yaptıklarını ve onların açık seçik biçimde kamu yararına çalışmış olmalarını kuşkuyla karşıladıklarına şaşmamak elde değil... Onların fikirlerini, mantık ve varsayımları temelinde değil de, sınıf çıkarları yakıştırması temelinde yadsımak bir görenek olup çıkmıştır. Buna göre, klâsik ekonomistler, bilinçli ya da bilinçsiz, iş adamları çevresinin sözcüleri, egemen sınıfın savunucuları oluyorlar." (Altlarını ben çizdim-P.B.). Gerçekten de, sorunun özü bu "bilinçlilik ya da bilinçsizlik" noktasında toplanıyor. Benim bildiğim hiçbir ciddî yazar, klâsik ekonomistlerin, hiç değilse büyük ve önemli olanlarının, bilinçli bâr biçimde, egemen ya da yükselen burjuvazinin adamları olduğunu öne sürmüş değildir. Böyle olsaydı, değil yeniden basılan eserlerine harcanan kâğıda, eserlerinin ilk baskıları için harcanan kâğıda bile yazık olurdu. Sorunun özü şudur: klasik ekonomistler, - belki de tam anlamıyla bilinçsiz olarak -, çıkarlarına nesnel olarak hizmet ettiklerini yükselen burjuvazinin sözcüleri oldular. Profesör Robbins, çıkarlarından öznel olarak haberdar olmak ile Sınıf Çatışmasının Ekonomik Temeli (Londra, 1939, The Economic Basis of Class Conflict)'nin nesnel içeriği arasındaki farkı açık-seçik biçimde yapabilecek bir insan. (s. 4). Genel olarak şu söylenebilir: bir insanın ya da gurubun tarihsel süreç içindeki rolünü değerlendirirken onun (bilinçli ya da bilinçsiz) güdülenmeleri ve yönelişleri, nesnel tutumlarından daha az önemlidir. Eğer bu konuda bir kuşkuya düşülecek olursa, her zaman cui bono? (kimin yararına?-ç.n.) diye sormak yararlı olacaktır. [sayfa 100] Verilecek karşılık tartışmayı bitirecek, son noktayı koyacak nitelikte olmasa bile, hiçbir zaman konudan uzaklaştırmaz bizi.
[36] Marjinal Fayda Kuramının, ki en büyük, en dikkate değer özelliklerinden biri getirdiği çözümlemenin dural (statik) oluşudur, Neoklâsik Ekonomi'nin kalbi durumuna gelmesi hiçbir zaman bir rastlantı sayılmamalıdır.
[37] Marx, The Poverty of Philosophy (Stuttgart-Berlin, 1921), s. 86.
[38] "Başlıca Avrupa savaşlarını... (savaşın güçler toplamını, ölü sayısını, savaşa katılan ülkelerin sayısını, savaşçıların ülke nüfusuna oranını) dikkate alarak hazırladığımız aşağıdaki gösterge dizisi ile anlatmak mümkün:
Yüzyıl: 12. 13. 14. 15. 16. 17. 18. 19. 20.
Gösterge: 18 24 60 100 180 500 370 120 3.080

      Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Pitirim Sorokin, Social and Cultural Dynamics, Cilt 3, 1937 ve Quincy Wright, A. Study of War, Cilt I. Bölüm 9 ve Ekler 1942", Harold D. Lasvell'in World Politics Faces Economics (New York ve Londra, 1945) s. 7'den aldık.
[39] H.G. Johnson, Economic Journal, (June 1955), s. 303.
[40] Colin Clark başka bir tanım önerir: "Ekonomik ilerleme, ekonomik bolluğun ya da refahın gelişmesidir." der. "Ekonomik bolluk, Pigou'yu izlersek, para ile alınıp satıla gelmiş bulunan mal ve hizmetlerin bol miktarda var olması demektir, diyebiliriz. Kişinin işten arta kalan boş zamanları da ekonomik bolluğun öğelerinden biridir. Daha kesin bir deyişle ekonomik ilerlemeyi, minimum bir çaba sonunda elde edebileceğimiz mal ve hizmetlerin bollaşması olarak tanımlayabiliriz; bu çaba, insan emeğini olduğu kadar, doğal ya da yapay, diğer kıt kaynakları da içine alır." The Conditions of Economic Progress (Londra 1940, s. 1). Bu tanımlama, birkaç nedenden ötürü bana doyurucu gelmiyor: (!) ekonomik büyümeyi, mal bolluğu ile özdeş kılan bu anlayış, toplam üretimin bileşimini dikkate almaz, yatırım malı da, silah da, net ihracat da toplam, üretime giren kalemlerdir. (2) Ekonomik bolluk ya da refahın "parayla alınıp satılabilen mal ve hizmetlerin artışı" olarak tanımlanması da bana uygun gelmiyor; çünkü, ekonomik refah getiren birçok şey (okullar, hastahaneler, yollar, köprüler) para karşılığı olmayan hizmetler sağlıyorlar bize. Buna karşılık, para ile satın alınması zorunlu olan birçok şey ile bizi ekonomik refahtan uzaklaştırıyor, örneğin belli bir firmanın patentinde olan pahalı ilâçlar, uyuşturucu maddeler, gösteriş için satınalınan maddeler, bizi refahtan uzaklaştırır. (3) Ekonomik bolluk ya da refah, toplam üretim artmadan da, üretimin paylaşılma sayısı değiştirilerek de elde edilebilir. (4) Bu tanıma göre, belli bir üretimi, minimum girdi kullanarak, minimum çaba harcayarak elde etmek ekonomik [sayfa 101] büyümenin gerçekleşmekte olduğunu gösteriyor, ancak, gene bu tanıma göre, kaynaklar iyi kullanılmadan bir üretim artışı sağlanmışsa, bu da ekonomik kalkınma ya da büyüme demektir. Üretimin hangi çeşitten mallardan oluşması da önemli değildir bu tanıma göre, üretim artsın da nasıl artarsa artsın, pazarda bolluk varmış, kıtlık varmış, önemi yoktur. Üretim artışı, gerçekten bolluk da yaratabilir, yatırım mallarını da arttırabilir, silahlanmanın bir sonucu da olabilir. O halde, üretim artışı başka şeydir, toplumun bolluğa kavuşması başka birşey.
[41] Bu konu, Birleşmiş Milletlerin, Economic Survey of Europe Since the War (1953), adlı kitabında ele almıyor: Doğu Avrupa ülkelerinde, üretimle doğrudan ilgili olmayan hizmetler ve malların ulaşım hizmetleri verimli sayılmamakta ve ulusal gelir hesaplanmasında bu gibi hizmetlerin toplam toplam değeri dikkate alınmamaktadır. Sanayiin geliştirmeğe çalışan ve hizmetler kesiminde yaygın olan gizli işsizliği azaltmak isteyen yoksul ülkeler için Marxist ulusal gelir kavramının açık bazı üstünlükleri vardır; bu ülkeler için, hizmetler kesimi gelirlerini dikkate almayan bir ulusal gelir hesaplama yoluna gitmek, zengin sanayi ülkeleri ekonomileri için daha uygun olan ve bugün azgelişmiş ülkelerin çoğunda kullanılan hesaplama yönteminden üstündür.
[42] F. Engels, H. Starkenburg'a Mektup, Marx ve Engels. Selected Works içinde (Moskova, 1949-1950), Cilt II, s. 457. Ekonomik kalkınma ila bilim ve teknolojinin gelişmesi arasındaki ilgi çekici ilişki için bkz. B. Hessen, The Social and Economic Roots of Newton's Principia (Sydney, 1946) ve J.D. Bernal. Science in History (Londra, 1954).
[43] Bkz. Marx, Theories of Surplus Value (Londra, 1951), s. 354 teki dipnotu. Marx, bu konuyu önemle vurgulamaktadır. [sayfa 102]
[44] Aktüel ekonomik artık, Marx'ın artı değer kavramındaki kapsamdan daha dardır. Çünkü artı değer, toplamı net üretimden işçilerin aldığı payın çıkarılmasıyla elde edilir. Bunu, toplam ulusal üretim eksi işçilerin gerçek geliri diye de tanımlayabiliriz. Aktüel ekonomik artık ise, artı değerin yalnız bir kesimidir, sermaye birikimine giden kesimdir. Başka bir deyimle, aktüel ekonomik artık içinde, kapasitelerin tüketim giderleri yoktur, kamunun yönetim için, ordu için v.b. kuruluşlar için yaptığı harcamalar da aktüel ekonomik artığın kapsamında değildir. (Oysa bu sonuncu harcamalar toplam artı değerden ayrılan paylarla yapılmakladır-ç.n.)
[45] Bu noktada bizi fazla oyalamamalı, fakat akılda tutulmasında ila yarar var: ekonomik kalkınma açısından, ekonomik artığın, verimliliği arttıran sermaye mallarına mı dönüştüğü yoksa mal ya da altın stoklarını arttırarak, "toplumun teknik gücünü arttırmada", ancak dolaylı ve önemsiz bir etki mi yaptığını bilmek son derece önemlidir.
[46] Bu kavram da Marx'ın kullandığı anlamda artı değerden farklı bir üretim kesimini anlatıyor. Çünkü, bir yandan, kapitalistlerin temel tüketimlerinin üstünde kalan artı değer öğelerini kapsamıyor, diğer taraftan da, temel nitelikte olmayan kamu giderlerini içermiyor. Buna karşılık, temel tüketim kavramı, içine, artı değer kavramına girmeyen bazı ögeleri de almaktadır; bunlara örnek olarak, üretici kaynakların eksik ya da kötü kullanılmasından ileri gelen üretim, kayıpları gösterilebilir.
[47] "Toplumun saygıdeğer birçok katmanındaki insanların emekleri, hiçbir verimli değeri olmayan emeklerdir; tıpkı hizmetçilerin, el ulaklarının emeği gibidir bunlarınki de... Örneğin hükümdar emrinde çalışan bütün adalet ve savaş görevlileri ile, bütün ordusu ve donanmasıyla [sayfa 133] verimsiz kişilerdir. Kamuya sözüm ona hizmetçilik eden bu kişiler, başkalarının üretiminden aldıkları payla, yani başkalarının sırtından geçinir giderler... Papazları, hukukçuları, doktorları, her türden edebiyatçıyı, oyuncuları, müzikçileri, opera şarkıcılarını, opera dansçılarını v.b. de Wealth of Nations (Modern Library baskısı), s. 295.
      "Eğer bir ülkenin yıllık üretimi yıllık tüketimim aşıyorsa, o toplum sermayesini arttırıyor demektir; eğer toplumun toplam tüketimi toplam üretimi ile karşılamıyorsa, orada da sermaye azalıyor demektir. O halde sermaye, ya üretimin artması ile ya da tüketimin kısılması ile artar." Ricardo, Principles of Political Economy and Texation (Everyman's Library baskısı), s. 150.
[48] Marx, Theories of Surplus Value (London, 1951), s. 177.
[49] J.A. Schumpeter, Capitalism, Socialism, and Democracy, (New York, 1950), s. 143.
[50] Capital, (Kerr baskısı). Cilt I, s. 668.
[51] "Ekonomik kurumların işlevi, ekonomik hayatı, topluluğun isteklerine göre, kamunun arzularına göre biçimleyip örgütlemektir... Bir ekonomik örgütlenmenin etkinliği... topluluğun (kamunun) yeğlemelerine göre yargılayıp değerlendirilir." T. Scitovsky, Welfare and Competition (Şikago, 1951) s. 5.
[52] Bu alandaki büyük otoritelerden sayılan Profesör Scitovsky bakın ne diyor: "...Eğer bir kez tüketicinin kendisi için neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilip bilemeyeceğini soruşturmaya başladık mı, bu yol bizi çıkmaza götürür; bir kez yürümeğe başladık mı bu yolda duramayız bir daha ve sonunda, tüketici egemenliği kavramım bir kenara atmamı? gerekir." A.g.e. s. 194. Aslında kenara atılması gereken "tüketici egemenliği kavramı" değil, bu kavramın burjuva ekonomi biliminde oynadığı, tarihe karşı oynadığı rol, avukatlık görevidir.
[53] Amerikan Çalışma Bakanlığının İşçi İstatistikleri Bürosu, yaşamak için gerekli giderler göstergesini düzenlerken "temel tüketim" kavramından yararlanmaktadır. Kaliforniya Üniversitesinde, Çalışma Ekonomisi alanında araştırmalar yapan Heller komitesi de buna benzer kavramlar kullanıyor. Birleşmiş Milletler uzmanları, çeşitli ülkelerde, yiyecek, konut ve sağlık bakım hizmetlerini inceleyerek "temel tüketim" göstergeleri yapmağa çalışmışlardır; FAO ve diğer BM kuruluşlarınca yapılan bu çalışmalara yenileri eklenmelidir, çünkü son derecede önemli bir Konudur bu. Bkz. FAO Nutritional Studies No. 5, Caloric Requirements (Washington,, June 1950); National Research Council, Reprint and Circular Series, Recommended Dietary Allowances (Washington, 1948); United Nations, Housing and Town and Country Planning (1949-1950) [sayfa 134] ayrıca bu kaynaklarda sözü edilen eserlerden yararlanılabilir.
[54] Kapitalist düzeni, verimli işgücü-verimsiz işgücü ayrımını ortadan kaldırdığı için göklere çıkaranlar var; bunların kendi kendilerini iğdiş ettiklerini belirtmek ilgi çekici olsa gerek. Kapitalist toplumda, parasal bir armağan kazanan herkesi verimli sayanlar, pazarın onayını ve değerlendirmesini, hiç değilse salt kapitalizm koşulları altında, yeterli bir ölçüt sayanlar, iş, feodal artıkların bir türlü sökülüp atılamamış bulundukları bir toplumda elde edilen gelirlere gelince haliyle apışıp kalacaklardır. Böyle bir toplumun yarattığı koşullar altında, pazarın verimliliği değerlendiren tek ölçüt olduğunu öne süren ekonomiler, ya Mises, Hayek, Knight ve benzerleri gibi, tarihsel ve gerçekçi olmayan bir yöntemle toplumda uygunsuz buldukları feodal artık gelir paylarını eleştirirken gülünç bir duruma düşecekler ya da, ister istemez, söz konusu "pazar herşeyi değerlendirir" ilkesini eğip büküp kullanmağa kalkacak ve bin bir dereden su getirerek, bazı işlerin, pazara sunulan üretime "dolaylı bir katkıda" bulunduğunu, ve yararlı bulunduklarını ve her halde kapitalist sistemin korunabilmesi için bunlara gereksinme duyulacağını söyleyip duracaklardır.
[55] J.A. Schumpeter, Capitalism, Socialism and Democracy (New York, 1950). s. 198.
[56] Marx, Grundrisse der Kritik der olitischen Ekonomie (Rohent Berlin. 1953 , s. 432.
[57] Marx, Critique of the Gotha Program, Marx and Engels, Selected Works (Moskova, 1949-1950), Cilt 11. s. 20. (Bu bölümün çevrilmesinde Sol Yayınları, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi adlı Türkçe çevirisinin s. 29-30'daki metinden ve İngilizce, Books for Socialism, Critique of the Gotha Program s. 19, Moskova, 1959'daki metinden yararlanarak Paul A. Baran'ın kitabında verdiği alıntıdan daha geni yapılmıştır. Bunu zorunlu buldum-ç.n.).
[58] Yeri gelmişken belirtelim: akla uygun bir biçimde planlanmış ekonomilerde, gerileyen sanayi kollarında bile, örneğin talepteki bir büzülme, bir daralma nedeniyle üretimini kısmak zorunda kalmış sanayi kollarında bile uzun süreli bir aşırı bir kapasitenin var olmasına gerek yoktur. Böyle kapasiteler ortaya çıkmaya başladığında, bunları, zamanında, talebi genişleyen alanlara kaydırmak ve böylece aşırı kapasite sorununu minimum düzeyde tutmak mümkündür.
[59] America's Capacity to Produce and America's Capacity to Consume (Washington, 1943). Bu ara-tırmanın çok güzel yapılmış bir özeti için bkz. Maturity and Stagnation in American Capitalism, J. Steindl, Oxford, 1952, s. 4 ve devamı. Yukardaki sözler bu sonuncu eserden alınmıştır. [sayfa 135]
[60] America's Capacity to roduce and America's Capacity to Consume, (Washington, 1934) s. 31.
[61] a.g.e.
[62] Lewis H. Robb, "Industrial Capacity and Its Utilization" Science and Society dergisi (Güz, 1953) s. 318-325.
[63] Olağanüstü koşullar altında bile, bu tür potansiyel ekonomik artığın, ancak küçük bir dilimi harcanmakta ya da kullanılmaktadır. Böyle durumlarda başarılmış olan işler, söz konusu problemin ne kadar önemli olduğunu ortaya koyacak büyüklüktedir. Savaş sırasında, yalnız, büyük çaplı işletmelerde üretim yapılması, aynı işi çok çeşitli işletme ve kurumların yapmasına izin verilmemesi gibi önlemlerle ne büyük üretim artışları sağlanabileceği, Amerika Birleşik Devletlerinde olduğu kadar, Büyük Britanya'da ve Almanya'da görülen canlı örnekleriyle kanıtlanmış bulunuyor.
[64] Burada söz konusu olan Babbitt - yaşamak için alabildiğine yarışmacı bir çaba göstermek, dişini tırnağına takmak zorunda olan, bu yarışmaya katılan belki en kaba, fakat en yatkın ve içten kişi olan Babbitt - değildir; bazı liberal ekonomistler ve Ticaret Odaları tarafından, David Riesman'ın The Lonely Crowd, adlı eserinde betimlenen "modern" insandan daha çekici, daha cana yakın bulunduğu gibi, C. Wright Milisin White Collar: The American Middle Classes adlı eserindeki kişilerden de, T.K. Quinn'in Giant Business adlı eserindeki kişilerden de üstün tutulmaktadır. Eğer, geleceğin insan tipi olarak bu iki kişiden birini seçmek zorunda kalsaydık, geleceğe güvenle bakamazdık.
[65] "Pekâlâ biliyoruz ki, uluslararası kartel anlaşmaları çerçevesinde, ihtira beratları (patentler), yatırımları canlandıran etmenler olarak değil, tam tersine, üretimi kısıtlayan etmenler olarak, pazarları paylaştırıp sınırlandıran etmenler olarak, teknik gelişme hızını kesen etmenler olarak ve nihayet fiyatları belirleyen etmenler olarak rol oynamaktadır. Biliyoruz ki, Savaş'tan önce Standard Ooil - I. G. Farben evliliği, Birleşik Devletlerde sentetik kauçuk sanayiinin gelişmesini ciddî olarak geriletmiştir. Biliyoruz ki, Standard Oil'in Farben'e verdiği ödünler, sentetik benzin patentlerinin Almanya dışına satılmaması içindi; verilen ödünlerin ana sebebi buydu hiç değilse. Biliyoruz ki, Du Pont ile I.C.I. firmaları arasındaki sözleşmeler, dünya pazarlarının, dinamik ve yarışmacı bir düzende gelişmelerine değil, düpedüz paylaştırılmalarına yol açmıştır... Araştırmalar göstermiştir ki... Du Pont firması, yağlı boyalarda ya da dokuma boyalarında kullanılabilecek bir madde keşfettiği zaman, bu firmanın araştırma laboratuarlarından birinin yöneticisi şunları yazmıştı: "Monastral boyalarını, [sayfa 136] dokuma sanayii için kullanışsız, fakat diğer işler için kullanılır hâle getirmek amacıyla içine zehirli maddeler katmak durumundaydık ve bunun için daha da çalışmamız, yeni araştırmalar yapmamız gerekiyordu. "Gene araştırmalar göstermiştir ki, Rohm, ve Haas firması araştırıcıları, kalıp çıkarmakta işe yarayacak, fakat dişçilik alanında işe yaramayacak bir özel kalıp maddesi yapabilmek için alanında işe yaramayacak bir özel kalıp maddesi yapabilmek için metil metakrilat maddesine zehir karıştırmak zorunda bırakılmışlardı. Elimizde, General Elektrik Firmasının, flaş bataryalarının ömrünü kısaltmak için yaptığı araştırmalara dair bulgular vardır. Bu böyle uzayıp gitmektedir." Walter Adams, American Economic Review, (Mayıs, 1954 sayısı), s. 191. (Türkiye'de çalışan yerli-yabancı elektrik ampulü firmaları da, ampul ömrünü kısaltmak için özel araştırmalar yapmışlardır. Nitekim, Türkiye'de üretilen ampullerin ömrü Batıdaki benzerlerinden yarı yarıya kısadır- ç.n.).
[66] İlkin Schumpeter tarafından öne sürülen bu yaklaşım, sanıdan J. K. Galbraith tarafından yaygınlaştırılmış ve özellikle bu sonucu yazarın American Capitalism (Boston, 1952) adlı eserinin yazılmasında kullanılmıştır. Bu kitapta şu satırları okuyoruz: "...zengin toplumsal sosyal bakımdan başarısız ve etkinlikten uzak oluşu, zengin-ve servetin artışına paralel olarak artmakta ve sonsuza doğru gitmektedir." (s. 103).
[67] Ekonomik Gücün Yoğunlaşması konusunda TNEC Soruşturması Zabıtlar, I. Kesim (Washington, 1993), s. 12.
[68] a.g.e. 16.
[69] a.g.e. 77.
[70] a.g.e. Leon Handerson'un konuşması, s. 159.
[71] Plânlı bir ekonomide, kapitalizmin en büyük yanlışlıklarından ve akla aykırılıklarından biri olan, "talep yetersizliği dolayısiyle çıkan işsizliğin" kolaylıkla ortadan kaldırılabileceğini M. Kalecki büyük bir ustalıkla ve açıklıkla ortaya koymuştur: "Sosyalist bir sistemde yatırımı azaltmanın ne anlama geleceğini tartışmak yararlı olacaktır. yatırımların azalmasıyla, sermaye malları alanında çalışan işçilerin sayısında bir azalma olacaktır ve bu işçiler tüketim malları sanayilerine kaydırılacaktır. Bu ikinci gurup malların arzında bir genişleme olacaksa da bu, bu malların fiyatlarında indirim yapılmasıyla eritilebilecek bir arz fazlası olacaktır. Sosyalist sanayi dallarında, kârlar yatırımlara eşit oldukları için, fiyatlar, kârlar da yatırımlar hizasına kadar düşünceye dek indirilecektir. Başka bir deyişle, tam çalıştırma yani kimsenin işsiz kalmaması, fiyatların maliyetler düzeyine doğru indirilmesiyle garanti altına alınmış olmaktadır. Kapitalist [sayfa 137] sistemde ise, fiyat-maliyet ilişkileri öyle düzenlenmiştir ki, böyle bir arz fazlası ortaya çıkınca, kârlar, yatırımlar artı kapitalistlerin kendi tüketimleri toplamı ölçüsünde düşmüş olacaktır ve üretim ile çalışan insan sayısında da bu ölçüde bir düşüş görülecektir. Şurası gerçekten de paradoksal bir olgudur: kapitalist sistemin savunucuları, fiyat mekanizmasını kendi sistemlerinin büyük üstünlüğü olarak öne sürüyorlar; oysa, fiyat esnekliği - ki bu mekanizmanın özüdür, daha çok sosyalist ekonomide işlemektedir." Theory of Economic Dynamics, (London 1954). s. 62 ve devamı. [sayfa 138]
[72] Capital (Kerr baskısı) Cilt III. s. 919. (Bu Kitabın yazan, çevirinin bir iki kelimesinde değişiklik yapmak zorunda kalmıştır).
[73] Tıpkı, kölelik düzeninden toprağa bağlı esaret düzenine geçilmesinin, feodal düzenin temelini oluşturması gibi. Bilindiği gibi, bu geçiş, eski çağların (antikitenin) sonlarına doğru yer almış olan, önemli bir ekonomik ve toplumsal gelişme belirtisidir
[74] "işgücünün doğal fiyatı, işçilerin, birbirlerinin yaşama düzeylerine uygun olarak, kendi hayatlarını sürdürebildikleri, ayrıca, kendi cinslerini idame edebildikleri (çoluk çocuk sahibi olabildikleri- ç.n.), bir sınıf olarak artmadan ya da azalmadan varlıklarını devam, ettirebildikleri fiyat düzeyidir.", Ricardo, Principles of Political Econnomy and Taxation (Everyman's Library baskısı) s. 53. Bir de: "Eğer ücretler belli bir düzeyde kalmaya devamı ederlerse, yapımcıların kârları da belli bir düzeyde kalmaya devam edecekler demektir. Yok eğer ücretler artarsa,..., kârlar da, ister istemez, düşecektir." Ricardo, a.g.e. s.64.
[75] "Büyük toprak ağasının (lordun) harcamaları, çalışan insanların karnını doyurmaktan çok, tembellerin beslenmesine (çöplenmesine) yaratmaktadır. Zengin tüccar ise, elindeki sermaye ile yanında yalnız çalışkan kişilere iş ve ekmek verdiği halde, tüketim harcamaları ile, tıpkı bir toprak ağası gibi, işe yaramaz ve tembel insanları (tufeylileri, hizmetçi ve uşak takımını- ç.n.) beslemektedir. Genellikle bu böyledir." Adam Smith, Wealth of Nations (Modern Library baskısı), s. 317. Şurası ilgi çekicidir ki, Adam Smith'in "zengin tüccarı", yükselen kapitalist düzenin bir kahramanı olmaktan çok, eski düzenin, feodal düzenin bir kalıntısı görünümündedir. Böyle bir kahramanlık görevi, varlığının içeriği ve anlamı, bol keseden, har vurup harman [sayfa 191] savurarak yaşamaktan çok, sermaye birikiminde ve insanları kâr elde etmek için çalıştırma noktasında yoğunlaşan, sanayi ve tarım girişimcilerine bırakılmışa benzer.
[76] Feodal bir ortamdan çok, kapitalist bir ortamda çalışan bankerler, kısmen küçük tasarrufları toplayarak, kısmen de, enflasyon yoluyla, paylarına düşen ekonomik artığı büyüterek sermaye oluşumunu kolaylaştırırlar.
[77] Adam Smith, a.g.e. s. 329.
[78] "Yoksulları koruma kanunlarının açık ve doğrudan amaçlan ve yönelişleri, kanun koyucunun iyi niyetli tutumunun ve öngörüsünün aksine, yoksulu korumak değil, hem zenginin hem de yoksulun durumunu kötüleştirmektir; yoksulu zengin etmek değil, zengini yoksullaştırmak hesabı üstüne kurulmuş kanunlardır bunlar; eğer bugünkü kanunlar, bu biçimleriyle yürürlükte olmaya devam ederlerse, yoksulların bakımı için ayrılan fonlar gittikçe artacak ve sonunda bu ülkenin bütün net gelirini yutacaktır." Ricardo, a.g.e. s. 81, Schumpeter de, klâsik burjuva görüşünün askerlikten ve askerî harcamalardan hiç hoşlanmadığını vurgulamaktadır, bkz. Capitalism, Socialism and Democracy (New York, 1950), s. 122.
[79] Sırası gelmişken, sonradan Weber ve Sombart'ın çok önemli bularak vurguladıkları, rasyonel hesap ve muhasebe gelişmini, Marx'ın daha 1847 yılında, burjuva kültürünün gelişiminde önemli bir etmen olarak belirttiğini söyleyelim. Marx diyor ki: "Çevresindeki uşak ve hizmetçi takımının yarattığı şa'şaa ile çalım satmaktan pek hoşlanan feodal ağanın önyargılarına kendisini kaptırmayacak kadar aydınlanmıştır burjuvazi ve çok da iyi hesap yapmaktadır. Burjuvazinin varlık koşulları onu hesap yapmak zorunda bırakıyor." Wage, Labour and Capital, Marx ve Engels, Selected Works (Moscow, 1949-1950), Cilt I., s. 91 (İtalikleri ben ekledim).
[80] "Biraderlerin o yüksek ruhçuluk meslekleri ile dünya işlerinin çekilip çevrilmesinde gösterdikleri uyanıklık ve beceriklilik elele gitmektedir; bu bir rastlantı mıdır yoksa olayların doğal sonucu mudur? Gerçek dindarlık ve sofuluk, tüccarın namus bütünlüğünü korumaya çalıştığı, onu düşünceli ve sakıncalı bir adam hâline getirmek için elinden geleni yaptığı için, ticaretteki başarıyı da yüceltmektedir. Ticaret dünyasında barınabilmek ve güven kazanabilmek için kaçınılmaz olan bu nitelikler, sürekli servet birikiminin de ön-koşulu olmuşlardır." G.A. Rowntree, Ouakerism, Past and Present (Londan, 1859). Ya da: "Kısacası, servete giden yol, eğer servet kazanmak isteğinde iseniz söyleyeyim, çarşıya giden yol kadar düz ve açıktır. İki kelime ile açıklayabiliriz bunu, çalışkanlık ve tutumluluk; yani, parayı ve zamanı [sayfa 192] israf etmemek, aksine, her ikisini de en iyi biçimde kullanmak. Dürüst yoldan elde edebileceğinin tümünü elde eden ve elde ettiğinin tümünü (tabiî zorunlu harcamalar çıktıktan sonra) biriktiren kişi, eninde sonunda zengin olacaktır; tabiî eğer dünyayı yöneten o yüce Varlık isterse; doğru işlerimiz için Ona çevirmeliyiz yüzlerimizi. Onu kutsamalı. Ona tapınmalıyız; çünkü işlerin şöyle değil de böyle olmasını belirleyen Odur." Benjamin Franklin, Works (Jared Sparks ed., Boston, 1840), Cilt II, s. 87 ve devamı.
[81] Marx, Grundrisse der Kritik der Politischen Ekonomie (Rohentwurf) (Berlin, 1953), s. 143. (İtalikler orijinalinde var.)
[82] Principles of Political Economy and Taxation (Everyman's Library ed.) s. 225.
[83] "İngiltere'deki Avam Kamarası, Fransa'daki Tiers-Etats ve genel olarak Kıta Avrupası burjuvazisi... tasarruf yapan, tutumlu sınıflardı; buna karşılık feodal aristokratların çocukları, har vurup harman savuran sınıflar niteliğindeydi... Bu nedenle, birinciler, yavaş yavaş ikincilerin yerini almaya ve toprakların büyük kısmını ele geçirmeye başladılar." John Stuart Mill, Principles of Political Economy (New York, 1888), s. 38.
[84] Bu, yarışmanın "altın çağında" hiç tekel yoktu anlamına gelmez. Tam aksine, kapitalist düzenin tâ başındanberi, tekeller her yerde görülmüştür. Ancak, tarih kitaplarında (siyasal tarihlerde olduğu kadar, toplumsal ve ekonomik tarihlerde) sık sık görülen ve eski tekel kurumları ile günümüzdeki tekelleri eşdeğer görüp göstermeye çalışan görüşler, "modernizmin" saçmalıklarından biri olarak değerlendirilmeli. Bugünkü tekeller bambaşka koşullar altında iş görüyorlar. Onyedinci ve onsekizinci yüzyıl tekelleri ile günümüz tekelleri arasında dağlar kadar fark var; tekellerin dayanakları da nitelikleri de değişmiş durumdadır bugün. Eskiden, loncaların bazı yasaklayıcı kuralları, tekel niteliğindeydi; bu yasaklamaların nedeni de, durmadan ortaya çıkan, yerel ve zamansal kıtlıklardı, kaynakların hareket yeteneğinden yoksun bulunuşlarıydı, haberleşme ve ulaştırma sistemlerinin yetersizliğiydi; fakat üstünde tekel kurulan pazarlar son derecede cılız ve dar satış alanlarıydı eskiden; bugünün, dev gibi tekelleri, çok büyük bir üretim hacminin gene çok büyük bir dilimini denetim altında tutan dev gibi tekelleri nerde, eski tekeller nerde!
[85] Bkz. Simon Kuznets, National Income, A Summary of Findings (New York. 1946), s. 33. Bu kitapta, R.F. Martin'in, National Income in the United States, 1799-1938 adlı eseri, bu yargının kaynağı olarak belirtiliyor.
[86] S. Kuznets, a.g.e. s. 34; Colin Clark, diğer ileri ülkeler için [sayfa 193] bazı tahminler yapıyor ki bunlar da aynı yönde bulgular niteliğindedir. Bkz. Conditions of Economic Progress (2. Baskı, London, 1951), III. Bölüm.
[87] S. Kuznets, a.g.e. s. 54.
[88] United States Department of Commerce, Bureau of the Census, Historical Statistics of the United States, 1789-1945 (Washington, 1949), Section D.
[89] Bkz. S. Kuznets, a.g.e. s. 58 ve s. 61 ve devamı.
[90] Bütün bu tür genellemeler açıkça tehlikeli olmakla birlikte, şu kadarını söylemek yanlış olmayacaktır: ondokuzuncu yüzyıldaki ekonomik dalgalanmalar daha çok fiyat iniş çıkışları şeklindeydi, yirminci yüzyılda ise, başlıca dalgalanmalar, üretim düzeyindeki iniş çıkışlar şeklinde olmaktadır. Bu durum, açıkça, sanayi üretiminin toplam üretimdeki payının büyümesi ile ilgilidir; sanayi üretiminin, talepteki değişikliklere göre değişimi, tarım, üretiminin talepteki değişikliklere ayak uydurmasından çok daha farklı oluyor.
[91] Bir lokma bir hırka düzeyinde ücret oluşumu kuramının, fiilen ele geçen ücretlerle, örneğin Kaliforniya Üniversitesi Toplumsal Ekonomi Araştırmaları Heller Komitesinin ve başka örgütlerin yaptığı hesaplardaki "canı tende tutma minimumları" ya da "minimum bütçeler" ölçüleri karşısında kıyaslanamamalarının nedeni de budur zaten; yani bu kurum, gerçekler karşısında tutunamamıştır ve bir geçerliliği yoktur. Bu tür hesaplama ve kıyaslamalar, yürürlükte bulunan yaşama standartlarını ya da halk kitlelerinin elde edebildiği ekonomik mutluluk ve refah düzeylerini araştırıp ortaya koymakta bir yarar sağlasa bile, ücretlerin, belli bir minimumun altında, üstünde bulunduğunu ya da bu düzeye eşit olduğunu saptamaktan çok uzaktır. Heller Komitesinin hazırladığı bütçeye bir göz atmak bile, burada betimlenen yaşama düzeyinin, örneğin Ricardo tarafından belirlenen ya da bundan yüz hatta elli yıl önce İngiliz ve American işçileri tarafından "erişilmiş" ücretlerle bir ilgisi olmadığını gösterecektir.
[92] Bütün bunlar, belli bir ülkenin belli bir zamanda içinde bulunduğu ekonomik kalkınma ve verimlilik aşamalarını etkileyen, tarihsel, coğrafî ve demografik (nüfusla ilgili) koşullara bağlı olarak değişmektedir.
[93] Bir "bolluk devletinin" kurulmasına, yani bunun mümkün olduğuna derinden inanan John Stachey gibi biri bile şunları yazmaktan, kendini alamamıştır: "Son 15 yıl içinde, ücretlilerin ulusal gelir içindeki payları, belki yeniden yükselebilirdi; yükselebilirdi ama, hiç bir zaman, 1860 yılındaki düzeyine de erişemezdi." New Statesman and Nation adlı dergide yayınlanan "Marxism Revisited" adlı yazıdan, [sayfa 194] 1953, s. 537. İkidebir öne sürülen görüşlerin aksine, Büyük Britanyada, İkinci Dünya Savaşından sonra işbaşına geçen İşçi Partisi Hükümetlerinin uyguladığı ekonomi politikalarının sonucu olarak, işçilerin ulusal gelir paylarında bir ilerleme olmuş değildir. "Yiyecek maddeleri ve sağlık hizmetleri için yapılan sosyal yardımların olumlu etkisi, bira, tütün ve diğer bazı mallar üstüne konulan vergilerle, fazlasıyla geri alınmıştır; demek oluyor ki, ücretler, bu gibi sosyal yardımların net kazancından yararlanmış değillerdir." Clark Kerr, "Trade Unionism and Distributi ve Shares," American Economic Review (May, 1954), s. 291; bu sonuncu yazıda, kaynak olarak belirtilen, Findley Waver'in "Taxtion and Redistribution in the United Kingdom" adlı yazısında yukardaki cümleler yer alıyor, bkz. A.A. Review of Economics and Statistics (May, 1950). Ayrıca bkz. A.A. Rogow, "Taxation and 'Fair Shares' Under the Labour Governments," Canadian Journal of Economics and Political Science (May, 1955).
[94] Colin Clark, Conditions of Economics Progress (İkinci Baskı, London, 1951), s. 524.
[95] Victor Perlo'nun The Income Revolution adlı kitabında belirtiliyor, (New York, 1954), s. 54.
[96] Kendi hesaplarına çalışan, kendi kendilerinin patronu olan girişimciler, ücretli emekçilerin 1880 yılında yüzde 36.9'u idi, bu oran 1939'da yüzde 18.8'e düşmüştür. Bunun konumuz bakımından önemli yanı, bağımsız işadamı sayısının azalmasıdır. Tarım-dışı alanlarda çalışan girişimciler de 1880 yılında, toplam çalışanların yüzde 8'i iken, 1939 yılında bu oran yüzde 6'ya düşmüştür." House of Representatives (Temsilciler Meclisi), Küçük İşletmeler Komitesi, United States vs. Economic Concentration and Monopoly (Washington, 1949), s. 96.
[97] Harold M. Levinson, "Collective Bargaining and Income Distribution," American Economic Review (May, 1954), s. 314 ve s. 316.
[98] Capital (Kerr baskısı). Cilt III, s. 1003. Marx'ın aynı sayfada belirttiği gibi, tekel için, tüketici olarak işçilerin gelirlerini azaltma eyilimi diye bir şey söz konusu değildir. Fakat eğer, işçilerin toplam ulusal gelirden aldıkları payda bir değişmezlik varsa, bu değişmezliğin nedeni, pekâlâ, işçi sendikalarının baskıları sonucu ücretlerin fiyatlara kârlara göre yükselmelerini sağlamaları olabilir.
[99] The Theory of Economic Dynamics, (London, 1954), s. 18.
[100] Smaller War Plants Corporation (Daha Küçük Savaş Fabrikaları Şirketi) Economic Concentration and World War II (Washington, 1946), s. 6.
[101] Federal Trade Commission, Report on the Merger Movement, (Washington, 1948). [sayfa 195]
[102] 1923 yılı için bkz. United States Treasury Department, Bureau of Internal Revenue, Statistics of Income, s. 118; 1951 yılı için bkz. Statistics of Income, Preliminary Report, s. 41.
[103] Savaş öncesindeki durumu için Paul M. Sweezy'nin yetkin araştırmasına bakınız: "Interest Groups in the American Economy", bu yazı önce, Ulusal Kaynaklar Komitesinin (National Resources Committee) yayını olan Structure of the American Economy adlı kitabın I. Kesiminin 13. Eki olarak yayınlanmış, daha sonra da, yazarın The Present As History adlı kitabında (New York, 1953) yer almıştır, s. 158 ve devamı.
[104] Bkz. The Brookings Institution, Share Ownership in the United States, (Washington, 1952) bu kitapta, şirketlerin halka satılan hisse senetlerinin 6.5 milyon Amerikalının elinde toplandığından ve ortalama olarak adam, basma 4 hisse senedi düştüğünden sık sık söz edilmektedir. Gene aynı kitapta, yapımı sanayii hisse senetlerinin yüzde 57'sinin toplam senet sahiplerinin yüzde 2.3'ünün elinde toplandığından da söz ediliyor ama çok daha belli belirsiz ve üstü kapalı biçimde. Kamu hizmetleri gören şirketlerin hisse senetlerinde, toplam senet sahiplerinin yüzde 1'i, toplam hisselerin yüzde 46'sına sahip bulunmaktadır. Finansman ve yatırım şirketlerinde bu oranlar sırasıyla yüzde 3 ve yüzde 53, ulaştırma şirketlerinde ise yüzde 1.5 ve yüzde 56 olarak verilmekte. M. Taitel'in Profits, Productive Activities and New İnvestment adlı kitabında da, Savaş öncesi dönemine ait benzer yüzdeler verilmektedir. TNEC Monograph, No. 12 (Washington, 1941). s. 58.
[105] The Income Revolution, (New York, 1954), s. 58.
[106] İşte, toplumsal olarak minimum yaşama standardı diye tanımlanan bu düzeyin belirlenmesinde işçi sendikalarına büyük rol düşmektedir. Sendikaların, verimliliğin ve toplam üretimin artmasında yapacakları çok iş vardır daha. Sendikalar, işçi ücretlerinin artmasına yol açarak, emek-tasarrufu sağlayan araçların üretime katılmasına çanak tutmuşlar ve tekniğin yaygınlaşmasına olanak vermişlerdir.
[107] Eksik-tüketim kuramı adı verilen görüşün önemli inançlarından biridir bu. Dördüncü Bölümün başlarında bu konuya daha geniş yer verilecektir.
[108] Bkz. Lee Benson, Merchants, Farmers, and Railroads (Cambridge, Massachusetts, 1955).
[109] Bunun önemli bir istisnasını Schumpeter'de görüyoruz. Bu yazar, tekel konusunu "bir bakkalı ele alır gibi" incelemeye karşıdır. Ona göre, tekel sorunu başka bir yaklaşımla, kapitalizmin uzun - dönemli gelişimi açısından önemle ele alınmalıdır. Ne var ki, Schumpeter'in özleminin gerçekleşmesi için kırk yıl gibi koskoca bir zamanın geçmesi gerekmiş, ancak böyle uzun bir süre geçtikten sonra, ekonomistler, [sayfa 196] tekelci kapitalizmin ekonomik yapısı ile ilgilenmeye (ve onu alkışlamaya) başlamışlardır. Tekelin büyümesi, kapitalizmin genel gelişimi içinde çok önemli bir öge olarak yalnız Marxist yazarlar tarafından ele alınmış ve işlenmiş bulunuyor. Hilferding'in Finanz kapital (1910) adlı kitabı, bu konudaki ilk klâsik Marxist katkı niteliğindedir. Bunu, Lenin'in ünlü, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması (1917) adlı eseri ve diğer eserler izlemiştir.
[110] "Economic Progress and Declining Population Growth" American Economic Revievw (March, 1939), Readings in Business Cycle Theory (Philedelphia-Toronto, 1944) adlı derleme içinde yeniden yayınlanmıştır, s. 379.
[111] Theory of Economic Dynamics (London, 1954), s. 161.
[112] "Böylece, talebin başka alanlardan konut yapımı alanına doğru kayması da, 'sermaye lehine' birtakım yeniliklerin ortaya atılmasına yol açıyor ve aynı şekilde yatırımların artması eğilimi doğuruyor." Joan Robinson, The Rate of Interest and Other Essays (London, 1952), s. 109.
[113] Bkz. Joan Robinson, a.g.e. s. 107.
[114] Bkz. Kalecki, a.g.e. s. 160.
[115] Bu çok önemli nokta genellikle gözden kaçırılmaktadır. Paul M. Sweezy, Theory of Capitalist Development (New York, 1942), s. 222 ve devamında bu önemli noktayı vurgulamaktadır.
[116] Bu tür iç-göçler, ekonominin kapitalist-olmayan kesimlerindeki insangücünün ekonomik ve teknolojik etmenler sonucu yer değiştirmesinden ileri gelmektedir; bazı hallerde, "ekonomi dışı etmenlerin" de bunda rol oynadıkları görülür (örnek olarak Britanya'daki toprak kapatıp köylülerin kovulması ve Almanya'daki Baurnlegen -köylünün toprağından yoksun edilmesi -ç.n.- gösterilebilir). Fakat, bu tür zorlamaların nedeni, de kentlerde görülen sanayi gelişimi girişimleridir. Başlangıçta seyrek nüfuslu olan, Amerika, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi yeni ülkelere yönelen göç hareketlerine, yalnız o ülkelerin kendi kapitalist-olmayan kesimlerindeki insangücü değil, Eski Dünyanın kapitalist-olmayan kesimlerindeki insangücü de kaynaklık etmiş bulunuyor. Bu sonuncu durumda büyük ağırlık dışardan gelen göçmen akımındadır.
[117] Bu görüş, emeğin ucuzlaması ve hızlı nüfus artışı sonucu teknolojik ilerlemenin yavaşlaması şeklinde özetlenebilecek önemli olgu ile çelişmez. Emeğin ucuzlaması ve hızlı nüfus, artışı sonucu teknolojik ilerlemenin yavaşlaması demek, kapitalizmin uzun-dönemli dengesinin sağlanmasına katkıda bulunmak demektir çünkü: bunlar, kapitalizmin gelişmesini yavaşlatırlar ve onun olgunlaşmasıyla ortaya [sayfa 197] çıkacak bunalımın ertelenmesine yol açarlar. (Bkz. Paul M. Sweezy, a.g.e.) Hans Neisser'in belirttiği gibi: "Ekonominin dengede olması için gelirin yüksek bir düzeyde bulunması yani adam başına gelirin yüksek olması gerekli değildir; hatta, ekonomik denge, yapısal işsizlik ile bile bağdaşabilir. Yoksul ekonomiler, ekonomik dengeye ulaşmak ve bu durumda kalmak bakımından, zengin ülke ekonomilerinden daha büyük bir şansa sahip bulunmaktadır." "Stability in Late Capitalism" Social Research (Spring, 1954), s. 85. Nitekim, adam başına sermaye donatımı, verimlilik ve üretim düzeylerini, düşük tutarak, hızlı nüfuz artışı, fiilen elde edilen ekonomik artık hacmini de düşürecektir. Dahası var: toplam üretim, nispeten küçük bir sermaye donatımıyla elde edildiği zaman, sermayenin aşınma- yıpranma payları olarak ayrılacak karşılıklar da haliyle küçük olacak ve toplamı brüt artık içinde nispeten az bir yer tutacaktır. Bu koşullar altında, yatırımlara ayrılan ekonomik dilimi de küçük olacağı için -yeni ekonomik artığın kapitalistlerin tüketimine ayrılan dilimi çıktıktan sonra kalan parça küçük olacağı için-, yeni bir işçiyi çalıştırmak için ne kadar küçük bir sermaye donatımına gerek olursa olsun, toplam yatırımlar da, çalışacak insan sayısı da (yaratılacak istihdam da), ister istemez, düşük olacaktır. Böylece, kapitalist, yatırıma ayrılan bütün ekonomik artık dilimini yatırıma fiilen yöneltme yolunu seçse bile -ki böyle bir işin mutlaka olacağını kolay kolay söyleyemeyiz-, ekonominin genişlemesi ve sermayenin tam, çalıştırma düzeyine çıkılması süreçleri oldukça yavaş işleyecek, buna karşılık, ekonominin kapitalist- olmayan kesimlerinde (tarım, el zanaatları, dağıtım işleri v.b.), "artık nüfusla" dolup taşan bir gecekondulaşma süreci görülecektir. Bunlar, kapitalist düzenin en keskin çelişkilerinden birini gün gibi açığa çıkarmaktadır: verimliliğin hızla yükselmesi ve üretimin hızla artması, dengesizliğe, bunalımlara ve ekonominin sanayi kesiminde yaygın işsizliğe yol açmaktadır ve bütün bunların, bir tüm olarak toplum üstünde derin etkileri görülmektedir. Verimlilikte ve üretimde yavaş artışlar ise gizli işsizliğe yol açmaktadır, yoksulluk yaratmaktadır ve ekonominin kapitalist-olmayan kesimlerinde durgunluğa sebep olmaktadır. Bütün bunların sonucu olarak da, bir geri kalmışlık denizinde oldukça ilerlemiş sanayi adaları ortaya çıkıyor.
[118] Theory of Economic Dynamics, (London, 1954), s. 159.
[119] Econometrica: (October, 1954), s. 532.
[120] Maturity and Stagnation in American Capitalism (Oxford, 1952), s. 133 ve s. 235 n. (İtalikler orijinalde).
[121] Bu tür boş hayaller ve havaya şatolar kurmanın en iyi örnekleri, belki de şunlarda bulunmaktadır: J.K. Galbraith'in "W can Prosper Without War Orders - Savaş Harcamaları olmaksızın [sayfa 198] da ilerleyebilir, Zenginleşebiliriz" "New York Times Magazine (Juna 22, 1952) adlı yazısı ve David Lillenthal'in, Big Business, A New Era (New York, 1953) adlı kitabı, s. 8 ve devamı.
[122] E. Varga ve L. Mendelsohn (derleyenler), New Data for Lenin's Imperialism The Highest Stage of Capitalism (New York, 1940), s. 168. (İtalikler orijinalde).
[123] J. Steindl, Maturity and Stagnation in American Capitalism (Oxford, 1952) adlı kitabında bu yaklaşımın güzel örneklerini vermektedir ki bu da söz konusu kitabı değerli ve önemli bir yapıt hâline getiriyor. Bundan böyle ele aldığım ilgili konularda, Steindl'ın eserinden geniş ölçüde yararlandım.
[124] Aşırı kapasitenin ortadan kaldırılması hangi yolla olmaktadır? Kimse, bunun önemsiz bir sorun olduğunu söyleyemez. Aşırı kapasite, gününü doldurmuş, eski-moda donatımın hurdaya çıkarılması yoluyla giderilebileceği gibi, hemen sürekli olarak "hasta" bir sanayi dalında, eski-moda donatımın bir türlü hurdaya atılamaması nedeniyle fazla kapasitenin sürüp gitmesi gibi bir güçlükle de karşılaşılabilir. Amerikan ekonomi tarihi bunun örnekleriyle (kömür üretiminde, dokuma sanayiinde, tarım kesiminde) doludur ve bu dallarda kamu tekellerinin kurulmasında, söz konusu aşırı kapasitenin bir türlü giderilememesinin önemli rolü olmuştur.
[125] Steindl da bu noktaya parmak basıyor; bu yazar, "normal" aşırı kapasite adı verilebilecek bir sorunun varlığından da söz etmektedir.
[126] J. Viner, "Cost Curves and Supply Curves, "Zeitschrift für National Ekonomie, (19311), Cilt III, No. 1., s. 98.
[127] Marx, Wage Labour and Capital, bkz. Marx ve Engels, Selected Works, Cilt I. s. 93. (İtalikler orijinalde).
[128] Bkz. Joan Robinson, "The Impossibility of Competion", E.H. Chadberlin'in derlediği Monopoly and Competion and Their Regulation adlı kitapta (New York, 1955). Yatırım sürecinin işte bu özel niteliği, yarışması kapitalizm koşulları altında işlemekte, bu koşullar altında sık görülen aşırılıklara ve akla aykırılıklara yol açmaktadır. Bunlar, ondokuzuncu yüzyıla özellik kazandıran ekonomik bunalımların, yani aciz durumuna düşüp iflasa sürüklenme dalgalarının, iş dünyasındaki başarısızlıkların yarattığı kar-topu etkisiyle ortaya çıkan paniklerin, belli pazarlardaki, büyük çapta, fakat oldukça kısa-dönemli mal yığılmalarının v.b. nedenleri olmuşlardır.
[129] Söylemeye bile gerek yoktur ki, burada önemli olan, bu işe yatırılacak para miktarının salt büyüklüğü değildir; asıl önemli olan bu iş için ayrılan ve ücret birimleriyle, ulusal gelirin bir dilimi olarak [sayfa 199] ya da bir başka gerçek (real) ölçüyle belirlenen servettir. Teknoloji açısından en uygun büyüklükte yeni bir fabrika kurmak için ne kadar sermaye gerektiği konusunda J.S. Bain'in bir incelemesi var. Bkz. "Economics of Scale, Concentration and Entry," American Economic Review (March, 1954). Bu yazıda Bain, bulgularının bir kısmını özetliyor.
[130] "Birçok firmanın, yürürlükteki faiz haddi ile sağlayabileceği kredinin sınırlı olması, çok defa, bu firmanın, kendi özel pazarı dışına taşarak yeni alıcılar bulmak için çok büyük pazarlama giderlerine katlanmak zorunda olmasının iyi bilinmesinin doğrudan bir sonucudur." P. Sraffa, "Law of Return Under Competetive Conditions," Economic journal (December, 1926), s. 550. Varolan bir firma için doğru olan bu yargı, "kurulması düşünülen" yeni bir firma için haydi haydi geçerlidir. Sermaye piyasası ile güçlü ve kökleşmiş şirketler arasındaki içli dışlı ilişkilerin de yeni kurulup iş hayatına atılan bir firmanın, uygun faizlerle sermaye ve finansman olanağı bulmasının ne kadar sınırlı ve zor bir iş olduğunu da unutmamak gerek.
[131] "Amerikan ekonomisinde, eskiyenin ve bunamışın yerini yeninin ve zorlunun almasının bir biyolojik süreç olduğu görüşü nedense pek revaçtadır. Kulağa hoş gelen bir görüştür bu belki ama, düpedüz bir uydurmadır. Nitekim, eğer bugünün Amerikalıları hayatta kalırlarsa, ilerde de, çeliklerini, bakırlarını, pirinçlerini, otomobillerini, lâstiklerini, sabunlarını, kızartma yağlarını, kahvaltılık yiyeceklerini, domuz pastırmalarını, sigaralarını, viskilerini, yazarlı para kasalarım ve tabutlarını, bugün bu şeyleri yapıp satan firmaların birinden ya da ötekinden alma durumunda kalacaklardır. Kısa bir sürelik düşünme bile, bu şeyleri üreten firmalarda, kırk elli yıldır hiç bir değişiklik olmadığını hatırlatacaktır bize." J.K. Galbraith, American Capitalism (Boston, 1952), s. 39.
[132] Theory of Capitalist Development (New York, 1942), s. 275.
[133] O. Lange, On the Economic Theory of Socialism (Minneapolis, 1938; ikinci baskı, 1948), s. 114; bkz. E.D. Domar, "Investment, Losses and Monopolies," Lloyd Metzler ve arkadaşlarının derlediği Income, Employment and Public Policy: Essays in Honor of Alvin H. Hansen (New York, 1948) adlı kitapta, s. 39.
[134] Bu gereksinme, yalnız firmanın elindeki sermayenin sınırlı olması sonucu bir zorlama, kaçınılmaz bir durum olarak ortaya çıkmakla kalmıyor, söz konusu dönem uzadıkça, risk düşünceleri ve korkulan da büyüyerek bir çekimserlik yaratıyor.
[135] Bkz. G. Terborgh, Dynamic Equipment Policy (Washington, 1949), 11. Bölüm.
[136] Bu kural, yenileme yatırımlarına olduğu kadar yeni yatırımlara [sayfa 200] da uygulanabilir.
[137] "Economic Progress and Declining Population Growth", American Economic Review (March, 1939); Readings in Business Cycle Theory (Philedelphia - Toronto, 1944) adlı derlemede yeniden yayınlanmıştır, s. 381.
[138] Bununla birlikte, Schumpeter'in yaptığı gibi, sosyalist ve plânlı bir ekonomide bu politikanın tıpkı tekelci koşullar altında çalışan özel bir firmadaki gibi çözüme bağlandığını sanmak yanılgının ta kendisi olacaktır. Bkz. Capitalism, Socialism and Democracy (New York, 1950), s. 96 ve devamı. Toplum kaynaklarının akla uygun bir biçimde kullanılması için, tekelci bir firmanın sermayesini koruma politikası, yarışmacı kapitalizm koşulları altındaki aşırı yatırım ve sermayenin yokedilmesi politikalarına üstün tutulmalıdır. Ancak, kapitalizmde sık sık görüldüğü gibi, akla uygunluk yolunda böyle bir ilerleme, tekelcinin, sermaye koruma politikası uygulayacağını derken yatırım olanaklarını büsbütün daraltmasına, üretimi, geliri ve çalışan insan sayısını büsbütün azaltmasına yol açabilmektedir. Plânlı sosyalist bir ekonomi de ise, belli bir yatırımı (ister yeni yatırım olsun, ister yenilemiş yatırımı) erteleme kararı, toplam yatırımı azaltmayı gerektirmeyeceği gibi -eğer böyle bir azaltma zorunlu ise o başka-, tüketim düzeyinde uygun bir artış sağlanarak da giderilebileceği için tamamen farklı bir iştir. Sosyalist ekonomide, bundan dolayı, ne üretimi azaltmak, ne de çalışan insan sayısında bir kısıntı yapma yoluna gitmek gereklidir. Sosyalist bir ekonomide yatırımın kısılması demek, kıt kaynakların dağıtımını yapan (ister yeni yatırım alanına, ister yenileme yatırımlarına dağıtılıyor olsun bu kaynaklar ilke olarak bir şey değişmez) sosyalist plânlama yetkililerinin, bunu yapmakla, belli dallara ve işletmelere öncelik ve ağırlık vermekte oluşan, yeni yatırımları toplumsal yeğleme bakımından en uygun biçimde üleştirmeleridir. Başka deyimle, bazı işletmelerin modası geçmiş donatım ile çalışmalarını sürdürmeleri, bunların sermaye değerlerinin korunması için değil, yeni makina ve donatımın bir başka alanda daha verimli olarak kullanılabileceğinin saptanmış olmasından ötürüdür. Şimdi, böyle bir politika ile, tekelcinin kârlarını bir tepe noktasına çıkarmak için sermayesini yenilememesi ya da elindeki sermaye kalemlerinin değerini aynen korumaya kalkması arasında dağlar kadar fark vardır.
[139] Bir üçüncü kez daha ortaya çıkıyor ki, plânlı sosyalist bir ekonomide, yatırımın verimlilik-arttıran rolü, tekelci girişimin, kârlarını bir tepe noktasına yükseltmesi gereği olarak sınırlanıp kısıtlanmıyor artık.
[140] O. Lange, "Note on Innovations", Readings in the Theory of [sayfa 201] Income Distribution adlı derleme içinde, (derleyenler, W. Fellner ve B. F. Haley), (Philadellphia ve Toronto, 1946), s. 194. Benzer bir gözlem, P. Sraffa'nın, "Law of Return Under Competetive Conditions", adlı yazısında da rastlanıyor, bkz. Economic Journal, (December, 1926), s. 543. Maliyet düşürücü yenilikler ile üretim hacmi arasındaki bu ilişki. Büyük Britanya'da ve Batı Avrupanın diğer ülkelerinde yerleşmiş birçok tekelin ve tekelimsi işletmenin bünyesinde görülen (ve çok sık görülen) teknolojik geriliği de geniş ölçüde açıklamaktadır. Bu durumu, firmanın yöneldiği "pazarların dar oluşlarıyla" açıklamaya kalkmak, arabayı atın önüne koşmaktan başka bir şey değildir. Çünkü "pazarların dar oluşlarının" suçlusu tekelci ya da tekelimsi firmaların kendileridir.
[141] 141 United States Steel Corporation Başkanı Mr. Benjamin Fairless'in bir Senato Komitesi önünde verdiği ifadeden alman aşağıdaki sözler, 22 Mart, 1955 tarihli New York Times gazetesinde yayınlanmıştır: "Düşüncemizde bir değişiklik olmuştur; fiyat, artık, tek yarışma aracı olarak görülmemelidir. Nitelik ve hizmet yollarıyla da yarışmaktayız! -Bu ara bir Senatör soruyor: Demek ki, yeni koşullarımız altında, fiyat yarışmasından söz etmek gerçekçi bir tutum değil?- Mr. Fairless devamla: Evet haklısınız. Fakat Mr. Fairless, kendi kumpanyasının, bazı hallerde 'kâr etme düşüncesiyle,' kendisine teklif edilen düşük fiyatları kabul etmediğini de kabul ediyor. 'Eğer elli yıl öncesindeki gibi bir fiyat yarışması olduğunu düşünecek olursak, yanlış bir fikre saplanmış oluruz; siz de bu düşüncede misiniz? sorusuna da 'Evet!' diye karşılık vermiştir Mr. Fairless." General Motors Corporation Başkanı Mr. Harlowe Curtice de, aynı Komite önünde verdiği ifadede, şunları söylemiştir: "Otomobil sanayiinde kıyasıya bir yarışma vardır, fakat otomobillerin güzel görünüşü ve nitelikleri konularında!" New York Times, 19 Mart, 1955 tarihli sayısı.
[142] Bkz. Paul M. Sweezy, "Demand Under Conditions of Oligopoly," Journal of Political Economy (August, 1939)
[143] Bu nokta için bkz. Hilferding, Das Finanz kapital; bu kitapta, büyük-çaplı mâlî kuruluşların geleneksel kılı kırk yarmalarına ve çok riskli kumar oyunlarına girmekten ürküp kaçınmalarına dikkat çekilmektedir.
[144] Bkz. C. Wright Mills'in öğretici eseri olan White Collar: The American Middle Classes (New York, 1951) adlı kitapta özellikle Birinci ve İkinci Kesimlere.
[145] Geçimini bu alanda sağlayan insan sayısı olarak ele aldığımız zaman yarışmacı kesim hâlâ büyüklüğünü sürdürmektedir. Gerçekten de, büyük işletme kurma gücüne sahip olmayan küçük kapitalistlerle, [sayfa 202] aslında mamur ya da işçi oldukları halde, bir işverene bağlı olarak çalışmak istemeyen kişilerle dolup taşmaktadır bu kesim. Bu yüzden de, bu kesimdeki kârlar düşük, üretim ve verimlilik yetersiz ve Capacity, "Economice, New Series (1935) Şurası ilgi çekicidir ki, büyük şirketler, yatırıma yöneltilemez kaynaklarının bir kısmını büyük kâr payları dağıtma yoluyla ellerinden çıkarmaktadırlar ve bu paralar, özellikle küçük kapitalistlerin elinde toplanmakta ve ekonominin yarışmacı kesiminin içinde yatırım olanakları arayan fonlara dönüşmektedir.
[146] Grundrisse der Kritik der Politischen Ekonomie (Rohentwurf) (Berlin, 1953), s. 346-347. (İtalikler orijinalde)
[147] E. Varga ve L. Mendelsohn (derleyenler), New Data for Lenin's Imperialism The Highest Stage of Capitalism (New York, 1940), s. 236. [sayfa 203]
[148] İşletme yönetiminin yapısında bazı değişiklikler olduğu, özellikle "bürokratlaşmaya" ve "kişisellikten, arınmaya" doğru gelişmeler görüldüğü konusunda, son zamanlarda birçok yazılar yayınlanmıştır. Başka bir açıdan ilginç olan bu tür yazılar, kapitalist girişimin temel hedeflerinde değişiklikler olduğunu ortaya koyamamıştır. Ancak bu yazılar, tekelci ve tekelimsi firmanın kılı kırk yarmasını, titiz ve ihtiyatlı davranışını vurgulama açısından da önem taşıyorlar. Bu konudaki yazıların toplu değerlendirmesi için bkz. A.G. Papandreou, "Some Basic Problems in the Theory of the Firm," A Survey of Contemporary Economics (Derleyen, B.F. Haley) içinde (Homewood, Illinois, 1952), on" adlı parlak denemesi, Science and Society dergisi, (1942 Kış sayısı), yazarın, Present as History adlı kitabında yeniden yayınlanmıştır (New York, 1953).
[149] Şurası önemle belirtilmelidir ki, tekelci ve tekelimsi firmalardan oluşan kesim içinde görülen gelişimin düzenli ve dengeli olmaması nedeniyle, sık sık ortaya çıkan bir "geri" tekel ve tekelimsi sanayi sorunu vardır. Bu geri sanayi alt-kesimi, yarışmacı sanayi kesimini andırmaktadır. Çünkü, her ikisinde de, daha ileri, daha yoğun sermaye teknikleriyle donatılmış bir tekel ya da tekelimsi firma tarafından saf dışı edilme tehlikesi vardır.
[150] Bununla birlikte, bir insan olarak kapitalistin kişisel harcamalarında nispeten ölçülü davranmasının öznel akla-uygunluğunu güçlendiren bir önemli genel akla-uygunluk öğesi vardır. Sınıf çatışmasının yoğun olduğu ve kapitalist düzenin siyasal dengesinin tehlikede bulunduğu yerlerde, "domuzuna" servet gösterisine kalmak ya da "insanı çileden çıkaracak ölçüde" zengin bir hayat yaşamaya girişmek, halkı [sayfa 265] kapitalistlere büsbütün düşman etmekten başka bir işe yaramaz ve bu nedenle buna "yanlış tutum" gözüyle bakılır. Bu durumda, dış görünüşün sadeliğine ve asgarî yaşam ölçüsünde tutulmasına büyük önem verilir ve aşırı harcamalara, lüks yatırım ve girişimlere, para saçmalara bir örtü geren, kapitalist gelir piramidinin tepesindekiler, durumu, ustaca, halkın gözünden gizleme çabasına düşerler. Bunlar, yaşamlarını, yabancı eğlence merkezlerinde ve dışardan bakıldığında sade ve alçakgönüllü bir havası olan uzak çiftliklerinde ve küçük kasabalardaki şa'-şaalı malikânelerinde sürdürmeyi yeğ tutarlar. Toplumsal gerginliğin, tarihsel olarak, daha az çarpıcı olduğu ülkelerde ise, kapitalistlerin böyle kaçamak ve hileli davranmalarına gerek yoktur; buralarda, "gösteriş için.tüketimi" gizleme zorunluluğu yoktur, her şey açıktır. Sonuç olarak, "iyi tutum" adı verilen davranışta yani "töreye uygun davranışta" bir gerileme görülecektir. Toplumsal garanti bakımında kendisini daha sağlam durumda gören Amerikan yüksek sınıfının genel töresel tutum ve davranışında, Avrupalıların görüp beğenmedikleri ve eleştirdikleri, sık sık yakındıkları da bu, "töreye aykırı davranıştır" zaten.
[151] Marx, bunu daha önceden söylemiştir: "Burjuva toplumu, kendi varlık biçimi içinde, feodal ya da mutlakçı varlık biçiminde görüp karşı çıktığı ve savaştığı ne varsa, hepsim yeniden üretmiş, yeniden yaşamaya başlamıştır." Theories of Surplus Value (London, 1951), s. 176. Bu durum, gelişmiş kapitalist toplumun karşısına çıkan gerçek bir ikilem, gerçek bir açmaz niteliğindedir. Ekonomik artığın kullanılmasındaki israf azaltılacak olursa, bu kez de, bunalım ve işsizlik ortaya çıkıyor. Ekonomik artığın verimsiz amaçlara harcânmasındaki yoğunlaşma'nın kaçınılmazlığı gittikçe artarken, gösteriş tüketimi de büsbütün geniş bir hacme ulaşıyor ve bunun sonucu olarak "eğlence sanayileri" diyebileceğimiz işyerleri mantar gibi üreyip çoğalıyor; ürettiklerini, esaret altına aldıkları bir alıcı kitlesine götürmekte her türlü numaraya başvuran bu gibi "sanayiler" kültür standartlarının da gittikçe gerilemesine yol açmaktadır. Bu konuda bkz. Russell Lynes'in "What's So Good About Good Times" adlı ilginç yazısı, Herper's Magazine (June, 1956). Bu yazıda söz konusu sorun ortaya atılmakta, fakat çözümlenmesine girişilmemektedir.
[152] Victor Perlo, American Imperialism (New York, 1951), s. 226. Aynı sayfada yer alan bir notta şu açıklama yapılıyor: "Mal üretimi ile uğraşanlar, tarımda, madencilikte, inşaatta yapım sanayiinde, ulaştırmada, haberleşmede ve kamu hizmetleri ile çiftlik yönetiminde çalışanlardır." Bu konuda farklı tanım ve tahminler yapılmışsa da, hepsi aynı doğrultuda bulgular ortaya koymuşlardır. Bkz. C. Wright Mills, White Collar: The American Middle Classes (New York, 1951), 4. Bölüm. [sayfa 266]
[153] Standard bir ürünün elde edilmesi için gerekli ortalama giderlerin üstüne sabit kâr hadleri koyarak fiyatlandırma İlkesi, tekellerin ve tekelimsi işletmelerin uygulamalarında başlıca ilke olmuştur. Bunun böyle olduğunu ortaya koyan ekonomi yazılarının sayısı gittikçe kabarmaktadır. Böyle bir fiyatlandırma yoluna gidildiğinde, verimsiz giderlerin ve vergi yükünün son alıcı olan tüketiciye aktarılacağı (yansıtılacağı açıktır. Bkz. Elmer D. Fagan "Import sur le revenu net societes et prix," Revue de Science et Législation Financière, Cilt XLVI, No. 4, 1954 ve bkz. William H. Anderson, Taxation and the American Economy, (New York, 1951), 16. Bölüm.
[154] Bu kavramların siyasal bakımdan yararlı ve kullanışlı olmaları, devletin, burjuvanın çeşitli kanatları karşında tarafsızlığını koruması olgusunun, yanlışlıkla, devletin çeşitli sınıflar arasında tarafsızlığını koruması olarak yorumlanmasına olanak vermektedir. Hükümetin ara-sıra bazı çıkışlar yapması ve örneğin, fabrikada çalışma düzenini kuran, çocuk işçi çalıştırmayı yasaklayan .v.b. bazı yasaları uygulamaya koyması, bütün burjuvaziyi etkilediği (aynı ölçüde etkilediği) için onlar açısından bir tarafsızlık anlamına geldiği gibi, devletin "aşağı sınıflara" da göz kulak olduğu şeklindeki görüşü de destekler niteliktedir. Çar'ı, toprak ağası ile kendisi arasında, objektif bir arabulucu olarak gören Rus köylüsü, bu bakımdan, kendisini tekellere karşı Amerikan devletinin kanadı altına sığınan bir kişi olarak gören Amerikalı dükkân sahibinden hiç de daha az çarpıcı bir örnek değildir.
[155] "Büyük iş kuruluşlarının gücü, biraz da, kendilerini bağımsız sanan, aslında bu büyük kuruluşların acentasından başka bir şey olamayan küçük iş kuruluşlarının bu sanısından ileri geliyor." C. Wright Mills, White Collar: The American Middle Classes (New York, 1951), s. 26.
[156] Eclipse of Reason, (New York, 1947), s. 178.
[157] Bu devlete-karşılık, burjuvazinin feodalizme karşı verdiği savaştan kalma bir gelenektir ve Amerikaya gelen Avrupalı göçmenlerin yüreğinde kuvvetli bir duyguydu bu. Çünkü bunlar, kendi Ülkelerindeki despot hükümetlerden nefret ediyorlardı ve bu nefreti, birlikte getirdikleri ideoloji yükünün en büyük parçası olarak Amerika'ya taşımışlardı.
[158] Bilgi sosyolojisinde kullanıldığı anlamda "ideoloji" teriminin, tekelci kapitalizm koşulları altında kullanılması şüphelidir. Gerçeğin, yetersiz, taraf tutan ve bir yöne eğilimli bir açıklaması olarak tanımlanabilen ideoloji, toplumsal yapıyı yansıtmakta ve zamanla yerini doğrudan doğruya "sınıf ideolojisi" kavramına bırakmış bulunmaktadır. Bu kavramın da iki önemli özelliği vardır. Onu, bir yarı-gerçek hâline [sayfa 267] getiren yetersizliği, taraf tutması ve bir yöne eğilimli olması, aynı zamanda gerçeğin bir parçası olmaktadır zamanla. Başka bir deyişle, gerçeğin belli yönlerini yansıtarak ve gerçeğin belli bir sınıf ya da tabaka tarafından belirtilmesinde yarar umulan kesimlerini vurgulayarak, doğru olanın bir bölümünü kapsamış oluyor ideoloji. Bu nedenle de, "ideolojiye", onu ortaya atanlar, derin bir inançla bağlı oluyorlar; ideoloji, onu ortaya atanların, diledikleri gibi, üstünü örtebilecekleri, değiştirebilecekleri ve ayarlayabilecekleri bir şey olmaktan çıkıyor zamanla. Bu alanda "ideoloji", Freud'un, "akla uygunlaştırma; akla uygunlaştırarak bir kulp takma yani rasyonalizasyon" kavramını andırmaktadır. Aradaki fark, birincinin toplumsal yapının bir ürünü olmasına karşılık, ikincinin, bireyin psişik yapısının bir ürünü (ki bu ürün de aslında, bireyin içinde yaşadığı toplumun bir sonucu olarak oluşmaktadır) olmasıdır. Bir dizi yetersiz, taraf tutan ve belli bir yöne eğilimli kavramın oluşturduğu, tam anlamıyla değişik bir varlık ortaya çıkıyor ve bu varlık, belli bir sınıfın çabası ile, insanların kafasına bilinçli olarak yerleştiriliyor ve bundan sonra da, şu ya da bu ölçüde genel bir kabul görebilecek hedeflere doğru yönelme amacına hizmet etmekte kullanılıyor. Böylelikle, tekelci kapitalizm çağında, inançların, değerlerin, saplantıların gittikçe daha ağırlaşan pragmatik bir saldırı karşısında kaldığı bu çağda, ideoloji de, kitleleri koşullayan, ayarlayan bir nitelik kazanmaya doğru hızla ilerliyor. Böylelikle de, ideoloji konusunun incelenmesi, bilgi sosyolojisinin çerçevesinden çıkarak, fikirlere yön verme araştırmalarının (propaganda sanatı araştırmalarının -ç.n,) çerçevesine girmeye başlıyor. Engels'in yetkin bir dille açıkladığı üzere, "İdeoloji, bilinçli bir düşünürün başardığı bir iştir, fakat bu adamın bilinci düpedüz yanlıştır. Çünkü, sözde düşünürü, böyle bir iş, böyle bir süreç ortaya koymaya iten etmenler kendisi tarafından bilinmemektedir; bilinseydi zaten ideoloji diye bir şey olmazdı." Mehring'e yazdığı mektup, 14 Temmuz, 1893. Marx ve Engels, Selected Gorrespondance (New York, 1934), s. 511.
[159] Schumpeter'in açıkça gördüğü gibi, "Belli bir önlemi ya da belli bir dizi önlemi uygulayan kişiler ve bunların kullandığı yöntemler ile bunları nasıl bir hava ve ruh içinde uyguladıkları, bu önlemlere kaynaklık eden mevzuatın - kanun, tüzük ve yönetmeliklerin - içeriğinden çok daha önemlidir." Business Cycles (New York, 1939), II. Cilt, 8. 145.
[160] Economics and the Art ot Controversy (New Brunswick, New Jersey, 1955), s. 103.
[161] a.g.e. s. 100.
[162] Tarihsel olayları "iktidar hırsı" ile açıklamaya kalkan günümüzün [sayfa 268] bazı moda görüşleri, yüzeysellikleri bir yana, düpedüz anlamsızdır. "İktidar hırsı" denilen şey, insan ırkın yapısında var olan bir tür doğal güdü olarak anlatılıyor bu görüşlerin sahipleri tarafından. "İktidar hırsı", olsa olsa tarihsel bir kategori olarak incelenebilir ve asla bir deus ex machina olarak ele alınamaz. Burada önemli olan soru, ulusların, sınıfların ve hatta ihtiraslı bazı bireylerin "iktidar hırsına" sahip olmalarını belirleyen etmenleri bulup ortaya çıkarmak olabilir. "İktidar hırsına" sebep olan sosyo-politik güçler ve ekonomik çıkarlar nelerdir? Soru, bunu aydınlatmaktadır.
[163] Bu durum, "friksiyonel işsizlik" kategorisini ortadan kaldırmıyor. Mevsimlik etmenlere, insanların bir yerden başka yere gitmelerine (göçlere), teknolojik ve endüstriyel yapıdaki değişmelere bağlı olarak ortaya çıkan bir işsizlik türüdür. Ekonomistlerin genellikle önemsiz ve kaçınılmaz gördükleri bu işsizlik türü, aslında, pek çok işsizi içine alan geniş bir kategoridir; plânlı bir ekonomide, insangücünün, gerektiğince, yeni bir dağıtımı yapılarak ya da yeniden eğitime alınması sağlanarak, teknolojik değişiklikler önceden kestirilerek, bu kategori alabildiğine küçültülüyor. Bir başka önemli konu da, tam çalıştırma (herkese iş bulunması) ile akla uygun çalıştırmanın aynı şeyler olarak, eşdeğer kavramlar olarak ele alınması yanlışlığına düşmemektir. Çünkü tamı çalıştırmada, her türlü verimsiz faaliyete pekâlâ yer vardır, (İşe adam bulmak yerine, adama iş bulmak yoluyla tam çalıştırma sağlanabilir-ç.n.).
[164] "İşsizlik, işgücünün bir esneklik kazanmasını sağlamak için çok düşük bir düzeyde bulunmaktadır. İşsizlerin toplamı, her zaman, 2 milyonun altındadır; sıradan işçi bulmakta bile güçlük çekiliyor yani niteliksiz işçi kıtlığı bile vardır. Hiç kuşkusuz, işçi sendikası önderleri, ücret pazarlıklarında, direksiyonu ellerinde bulunduruyorlar. Daha çok sayıda insana iş sağlanabilir. Fakat büyük bir maliyeti vardır bunun. Üstelik aranan nitelikte işçiler de bulunamayacaktır gene. Enflasyona karşı, bir işsizler yığınağından daha iyi bir çare de yoktur. Bu, kaba, budalaca bir sözdür belki ama, gerçeğin ta kendisidir." Business Week, May, 17, 1952.
[165] "Kötü ve iyi yılların istatistiksel bir ortalaması alınacak olursa, işsizliğin 5-6 milyon tutarında olduğu anlaşılacaktır - hatta belki 7-8 milyonu bulur bu rakam. Bundan da fazla korkmamak gerekir... çünkü işsizliğe karşı gerekli önlemler alınmıştır." Schumpeter, Capitalism, Socialism, and Democracy (New York, 1950), s. 383. Aynı zamanda bkz. John Jewkes, Ordeal by Planning (New York, 1948), s. 78 ve devamı. Burada da benzer görüşlere ve tahminlere yer verilmiştir.
[166] Report of the Joint Committee on the Economic Report, Ocak, [sayfa 269] 1955 tarihli Amerikan Başkanlık Ekonomi Raporu, (Washington, 1955), s. 95 ve devamı.
[167] s. 65 ve devamı.
[168] Amerikan ekonomisinde 1953-1954 durgunluk dönemi sırasında görülen, şirketlerarası birleşme ve bütünleşmeler dalgası, bu nokta için çok güzel bir örnektir.
[169] Council of Economic Advisers, Economic Report for 1955, s. 3.
[170] Böyle bile olsa, toplumsal reform zaferlerinin çoğunu, siyasal ve ekonomik bakımdan iyi seçilmiş mutlu bir azınlık kazanmaktadır. Bu azınlık, kısmen, toplumdaki feodal kalıntılarla, kapitalist sınıfa karşı düşmanlığı pekişen, yükselen işçi sınıfı arasındaki geçici ittifaklardan oluşmaktadır (Büyük Britanyada, Bismarck Almanyasında ve diğer bazı Avrupa ülkelerinde böyle olmuştur); kısmen de, kapitalist düzenin içine düştüğü büyük bunalımlar, zayıflamış ve korkmuş olan burjuvaziden önemli ödünler koparılmasına olanak verdiği için böyle bir azınlık oluşmaktadır (1930'larda Amerikada görüldüğü gibi).
[171] Büyük bir üzüntüye son vermek için bireysel tüketimi arttırıcı yönde yardımlar yapılması bu nedenle zorunlu olmaktadır. Ancak böyle yardımlar, birtakım toplumsal aşağılamaları da birlikte getirir. Bundan yüz yıl önce Britanyadaki "yoksul-evleri" için doğru olan bu aşağılamalar, günümüzün modern koşulları altında da, aynı derecede doğru ve geçerlidir. Günümüzde, yardım alan kişinin, katlanmak zorunda kaldığı aşağılanma duygusu biraz daha kolay dayanılabilir hâle gelmiş olsa bile, şu ya da bu zamanda, şu ya da bu vesile ile kamu yardımı ile yaşamak zorunda kalmış insanlar açısından, özde bir değişiklik olmuş değildir.
[172] Bu, bireysel tüketimi arttırmak için yapılan hükümet yardımları bakımından da geçerli bir yargıdır. Bu çevrelerin, hükümetin eğitim hizmetleri alanına yaptığı yardımlara, avazları çıktığı kadar bağırarak karşı koyuşları da bu tutumun mükemmel örneklerindendir. İşin asıl ilgi çekici yanı, söz konusu bu muhalefetin, büyük iş çevrelerinden, iyi yetişmiş işgücünün değerinin oldukça açık ve seçik olarak kavranmış bulunduğu büyük patron çevrelerinden değil, böyle "genel ve kaba" terimlerle düşünmekten kendisini alamayan küçük iş çevrelerinden gelmekte oluşudur.
[173] "Özel girişimcilere atom enerjisi programında daha büyük bir yer verilmesine karşı çıkanlar, bu mâlî yıl dahil, Amerikan vergi yükümlüleri tarafından, bu program için 13 milyar dolara yakın bir paranın ödendiğini belirtiyorlar. Bu kadar büyük bir paranın özel girişimcilerin eline verilemeyeceğini, avazları çıktığı kadar yüksek sesle [sayfa 270] bağırarak söylüyor bu gibiler... Uçağın geliştirilmesi, türbinlerin ve diesel motorlarının geliştirilmesi ve daha birçok alanda yapılan teknolojik gelişmeler için, vergi yoluyla toplanan kamu gelirlerinden milyarlarca dolar harcandığını unutmayalım. Bu gelişmelerin sonucu, sonradan özel girişimlerin bilgisine sunulmuş ve onların bunlara dayanarak yaptıkları teknolojik yenilikler bütün insanlığın hizmetine sunulmuştur. Başlangıçtaki akıl almaz harcamalardan dolayı, özel girişim kesimi, bu yükü omuzlarına alamazdı. Demek oluyor ki hükümet, deneylerin yapıldığı yıllarda, katlanılması zorunlu olan masrafları geniş ölçüde paylaşmak zorundadır. Ne var ki, bir kere, gerekli bilgi ve deneyimi elde ettikten sonra, Amerikan özel girişim sistemimizin dehası, bu konuda da, diğer sanayi programlarında yaptığını yapacak ve bu özel sanayiinin gelişme programını üstlenecektir." Milletvekili James E. Van Zandt'ın, (Atom Enerjisi Karma Parlamento Komisyonu üyesi) Ulusal Yapım-sanayicileri Derneğinin desteğiyle 4 Aralık 1953 tarihinde toplanan 18. American Sanayi Kongresinde yaptığı konuşmadan (Monthly Review dergisinin, Mayıs, 1954 sayısındaki alıntı).
[174] Dengeli Ticaret koşulları altında, bunun, bir tüm olarak ekonomi üstündeki etkisi ise daha az belirlidir. Çünkü, ihracat sanayilerindeki genişleme, bu sanayilerin yerli pazarlarına ithal edilen malların dolması ile pekâlâ ortadan kalkabilir.
[175] Parasal altın ithali, birçok bakımlardan, sermaye ihracından farklıdır. Bir kere, altın para hacmi haliyle küçüktür; sonra bir firmanın yatırım eylemi ile ilişkisi yoktur, dolaysiyle verimli, kâr getirici bir iş değildir. Bununla birlikte, buradaki çözümleme açısından, altın para ithali ile sermaye ihracını aynı şeylermiş gibi düşünme olanağımız vardır.
[176] Bu konuda bkz. Ragnar Nurkse'nin, "The Problem of, International Investment Today in the Light of Nineteenth century Experiance," adlı yazısı, (Economic Journal, (December, 1954). Söylemeye gerek yoktur ki, buradaki tartışma, hükümetin diğer hükümetlerden borç almasıyla ya da özel sermaye pazarlarından para bulmasıyla ilgili değildir. Çünkü bu gibi borçlanmaların altında, çokçası, siyasal ve askerî gerekçeler yatmaktadır.
[177] Büyük Devletlerin I. Dünya Savaşı öncesi dış politikalarında büyük iş çevrelerinin oynadığı roller konusunda parlak ve kapsamlı bir araştırma için bkz. G.W.F. Hallgarten, Imperialismus vor 1914 (Munich, 1951).
[178] Bir belli ülkenin tekelimsi firmalardan oluşan bir sanayi dalının üyeleri, dünya pazarlarında birbiriyle nadiren yarışmaktadır. Bunların [sayfa 271] ülke içinde birbirleriyle yarışmasını önleyen düşünceler, uluslararası pazarlar için de aynı ölçüde geçerli olmaktadır. Aslında, çoğu kez, iki tekelimsi firma, uluslararası pazarlardaki işlerini ortaklaşa yürütmek için aralarında birlikler kurma yoluna ya da ortak satış şirketleri kurma yoluna saparlar. Amerikan'ın tekellere karşı mevzuatında, bu tür birlikler ve ortaklıklar kurmanın (Webb-Pomerane ortaklığı gibi) teşvik edildiği görülmektedir.
[179] Bkz. Benim. "The Rich Got Richer," adlı yazım, The Nation, (January, 17, 1953).
[180] "Dünyanın belli bazı kesimlerinde, bir Amerikan şirketi, Amerikan Dışişleri Bakanlığından yardım görsün görmesin, işini açık yürekle ve dürüstlükle yürütmek zorundadır. Örneğin, Venezüelladaki petrol şirketlerimiz. Şilideki bakır şirketlerimiz ve Dominik Cumhuriyetinde faaliyet gösteren şeker şirketlerimiz, yerli hükümetlerle. Amerikan Elçiliklerinin ya da diplomatlarının yardımıyla (kanalıyla) değil, doğrudan doğruya karşılaşır ve sorunları çözerler; tabii, diplomatlarımızın, hiç yardımcı olmadıkları da söylenemez. Daha büyük bazı şirketlerin bazıları, Amerikan diplomatlarının kendilerine karşı tutum ve davranışları konusunda sürekli ve dikkatli raporlar düzenledikleri de görülür; diplomatlara, herhalde, kendi şirketlerinin çıkarlarına hizmet derecelerine göre bir not vermektedirler." A.A. Berle, Jr. The Twentieth Century Capitalist Revolution (New York, 1954), s. 131 ve devamı. Profesör Berke'nin geçmişini bilenler, bu sözleri büsbütün değerli ve ilgi çekici bulacaklardır. Berke, 1938-1944 yılları arasında Amerika Dışişleri Bakan Yardımcılığı ve 1945-1946 yılları arasında da Amerikanın Brezilya Büyükelçiliği görevlerinde bulunmuş bir kişidir.
[181] "Bütün süreci denetleyen ve yöneten öge, finansal ve endüstriyel kurumların, bir ulus içindeki küçük, fakat iyi örgütlenmiş ve yetenekli, kısa-dönemli maddî çıkarlarının bilincinde bir gurup için dolaysız çalışmasıdır. Böyle guruplar, "partilerin" gücünü elinde tutan devlet adamlarıyla ve siyasal kliklerle yakın ilişkiler içinde bulunmaktadır Ve etkin bir işbirliği çerçevesinde elele-kolkola çalışmaktadır. Kısmen, mülkiyet sahibi sınıfların üyelerinin tutucu içgüdüleriyle oynayıp onları uyandırarak bu işi başarırlar. Bu insanların çıkarları ve sınıf egemenlikleri, siyasal enerjinin, içişlerinden, dışişlerine, dış sorunlara çekilmesiyle [sayfa 272] korunmaktadır. Bir ulusun koyun gibi güdülmesi, hatta, emperyalist politikanın etkin ve coşkun destekçisi olması için, kısmen "uygarlığın bütün dünyaya yayılması" görevinden dem vurma politikası uygulanır ve bu başarılı olursa da, asıl başarı, ilkel ırk içgüdülerini gıcıklamakla elde edilir." J.A. Hobson, Imperialism (London, 1902), s. 212.
[182] E. Varga and L. Mendelsohn (derleyenler), New Data for Lenin's lmperialism- The Highest Stage of Capitalism (New York, 1940)
[183] Marx ve Engels, Selected Correspondance, (New York, 1934, s. 115. Aslıyla karşılaştırdıktan sonra İngilizcesinde ufak bir değişiklik yaptım.
[184] Dış ticaretin ve dış yatırımın, ulusal gelirin önemli kesimlerini oluşturduğu Britanya, bu bakımdan özel bir duruma sahiptir.
[185] Malthus üstüne bir yorumda bulunan Ricardo, Malthus'un görüşünün, "verimsiz işçiler yığınının gelecekteki üretim için gerekli ve yararlı olduklarına," çıkacağını belirtiyor ve diyor ki, "yapım-sanayicisinin deposunda çıkan bir yangın, böyle bir yangın çıkmasaydı verimsiz işçilerin tüketecek oldukları malları yakıp kül edecektir." Ve ekliyor: "Malthus'un bu kesimde öne sürdüğü görüşler karşısında o kadar büyük bir hayret içinde kaldım ki, düşüncelerimi bundan daha güçlü bir biçimde açıklayamıyorum." Ricardo, Works (P. Sraffa baskısı), Cambridge, 1951, Cilt II s. 421 ve 423. (Yani Ricardo, yangın ne kadar yararlıysa, verimsiz işçiler de ancak o kadar yararlıdır görüşündedir-ç.n.).
[186] Çok büyük bir aşırı kapasite varsa, tüketici talebinin artışı sonucu ortaya çıkan "uyarılmış yatırım" hacmi de çok küçük olacaktır ve böyle bir talep artışı, etkisini, daha çok stokların erimesi üstünde gösterecektir.
[187] Bundan birkaç yıl önce, bir gurup önde gelen Keynesci tarafından, "tam çalıştırma" ve "ilgili konular" üstüne yazılmış denemelerin yer aldığı ve S. E. Harris tarafından derlenip yayınlanan bir kitabın ismi gayet ilgi çekicidir: "Saving American Capitalism" (Amerikan Kapitalizminin Kurtarılması.)
[188] Yeri gelmişken belirtelim: Kendisi, esas itibariyle, toplum bilimlerde aklın henüz yasaklanmadığı bir çağa ait olan Keynes, bu konuda oldukça karışık görüşler öne sürmüştür. Bir yandan, "Toplumsal bakımdan yararlı olan yatırım politikası ile en kârlı olan yatırım politikasının çakışması gerektiği konusunda, deneyden gelen, açık bir yoktur." diyor. General Theory of Employment, Interest and Money (London, 1936), s. 157. Diğer yandan da, "Bugünkü sistemin, kullanılmakta olan kaynakları, üretim etmenlerini, ciddî olarak kötü kullandığını düşünmemiz için bir neden yoktur... Bugünkü sistemin başarısızlığa [sayfa 273] uğradığı yatırım hacmini belirleme işi, fiili kullanımın yönünü belirleme işi değil." gibi bir görüş öne sürmekte sakınca bulmuyor! a.g.e., s 379.
[189] Cephane sanayii, sürekli çalışan bir tür "yeni yatırım" alanı olmuştur ve yatırılabilir fonlar için geniş bir alan oluşturmaktadır. Üstelik hükümet, başlangıçtaki araştırma, keşif ve deneyim giderlerini ve zarar risklerini sineye çekmeye hazırdır bu konuda.
[190] Tekelci ve tekelimsi firmaların oluşturduğu ekonomi kesiminde üretim artışı, büyük işletmelerin yanıbaşında oldukça rahat bir geçim sağlayan yarı-bağımsız iş alanlarının ekmeğine yağ sürmektedir: otomobil tamir atelyeleri ve bakım istasyonları, bakkal dükkânları ve kuru-temizleyiciler, sigorta acentaları ve küçük kredi kurumlan, arslanın yanındaki tilki örneği, büyük işletmelerin üretim artışlarından yararlanırlar.
[191] Schumpeter, kapitalist sistemin işleyişi için iyi işleyen bir kredi sisteminin kaçınılmaz koşul (conditio sine qua non) olduğunu söyleyecek kadar ileri götürür bu düşünceyi.
[192] Demek oluyor ki bunlar, daha düşük vergi alınması için güçlerinin yettiğince çaba göstermekle tanınan bir tabakadır!
[193] Bu atmosferde, sürekli üretim ve yeniden üretim, bu şekilde, yalnız siyasal bir zorunluluk değil, tekelci kapitalizm için, aynı zamanda, ekonomik bir zorunluluktur da.
[194] Bu tartışmanın güzel bir özeti için bkz. Paul A. Samuelson, "Simple Mathematics of Income Determination, "Lloyd Metzler ve arkadaşlarının yayınladıkları, Income, Employment and Public Policy: Essays in Honor of Alvin H. Hansen (New York, 1948) adlı derleme içinde. Bu yazıda verilen kaynaklara da bakılabilir.
[195] Azalan oranlı (tersine müterakki) vergilerin oranlarında bir indirim yapmak, bu tür vergilerin arttırılmasından, politik açıdan her zaman daha kolay olduğu için, bu iş de geniş ölçüde kolaylaşmaktadır. Birinci yöntem, hemen hiç kimseye yeni bir yük getirmiyor ve ikinci yöntemden daha az duyuruyor kendisini.
[196] Bkz. R.A. Musgrave ve M.S. Painter, "Impact of Alternative Tax Structures on Consumption and Saving, "American Economic Review (June, 1945) ve bkz. R.A. Musgrave, "Altemative Budget Policies for Full Employment," Quarterly Journal of Economics (June, 1945).
[197] Bunun çok güzel bir örneğini, Savaş sonrası Amerikan gelişiminde görmek mümkün. Brüt Ulusal Gelir (1954) fiyatlarıyle), 1946'dan 1954'e kadar, adam başına yüzde 11 oranında yükselmiştir, aynı dönemde, tüketim ise adam başına yüzde 5 oranında bir artış gösterebilmiştir. [sayfa 274] Economic Report of the President (January, 1955), s. 138 ve 149. Ekonomik artıktaki fiilî artış, bu farkın ortaya koyduğundan daha büyük olsa gerektir. Çünkü, bu dönemde, kapitalistlerin tüketim harcamaları, kitlelerin tüketimlerinde görülen küçük artış ile kıyaslanamayacak ölçüde bir yükselme göstermiş olmalıdır.
[198] Söz konusu büyüklüklerin ustalıklı bir çözümlemesi için bkz. Monthly Review dergisi başyazarlarının "The Economic Outlook" adlı yazısı (December, 1954)
[199] Amerikan Siyasal ve Toplumsal Bilim Akademisinin elli dokuzuncu yıllık toplantısında konuşan Adolf A. Berle Jr. şu görüşleri öne sürmüştür: "Öyle birtakım etkiler ortaya çıkmıştır ki bunlar, zihin alışkanlıkları ya da dürüst araştırmaları ya da zihinsel kurguları ya da sanatsal ifadeleri, günümüz iş çevrelerinin düşüncelerine ve hatta eylemlerine genel anlamda ters düşen insanlar işlerinden çıkarılıyor." New York Times, 2 Nisan, 1955.
[200] Söylemeye bile gerek yoktur ki, bu, "hesaplanmış tehlikelerin" hesaba kitaba uymayan sonuçlar doğurduğu kazalar zincirini, hiç bir biçimde ortadan kaldırmıyor.
[201] E.W. Swanson ve E.P. Schmidt, Economic Stagnation or Progress (New York, 1946), s. 197.
[202] "Tarihinde ilk kez olarak Amerika B.D. bütün zamanını bu işe harcayan, ulusal-ölçekli bir silah sanayiine sahip olmaktadır. Bu sanayi alanında çalışan işletmelerin çoğu, silah ve cephane üretimlerini, işlerinin sürekli bir dilimi olarak görmeye başlamışlardır." Business Week, 27 Eylül, 1952 sayısı. Bu, "bütün zamanını bu işe harcayan, ulusal-ölçekli sanayiinin" nemene bir şey olduğunu örnekleyen Pull Magazine (Mart, 1955 sayısı) şöyle yazıyor: "Yıllar önce, cephane yapan yalnız beş büyük kuruluş vardı. Bugün bütün bu kuruluşlar iki dev şirketin çatısı altında toplanmıştır. Bunlar, The Du Pont Company of Wilmington, Del., ile Olin-Mathieson Chemical Company (in East Alton, 111.) şirketleridir. Bu iki dev şirket, Amerika B.D.'indeki cephane ve tamamlayıcı malzemelerinin tümünü denetim altında tutmaktadır."
[203] Keynes, General Theory of Employment, interest, and Money (London, 1936), s. 382.
[204] Joan Robinson, Economic Journal (December, 1936), s. 693. [sayfa 275]

Sayfa başına gidiş