ÜÇÜNCÜ KESİM
MEYVE VEREN OLARAK SERMAYE
ARTI-DEĞERİN KÂRA DÖNÜŞÜMÜ
Şimdi geliyoruz:
Üçüncü Kesim
Meyve veren olarak sermaye.
Faiz. Kâr. (Üretim giderleri, vb.)
Kârın oranı. – Kâr oranlarının düşmesi. – Kâr oranı. – Kârın toplamı. – Atkinson.
A. Smith. Ramsay. Ricardo. – Kâr olarak artı-değer her zaman daha az oranda olur. –
Wakefield. Carey. Bastiat.
Sermaye, şimdi üretim ile dolaşımın birliği olarak bulunur ve belirli bir dönem boyunca, örneğin bir yılda, sermayenin yarattığı artı-değer = SZ/p+c = SZ/U ya da = S(Z/p-Z/px c/c+p)’dir. Sermaye, şimdi yalnız yeniden-üreten ve dolayısıyla sürekli değer olarak değil, aynı zamanda da değer getiren değer olarak gerçekleşmiştir. Bir yandan canlı emek-zamanını kendine soğurmasıyla ve öte yandan da onun kendisine ait olan dolaşım hareketiyle (burada değişim hareketi onun kendi hareketi olarak, nesneleşmiş emeğin içkin süreci olarak oluşur), kendi kendisine karşı yeni değer olarak vardır, değer üreticidir. Kurucusu artı-değerle, onun tarafından kurulmuş olan bir ilişki olarak vardır. Buna dayanan hareket, aynı zamanda, kendi niteliği gereği kurulmuş temel olarak, kendi basma artı-değer olarak, önkoşul olmuş değer olarak, ya da henüz onunla ilgili olarak konmuş artı-değer olarak kendini gösterir. Tarımda yemden-üretiminin doğal ölçüsü olduğu için, almaşık ekimlerin birim ölçüsü olarak konmuş belirli bir zaman dilimi boyunca, sermaye, yalnızca bir üretim sürecinde getirdiği artı-değer tarafından değil, aynı zamanda üretim sürecinin yinelenme, ya da belirli bir zaman dilimindeki yeniden-üretimlerin sayısı ile belirlenen belirli bir artı-değer üretir. Artı-değer, dolaşımın,
[sayfa 199] doğrudan üretim süreci dışındaki hareketinin yeniden-üretim sürecine alınmış olması dolayısıyla artık canlı emekle, basit, doğrudan ilişkisiyle konmuş
görünmez; tersine canlı emekle bu ilişki, ancak, onun tüm hareketinin yalnız bir öğesi olarak vardır. Etkin özne –sürecin öznesi– olarak kendini çıkış noktası alan sermayenin –ve doğrudan üretim süreci devrinde, gerçekte, sermaye olarak emekle ilişkisinden bağımsız durumdaki hareketi tarafından belirlenmiş görünür– kendini çoğaltan değer olarak kendisiyle ilişkisi, onun tarafından konmuş ve kurulmuş herhangi bir şey gibi artı-değerle ilişkisi; üretimin kaynağı olarak kendisiyle ilişkisi, üretilmiş değer olarak kendisi karşısında üreten değer olarak bir ilişkisi vardır. Bundan dolayı yeni üretilmiş değeri artık gerçek ölçü ile, artı-emeğin gerekli-emekle ilişkisi ile değil, onun koşulu olarak kendi kendisiyle ölçer. Belirli değerde bir sermaye, belirli bir zaman diliminde, belirli bir artı-değer üretir. Varsayılmış sermayenin değeriyle böyle ölçülmüş artı-değer, öyleyse, kendi kendini değerlendiren değer olarak konmuş sermaye,
kârdır. Ölümsüz olmaması
sub specie [açısından] değil, sermaye açısından dikkate alınırsa, artı-değer kârdır; ve sermaye, sermaye olarak kendi içinde, üreten ve yeniden-üreten değerde, yeni üretilmiş değer olan kâr halindeki kendinden farklı olur. Sermayenin ürünü kârdır. Dolayısıyla büyüklük olarak artı-değer, sermayenin değer büyüklüğü ile ölçülür ve dolayısıyla
kârın oranı, değerin sermayenin değerine olan oranı ile belirlenmiştir. Bununla ilgili noktaların çok büyük bir bölümü yukarda geliştirilmiştir. Ama daha öncekiler buraya alınabilir. Sermaye gibi aynı nitelikte olan yeni konmuş değer gene üretim sürecine alındığı, sermaye olarak gene korunduğu ölçüde, sermayenin kendisi büyümüştür ve şimdi daha büyük değerde sermaye olarak etkisini gösterir. Yeniden üretilen yeni değer olarak kâr, kendiliğinden değerlendiği önceden varsayılan değer gibi ayırdedildikten sonra, ve kâr değerlenmenin ölçüsü olarak konduktan sonra, bu ayrılma yeniden ortadan kalkar ve sermaye olarak kendisiyle özdeşliği içinde konur ki, bundan dolayı, kârın artması, daha büyük ölçüde aynı sürece yeniden başlar. Çemberini çizerken, çemberin öznesi olarak genişler ve böylece genişleyerek giden çember, bir spiral çizer.
Bundan önce geliştirilen genel yasalar kısaca özetlenirse: Gerçek artı-değer, artı-emeğin gerekli-emeğe oranı ile, ya da sermayenin –canlı emek karşılığında değişilen nesneleşmiş emeğin– onun yerini alan nesneleşmiş emeğe olan oranı ile belirlenmiştir. Ama kâr biçimindeki artı-değer, üretim süreci için öngörülmüş sermayenin toplam değeri ile ölçülür. Dolayısıyla
kâr oranı –aynı artı-değerin,
gerekli-emeğe oranla aynı artı-emeğin bulunması koşulu ile– sermayenin canlı emek karşılığında değişilen kısmının, hammadde ve üretim aracı biçiminde
[sayfa 200] bulunan kısmına olan oranına bağlıdır. Yani canlı emek karşılığında değişilen kısım ne kadar azsa, kâr oranı o kadar az olur. Üretim sürecinde sermaye olarak sermayenin doğrudan emeğe oranla daha büyük hacimde olması oranında, yani göreli artı-değer ne kadar çok büyük olursa –sermayenin değer yaratıcı gücü–,
kâr oranı öylesine yüksek olur. Daha önce gördük ki, gerekli olan, yeniden-üretim için gerekli olan sermayenin büyüklüğü, üretilmiş üretken güç olarak
sabit sermayenin, varlığın bir görünümü ile zenginleşmiş nesneleşmiş emeğin büyümesinde özgül olarak dile gelir. Üretken sermayenin değerinin toplamı, sermayenin değişmeyen değer olarak var olan kısmına karşı, canlı emek karşılığında değişilmiş sermayenin azalan oranı olarak onun her parçasında dile gelecektir. Örneğin manüfaktür sanayisini ele alalım.
Sabit sermaye, makineler vb., büyüdüğü oranda, burada sermayenin hammaddelerde zorunlu olarak var olan kısmı, canlı emek karşılığında değişilmiş kısmı azaldığı halde, artması gerekir. Dolayısıyla üretime gerekli sermayenin –ve sermayenin üretimde sermaye olarak işleyen kısmının– değer büyüklüğü oranında kâr oranı düşer. Sermayenin kazanmış olduğu varlık ne kadar genişse, yeni yaratılmış değerin ||16| gerekli değere (yeniden-üretilmiş değere) olan oranı o kadar azdır. Böylece,
aynı artı-değerin, yani artı-emek ile gerekli-emek arasındaki oranın aynı olması koşuluyla, bunun sonucu olarak kâr aynı olmayabilir ve bu kârın, sermayelerin büyüklüğü ile aynı oranda olması gerekmez. Gerçek artı-değer yükseldiği halde, kâr oranı düşebilir. Gerçek artı-değer düştüğü halde kâr oranı yükselebilir. Gerçekte, sermaye ve aynı oranda kâr oranı, hammadde ve sabit sermaye biçiminde bulunan ve önceden değer olarak kabul edilen sermaye kısmının oranında olması koşuluyla, eşit ölçüde artan canlı emeğe karşılık değişilen sermaye kısmına oranla artabilir. Ama bu eşit ölçü, emeğin üretken gücünün büyümesi ve gelişmesi olmaksızın sermayenin büyümesi anlamına gelir. Varsayımın birincisi, ikincisini ortadan kaldırır. Bu, sermayenin gelişme yasası ile ve özellikle de
sabit sermayenin gelişmesi ile çelişir. Böyle bir gelişme, ancak, sermayenin üretim tarzının ona henüz uygun düşmediği yerde, ya da sermayeye henüz yalnız biçimsel olarak egemenlik taslandığı yerde, örneğin tarımda, üretimin aşamalarında meydana gelebilir. Burada toprağın doğal verimliliği, gerekli-emeğin niceliği azalmaksızın, sabit sermayenin çoğalması gibi etki yapabilir – yani göreli artı-emek zamanını büyültebilir. (Örneğin Birleşik Amerika Devletleri’nde.)
Brüt kâr, yani artı-değer, biçimsel ilişkisi dışında, oran olarak değil, başka bir değer büyüklüğü ile ilişkisi olmayan basit değer büyüklüğü olarak görülünce, ortalama olarak,
kâr oranı kadar değil, sermayenin büyüklüğü kadar büyüyecektir. Dolayısıyla kârın oranı sermayenin değeri ile ters orantılı ise,
kâr toplamı onunla
[sayfa 201] doğru orantılı olacaktır. Yalnız bu önerme bile, sermayenin ya da emeğin üretken gücünün gelişmesinin sınırlı bir aşaması için doğrudur. %10 kâr getiren 100’lük sermaye, %2 kâr getiren 1.000’lik sermayeden toplam olarak daha küçük bir kâr getirir. Birincisinde toplam 10, ikincisinde 20’dir, yani büyük sermayenin brüt kârı, küçük sermayenin kâr oranı büyük sermayeninkinden 5 kat daha büyük olduğu halde, 10 kat daha küçük olan sermayenin karma göre iki kat büyüktür. Ama büyük sermayenin kârı yalnızca %1 olsaydı, kârın toplamı 10, 10 kez daha küçük sermaye için olduğu kadar olabilirdi, çünkü kâr oranı onun büyüklüğü oranında azalmıştır. 1.000’lik sermayenin kâr oranı yalnız %½ olsaydı, kâr toplamı daha küçük sermayenin kâr toplamının yarısı kadar, 5 olurdu, çünkü kâr oranı 20 kez daha küçüktür. Genel olarak ifade edilirse: Büyük sermaye için kâr oranı azalır, ama azalma büyüklüğü oranında değilse, kâr oranı azaldığı halde,
brüt kâr büyür. Kâr oranı büyüklüğü oranında azalırsa,
brüt kâr daha küçük sermayenin kârı kadar kalır, değişmez. Kâr oranı sermayenin büyüklüğünün artmasından daha büyük oranda azalırsa, büyük sermayenin
brüt kârı, küçük sermaye ile karşılaştırıldığında, kâr oranının azaldığı ölçüde azalır. Bu, her bakımdan modern ekonomi politiğin en önemli yasası ve en güç ilişkilerin anlaşılması için en başta gelen yasadır. Tarihsel açıdan da en önemli yasadır. Yalınlığına karşın bugüne kadar hiç kavranmamış ve hele bilinçli olarak hiç dile getirilmemiş bir yasadır. Kâr oranının bu azalışı, 1) üretilmiş olan üretken güçle ve yeni üretim için onu oluşturan maddi temelle aynı anlama geldiği için; aynı zamanda bu,
bilimsel güçlerin büyük bir gelişmesini gerektirir; 2) doğrudan emek karşılığında değişilmesi gereken üretilmiş sermaye bölümünün azalması, yani büyük ürün yığınında kendini gösteren çok büyük bir değerin yeniden-üretimi için gerekli-emeğin azalması; fiyatların genel toplamının, yeniden-üretilmiş sermaye ile kârın toplamına eşit olması bakımından daha düşük fiyatlı büyük ürün yığınının azalması anlamına geldiği için; 3) genellikle sermayenin boyutu, aynı zamanda da
sabit sermaye olmayan sermaye bölümü anlamına geldiği için; böylece de son derece gelişmiş ulaşım, değişim işlemlerinin büyüklüğü, pazarın büyüklüğü ve aynı andaki emeğin çok yanlılığı; iletişim araçları vb., bu korkunç sürece girişmek için gerekli tüketim fonlarının bulunduğu (işçiler yer, oturur vb.) anlamına geldiği için, anlaşılıyor ki, var olan maddi, elde edilmiş,
sabit sermaye biçimindeki üretken güç, aynı zamanda
bilimsel güç, nüfus vb., kısacası, servetin bütün koşulları, servetin yeniden-üretiminin, yani toplumsal bireyin zengin gelişmesinin en büyük koşulları, sermayenin kendisi tarafından onun tarihsel gelişmesinde üretken güçlerin sağladığı gelişme, sermayenin kendi kendisinin değerlenmesini sağlayacak yerde ortadan kaldıracağı
[sayfa 202] belirli bir noktaya ulaşmıştır. Belirli bir noktanın ötesinde üretken güçlerin gelişmesi sermaye için bir engeldir; dolayısıyla sermaye ilişkisi emeğin üretken güçlerinin gelişmesi için bir engeldir. Bu noktaya ulaştıktan sonra, sermaye, yani ücretli emek, toplumsal servet ile üretken güçler arasındaki karşılıklı gelişmesinde, lonca sistemi, sertlik, kölelikte olduğu gibi aynı ilişkiye girer ve bir engel haline gelir, ondan kurtulmak zorunlu olur. insan etkinliğinin aldığı en son kölesel biçim, bir yanda ücretli emeğin, bir yanda sermayenin etkinliği, böylece kendi derisinden sıyrılır ve bu sıyrılma da sermayeye uygun üretim tarzının sonucudur; ücretli emeğin ve sermayenin yadsınmasının maddi ve zihinsel koşulları, özgür olmayan toplumsal üretimin eski biçimlerinin kendilerinin yadsınmasıdır ve bu koşullar sermayenin üretim sürecinin kendisinin koşullarıdır. Toplumun üretken gelişmesinin bugüne kadar olan üretim ilişkileriyle görülen ve giderek artan yetersiz büyümesi, keskin çelişkilerde, bunalımlarda, kramplarda kendini gösterir. Sermayenin zorla yok edilmesi, dıştan gelen koşullar yoluyla değil de, kendini koruması koşulu olarak daha
yüksek düzeyde bir toplumsal üretime yerini bırakması için çekilmesi, ona verilmiş olan
öğüdün en çarpıcı biçimidir. Hem
bilimsel gücün artması, hem de
sabit sermaye olarak bu gücün sağlanmasının ölçüsü, onun gerçekleşmesinin ve üretimin tümüne egemen oluşunun oylumu, genişliğidir. Aynı zamanda bu, nüfusun vb. gelişmesi, kısacası üretimin bütün öğelerinin gelişmesidir; çünkü emeğin üretken gücü, aynı zamanda makinelerin kullanılması nüfusla orantılıdır; aslında nüfusun artışı da, yeniden-üretilecek, böylece de tüketilecek kullanım-değerlerinin büyümesinin hem koşuludur, hem sonucu. Kârın bu azalışı, doğrudan emeğin yeniden-ürettiği ve yeni getirdiği nesneleşmiş emeğin büyüklüğüne oranla doğrudan emeğin azalması anlamına geldiği için, genel olarak sermayenin büyüklüğüne oranla canlı emeğin küçüklüğünü, dolayısıyla da, kâr olarak gösterilmiş artı-değerin gerekli sermayeye oranla küçüklüğünü önlemek için sermaye her yola başvuracak; bunun için
gerekli-emeğin payını azaltarak, kullanılan tüm emekle ilgili olarak artı-emeğin niceliğini durmadan daha çok genişletecektir. Bu yüzden üretken gücün en yüksek gelişmesi ve onunla birlikte var olan servetin en büyük artışı, sermayenin değersizleşmesi ile, işçinin saygınlığını yitirmesi ve yaşamsal güçlerinin sistemli olarak kurutulmasıyla çakışacaktır. Bu çelişkiler, patlamalara, yıkımlara, bunalımlara götürür ve bunlara işin bir an için durması ve sermayenin büyük bir bölümünün yokedilmesi sonucu, sermaye, yeniden hareket edebileceği bir düzeye zorla ulaşır. Bu çelişkiler kuşkusuz patlamalara, bunalımlara neden olur ve bunlar da bir an için her türlü işin ortadan kalkması, sermayenin büyük bir bölümünün yok olması, ||17|
sermayeyi kendi kendini yok etmeksizin üretken güçlerini tam olarak kullanabileceği [sayfa 203] bir noktaya yeniden zorla getirir.
Düzenli olarak ortaya çıkan bu yıkımlar, onların daha yüksek düzeyde yinelenmesine ve sonunda da sermayenin zorla yıkılmasına götürür. Gelişmiş sermayenin hareketinde, bunalımların neden olduğu bu hareketi engelleyen başka öğeler vardır: örneğin eldeki sermayenin bir kısmının sürekli değer yitirmesi, sermayenin büyük bir bölümünün doğrudan üretimin etkeni olarak iş görmeyen
sabit sermayeye
dönüşmesi; sermayenin büyük bir bölümünün üretken-olmayan israfı sözkonusudur. (Üretken olarak kullanılan sermaye her zaman iki türlü yerine konur; gördüğümüz gibi, üretken sermayenin değer getirmesi bir karşıt-değeri gerektirir. Sermayenin üretken-olmayan tüketimi bir yanda sermayeyi yerine koyar, öte yandan da yokeder.
* Öte yandan kâr oranının düşmesinin kârdan yapılan olağan indirimlerin kalkması, örneğin vergilerde düşme, toprak rantlarının azalması vb. yoluyla durdurulması, buraya giren bir konu olmamakla birlikte, pratikte çok önemlidir, çünkü başka adlar altında kâr bölümleri diye anılan ve kapitalistlerin dışındaki başka kişiler tarafından sahiplenilen bunlardır.
* Ayrıca, sermayeye oranla daha çok doğrudan emeğin gerekli olduğu, ya da emeğin üretken gücünün, yani sermayenin üretken gücünün henüz gelişmediği yeni üretim dallarının yaratılmasıyla da düşüş durdurulabilir.) (Tekeller de öyle.) “
Kâr, sermayenin ya da servetin artışını belirleyen bir kavramdır; kâr oranını düzenleyen yasaların bilinmemesi, sermayenin oluşum yasalarının bilinmemesidir.” (
William Atkinson. Principles of Political Economy, etc, London, 1840, s. 55.) Ama kendisi, kâr oranının ne olduğunu anlamayı bile başaramamıştır. A. Smith, kâr oranının düşmesini, sermayelerin kendi aralarındaki rekabet sonucu sermayenin büyümesiyle açıklamıştır.
1 Bunun üzerine Ricardo ona şu karşılığı veriyor: Rekabet kârları çeşitli iş kollarında ortalama bir düzeye indirilebilir, oranları dengeleyebilir, ama bu ortalama oranın kendisini aşağı çekemez. Smith’in önermesi, rekabette –sermaye üzerinde sermayenin eyleminde– sermayede içkin yasaların, sermayenin
eğilimlerinin gerçekleşmesi bakımından doğrudur. Ancak onun bunu rekabetin sermayeye, kendi yasaları olmayan dışsal,
[sayfa 204] dışardan getirilmiş yasalar yüklemesi biçiminde anlaması yanlıştır. Rekabet, bütün sanayi dallarında kâr oranını, yani ortalama kâr oranını, ancak, kavranabilir genel bir düşüş ve yalnızca rekabetten
önce ve rekabeti hesaba katmayan yasa olarak etkileyen genel ve sürekli bir düşüş olduğu ölçüde sürekli aşağı çekebilir. Rekabet sermayenin içsel yasalarını uygular; herhangi bir sermayeye karşı onları zorunlu yasalar haline getirir, ama onları bulmaz. Onları gerçekleştirir. Bu yüzden onları yalnızca rekabetle açıklamaya kalkmak, onların anlaşılmadığını kabul etmek anlamına gelir.
Ricardo diyor ki: “Aynı ölçüde sürekli bir neden ücretleri yükseltmiyorsa, sermayelerin birikimi kârları
sürekli düşüremez.” (s. 92, t. II, Paris 1835, Traduit de Constancio
’nun çevirisi.)
Nedeni de, tarımın artan, göreli olarak artan verimsizliğinde, “geçim araçlarının miktarını çoğaltma güçlüğünün büyümesinde”, yani oransal emek ücretinin artmasında, bu yüzden emeğin reel olarak daha fazla gelir elde etmemesinde, daha çok emeğin ürününün ise daha çok gelir elde etmesinde buluyor; kısacası, tarım ürünlerinin üretimi için gerekli-emeğin daha büyük bir bölümü gerekli oluyor. Dolayısıyla kâr oranı, ona göre, emek ücretinin nominal büyümesine ve toprak rantının reel büyümesine eşittir. Onun tek yanlı kavrayış tarzı tek bir
olguya dayanıyor, emek ücreti bir an yükseldiği için vb. kâr oranının düşebileceğini ileri sürüyor; bir sonraki 50 yılda tersine döner. 50 yıllık bir dönemin tarihsel koşulu genel bir yasa haline sokuluyor ve genel olarak sermaye ile tarım arasındaki gelişmenin tarihsel dengesizliğine dayanıyor. Aslında Ricardo’nun, Malthus’un, fizyolojik kimyanın henüz var olmadığı bir zaman için bu konuda genel ve ölümsüz yasalar ortaya atması gülünçtü. Ricardo’nun bu kavrayış tarzı, daha çok yanlış ve yetersiz olduğu içgüdüsü ile, ama gerçek yönden çok, yanlış yönden herkesin saldırısına uğramıştır.
“
A. Smith’e göre, sermayenin birikmesi ve çoğalması, genellikle, sermayenin artışını herhangi bir iş alanında kârların genel olarak daha düşük olması ile sağlayan ilke gereğince, kâr oranını düşürür. Ancak özel bir iş alanında sermayenin bu artışı, aynı zamanda başka alanlarda göreli olarak artan sermayeden daha büyük oranda artışı anlamına gelir.” (s. 9,
An Inquiry into those Principles respecting the Nature of Demand and the Necessity of Consumption, lately advocated by Mr. Malthus. London 1821.) “
Sanayi kapitalistleri arasındaki rekabet, düzeyin özellikle üstüne çıkan kârları
dengeleyebilir, ama
olağan düzeyi düşüremez.”
(Ramsay. IX, 88.) (Ramsay ve öteki ekonomistler,
sabit sermayeyi ve doğal olarak da
ücretleri meydana getiren sanayi kolları ile lüks sanayiler gibi öteki sanayi dallarında verimliliğin artışı konusunda haklı olarak bir ayrım
[sayfa 205] yaparlar. Lüks sanayi kolları gerekli-emek zamanını azaltamaz. Bununla birlikte, bunlar, ancak yabancı halkların tarım ürünleri ile değişilerek bunu yapabilirler ve o zaman da bu, tarımda üretkenliğin çoğalmış olması anlamına gelir. Bu yüzden sanayi kapitalistleri için tahıl ticaretinin serbest oluşu önemlidir.) Ricardo diyor ki (İngilizce baskı,
“On the Principles of Political Economy and Taxation. 3. edition. London 1821”): “
Çiftçi ve manüfaktürcünün yaşamı için kâr, işçinin yaşamında ücretin öneminden daha büyüktür.” (s. 123,
l.c.) “Kârların düşüş eğilimi normaldir, çünkü toplumun ve servetin gelişmesinde
ek besin maddeleri giderek daha çok emeği gerektirir. Bu eğilim, kârın bu ağırlığı yinelenen ara dönemlerde, makinelerin geliştirilmesi, buna bağlı olarak
gerekli nesnelerin üretilmesi, ayrıca da tarımsal bilimin üretim maliyetini düşüren buluşlarıyla önlenebilir.” (
l.c., s. 121.) Ricardo, kârı hemen doğrudan artı-değerle aynı yere koyuyor, bu farkı hiç ortaya koymuyor.
Ama artı-değerin oranı sermayenin kullandığı artı-emeğin gerekli-emeğe olan oranı ile belirlenmiş olduğu halde, kâr oranı, artı-değerin üretim için gerekli sermayenin toplam değerine olan oranından başka bir şey değildir. Bunun için, bu oran, sermayenin canlı emek karşılığında değişilmiş bölümünün, malzeme ve
sabit sermaye olarak bulunan bölümüne olan oranı içinde düşer ve dolayısıyla da yükselir.
Bütün durumlarda kâr olarak görülen artı-değerin, kazancın artı-değerin gerçek oranından daha küçük olan oranını göstermesi gerekir. Çünkü, bütün durumlarda, artı-değer, ücretlere kullanılan ve canlı emek karşılığında değişilmiş sermayeden her zaman daha büyük olan toplam sermaye ile ölçülür. Ricardo artı-değerle ||18| kârı birbirine karıştırıyor ve artı-değer, artı-emeğin gerekli-emeğe, yani emek-gücünün yemden üretimi için gereken emeğe oranı sürekli olarak azalabildiği, azalma eğilimi
gösterdiği, azaldığı zaman, Ricardo, emeğin üretken gücünün sanayide sermayenin birikimi ile birlikte büyümesine karşın, bunun tarımda azaldığını varsayıyor. Ekonomiden kaçıp organik kimyaya sığmıyor. Örneğin emeğe vb. olan ve giderek artan talebi hesaba katmamız gerekli olmadığı gibi, toprak rantını hiç dikkate almadan bu eğilimin gerekliliğini ortaya koyduk. Şimdilik konumuzun dışında kalan toprak rantı ile kârın birbiriyle bağıntısını ancak toprak rantının kendisini incelerken tartışabiliriz. Ama genel yasa olarak Ricardo’nun fizyolojik postulatının yanlış olduğunu modern kimya kanıtlamıştır.
Ricardo’nun öğrencileri, yeni ekonomide görüldüğü gibi ona basbayağı tapınmak yolunu tutmadıkları zaman, ustalarının ilkelerinde hoşlarına gitmeyen şeyleri kolayca bir yana
[sayfa 206] bırakmışlardır. Onların genel yöntemi, sorunu çözümlemek yerine bir yana bırakmaktır. Wakefield gibi öteki ekonomistler de, büyüyen sermaye konusunda
istihdam alanının incelenmesine sığınırlar. Bu ise rekabetin incelenmesi ile ilgilidir ve daha çok,
büyüyen kârın gerçekleştirilmesinde sermayenin güçlüğü; yani kâr oranının düşmesi yolunda içkin eğilimin yadsınmasıdır. Bununla birlikte, sermaye için sürekli genişleyen bir
istihdam alanının araştırılması gerekliliği ise, kendi dönüşümün bir sonucudur. Wakefield ile benzerlerini, sorunun kendisini ortaya atanların arasında görmek olanaksızdır. (A. Smith’in görüşünün bir bakıma belirli bir ölçüde yinelenmesi sözkonusudur.) Son olarak, başlarında Amerika’lı Carey’in bulunduğu ve onun da en sırnaşık yandaşı Fransız Bastiat olan en modern ekonomistler arasında, Uyumu uyarlayanlar (söz arasında değinirsek, tarihin en keyifli ironisi, kendi bilgiçliğini gümrük korumacısı Carey’den alan Bastiat’ya, Kara Avrupa’sının s
erbest ticaretçilerinin tapmasıdır), kâr oranının üretken sermayenin büyümesi ölçüsünde düşme eğiliminde olduğunu
gerçekte kabul ederler. Ama bunu, çok
basit olarak ve tam bir
saflıkla, emeğin değerinin oranının artmasını işçinin toplam üründen aldığı değerin oranının artması ile açıklarlar; oysa
brüt kârın büyümesi sayesinde sermaye durumunu korur. Sert çelişkiler, klasik ekonominin içinde bulunduğu ve Ricardo’nun bilimsel acımasızlıkla değindiği karşıtlıklar,
hoşgörü uyumları için böyle yayılırlar. (Carey’in usavurumunun, kendisinin de düşündüğü gibi, bazı açık noktalan vardır. Bu usavurum, ancak rekabet öğretisinde inceleyeceğimiz ve ondan sonra kabul edebileceğimiz bir yasa ile ilgilidir. Oysa biz, Bastiat’nın basitliklerle dolu çözümlerinde, beylik sözlerin ardarda, paradoksal bir biçimde ifade edildiği,
cilalanıp parlatılan ve formel mantık altında gizlenen büyük bir düşünce yoksunluğunu buluyoruz.
*
“Gratuité du Crédit. Discussion entre M. Fr. Bastiat et. M. Proudhon. Paris 1850” de (arada belirtelim: Proudhon, bu polemikte son derece gülünç bir tip oluşturuyor, bunu yaparken diyalektik güçsüzlüğünü retorik nobranlığı altında gizliyor) beyefendi Bastiat’nın VIII’inci
mektubunda şöyle deniyor (geçerken belirtelim: soylu kişi, burada, emeğin basit bölünüşü ile hem yolu yapana, hem de yolu kullanana yarayan kazana basbayağı kendi barıştırıcı diyalektiği ile “yolun” kendisine (yani sermayeye) kalan bir kazanca dönüştürüyor
):
“Sermayeler (ve onlarla birlikte ürünler de) arttıkça, sermayenin mutlak payı artar ve orantılı payı azalır. Sermayeler (ve onlarla birlikte ürünler de) arttıkça, emeğin oranlı ve mutlak payı artar.
...
Sermayenin mutlak payı [sayfa 207] büyüdüğüne göre, toplam ürünün sırasıyla ancak ½, 1/3, ¼, 1/5’ine yükselmesine karşın, [sermayenin] sırasıyla ½, 2/3, ¾, 4/5’inin düştüğü emek, oranlı anlamda da mutlak anlamda da, açıkça giderek artan bir pay için paylaşıma girer.”
Açıklama olarak o, şu tabloyu veriyor:
Toplam ürün
|
Sermayenin payı
|
Emeğin payı
|
1’inci dönem
|
1.000
|
½ ya da
|
500
|
½ ya da
|
500
|
2’inci
|
1.800
|
1/3 ya da
|
600
|
2/3 ya da
|
1.200
|
3’üncü
|
2.800
|
¼ ya da
|
700
|
¾ ya da
|
2.100
|
4’üncü
|
4.000
|
1/5 ya da
|
800
|
4/5 ya da
|
3.200
|
(s. 130,131.)
Aynı gülünçlük, s. 288’de kâr oranının azalması, düşük fiyata satılan ürün kitlesinin ise artışı, brüt kârın artışı biçiminde yineleniyor ve bu nedenle pek bir bilgiçlik taslayarak “hiçbir zaman sıfıra varmayan sonsuz bir azalma yasası, matematikçilerin çok iyi bildikleri yasa”dan söze-diyor (s. 288). “Burada” (tezgahtar ağzı) “çarpılan her zaman arttığı için, durmadan azalan ve çarpan görülüyor”. (l.c., S. 228.)
Ricardo, Bastiat’nın varmak istediğini sezmişti. Kâr oranının azalmasına karşın artan sermaye ile birlikte toplam olarak kârın arttığını belirtirken –dolayısıyla Bastiat’nın tüm bilgiçliğinin önüne geçerek– bu gelişmenin ancak “belirli bir süre için doğru olduğuna” değinmekten de geri kalmıyor. Aynen şöyle diyor: “Stokların kâr oranı, sermayenin kırsal bölgede birikmesinin ve ücretlerin yükselmesinin sonucu olarak azalsa da” (Ricardo’nun bundan anladığı, emek-gücünün korunması için gerekli olan toprak ürünlerinin maliyetinin yükselmesi), “kârların toplam tutarının büyümesi gerekir. Böylece, 100.000£ yinelenmiş birikimlerle kâr oranının %20’den 19, 18, 17’ye düştüğü kabul edilirse, sermayenin çeşitli sahipleri tarafından elde edilen toplamın her zaman büyümesini; 100.000 sermayeye göre 200.000£ sermayede daha büyük olmasını; 300.000 için daha büyük olmasını; azalan oranda olmasına karşın, sermayenin her büyüyüşü ile böyle sürekli artmasını bekleyebiliriz. Ancak bu büyüme, yalnızca belirli bir zaman için doğrudur: çünkü, 200.000£ üzerinden %19, 100.000 üzerinden 20’den daha çok; 300.000 üzerinden %18, 200.000 üzerinden %19’dan daha çoktur. Ama sermaye büyük miktarda biriktikten ve kârlar düştükten sonra, yeni birikim kârların toplamını azaltır. Birikimin 100.000£ ve kârların %7 olduğu kabul edilirse, kârın genel toplamı 70.000 olur; bu milyona 100.000£ eklenirse ve kâr %6’ya düşerse, ||19| sermaye toplamı 1.000.000’dan 1.100.000’e büyümüş olmakla birlikte, sermaye sahipleri 66.000£ ya da [sayfa 208] 4.000£ daha az alacaklardır.” (l.c., s. 124. 125.) Doğal olarak bu, Bastiat’nın öğrenci usulü bir işleme girişip, çarpanları büyütmesini, küçülen çarpanla büyüyen bir ürün meydana getirmesini önleyemiyor; bunun gibi üretim yasaları, Dr. Price’in de bileşik bir faiz hesabı ortaya koymasını önlememiştir. Kâr oranı azaldığı için, bunun sonucu olarak oran bakımından ve kesinlikle büyümesi gereken ücreti ile ilgili olarak bu oran azalır. Bastiat böyle bağlıyor. (Ricardo, sermayenin artışı ile birlikte kâr oranının düşme eğilimini görmüştü; ama kârı artı-değerle karıştırdığı için, kârı düşürmek için ücreti büyütmek zorundaydı. Bu yüzden gerçekte yalnızca toprak rantını büyütmüş oldu. Uyumcu Bastiat ise, sermayelerin yığılması ile birlikte, ücretin oransal ve mutlak olarak büyüdüğünü bulguluyor.) Kâr oranının azalışının ücretin oranındaki artışla özdeş olduğunu kanıtlaması gerekirken bunu varsaymakla yetiniyor ve sonra varsayımını kendisini pek eğlendirdiği anlaşılan bir hesap örneği ile “açıklıyor”.* Kâr oranının düşmesi, toplam sermayenin yeniden-üretimi için gereksindiği canlı emek oranının azalmasından başka bir şeyi göstermiyorsa, bu, başka bir şeydir. Bastiat, varsayımında, sermayenin kâr oranı azaldığı halde, sermayenin kendisinin, üretim için koşul olan sermayenin büyümesi gibi küçük bir ayrıntıyı gözden kaçırıyor. Oysa, sermayenin artı-emeği kendine maletmeden sermayenin değerinin büyüyemeyeceğini Bastiat’nın düşünmesi gerekirdi. Salt ürünün artmasının değeri artırmadığını, hasat fazlalıkları konusunda Fransız tarihinde görülen yakınmalar ona gösterebilirdi. O zaman sorun, yalnızca, kâr oranının düşmesinin, gerekli-emeğe oranla artı-emeğin oranının büyümesinin aynı anlama geldiğini, ya da bunun, yeniden üretilmiş sermayeye oranla kullanılan canlı emeğin genel oranının düşmediği anlamına geldiğini araştırma noktasında toplanırdı. Bunun içindir ki, Bastiat, ürünü, hammaddeler, üretim aleti ve emek olarak bölecek yerde, doğrudan kapitalist ile işçi arasında bölüştürüyor ve bu değişik porsiyonlar karşılığında yapılan değişimden yararlanılmış olan değerin hangi parçalara bölündüğünü soruşturmuyor. Hammaddeler ve üretim aletleri karşılığında değişilmiş olan ürün kısmı, açıkça, işçileri hiç ilgilendirmiyor. Onların sermaye ile, ücret ve kâr olarak bölüştüğü, bizzat canlı emeğin yemden kattığından başka bir şey değildir. Ancak Bastiat’nın özellikle dert edindiği, çoğalan ürünü kimin yiyeceğidir. Kapitalist oldukça küçük bir bölümü yediği için işçinin oldukça büyük bir bölümü yemesi gerekmez mi? Özellikle Fransa’da, genel üretimin Bastiat’nın ancak imgeleminde epeyce çok yiyecek sağlamış olmalı ki, sermayenin çevresinde yığılmış parazit öğelerden bir yığın, işçinin bastırmış olmasını engelleyecek [sayfa 209] kadar büyük bir kısmını kendine ayırıyor. Kullanılan emeğin sermayeye oranla azalmasına karşın, büyük-ölçekli üretimle birlikte kullanılan emeğin genel toplamının artabilmesi de açık bir şeydir ve böylece sermayenin artmasıyla birlikte sayısı büyüyen işçi nüfusun daha büyük bir ürün yığınını gereksinmesi yolunda hiçbir engel kalmamıştır. Üstelik Bastiat, onun uyumlu kafasında bütün inekler gri renkte olduğu için (yukarda ücretler konusuna bakınız), faizin azalışını ücretin çoğalışı ile karıştırıyor, çünkü bu daha çok sanayi kârının çoğalmasıdır, işçiyi hiç ilgilendirmez, yalnızca değişik türden kapitalistlerin genel kârı paylaşma oranıdır.
Sermaye ve gelir (kâr). Üretim ve dağıtım. Sismondi. – Sermaye açısından
üretim maliyeti. Sermaye açısından kâr. – Kârların eşitsizliği. Dengeleme ve
toplumsal kâr oranı. – Artı-değerin kâra dönüşmesi. – Yasalar.
Konumuza dönelim. Öyleyse sermayenin ürünü kârdır. Kâr olarak kendisiyle ilişkili olurken,
değerin üretici kaynağı olarak da kendisiyle ilişkili olur
ve kâr oranı da onda kendi değerini çoğalttığı oranı gösterir. Ama kapitalist salt sermaye demek değildir. Kendisi yaşamak zorundadır ve emekle yaşamadığı için kârla, yani kendine malettiği ötekinin emeğiyle yaşamak zorundadır. Böylece sermaye servetin kaynağı olarak ortaya çıkmıştır. Sermaye, gelir olarak –üretkenliğe içkin nitelik olarak katıldığı için– kârla ilişkili olur. Bunun bir kısmını sermaye, sermaye olmaktan çıkmaksızın tüketebilir (görünüşte tümünü tüketebilir, ama bunun yanlış olduğu anlaşılacaktır). Bu meyveyi tükettikten sonra yeniden meyve verebilir. Servetin genel biçimini temsil etmeyi bırakmaksızın tüketilecek serveti ortaya koyabilir ki, basit dolaşımda bu, para için olanaksızdır. Servetin
genel biçiminin kalıcı olması için
sermayenin bundan kendini yoksun bırakması gerekirdi; ya da meyvelerini reel servet için, kullanma için tüketseydi, servetin genel biçimi olmaktan çıkardı. Bu durumda kâr, her ücret gibi,
dağıtım biçimi gibi görünür. Ama sermaye, ancak kârın sermayeye –artı-sermayeye– dönüşmesiyle çoğalabildiği gibi, kâr da
sermaye için üretim biçimidir; tıpkı bunun gibi, ücret de, sermaye açısından basit
üretim ilişkisi, işçi açısından dağıtım ilişkisidir. Dağıtım ilişkilerinin de üretim ilişkileri yoluyla nasıl üretildiği ve bunların
bir başka bakış açısından kendisini gösterdiği burada anlaşılıyor. Gene anlaşılıyor ki, ürerimin tüketimle olan ilişkisi bizzat üretim yoluyla konmuştur. Burjuva üretim ilişkilerini ölümsüz, ama bunların dağıtım biçimlerini tarihsel sayan J. S. Mill gibi tüm burjuva ekonomistlerin saçmalığı, onların birbirlerini anlamadığını gösteriyor. Basit değişim konusunda Sismondi doğru bir açıklama yapıyor: “Bir
değişim her zaman iki değer gerektirir; herbirinin ayrı bir yazgısı vardır; ama
sermaye ile gelirin niteliği değişilen nesneyi izlemez; bu,
[sayfa 210] onun sahibi olan kişiye bağlıdır.” (
Sismondi. VI.)
Bundan dolayı, gelir, basit değişim ilişkileriyle açıklanamaz. Değişimde elde edilen bir değerin niteliğinin sermayeyi ya da geliri ortaya koyması, basit değişimin ötesinde kalan ilişkilerle belirlenmiştir. Dolayısıyla uyumcu
serbest ticaretçilerin yaptığı gibi, bu karmaşık biçimleri basit değişim ilişkilerine indirgemeye kalkmak saçmadır. Basit
değişim açısından ve birikimin salt para birikimi (değişim-değeri) diye görülmesi halinde, sermayenin kârı ve geliri olanaksızdır. “Eğer zenginler birikmiş serveti lüks ürünler karşılığında harcarlarsa –ve metaları yalnızca
değişimle elde edebilirlerse–, ellerindeki
fonlar hemen tüketilmiş olur.
Ama
toplumsal düzende servet,
ötekinin emeği tarafından yeniden-üretilme özelliği kazanmıştır. Emek gibi servet de,
emek tarafından yıllık bir meyve verir ve bu meyve her yıl, zenginin bu yüzden yoksullaşması sonucunu doğurmaksızın,
yok edilebilir. Bu meyve, sermayenin doğurduğu gelirdir.” (Sismondi. IV.)
Böylece kâr sermayenin sonucu olunca, öte yandan da,
sermayenin oluşumunun koşulu olarak ortaya çıkar. Çember hareketi yeniden böyle başlar ve burada sonuç olarak ortaya çıkar. “Gelirin bir kısmı böylece sermayeye, artık yok olmayan, sürekli çoğalan bir değere dönüşür; bu değer onu yaratmış olan metadan kopmuştur; meta, metafiziksel, özsüz bir niteliğe benzer biçimde hep aynı
çiftçinin” (kapitalist), “sahipliğinde kalmıştır, onun için değişik biçimler almıştır.” (Sismondi. VI.)
||20| Sermaye, kâr ortaya çıkaran olarak, emekten bağımsız servetin kaynağı olarak bulunduğu için, sermayenin her kısmının eşit ölçüde üretken olduğu varsayılır. Kârda, artı-değer sermayenin toplam değerinde nasıl ölçülüyorsa, çeşitli kısımlarıyla eşit ölçüde üretilmiş olarak ortaya çıkar. O zaman sermayenin dolaşan bölümü (hammadde ve gerece bağlı bulunan bölüm),
sabit sermayeyi oluşturan kısım gibi kâr getirmez, ama kâr büyüklüklerine göre bu kısımlarla eşit ölçüde ilişkilidir.
Sermayenin kârı yalnız sanayi için ödenen, onun tarafından yaratılmış kullanım-değeri için ödenen fiyatta gerçekleştiğinden dolayı kâr,
giderleri karşılayan fiyatın üzerinde elde edilmiş fiyat fazlasıyla belirlenmiştir. Ayrıca bu gerçekleşme yalnızca değişimde olduğundan, bir sermaye için
kâr, mutlaka onun artı-değeri ile, onda içerilmiş
artı-emekle sınırlanmıştır; değişimde sermayenin elde ettiği fiyat fazlasıyla orantılıdır. Sermaye kendi
eşdeğerinden daha çok
değişim yapabilir ve o zaman kâr onun artı-değerinden daha büyüktür. Ama bu, ancak öteki değişimci bir
[sayfa 211] eşdeğer elde etmeyince sözkonusu olabilir. Toplam artı-değer, bu işlemle, yalnızca
başka türlü hesaplanmış artı-değer olan
toplam kâr gibi, ne çoğalabilir, ne de azalır. Onun kendisi değil, yalnızca
çeşitli sermayeler arasında bölüşülmesi bu yoldan değişikliğe uğrar. Ancak bu inceleme, çok sayıda sermayelerin incelenmesi ile ilgilidir; henüz konunun dışındadır. Üretimde gerekli sermayenin değeri kâr karşısında
avans olarak – üründe yerine konması gereken
üretim giderleri olarak bulunur. Bunları yerine getiren fiyat bölümü çıktıktan sonra kalan fazlalık, kârı meydana getirir. Artı-emek –kâr ve faiz, her ikisi, bunun yalnız parçalarıdır– sermayeye hiçbir maliyet getirmediği, yani onun avans haline getirdiği değerlerin altına inmediği –üretim sürecinden ve ürünün değerlenmesinden önce sahip olduğu değerin altında olmadığı– için, ürünün maliyetinde içerilmiş ve artı-değerin, yani aynı zamanda da kârın kaynağını oluşturan bu artı-emek, sermayenin üretim maliyetinin altında değildir. Üretim giderleri, yalnızca sermayenin gerçekten yatırım yaptığı değerlere eşittir, üretimde maledinilmiş ve dolaşımda gerçekleşmiş artı-değere değil. Dolayısıyla üretim giderleri sermaye açısından gerçek üretim giderleri değildir, çünkü artı-emek sermayeye hiçbir maliyet yüklemez. Üretim giderlerinin fiyatı üstündeki ürünün fiyatının fazlası ona kârı verir. Öyleyse sermaye için kâr, onun gerçek üretim giderleri –yani onun tarafından işleme konmuş bütün artı-emek– gerçekleşme olmaksızın var olabilir. Kâr –sermaye tarafından yapılmış yatırımların üstündeki fazlalık–, artı-değerden –sermayenin canlı emek karşılığında değiştiği nesneleşmiş emek üstünde sermaye tarafından değişimle alman canlı emek fazlasından– daha düşük olabilir. Bununla birlikte faizin kârdan ayrılmasıyla –bunu hemen gözden geçireceğiz– üretken sermaye için de artı-değerin bir kısmı üretim gideri olarak kullanılır. Sermaye açısından
üretim-giderlerinin, artı-emeği içine alan ve sermayenin üründe nesneleşmiş olan emek niceliği ile karıştırılması, “kârın
doğal fiyatta içerilmediğinin” söylenmesine yolaçmıştır.
“
Giderlerin bir kısmının fazlalık ya da kâr diye nitelenmesinin” saçma olduğu söylenmiştir. (
Torrens. IX, 30.)
Sonra da bu, büyük bir karışıklığa neden oluyor; ya kârın değişimde gerçekleşmediği, ondan geldiği (değişimcilerden birinin eşdeğerini elde etmemesi durumunda, çok seyrek olarak böyle bir şey olabilir), ya da bir hiçten başlayarak bir şey yapma gibi büyülü bir gücün sermayede bulunduğu sonucu çıkarılıyor. Üretim sürecinde sağlanan değerin değişimde fiyatını gerçekleştirmesiyle,
gerçekte hammaddeler, makineler, ücretlerde ve ödenmemiş artı-emekte içerilen toplam emek
[sayfa 212] niceliğini anlatan bir eşdeğer olarak bunların para toplamı yoluyla belirlenmiş ürün fiyatı ortaya çıkar. Dolayısıyla fiyat burada henüz yalnızca değerin biçim değişikliği olarak ortaya çıkar; değer para olarak ifade edilmiştir; ama bu fiyatın büyüklüğü sermayenin üretim sürecinde varsayılmıştır. Bununla sermaye fiyat belirleyen gibi görünür, böylece fiyat, sermayenin yaptığı yatırımlar ve üründe onun gerçekleştirdiği artı-emek yoluyla belirlenmiştir. Fiyatın bunun tersine kâr belirleyici olarak nasıl ortaya çıktığını ilerde göreceğiz. Burada
gerçek üretim giderleri fiyat belirleyici, daha sonra da fiyat üretim giderlerini belirleyici oluyor. Sermayenin içkin yasalarını ona dışsal bir zorunluluk olarak yükleyen rekabet, görünüşte bunların hepsini tersine çeviriyor.
Onları tersine çeviriyor.
Bir kez daha yineleyelim: Sermayenin kârı onun büyüklüğüne bağlı değildir; sermayeyi oluşturan kısımların (değişmeyen kısım ve değişen kısım) oranının büyüklüğünün eşit olmasına bağlıdır; daha sonra da emeğin üretkenliğine (bu ise birinci oranda kendini gösterir, çünkü üretkenlik düşük olduğunda aynı sermaye aynı zamanda, aynı canlı emekle aynı malzemeyi işleyemez); devir süresine bağlıdır; bu süre de
sabit sermaye ve
döner sermaye arasındaki çeşitli oranlarla, sabit sermayenin değişik dayanıklılığı ile vb. vb. belirlenmiştir (yukarıya bak.). Eşit büyüklükteki sermayeler için çeşitli sanayi kollarında kârın eşit olmayışı, yani kâr oranının eşitsizliği, rekabeti düzenleme işlemleri için koşul ve varsayımdır.
Sermaye, hammaddeyi, aleti, emeği değişimle elde ettiği ölçüde, onları satın aldığı ölçüde, onun öğeleri de fiyat biçiminde vardır; fiyat olarak konmuştur, onda varsayılmıştır. O zaman onun için ürününün piyasa fiyatını kendi öğelerinin fiyatı ile karşılaştırmak önem kazanır. Ancak bu da rekabet bölümüne girer.
Öyleyse, sermayenin belirli bir devir süresinde getirdiği artı-değer, üretimde gerekli sermayenin toplam değeri ile ölçüldüğüne göre,
kâr biçimim alır. Oysa artı-değer, doğrudan, sermayenin canlı emekle değişimde kazandığı artı-emek zamanı ile ölçülür. Kâr, artı-değerin sermaye anlamında daha önce gelişmiş bir başka biçimden başka bir şey değildir. Burada artı-değer, üretim sürecinde sermayenin kendisine, emek karşılığında değişilmiş olarak görülmüyor. Dolayısıyla sermaye, sermaye olarak, kendi sürecinin aracılığı ile kendi kendisiyle ilişkili olarak konmuş, varsayılmış değer, üretilmiş değer diye ortaya çıkıyor ve onun koyduğu değerin adı da
kârdır.
Artı-değerin kâr biçiminden bu dönüşmesinde doğrudan karşımıza çıkan iki yasa şunlardır: 1)
Kâr olarak gösterilen artı-değer, her zaman artı-değerin doğrudan gerçekliği içinde gerçekten sahip olduğundan daha küçük bir parça olarak ortaya çıkar. Çünkü canlı emek karşılığında
[sayfa 213] değişilen sermaye bölümü ile ölçülecek yerde (gerekli-emeğin artı-emeğe olan oranı olarak ortaya çıkan bir oran), bütünü ile ölçülür. Bir a sermayesinin getirdiği artı-değer ne olursa olsun, a’da c ve v’nin, sermayenin değişmeyen ve değişen bölümünün oranı ne olursa olsun, c + v’de ölçülünce artı-değer m’nin, gerçek ölçüsü v’de ölçülmesinden daha küçük olması gerekir. Kâr ya da –mutlak toplam olarak değil, çoğunlukla olduğu gibi
oran olarak kabul edilince (kâr oranı, sermayenin artı-değeri getirmiş olduğu
oran olarak gösterilmiş kârdır)– ||21|kâr oranı, sermayenin emeği sömürdüğü gerçek oranı asla ifade etmez, her zaman çok daha küçük bir oranı gösterir ve sermaye ne kadar büyükse, bu kâr oranının ifade ettiği oran o kadar yanlıştır. Kâr oranı, yalnızca tüm sermaye salt emek ücretine dönüşürse; bütün sermaye canlı emek karşılığında değişilirse, yani salt
gereç olarak var olursa, hem üretilmiş ham malzeme biçiminde olur (çıkarıcı sanayide görüldüğü gibi), hem hammadde sıfıra eşit olur, hem de üretim araçları, alet ya da gelişmiş sabit sermaye olarak, sıfıra eşit olursa, artı-değerin gerçek oranını gösterebilir. Sıfıra eşit olma durumu, sermayeye uygun üretim tarzında görülemez, a = c + v ise, m sayısı ne olursa olsun, c + v/m < v/m’dir.
*
2) İkinci büyük yasa, sermayenin canlı emeği nesneleşmiş emek biçiminde kendine mal ettiği ölçüde, öyleyse, emeğin sermayeleşmesi ve dolayısıyla da üretim sürecinde
sabit sermaye biçiminde bulunması ölçüsünde, ya da emeğin üretken gücünün büyümesi ölçüsünde, kâr oranının azalmasıdır. Emeğin üretken gücünün büyümesi, a) göreli artı-değerin ya da işçinin sermayeye verdiği göreli artı-emek zamanının büyümesi ile; b) emek-gücünün yeniden-üretimi için gerekli-emek zamanının azalması ile; c) sermayenin canlı emek karşılığında değişilen kısmının, sermayenin nesneleşmiş emek ve varsayılmış değer olarak üretim sürecine katılan kısımları alıkonularak değişilen kısmının azalması ile aynı anlama gelir. Bu yüzden kâr oranı, göreli artı-değerin ya da göreli artı-emeğin büyümesi ile, üretken güçlerin gelişmesi ile, değişmeyen sermaye olarak üretimde kullanılan sermayenin büyüklüğü ile ters orantılıdır. Başka bir deyişle, ikinci yasa, sermayenin gerek üretken gücünün, gerek nesneleşmiş değer olarak konulma kapsamının; emeğin ve üretken gücün sermayeleşme kapsamının gelişmesi ile birlikte
kâr oranının düşme eğilimidir.
Kâr oranını etkileyen, uzun ya da kısa dönemler için düşüren öteki nedenlerin, henüz sırası değildir. Üretim süreci genel olarak ve bütünü içinde ele alındığında, malzeme ve
sabit sermaye olarak iş gören sermayenin hem nesneleşmiş emek olduğu, hem de emek yoluyla yeniden-üretilmesi ve hem durmadan yeniden-üretilmesi gerektiği tümüyle
[sayfa 214] doğrudur. Dolayısıyla onun varlığının kabul edilmesi –varlığının eriştiği oylum, çalışan nüfusun oylumunu, aslında bütün üretken gücün koşulu olan bir nüfus büyüklüğünü gösterir–, ama bu yeniden-üretim,
sabit sermayenin hammaddelerin ve
bilimsel gücün etkisinin koşul olduğu, ayrıca da bunların üretimin sahipliğinde olduğu her yerde, onun kendisinde gerçekleşmesi sonucu oluşur. Bu nokta birikimin incelenmesi sırasında daha genişliğine geliştirilebilir.
Ayrıca şu nokta da açıktır ki, sermayenin canlı emek karşılığında değişilen kısmının, toplam sermayeye oranla azalmasına karşın, sermaye aynı ya da daha büyük oranda büyüdüğü zaman, kullanılan canlı emeğin toplam kitlesi artabilir ya da aynı kalabilir. Bu yüzden nüfus, gerekli-emeğin azalması oranında sürekli olarak artabilir, a sermayesi c’de ½ ve v’de ½, a’ sermayesi ise c’de ¾ ve v’de ¼ harcama yaparsa; a’ sermayesi,
6/
4 c,
2/
4 v üzerinden uygulamada bulunabilir. Ancak başlangıçta, sermaye = ¾c +¼ ise, şimdi =
6/
4 c +
2/
4 v’dir, yani
4/
4 oranında büyümüştür; yani iki katma çıkmıştır. Bu oran da ancak birikim ve nüfus teorisi ile ilgili olarak daha genişliğine incelenebilir. Gerçekte, önce, yasalardan ortaya çıkan sonuçlan ele almak, bu konuda ayrıntıya kaçan düşüncelerle yanılgıya düşmemek gerekir.
Dolayısıyla kâr oranı hem artı-emeğin gerekli-emeğe olan oranı, ya da nesneleşmiş emeğin canlı emek karşılığında değişilme oranı ile, hem de kullanılan canlı emeğin nesneleşmiş emeğe olan oranı ile belirlenmiştir; bu, sermayenin canlı emek karşılığında, nesneleşmiş emek olarak üretim sürecine katılan bölümüne karşılık değişilen kısmıdır. Ama bu kısım, artı-emeğin gerekli-emeğe göre büyüdüğü oranda azalır.
Artı-değer = Artı-emeğin gerekli-emeğe oranı.
(İşçi, hem sermayenin canlı emek karşılığında değişilen kısmını, hem de öteki kısımlarını yeniden-üretmek zorunda olduğu için, kapitalistin emek-gücü karşılığında değişimde kazandığı oran, gerekli-emeğin artı-emeğe
* olan oranı ile belirlenmiştir. Başlangıçta bu, gerekli-emeğin ona yalnız gider yüklemesi biçiminde görünür. Ama emeğin kendisinden başka bir şey yüklemediği için – yeniden-üretimde ortaya çıktığı gibi - oran doğrudan böyle gerekli-emeğin artı-emeğe
* oranı olarak artı-değerin oranı diye anlatılabilir.)
[sayfa 215]
Sabit sermayenin değeri ve üretken gücü. Basit sermayenin dayanıklılığı ve
üretken gücü. – Toplumsal güçler, emeğin bölümü vb. sermayeye maliyet
getirmez. – Makinelerin bundan farkı (Makinelerin kullanılmasında
kapitalistin ekonomisi). – Kâr ve artı-değer.
<
Sabit sermaye –ve dış biçimin içine girmediği koşul olarak dayanıklılık– konusunda şunu da belirtmek gerekir: Üretim aracının kendisi değer olduğu, nesneleşmiş emek olduğu ölçüde,
üretken güç olarak katkıda bulunmaz. Yapımı 100 işgününe mal olan bir makine yalnızca 100 işgününü karşılasaydı, emeğin üretken gücünü hiçbir biçimde çoğaltmaz, ürünün maliyetini hiçbir bakımdan azaltmazdı. Makine ne kadar dayanıklı ise, bu makine ile aynı nicelikte ürün, birçok kez daha fazla yaratılabilir ya da
döner sermaye birçok kez yenilenebilir, yeniden-üretimi yineleyebilir ve bunun yerine konmasında, (firenin ve makinenin yıpranmasının karşılanmasında gerekli olan) değerin payı o kadar küçük olurdu; bu demektir ki, ürünün fiyatı ve onun üretiminin maliyeti her kez daha çok azalırdı. Bununla birlikte, geliştirdiğimiz konuda, fiyata başvurmak henüz sözkonusu olamaz. Pazarı ele geçirmenin koşulu olarak fiyatın düşürülmesi rekabetle ilgilidir. Dolayısıyla sorunu başka biçimde geliştirmek gerekir. Sermaye üretim aletini bedava 0 olarak elde edebilseydi, sonuç ne olurdu? Dolaşım giderlerinin sıfıra eşitlenmesi gibi olurdu. Yani emek-gücünün korunması için gerekli-emek azalır ve artı-emek artar, böylece sermayeye en küçük bir maliyet yüklenmeksizin artı-değer çoğalırdı. Üretken gücün böyle çoğalması, sermayeye hiçbir maliyet getirmeyen bir makine, işbölümü ve üretim süreci içinde emeğin bileşimidir. Ama bu, büyük bir çerçeve üzerinde çalışmayı, sermaye ile ücretli emeğin gelişmesini gerektirir. Sermayeye maliyet getirmeyen başka bir üretken güç de,
bilimsel güçtür. (Sermayenin din adamları, öğretmenler ve bilginler için belirli bir ödemede bulunma zorunluluğu, bunların
bilimsel gücü çok ya da az geliştirmesi söz konusu olsa da, olağan kabul edilir.) Ancak
bilimsel gücün mülk edinilmesi yalnızca makinelerin kullanılması (kısmen de kimyasal süreçte) olanaklıdır. Nüfusun artışı, sermayeye hiç maliyet yüklemeyen üretken güçlerden biridir. Kısaca, nüfusun artması ve toplumun tarihsel gelişmesi ile gelişen bütün toplumsal güçler sermayeye hiçbir maliyet yüklemez. Ama bunların doğrudan üretim sürecinde kullanılması için, emek yoluyla meydana getirilmiş, yani nesneleşmiş emek biçiminde var olan bir temel gerekli ise, bunların kendisi de değer ise, ancak eşdeğerlerin aracılığıyla mal edinilmeleri olanaklıdır.
Güzel.
[sayfa 216] Kullanılması canlı emeğin ||22| kullanılmasından daha pahalıya mal olmuş, yani üretimi ve korunması için yerine konabileceğinden daha çok canlı emek gerektirmiş
sabit sermaye, bir
para sıkıntısı yaratacaktı. Hiçbir maliyeti olmayan, kapitalist tarafından yalnızca maledilmesi yeterli olabilecek böyle bir kullanma, sermaye için değerin en yüksek noktası olabilirdi. Makinenin değeri = 0 olursa sermaye için daha da değerli olur basit önermesinden, makinelerin maliyetinin her bir azalışının kapitalist için kazanç olduğu sonucu çıkar.
Sermayenin eğilimi bir yandan sabit sermayenin toplam değerini çoğaltmak, öte yandan da onun bölünebilir her parçasının değerini azaltmaktır. Sabit sermaye değer olarak dolaşıma girdiği ölçüde, üretim sürecinde kullanım-değeri olarak etken olmayı bırakır. Onun kullanım-değeri, emeğin üretken gücünün çoğalması, gerekli-emeğin azalması, göreli artı-emeğin ve dolayısıyla da artı-değerin çoğalmasıdır. Dolaşıma girdiği ölçüde, değeri yalnızca yerine konur, çoğalmaz. Buna karşılık, ürün,
döner sermaye, artı-değerin taşıyıcısıdır ve bu da, ancak, üretim sürecinden çıkıp dolaşıma girer girmez gerçekleşir. Makine ölümsüz olsaydı, yeniden üretilmesi gereken kalımsız malzemeden meydana gelmeseydi (makine olma karakterini yitirecek en geliştirilmiş makinelerin bulgulanması tamamen bir yana), bir
perpetuum mobile [sürekli devinen] olsaydı, kavramına en uygun niteliğe ulaşırdı. Değerinin yerine konmasına gerek kalmazdı, çünkü bu değer yok edilemeyen bir maddilikle sürüp gitmiş olurdu.
Sabit sermaye yalnızca değer olarak, değer koruyuculuğundan daha küçük olduğu zaman kullanıldığı için, oysa kendisi değer olarak dolaşıma hiç girmediği halde,
döner sermayede gerçekleşmiş artı-değer, ödenen avansları hemen yerine koyar ve böylece
sabit sermaye değer koyucu olarak etkisini gösterir, çünkü kapitalist için onun giderleri ve kapitalistin kendine malettiği artı-emeğin giderleri sıfıra eşitlenmiş olur. Emeğin üretken gücü olarak etkisini sürdürür ve aynı zamanda para üçüncü anlamda, kendi kendisi için olan değer halinde süreklilik kazanır. 1.000£ bir sermayeyi ele alalım. Dörtte-biri makine; toplam artı-değeri ise = 50 olsun. Dolayısıyla makinelerin değeri 200’e eşittir. Dört kez devirden sonra makineler ödenmiş olur. Sermayenin 200’lük makinede nesneleşmiş emeğe sahip halde sürüp gitmesi dışında, beşinci devirden başlayarak, kendisine yalnız 800’e malolan bir sermaye ile 50 elde etmiş olur; %5 yerine %6¼.
Sabit sermaye değer olarak dolaşıma girer girmez, sermayenin gerçekleştirme süreci için onun kullanım-değeri son bulur ya da son bulur bulmaz dolaşıma girer. Dolayısıyla ne kadar dayanıklı ise, onanma, tamamının ya da bir kısmının yeniden-üretimine gereksinimi o kadar azdır, dolaşım zamanı ne kadar uzun olursa, emeğin üretken gücü olarak, sermaye olarak, yani canlı artı-emek getiren nesneleşmiş emek olarak o kadar çok etkisi
[sayfa 217] vardır. Değerinin dolaşım zamanının uzunluğu ile, ya da yeniden-üretimi için gerekli-zamanla özdeş olan
sabit sermayenin süresi, bu sermayenin değer öğesi olarak kendi kavramına bağlıdır. (Aslında, kendinde ve kendisi için ve yalnızca
maddi görünüşü altında, üretim aracı kavramında bulunduğu yorumlamayı gerektirmeyecek açıklıktadır.) Artı-değerin oranı yalnızca artı-emeğin gerekli-emeğe olan oranıyla belirlenmiştir; kâr oranı, yalnızca artı-emeğin gerekli-emeğe oranıyla değil, aynı zamanda canlı emeğin karşılığında değişilmiş sermaye kısmının, üretime giren toplam sermayeye olan oranı ile de belirlenmiştir.>
Burada yeniden inceleyeceğimiz kâr, yani sermayenin kârı olarak, başka bir sermayenin hesabına olan tek sermayenin değil, somut bir deyimle,
kapitalistler sınıfının kârı olarak kâr,
artı-değerin toplamından daha büyük olamaz. Toplam olarak artı-değerin toplamıdır, ama işte bu değer toplamı, değeri gerçekten büyüyen sermaye bölümü yerine sermayenin toplam değerine olan oranıdır; değerin büyümesi de canlı emek karşılığında değişimle olur.
Doğrudan biçimiyle kâr, sermayenin toplam değerine katılan oran olarak ifade edilmiş artı-değerin toplamından başka bir şey değildir.
Makine ve artı-emek. Genel olarak artı-değer öğretisinin özetlenmesi.
Artı-değerin kâr biçimine dönüştürülmesi, artı-değerin sermaye yoluyla bu hesaplanması-biçimi, onun doğasına ilişkin bir yanılsamaya ne kadar çok dayansa, ya da daha çok bununla gizlense, engellense de, sermaye açısından gereklidir.*
Gerekli-emeğin artı-emeğe oranın azalması, tek bir işçinin gündeliğini gözönüne alırsak, emek-gününün daha büyük bir bölümünün sermaye tarafından maledilmesi anlamına varır. Bu durumda kullanılan canlı emek aynı kalır. Üretken gücün çoğalması, örneğin makinelerin kullanılmasıyla, her biri haftada 6 gün çalışan 6 işçiden 3’ünün fazlalık durumuna düşürüldüğünü varsayalım. 6 işçinin kendileri makinelerin sahibi olsaydı, herbiri yalnız yarım gün çalışacaktı. Şimdi 3 işçi haftanın her günü bütün gün çalışıyor. Sermaye 6 işçiyi kullanmaya devam etse, ama herbiri yalnız yarım-gün çalışsa, artı-emek gerçekleştirmezler. Gerekli-emek 10 saat, artı-emek 2 saat olsaydı, 6 işçinin tüm artı-emeği günde 2×6, bir güne eşit olur ve haftada 6 gün üzerinden 72 saat tutardı. Böylece her işçi haftada bir gün boşuna çalışmış olurdu. Ya da altıncı işçi tüm hafta boyunca boşuna çalışmış gibi bir durum ortaya çıkardı. 5 işçi gerekli-emeği temsil eder ve bunların sayısı dörde indirilebilir, bir işçi daha önceki gibi boşuna çalışmış olur – böylece de göreli artı-değer büyümüş olur. Onun daha önceki
[sayfa 218] durumu = 1:6 idi, şimdiki durumu ise 1:5 biçimindedir.
Daha önceki artı-emek saatlerini çoğaltma yasası, burada gerekli işçilerin sayısını azaltma biçimini alıyor. Aynı sermaye için 6 işçiyi bu oranda kullanma olanağı bulunsaydı, artı-değer hem göreli olarak, hem de mutlak olarak artmış olabilirdi. Artı-emek zamanı da 14
2/
5 saat tutardı. 6 işçinin her birine düşen 2
2/
5 saat, doğal olarak 5 işçinin her birine düşen 2
2/
5’ten daha çoktur.
Mutlak artı-değer gözönünde bulundurulursa, bu, mutlak emek-gününün gerekli-emek zamanının ötesine uzatılmasıyla belirlenmiş görünür. Gerekli-emek zamanı, salt kullanım-değeri için, geçim için emektir. Artı-emek günü, değişim-değeri için, servet için emektir. Sanayi emeğinin ilk öğesidir. Doğal sınır konmuştur –hammadde ve emek aletinin, ya da bunlardan birinin, ya da yalnızca çıkarıcı bir emek ya da dönüştürücü bir emek olan ya da ona biçim vermiş olmasına karşın toprak kitlesinden ayrılmış kullanım-değeriyle sınırlı emeğe göre, emeğin koşulları olduğu varsayıldığında– doğal sınır, aynı andaki emek-günlerinin ya da canlı emek-güçlerinin sayısı ile, yani çalışan nüfus tarafından konmuştur. Bu aşamada, sermayenin üretimi ile daha önceki üretim aşamaları arasındaki fark yalnızca biçimseldir. İnsanların kaçırılmaları, kölelik, köle ticareti ve onların zorla çalıştırılması, ||23| çalışan bu makinelerin, artı-ürün üreten makinelerin sayısının artışı, burada doğrudan zor yoluyla, sermaye durumunda, değişim aracılığı sayesinde sağlanmıştır.
Kullanım-değerleri, burada, değişim-değerleri gibi aynı basit oranda çoğalır ve dolayısıyla artı-emeğin bu biçimi, en başta ve belirleyici olarak kullanım-değerinin sözkonusu olduğu köleliğin, sertliğin vb. üretim tarzlarında, sermayenin, doğrudan değişim-değerine ve ancak dolaylı olarak da kullanım-değerine yöneltilmiş üretim tarzında olduğu gibidir. Bu kullanım-değeri, örneğin Mısırlıların piramit yapımında, kısacası, Mısır’da, Hindistan’da vb. ulusun çoğunluğunun dinsel lüks işlerde zorla çalıştırılması gibi salt gerçek-dışı ya da eski Etrüsklerde olduğu gibi doğrudan yararlı bir konuya yöneltilmiş olabilir.
Ancak artı-değerin ikinci biçiminde, göreli artı-değer olarak, işçilerin üretken gücünün gelişmesi olarak,
gerekli-emek zamanının azaltılması olarak emek-günü konusunda ve
gerekli-emek nüfusunun azalması olarak nüfus bakımından (bu çelişkili bir biçimdir) bu biçimde, sermaye üzerine kurulu üretim tarzının tarihsel ve ayırdedici tarihsel karakteri doğrudan kendini gösterir.
Nüfusun büyük bir bölümünün ücretli işçiye zorla dönüştürülmesi ve onların varlığım salt işçi varlığına dönüştüren disiplin, birinci biçime uygun düşer. 150 yıl boyunca, örneğin Henry VII’den başlayarak, artık mülkiyetten yoksun ve serbest kalmış nüfus yığınlarım, özgür ücretlilere dönüştürmek için uygulanmış olan şiddet önlemleri listesi
[sayfa 219] İngiliz yasalarının yıllıklarında kanlı imzalar halinde içerilmiştir. Uşaklığın kaldırılması, kilise mallarına elkonması, loncaların kaldırılması ve mallarına elkonması, tarlaların otlaklara dönüştürülmesi yoluyla nüfusun kırsal bölgeden zorla çıkarılması, t
opluluk yerlerinin çitle çevrilmesi vb., emekçileri salt emek-gücü durumuna indirgemişti. Bunlar,
kuşkusuz, ücretli emek yerine
serseriliği, dilenciliği vb. yeğlediler ve ücretli çalışmaya zorla alıştırılmak gerekiyordu. Bunun benzeri, büyük sanayinin, makinelerle çalışan fabrikaların kurulmasında yeniden meydana geldi. Bak
Owen.
Sermayenin gelişmesinin yalnızca belirli bir aşamasında,
sermaye ile emek arasında değişim gerçekte biçimsel olarak serbest duruma gelir. Denebilir ki, ücretli emek, İngiltere’de, 18. yüzyılın sonunda,
çıraklık yasasının kaldırılması ile biçim yönünden tam olarak gerçekleşmiştir.
Sermayenin eğilimi,
kuşkusuz, mutlak artı-değeri göreli artı-değerle bağlamaktır; böylece de
emek-günlerinin en büyük sayısı ile emek-gününün en çok uzatılması, aynı zamanda bir yandan gerekli-emek zamanının en düşük noktaya indirilmesiyle, öte yandan da gerekli işçi sayısının en aza düşürülmesiyle yanyana olur. Gelişmesi artı-üretim olarak, arta-nüfus olarak vb. kendini çeşitli biçimlerde gösterecek olan bu çelişkili istek, çelişik belirlemelerin zamanla çözüştüğü bir sürecin biçimi altında ortaya çıkar. Bunun zorunlu sonucu,
emeğin kullanım-değerinin alabildiğine çoğaltılması –ya da üretim dallarının çoğaltılması–, böylece de sermayenin üretiminin, bir yandan emeğin
üretken gücünün yoğunluğunun geliştirilmesini, öte yandan da
iş kollarının sınırsız çok yanlılığını sürekli ve zorunlu olarak sağlaması, yani doğanın her yönden onun egemenliği altına alınması, üretimin her yönden daha da çeşitlendirilmiş biçim ve içeriğine yolaçmasıdır.
Büyük-ölçekli üretimde, emeğin bölünmesinin ve birleşmesinin, sonucunda olduğu gibi, üretken gücün artması, birlikte
ısıtılan vb., çalışılan vb. yapılarda aynı kalan ya da azalan bazı giderlerde tasarruf –emek sürecinin koşullan– sermayeye maliyet yüklemez; sermaye emeğin artan üretken gücünü bedavaya elde eder. Çeşitli üretim koşullarının, hammaddenin, ürerim araçlarının ve besinlerinin üretiminde, bunların belirlediği [üretim dallarında] aynı zamanda üretken güç çoğalmışsa, bu büyüme, sermayeyi oluşturan çeşitli kısımlarının birbiriyle ilişkisinde bir değişim meydana getirmez. Emeğin üretken gücü, aynı zamanda, örneğin keten, dokuma tezgahı ve bizzat dokumanın üretiminde (işbölümü yoluyla) büyüyorsa, hammaddenin vb. daha büyük bir kitlesi bir günde dokunmuş olan daha büyük kitleye geçmiş olur. Çıkarma işlerinde, örneğin maden sanayisinde, emek daha üretken olursa, hammadde işlenmediği için artması gerekli değildir. Hasatları daha verimli yapmak için aletlerin sayısının artması da gerekli
[sayfa 220] değildir, gerekli olan yalnızca bunların
yoğunlaşması ve daha önce bölünmüş biçimde yüzlerce insan tarafından yapılan işin, ortaklaşa gerçekleştirilmesidir. Ancak artı-emeğin bütün biçimleri için gerekli olan,
nüfusun, birinci biçim için işçi nüfusun büyümesi; bilimin vb. gelişmesini istediği için, ikinci biçim için genel olarak nüfusun büyümesidir. Ama burada nüfus servetin temel kaynağı olarak ortaya çıkar.
Temel üretim koşullarının ilişkisi. Sermayenin öğelerinin oranında değişme.
Bununla birlikte, başlangıçta sermayeyi incelerken görüldüğü gibi, hammadde ve alet sermayenin kendisi tarafından üretilmemiş ve dolaşımdan gelmiş gibi görünürler; öte yandan, gerçekte de tek bir sermaye de üretimin koşullarını, bu koşullar gene sermaye tarafından, ama başka bir sermaye tarafından üretilmiş olmasına karşın, dolaşımdan sağlar. Bunun sonucu, bir yandan, sermayenin, üretimi her düzeyde buyruğu altına alması zorunlu eğilimi; başka bir sermaye tarafından üretilmiş olsalar da, emek materyallerinin, hammaddelerin ve emek aletlerinin gene sermaye tarafından üretilmesi yolundaki zorunlu eğilim; sermayenin propaganda eğilimi sonucudur. İkinci olarak şu da açıktır ki,
sermayenin dolaşımdan sağladığı nesnel üretim koşulları değer bakımından aynı durumda kalırsa, yani aynı miktarda kullanım-değerinde aynı miktarda emek nesneleşirse, sermayenin daha küçük bir bölümü canlı emeğe ayrılabilir ya da
sermayenin öğelerini oluşturan oran değişir. Örneğin sermaye 100, hammadde 2/5, alet 1/5, emek 2/5 olursa ve üretken gücün iki katına çıkarılmasıyla (iş bölümü) aynı emek aynı aletle iki kat hammadde işleyebilirse, sermayenin artışının 40 olması gerekir; dolayısıyla 140’lık sermayenin çalışması gerekir; bunun 80’i hammadde, 20’si alet, 40’ı emektir. Şimdi emeğin durumu = 40:140 (daha önce = 40:100); emek daha önce de 4:10 idi; şimdi ise ancak 4:14’tür. Ya da aynı 100 sermayede şimdi hammadde 3/5, alet 1/5 ve emek de 1/5’tir. O zaman kazanç eskisi gibi 20 olabilir. Ama artı-emek, daha önce 50 iken %60 olur. Sermayenin 60 hammadde için daha 20’ye ve alet için 20’ye gereksinimi vardır. 80. 20.100. Sermayenin 80’i ona 20 kâr getirir. Sermaye emeğin tümünü üretimin bu aşamasında kullan-saydı, 160’a çıkması gerekirdi; yani 80 hammadde, 40 alet ve 40 emek. Bunun vereceği artı-değer 40 olurdu. Sermayenin 100 olarak yalnız 20 artı-değer verdiği ilk aşamada 160’lık bir sermaye yalnız 32 artı-değer, yani 8 daha az verirdi. Aynı 40 artı-değeri üretmek için sermayenin 200’e çıkması gerekirdi.
Şöyle bir ayrım yapılabilir: 1) Emeğin çoğalması (
ya da daha da yoğunlaşma olması, emeğin hızı)
, malzeme ya da emek aleti için daha büyük bir
avans gerektirmez. Örneğin aynı 100 işçi, aynı değerde
[sayfa 221] aletlerle daha fazla balık tutabilir, ya da toprağı daha iyi işleyebilir, ya da maden ocaklarından daha çok cevher ve kömür çıkarabilir, ya da daha büyük bir beceri, emeğin daha iyi bir bileşimi ve bölümü ile vb. aynı miktarda altından daha çok parçacıklar yapabilir, ya da daha az hammadde harcar, böylece aynı değer miktarında hammadde ile işi sürdürürler. Varsaydığımız bu durumda, böyle bir örnekte, ya onların kendi ürünü onların tüketimine girer, kullandıkları gerekli-emek zamanı azalır; aynı ||24| bakım giderleriyle daha çok emeği yerine getirirler; ya da onların emeğinin daha az bir bölümü emek-gücünün yeniden üretimi için gereklidir. Emek-zamanının gerekli bölümü artı-emek zamanı oranında azalır ve ürünün değeri 100 emek-gününe eşit olarak aynı kalmakla birlikte, sermayenin payına düşen kısım, artı-değer çoğalır. Genel artı-işçi = 1/10, yani 10 emek-gününe eşit iken, şimdi yalnız 1/5 daha çoktur, böylece artı-emek zamanı 10 gün çoğalmıştır. İşçiler 80 gün kendileri için ve 20 gün kapitalist için çalışırlar, buna karşılık birinci örnekte 90 gün kendileri için ve yalnız 10 gün kapitalist için çalışırlar. (Bu hesap emek günlerine göredir ve emek-zamanı değerin tek özü olarak bulunur, bu durum bağımlılık ilişkilerinin bulunduğu yerde kendini açıkça gösterir. Sermaye durumunda, bu, parayla maskelenmiştir.) Yeni yaratılan değerden daha büyük bölümü sermayeye düşer. Ama
değişen sermayenin çeşitli öğeleri arasındaki ilişkiler varsayım gereğince aynı kalır. Bu demektir ki, kapitalist daha az ücret ödediği için daha büyük bir artı-emek kitlesi kullanmasına karşın, hammaddeler ve aletler için daha çok sermaye kullanmaz. Nesneleşmiş emeğin daha küçük bir bölümünü canlı emeğin aynı niceliği karşılığında, ya da nesneleşmiş emeğin aynı miktarını canlı emeğin daha büyük bir niceliği karşılığında değişir. Bu, yalnızca çıkarıcı sanayide; hammaddenin daha tasarruflu kullanıldığı manüfaktür sanayisinde ayrıca, kimyasal süreçlerin maddenin niceliğini artırdığı tarımda; taşıma sanayisinde olanaklıdır.
2) Üretkenlik aynı zamanda hem belirli bir üretim dalında, hem de onun koşullarında, yani emeğin yoğunlaşmasına koşut olarak, hammaddenin ya da aletin, ya da her ikisinin çoğalması gerektiği, emek ürünlerinin çoğaldığı bir
durumda artar. (Hammaddenin, örneğin hasır örülen sazın herhangi bir maliyet yüklemesi gerekmez; hiçbir maliyet gerektirmeyen ağaç da böyledir vb.) Bu
durumda sermayenin ilişkisi aynı kalır. Yani sermayenin, emek üretkenliğinin artması ile birlikte hammaddeye ve alete daha büyük değer yatırması gerekli değildir.
3) Emeğin üretkenliğinin artması, sermayenin daha büyük bir bölümünün hammadde ve alet için yatırılmasını gerektirir. Salt işbölümü vb. ile, daha üretken duruma gelen aynı sayıda işçi daha üretken olursa, alet aynı kalır; ama aynı emek-zamanı içinde daha büyük bir
[sayfa 222] nicelikte hammadde işlendiği, varsayımımıza göre, yalnızca işbölümü ve emeğin birleşmesi vb. ile işçilerin daha büyük bir becerisi sonucu üretkenlik arttığına göre, işlenen hammaddenin zorunlu olarak daha çok olması gerekir. Bu durumda sermayenin canlı emek karşılığında değişilen bölümü, sermayenin aynı kalan öteki öğeleri karşılığında kendi düşüşü ölçüsünde azalmakla kalmaz (yalnız mutlak emek-zamanı büyürse bu bölüm aynı kalır; göreli emek-zamanı büyürse azalır), aynı ölçüde büyümesi de azalır.
Birinci durumda: emek-günü, hammadde 180, alet 90, emek 80, artı-değer 10 olduğu için, 90 emek-günü üzerinden, 10’u artı-emek günüdür, emek %12½’dir.
İkinci durumda: emek-günü, hammadde 411
3/
7, alet 90, emek 70, artı-değer 20’dir. ikinci durumda hammaddenin oranı, birinci durumla karşılaştırıldığında, artı-emeğin oranıyla aynı oranda artmıştır.
Her durumda artı-değerin artışı nüfusun artmasının önkoşulu olursa, bu durumda da birikim ya da üretime giren daha büyük bir sermaye önkoşuldur. (Bu olgu, sonunda, hammadde üretiminde çalışan daha büyük bir işçi nüfusa götürür.) Birinci durumda emekte kullanılan sermayenin toplam bölümü, genel sermayenin ¼’ünü oluşturur; bu, sermayenin değişmeyen kısmına oranla 3’te 1’dir. İkinci durumda; genel sermayenin 1/6’sından azını oluşturur ve emekte kullanılan sermayenin toplam bölümü, sermayenin değişmeyen kısmına oranla 5’te 1’i bile değildir. Dolayısıyla,
üretken gücün, emeğin bölünmesine ve birleşmesine dayanan artışı, kullanılan emek-gücünün mutlak artışına dayandığı halde, onu harekete geçiren sermaye oranında azalması ile de zorunlu olarak bağlantılıdır. Birinci biçimde,
mutlak artı-emeğin biçiminde, kullanılan emek kitlesinin kullanılan sermaye oranında büyümesi gerekiyorsa, ikinci durumda, bu, daha küçük bir oranda büyür ve bu büyüme, üretken gücün büyümesiyle ters orantılıdır.
Tarımda emeğin uygulanmasının en son yöntemleri ile toprağın verimliliği iki katma çıkmış, aynı nicelikte emek ½ yerine 1 quarter buğday vermişse, gerekli-emek ½ oranında azalır ve sermaye aynı ücretle iki katı işçi kullanabilir (bu yalnızca tahılda açıklanır). Ama kapitalist, toprağının işlenmesi için daha çok işçiye gerek duymaz. Böylece daha önceki ücretin yansı ile aynı emeği kullanır; önceden paraya yatırılmış sermayesinin bir kısmı serbest kalır; kullanılan emek-zamanı, kullanılan sermayeye oranla aynı kalmıştır, ama emek-zamanının artı-emek zamanı bölümü, gerekli-emek zamanına oranla artmıştır. Gerekli-emeğin toplam emek-gününe oranı, emek gününün ¾’üne ya da 9 saate eşit iken, şimdi bu oran 3/8’e ya da 4½ saate eşittir. Artı-değer 3 saatti; ikinci durumda, = 7½ saat.
Sürecin akışı şöyledir: belirli bir işçi nüfus ve emek-gününün belli
[sayfa 223] bir uzunluğu, yani emek-gününün uzunluğunu, aynı zamanda emek-günlerinin çarpımı dolayısıyla, artı-emek, ancak, nüfusun gereken artışıyla ve
emeğin amacının gelişmesiyle henüz ortaya çıkmış olan olanağın sağladığı emeğin daha büyük bir üretken gücü tarafından göreli olarak daha da artmış olabilir (bu, çalışmayan, doğrudan çalışmayan, dolayısıyla zihinsel vb. yetenekleri gelişen, zekayla doğayı kendine maledinen bir nüfus için belirli bir serbest zaman anlamına gelir). Üretken güçlerin gelişmesinin belirli bir aşamasına bir kez ulaşılmışsa, artı-emek, ancak, nüfusun daha büyük bir kısmının işçiye dönüştürülmesiyle ve aynı zamanda emek-günlerinin artışıyla mutlak biçimde çoğaltılabilir. Birinci süreç,
çalışan nüfus mutlak biçimde aynı kalmakla birlikte, göreli olarak azalır; ikinci ise,
bunun çoğalmasıdır. İki eğilim de sermayenin zorunlu eğilimlerindendir. Bu çelişik iki eğilimin birliği, dolayısıyla canlı çelişki, ancak biraz sonra sözünü edeceğimiz makinelerle gelir. Birinci biçim, yalnızca
çalışmayan nüfusun çalışan nüfusa göre küçük bir oranına açıkça izin verir. İkincisi, onunla canlı emeğin gerekli pay miktarı, kullanılan sermayenin pay miktarından daha yavaş arttığı için,
çalışan nüfusa oranla çalışmayan nüfusun daha büyük oranına izin verir.
Sermayenin, hammadde ve aleti, ürünün koşullarını dolaşımdan aldığı sırada gösterdiği oluşumda ortaya çıkan çeşitli sermaye bölümlerinin birbiriyle olan ilişkisi, sermayenin onlar karşısında var olan koşullarmış gibi bulunuşu, daha yakından incelendiğinde kuşkusuz ortadan kaybolur, çünkü bütün öğeler sermaye tarafından eşit ölçüde üretilmiş göründüğü ölçüde, o, üretiminin bütün koşullarım egemenliğine alamaz; ama tek sermaye için bunlar her zaman aynı ilişki içindedir. Bu yüzden sermayenin bir kısmı her zaman değişmeyen değer olarak görülebilir ve tek değişen, emeğe yatırılmış kısmıdır. Sermayenin bu kısımları, eşit biçimde gelişme göstermezler, ama sermayenin eğilimi, rekabet konusunda görebileceği gibi, üretken gücü eşit biçimde bölüştürür.
||25| Emeğin artan üretkenliği sonucu, sermaye, hammadde kitlesinin ve makinelerin artmış olmasından dolayı bir engelle karşılaşacağı için, değişen sanayinin gelişmesiyle, üretimin daha çok hammadde için üretim olduğu, hammaddenin aslında emek gereci ve alet için hammadde olduğu, emek gerecinin salt hammaddeye daha çok benzediği tam da bu dallarda, makinelerin kullanılmaya başlamasıyla büyük ölçüde emek de alınmaya başlanır. Dokumacılıktan önce iplikçilikte, kumaşların baskısından önce dokumacılıkta vb. durum böyledir. Daha net aşamada, sanayiye hammadde sağlayan asıl ham ürün hızla çoğalmıyorsa – daha hızla çoğalabilen ve yerini tutacak ürüne başvurulur. (Keten, yün ve ipek yerine
pamuk.)
Tahıl yerine patates kullanılması
[sayfa 224] besin konusunda tutulan aynı yoldur. Son durumda daha büyük üretkenlik, daha kötü nitelikte, daha az kuvvetlendirici özler içeren ve dolayısıyla yeniden-üretimin daha ucuz organik koşullarla üretilen malla sağlanır. Bu nokta ücretin incelenmesi ile ilgilidir. Asgari ücret düzeyini incelerken Rumford unutulmamalıdır.
Şimdi göreli artı-emeğin üçüncü
durumuna, makinelerin kullanılması halinde bunun nasıl bir görünüm aldığı noktasına geliyoruz.
<İncelemenin akışı boyunca, bir soyutlama olarak ortaya çıkan değerin, para ortaya konur konmaz ancak böyle bir soyutlama durumunda bulunduğu anlaşıldı; bu para dolaşımı bir başka yönden sermayeye götürür, böylece yalnız sermaye temelinde tam olarak gelişmiş olabilir ve genel olarak da yalnızca bu temel üzerinde dolaşım üretimin bütün öğelerini kavrayabilir. Bundan dolayı gelişme içinde hem sermaye gibi belirli bir tarihsel döneme ait olan biçimlerin tarihsel karakteri kendini gösterir; hem de değer gibi salt soyut görünen belirlemeler, onların çıkış yeri olan tarihsel temeli gösterirler ve dolayısıyla da bunlar yalnızca bu temel üzerinde bu soyutlama içinde ortaya çıkabilirler. Para gibi, bütün dönemlerle
çok ya da az ilgili olan böylesi belirlemeler, onların geçirdiği tarihsel değişmeyi gösterirler. Eski insanlarda değerin ekonomik kavramı bulunmaz. Para değerinden farklı olarak değer yalnız hukuksal olarak zarara uğramaya karşı vardır vb.. Değer kavramı tümüyle en modern ekonomiyle ilgilidir, çünkü bizzat sermayenin ve ona dayalı üretimin en soyut kavramıdır. Değer kavramında sermayenin gizemi açığa çıkmıştır.>
Kullanılan gerekli-emek zamanının azalmasıyla ayırdedilen makineli üretime dayalı artı-emek, aşağıdaki biçimi alır: daha az emek-gücüyle aynı zamanda daha az işçi kullanılır, ikinci öğe, üretken gücün çoğalması karşılıksız değildir, bunun karşılığının zorunlu olarak, bizzat sermaye tarafından ödenmiş olması gerekir. Üretken gücün bu artışını sağlayan araç, bizzat nesneleşmiş doğrudan emek-zamanıdır, değerdir ve ona egemen olmak için sermaye, değerinin bir kısmını onun karşılığında değişmek zorundadır. Rekabetten ve ondan çözüşmüş üretim giderlerini kısma yasasından yola çıkarak makinelerin ortaya çıkışını geliştirmek kolaydır. Burada sözkonusu olan, başka bir sermayeyi hesaba katmaksızın, sermayenin canlı emekle ilişkisinden çıkarak onu geliştirmektir.
Bir kapitalist, bir pamuk iplikhanesinde kendisine yılda 2.400 sterline malolan 100 işçi çalıştırırken, 50 işçi yerine 1.200 sterlinlik bir makine koyarsa, ama makine de bir yılda yıpranırsa ve ikinci yılın başında gene bu makineyi yemlemek zorunda kalırsa, hiçbir kazancı
[sayfa 225] olmadığı anlaşılır; ürünlerini de daha ucuza satamaz. Daha önce 100 işçinin yaptığı işi, kalan 50 işçi yapmış olur; her ikisinin artı-emek zamanı işçi sayısındaki azalma kadar artmış olur, yani aynı kalır. Önceden artı-emek zamanı, günde 200 emek-saati, yani 100 emek-gününün her birinde 2 saat iken, şimdi de 200 emek-saatine, yani 50 emek-gününün her birinde 4 saate eşittir. İşçi bakımından onun artı-zamanı artmıştır; sermaye için de durum aynıdır, çünkü şimdi 50 emek-gününü (gerekli-zaman ve artı-zaman birlikte) makine karşılığında değişmek zorunda olabilir. Makine karşılığı değiştiği nesneleşmiş 50 emek-günü sermayeye yalnız bir eşdeğer verir, 50 nesneleşmiş emek-gününü 50 canlı emek-günü karşılığında değişmiş gibi artı-zaman getirmez. Ama bunun yerini geriye kalan 50 işçinin artı-emek zamanını doldurur. Durum, değişim biçiminden sıyrılmış olarak, bütün emek-günleri yalnız gerekli-emek olan 50 işçiyi kapitalist çalıştırmış ve emek-günleri bu “zararı” karşılayan öteki 50 işçiyi bunun yerine kullanmış gibi olur. Eğer dersek ki, makinenin maliyeti 900 sterlin, yani yalnız 40 emek-günüdür ve geri kalan işçiler eskisi gibi kişi basma 4 saat artı-emek zamanı, yani 200 saat ya da 16 gün 4 saat (16
1/
3 gün) üretmişlerdir: o zaman kapitalist harcamalardan 240 sterlin tasarruf etmiştir. Ancak daha önce 2.400 harcama üzerinden yalnız 16 gün 4 saat kazandığı halde, şimdi 960 harcama üzerinden gene 200 emek-saati kazanacaktır. 200’ün oranı 2.400 = 1:12’dir; buna karşılık 200:2.160 = 20:216 = 1:10
4/
5’tir. Emek-günü olarak deyimlenince, kapitalist birinci durumda 100 emek-günü üzerinden 16 gün 4 saat, ikinci durumda 90 emek-günü üzerinden aynı sayıyı kazanır; birincisinde günde 1200 emek-saati üzerinden 200; ikincisinde 1.080 üzerinden aynı sonuç. 200:1.200 = 1:6, 200:1.080 = 1:5
2/
5- Birinci durumda tek işçinin artı-zamanı = 1/6 emek-günü = 2 saat. ikinci durumda = bir işçi basma 2
6/
27 saat. Ayrıca buna, makine kullanılması durumunda, daha önce aletlerde kullanılan sermaye bölümünün, makinenin neden olduğu artı-maliyetten düşülmesi gerektiği de eklenir.
[sayfa 226]
[PARA VE SERMAYE BÖLÜMLERİNE EKLER]
Para ve sabit sermaye, belli bir servet tutarı demektir. (Economist.) Sabit sermaye ve dolaşan sermaye ilişkisi. Pamuk iplikçiliği (Economist.)
<(“Bir ülkede dolaşan para, ülkenin sermayesinin belirli bir bölümüdür, geri kalan bölümün üretkenliğini artırmak ya da kolaylaştırmak için üretken amaçların kesinlikle dışında tutulur. Dolayısıyla servetin belirli bir miktarı, hem altının bir dolaşım aracı olarak kullanılması, hem de başka bir ürünün sağlanması amacıyla onun bir makine haline getirilmesi için gereklidir.” (
Economist, vol. V, s. 519.)>
(“Uygulama nasıl? Bir fabrikatör, cumartesi günü ücretlerin ödenmesi için bankasından 500 sterlin banknot alır; bunu işçilerine dağıtır. Aynı gün işçilerin çoğu bunu dükkancıya götürür ve bu yoldan para gelen çeşitli bankalara döner”. (
l.c., s. 575)>
<100.000 sermayesi olan bir pamuk iplikçisi, fabrikası ve makineleri için 95.000 sterlin harcarsa, ardından hemen görür ki, pamuk satın almak ve ücretleri ödemek için paraya gereksinim vardır. İşi engellenebilir ve parasal durumu bozulabilir. Herkes, elindeki olanakların büyük bir bölümünü hiç düşünmeden demiryollarına yatırmış bir ulusun,
[sayfa 227] manüfaktür ve ticaretin sayısız işlemlerini yönetmede de yetkin olmasını bekler.” (
l.c., s. 1271 .)>
Kölelik ve ücretli emek (Steuart). – Devir yoluyla kâr. Steuart.
“
Para ... herhangi bir şey için devredilebilen tam bir eşdeğer”. (J. Steuart) (s. 13) (t. I. s. 32. ed. Dublin 1770.)
<”Eski zamanlarda,
insanların gereksinimleri dışında iş yapması, bir devletin bedava olarak sürdürdüğü başka bir kısım işi yaptırması istenirse, bu, ancak kölelik yoluyla gerçekleştirilirdi...
İnsanlar çalışmaya zorlanmazsa, ancak kendileri için çalışırlar; insanların gereksinimleri azsa, az çalışırlar. Ama devletler kurulmaya başladığı ve düşmanlarının şiddetine karşı, onları çalışmayan eller savunmaya başladığı her durumda, besinlerin || 26|
sağlanması gerekli olur; ve varsayım olarak, emekçilerin gereksinimleri pek küçük olduğu için, onların gereksinimlerine oranla daha fazla çalışmaları için bir yöntem bulmak gerekir. Köleliği bilinçli olarak hazırlayan bu amaç oldu... Daha sonra bu, besin üretiminde insanları çalıştırmak için bir şiddet yöntemi olmuştur;... insanlar, başkalarının kölesi oldukları için çalışmaya zorlanmışlardır; şimdi de bunlar, kendi gereksinimlerinin kölesi olduğu için çalışmaya zorlanıyorlar.” (
Steuart, t. I, s. 38-40.) “
Gereksinimlerin ve bunların karşılanması için gerekli meta türlerinin sonsuz çeşitliliği, sınırsız ve doyumsuz bir servet tutkusu getirir.” (
Wakefield, A. Smith’in metni üzerine not, s. 64.)>
“
Bence, makineler, daha fazla sayıda insanı beslemek için masraf yapmadan, çalışanların sayısını (potansiyel olarak) çoğaltmanın etkin bir yöntemidir.” (
Steuart, t. I, s. 123.) (“
Manüfaktürler loncalarda birleşirlerse doğrudan tüketicilere değil, tüccarlara bağlı olurlar.” (
Steuart, t. I, s. 154.) “
Satış yapılmadığı için ticaret olmayan ilkel tarım, bir geçim yöntemidir.” (
l.c., s. 156.) (“
Ticaret, bireylerin ya da toplulukların servetinin ya da çalışmasının tüccar denilen bir grup insan tarafından her türlü gereksinime uygun bir eşdeğer karşılığında, sanayi için bir kesintiye uğratılmaksızın, ya da tüketim için bir sınırlama konmaksızın değişilebildiği bir işlemdir.” (
Steuart, I, s. 166.) (“
Gereksinimler basit ve az olduğu halde, bir emekçi her işi yapmak için yeterince zaman bulur; gereksinmeler arttığı zaman, insanların daha sıkı çalışmaları gerekir, zaman önemli hale gelir; bu öğeden yola çıkarak, ticarete başlanır. Tüccar, emekçi ile tüketici arasında aracı gibidir.”) (
l.c., s. 171.) (“Para her şeyin
ortak fiyatıdır.” (
l.c., s. 177.) “Para tüccar tarafından temsil edilir. Tüccar, tüketiciler karşısında üreticilerin tümünü, onların karşısında da
tüketicilerin tümünü temsil eder ve her iki sınıf için,
tüccarın kredisi paranın kullanılması yerine geçer. Tüccar,
[sayfa 228] sırasıyla gereksinimleri, imalatçıları ve parayı temsil eder.” (
l.c., s. 177, 178.) (Steuart, bkz: t. I, s. 181-183, kârı
gerçek-değerden ayırdeder, bunları nesneleşmiş emek miktarı (
bir işçinin bir günde yapabileceği iş vb.) olarak çok karışık biçimde belirler (bu arada üretim maliyetini hesaba katar),
işçilerin gerekli gideri, hammaddenin fiyatı,
talebe göre dalgalanan
satış üzerinden kâr diye kabul eder.) (Steuart’ta kategoriler çok değişiyor; A. Smith’de olduğu gibi henüz kesin duruma gelmemiştir. Biz de,
gerçek değeri, üretim giderleri ile özdeş görmüştük, çünkü
işçilerin emeği ve malzemenin
değeri yanında
ücretler de özel bir bölüm olarak rol oynat Başka bir yerde kendisi, bir metanın
içsel değerini, onun hammaddesinin değeri, ya da hammaddenin kendisi diye anlıyor, öte yandan da
yararlı değeri bu meta için kullanılan emek-zamanı olarak görüyor. “Birincisi
kendi niteliği gereği gerçek bir şeydir; örneğin gümüş işlemeli bir eserde olduğu gibi.
İpekten, yünden ya da ketenden yapılmış bir ürünün özünde bulunan değer kullanılan ilk değerden daha azdır, çünkü gerçekte tasarlanmış olan amacı dışında ürün nerdeyse hiçbir işe yaramaz; buna karşılık yararlı değerin, onu üretmek için harcanan emeğe göre hesaplanması gerekir. Değişimde kullanılan emek, bir insanın yararlı olarak kullanılmış emeğinin bir parçasını temsil eder, bir maddeye, yararlı, süslü, kısacası, dolaylı ya da doğrudan, insana uyarlanmış bir biçim vermiştir.” (s. 361, 362, t. I,
l.c.) (Gerçek kullanım-değeri, maddeye verilmiş bir biçimdir. Ama bu biçimin kendisi yalnızca hareketsiz durumdaki emektir.) “
Her şeyin fiyatının ortak bir ölçütü olduğunu kabul edersek, onun sık sık ve her zaman satıldığını kabul etmemiz gerekir. Sadeliğin geçerli olduğu ülkelerde... birincil gerekli malların fiyatı için bir ölçüt belirlemenin olsa olsa olanağı vardır.... Toplum, böyle durumlarda, besinsel ürünleri ve birincil gerekli malları ticaret alanında zor bulur; bunları satın alan olmaz; çünkü herkesin başlıca uğraşısı onları kendisi için sağlamaktır... Fiyatları yalnız satış belirler ve ancak satış sık olursa bir genel ölçüt ortaya çıkar. Birincil gerekli malların yinelenen satışı, nüfusun işçilere ve serbest meslek-adamlarına bölünmesinin bir göstergesidir.” vb., (t. I. s. 394 ve devamı,
l.c.) (Fiyatların dolaşan aracı kitle yoluyla belirlenmesi teorisi, önce Locke tarafından ortaya konmuş, 19 Ekim 1711 tarihli
Spectator’da yinelenmiş, Hume ve Montesquieu tarafından geliştirilen hoş bir biçimde formüle edilmiş, Ricardo tarafından bunlara dayanılarak tam olarak en yüksek düzeye getirilmiş ve bütün bunların saçmalıkları ile birlikte Loyd, albay Torrens vb. tarafından pratikte bankacılığa vb. uygulanmıştır.)
Steuart buna karşı polemik yapıyor ve aynı zamanda da geliştirmesinde, sonradan Bosanquet, Tooke, Wilson tarafından ileri sürülenlerin hemen tümünü, özü bakımından ele alıyor. (Defter, s. 26)
(Bu arada tarihsel
[sayfa 229] bir sergileme olarak şunları söylüyor: “Yunanistan ve Roma
servete gömülü olduğu dönemde,
her değerli şeyin ve en seçkin artistlerin yapıtının yüksek değer bulduğu sıralarda, bir öküz hiç fiyatına satın alınırdı ve buğday belki İskoçya’da olduğundan daha ucuzdu. ... Talep, tüketicilerin sayısına göre değil, satın alanların sayısına göre oluşur; şimdi tüketenlerin hepsi orada yaşayacaklardır, ama satın alanlar yalnızca az sayıda çalışanlar ve özgür olanlardır ... Yunanistan ve Roma’da kölelik: kendi
kölelerinin, devletin kölelerinin emeği ile, ya da halka bedava dağıtılan tahılla
beslenenlerin, pazara gitmelerine hiçbir neden yoktu; bunlar alıcılarla rekabete hiç de girmezlerdi. ...
Bu çağda pek az sayıda olan imalatçı, genellikle yaygın olan gereksinimleri karşılıyordu; bu yüzden çalışan özgür insan sayısı azdı ve bunlar da yalnız yiyecek ve geçim nesneleri satın alma olanağı bulan insanlardı: bu nedenle, alıcılar arasında rekabet göreli olarak sınırlıydı ve fiyatlar da düşük sayılabilirdi; ayrıca,
pazarlara, soyluların
topraklarında,
köleler tarafından işlenen topraklarda üretilmiş
ürün fazlası kısmen
getiriliyordu; bu t
oprağın ürünleriyle beslenenler bakımından, ürün fazlasının, sahiplerine hiçbir maliyeti yoktu. Satın alma olanağı bulanların sayısı çok azdı,
ürün fazlası çok ucuza satılıyordu. Ayrıca
halka bedava dağıtılan tahıl, zorunlu olarak piyasayı
düşük bir düzeyde tutmuş olabilirdi vb.. Buna karşılık, değerli bir altın işleme ya da bir sanatçı vb. için rekabet büyüktü, dolayısıyla fiyatlar alabildiğine yüksekti.
Bu çağların lüksü, bol olmasına karşın, küçük bir sayıyla sınırlıydı ve genellikle para yavaş, ama çok az sayıda elden geçerek dolaştığı için, sahip olmak istedikleri şeylerin fiyatlarını ayarlamada kendi kaprislerinden başka bir ölçü bulunmayan zenginlerin elinde çoğu kez bekleyip duruyordu.”) (26, 26, defter, Steuart)
“
Hesap parası, yalnızca eşit kısımlara bölünmüş keyfi bir ölçütten başka bir şey değildir, satılabilir şeylerin karşılıklı değerini ölçmek için türetilmiştir.” “
Hesap parası, sikkeden tamamen farklıdır ve bütün metaların
oransal eşdeğeri olan bir madde dünyada bulunmasa bile, önemli olabilir.” (t. II, s. 102.) “
Hesap parası, açı için dakikalar ve saniyelerin, ya da
coğrafya haritaları için ölçeklerin vb. yaptığı işi değer için yapar. Bütün bu
tanımlamalarda her zaman
birim olarak belli bir ad alır.” (
l.c.) “
Bütün bu tanımlamaların yaran yalnızca oranın belirtilmesi ile sınırlıdır. Tıpkı bunun gibi parada birimin, değerin herhangi bir parçasına göre belirlenmiş değişmeyen bir ölçü olamaz, yani altın, gümüş ya da başka herhangi bir metanın özel bir niceliğine göre saptanamaz. Birim bir kez saptanmışsa, ||27|
bunu çoğaltarak en yüksek değere ulaşabiliriz.” vb. (s. 103.) “
Böylece para, değeri ölçmek için bir ölçek olur.” (s. 102.) “
Dolayısıyla metaların değeri, onlarla ve insanların kaprisler[iyle] göreli koşulların çakışmasına bağlıdır; bu değer yalnızca başka bir değere göre değişir gibi kabul edilebilir; bu yüzden, oranın genel, belli ve değişmez bir ölçek yoluyla bu türlü değişimlerini saptamayı güçleştiren ya da karmaşık [sayfa 230] duruma getiren herhangi bir şey, ticarete zararlıdır ve değişim için engeldir.” (
l.c.)
“
ölçü olarak kabul edilen fiyat (yani
para) ile
değer için eşdeğer olarak kabul edilen fiyat arasında tam bir ayrım yapılabilir. Metaller her iki işlevin her biri için eşit rol oynamaz...
Para eşit parçaların ideal bir ölçeğidir. Gerektiğin-de, bir parçanın değerinin ölçütü ne olacaktır? Benim yanıtım başka bir soru ile olun Bir derecenin, dakikanın, saniyenin standart uzunluğu nedir? Böyle bir şey yoktur – ama parçanın biri, ölçeğin doğası ile belirlenince, geri kalanın hepsi oran halinde bunu izlemelidir”. (s.105.) “Bu ideal paranın örnekleri Amsterdam banka parası ve Afrika kıyısında Angola parasıdır. – Banka parası denizdeki kaya gibi değişmez durumdadır. Bu ideal ölçüte göre, her şeyin fiyatı saptanır.” (s. 106,107 ve devamı.)
Custodi’nin İtalyan ekonomistler derlemesinde,
Parte Antica, Tomo III: Montanari (
Geminiano)
, (
1683 dolaylarında yazılan
Della moneta)
paranın “icadı” konusunda şöyle diyor: “Bütün halklar arasındaki ilişkiler yeryüzünün tümünde öylesine bir genişlik kazandı ki, bütün dünyanın her metasının sürekli bir fuarının kurulduğu ve herkesin, ülkesinden çıkmaksızın, para sayesinde dünyanın, hayvanların ve insanal sanayinin nerede olursa olsun ürettiği her şeyi alabildiği ve her şeyden yararlanabildiği söylenebilir. Harika icat!” (s. 40.) “Ama öte yandan ölçülerin ölçülen şeyle bir ilişki kurmaları ve herhangi bir biçimde ölçülen şeyin ölçmeye yarayan şeyin ölçüsü durumuna gelmesi, hareket ne kadar zamanın ölçüsüyse zaman da o kadar hareketin ölçüsü olmasına yol açması sonucu, yalnızca paralar isteklerimizin ölçüleri olmakla kalınıyor, buna karşılık istekler de paraların ve değerin ölçüleri durumuna geliyor.” (s. 41, 42.) “Çok açıktır ki, belli bir eyaletteki değişimlerde satılan şeylerin yığınına oranla ne kadar para yığını dolaşıma girerse, şahlan şeyler o kadar pahalı olacaktır ve altının bol olduğu bir ülkede bir şeyin fiyatının o kadar çok altın edeceği söylenebilecektir. Ama o zaman da altının kendisinin, en değersiz sayılan şeylerin nispi miktarına bağlandığına göre, bu işten değer yitirerek çıktığım düşünmek gerekmez mi?” (s. 48.)
*
“Bundan 100 yıl önce,
ulusların ticaret politikasının başlıca niteliği, servetin en üstün türü altın ve gümüş yığmaktı.” (s. 67.) (
Gouge Wm. A. Short History of Paper Money and Banking in the United States. Philadelphie, 1883.)
(
Barter in United States (
bkz: Gouge, Defter
VIII. s. 81 ve devamı)
: “Öteki kolonilerde olduğu gibi Pennsylvania’da da
trampa usulü bir
ticaret yapılıyordu... 1723’te bile Maryland’da kabul edilen bir yasa,
tütünü yarım kilosu bir peni, hububatın tenekesi 20 pens üzerinden yasal ödeme aracı kabul ediyordu.” (s. 5.) (Bölüm II.) Ama kısa zaman sonra
[sayfa 231] “
bunların Batı Hint Adaları ile ticareti ve İspanyol gümüşü ile yapılan gizli ticaret öyle çoğaldı ki, 1652’de New England’da şilin, 6 ve 3 peni paraların dökülmesi için bir dökümhane kuruldu.” (s. 5) (
l.c.) “Virginia 1645’te
trampa ticaretini yasakladı ve
6 şilin karşılığı 8’lik İspanyol sikkesini koloni için geçerli para kabul etti (İspanyol doları) ... Öteki koloniler dolara çeşitli
tanımlamalar koydular...
Hesap parası her yerde İngiltere’de olduğu gibi saymaca idi. Ülkenin metal parası özellikle İspanyol ve Portekiz
parasıydı.” vb. (cf.s. 81, defter VIII).
(s. 6. Kraliçe Anne
yasası ile bu karışıklığa bir son verme girişimi yapıldı.)
Elisabeth’ten bu yana İngiltere’de yün sanayisi (Tuckett). İpekçilik (aynı yerde).
Gene o dönemde demir. Pamuk.
Tuckett: “A History of the Past and Present State of the Labouring Population”, etc. 2 vol. London 1846.
“Yünlü imalatı: Elisabeth döneminde,
kumaşçı, iplik fabrikası sahibinin ya da yapımevi sahibinin yerini alıyordu; yünü getiren kapitalistti ve bunu, elbise yapılmak üzere 12 paundluk parçalar halinde dokumacıya teslim ediyordu. Başlangıçta,
imalat, loncaların ve pazarların bulunduğu kasabalarla ve kentlerle sınırlıydı, köylerde oturanlar aileleri için bunları pek öyle kullanmıyorlardı. Bu, yerel çıkarların dürtüsüyle, loncaların olmadığı kasabalarda ve hatta kırlık yerlerde, çiftliklerde pek geç kazanıldı,
hayvan yetiştiricilerinin ve çiftliklerin satış için yünlü kumaş yapmaya başlaması ile evlerde de (pek kaba türden)
kumaşlar yapıldı.”.
“1551’de,
kumaşçıların ve dokumacıların kentler dışında çalıştırabilecekleri dokuma tezgahlarının ve çırakların sayısını sınırlayan; bir
kırsal dokumacının dikişhane ve dikişçinin dokuma tezgahı sahibi olmasını yasaklayan yönetmelik çıkarıldı. Aynı yılda çıkan yasaya göre, bütün
ince iplik kumaş dokumacılarının 7 yıllık bir
çıraklık süresinden geçmesi zorunluydu. Buna karşın,
tüccar kârı konusu olarak köy manüfaktürü kök saldı.
5 ve 6 Edward VI, c. 22 yönetmeliği,
makine kullanılmasını yasakladı... Bu yüzden Flamanlar ve Hollandalılar bu manüfaktürde üstünlüklerini 17. yüzyılın sonuna kadar korudular.
... 1668’de
Hollanda dokuma tezgahı, Hollanda’dan ithal edildi.”
(s. 138-141.) “
1800’de, makinelerin girişi sayesinde, tek bir kişi, 1785 yılında, 46 kişinin yaptığı işi yapabiliyordu. 1800 yılında
, yün ticareti için tezgahlara, makinelere vb. yatırılan sermaye, 6 milyon sterlinden [sayfa 232] az değildi ve İngiltere’de bu dalda çalışan her yaşta kişinin toplam sayısı 1.500.000’di.” (s. 142-143.) Dolayısıyla emeğin üretken gücü %4600 büyümüştü. Ancak, birincisi yalnız
sabit sermayeye göre bu sayı aşağı yukarı yalnızca 1/6’dır; toplam sermayeye göre (hammadde vb.) belki yalnızca 1/20 oranındadır. “
Kimya yasalarının uygulanması yoluyla kumaş boyama sanatı olarak bilimdeki gelişmelerden böyle yararlanmış başka bir manüfaktür yoktur.” (
l.c. s. 144.)
İpekli imalatı. 18. yüzyılın basma kadar “ipek iplikçiliği sanatı, bu amaca uyarlanmış özel türde makinelerin İtalya’da en başarılıları yapılmış oldu. 1715’te iplikçi ve ipekli tüccarı olarak bir iş yerine sahip üç kardeşten biri olan John Lombe, İtalya’ya gitti ve fabrikalardan birinde kendine bir model sağlamayı başardı... Geliştirilmiş makine ile bir ipekli fabrikası 1719’da Derby’de Lombe ile kardeşleri tarafından kuruldu. Bu fabrikada 26.586 çıkrık vardı, hepsi bir su çarkı ile çalışıyordu. Parlamento, meslek sırrını açıklaması için ona 14.000 sterlin verdi. Bu fabrika, daha önceki böyle bir tesisten çok modern fabrika düşüncesine götürdü. Bu [yeni] makinenin, 97.746 çarkı, gece ve gündüz otomatik çalışan ||28| öğeleri vardı, bunların hepsi büyük bir su çarkı tarafından hareket ettiriliyor ve bir düzenleyici tarafından yönlendiriliyordu; makinenin kullanılması ve işletilmesi için 300 kişi çalıştırılıyordu.” (133-134.) (İngiliz ipek sanayisinde hiçbir yenileşme ruhu ortaya çıkmıyordu; ancak Parma Dükünün kenti yağmalamasından sonra kaçan Anvers’li dokumacılar; sonradan da Fransız sığınmacılar, 1685-1692’de çeşitli kollara yenilik getirdiler.)
1740’ta 59 yüksek fırınla 1.700 ton demir üretiliyordu; 1827’de 284 fırınla 690.000 ton. Dolayısıyla yüksek fırınlar 1’den 4
48/
59’a büyümüş, henüz beş katma çıkmamıştı; tonaj ise = 1’den 405
15/
17’ydi (bkz: bir dizi yıllık rapor konusunda
l.c., Defter s. 12)
Camcılık imalatında bilimsel ilerlemenin imalata ne kadar bağımlı olduğu en iyi anlaşılır. Öte yandan, örneğin kadrantların bulunuşu denizciliğin gereksinimleri sonucuydu, parlamento buluşlar için ödül koymuştu.
1825’te 5.000 sterlin fiyatı olan 8
pamuk makinesi, 1833’te 300 sterline satılıyordu. (Bkz:
pamuk iplikçiliği üzerine,
l.c., s. 13, Defter.)
“Birinci sınıf bir pamuk ipliği fabrikasının yapılışı, makinelerle doldurulması, gazla işletilmesi ve buhar makinesi ile donatılması 100.000 sterlinden aşağıya mal olmuyordu. Yüz beygir gücünde, 5.000
[sayfa 233] iğ işleten bir buhar makinesi günde 62.500 mil ince pamuk ipliği üretecekti. Böyle bir fabrikada 1000 kişi, makinesiz çalışan 250.000 kişinin yapabileceği kadar iplik üretecekti. McCulloch, İngiltere’de bu sayıyı 130.000 tahmin ediyor.” (s. 218,
l.c.)
Ücretli emeğin oluşması. Başıboşluk. Tuckett.
“Düzgün yolların olmadığı yerde, bir topluluğun bulunduğunu söylemek güçtür; insanların birlikte hiçbir şeyi bulunamaz.” (s. 270, Tuckett,
l.c.)
“İnsanlara yararlı toprak ürününden 99/100’ü insan ürünüdür.” (l.c., s.348)
“Kölelik ya da yaşam boyu çıraklık statüsü kaldırıldığı zaman, işçi kendisinin efendisi olmuş ve kendi kaynaklarını terketmiştir. Ama yeterince iş vb. olmayınca, insan dilenebildiği ya da çalışabildiği sürece açlıktan ölmez; bu yüzden yoksulun aldığı başlıca özellik hırsızlık ve dilenciliktir.” (s. 637 not, t. II, l.c.) “Elisabeth döneminden bu yana toplumun güncel durumunun dikkate değer bir özelliği, onun yoksullar yasasının özellikle sanayide işe yerleştirilmesi için bir yasa olması, bunun da manastırların baskı altına alınmasının ve kölelikten özgür emekçiye geçişin doğurduğu başıboşlar yığınını önleme amacı gütmesidir. Buna örnek olarak Elisabeth’in 5 numaralı yasası, işlenen toprağın yarı-plough’ını* eken aile reislerine, işsiz olarak bulabildikleri bir kişiden, tarımda ya da başka herhangi bir işte kendilerine çırak olmasını istemeyi; bunu kabul etmeyeni mahkemeye vermeyi emreder; bu kişi, toprak sahibinin vesayetine girmeyi kesin olarak kabul etmeye adeta zorlanmıştır. Elisabeth yönetiminde, 100 kişiden 85’i, yiyecek üretmeliydi. Şimdi, sanayide çalışan açığı yok, ama kazançlı bir istihdam da yok... O zamanın büyük sıkıntısı, çalışma ve başıboş dolaşma eğilimini önlemekti, bu kişilere ücretli bir uğraş sağlamak değil. Bu yönetim sırasında boşta gezenleri çalışmaya zorlamak için birçok yasa çıkarıldı.” (s. 643, 644, t. II, l.c.)
“
Sabit sermaye, oluşumu tamamlanınca emek talebini etkilemeyi sona erdirir, ama oluşumu sırasında çalıştırabileceği kadar çok insana iş sağlar, döner sermaye ya da gelir getirir.” (s. 56,
John Barton. Observations on the circumstances which influence the condition of the labouring classes of Society.” London, 1817.)
[sayfa 234]
Birikim ve kâr oranı üzerine Blake’in söyledikleri. (Yalnız tüketicilerden oluşan
bir sınıf, aynı zamanda hem tüketip hem yeniden üretmediği için fiyatların
önemsiz olduğunu gösterir.) – Uyuyan sermaye.
“
Topluluk iki sınıf insandan oluşur, biri
tüketen ve yeniden üreten sınıf; öteki
yeniden-üretmeden tüketen sınıftır. Bütün toplum üreticilerden oluşsaydı, metalarını kendi aralarında hangi fiyata değişirlerse değişsinler, sonucu önemsiz olurdu;
ama yalnız tüketici olanlar, gözden uzak tutulamayacak kalabalık bir sınıfı meydana getirir. Bunların satın alma gücü, mülklerinden, ipoteklerinden, yıllık gelirlerden, görevlerinden topluluğa sağladıkları değişik tür hizmetlerden ileri gelir. Tüketici sınıfın satın alışı sırasında oluşabilecek fiyat ne kadar yüksekse, üreticilerin onlara sattığı malların çokluğu üzerinden sağladığı fiyat öylesine yüksek olur. Bu salt tüketen sınıfların arasında
en önemli yeri yönetim alır.” (W.
Blake. “Observations on the Effects produced by the Expenditure of Government during the Restriction of Cash Payments.”, London 1823, s. 42, 43.) Blake, hükümete ödünç verilen sermayenin daha önce üretken sermaye olarak kullanılmış olmasının gerekli olmadığını göstermek için –burada bizi ilgilendiren tek şey, sermayenin bir kısmının her zaman uyuyor kabul edilmesidir– şöyle diyor: “Yanlışlık, 1)
ülkenin tüm sermayesinin tam olarak kullanıldığının; 2)
tasarruf yapıldığı ölçüde artan sermayenin sürekli birikiminin ardında doğrudan bir istihdam olduğu varsayımına dayanır. Bence, çok yavaş gelir getiren ve kârı az olan girişimlere ayılmış bazı sermaye bölümleri her zaman vardır ve bir kısım sermaye de gereken talep olmadığı için meta biçiminde tamamen uyur halde durur... Sermayenin uyuyan bu bölümleri ve bu tasarrufları gelir karşılığında hükümetin eline bırakılabilirse, var olan sermayeye bir zarar vermeksizin yeni talebin kaynağı olabilir.” (s. 54, 55,
l.c.)
“
Tutumlu kapitalistin talebi sonucu piyasadan geri çekilen ürün miktarı ne olursa olsun, bu, onun yeniden ürettiği metaların fazlası ile yedek olur. Hükümet ise, yeniden-üretim yapmaksızın bunu tüketimde harcar...
Tasarrufların gelir üzerinden gerçekleştirildiği yerde, kişinin,
tüketmeyip biriktirdiği şeyden hoşnutluk duyacağı açıktır. Bu da gösteriyor ki, b
ir ülkenin sanayisi, topluluğun gereksinimlerinin gerektirdiğinden daha çok üretmek yeteneğine sahiptir. Birikimler buna eşit bir değerin yeniden-üretiminde sermaye olarak kullanılırsa, genel fona eklendiğinde kârla birlikte bu yeni yaratılan, yalnız birikimleri sağlayan kişi tarafından, yani tüketime eğilim göstermemiş olan kişi tarafından kullanılabilir... Herkes sahip olduğu tüketim gücü kadar tüketirse, bir pazar olması gerekli hale gelir. Gelirinden tasarruf eden kim olursa olsun bu tüketim gücünden vazgeçerse, onun payı kullanılmamış halde durur. Bu tasarruf ruhu genelleşirse, piyasa, doğal ki doymuş demektir ve bu fazlalığın birikim derecesine göre, sermaye olarak yeni istihdamların bulunup bulunmaması söz konusudur.” (56, 57.) (Bk.
Birikim bölümünde bununla ilişkili bölüm.) (Bk. Defter s. 68 ve 70, burada,
kârların oranının ve
ücretlerin,
[sayfa 235] “
daha sonra ekime açılan toprakların niteliği”
ile ilgili olmaksızın, savaş dönemi talebi dolayısıyla,
fiyatların sonucu olarak yükseldiği anlatılır.)
“Devrim savaşı sırasında faizin ||29| piyasa oranı %7, 8.9 ve hatta 10’a çıkmıştır; oysa bütün bu süre içinde
en düşük nitelikte topraklar eksilmişti.” (
l.c. s. 64-66.)
“Faizin %6, 8, 10 ve hatta 12’ye yükselmesi, kârın yüksekliğini kanıtlar. Paranın değerinin düşmesi,
bunun var olduğunu kabul edersek, sermaye ve faiz ilişkisinde bir şey değiştirmez. 200 liranın değeri 100 liradan fazla ise; 10 lira faiz 5 liradan daha değerli ise, bu da
sermayenin değerini etkilemişse, kârların değerini de aynı ölçüde etkiler. İkisi arasındaki oranı değiştirmez.” (s. 730
“Ricardo’nun,
ücretlerin fiyatının meta fiyatlarını yükseltmediği görüşü,
üretici olmayan büyük bir sınıfın bulunduğu toplumla bağdaşmaz.” (
l.c.)
“
Yalnız tüketicilerden oluşan bir sınıfa ait bu bölüm hesabına, pay hakkından fazlası üreticiler tarafından elde edilir.” (s.74.) Doğal olarak bu nokta önemlidir, çünkü sermaye yalnızca sermaye karşılığında değil, gelir karşılığında da değişilir ve sermaye gelir olarak da tüketilebilir. Ancak bu, genel olarak kârın belirlenmesinde etkili değildir. Bu,
kâr, faiz, rant, emekli parası, vergi vb. gibi çeşitli biçimler altında (hatta ücretin bir bölümü gibi) çeşitli adlarla ve halkın çeşitli sınıfları arasında paylaşılabilir. Bunlar, toplam artı-değerden ya da toplam
artı-üründen daha fazla bölüşülemezler. Onların bunu bölüşme oranı ekonomik bakımdan doğal ki önemlidir; incelediğimiz konuda bir şey değiştirmez.
“400 milyonluk metaların dolaşımı,
dolaşımda 400 milyonluk bir para kitlesini gerektirirse ve bu
oran düzeyi bakımından 1/10 oranında ise, ayrıca, dolaşan metaların değeri,
doğal nedenlerden dolayı 450 milyona çıkarsa,
dolaşımın sonunda paranın aynı düzeyde kalması için
45 milyona çıkması, ya da
40 milyonun, bankacılık ya da başka kolaylıklarla, 45 milyonun işlevlerini görecek bir artı-hızla dolaşacak duruma getirilmesi gereklidir... böyle bir büyüme, ya da böyle bir hız, fiyatların artışının nedeni değil, sonucudur.” (W.
Blake, l.c., s. 80 vd. Bk. defter s. 70.)
Roma’nın yüksek ve orta sınıfları Asya fetihlerinden sonra, büyük bir servet edindiler, ama bu servet ticaret ya da manüfaktür yoluyla yaratılmadı; ispanya’nın Amerika’daki kolonilerden elde ettiği servete benziyordu.” (s.
66, 1.1, Mackinnon, History of Civilisation. London 1846, t. I.)
[sayfa 236]
16. yüzyılın başında aile tarımı. Tuckett.
“15. yüzyılda
Harrison’un ileri sürdüğüne göre” (bk. Eden’de de)
“çiftçiler, bir çiftlik için yalnız 4 lira ödedikleri halde,
bir inek, bir at, ya da herhangi bir ürün satmadan çiftlik kirasını ödeyemiyorlardı... Bu dönemde,
çiftçi, elde ettiği ürünün büyük bölümünü kendisi tüketiyor, uşakları onlarla aynı sofrada yemek yiyorlardı... Giyim için en önemli olan kumaş satın alınmıyor, her ailenin kendi ürününden sağlanıyordu. Tarımsal aletler çok basitti, çünkü hepsi de çiftçinin kendisi tarafından yapılıyor, ya da hiç değilse onarılıyordu. Her çiftlik sahibinin boyunduruğu ve oku, ya da pulluk demirini bizzat yapması beklenirdi; böylesi işler onların kış akşamlarını dolduruyordu.” (s. 324, 325,
l c, Tuckett, c. I.)
Kâr, Faiz. Makinenin emek fonuna etkisi, Westminster Review.
Faiz ve kâr: “Bireyin kendi ekonomilerini, üretken biçimde kullandığı yerde,
zamanı ve becerisi ödüllendirilir –
yönetim etkinliği (ayrıca
kâr, bireyin
kendi özel işinde sermayesinin karşılaşabileceği bir risk içerir);
kendi ekonomilerinin üretken kullanılmasının ödülü:
faiz. Bu ödüllendirmenin bütünü:
brüt kâr; birey başka birinin
ekonomilerini kullanırsa, ancak
etkinlik sağlar. Birey kendi
ekonomilerini birine ödünç verirse, ancak
faiz ya da
net kâr elde eder.” (
Westminster Review, Ocak 1826, s. 107, 108.) Öyleyse, burada,
faiz =
net kâr =
ekonominin üretken kullanılmasının ödüllendirilmesi; asıl kâr,
üretken kullanım arasındaki yönetim görevi için ödüllendirmedir. Aynı dargörüşlü diyor ki: “
Üretim alanlarında yapılan ve ücretlerin ödenmesine ayrılmış sermaye ile buna ayrılmamış sermaye bölümleri arasındaki oranı bozmayan her iyileştirme, çalışan sınıfların daha çok istihdamını yanında getirir; makinelerin ve hayvansal emeğin her yeni uygulanması,
üretimin ve dolayısıyla da sermayenin büyümesini birlikte getirir; bu, ücretlerin ödenmesi fonunu oluşturan ulusal sermaye bölümünün, başka türlü kullanılan sermayeye olan
oranını hangi ölçüde azaltırsa azaltsın, onun eğilimi,
bu fonun mutlak tutarım azaltmaz, çoğaltır ve bundan dolayı istihdam niceliğini de arttırır.” (
l.c, s. 123.)
(Değerlerin ölçüsü ve fiyatların ölçütü olarak para. Paranın ölçü birimi
teorilerinin eleştirisi.)
Paranın
ölçü olarak belirlenmesi yanında, dolaşan aracı kitlenin, belirli bir dolaşım hızının koşulu olarak, metaların fiyatlan ve belirli fiyatlar üzerinden dolaşan metalarının kitlesi tarafından, ya da toplam
[sayfa 237] fiyat, metalarının yığılım büyüklüğü tarafından belirlenmesinin temel yasası vardır; bu büyüklüğün kendisi de, iki veri tarafından: 1) metaların fiyatının düzeyiyle; 2) belirli fiyatlar üzerinden dolaşımda bulunan metalarının kitlesiyle belirlenmiştir; ve ayrıca 3) dolaşım aracı olarak paranın sikke, salt giderek gözden kaybolan öğe, değişilen değerlerin salt
imi haline gelmesi yasası vardır. Bunlardan ortaya çıkan daha ayrıntılı belirlenimler sözkonusudur ki, bunları daha karmaşık ekonomik ilişkiler, kredi dolaşımı, kambiyo kuru vb. ile örtüştükleri yerde ve durumda geliştireceğiz. Her ayrıntıyı kullanmamak gerekir ve ayrıntıların dikkate alınmasının gerektiği yerde, bunların temel karakterini yitirmesi halinde ise ayrıntılar kesin olarak ele alınması gerekir.
İlkin, tüm üretim sürecinin en yüzeysel (yüzeye itilmiş anlamda) ve en soyut biçimi olarak paranın dolaşımı, biçimin kendi farklılıkları ölçüsünde, kesim II’de geliştirilmiş basit belirlenimlerin onun içeriğini oluşturması dışında, kendi niteliği gereği tamamıyla içerikten yoksundur. Şurası açıktır ki, basit para dolaşımı kendi açısından bakıldığında, kendi içine dönük değildir, önemsiz ve rasgele yanyana bulunan bir sürü hareketlerden oluşur. Örneğin sikke, para dolaşımının çıkış noktası olarak görülebilir, ama,
yıpranma ve aşınma sonucu değerinin düşmesi dışında
metal paranın yeniden dökülmesini ve piyasaya yemden çıkarılmasını gerektiren sikkeye doğru geri çekilme oluşmaz. Bu, yalnızca maddi yönle ilgilidir ve dolaşımın kendisinin bir öğesini asla oluşturmaz. Dolaşımın kendi içinde geri dönüş noktası çıkış noktasından farklı olabilir; bir geriye eğiklik meydana gelirse, para dolaşımı onun ardında duran ve onu belirleyen bir dolaşımın salt görüntüsü olarak kendini gösterir, örneğin fabrikatör, işçi, dükkancı ve banker arasındaki para dolaşımını gözönüne alırsak bu durum sözkonusudur. Ayrıca, dolaşıma konmuş meta yığınını, fiyatların yükselmesini ve düşmesini, dolaşımın hızım, aynı andaki ödemelerin miktarını vb. ilgilendiren nedenlerin tümü, basit para dolaşımının kendisi
dışında bulunan koşullardır. Bunlar, onda ifade edilen ilişkilerdir. Denebilir ki, onlar için adlar belirler; ama bunlar onun kendi farklılaşmasıyla açıklanamazlar. Birbiriyle, çeşitli, değişken değer ilişkisi bulunan çeşitli metaller para olarak iş görürler. Böylece, dünya ölçüsünde tarihsel biçimler alan bir
çifte ayar vb. sorunu ortaya çıkar. Ama o ancak dış ticaret dolayısıyla bu biçimleri alır ve çifte ayar ancak o zaman ortaya çıkar, yani kâr açısından dikkate alınmak için, basit para ilişkisinden çok daha yüksek ilişkilerin gelişmesi gerekir.
Değerin
ölçüsü olarak para,
değerli metalin pay miktarıyla değil, metal parada, parasal tözün belirli bir miktarının bölünebilir parçalarına gelişigüzel verilmiş adlarla belirtilir. Bu adlar değişmiş olabilir; adın aynı kalmasına karşın metal paranın kendi metal maddesi ile olan
[sayfa 238] ilişkisi değişmiş olabilir. Devletlerin tarihinde büyük rol oynayan kalpazanlıklar böyle olur. Çeşitli ülkelerin para türleri vardır. Bu sorun yalnız kambiyo kuru ile ilgilidir.
||30| Para yalnız ölçüdür, çünkü o belirli bir maddede somutlaşmış emek-zamanıdır, dolayısıyla kendisi
değerdir, ve bunun için, bu belirli maddeleşme, yalnızca kendine özgü cisimleşmesine karşıtlığından dolayı, emek-zamanı bu niteliğiyle maddeleştiği için, onun genel nesnel maddeleşmesi görünümünü alır; dolayısıyla, bunun içindir ki,
eşdeğerdir. Ama, ölçü işlevi içersinde, para, ancak tasarımsal bir karşılaştırma noktası, ancak gereksinilen düşüncel bir varlıktır; –burada olan tek şey, metaların genel varlık-değerlerine kavramsal dönüşmesidir– ve ayrıca, bu hesaplama niteliğiyle, ilkin yalnızca hesap parası olarak rol oynar –ve bir metayı paraya çevireceğim zaman meta şu kadar şilin, frank vb. eder dediğim için–, bu durum yanıltıcı bir anlamaya neden olmuş, bir
düşüncel ölçüt konusunda böyle bir anlayış Steuart tarafından geliştirilmiş ve çeşitli dönemlerde, hatta çok yakınlarda İngiltere’de çok derin bir buluş gibi yinelenmiştir. Bu durumda, kararlaşmış olan, hesaplama birimi hizmeti gören lira, şilin, guinea, dolar vb. adları, altının, gümüşün vb. belirli bir niceliğinin belirlenmiş adları değildir, ama nesneleşmiş emek zamanının belirli bir niteliğinin, değerin kendisini değil, keyfi karşılaştırma noktalarının basit ifadeleridirler. Altın ve gümüş fiyatının saptanmasına ilişkin gürültülerin kaynağı budur – burada fiyat, bölünebilir kısımların adlandırıldığı ad olarak anlaşılabilir. Bir ons altın şimdi 31 sterlin 17 şilin 10 peniye bölünüyor. Buna fiyatın saptanması deniyor; bu, Locke’un doğru olarak belirttiği gibi, yalnızca altın ve gümüşün vb. bölünebilir kısımlarının adının saptanmasıdır. Kendileri olarak ifade edildikleri zaman, altın, gümüş, doğal olarak kendilerine eşittirler. Bir ons, onu 3 sterlin ya da 20 sterlin diye adlandırsam da bir onstur. Kısacası, bu
düşüncel ölçüt, Steuart’ın kastettiği anlamda şunu anlatıyor: a metası 12 sterlin değerindedir, b metası 6, c metası 3’e eşittir dersem, bunların durumu = 12 : 6 : 3’tür. Fiyatlar, ancak, onların birbirleri karşılığında değişildiği oranları anlatır. 2b karşılığında la ve 1½b karşılığında 3c değişilir. Kendisi değere sahip olan, değer olan gerçek parada a, b, c ilişkisi yerine, belirli bir altın kitlesini gösteren pound yerine, keyfi bir içeriği olmayan herhangi bir adı (burada bunun anlamı ideal olmasıdır) değil de, örneğin uskumru balığını almamın önemi olur mu? a = 12 uskumru; b = 6 u, c = 3 u. Bu sözcük burada yalnız bir addır, onun kendisine ait bir içerikle hiçbir ilişkisi yoktur. Steuart’ın derece, çizgi, saniye örneği hiçbir şey kanıtlamaz; çünkü derecenin, çizginin, saniyenin değişken büyüklüğü olmakla birlikte, bunlar salt ad değildir, belirli bir hacim ya da zaman büyüklüğünün her zaman bölünebilir parçasını
[sayfa 239] anlatırlar. Dolayısıyla gerçekte bunların bir özü vardır. Paranın ölçü olarak belirlenmesinde salt
tasarlanmış olarak işlev görmesi, burada herhangi bir tasarım, salt bir ad, yani sayısal değer ilişkisi için ad olmasına dönüşür. Salt sayı ilişkisi için ad. Ancak o zaman doğrusu, bir adı değil, salt sayı ilişkisini anlatabilir, çünkü bu işin özü şu noktaya varır: 12a için 6b, 6b için 3c elde ediyorum; bu ilişki şöyle de dile getirilebilir: a = 12x, b=6x, c = 3x; burada x’in kendisi, a : b ve b : c ilişkisi için yalnız bir addır. Adlandırılmamış salt sayı ilişkisi bir iş görmez. Çünkü a : b = 12 : 6 = 2:1, ve b : 3 = 2 : 1. Dolayısıyla c = 1/2. Dolayısıyla b = 1/2, b = c. Dolayısıyla a = 2 ve b = 2; dolayısıyla a = b.
Herhangi bir rayiç fiyat, örneğin, potasın ctr’si 35 şilin;
kakaonun libresi 60 şilin,
demir (
çubuk) (
tonu) 145 şilin vb. alıyorum. Bu metaların birbirine olan oranını elde etmek için yalnız gümüşü şilin halinde bir kenara koymakla yetinmem; potasın, kakaonun, demir çubukların karşılıklı değer ilişkilerini belirlemek için salt 35, 60,145 vb. sayılan yeterlidir. Burada adlandırılmamış sayılar yeterlidir; bunların birimine, 1’e her adı, herhangi bir değerle ilişki kurmaksızın verebilmem de gerekli değildir; onlara bir ad vermem gereksizdir. Steuart, onlara bir ad vermem gerektiği, ama bunun birimin salt isteğe bağlı bir adı, salt
oran belirleyici bir ad olarak da,
altının, gümüşün, ya da başka bir metanın bir kısmına ya da bir niceliğine göre
saptanamayacağı noktası üzerinde ısrarlıdır.
Her ölçü, karşılaştırma noktası olarak hizmet etmeye başladıkları, yani karşılaştırılması sözkonusu olan farklı şeyler, sayının ölçüye, (birim olarak ölçüye) oranı içinde yer aldıkları, ve birbirleriyle ilişkiye girdikleri zaman, ölçünün doğası önemini yitirir ve karşılaştırma eylemi içinde kaybolur; ölçü birimi salt sayı birimi olur; bu ölçünün niteliği kaybolur, örneğin ölçünün kendisi artık belli bir uzunluktur ya da zaman büyüklüğüdür ya da açı derecesidir vb.. Ama bu yalnızca, çeşitli şeyler ölçülmüş olarak varsayılmış ise, ölçü birimi
yalnızca onlar arasındaki oranı, verdiğimiz örnekte onların değerlerinin oranını belirtmesi durumunda sözkonusudur. Hesap birimi, çeşitli ülkelerde çeşitli adlar almakla kalmaz; aynı zamanda örneğin bir ons altının çeşitli parçalan içinde adlan vardır. Ama kambiyo kuru bunların hepsini altın ya da gümüşün birimim aynı ağırlığa indirir. Öyleyse çeşitli meta büyüklüklerim, yukardaki gibi = 35 şilin, 60 şilin, 145 şilin diye varsayarsam, bunların karşılaştırılmasında, şimdi 1 hepsinde eşit varsayıldığından, hepsi ölçülebilir hale sokulduğundan, şilinin belirli bir gümüş niceliği, belirli nicelikte gümüş için ad olduğunu gözönünde bulundurmak tamamıyla gereksizdir. Ama bunlar, her meta, tek tek birim olarak, ölçü olarak iş gören meta ile ölçülmüşse, ancak o zaman salt sayı büyüklükleri, aynı addaki bir birimin sayısı olarak birbiriyle
[sayfa 240] karşılaştırılabilir hale gelir ve birbiriyle olan oranlan gösterirler. Ama ben, bunları, eğer bir birime sahipseler –bu birim her ikisinin içerdiği emek-zamanıdır–, birbiriyle ölçebilir, ölçülebilir hale getirebilirim. Dolayısıyla ölçü birimi, belirli bir emek niceliğinin nesneleşmiş olduğu bir metanın belirli bir niceliği [olması] gerekir. Aynı emek niceliği, örneğin aynı altın miktarında her zaman gösterilmediğinden, bu ölçü biriminin kendisinin değeri de değişkendir. Ama para yalnızca ölçü olarak görüldüğüne göre, bu değişkenlik bir engel değildir. Trampa ticaretinde bile, eğer bu alan trampa ticareti olarak bir ölçüde gelişmişse, yani yalnızca tek tük trampa eylemi durumunda kalmayıp, yinelenen normal bir işlem ise, başka herhangi bir meta, örneğin Homer’de iş hayvanları, ölçü birimi olarak ortaya çıkar. Kıyılarda yaşayan, bir
yabancı malı elde etmek için çocuklarından bir-iki tanesini trampa eden,
kendi çocuğu yoksa komşusunun çocuğunu sokuşturan, bir gün kendisininkini onun yerine koymaya söz veren, bu ricası çok seyrek olarak geri çevrilen “vahşi bir Papualı” için değişimin ölçüsü yoktur. Değişmenin onun için var olan tek yanı, kendisinin sahip olduğu şeyin elden çıkarılması yoluyla yabana bir şeye sahip olabilmesidir. Bu devretmenin kendisi
bir yandan onun için
doyumsama olarak başka hiçbir şeyle düzenlenmemiş, öte yandan onun taşınabilir mallarının büyüklüğü ile gerçekleşmiştir. 13 Mart 1858 günlü
Economist’te, yazı kuruluna yollanan bir mektupta şunları okuyoruz: “
Fransa’da metal para dökümünde gümüş yerine altının kullanılmasının (yeni bulunan altının emilmesinin bugüne kadar başlıca çaresi bu olmuştur) tamamlanmak üzere olduğu, özellikle durgunluk çeken bir ticaret ve düşen fiyatlar dolayısıyla daha az sikke dökülmesi istendiği için, bizim onsu 3 sterlin 17 şilin 10½ peni sabit fiyatımızın, altını buraya çekmesini kısa zamanda umut edebiliriz.”
Peki,
bizim altının “onsunun sabit fiyatı” ne anlama geliyor? Bunun tek anlamı, bir onsun bölünebilir belirli bir bölümünün peni, altının bu peni ağırlığının belirli bir katının bir şilin, altının bu şilin ağırlığının belli bir katının bir pound diye adlandırılması değil midir? Bu bay, öteki ülkelerde ||31| altın guldenin,
Lavis d’or’un [Fransız altınının] vb. belirli bir altın niceliğinin aynı adla adlandırılmadığını, yani belirli bir altın niceliğinin değişmeyen bir adı olmadığını ve bunun İngiltere’nin bir ayrıcalığı, ya da bir özelliği olmadığını; İngiltere’de bir altın sikkenin bir metal paradan daha çok şey, öteki ülkelerde daha az şey anlattığını düşlemiyor mu – bu soylunun kambiyo kurundan ne anladığını bilmek ilginç olurdu.
Steuart’ı şaşırtan nokta şu: Metaların fiyatları, bunların birbirleri karşılığında değişilme
oranlarından, birbiriyle değişildikleri oranlardan başka bir şeyi ifade etmezler. Bu oranlar belli ise, birime her adı
[sayfa 241] verebilirim, çünkü belirtilmemiş soyut bir sayı yeterli değildir ve bu meta = 6 stüber,
* bu da = 3 vb. demek yerine, bu meta = 6 şifre, bu meta = 3 diyebilirim; birime bir ad vermem gerekmez. Sözkonusu olan yalnızca sayısal ilişki olduğu için, ona her adı verebilirim. Ama burada daha önce
belirlenmiş bu oranların önkoşulu, metaların önceden aynı ölçüde ölçülebilir büyüklükler haline gelmiş olmasıdır. Büyüklükler ölçülebilir duruma gelir gelmez, bunların oranları basit sayı oranları haline gelir. Para da ölçü olarak ortaya çıkar ve parada deyimlenen belirli bir meta miktarı,
oranları bulmak, metaları karşılaştırılabilir halde göstermek ve ona göre işlem yapmak için ölçü birimi olarak karşımıza çıkar. Bu gerçek birim, onlarda göreli olarak nesneleşmiş emek-zamanıdır. Ama emek-zamanının kendisi genel olarak ortaya konmuştur. Değerlerin para sistemi içinde emek-zamanı ile belirlendiği süreç, paranın kendisinin incelenmesi ile ilgili değildir ve dolaşımın dışında kalır; etkileyici neden ve koşul olarak onun ardında bulunur. Soru yalnız şu olabilir: Bu meta = bir ons altın demek yerine, neden doğrudan, meta = x altının onsunda nesneleşmiş emek zamanı denmiyor? Neden emek-zamanı, değerin özü ve ölçüsüdür, aynı zamanda, fiyatların ölçüsü değildir, ya da başka bir deyişle, neden fiyatlar ve değer birbirinden farklıdır? Proudhon okulu, bu özdeşliğin konulmasını ve metaların fiyatının emek-zamanında dile getirilmesini istemekle büyük bir iş yaptığını sanıyor. Fiyat ile değerin aynı noktaya rastlaması, talep ve arz eşitliğini, eşdeğerlerin salt değişimim (yani emek karşıtlığında sermaye değişimi olmamasını) vb. varsayar; kısacası, ekonomik tanımlama ile, bu istem, değişim-değerine dayanan üretim ilişkileri temelinin tümü ile yadsınma halinde hemen kendini gösterir. Ama bu temelin ortadan kalktığını varsayarsak, öte yandan yalnız ona dayalı ve onunla var olan sorun da ortadan kalkar. Metanın kullanım-değeri olarak doğrudan varlığı ile değer, değerin uygun biçimi olmaması, nesnel bakımdan başka, ya da başka bir nesneye eşitlendirilmiş bir şey olması; ya da değerin öteki metalardan farklı özgül bir şeyde kendi uygun biçimine sahip olması demektir. Metalar değer olarak nesneleşmiş emektir; dolayısıyla buna uygun değerin kendisinin de belirli bir nesnenin biçiminde, nesneleşmiş emeğin belirli biçimi olarak bulunması gerekir.
Düşüncel ölçüte ilişkin saçmalık Steuart tarafından tarihsel açıdan iki örnekle açıklanıyor. Bunlardan birincisi, Amsterdam banka parası, dolaşımdaki paraların
metalik içeriklerine indirgenmesinden başka bir şey olmadığı için bunun tam tersini göstermek istiyor; ikincisi, aynı yönü izleyen yeni yazarların tümü tarafından yinelenmiş olmasıdır.
[sayfa 242] Örneğin Urquhart, Kuzey Afrika’da Berberi ülkelerin örneğini veriyor. Burada bir düşüncel
çubuk, bir demir çubuk, salt tasarlanmış bir demir çubuk, artmayan ve azalmayan değer ölçütüdür. Örneğin gerçek demir çubuk, diyelim %100 azalırsa, çubuk, 2 demir
çubuk değerindedir, yeniden %100 artarsa ancak bir çubuktur. Bay Urquhart aynı zamanda farketmiş ki, Berberistan’da ne ticari, ne de sanayi bunalımları vardır, para bunalımları hiç yoktur ve kendisi bu durumu, bu
değerin düşüncel ölçütünün sihirli etkilerine bağlıyor. Bu sanal, “düşüncel” ölçüt, tasarlanmış bir gerçek değerden başka bir şey değildir, bununla birlikte, para sistemi daha sonraki belirlenimleri içinde gelişmiş –tamamıyla başka koşullara bağlı bir gelişme– olmadığı için, nesnel bir gerçekliğe varmamıştır. Bu, mitolojide, duyulur sezginin nesnelere evrimleşmesine kadar tanrısal figürleri özümsememiş olan, ama, tersine, betimleme kapsamında bulunan, dolayısıyla sanatta değil, daha çok dilde bir [tanrı] varlığına sahip olan dinlere üstün dinler olarak değer vermeyi istemek gibidir. Para, sonradan düşsel bir varlığa dönüştürülmüş ve bu niteliğiyle saptanmış gerçek bir demir çubuğa dayanır. İngiliz hesap sikkesi olarak dile getirilmiş bir ons altın = 3 sterlin 17 şilin 10½ peni.
Güzel. Diyelim ki, bir pound ipeğin fiyatı tam bu kadardır; ama sonra, 12 Mart 58’de Londra’da, Milano hamipeğinin libresi 1 sterlin 8 şiline kadar düşmüştür.
Bu, demirin bir miktarının, 1) bütün öteki metalara göre, 2) bunların içerdiği emek zamanına göre, bir demir çubuğun temsil ettiği aynı değeri içerir. Doğal olarak bu demir çubuk salt tasarımsaldır, ne var ki,
değişmez değildir, ve Steuart’ın, ve ondan yüzyıla yakın bir süre sonra Urquhart’ın dediği gibi “
denizde bir kaya gibi çakılı” durmamaktadır. Demir çubukta değişmeyen tek şey, addır; bir durumda gerçek
demir çubuk 2 düşüncel çubuk, ötekinde yalnız bir [düşüncel çubuk] içeriyor. Bu da aynı, değişmeyen düşüncel çubuk, kimi kez = 2, kimi kez de = 1 gerçek
çubuk olarak ifade ediliyor. Böylece, yalnız gerçek demir çubuğun oranı değişmiştir, düşüncel çubuğun değil.
Ama gerçekte düşüncel demir çubuk bir durumda, ötekinde olduğundan iki kat uzundur ve yalnız adı değişmemiştir. Bir durumda 100 libre demir, örneğin,
bir çubuk adını alır, ötekinde 200 [libre]
bir çubuk adını alır. Diyelim ki, emek-zamanının,
örneğin bir saat-pusulasını temsil eden para harcanmıştır; bu saat-pusulasının kendisi gene herhangi bir ad alabilir. Bir pound, saatin yirmide-biri 1 şilin, 1/240 saat 1 peni. Altın ve gümüş, bütün öteki metalar gibi, mal oldukları üretim zamanına göre, pound’un, sterlinin, peninin çeşitli çarpımlarını ya da bölünebilir parçalarım gösterirler ve bir ons altın
[sayfa 243] hem = 8 sterlin 6 şilin 3 peni, hem de = 3 sterlin 17 şilin 10½ peni olabilir. Bu sayılarda her zaman, bir onstaki emeğin belirli miktarının içerildiği oran anlatılır. 3 sterlin 17 şilin 10½ peni = bir ons altın, yalnız ½ libre ipekten fazlasına mal olur diyecek yerde, bir ons = şimdi 7 sterlin 15 şilin 9 peni ya da 3 sterlin 17 şilin 10½ peni, artık, yalnız değerinin yarısından yarım-ons fazla olduğu için, yalnız yarım onsa eşit fazlalıkta olduğu düşünülebilir. İngiltere’de örneğin 15. yüzyılın fiyatlarını 18. yüzyılın fiyatlarıyla karşılaştırırsak, iki metanın tamamen aynı nominal para değerinde, örneğin 1 sterlin olduğunu görebiliriz. Bu durumda sterlin ölçüttür, ama birincisinde ikincisine göre dört-beş kat daha çok değeri gösterir ve diyebiliriz ki, bu metanın değeri 15. yüzyılda = 1 ons ise, 18. yüzyılda = ¼ ons altındır; çünkü 18. yüzyılda bir ons altın, 15. yüzyıldaki ¼ ons kadar emek-zamanını ifade eder. Öyleyse denebilir ki, ölçü, pound aynı kalmış, ama, bir durumda, ötekine göre dört kat altına eşit olmuştur. Bu,
düşüncel ölçüttür. Burada yaptığımız karşılaştırmayı 15. yüzyılın insanları, 18. yüzyıla kadar yaşamış olsalardı, kendileri yapabilir ve diyebilirlerdi ki, şimdi bir sterlin değerinde olan bir ons altın, eskiden yalnız ¼ değerindeydi. Örneğin 4 pound altın, şimdi, 15. yüzyıla göre bir pound’dan daha fazla değerde değildir. Eskiden poundun adı
livre olsaydı, bir
livre’in bir zamanlar 4 pound altına eşit olduğunu, şimdi ise yalnız bir pounda eşit olduğunu; altının değerinin değiştiğini, ama değer ölçüsü
livre’in aynı kaldığını düşünebilirim.
Gerçekte Fransa’da ve İngiltere’de bir
livre eskiden 1 gümüş pound demekti, şimdi artık yalnız 1/x anlamına geliyor. Öyleyse, denebilir ki,
livre adı, nominal ölçüt olarak hep aynı kalmış, ama buna karşılık gümüşün değeri ||32| değişmiştir. Bir Fransız, Büyük Kari zamanından bugüne kadar yaşamış olsaydı, diyebilirdi ki, gümüş
livre her zaman değer ölçütü olarak kalmış, değişmemiş, ama hemen bir gümüş pound değerinde olmuş ve türlü yazgılar dolayısıyla sonunda yalnız bir lot’un
* 1/x’ine düşmüştür. Arşın da öyledir, yalnız uzunluğu çeşitli ülkelerde değişiktir.
Gerçekte bu, örneğin bir emek-günü ürününün, bir emek-gününde çıkarılabilen altının
livre adını alması gibidir, bu
livre, çok değişik miktarlarda altını çeşitli dönemlerde dile getirmekle birlikte hep aynı kalmıştır.
*
15. yüzyılın bir sterlinini 18. yüzyılın bir sterlini ile karşılaştırırken, acaba bunu nasıl yapıyoruz? Her ikisi de aynı metal kitlesi (her biri = 20 şilin.), ama değişik değerdedir; çünkü o zamanlar metalin değeri
[sayfa 244] şimdikinin 4 katıdır. Dolayısıyla diyoruz ki, bugünle karşılaştırınca,
livre, bugün içerdiği metal kitlesinden dört kat fazlasına eşitti. Sanılabilir ki,
livre hiç değişmemiştir, ama o zaman 4 gerçek altın
livre’e eşit iken, bugün yalnız 1
livre’e eşittir. Karşılaştırmada konu ancak bir
livre’in içerdiği metal niceliği bakımından değil, onun değeri bakımından doğru olabilir; bu değer ise, gene nicelik bakımından da, o zamanki ¼ altın
livre’in bugün bir altın
livre’e eşit olduğunu gösterir. Peki,
livre, özdeştir, ama o zaman 4
gerçek altın
livre’e eşitti (bugünkü değere göre), şimdi yalnız bir
livre’e eşittir. Altının değeri düşer ve onun düşmesi ya da yükselmesi öteki mallarla ilgili olarak fiyatlarda kendini gösterirse, eskiden 1 altın sterlin fiyatında olan bir nesne şimdi 2 sterlin fiyatında demek yerine, şimdi hâlâ bir sterlin fiyatınadır, ama bir sterlin şimdi 2 gerçek altın
livre’dir, yani 2 gerçek altın
livre’in bir tanesidir vb. denebilir. Bu metayı 1 sterline sattım, ama dün, bugün 4 sterline satıyorum yerine, dün gerçek bir livre bir sterlindi, bugün 1 livre 4 gerçek
livre’dir denebilir. Gerçek çubuğun tasarımsal çubuğa oranı saptanınca, öteki fiyatların hepsi kendiliğinden ortaya çıkar. Bu saptama işi
çubuğun geçmişteki değeri ile şimdiki değeri arasında yalnızca bir karşılaştırmadır.
Örneğin 15. yüzyılın sterlini ile her şeyi hesaplarken böyle olmuştur. Aynı sikke türünü aynı metal içerikli bir sikke için aynı hesap adlarını çeşitli yüzyıllar boyunca izleyen, bunları şimdiki para ile hesaplarken, çeşitli yüzyıllarda değişen değere göre daha çok ya da daha az altınla eşit tutma zorunluğuna uyan tarihçinin yapması gerekeni Berberi ya da zenci de yapar. Yarı-uygarlaşmış insanın çabası, para birimini, ölçü olarak geçerli metal kitlesini değer olarak da sımsıkı tutmak, bu değeri sağlam ölçü olarak da elde bulundurmaktır. Ancak aynı zamanda,
çubuğun reel değerini değiştirdiğini bilmek kurnazlığı da sözkonusudur. Bu Berberi’nin ölçmesi gereken pek az metanın bulunuşu ve uygarlaşmamışlarda geleneğin canlılığı karşısında bu karmaşık hesap türü göründüğü kadar güç değildir.
Bir ons = 3 sterlin 17 şilin 10½ penidir, dolayısıyla 4 sterline tam eşit değildir. Ancak kolaylık olması için diyelim ki, tam 4 sterline eşittir. O zaman bir ons altının ¼’ü pound adını alır ve bu ad altında hesap parası olarak iş görür. Ancak bu pound, kısmen değerini değiştiren Öteki metaların değeri ile ilgili olarak göreli halde, kısmen de kendisinin az ya da çok emek-zamanının ürünü olması bakımından değerini değiştirir. Onda değişmeyen tek şey addır ve niceliktir, onsun bölünebilir parçasıdır, ona verilmiş ad olan altın ağırlık parçasıdır; yani
bir pound denilen bir parada içerilmiş altın ağırlığıdır.
Yabanıl onu değişmez değer olarak sımsıkı tutmak ister ve böylece metalin içerdiği nicelik onun için değişir. Altının değeri %100 düşerse, onun için pound eskisi gibi değer ölçüsüdür; ama bir sterlin 2/4 ons
[sayfa 245] altındır vb.. Ona göre pound her zaman, aynı değere sahip bir altın (demir) kitlesine eşittir. Ama bu değer değiştiği gibi, başka metalar karşılığında değişimde çok ya da az vermek gerektiğine göre, kimi kez daha büyük, kimi kez daha küçük bir altın ya da demir niceliğine eşittir. Yabanıl, kendisine göre ölçüt olarak geçerli olan ve yalnız onun tasarımında yaşayan geçmişteki değerle şimdiki değeri karşılaştırır. Dolayısıyla değeri değişen ¼ ons altına göre hesaplayacak yerde, ¼ ons altının daha önce sahip olduğu değere göre, yani tasarlanmış bir değişmeyen ¼ ons değerine göre hesap yapar, ama bu değer değişen niceliklerde anlatımını bulur. Bir yanda değer ölçüsünü sağlam değer diye sımsıkı tutma çabası, öte yanda dolaylı bir yolda zarara uğramama kurnazlığı vardır. Ancak yarı-yabanılların değerlerin para ile ölçülmesinde onlara dışardan yüklenen ölçmeyi özümsediği bu rastgele aktarımı, onların bunu böyle aktardıktan sonra da bu aktarım içinde yeniden yön bulmasını, organik-tarihsel bir biçim olarak görmek, ya da daha gelişmiş ilişkilerin karşısına daha ileri bir nokta olarak koymak tamamıyla anlamsızdır. Bu yabanıllar da bir miktardan, demir çubuktan çıkış yapıyorlar; ama bu demir çubuğun geleneksel olarak taşıdığı değere hesap birimi olarak bağlı kalıyorlar vb..
Modern ekonomide bütün bu konu başlıca iki durum dolayısıyla önem kazanmıştır: 1) Çeşitli zamanlarda, örneğin İngiltere’de devrim savaşı sırasında, ham altının fiyatının sikke altının fiyatını aştığı görülür. Bu tarihsel görüngü ise, altının (değerli metalin) bölünebilir ağırlık bölümlerinin pound, şilin, peni gibi aldığı adların, açıklanması olanaksız herhangi bir süreç dolayısıyla adları bunlar olan öz karşısında bağımsız kaldıklarını yadsınamaz biçimde göstermiş gibidir. Yoksa, bir ons altın, 3 sterlin 17 şilin 10½ peni olarak dökülmüş aynı ons altından daha değerli nasıl olabilir? Ya da
livre ¼ ons için salt ad olursa, bir ons altın 4
livre altından daha değerli nasıl olabilir? Oysa iyice incelendiğinde, ya pound adı altında dolaşmış metal paraların,
gerçekte normal metal içeriğinde artık olmadıkları, ya da
örneğin dolaşımdaki 5 poundun
gerçekte yalnız bir ons altın (aynı nicelikte) ağırlığında olduğu ortaya çıkmıştır. Sözde ¼ altını temsil eden (
aşağı yukarı) bir sikke, gerçekte yalnız 1/5 daha fazlasını temsil ettiği için, çok basit olarak bir ons = dolaşımda bu 5 pound idi; dolayısıyla, metalin fiyatı sikkenin fiyatını geçmişti, çünkü artık gerçekte ¼ değil, yalnız 1/5 ons altına pound deniyordu. Parayı gösteriyor, adlandırılıyordu; yalnız bir onsun 1/5’i için bu ad vardı. Dolaşımdaki sikkelerin metal içeriğinin normal ölçüsünün altına düşmediği, ama bunların değersiz görülen kâğıt para ile aynı zamanda dolaştığı ve eritilmeleri, ihracı yasak edildiği zaman da aynı şey olmuştu. Bu durumda bir sterlin biçiminde dolaşan bir ons altın banknotların itibarsızlığında rol oynadı; çubuk olarak altın bu
[sayfa 246] yazgıya uğramadı.
* Sonuç gene ||33| aynı oldu; hesap adı olan pound ¼ onsun adı olmaktan çıkmış, daha küçük bir meblağın adı olmuştu. Dolayısıyla ons örneğin 5 pound’a eşit olmuştu. O zaman bu,
metalin fiyatı sikkenin fiyatını geçti demekti. Hepsi de kolayca ortadan kalkabilen ve hepsi aynı diziye ait olan bu ve benzeri tarihsel görüngüler önce
düşüncel ölçü için bir fırsat oldu, ya da ölçü olarak paranın belirli bir nitelik değil, yalnız karşılaştırma noktası olduğu sonucuna götürdü. İngiltere’de bu
konu üzerine 150 yıldır yüzlerce cilt kitap yazılmıştır.
Sikkeye yeni bir emek (biçimde) eklendiği için belirli bir sikke türünün, onun içerdiği değerli metalden daha fazla artması aslında şaşılacak bir şey değildir. Bu nokta bir yana, belirli bir sikke türünün değerinin değerli metal içeriğinin üstüne çıkmış olabilir. Bunun ekonomik bir ilginçliği yoktur ve ekonomik araştırmaların yapılmasına da neden olmamıştır. Ayrıca, belirli amaçlar için alın ya da gümüşün tıpkı bu biçimde, örneğin
İngiliz poundu ya da İspanyol doları biçiminde
gerekli oluşumdan başka bir şey sözkonusu değildir. Banka müdürlerinin, banknotların değerinin düşmediğinin, altının değerinin yükseldiğinin kanıtlanmasına özellikle ilgi göstermeleri doğaldı. Bu sonuncu sorun daha sonra incelenebilir.
2)
Değerin düşüncel ölçüsü teorisi ilk kez 18. yüzyılın başında ortaya atılmış ve 19. yüzyılın ikinci on yılında canlandırılmıştır. Bu sırada söz konusu olan sorunlarda para ölçü olarak da, değişim-değeri olarak da rol oynamıyor, kendisi değişmeyen eşdeğer olarak, kendisi-için değer olarak (üçüncü belirleniminde) ve dolayısıyla sözleşmelerin genel içeriği olarak yer alıyordu. Her iki durumda sözkonusu olan, değerden düşmüş bir para üzerinden sözleşmeye bağlanmış devlet borçlarının ve diğer borçların, tam geçerlilikte bir para ile geri ödenmesinin ve tanınmasının olanaklı olup olamayacağıydı. Basbayağı bu, devletin alacaklıları ile halk yığını arasındaki bir sorundu. Bu sorunun kendisi bizi burada ilgilendirmiyor. Bir yanda alacakların, öte yanda ödemelerin (yükümlülüklerin)
*
arındırılmasını isteyenler,
para ölçütünün değiştirilmesinin gerekli olup olmadığı yolunda, yanlış bir alana sapmışlardı. Bu nedenle
para ölçütü, altın fiyatının dondurulması vb. üzerine
değersiz teoriler ortaya atıldı. (“
Ulusal ölçüler ve ağırlıklar değiştirildiği için ölçütün değiştirilmesi”. Steuart.
İlk bakışta anlaşılıyor ki, bir ülkede tahıl yığını, şinikin sığasının örneğin iki katına çıkarılması ya da azaltılması yoluyla değişmez. Ancak değişme, örneğin tahıl
[sayfa 247] rantını belli sayıda şinik ile ödeyecek olan toprak kiracıları için, sığa iki katına çıktığında eskisi gibi aynı sayıda şinikle teslimde bulunmaları gerekince çok önemlidir.) Bu durum karşısında, poundun gösterdiği altının bölünebilir bir ağırlık parçası olması bir yana, “pound” adıyla, yani “
düşüncel ölçüt”te –çünkü
aslında, bu, ölçü olarak iş gören metalin ağırlık olarak bölümünün yalnız hesap adıdır– sımsıkı direnenler devletten alacaklı olanlardı. İşin garip yanı, bu “
düşüncel ölçüt” teorisini kuranlar da, onların karşıtları ve onlarla savaşıma girişenlerdi. Bunlar, doğrudan arındırılma, ya da devletten alacaklı olanlara, yalnızca, avans olarak gerçekten ödedikleri miktarın altın olarak geri ödenmesini isteyecekleri yerde, değerden düşmesi ölçüsünde
ölçütün aşağı çekilmesini; yani örneğin sterlinin 1/5 onsun düşmesi durumunda, bu 1/5 onsun pound adım taşımasını, ya da poundun 20 şilin yerine yaklaşık 21 şilin olarak çıkarılmasını istediler.
Ölçütün böyle düşürülmesi altının değerinin yükseltilmesi demekti; bu da bir onsun, eskiden 4 sterline eşit olması yerine şimdi 5 sterline eşitlenmesiyle olanaklıydı. Dolayısıyla bu kimseler, örneğin bir ons altını değeri düşürülmüş 5 pound olarak avans ödemiş olanlar şimdi tam geçerli 4 pound olarak geri alınmasını istemiyorlar; ama eskisine göre 1/20 ons daha az değerde olacak olan 5 poundun geri alınmasını istiyorlardı. Onlar bu istemi İngiltere’de
peşin ödemelerin yeniden başlamasından sonra ileri sürdüklerinde, hesap parası eski metal değerine yeniden ulaşmıştı. Dolayısıyla değerin ölçüsü olarak para konusunda daha başka kaba teoriler ortaya kondu ve yanlışlığı kolayca kanıtlanabilen ve teorileri çürütme bahanesiyle, devlet alacaklılarının çıkarları örtbas edildi. Bu türden ilk kavga, Locke ile Lowndes arasında oldu. 1688-1695 arasında devletin aldığı borçlar, değeri düşük para üzerinden sözleşmeye bağlandı – değeri düşüktü, çünkü yasal ağırlıklı bütün para eritilmişti ve dolaşımda yalnızca düşük ayarlı para vardı. Guinea 30 şiline çıkmıştı. Lowndes (para şefi?) (Hazine Bakanı)
* sterlinin %20 düşürülmesini istedi; Locke, Elizabeth’in
eski ölçütü üzerinde ısrar etti. 1695’te
genel para yeniden döküldü. Locke bu işten yengi ile çıktı. 10 ve 14 şilin quines üzerinden sözleşmeye bağlanan borçlar, 20 şilin
kur üzerinden geri ödendi. Bunun, devlet ve mülk sahipleri için avantajı eşitti.
“Lowndes sorunu yanlış bir temele oturtuyordu. Birinde,
planının eski ölçütün
değerini düşürme olmadığını ileri sürdü. Sonra değerli metal fiyatındaki yükselmenin gümüşün içsel değerinden ileri geldiğini ve onunla satın alman
sikkenin hafifliği sonucu olmadığını yazdı. Parayı oluşturanın dökümü olduğunu ve maddesi olmadığını her zaman varsaydı... Locke ise,
[sayfa 248] yalnızca, Lowndes’in planının bir
değer düşürmeyi içerip içermediğini soruyor, ama
daimi sözleşme imzalamış olanların çıkarlarını araştırmıyordu.
Bay Lowndes’in ölçütün düşürülmesine ilişkin başlıca savı, gümüş külçenin ons başına 6 şilin 5 peniye çıkması (yani troy
* liranın 1/77’sinin şilinin
77 penisiyle s
atın alınabilmesi) idi ve bu yüzden troy liranın
77 şilin olarak dökülmesi gerektiği görüşündeydi; bu ise sterlinin değerinin %20 ya da 1/5 oranında
azalması demekti. Locke ona verdiği yanıtta,
77 peninin dökülmüş para ile ödendiğini, bunların ağırlığının, sikke ayarında 62 peniyi geçmediğini ileri sürdü... Ama bu dökülmüş para
üzerinden 1.000 sterlin borç alan bir kimse, bunu,
normal ağırlıklı 1.000 sterlin üzerinden mi geri ödeyecekti? Lowndes ve Locke birlikte,
ayarın değiştirilmesinin borçlularla alacaklıların ilişkisi üzerindeki etkisini çok yüzeysel olarak geliştirdiler,... o zamanlar kredi sistemi İngiltere’de pek az gelişmişti...
yalnız arazi ve krallık faizi kullanılıyordu. Ticaret bu dönemde neredeyse durmuştu ve haydutça bir savaşa dayanıyordu... Ayarın yeniden konması en çok arazi faizi ve devlet hazinesi için yararlıydı; ve bu yüzden kabul edildi.” (Steuart,
l.c. t. II, s. 178, 179.) Steuart bu işlemin tümü konusunda şu alaya sözleri söylüyor: “
Ayarın yükseltilmesi yoluyla hükümetin vergiler bakımından ve alacaklıların da sermaye ve faizler bakımından büyük kazancı oldu;
asıl kayba uğrayan halk,
kendi ayarı (yani kendi değerinin ölçüsü) “düşürülmediği için hoşnut edildi (
pleased) (
iyice alay ederek);
böylece üç taraf da hoşnut kaldı.” (
l.c., t. II. s. 156.) Bkz:
John Locke, Works. 4 vol., 7 ed., London 1768; ayrıca şu makale:
“Some Considerations on the Lovering oflnterest and Raising the Value of Money” (1691), ayrıca:
“Further Considerations concerning raising the value of Money, wherein Mr. Lowndes’s arguments for it, in his late Report concerning “An Essay for the amendment of the silver coins”, are particularly examined”, her ikisi cilt II’de. Birinci yazıda, başka şeyler arasında şöyle deniyor:
||34| “Şimdi üzerinde çok söz edilen,
paranın yükseltilmesi, ne paramızın değerinin yükseltilmesidir ve böyle bir şey olamaz; ne de metal paramızın adının yükseltilmesidir.” (s. 53.) “Örneğin eskiden ½ kuron denen şeye şimdi bir kuron deniyor. Değer, gene metal içeriğiyle belirleniyor.
Bir sikkenin gümüş niceliğinin 1/20 azaltılması halinde, onun değeri azalmaz, bir sikkenin gümüş niceliğinin 19/20 oranında azalması onun değerini azaltmaz. Öyleyse bu teoriye göre
bir tek üç-peni ya da kuron denilen bir tek farthing 20 ya da 60 kat daha gümüş içeren bir kuron kadar çok baharat, ipek ya da başka bir mal satın alır.” (s. 154.) “Dolayısıyla
paranın yükseltilmesi, dökümde daha az miktarda gümüş kullanmaktan ve ona daha büyük bir miktarın adını vermekten başka bir şey değildir.” (
l.c.)
Kamu için güvence olan,
dökülmüş sikkenin
böyle [sayfa 249] bir ad altındaki kadar gümüş içermesi zorunluluğudur.” (57.) “
Borçları ödeyen ve metaları satın alan adlar değil, gümüş-metaldir.” (s. 58.) “Paranın ağırlığı ve saflığı için güvence olarak sikkenin damgası yeterlidir, ama böyle
dökülmüş altın para, öteki metalar gibi,
kendi kurunu bulur.” (s. 66.) Genellikle
parayı yükseltme yoluyla “sözde daha çok para” dökmekten başka bir şey yapılamaz, ama “paranın
ağırlığı ve değeri” daha fazla olamaz, (s. 73.) “Gümüş-metal ötekilerden tamamen ayrı bir ölçüttür. İnsanların ölçmesine yarayan arşın ya da litre, alıcının, satıcının, ya da üçüncü bir kişinin elinde olabilir;
kimin elinde olduğu önemli değildir. Ama gümüş yalnızca
pazarın ölçüsü değildir, ayrıca
ticaretin nesnesidir ve
satılan nesneye eşit bir nicelik olarak, ticarette, alıcıdan satıcıya geçer;
böylece yalnızca üzerinde uygulandığı metanın değerini yeniden almakla kalmaz, eşit değer olarak ona karşılığı değişimde verilir. Ancak bunu yalnız kendi niceliği ile yapar, başka bir şeyle değil.” (s. 92) “
Değer yükseltme herhangi bir sikkenin bölünebilir parçasına hoşa gidecek adlar vermekten, yani bir onsun onaltıda-bir parçasına gene bir peni denmesinden başka bir şey değilse, bu artış, sizi hoşnut etmek için yapılmış olabilir.” (s. 118.) “
Külçe altının ayrıcalığı serbestçe ihraç edilmesi ve böylece metal paramızın üstündeki bir fiyatla küçük bir fazlalık getirmesi, paramızın yükseltilmesinde, ya da düşmesinde yeniden adlandırılmayı sağlamasıdır; külçenin ihraç edilmesi bir gereklilik olduğu halde, metal paramızın ihracı yasayla yasaklanmıştır.” (s. 119, 120.)
Değerli-metalin* fiyatının yükselmesini,
değerli-metalin değerinin yükselmesi ve dolayısıyla hesap parasının değerinin düşmesi ile (bu demektir ki,
değerli-metalin değeri yükseldiği için, bunun sterlin denilen bölünebilir parçasının değeri düşmüştür) açıklayan Lowndes’in Locke’a karşı takındığı tutumu,
küçük-şilin-yanlıları –Attwood ve 1819’da ve sonrasında Birmingham
okulundan olan ötekiler– takınmışlardır. (Cobbett sorunu doğru bir temele oturtmuştu:
ulusal borçların, rantların vb. ayarlanmaması; ama kâğıt parayı tümden yadsıyan yanlış teorisi ile (tersi bir sonuca varan Ricardo gibi, aynı yanlış varsayımı, fiyatın dolaşım aracının niceliği ile belirlenmesini çıkış noktası yaparak, garip bir biçimde bu sonuca varmıştı) her şeyi berbat etti.) Bu sonucun bütün bilgiçliği şu boş sözlerdedir: “Sir R. Peel, Birmingham Ticaret Odası ile giriştiği çekişmede soruyor: ‘Sizin pound banknotunuz neyi temsil edecek?’” (s. 266, The Currency Question,
The Gemini Letters, London 1844)
(Yani pound banknot, altınla ödenmiyorsa.) Değerin şimdiki ölçütü ne anlama geliyor?.. 3£, 17 şilin 10½ peni,
bir ons altın ya da bunların
değeri anlamına mı geliyor. Onsun kendisi ise,
pound, şilin, peni, ons, peni-ağırlığı ve tahıl yerine, niçin şeyler adıyla söylenmemeli?
[sayfa 250] O zaman
doğrudan trampa sistemine döneriz.” (s. 269.
Tamamını değil. Ama Bay Attwood, 3£, 17 şilin, 10½ peni yerine, ons ve şilin yerine, peni-ağırlığı denirse, bundan ne kazanmış olur? Hesaplama kolaylığı bakımından bölünebilir parçaların adlar olması –ayrıca bu, metale burada ona yabana bir toplumsal belirleme verildiğini gösteriyor–, Attwood’un öğretisinden yana ya da ona karşıt olarak neyi anlatıyor?) “Yoksa değeri mi? Bir ons = 3£ 17 şilin 10½ peni ise, neden çeşitli dönemlerde para 5£ 4 şilin ve sonra gene 3,17, 9’dur? ...
Pound deyimi değeri gözönünde bulundurur, ama sabit bir değer ölçütü değildir... Emek maliyetin atasıdır ve değerini altına ya da demire göre verir.” (ve aslında, bunun için, Bir Ons’un ve 3£ 17 şilin 10½ peninin değeri değişir.) “
Bir insanın günlük ya da haftalık emeğini anlatmak için hangi sözcük deyimlemeleri kullanılırsa kullanılsın, bu sözcükler üretilen metanın maliyetini açıklar.” (s. 270.) Bitiş: “
Bir Pound Düşüncel Birimdir.” (s. 272.) Son tümce önemlidir, çünkü “
düşüncel birim”e ilişkin bu teorinin, doğrudan emeği temsil etmesi gereken bir para isteminde kendini bulduğunu gösterir. O zaman örneğin pound, 12 günlük emeğin tanımlanmasıdır. İstem, değer belirleniminin paranın farklı bir belirlenimine götürmemesi, ya da değerlerin ölçüsü olarak emeğin belli bir metada nesneleşmiş emeği, öteki değerlerin ölçüsü yapmaya sürüklememelidir. Önemli olan, bu istemin, burada, örneğin Bray’da olduğu gibi burjuva ekonominin yadsınması açısından değil, burjuva ekonomi açısından yapılmasıdır (bu, konuyu gerçekten sonuna işleyen Gray’de de böyledir, biraz sonra kendisinden sözedeceğiz). Prudoncular (krş: örneğin, M. Darimon), gerek üretimin şimdiki koşullarına uyan, gerek onu tümüyle değiştiren bir istem ve büyük bir yenilik olarak böyle bir istemi ortaya koymayı gerçekten başarmıştır; büyük bir yeniliktir, çünkü kanalın öteki yanında ne yazıldığını ve ne düşünüldüğünü yoksul kişiler olarak bilmelerine doğallıkla gerek yoktu. Bütün bunlara karşın, bu istemin 50 yıldan fazla bir süredir İngiltere’de burjuva ekonomistlerin bir fraksiyonu tarafından ortaya atılışının bu basit olgusu, bununla yeni ve burjuva karşıtı bir şey ortaya koyduklarını ileri süren sosyalistlerin nasıl büyük bir yanılgı içinde olduklarını gösteriyor. İstemin kendisi üzerine yukarıya bakınız. (Burada Gray’den birkaç şey aktarılabilir. Ama ancak bankacılıkla ilgili olarak bu konunun ayrıntılarına girilebilir.)
(Dolaşım aracı ve paraya ilişkin teorilerin eleştirisi. – Dolaşım aracının
paraya dönüşmesi. – Hazinenin oluşumu. – Ödeme araçları. – Metaların
fiyatları ve dolaşımdaki paranın niceliği. – Paranın değeri.)
Kendisi değişmeyen eşdeğer olarak, yani bu niteliğiyle
değer ve dolayısıyla da bütün sözleşmelerin maddi konusu olarak paraya
[sayfa 251] gelince, onun temsil edildiği materyalin değerindeki (altın ve gümüşte olduğu gibi doğrudan, ya da altının, gümüşün vb. belirli bir niceliğine göre saptanmış olarak banknotlarda olduğu gibi dolaylı) değişimlerin, bir devletin farklı sınıfları arasında büyük devrimlere yolaçtığı açıktır. Böylesi koşulların kendisi çeşitli ekonomik koşulların bilinmesini gerektirdiği için, bu konu burada incelenemez. Açıklama olarak bu kadarı yeterlidir. ||35| Bilindiği gibi, 16. ve 17. yüzyılda, Amerika’nın keşfinin sonucu olarak altın ve gümüşün değerden düşmesi, işçi sınıfını ve toprak sahiplerinin kendilerinin değerini azalttı; kapitalistleri (özellikle sanayi kapitalistlerini) arttırdı. Roma Cumhuriyetinde, bakırın değerlenmesi, plebleri patrisyenlerin köleleri durumuna getirdi. “
Daha büyük bakır miktarları ödemek zorluğu olduğu için, bu metali ağırlığına göre alınıp verilen kitlesiyle ya da belli bir biçimi olmayan parçalar halinde saklamak” gerekiyordu.
Bakır bu durumda
aes grove [olarak adlandırılıyordu].
Madeni para tartılıyordu.
(Romalılarda bakır ilkin damgasızdı; sonra yabana paralar damgalandı.
Servius rex ovium boumque effigie primus aes signavit* (Pline,
Historis naturalis, kitap 18, c. 3)
>
Patrisyenler bu
silik ve değersiz maden yığınını bir kez biriktirdikten sonra, ...
ya pleblerin ona satmaya razı oldukları bütün toprakları onlardan satın alarak, ya da uzun vadeli ödünçler vererek, bu paralardan kurtulmaya çalıştılar. Onları sıkan ve elde etmek için hemen hiçbir çaba göstermedikleri bir değere pek de önem vermediler. Aynı paradan kurtulma isteğine sahip olan bütün patrisyenlerin
rekabeti, az zamanda
Roma’daki bakır fiyatının büyük bir değer yitirmesine yolaçacaktı. Post u.c. 83 4. yüzyıl başı, Menenia Yasasında (302 a.u.c.)
* görüldüğü gibi, bakırın gümüşe oranı = 1:960... Roma’da değerden bu denli düşen bu maden, aynı zamanda en çok aranan ticaret maddelerinden birini oluşturuyordu (çünkü Yunanlılar kendi sanat yapıtlarını bronzdan vb. yapıyorlardı)
... Asil madenler
büyük kârlarla bakırla değişilmek üzere Roma’ya getirildiler ve son derece kârlı bir ticaret, günden güne yeni dışalımlara yolaçtı... Yavaş yavaş patrisyenler,
satması öylesine sıkıcı ve sermayesi öylesine sevimsiz o eski bakır külçeleri,
yerine, hazinelerini altın ve gümüş külçeleri ile doldurdular, aurum infectum, argentum infectum.
*
Pyrrhus’un yenilgisinden ve özellikle Asya fetihlerinden sonra ...
aes grave tamamıyla ortadan kalkmıştı ve dolaşım gereksinimleri Yunanlıların
Victoria’sını,
victoriatus adı altında
[sayfa 252] kullanılmasını gerekli hale getirdi,... gümüşün ½’si 1
scrupule ağırlığındaydı,
rakamları Attika drahmisi gibiydi, a.u.c. 7 yüzyılda, Clodia, bunu Roma sikkesi yaptı. Bu, genellikle bir bakır pound ya da 12 onsluk
as* karşılığında değişiliyordu. Böylece gümüşle bakır arasındaki oran 192 : 1’di, yani ayaklanma sonucu bakırın en büyük ölçüde değer yitirdiği zamana göre 5 kat daha düşük orandaydı. Gene de bakır, Roma’da, Yunanistan ve Asya’da olduğundan daha ucuzdu.
Metal para maddesinin değişim-değerinde, onun kitlesinde gerçekleşen bu büyük devrim, mutsuz pleblerin yazgısını en amansız biçimde kötüleştirdi.
Parasal maddenin değişim-değerindeki bu büyük dönüşüm, gerçekleştiği ölçüde,
borç olarak değerini yitiren
bakırı alan ve
o sırada taşıdığı kura göre harcadıkları ya da kullandıkları için, borç senedi metinlerine göre gerçeklikte borçlandıkları tutarın 5 kat daha büyük bir tutarın borçlusu durumuna düşen zavallı pleblerin yazgısını en acımasız bir biçimde ağırlaştırdı.”
Onların kölelikten kurtulmalarının hiçbir olanağı yoktu. 3000
as’ı, bu paranın 300 öküze ya da 900 gümüş
scrupel’e eşit olduğu zaman borç alan bir kimse,
as bu metalin 1½
scrupulum’u ile temsil edilince, bunu, ancak 4.500 gümüş
scrupel fazlasına sağlayabiliyordu... Bir plep aldığı bakırın 1/5’ini geri verince, gerçekte borcunu ödemiş oluyordu, çünkü artık 1/5’in değeri, sözleşme yapıldığı zamanın 1’i kadardı. Bakır gümüşe göre değer bakımından 5 kat yükselmişti... (Plebler, borcun yeniden gözden geçirilmesini, borçlanılmış tutarın yeniden değerlendirilmesini ve başlangıçtaki yükümlülüğün değerinde bir değişim yapılmasını istediler... Alacaklılar sermayenin geri ödenmesini istemediler, ama faizlerin kendisi dayanılmaz hale gelmişti, çünkü başlangıçta %12 olan faiz
ana paranın %60’ıyla sınırlanmış, metal paranın aşırı pahalılaşması sonucu ödenmesi güçleşmişti. Borçlular için, uzlaşma yoluyla, birikmiş faizleri ana paradan düşen bir yasa çıkarıldı... Senatörler, halkı
pek iğrenç bir bağımlılık içinde tutan kazançları elden çıkarmamakta direndiler. Kendilerini, borçluları tutsak etmek, onlara bedensel cezalar vermek yetkileri ile donatan hukuksal unvanlarla silahlanmış hemen bütün toprakbeyleri,
ayaklananları baskı altına aldılar ve bu
direnenlerin üstüne yürüdüler. Her patrisyenin evi bir hapishaneydi. ... Sonunda,
borçluya, zorlamaların bir ertelenmesi ile birlikte uzunca bir ödeme süresi sağlayan ve
alacaklıya yeni zenginlik ve iktidar kaynakları açan savaşlar başlatılıyordu. Pirus’un yenilgisi Tarent’ in alınması ve Samnitler, Lucanien’ler ve öteki güney İtalya halklarına karşı kazanılan önemli zaferler sırasında Roma’nın iç durumu böyleydi.
483 ya da 485’te ilk Roma gümüş sikkesi
libella çıkarıldı;
[sayfa 253] ... adı
libella idi, çünkü ağırlığı azdı,
libra da bakırın 12 onsuna eşitti.” (
Garnier, Germain, “Histoire de la Monnaie”, etc. 2 vol. Paris 1819. t. II. s. 15 vd.)
(
Assignatlar. “
National Property. Assignat of 100 frcs.” yasal ödeme aracı... Bunlar, bütün öteki kâğıt paralardan farklıydılar,
özel bir şeyi temsil bile etmiyorlardı. “
National property” sözleri, sürekli açık artırmalarda
elkonmuş malların ya da
mülkün gene onlarla satın alınması yoluyla değerlerinin korunması anlamına geliyordu. Ama bu değerin neden 100 frank olarak konduğu belli değildi. Değer,
satın alınacak malın göreli
niteliğine ve verilen
assignatlarının sayısına bağlıydı..” (78, 79.
Nassau W. Senior: “Three lectures on the cost of obtaining money”, etc. London 1830.)
Charlemagne tarafından kabul edilen ve hemen hiçbir zaman
gerçek eşdeğer bir para ile simgelenmeyen
hesap lirası, 18. yüzyıl sonuna kadar adını olduğu gibi alt bölümlerini ve kesirlerini de korudu, oysa gerçek paralar, yalnız her hükümet değişikliğinde değil, ama aynı hükümdarlık
döneminde bile,
alabildiğine ad, biçim, büyüklük ve değer değiştiriyorlardı. Hesap lirasının değeri de gerçi
çok büyük azalmalar gösterdi, ... ama bu her zaman bir zorlama niteliği taşıyordu.”
(p. 76, c. I, Garnier,
l.c.)
Ama eskilerin bütün sikkeleri, başlangıçta ağırlıklardan oluşuyordu, (
l.c.)
“
Para en başta evrensel geçerlikte bir meta, ya da başka metaların sağlanması için herkesin kullandığı bir metadır.” (
Bailey: Money and its Vicissitudes”, etc. London 1837, s. 1.) “
Bu, en büyük aracı metadır.” (s. 2,
l.c.)
Bu,
sözleşmelerin, ya da daha sonra tamamlanacak olan mülkiyetle ilgili işlerinin imzalandığı genel metasıdır. (s. 3.) Son olarak da, “
değerin ölçüsüdür ... böylece bütün metalar para ile değişildiği için, ortak A ve B değerleri, kaçınılmaz olarak para olarak değerleri ya da fiyatları ile gösterilir ... ||36|
maddelerin göreli ağırlığı olarak, ağırlıklarının suya olan oranı ile, ya da özgül ağırlıkları ile anlaşırlar.” (s. 4.) “
Paranın eşit niceliklerinin, birinin ötekine yeğ tutulmasına meydan kalmayacak ölçüde özdeş olması için başlıca ilk gereklilik, onun fiziksel nitelikler bakımından aynı türde olmasıdır. ... Örneğin bu yüzden
tahıl ve davar buna elverişli değildir, çünkü eşit miktarda tahıl ve
eşit sayıda baş davar, onların yeğlenmesi için gereken nitelikler yönünden her zaman aynı değildir.” (s. 5, 6.) “
Değerin sürekliliği, aracı meta bir özleşme metası olarak parada çok önemlidir; bu,
onun değerin ölçüsü olma özelliği bakımından hiç önemi yoktur.” (s. 9.) “
Para değer bakımından sürekli değişebilir ve eksiksiz olarak sürekli kalmışsa değer ölçüsü olarak o kadar uygun olur. Örneğin
diyelim ki, değeri azalmamıştır ve değerin azalması,
herhangi bir ya da birçok metaya [sayfa 254] oranla değerde bir azalmayı gösterir,
tahıla ve emeğe oranla değerde görülen azalma gibi. Azalmadan önce, bir guinea ile üç şinik buğday ya da altı günlük emek satın alınırsa; o zaman yalnız iki şinik buğday ya da dört günlük emek satın alabilir. Her iki durumda, buğdayın ve emeğin paraya olan oranları, onların ortak oranlarını gösterir; bir başka deyişle, bir şinik buğdayın iki günlük emek değerinde olduğunu saptayabiliriz. Her değer ölçümü ile ilgili bir saptama azalmadan önce olduğu gibi sonra da yapılır. Değer ölçüsü olarak bir şeyin özelliği onun değerdeki kendi değişkenliğinden tamamen bağımsızdır... Değerin değişkenliği, saflık ve ağırlık değişkenliği ile karıştırılır... Değeri oluşturan nicelik üstünlüğü, tek türden metanın özünün kesin niceliği, değeri ölçmek için birim olarak kullanılmalıdır; ve varlığı değişmemesi gereken tek türden bir niteliğin özünün kesin niceliği budur.” (s. 11.
*) “Bütün para sözleşmelerinde, değerin değil ödünç alınacak altının ve gümüşün niceliği sözkonusudur.” (s. 103.) “Bir kimse, bir sözleşmenin belirli bir
değer için olmasında ısrar etmişse,
bunun hangi meta ile ilgili olduğunu göstermekle yükümlüdür: böylece, bir para sözleşmesinin burada gösterilen para niceliği ile değil, ne olduğu belirtilmemiş bir metanın niceliği ile ilgili olduğunu öne sürmüş olur.” (s. 104.) “Gerçekte
paranın ödünç verildiği sözleşmelerde bunun sınırlanması gerekli değildir.
İster kredi ile satılan herhangi bir türden mallar için, ister hizmetler, ya da arazi ve binanın rantı için olsun, ilerdeki para ödemelerinde bütün koşullar konusunda geçerli olan budur; bunlar,
aracı metanın salt ödünç verilmesinde de aynı koşul altında kesinlikle belirtilir. Eğer A bir ton demiri B’ye on pounda oniki aylık kredi ile satıyorsa, sonuç olarak bu, on poundun bir yıl için borç verilmesi ile aynı şeydir ve sözleşme yapan iki tarafın çıkarları, parada meydana gelen değişikliklerden aynı tarzda etkilenir.” (s. 110, 111.)
Ölçü birimi olarak iş görmesi gereken, para maddesinin belirlenmiş ve değişmeyen bölünebilir parçalarına adlar vermeyi – bunların adlandırılmasını paranın
fiyatının saptanması ile karıştırmak, ötekilerin yanında, ekonomi politiğin çok tutulmuş romantik kişisi Bay Müller’de kendini gösterir. Müller diyor ki:
“Sikke fiyatının gerçek belirleniminin, en başta hükümetin çok bağışlayıcı bir el açıklığıyla” (yani
Bank of England’ın altın tüccarlarının yararına ve ülkenin zararına) “para dökümünden vergi almadığı vb. İngiltere’de ne kadar önemli olduğunu herkes görüyor; ve dolayısıyla hükümet, sikke fiyatını piyasa fiyatının çok üstünde saptarsa, bir ons altın şimdi 3 sterlin 17 şilin 10½
peni ile ödenecek yerde, bir ons altının sikke fiyatını 3 sterlin 19 şilin olarak saptarsa, orada piyasadan elde edilmiş gümüş burada daha ucuz olan altın karşılığı satılan bütün altın, sikkeye akar ve yeniden sikke olur ve sikke sistemi kargaşaya döner.” (s. 280-281, t. II,
Die Elemente der Staatskunst.” Berlin 1809.) Demek ki, Bay Müller, peni ile
[sayfa 255] şilinin burada yalnız bir altın onsun bölünebilir parçalarının adlan olduğunu bilmiyor. Gümüş ve bakır paralar –zaten gümüş ve bakırın altına olan oranına göre dökülmeyip, yalnızca aynı adı taşıyan altın bölümleri için im olarak çıkarıldıkları, bu yüzden de çok küçük bir miktarda ödeme için alınmaları gerektiği– şilin ve peni adları ile dolaşımda bulunduktan için, bir ons altının altın, gümüş ve bakır paralara (yani üçlü
değer ölçütüne) bölündüklerini sanıyor. Birkaç adım attıktan sonra, İngiltere’de çifte ölçü bulunmadığı, üç türden daha az olduğu gene aklına geliyor. Bay Müller’de,
“sıradan” ekonomik ilişkiler konusundaki belirsizlik, onun “daha yüce” anlayışının gerçek temelidir.
Dolaşımdaki metaların toplam fiyatının dolaşımdaki aracı kitlesini belirlediğine, dolaşım hızının belirli bir düzeyinin önkoşulu olduğuna ilişkin genel yasadan çıkan sonuç, dolaşıma sokulan değerlerinin büyümesinin belirli bir düzeyinde değerli metalin –daha büyük özgül değerdeki, yani daha az nicelikte daha çok emek-zamanı içeren metalin– daha az değerde metalin yerini egemen dolaşım aracı olarak alması; böylece bakın, gümüşü, altını, başka bir metali, egemen dolaşım aracı olarak başka bir metalin yerinden atmasıdır. Fiyatların bu yığınsal toplamı, gümüş sikkelere göre örneğin 14 kat daha az altın sikke ile dolaşabilir. Bakır, hatta demir sikke, egemen dolaşım aracı olarak zayıf bir dolaşımı gerektirir. Tıpkı daha güçlü, ama daha değerli taşıma aracı ve dolaşım aracının daha az değerli olanın yerine geçişi gibi, dolaşan metaların ve hatta dolaşımın kitlesi kadar yığın olarak büyür.
Öte yandan, açıktır ki, günlük yaşamın küçük çapta perakende alışverişi çok küçük çapta değişimleri gerektirir – ülke ne kadar yoksulsa ve dolaşım ne kadar zayıfsa değişimler o kadar küçük çapta olur. Bir yanda çok küçük miktarda metaların, aynı zamanda da küçük değerlerin dolaştığı bu perakende ticarette, sözcüğün en gerçek anlamında, para ancak kayboluş halindeki dolaşım aracı olarak bulunur ve gerçekleşmiş fiyat olarak pekişmez. Dolayısıyla, bu ticaret için, yalnızca egemen dolaşım araçlarının bölünebilir kısımlarının imi olan yardımcı bir dolaşım aracı olarak araya girer. Bunlar, bu yüzden örneğin tözlerinin değeri altının değerine oranına göre dökülmemiş gümüş ve bakır jetonlardır. Burada, para, göreli olarak değerli bir tözde bulunsa bile, yalnız im olarak bulunur. Yoksa örneğin altının, bu perakende ticarette gerektiği gibi meta bölüşümüne uygun düşmesi için çok büyük parçalara bölünmesi gerekir.
Bunun içindir ki, bu yardımcı dolaşım araçları da, ancak, fiyatın
[sayfa 256] gerçekleşmesi olarak saptanmaları olanaksız bulunan küçük bir miktarda yasal ||37|ödemede geçerli olabilirler. Örneğin İngiltere’de bakır 6 peni tutarında, gümüş 20 şilin tutarındadır. Genellikle dolaşım ne kadar gelişmişse, dolaşıma giren metaların fiyat kitlesi ne kadar büyükse, bunların toptan değişimi perakende değişimlerden o kadar farklıdır ve dolaşım için bunlara daha çeşitli sikke türleri gereklidir. Paraların dolaşımının hızı, onların değer büyüklüğü ile ters orantılıdır.
“
Ulusların yoksul ve ödemelerin önemsiz olduğu toplumun ilk aşamasında bakır, her parasal amacı karşılayan araç olarak biliniyordu ve o zamanlar gerçekleşen önemli değişimleri kolaylaştırmak için çok küçük değerde parçalar halinde dökülüyordu. Roma Cumhuriyetinin ve İskoçya’nın ilk çağında böyleydi.” (s. 3.) (
David Buchanan. “Observation the subjects, treated of in Dr. Smith’s lnquiry”, etc. Edinburgh 1814.) “
Bir ülkenin genel serveti, ödemelerin doğası ve parasının durumu ile tamı tamına ölçülmüştür; ve geçerlikteki parada düşük nitelikli bir metalin ağır basmış olması özelliği, buna bağlı olarak çok düşük bir sayı taşıyan sikkelerin kullanılması, toplumun pek kaba bir durumda olduğunun belirtisidir.” (s. 4.) Daha sonra “
para işleri iki farklı sektöre ayrılır; başlıca ödemeler, daha değerli metallerle değişilerek gerçekleştirilir; buna karşılık düşük değerde metaller daha önemsiz değişimler için alıkonur, ve böylece, geçerli olan
başlıca paraya tamamen bağımlılaşır. Değerli bir metalin bir ülkenin
geçerli parasına ilk
girişi ile yalnızca
başlıca ödemelerde kullanılması arasında büyük bir süre vardır;
perakende ticaret ödemeleri bu süre içinde öyle önemli duruma gelmiş olmalı ki,
servetin artması sonucu olarak, bunlar, en azından kısmen
yeni tip ve daha büyük değerde para ile kolaylıkla yürütülebiliyordu; çünkü,
sermayenin gelirini... tüketicinin hesabından sonunda çeken her ticarette, aynı zamanda perakende ticaret işlemlerinin işine gelmeyen daha büyük ödemeleri için, hiçbir zaman para kullanılamıyordu.”
(Kâğıt paralarda görüldüğü gibi, bu yanlıştır.) ... Kara Avrupasında, gümüş-para,
başlıca ödemeler için her alanda yerleşmiştir. ... Britanya’da dolaşımdaki gümüş miktarı,
pek küçük ödemeler için gerektiğinden fazla olmamıştır ... uygulamada gümüş 20 şilin tutarında bir ödeme pek az yapılmıştır.
...
William III’ün hükümdarlığından önce, gümüş-para, devlet vergilerinin ödenmesi için hazineye büyük çuvallar içinde taşınıyordu. Bu dönemde büyük değişim meydana geldi.
...
İngiltere’nin başlıca ödemeleri için yalnızca
altının kabul edilişi, bu dönemde perakende ticaret ödemelerinin daha çok altınla yapıldığının
açık bir kanıtıdır; bu,
tek bir ödemenin, altın paraların herhangi [sayfa 257] birini hiçbir zaman
aşmaksızın ya da kendine eşitlenmeksizin olanaklıydı;
çünkü, altından genellikle vazgeçilmesi ve gümüşün seyrek bulunuşu dolayısıyla, küçük tutarlar için doğal olarak
altın para veriliyor ve
paranın üstü için gümüşle dengelenmesi isteniyordu; böylece altın,
perakende ticarete yardım ederek ve
küçük ödemeler için bile gümüşün kullanılmasında tasarruf sağlayarak,
perakende satıcıların elinde altın birikimini önleyebilir.
... İngiltere’de (1695)
başlıca ödemeler için gümüşün yerine altın geçtiği sırada,” “İsveç’te bakırın yerini gümüş aldı.
...
Büyük ödemeler için kullanılan sikkenin yalnız gerçek değeri üzerinden geçerli olabileceği açıktır ... ancak içsel değer
dolaşımda bir yedek para için gerekli değildir.
Roma’da
bakır önde gelen para olduğu uzun zaman boyunca, a
ncak gerçek değeri üzerinden geçerliydi. Birinci Pön Savaşının başlamasından 5 yıl önce kabul edilen gümüş yavaş yavaş önemli ödemelerde bakırın yerini aldı ... Gümüşten 62 yıl sonra da bu yeri altın aldı,
ama başlıca ödemeler için gümüşün asla dışlanmamış olduğu görülüyor.
... Hindistan’da bakır
yedek bir para olmadı; bunun içindir ki,
gerçek değeri üzerinden geçerlidir. 2 şilin 3 penilik bir
gümüş sikke rupi hesap parasıdır; altın sikke olan mohur bunun oranındadır ve bakır sikke olan piçe ile birlikte piyasada onların değeri olabilir; bir rupi ile değişilen piçe sayısı her zaman
paranın ağırlığı ile değeri birlikte
değişir. Oysa burada
24 yarım-peni, ağırlığa bakılmaksızın her zaman 1 şiline eşittir. Hindistan’da,
perakende satıcı,
metaları için her zaman
daha çok miktarda bakır sikke almak zorundadır ve bu yüzden onun gerçek değerini
alması için
çaba gösteremez. ... Avrupa’da,
geçerli olan paralarda bakır, ağırlığına ve
saflığına bakılmaksızın, saptanmış olduğu her değer üzerinden geçerlidir.
(s. 4-18.) İngiltere’de, 1798’de,
özel satıcılar, bakırın
fazlasını çıkarmışlardı;
bakır yalnız 6 peni için yasal ödeme olduğu halde, bu,
perakendecilere kadar (fazlalık) bir yöntem olmuştu. Onlar bunu yeniden dolaşıma sokmaya çalışmışlar; ama sonunda bu onlara geri dönmüştür. Bu paranın akışına bir sınır konulduğu zaman,
perakendecilerde bakır 20, 30, hatta 50 liralık
tutarlarda yığılmış, sonunda onlar bunu
gerçek değeri üzerinden satmak zorunda kalmışlardır.” (s. 31.)
Yedek parada dolaşım aracı, bu niteliği ile salt kayboluş halindeki araç olarak, aynı zamanda eşdeğer olan dolaşım aracı yanında özel bir varlık kazanır, fiyatları gerçekleştirir ve bağımsız değer olarak birikir. Dolayısıyla burada ancak yalnız simgedir. Bu nedenle de, tamamıyla
[sayfa 258] küçük
perakende ticaret için gerekli nicelikte piyasaya çıkarılabilir, bu da her biriktirmeyi engeller. Bu nicelik dolaşıma konan paranın değerinin toplamının hızı ile bölünmesi sonucu belirlenmiş olması gerekir. Belirli bir değere sahip dolaşan aracının fiyatlarla belirlenmiş olan kitlesi, dolaşımın gerektirdiğinden daha büyük bir miktar yapay yoldan dolaşıma sürülür ve satılamazsa, (dolaşım aracı olarak
gerçek değerinin üzerinde olduğu için, burada böyle bir şey sözkonusu değildir), paranın değerinin düşeceği kendiliğinden anlaşılır; çünkü fiyatları belirleyen nicelik değildir, tersine fiyatlar niceliği belirler, yalnız böyle belirli bir değerin belirli bir niceliği dolaşımda kalabilir. Dolayısıyla, dolaşımın, fazla niceliği dışarı atabileceği açık kapılar olmazsa, dolaşımdaki aracı, dolaşım aracı olma biçimini kendisi için değer biçimine dönüştüremez – o zaman dolaşım aracının değeri düşmek zorundadır. Ancak yapay engeller, sikkeyi eritme yasağı, dışsatım vb. durumlar dışında, dolaşım aracı yalnız bir simge ise, nominal değerine uygun düşen bir gerçek değere bizzat sahip değilse, yani dolaşımdaki aracı biçiminden meta biçimine hiç geçemiyorsa ve taşıdığı damgalar silinebiliyorsa; sikkenin varlığının tutsağı olmuşsa, böyle bir şey olabilir. Bunun bir sonucu da, simgenin, paranın rakamının, temsil ettiği altının nominal değeri üzerinden –kendine ait herhangi bir değere sahip olmaksızın– dolaşabilmesidir, ama bunun için paranın yalnızca, bizzat dolaşabildiği miktarda dolaşım aracını temsil etmesi gerekir. Ama bunun bir koşulu da, bizzat kendisinin, ya yalnız yedek halde dolaşmasına elverişli olacak kadar küçük miktarda var olması, yani bir an bile dolaşım aracı olmaktan çıkmaması (burada sürekli olarak kısmen küçük miktarda metaların değişiminde, kısmen de gerçek dolaşım aracının değişilmesinde kullanılır), dolayısıyla hiç birikmemesi; ya da hiçbir değere sahip olmaması ve dolayısıyla nominal değerinin kendi içsel değeri ile karşılaştırılmamasıdır. Bu sonuncu durumda salt
simge olarak konmuştur, bu simge kendisi tarafından, onun dışında var olan değeri gösterir. Öteki durumda, içsel değerinin kendi nominal değeri ile karşılaştırılması durumuna düşmesi asla sözkonusu olmaz.
||38| Bu yüzden paranın sahteleri derhal kendini gösterir; oysa değerinin tümden yok edilmesi ona zarar vermez. Yoksa, paranın yerini değeri olmayan bir kâğıdın alabilmesi; ama metal içeriğinin birazcık olsun azalmasıyla değer yitirmesi çelişkili görünebilir.
Genel olarak dolaşımdaki paranın çifte belirlenimi çelişkilidir; onlar da, bir yandan, kaybolmakta olan salt aracısı durumundaki salt dolaşım aracı olarak iş görür; ve aynı zamanda da, biriktiği ve para olarak üçüncü belirlenimine dönüştüğü biçimde, fiyatların gerçekleşmesi işini görür. Dolaşım aracı olarak para yıpranır; yani onu sabit bir miktarda nesneleşmiş emek yapan metal tenörü içerilmez. Dolayısıyla
[sayfa 259] kendi değeriyle örtüştüğü her zaman çok ya da az aidatladır. Buna bir örnek verelim.
Para bölümünün bu noktasında nicelik belirlenimini getirmek önemlidir, ama alışılagelen doktrine göre, bunun tam tersi bir sonuç çıkarılıyor. Niceliği, dolaştırdığı fiyatlarla belirlendiği için, para yerine konabilir. Değerin kendisi olduğu ölçüde –yedek dolaşım aracındaki gibi–, niceliğinin, paranın eşdeğer halinde birikememesi ve gerçekten yalnız asıl dolaşım aracının yan tekerleği olarak rol oynaması biçiminde belirlenmiş olması zorunludur. Ancak bunu bizzat kendisinin yerine koyması gerektiğine göre, hiçbir değere sahip olamaz, yani değerinin onun dışında varolması gerekir. Dolaşımdaki
dalgalanmalar, işlemlerin tutarı ve sayısı ile belirlenir. (
Economist.)
Dolaşım, fiyatların değişmemesi durumunda metaların
tutarının çoğalmasıyla;
tutarın aynı kalması durumunda metaların fiyatının çoğalmasıyla; her ikisiyle birlikte çoğalabilir.
Fiyatların
dolaşımda paranın niceliğini düzenlediği ve
tersi olmadığı; başka bir deyişle, ticaretin parayı (dolaşım aracının niceliğini) düzenlediği ve
tersi olmadığı önermesinde,
doğal olarak, bizim vardığımız sonucun gösterdiği gibi, fiyatın ancak başka bir dile çevrilmiş değer olduğu varsayılır. Değer ve emek zamanı ile belirlenmiş değer önkoşuldur. Dolayısıyla açıktır ki, bu yasa, fiyatların
dalgalanmalarına her çağda aynı biçimde uygulanamaz; örneğin, eski dünyada, dolaşım aracının kendisinden değil,
değişimden değil, ama soygundan, yağmadan vb. geldiği yerde, Roma’da uygulanamaz.
“Bunun sonucu olarak hiçbir ülkenin birden fazla
ölçütü;
değer ölçüsü olarak birden fazla ölçütü olamaz; çünkü bu
ölçütün tekdüze ve
değişmez olması zorunludur. Hiçbir malın, başka mallara karşı tekdüze değişmez değeri yoktur: Onun yalnız
kendinde böyle bir değer vardır. Bir altın sikke her zaman başka bir altın sikke gibi aynı değerdedir, tamamıyla aynı saflıkta, aynı ağırlıktadır ve aynı yere sahiptir, ama
altın ve herhangi başka bir mal, örneğin
metal-parça için bu söylenemez.” (
Economist, cilt I, s. 771.)
“
Pound, standart nitelikte altının belirli ve değişmez bir niceliğe ilişkin bir hesap adlandırılmasından başka bir şey değildir.” (
l.c.) “Bir ons altının 3 sterlin 17 şilin 10½ peni yerine 5 sterlin değer haline
geldiğini söylemek, yalnızca, bundan sonra 3
420/
480 sovereign yerine onun 5
sovereign olarak döküleceğini söylemek demektir. Bununla
altının değerini değiştirmiş olmayız, yalnız onun
ağırlığını ve dolayısıyla da
poundun ya da
sovereign’in değerini değiştiririz. Bir ons altın eskisi gibi buğday ya da öteki metalar için göreli
[sayfa 260] olarak aynı değeri taşır, ama bir pound eskisi gibi gene aynı adı taşımakla birlikte bir ons altının daha küçük bir değerini temsil ettiğinden, buna
uygun olarak daha küçük nicelikte buğdayı ya da başka metaları temsil eder. Tıpkı, bir
quarter buğday artık 8’e değil, 12 şinike bölünmüş olmalıdır dememiz gibi; bu işlemle, buğdayın değerini değiştirenleyiz, bir şinikte bulunan
niceliği ve dolayısıyla da onun değerini azaltırız.” (s. 772,
l.c.) “Hangi geçici ya da sürekli değişiklik olursa olsun, onun
fiyatı her zaman aynı para tutarı ile ifade edilir; bir ons altın, eski
paramız gibi 3 sterlin 17 şilin 10½ peni olacaktır. Onun değerindeki değişme, satın alabildiği metaların daha büyük ya da daha az niceliği ile gösterilir.” (
l.c, s. 890.)
Düşüncel demir çubuk ile Buenos Aires’teki
düşüncel milrea (kâğıt paraların değer yitirmesi sırasında İngiltere’de de pound) karşılaştırılabilir. Burada
sabit olan,
milrea adıdır; değişen onun ifade ettiği altın ya da gümüş miktarıdır. Buenos Aires’te dolaşımdaki para, çevrilemeyen kâğıt paradır (kâğıt-dolar); bu dolar, başlangıçta 4 şilin 6 peniye eşitti; şimdi aşağı yukarı 3¾ penidir ve 1½ peni kadar düşmüştür. Eskiden bir arşın kumaş 2 dolardı, şimdi değeri düşen
kâğıt para sonucu
nominal olarak 28 dolardır.
“İskoçya’da
değişim aracı, ki bunu
değerin ölçütü ile karıştırmamalı, 1 liradan fazladır, denebilir ki, yalnız kâğıt paradır ve dolaşımda altın hiç yoktur; bununla birlikte altın dolaşımda başka hiçbir şey yokmuş gibi değerin ölçütüdür, çünkü kağıt para bu metalin aynı sabit niceliğine çevrilir; ve yalnızca böyle çevrilebilir olduğu kanısı dolayısıyla dolaşımdadır.” (s. 1275.)
“Guineler, güvensizlik dönemlerinde istif edilmiştir.” (
Thornton, s. 48.)
Paranın bağımsız değer olarak işlev gördüğü istifçilik ilkesi, şaşırtıcı biçimler bir yana, paranın ortaya çıktığı
bir öğe olarak, para dolaşımına dayalı değişimde gereklidir; çünkü A. Smith’in dediği gibi, herkesin kendi metası yanında
aracı bir niceliği, “genel metanın” belirli bir oranına gereksinimi vardır.”
“Ticaret yapan insanın ticarette malı vardır.” (
l.c. s. 21.)
[sayfa 261]
Metanın değerini belirleyen emek değil, sermayedir. Torrens.
“
Eşit sermayeler ya da, başka bir deyişle,
birikmiş emeğin eşit nicelikleri çoğunlukla aracı emeğin çeşitli niceliklerini harekete getirir, ama işin özünde bir şey değişmez.” (s. 31. Torrens.
“An Essay on the Production of Wealth”, London 1821.) “
Toplumun ilk döneminde ... metaların göreli değerini belirleyen ... birikmiş ve doğrudan üretimde harcanmış emeğin toplam niceliğidir. Ama
sermaye birikimi sağlandıktan ve bir kapitalist sınıfı bir işçi sınıfından ayrı olarak belirgin hale geldikten sonra,
herhangi bir kişi bir sanayi kolunu üzerine alırsa, kendi işini yapmaz da başkalarının geçimini ve malzeme sağlarsa, o zaman metaların değişilebilir gücünü belirleyen sermayenin tutarı, ya da üretimde harcanan birikmiş emeğin niceliğidir.” (s. 33, 34.) “
Uzun zaman iki sermaye eşit... bunların ürünleri de eşit değerde ise, bunların kullandığı ya da ürünlerinin gerektirebileceği doğrudan emeğin niceliğini birbirinden ayırabiliriz. Sermayeler eşit değilse, ...
ürünleri aynı değerde değilse, herbirinin kullandığı emeğin toplam niceliği tamamıyla eşit olmalıdır.” (s. 39.) Öyleyse “
kapitalistlerin ve emekçilerin bu ayrımına göre, değişim-değerini belirleyen,
sermayenin tutan, birikmiş emeğin niceliğidir; bu ayrımdan önceki gibi, üretimde kullanılan birikmiş
ve doğrudan emeğin toplamı değildir.” (
l.c.)
Bay Torrens’in yanılgısı, rikardocuların
soyut tutumu karşısında doğrudur. Ama kendisi, kökten yanlıştır. Birincisi, saf emek-zamanı ile değerin belirlenmesi yalnızca sermayenin ||39| üretimi temeli, yani iki sınıfın ayrılığı üzerinde oluşur.
Kâr oranı ortalamasının aynı olması sonucu –(ve bunun gibi
cum grano salis*)– fiyatların eşitlendirilmesinin, değerin belirlenmesi ile
hiçbir ilişkisi yoktur, ama tersine, değeri
önkoşul yapar. Rikardocuların yanılgısını göstermek için bu nokta önemlidir.
En düşük ücret.
Kâr olarak artı-değerin oranı 1) artı-değerin kendisinin büyüklüğü tarafından; 2) canlı emeğin
birikmiş emeğe oranı tarafından (
sermayenin ücrete
harcanan kısmının bu niteliğiyle kullanılan sermayeye oranı tarafından)
belirlenir. 1) ve 2)’yi belirleyen bu iki nedenin özellikle incelenmesi gerekir. Örneğin rant yasası birincisine girer. Şimdilik bu niteliğiyle gerekli-emek varsayılır; bu demektir ki, emekçi yalnız ücretin gerekli olan en azım alır. Bu varsayım, emek ücretinin yükselmesi ve düşmesi ya da toprak mülkiyetinin etkisi ile belirlenmemişse, kâr yasalarının saptanması için doğal olarak gereklidir.
Katı varsayımların hepsi bizzat gelişmenin akışı içinde akıcı hale gelir. Ama yalnızca
[sayfa 262] bunların başlangıçta kesin olmasıyla
her şeyi birbirine karıştırmaksızın geliştirmek olanaklıdır.
Ayrıca gerçekten kesindir ki, örneğin, gerekli emeğin ölçüsü çeşitli dönemlerde ve çeşitli ülkelerde birbirinden farklı olmakla birlikte, ya da ham ürün fiyatlarının değişmesi sonucu, bunun oranı, ya da emeğin arz ve talebi sonucu tutan ve oranı değişiyorsa da, hangi dönemde olursa olsun ölçünün sermaye tarafından saptanmış olarak kabul edilmeli ve buna göre işlem yapmalıdır. Böylesi değişmelerin kendisinin incelenmesi, ücretli emeğin işlenmesi kesimine girer.
“
Değişilen değer, mutlak üretim maliyeti ile değil, göreli üretim maliyeti ile belirlenir. Altın üretiminin maliyeti, bütün öteki şeylerin maliyeti iki katına çıktığı halde, aynı kalmışsa, o zaman altının satınalma gücü daha önceki bütün şeylere göre daha az olur; ve değişilen değeri yan-yanya azaldığı halde tıpkı bütün öteki şeylerin maliyetinin hiç değişmemiş olması gibi bir sonuç doğurur.” (s.
56, 57. Torrens, l.c.)
Bu, fiyatlar için önemlidir. Değerin belirlenmesi için hiç önemli değildir; yalnızca totolojidir.
Bir metanın değeri içerdiği emeğin niceliği ile belirlenmiştir, demek, onun, kullanım-değerinin başka bir biçiminde aynı nicelikte emeğe karşılık değişildiği anlamına gelir. Bundan dolayı açıktır ki, a nesnesinin üretimi için gerekli-emek zamanı
iki katına çıkarsa, bunun yalnız yarısından fazlası = eski eşdeğeri b. Eşdeğerlik emek-zamanının ya da emek niceliğinin eşitliği ile belirlenmiş olduğundan,
kuşkusuz değer farkı da bunun eşitsizliği ile belirlenmiştir, ya da emek-zamanı değerin ölçüsüdür.
1826’da pamuk makineleri ve işçiler. Hodgskin.
“1826’da,
çeşitli makineler pamuğun işlenmesinde 150 kişinin yapacağı iş için bir kişi çalıştırıyordu. Şimdi diyelim ki, burada yalnızca 280.000 kişi çalıştırılmıştır; o zaman yarım yüzyıl önce aynı işte 42 milyon kişinin çalıştırılmış olması gerekirdi.” (s. 72.) (Hodgskin.)
“Değerli metallerin öteki metalara olan göreli değeri, bunlardan ne kadarının başka şeyler için verilmesi gerektiğini belirler; ve belirli bir dönemde yapılacak satışların sayısı, para satışları etkileyen alet olduğu ölçüde, gerekli paranın niceliğini belirler.” (
l.
c. s. 188.)
“
Para dökümü uygulamasının bireylerle başladığına, sona erinceye kadar onlar tarafından uygulandığına ve hükümetler tarafından tekel altına alındığına ilişkin sayısız neden vardır. Rusya’da durum böyle olmuştur.” (Bkz:
Storch)
(
l.c., s. 195, not.)
Hodgskin, romantik Müller gibi başka bir görüştedir. “
Yalnızca [sayfa 263] bireylerin getirdiği sikke damgaları çoğunlukla hiç düşünülmeden onlara dökümcü emeğinden başka bir şey yüklemez; ve para ile uğraşan kimselerin yararına halka vergi yükler.”
(s. 194.
Popular Polit. Econ. etc, London, 1827.)
Makine hammaddeyi nasıl sağlar? Keten sanayisi. Halat ipliği. Economist.
Para üzerine bu konu-dışı yazılardan sonra –bu bölümü bitirmeden önce yeri geldikçe bunları gene ele almamız gerekecek–
çıkış noktamıza geri dönüyoruz (bkz: s. 25, defter VII). Manüfaktür sanayisinde olduğu gibi makinelerin geliştirilmesinin, bunun sonucu olarak üretken gücün artmasının,
hammaddenin mutlak çoğalışını istemek yerine, hammaddeyi nasıl (
göreli olarak)
sağladığı konusunda bir örnek: “
Fabrika sistemi keten sanayisinde çok yenidir. 1828’den önce İrlanda ve İngiltere’de keten ipliği büyük ölçüde elle yapılıyordu. Bu sırada
keten ipliği makineleri özellikle Leeds’de Bay Peter Fairbairn’in çabası ile öyle geliştirildi ki, çok geniş
alanda kullanılmaya başlandı. Bundan sonra iplik fabrikaları Belfast’ta ve Kuzey İrlanda’da, Yorkshire’in, Lancashire’in çeşitli bölgelerinde ve İskoçya’da ince iplikler üretmek üzere çok yoğun olarak kuruldu, birkaç yıl sonra elle iplik bükme terkedildi... Şimdi
en iyi halat ipliği, 20 yıl önce döküntü diye atılanlarla üretiliyor.” (
Economist, 31 Ağustos 1850)
Makine ve artı-emek.
Makinelerin her türden kullanılması sırasında –durumu, ilkin, doğrudan ortaya çıktığı gibi, bir kapitalistin sermayesinin bir kısmım doğrudan emeğe yatıracak yerde, makineye yatırdığı biçimi ile inceleyelim– sermayenin bir kısmı, onun değişen ve kendi kendine çoğalan bölümden, yani canlı emek karşılığında değişilen bölümden bir kısmı, üründe yeniden-üretilen ya da korunan değerin değişmeyen kısmına eklemek için çıkarılır. Ama bu,
geri kalan kısmı daha üretken yapmak için olur.
Birinci durum: makinelerin değeri, yerine koyduğu emek-güçlerinin değerine eşittir. Bu durumda, yeniden-üretilmiş değer azalır, emek-gücünün geri kalan bölümünün artı-emek zamanı bunların sayısının azaldığı kadar büyümezse azalmaz. 100 işçiden 50’si işten çıkarılır ve yerine makine konursa, geri kalan 50 işçi, daha önce 100 işçinin yarattığı kadar artı-emek zamanı yaratmak zorundadır; dolayısıyla ötekiler 2 saat yaratırken, bunlar günde 4 saat yaratacaktır. Bu durumda,
[sayfa 264] artı-emek-zamanı 50x4=200, daha önceki gibidir, 100x2 = 200, oysa mutlak emek-zamanı azalmıştır. Bu durumda, yalnız artı-emeğin üretimiyle ilgisi olan sermaye için durum aynıdır. Bu durumda işlenmiş hammadde aynı kalır; bunun gideri değişmez; emek aracı için gider artar; emek için azalır. Toplam ürünün değeri aynı kalır, çünkü nesneleşmiş ve aynı artı-emek zamanının toplamına eşittir. Böyle bir
durum, sermaye için kesin olarak hiçbir gelişmeyi temsil etmez. Bir yanda artı-emek zamanından kazandığım, sermayenin nesneleşmiş emek olarak, yani değişmeyen değer olarak üretime giren kısmında yitirir. Bu arada düşünülmesi gereken, makinenin, belirli bir değere sahip olmuş, yani paranın belirli bir tutarına karşı değişilmiş yetersiz üretim aletlerinin yerine geçmesidir. İşin içinde bulunan kapitalist için olmasa bile, işe yeni başlayan kapitalist için, üretken gücün tamamlanmamış aşamasında kullanılan sermaye bölümü makinelerin maliyetinden çıkar.
||40| Öyleyse, örneğin, 1.200£ (50 emek-gücü), makine işe sokulur sokulmaz, üretim aletlerine ait daha önceki 240 pound gider ortadan kalkınca, sermayenin artı-gideri, yalnız 960£, yılda 40 emekçinin fiyatı tutarındadır. Öyleyse bu durumda, geri kalan 50 emekçi hep birlikte, tam tamına daha önce 100 emekçinin ürettiği kadar artı-emek üretirse, şimdi 2.160 sermaye ile 200 artı-emek üretir, daha önce bunu 2.400 sermaye ile üretiyordu. Emekçi sayısı yan-yarıya azalmış, mutlak artı-emek eskisi gibi 200 emek-saati olarak aynı kalmıştır; ama artı-emeğin sermayenin değişmeyen kısmına oranı kesinlikle artmıştır. Toplam 9.240 sterlindir. İşte açıkça şöyle:
Hammaddeye yatırılan sermaye aynı kaldığı, makineye yatırılan sermaye çoğaldığı, ama emeğe yatırılan sermayenin azalması oranında çoğalmakla birlikte,
sermayenin toplam yatırımı azalmıştır; artı-emek aynı kalmış, yani sermayeye oranla artmıştır ve artı-emek zamanının büyümesi gerektiği oranda, yan-yarıya daha az emekçiye karşın aynı kalmakla yetinmemiş, daha da çok artmıştır; yani artış, yeni üretim araçlarının maliyetinden eski üretim araçlarının giderinin azalışı oranında olmuştur.
Makinenin kullanılması ya da üretken gücün genel bir artışı, bu üretken gücün kendisi gibi, nesneleşmiş emeğe dayanır, ve dolayısıyla bir maliyeti vardır; dolayısıyla sermayenin daha önce emek karşılığında yatırılmış olan kısmının bir kısmı, üretim sürecine kalıcı değer olarak giren sermaye kısmını oluşturan kısım olarak yatırılmış olursa, [makinenin kullanılması] yalnızca artı-emek zamanının oranının aynı kaldığı yerde değil, yani kullanılan canlı emeğe oranının arttığı yerde değil, makinelerin değerinin işten çıkarılan emekçilerin değerine göre daha büyük bir oranla arttığı yerde başlar. Bunun gerçekleşmesi için de, ya daha önceki üretim aleti için yapılmış bütün masrafın düşülmesi
[sayfa 265] gereklidir. Bu durumda,
yatırılan sermayenin genel toplamı azalır ve kullanılan emeğin genel toplamının oranının sermayenin değişmeyen kısmına oranı azalmakla birlikte, artı-emek zamanı aynı kalır, ve dolayısıyla hem emeğe harcanan sermaye bakımından gerekli-emek-zamanına karşılık, hem de toplam sermayeye karşılık büyümüştür; [yatırılan] sermayenin genel değerine karşılık, bu değer azaldığı için büyümüştür. Ya da makinelerin değeri, daha önce canlı emeğe harcanan şimdi gereksiz hale gelmiş olan değer büyüklüğünde olabilir; ama sermayenin geri kalan kısmının artı-emeğinin oranı çoğalmıştır ve böylece 50 işçi, yalnızca, eskiden 100 işçinin artı-emeği kadar artı-emek vermekle kalmamış, daha da çoğunu vermiştir. Diyelim, örneğin, her 4V
4 saat yerine 4 saat [yeterli olmuştur]. Bu durumda ise sermayenin büyük bir kısmı hammadde vb. için geçerlidir, kısacası, daha büyük bir toplam sermaye gereklidir. Daha önce 2.400 sterlin karşılığında yılda 100 işçi çalıştıran bir kapitalist 50 işçiye yol verir ve onların yerine 1.200 sterlinlik makine koyarsa, bu makineler –daha önceki 50 işçi maliyetinde olmakla birlikte–, daha az işçinin ürünüdür; çünkü bu kapitalist makineleri satın aldığı kapitalistle hem gerekli-emeği, hem de artı-emeği öder. Ya da makineleri kapitalistin kendisi yaptırıyorsa, işçilerin bir kısmını yalnız gerekli-emek için kullanmış olabilir. Dolayısıyla makinelerin durumunda, artı-emek, gerekli-emek zamanının mutlak azalmasıyla artar. Bunun yanında hem kullanılan sermayenin mutlak azalışı, hem de bu sermayenin büyümesi sözkonusu olabilir.
Sermaye ve kâr. Değer ürün olur. – Kapitalist üretimde çalışma koşullarına
karşı işçinin tutumu. Sermayenin bütün bölümleri kâr getirir. – Pamuk
fabrikasında sabit ve döner sermaye ilişkisi. Senior’da artı-emek ve kâr.
Makinenin emeği uzatma eğilimi. – Taşımacılığın dolaşım vb. üzerine etkisi.
– Taşımacılık istifçiliği gittikçe ortadan kaldırır. – Mutlak artı-emek ve
makine. Senior.
Sermayenin kendisi tarafından konmuş ve sermayenin toplam değerine olan sayısal oranla ölçülmüş
artı-değer kârdır; sermaye tarafından mal edinilmiş ve soğurulmuş olan canlı emek, sermayenin kendi yaşamsal gücü, onun kendi-kendini yeniden-üreten gücü olarak ortaya çıkar, ve ayrıca onun kendi hareketiyle, dolaşımıyla ve onun kendi hareketiyle ilgili zamanla, dolaşım zamanıyla değişikliğe uğramıştır. Böylece sermaye önce kendi-kendine sürüp giden ve kendi-kendine yeniden-üreten değer olarak konmuştur, çünkü önkoşul olan değer olarak, konmuş değer olarak kendini belli eder. Sermaye tümden üretime girdiği ve sermaye olarak çeşitli öğeleri ancak biçimsel olarak birbirinden ayrıldığı, ve bunlar aynı biçimde değer toplamları oldukları için, değerin konulması bunlarda aynı biçimde içerilmiş olarak bulunur. Bundan başka, sermayenin emek karşılığında değişilen kısmı,
[sayfa 266] ancak
öteki kısımlarının da konmuş olması ölçüsünde üretken olduğu için –ve bu üretkenliğin oranı da değerin büyüklüğüyle vb., bu kısımların onlar arasında farklı belirlenimleriyle (
sabit sermaye vb. gibi) koşullandırılmıştır–, artı-değerin, kârın konulması, sermayenin bütün kısımlarıyla aynı biçimde belirlenmiş olarak görünür. Bir yandan, emeğin koşulları sermayenin nesnel, oluşturulmuş kısımları olarak konduğu, ve öte yandan, emeğin kendisi sermayeye birleşmiş etkinlik olarak bulunduğu için, bütün emek süreci de onun kendi süreci olarak görünür, dolayısıyla artı-değerin büyüklüğü, sermayenin işçiyi harcamaya zorladığı artı-emekle değil, emeğe sağladığı artan üretkenlikle ölçülür. Sermayenin asıl ürünü kârdır. Bu bakımdan artık sermaye servetin kaynağı olarak konmuştur. Ama sermaye kullanım-değerleri yarattığı ölçüde, kullanım-değerleri üretir, bunlar da
değerle belirlenmiş kullanım-değerleridir: “değer ürün olur”. (Say.)
Öyleyse, sermaye tüketim için üretir. Emeğin sürekli yenilenmesi yoluyla ölümsüzleştiği için, sürekli değer olarak ortaya çıkar, onun korunmasına bağlı olan üretimin önkoşuludur. Emeğin karşılığı olarak sürekli yeniden-değişildiği ölçüde, emek fonları olarak görünür. Emekçi doğal olarak, emeğin nesnel koşulları olmadan üretemez. ||41j Bu koşullar ise sermayede ondan ayrılır, onun karşısında bağımsızdır. Emekçi, yalnızca, emeğinin kendisi daha önce sermaye tarafından mülk edinilmişse, emeğin koşulları olarak bunları karşısında bulabilir. Sermaye açısından, emeğin nesnel koşulları işçi için gerekli görünmezler, ama işçi bu koşulları kendi karşısında bağımsız olarak varolmuş görür – ki işçi bu koşullardan ayrılmış, onlara kapitalist sahip olmuştur, ve bu ayrılma, ancak, işçi, üretici gücünü sermayeye bıraktığı, buna karşılık, kendisi bunu soyut emek-gücü olarak koruduğu, yani tam da sermaye içinde kendine karşı salt egemen güç olarak serveti yeniden üretme olanağı bulduğu zaman ortadan kalkmış olur.
Dolayısıyla sermayenin bütün kısımlan, gerek dolaşan (emek ücretine ve hammaddeye vb. yatırılan) kısmı, gerek
sabit sermayeye yatırılan kısmı, aynı zamanda kâr getirir. Bu durumda sermaye, ya döner sermaye biçiminde, ya da sabit sermaye biçiminde kendi kendini üretebilir. Daha önce dolaşımı incelerken, sermayenin değerinin, bu iki biçimden birinde önkoşul oluşuna göre, çeşitli biçimlerde geri döndüğünü gördüğümüz için ve kâr üreten sermaye açısından değerin basit olarak değil de, sermayenin değeri ve kâr, değerin kendisi olarak ve kendini gerçekleştiren olarak geri döndüğü için, bu iki biçimde sermaye kâr getirir durumda çeşitli biçimlerde bulunmuş olur. Döner sermaye, tamamıyla, onun değişim-değerinin taşıyıcısı olan kullanım-değeri
[sayfa 267] ile birlikte dolaşıma girer; para karşılığında değişilir. Yani satılır, her defasında yalnız bir kısmı dolaşıma girdiği halde tamamen satılır. Ancak, bir devirde, ürün olarak tamamen tüketime (ister bireysel, ister gene üretken olan tüketime) geçmiş ve değer olarak tamamıyla yeniden üretilmiştir. Bu değer, artık kâr olarak ortaya çıkan artı-değeri içine alır. Değişim-değeri olarak gerçekleşmek üzere kullanım-değeri olarak devredilir. Demek ki bu, bir
kâr ile satıştır. Oysa biliyoruz ki,
sabit sermaye ancak birçok yıl boyunca,
döner sermayenin birçok devri içinde parça parça geri döner ve aynı zamanda da yalnız tüketildiği ölçüde (daha önce ise doğrudan üretim eylemi içinde), değişim-değeri olarak dolaşıma girer ve bu durumda geri döner. Ama şimdi değişim-değerinin hem girişi, hem de geri dönüşü, sermaye değerinin girişi ve dönüşü olmakla kalmaz, aynı zamanda kârın girişi ve dönüşüdür. Böylece bölünebilir sermaye kısmına eşit olan bölünebilir bir kâr kısmı vardır.
“Kapitalist yatırdığı sermayenin bütün kısımları için aynı kazancı bekler.” (
Malthus. “Principles of Political Economy”, 2. ed. Lond. 1836, s. 267.)
“Servetin ve değerin belki birbirine en bağlı olduğu nokta, birincisinin üretimi için ikincisinin gerekliliğidir.” (
l.c, s. 301.)
(“
Sabit sermaye” (pamuklu yapımevlerinde) “genellikle döner sermayenin l:4’ü oranındadır, o zaman bir üreticinin 50.000 sterlini varsa, 40.000 sterlinini fabrikasının yapılmasına ve içine koyacağı makinelere harcar, ancak 10.000 sterlinini hammadde (pamuk, kömür vb.) alımına ayırır.” (
Nassau W. Senior. “Letters on the Factory Ad” etc. 1837, II, 12.) “
Sabit sermaye sürekli yıpranma ile karşı karşıyadır; bu, yalnızca kullanımının değil, aynı zamanda
sürekli mekanik yeniliklerin sonucudur...” (
l.c.)
“Bugünkü yasalar karşısında 18 yaşından aşağı kimselerin istihdam edilmediği
hiçbir fabrikada günde 11½ saatten fazla beş gün
12 saat ve cumartesi 9 saatten fazla çalıştırılamaz. Aşağıdaki çözümleme,
bu biçimde çalışılan bir fabrikada tüm net kârın son saatten geldiğini gösteriyor. Bir
yapımevi sahibi yaptırdığı 100.000 sterlinin – 80.000 sterlinini
fabrikasına ve makinelere, ve 20.000’ini de
hammaddeye ve
ücretlere yatırırsa,
fabrikanın
yıllık geliri, sermayenin bir yılda devrettiği ve
brüt kârın %15 olduğu varsayılırsa, 115.000 sterlinin
metaların değerinde olması gerekir; bu meta 20.000 sterlin
1 döner sermayenin paradan metaya ve metadan paraya sürekli dönüştürülmesi yoluyla”, (
gerçekte, artı-değerin önce metaya ve sonra yeniden gerekli-emeğe vb.
dönüşmesi ve
geri dönmesi) “
iki aydan daha az süren dönemlerde üretilir. Bu 115.000 sterlinden
[sayfa 268] 23 yarım-saatlik emeğin herbiri 5/115 ya da 1/23 üretir. 115.000 sterlinin bütününü oluşturan 23/23’ten 20/23, yani 115.000’den 100.000 sterlin yalnızca sermayeyi karşılar; 1/23 (ya da 115.000
üzerinden 5.000)
fabrikanın ve makinelerin yıpranmasını karşılar. Geri kalan 2/23, yani
bir günün 23 yarım-saatinin son ikisi, %10 net kârı üretir. Dolayısıyla, (
fiyatlar aynı kalırsa)
fabrika 11½ yerine 13 saat
çalıştırılırsa, döner sermayeye 2.600£ kadar bir ekleme ile, net kâr iki katının üstüne çıkabilir.” (Yani, 2.600’e oranla daha fazla
sabit sermaye kullanılmadan ve
emeğe en küçük bir ödeme yapılmadan çalışılmış olacaktır.
Brüt ve
net kâr, kapitalist için
karşılıksız işlenen malzemeye eşittir ve artı-emek, Bay Bokun [
Scheisse]
yanlış varsayımı gibi, 1/12 güne, ya da Senior’un dediği gibi 2/23 güne eşit olursa, doğal olarak fazladan bir saat %100’e eşittir.) “Öte yandan emek saatleri (
fiyatlar aynı kalırken)
günde bir saat azaltılırsa net kâr ortadan kalkar; 1½ saat azaltılırsa,
brüt kâr da ortadan kalkar.
Döner sermaye yerine konabilir, ama sabit sermayenin artan yıpranışını karşılayacak herhangi bir fon olmayabilir.” (12,13.) (Bay Senior’un verdiği bilgiler yanlış olmakla birlikte, teorimizin açıklanması bakımından önemlidir.) “
Sabit sermayenin
döner sermayeye oranı iki nedenden dolayı sürekli büyür: 1)
üretim işini giderek daha çok makinelere yüklemek için onları mekanik olarak yetkinleştirme eğilimi ..., 2)
taşıma araçlarının geliştirilmesi ve bunun sonucu olarak kullanılmak üzere fabrikatörün elinde bekleyen hammadde stokunun azaltılması. Eskiden kömür ve pamuk su yolu ile taşınırken, bunların sağlanmasındaki belirsizlik ve düzensizlik, onu, 2 ya da 3 aylık tüketimi elde tutmaya zorluyordu. Şimdi demiryolu tarafından, bunlar ona her hafta, hatta her gün limandan ya da madenden getiriliyor. Bu koşullar altında kesinlikle kabul ediyorum ki, birkaç yıl içinde, sabit sermayenin dolaşan sermayeye oranı, şimdikine göre, 1’e karşı 6-7, hatta 10 olacak; ve bunun sonucu, uzun süre çalışma ile ilgili nedenler, büyük oranda sabit sermayeyi kârlı duruma getirecek tek çare olarak daha çok önem kazanacak. ‘Eğer bir emekçi’, demişti bana Bay Ashworth, ‘küreğini elinden bırakırsa, bu dönem için 18 penilik bir sermayeyi yararsız duruma sokar. İnsanlarımızdan biri fabrikayı terkederse, 100£ değerinde bir sermayeyi yararsız duruma sokar.’ “ (13. 14) )>
<Bu, sermayenin egemenliği altında, makine kullanmanın çalışmayı kısaltmadığının, ama, aksine uzattığının çok güzel bir kanıtıdır. Onun kısalttığı gerekli-emektir, ama bu kapitaliste gerekli değildir.
Sabit sermaye üretimde kullanılmadığı ölçüde değersizleştiği gibi, onun büyümesi,
sürekli çalışma eğilimi kazandırmasına bağlıdır. Senior’un ||42| belirttiği öteki noktaya gelince,
döner sermayenin
sabit sermayeye oranının azalmasının onun sandığı kadar büyük olması, fiyatlar değişmediği zaman sözkonusu olabilir. Ama örneğin,
pamuk, ortalama hesaba göre,
ortalama fiyatının altına düşmüşse, fabrikatör,
dolaşan sermayenin elverdiği büyüklükte yedek satın alacaktır ve
vice versa. Buna
[sayfa 269] karşılık, üretimin düzenli olduğu ve özel durumların talebi olağanüstü ölçüde yükseltmesinin olası bulunmadığı kömür konusunda Senior’un görüşü doğrudur. Biliyoruz ki, ürünün pazara getirilmesini ya da metaya çevrilmesini bizzat ilgilendirmiyorlarsa, taşıma (ve dolayısıyla iletişim araçları) dolaşımı belirlemezler. Çünkü bu yönden onların kendisi üretim aşamasının içindedir. Ancak, 1)
geri dönüşleri; 2) sermayenin para biçiminden üretim koşulları biçimine çevirmeyi belirledikleri ölçüde, dolaşımı belirlerler. Kapitalist, malzemelerin ve
yardımcı maddelerin arzının hızlı ve sürekli olması ölçüsünde bunları yedek için satın alma gereğini daha az duyar. Böylece,
uyuyan sermaye olarak tutacak yerde, aynı
döner sermaye biçiminde dolaştırılabilir, ya da yeniden üretilebilir. Öte yandan, Sismondi’nin de belirttiği gibi, bu da gene
perakendecinin, dükkancının, aynı ölçüde daha hızlı olarak yedeklerini yenileyebilmesi, yani yedekte daha az meta bulundurma gereksinimi duyması sonucuna götürür, çünkü
yedeklerini her an yenileyebilir. Bütün bunlar, üretimin geliştirilmesinde
istif etme anlamında birikimin göreli olarak nasıl azaldığını; yalnızca
sabit sermaye biçiminde nasıl çoğaldığını, buna karşılık, sürekli ve aynı andaki emeğin (üretim) hem düzenlilik, yoğunluk ve hem de oylum bakımından çoğaldığını gösteriyor. Taşıma araçlarının hızı, çok yanlılığı ile birlikte, döner sermaye ile ilgili olarak, daha önce emeğin gerekliliğini (
tarım dışında) giderek, birbirinden bağımsız, aynı anlık, ayrımlı üretime dönüştürür. Bu nokta, birikimle ilgili kesim bakımından önemlidir.) “
Pamuk fabrikalarımız, işin başlangıcında 24 saat çalıştırılıyordu. Makinelerin temizlenmesinin ve onarılmasının güçlüğü, gözetim, muhasebe vb. personelinin iki kat büyüklükte olmasından dolayı sorumluluğun dağılması, bu uygulamanın nerdeyse sonunu getirdi; ama Hobhouse yasası 69 saate indirinceye kadar fabrikalarımız genellikle haftada 70-80 saat çalıştı.” (s. 15,
l.c.)
İngiltere’de pamuk fabrikaları. Emekçiler. Makine ve artı-emek için örnek. –
Symons’tan örnek. Glasgow. Buharlı dokuma fabrikası vb. (Kâr oranları için
örnekler) – Makinelerin gerekli-emeği azaltışının çeşitli türleri. Gaskell –
Emek, sermayenin doğrudan pazarıdır.
“Baines’e göre, birinci sınıf bir pamuk ipliği fabrikasının kurulması, buhar makineleri ve gaz aygıtları ile donatılması, 100.000 sterlinden az olamaz. 100 beygirgücünde bir buhar motoru 500 iğ çalıştırır, bu da günde 62.500 mil ince pamuk ipliği üretir. Böyle bir fabrikada, 1.000 kişi, makinesiz çalışan 250.000 kişinin eğirdiği kadar iplik yapar.” (s. 75). (S. Laing.” National Distress” etc, London 1844). [sayfa 270]
“
Kârlar azalırsa, döner sermaye belirli bir ölçüde, sabit sermaye durumuna gelmeye doğru yönelir. Faiz %5 olursa,
yeni yolların, kanalların ve demiryollarının yapımında, bu işlerin geliri buna
uygun düşen bir yüzdeye ulaşıncaya kadar sermaye kullanılmaz;
ama faiz yalnız
%4 ya da 5 olursa, sermaye, daha düşük bir faiz oranında sağlandığı zaman böyle yatırımlara yönelir. Bu büyük yatırımları gerçekleştirmeye yönelen anonim şirketler, kâr oranının düşmesinin doğal sonuçtandırlar. Ayrıca bu, bireylerin sermayelerini, binalar ve makineler biçiminde sabitleştirmelerine yöneltir.” (s. 232, Hopkins (Th.)
“Great Britain for the last 40 years”, etc, London, 1834.) “McCulloch, pamuğun işlenmesinde bağlantılı olanların sayısını ve gelirlerini şöyle tahmin ediyor:
833.000 dokumacı, iplikçi, boyacı vb.
herbiri yılda 24£ üzerinden
|
20.000.000£
|
111.000 marangoz, mühendis, makine yapımcısı,
herbiri 30£ üzerinden
|
3.330.000£
|
Kâr, gözetim, kömür ve makine malzemesi
|
6.670.000£
|
| ----------------- |
944.000
|
30.000.000
|
6½ milyonun 2 milyonunun kömüre, demire ve başka malzemeye, makineye ve başka çıktılara harcandığı kabul ediliyor; bu da yılda herbirine 30£ üzerinden 66.666 kişiye iş sağlar, istihdam edilen toplam insan sayısı 1.010.666 olur. Buna, ayrıca, bu sayının ½’sini, ç
alışanlara bağlı olanların çocukların, yaşlıların vb. sayısını, 505.330’Iuk bir eki eklemek gerekir; böylece ücretlerden yaşayanların toplamı 1.515.996’yı bulur. Dolaylı ya da doğrudan yaşayanların 42/3 milyon kârdan desteklenenleri de buna eklemek gerekir.” (
{Hopkins, l.c, 336, 337.) Bu hesaba göre, 833.000 kişi doğrudan üretimin içinde bulunmaktadır; 176.666 kişi de, makine kullanımının sonucu gerekli olan makinelerin ve yardımcı maddelerin üretiminde bulunuyor. Ancak bu sonuncular için kişi başına 30£ hesaplanıyor; dolayısıyla bunların sayısını 833.000 kişinin emeği niteliğindeki emek içinde göstermek üzere
kişi başına 24£ hesaplanabilir. Buna göre, 5.333.000£
aşağı yukarı 222.208 emekçi sağlayabilir; bu,
pamuklu üretiminde çalışan 3¾ kişi basma, makinelerin ve
yardımcı maddelerin üretimi için
aşağı yukarı bir kişi düştüğü sonucunu verir. Dörtte birden az ama, 4 basma bir diyelim. Şimdi geri kalan 4 işçi yalnız daha önceki 5 işçi kadar çalışınca, yani her biri ¼ artı-emek zamanı daha çok çalıştığında, sermaye için kâr yoktur. Geri kalan 4 işçinin daha önceki 5 işçiden daha çok artı-emek sağlaması gerekir; ya da makinelerde kullanılan işçi sayısının, makinenin dışta bıraktığı işçi sayısından daha az olması zorunludur. Makine, sermaye için, yalnızca, makineler için çalıştırılan işçilerin artı-emek zamanını büyüttüğü oranda kârlıdır
[sayfa 271] (kısaltılırsa kârlı değildir; ancak artı-emek zamanının gerekli-emeğe olan oranını azaltırsa, gerekli-emek göreli olarak azalmakla kalmaz, aynı andaki emek günleri aynı kalmakla birlikte, mutlak olarak da azalır).
Mutlak emek-zamanının artması, aynı andaki emek-günlerinin sayısının aynı kalmasını ya da çoğalmasını gerektirir; işbölümü vb. yoluyla üretken gücün artışı için de aynı şey söz konusudur. Her iki durumda genel emek-zamanı aynı kalır ya da büyür. Makinenin kullanılmasıyla göreli artı-emek zamanı hem gerekli-emek zamanına oranla ve dolayısıyla genel emek-zamanı gibi göreli olarak büyür, hem de gerekli-emek zamanına olan oranı büyür, buna karşılık genel emek, yani aynı andaki emek-günlerinin sayısı (artı-emek zamanına oranla) azalır.
Glasgow’dan bir fabrikatör, Symons (J. C.)
“Arts and Artisans at Home and Abroad, Edinb. 1839”, şu bilgileri vermiş: (
sabit sermayenin, döner sermayenin, ücretlere yatırılan vb. sermaye kısımlarının oranları konusunda örnekler vermek için bunların birçoğunu buraya aktarıyoruz) (s. 233.) ||43|
Glasgow: “500 tezgahlı buhar motorlu
bir fabrikanın kurulması için, genellikle Glas-
gow’da yapılan iyi kalitede bez ya da gömleklik
kumaş için üretim amacıyla hesaplanan giderler,
aşağı yukarı
|
18.000£
|
Yıllık üretim tahminen 24 yardalık 150.000
parça, herbiri 6 şilin
|
45.000£
|
Bunların maliyeti:
Yatırılan sermayenin faizi, ya da makinelerin
değerindeki azalma
|
1.800
|
Buhar gücü, yağ, vb., makinelerin bakımı,
alet edevat vb.
|
2.000
|
İplik ve keten
|
32.000
|
İşçi ücretleri
|
7.500
|
Olası kâr
|
1.700
|
| ----------------- |
|
45.000£”
|
Makineler için %5 faiz kabul edersek, brüt kâr 1.700 + 900 = 2.600. Ama ücrete harcanan sermaye yalnız 7.500. Dolayısıyla ücrete göre kâr durumu = 26:75 = 51/
5, yani = %34
2/
3 (s. 234.)
[sayfa 272]
Orta kalitede 40 numaranın üretimine göre
hesaplanmış el çıkrığı ile işleyen bir pamuk ipliği
fabrikasının olası kuruluş gideri
|
23.000£
|
Otomatikseler ve patentliyseler, 2.000£ ek
Bugünkü pamuk fiyatına ve ipliğin
satılabileceği orana göre yıllık üretim
|
25.000
|
Bunun maliyeti şöyle:
Yatırılan sermayenin faizi, makinelerin
değer kaybı için pay %10
|
2.300
|
Pamuk
|
14.000
|
Buhar-gücü, yağ, içyağı, gaz ve aletlerin
bakımı ile makinelerin onarımı
|
1.800
|
İşçi ücretleri
|
5.400
|
Kâr
|
1.500
|
| ----------------- |
|
25.000£”
|
(30.000 için %5 1.500 olduğundan,
döner sermaye 7.000£ kabul edilmiştir.)
“
Fabrikanın ürünü haftada 10.000 libre kabul edilmiştir.” (234,
l.c.)
Dolayısıyla burada kâr = 1.150 + 1.500 = 2. 650; 2.650: 5.400 (emek ücreti) = 1:2
2/
53, = %49
8/
I08. (s. 235.)
İyi kalite 24 numaranın üretimi için
hesaplanmış, 10.000 iğli bir pamuk ipliği
fabrikasının maliyeti
|
20.000£
|
Ürünün bugünkü değeri üzerinden
yıllık maliyet
|
23.000£
|
Yatırılan sermayenin faizi, makinelerin
değerinde azalma, %10 üzerinden
|
2.000
|
Pamuk
|
13.000
|
Buhar-gücü, içyağı, yağ, gaz, makinelerin
onarımı vb.
|
2.500
|
İşçi ücretleri
|
3.800
|
Kâr
|
1.400
|
| ----------------- |
|
23.000£”
|
Dolayısıyla
brüt kâr = 2. 400;
ücretler 3. 800; 2. 400: 3. 800 = 24:38=12:9=%63
3/
19.
Birinci durumda %34
2/
3; ikincisinde %49
8/
108 ve sonuncusunda %63
3/
19. Birinci durumda, ücret ürünün toplam fiyatının 1/6’sı, ikincisinde ¼’ün üzerinde; sonuncusunda 1/6’nın üzerinde. Ama birinci
[sayfa 273] durumda ücretin sermaye değerine oranı = 1:4
8/
15; ikincisinde = l:5
15/
27; üçüncüsünde = 1: 7
2/
9. Kârın
yüzdesinin aynı kalabilmesi için, doğal olarak ücrete yatırılan sermaye kısmına dayalı kârın artması gerekir, ve buna eşit bir oranda makinelere ve döner sermayeye yatırılan kısma göre ücrete yatırılan sermaye kısmının toplam payı azalır (birinci durumda,
toplamı 34.000; ikincisinde 30.000, üçüncüde 28.000).
Emeğin toplamının, yani emek-gününün aynı zamandaki emek-günlerinin sayısıyla, artı-emeğe oranıyla çarpımının mutlak azalışı iki görünüm altında ortaya çıkabilir. Belirtilen birinci biçimde, o zamana kadar kullanılan emekçilerin bir kısmı,
sabit sermayenin (makineler) kullanılması sonucu işten çıkarılmış olacaktır. Ya da, makinelerin kullanılması, üretkenliğin artmasına ve bu artışın, yeni getirilen makinelerin “değeri” sonucu daha büyük oranda (
kuşkusuz) azalmasına karşın, kullanılan emek-günlerinin
artışı azalacaktır.
Sabit sermayenin
değeri olduğu sürece, emeğin üretkenliğini çoğaltmaz, tersine azaltır. “
Fazla işçi olması, fabrikatöre, ücretlerin oranını azaltmanın olanağım verir; ama her azaltmayı izleyecek grevlerin, işin uzun süre durdurulmasının ve önlerine dikilecek her türlü engelin ani büyük kayıplara neden olacağı kesin bilgisi, onları, ayrıca insana gereksinim olmaksızın üretimi üç katına çıkaracak olan mekanik iyileştirme sürecinin daha yavaş işlemesini yeğ tutmaya götürür.” (
Gaskell. Artisans and Machinery.” London 1836) (s. 314.) “
Yapılan iyileştirmeler işçinin yerini tamamıyla almazsa, şimdi on ya da yirmi emekçi gerektiren üretim miktarını bir kişinin üretebilmesini, ya da daha çok üretimi gözetmesini sağlar.” (315,
l.c.) “
70 yıl önce 250, hatta 300 kişinin ürettiği kadar ipliği bir kişinin üretmesini, bir kişi ile bir çırağın, eskiden 100 kişi ile 100 çırağın yaptığı kadar baskı yapmasını sağlayan makineler icat edilmiştir. İplik fabrikalarında 150.000 işçi, bir iplik çıkrığında çalışan 40 milyon insanın üretebileceği kadar çok iplik üretmektedir.” (316,
l.c.)
||44| “
Sermaye için, doğrudan pazar, onun eylem alanı, emektir denebilir. Belirli bir anda, belirli bir ülkede, ya da dünyada, kârın belirli bir oranından daha az getirişi olmayacak biçimde yatırılabilen sermayenin tutan, kural olarak, bu sermayenin yatırılmasıyla, şimdiki on insanın yapabileceği işin yapılabileceği emek niceliğine bağlıdır.” (s. 20.
“An Inquiry into those Principles respecting the Nature of Demand”, etc, London, 1821) (Malthus’un “
Principles” vb. yazısına karşılık bir rikardocunun söyledikleri.)
[sayfa 274]
Sermayenin gelişmesiyle birlikte emeğin çalışma koşullarının
yabancılaşması. (Çevriltme.) Çevriltme kapitalist üretim tarzının temelidir,
yalnızca onun bölüşümünün değil.
Emeğin üretken güçlerinin gelişmesinde emeğin nesnel koşullarının, nesneleşmiş emeğin, canlı emeğe oranla artması gerektiği olgusu –aslında bu bir lafazanlık önermesidir, çünkü emeğin artan üretken gücü, daha büyük bir ürün yaratmak için daha çok doğrudan emek gerektiğinden ve böylece toplumsal servetin giderek, emeğin kendisinin yarattığı emek koşullarında ifade edildiği anlamına gelir–
bu olgu, öyleyse, sermaye açısından, toplumsal etkinliğin bir öğesi –nesneleşmiş emek– başka öğenin, öznel, canlı emeğin giderek daha çok güçlü gövdesi olması değil; emeğin nesnel koşullarının –bu, ücretli emek için önemlidir– çok açık biçimde kendini gösteren ve giderek çok büyük bir bağımsızlığı canlı emeğe karşı kazanması ve toplumsal servetin yabancı ve egemen bir güç olarak emeğin karşısına giderek daha büyük boyutlarda çıkması olarak görünür. Vurgu,
nesneleşmiş olmak üzerine değil,
yabancılaşmış, elden çıkarılmış, devredilmiş olmak, işçiye ait olmamak, kişileşmiş üretim koşullarına, yani korkunç bir nesnel gücün sermayesine ait olmak üzerine konur ve bu güç, toplumsal emeğin kendisini kendi öğelerinden biri olarak karşısına almıştır. Sermaye ve ücretli emek açısından etkinliğin bu nesnel gövdenin üretilmesi doğrudan emek-gücünün karşıtı halinde oluştuğuna –bu nesneleştirme süreci, aslında, emek açısından elden çıkarma ya da sermaye açısından ötekinin emeğinin maledinilmesi süreci olarak ortaya çıktığına– göre, bu büktürme ve çevriltme [
Verdrehung und Verkehrung]
emekçilerde ve kapitalistlerde yalnızca zihnin salt düşünüşü, yalnızca
düşünce değil, bir
gerçektir. Ama, besbelli ki, bu çevriltme süreci, belirli bir tarihsel çıkış noktasından ya da temelden başlayan üretken güçlerin gelişmesi için yalnızca tarihsel bir gerekliliktir, ama üretimin
mutlak bir gerekliliği asla değildir; tersine geçici bir gerekliliktir, bu sürecin sonucu ve amacı (içsel), bu sürecin biçimini olduğu kadar bu temelin kendisini de ortadan kaldırmaktır. Burjuva ekonomistler toplumun belirli bir tarihsel gelişme aşamasına ilişkin düşüncelere kendilerim çıkmaz halinde öylesine kaptırmışlar ki, emeğin toplumsal güçlerinin
nesneleştirilmesi gerekliliği, onlar için, canlı emek karşısında onun
yabancılaşması gerekliliğinden ayrılmaz olarak görünür. Ama canlı emeğin, salt tekil olarak, ya da genel olarak yalnızca içsel ya da dışsal canlı emeğin
doğrudan karakterinin ortadan kaldırılması ile, bireylerin genel ya da
toplumsal etkinliği doğrudan konarak, üretimin nesnel öğeleri bu yabancılaşma biçiminden soyulurlar; arıtılırlar; onlar böylece mülkiyet haline, tek tek bireyler olarak, ama toplumsal tek tek bireyler olarak yeniden-üretildiği
[sayfa 275] bireylerin içinde yer aldığı organik toplumsal gövde haline gelirler. Bireylerin yaşamının yeniden üretilmesinde oluşan bu koşullar, onların üretken yaşam sürecinde, ancak kendi tarihsel-ekonomik süreci tarafından ortaya konmuştur; gerek nesnel, gerek öznel koşullar, aynı koşulların yalnız iki değişik biçimidir.
Emekçinin mülkiyetinin olmayışı ve nesneleşmiş emeğin canlı emek üzerindeki mülkiyeti, ya da ötekinin emeğinin sermaye tarafından mülk edinilmesi –bu ikisi, iki karşıt kutup üzerindeki aynı ilişkiyi ifade eder– burjuva üretim tarzının temel koşullarıdır, hiç de onunla ilgisi olmayan raslantılar değildir. Bu bölüşüm tarzları üretim ilişkilerinin kendileridir; ama yalnızca
sub specie distributionis [bölüşüm açısından alınırsa]. Bu yüzden, örneğin J. St. Mill’in şu sözleri son derece saçmadır (
“Principles of Political Economy”, 2nd ed. London, 1849,1.1, s. 240): “
Servet üretiminin yasaları ve koşulları fiziksel gerçeklerin karakterine benzerler. ... Servetin bölüşülmesinde durum böyle değildir. Bu, yalnızca, insan kurumlarının işidir.” (s. 239, 240.) Servet üretiminin “
yasaları ve koşulları” ile “servetin
bölüşümü”nün
yasaları değişik bir biçim altında aynı yasalardır, ve bu iki dizi ardarda gelirler ve aynı tarihsel süreçte birleşirler; yalnızca bir tarihsel sürecin dolambaçsız öğeleridirler.
Canlı emeğe karşıt, ona yabancı olan mülkiyet olarak ve ona düşman bir güç olarak, yani onun karşısında olması gereken sermaye olarak, ona karşı, ancak ona karşıt
görülebilen makinelerin, örneğin sertliğin ortadan kalkmasının sonucu olan serbest emekten ya da ücretli emekten geldiğini anlamak için özel bir kavrayışa neden yoktur. Ama makinelerin, örneğin birleşmiş emekçilerin mülkiyeti haline gelir gelmez, toplumsal üretimin aracıları olmaktan çıkmayacaklarını kavramak da kolaydır. Ancak, birinci durumda, bunların bölüşümü, yani işçiye
ait olmamaları, gene ücretli emeğe dayanan üretim tarzının koşuludur. İkinci durumda, değişikliğe uğramış bölüşüm, yalnızca tarihsel süreç sonucu,
değiştirilen yeni bir üretimin temelinden gelir.
[sayfa 276]
[ÇEŞİTLİ NOTLAR]
Merivale. Kolonilerde işçinin doğal bağımlılığının yerini yapay
sınırlamalar alabilir.
Peruluların imgesel dilinde, altın:
“güneşin gözyaşları”. (
Pres-cott76) “
Avrupalıların çok iyi bildiği aletler ya da makineler kullanılmadan, birey” (Peru’da) “
çok az iş görebilirdi; ama büyük sayıda ve ortak bir yönetim altında canlabaşla çalışmalar sayesinde önemli sonuçlar elde edebilecek duruma gelmişlerdir,
vb.” (
l.c.)
<Meksikalıların kullandığı para ( daha çok da
trampa ve doğulu toprak mülkiyeti ile) “
değişik değerlerde düzenlenmiş bir paradır. Altın tozuyla kuş teleği borusundan; T biçiminde kesilmiş kalay parçalarından; ve içi belirli bir sayıda buğday tanesi ile dolu kakao keselerinden oluşuyordu. “Ey” diyor (
De Orbe novo [Alealá 1530, Dec. 5. Cap. 4]’da) Peter Martyr, “insanoğluna tatlı ve besleyici bir çiçek sunan, gömülemediği, ya da uzun zaman saklanamadığı için de, masum sahiplerini cehennemlik yapan cimrilik vebasından koruyan mutlu para.” (Perescott.)
“Eschwege (1823), 80 yılda
işlenen elmasın toplam değerinin, Brezilya’da
18 ayda üretilen şeker ya da kahvenin değerini pek aşamadığını tahmin ediyor.” (
Merivale.
) “
İlk” (İngiliz) “
göçmenler” (Kuzey
[sayfa 277] Amerika’da) “
köylerin çevresinde bulunan boş toprakları ortaklaşa işliyorlardı... bu adet Virginia’da 1619’a kadar
ağır basıyordu” vb. (
Merivale, t. I. s. 83) (Defter, s. 52.)
(“1593’te halk temsilcileri Philipp II’ye şu dilekte bulundular:
“48 yılında Valladolid Cortes’i, ülkeye dışardan gelen mum, cam, mücevher, bıçak ve benzeri öteki şeyler gibi, insan yaşamına son derece yararsız bu maddelerin,
İspanyollar sanki Hintlilermiş gibi altın ile değişilmek üzere krallığa girişine artık izin verilmemesini Majestelerinden istirham etti.” (Sempérée.)
“
Nüfusun yoğun olduğu kolonilerde, emekçiler, özgür olmakla birlikte, kapitaliste doğal olarak bağımlıdır, seyrek nüfuslu kolonilerde bu doğal bağımlılık, yapay sınırlamalarla sağlanmak zorundadır.” (
Merivale, 314, v. II.
“Lectures on Colonisation”, etc, London, 1841,1842.)>
Makinenin vb. malzeme tasarrufu. Ekmek. Dureau de la Maile.
||45|
Roma parası: aes grave, bakır lira (
emere per aes et libram).
<as ya da
libra = 12 ons; 1 ons = 24 scrupula; 288 serupula lira.>
a.u.c
* 485’te,
gümüş dinar = 10 as (bu dinar 40
lira; 510’da 75
dinar bir
lira; her dinar = 10
as, ama 10
as 4 ons). 513’te as 2 onsa iniyor; dinar, gene = 10 as, yalnız gümüş liranın 1/84’ü. Bu son sayı, 1/84, Cumhuriyetin sonuna kadar vardı, ama 537’de,
dinar, 16
as bir ons değerindeydi ve 665’te ancak bir-buçuk ons
16as değerindeydi.
... Gümüş dinar Cumhuriyetin 485 yılında = 1
frank 63; 510’da = 87
santim,
513-707 = 78
santim.
Galba’dan
Antonins’e kadar 1
frank (Dureau de la Maile, t.I.) İlk gümüş dinar zamanında, 1 gümüş liranın 1 bakır liraya oranı = 400: l.
İkinci Pön savaşının başında = 112:1 (
l.c, t. I, s. 82-84.)
İtalya’nın güneyindeki Yunan kolonileri Yunanistan’dan ve Asya’dan, doğrudan ya da Sur ve Kartaca yoluyla gümüş alıyor, MÖ 6. ve 5. yüzyıldan bu yana bu gümüşten sikke yapıyorlardı. Bu komşuluğa karşın, Romalılar siyasal nedenlerden dolayı altın ve gümüşün kullanılmasını hoş görmüyorlardı. Halk ve Senato,
böyle hafif bir dolaşım aracının yoğunlaşmasının kölelerin artması, eski adetlerin ve tarımın bozulması sonucunu
[sayfa 278] doğuracağını sezinliyorlardı.” (
l.c., 64, 65.)
“Varron’a göre, köle bir
instrumentum voceae*, hayvan bir
instrumentum semi-mutum**, saban bir
instrumentum mutum’dur
***”. (
l.c., s. 253, 254.) (Bir
Roma kentlisinin günlük”
tüketimi =
2 Fransız lirasından biraz fazla;
bir köylünün günlük tüketimi 3
lira. Bir Parisli 0,93 ekmek yiyor;
buğdayın temel yiyecek olduğu 20
eyaletteki bir köylü ise, 1.70. (
l.c.)
İtalya’da (bugünkü),
buğdayın temel yiyecek olduğu yerde, 1 lira 8
ons. Romalılar Parislilere oranla neden daha çok yiyor? Başlangıçta Romalılar pişmemiş ya da yalnızca
su içinde yumuşatılmış buğday yiyorlardı; daha sonra buğdayı
közde kavurmayı akıl ettiler... Daha sonra da
öğütme sanatını öğrendiler ve başlangıçta bu
undan yapılan hamuru çiğ olarak yediler. Buğday tanesini öğütmek için bir dibek ya da ağır ve biri ötekinin üzerinde dönen iki taş kullanılıyordu... Romalı asker, bu çiğ, puls
* hamuru kendine birkaç günlük bir süre için hazırlıyordu ... Ardından, buğday tanesini ayıklayan tahıl çalkağısı (büyük kalbur) icat edildi,
unun kepeğini ayırmanın yolu bulundu; ensonu,
ekmek mayası eklendi ve ilkin, ta ki raslantıyla
ekmeği pişirerek ekşimesinin önleneceğini ve
çok daha uzun zaman saklanabileceğini öğrenene kadar ekmek
çiğ olarak yendi. Roma’da
fırıncılar 580’de, ancak Perseus’a karşı savaştan sonra ortaya çıktı. (s. 279
l.c.)
“Milattan önce, Romalılar yel değirmenini bilmiyorlardı.” (
l.c., 280.) “Parmentier, Louis XIV’ten beri öğütme sanatının Fransa’da büyük ilerlemeler gerçekleştirdiğini ve eski ve yeni
öğütme arasındaki farkın aynı tahıl ile yapılan ekmeğin 1/2’sine yükseldiğini gösterdi. Bir Paris sakininin yıllık tüketimi için ilkin 4, sonra 3, daha sonra 2 ve ensonu 1
1/
3 setier
* buğday ayrılıyordu
...
Romalılar ile Fransızlar arasındaki günlük buğday tüketimi arasındaki büyük oransızlık kolayca böyle açıklanıyor; yani
öğütme ve ekmek yapımı yöntemlerinin yetkinlikten uzak olması ile.” (s. 281,
l.c.)
“Tarım yasası aktif yurttaşlar arasında toprak mülkiyetinin bir sınırlamasına yol açıyordu. Mülkiyetin sınırlanması antik cumhuriyetlerin varlığının ve gönencinin temelini oluşturdu.” (
l.c, s. 256, 257).
“Devlet gelirleri, yurtluklara, aynî vergilere, angaryalara ve metaların giriş ve çıkışında ödenen ya da bazı yiyecek maddelerinin satışı üzerinden alınan bazı parasal vergilere dayanıyordu. Bu tarz ... henüz
Osmanlı İmparatorluğu’nda varlığını hemen aynen sürdürüyor...
[sayfa 279] Sulla’nın diktatörlüğü zamanında ve hatta 7. yüzyıl sonunda,
anno 697 [697 yılında], Roma Cumhuriyeti yılda ancak 40 milyon
frcs [frank] vergi alıyordu. 1870’te Türk Sultan’ın
gelirleri, kuruş olarak, yalnız 35.000.000
kuruş ya da 70 milyon
frcs tutuyordu...
Romalılar ve
Türkler vergilerinin en büyük bölümünü ürün olarak alıyorlardı. Romalılarda ... tahılın 1/10’i, Türklerde meyvelerin 1/5’i, değişik ürünlerin ½’si ile 1/10’u arasında... Roma imparatorluğu
kendi egemenliği altında çok büyük bir bağımsız kentler yığışmasından başka bir şey olmadığı için,
vergi ve
harcamaların çok büyük bir bölümü komünal bir nitelik taşıyordu.” (s. 402-407.) (Augustus ile Neron’un Roma’sında
varoşlar hesaba katılmazsa, ancak 266.684 kişi yaşıyordu.
Milattan sonra 4. yüzyılda
varoşlarda 120.000,
kent duvarları içinde 382.695, yani toplam 502.695 kişi, 30.000 asker, 30.000 yabana,
yuvarlak rakamla toplam 562.000 baş tahmin ediliyor.
Beşinci Charles’dan sonra
1½ yüzyıl boyunca Avrupa’nın bir bölümü ile yeni dünyanın yarısının başkenti olan Madrid, Roma ile büyük bir benzerlik gösteriyor. Onun da nüfusu siyasal önemi ile orantılı olarak artmadı. (405,406,
l.c.)
Romalıların toplumsal durumu, Fransa ya da İngiltere’nin toplumsal durumundan çok, Rusya ya da Osmanlı İmparatorluğu’nun toplumsal durumuna benziyordu: ticaretin ve sanayinin azlığı; çok büyük bir sefaletin yanında sınırsız servetler.” (s. 214,
l.c..)
(Lüks ancak başkentte ve Romalı sarrafların merkezlerinde hüküm sürüyordu.)
Roma İtalyası, Kartaca’nın yıkılışından Kostantinopol’un kuruluşuna kadar, 18 yüzyıl boyunca, İspanya ile aynı durumda, Grek ve Doğu’yla karşı karşıya, Avrupa’nın karşısında bulunuyordu. Alberoni şöyle diyordu:
“Ağız gövde için neyse, İspanya da Avrupa için odur; her şey oradan geçiyor, orada hiçbir şey kalmıyor.” (
l.c., s. 385 vd.)
Eskiden Roma’da tefecilik serbestti.
12 tablet yasası (a.u.c. 303)
paranın faizini yıllık %1 olarak saptamıştı (Niebuhr 10 diyor).
Bu yasa kısa zamanda ihlal edildi. Duilius (398 a.u.c.)
Paranın faizini yeniden unciario faenore*
%1’e indirdi. 408’de %½’ye indi; 413’te halk temsilcisi Genucius’un kışkırtması sonucu yapılan halk oylamasıyla faizle ödünç para verme kesin olarak yasaklanmış oldu.
Kent yurttaşlarına toptan ve perakende ticaretin, sanayinin yasaklandığı bir cumhuriyet içinde, para ticaretinin de yasaklanmış [sayfa 280] olması şaşırtıcı değildi, (s. 260, 261, t. II,
l.
c.)
Bu, 3 yıl sürdü, Kartaca alınana kadar. Şimdi %12:
yıllık ortalama faiz oranı %6. (261,
l.c.)
Justinianus faizi %4 olarak saptadı; ... Trajan’da
usura quincunx* yasal faiz %5 oldu. MÖ
146 yılında Mısır’da ticari faiz %12 idi. (
l.c., s. 263.)
||46| Feodal toprak mülkiyetinin
istenç-dışı bozulması tefecilikle ve para ile gelişiyor: “
Her şeyi satın alan ve dolayısıyla toprak sahibine ödünç
para veren
alacaklının kârı da olan paranın kullanılmaya başlanması,
gelişmiş para için
yasal bozulmanın gerekliliğini getiriyor.” (124,
John Dalrymple. “An Essay towards a general history of Feudal Property in Great Britain”, 4. ed. Lond., 1759.)
Ortaçağ Avrupa’sında:
“Altınla ödemeler genellikle bazı ticari mallar, özellikle de değerli nesneler için yapılırdı. Çoğu zaman ticari alanın dışında, büyüklerin armağanları, bazı yüksek harçlar, ağır para cezaları, büyük toprak alımları sırasında görülür.
Para olarak basılmamış altın oldukça yaygın olarak lira ya da mark (yarım-lira) lira ile tartılır. ... 8 ons = 1 mark; dolayısıyla bir [ons] = 2 lot ya da 3 karat. Haçlı Seferlerine kadar
para olarak basılmış altın, yalnız Bizans solidusu,
* İtalyan
tari ve Arapların
maurabotini (
daha sonra,
maravedi)
bilinirdi. (
Hüllmann, “Städtewesen des Mittelalters”. 1. kısım, Bonn, 1826.) (s. 402-404.) “Frank yasalarında
solidus yalnız bir hesap parasıdır, para cezası borcu olarak tarımsal ürünlerin değeri bununla gösterilirdi. Örneğin, Saksonyalılarda, bir solidus, genellikle sonbaharda eriştiği durumu ile bir yaşında bir tosun demekti. ... Ripuar hukukuna göre sağlıklı bir inek bir solidus yerine geçiyordu. ... 12 dinar = 1 altın solidus.” (405, 406.) 4 tari = 1 Bizans solidusu
... 13. yüzyıldan bu yana Avrupa’da çeşitli altın sikkeler döküldü.
Augustales (Sicilya imparatoru
Friedrich II: Brundisium ve Messina);
florenteni ya da
flöreni (Floransa’da 1252’de);
... Duka altını ya da fındık altını (Venedik’te 1285’ten bu yana.)
(409, 411,
l c.)
“Macaristan, Almanya ve Hollanda’da 14. yüzyıldan bu yana daha büyük paralar da döküldü; Almanya’da bunlara hep Gulden deniyordu.” (
l.c, 413.)
Gümüş-metal ile yapılan ödemelerde, tartıya göre, daha sık da mark’a göre ödeme, büyük tutarlar için önde gelen uygulamaydı.... Böyle ödemelerde gümüş sikke de tartılıyordu, çünkü sikke hemen tamamıyla saf gümüştü, böylece önemli olan yalnız ağırlıktı.
Pfund (
Livre, Lire)
* adı buradan geliyordu. Mark
* ise, kimi kez tasarlanmış
[sayfa 281] sikkelerin ya da hesap sikkelerinin tanımlanmasıydı, kısmen de gerçek gümüş sikkelere geçiş demekti.
Gümüş sikkeler: denaren ya da
kreuzer.
...
Almanya’da 9. yüzyıldan beri bu dinarlara pfennig (penig, penning, phenning) deniyordu.... En eskisi pending, Penthing, Pfentini, ... pfündig’den gelme, eski biçimi pfünding,... tam ağırlıklı anlamında: yani tam ağırlıklı dinar, kısaltılması
pfündige. ... 12. yüzyılın başından bu yana başka bir dinar adı da, Fransa, Almanya, Hollanda, İngiltere’de, Kreuze yerine bunun üstüne konmuş yıldız dolayısıyla:
sternlinge, sterlince, starlinge... Dinar sterling = pfennige Sterling.
... 14. yüzyılda Hollanda sterling’inin 320 tanesi bir lira, pfund, 20 tanesi unzia oldu.
... Gümüş solidus, Almanya’da, schildlinge, schillinge idi...
Ortaçağın başlarında gümüş solidus gerçek sikke değildi, 12 dinarı temsil ediyordu... 1 solidus altın = 12 dinar sterling, gerçekte, bu, altın ve gümüş arasındaki ortalama orandı.
... Dolaşımda
bozuk para olarak
oboli, yarım fenik hälblinge vardı.
... Küçük ölçekte alışverişin giderek yaygınlaşması ile birlikte giderek daha çok sayıda ticaret kentleri ve küçük prenslikler, kendi yerel sikkelerini, büyük ölçüde de bozuk para olarak çıkarma hakkı elde ettiler. Giderek daha büyük ölçüde bakır karışımı sikke yaptılar.
... Dickpfennig, gros dinar, grossi, groschen, groten, ilkönce Tours’da 13. yüzyılın ortasından önce, döküldü.
Bu groschen, ilkönce, çift-pfennig idi”.
(415-433.)
“Papaların hemen bütün katolik ülkelerden kilise vergileri toplamaları, önce Avrupa ticaretinde bütün para sisteminin gelişmesine ve bunun sonucu olarak da kilise buyruğundan (faizlere karşı) kurtulmak için bazı girişimlerde bulunulmasına önemli ölçüde katkıda bulundu.
Papa, kilise kuruluşlarından koruyuculuk paralarının ve diğer vergilerin toplanması için Lombardlardan yararlanıyordu. Bunlar, paparan koruyuculuğu altında bulunan başlıca tefeciler ve rehin karşılığı ödünç verenlerdi. 12. yüzyılın ortasından bu yana bilinirler. Özellikle Siena’dan gelirler. ‘Kamusal
usurarii [tefeciler]”,
İngiltere’de bunlara
‘Roma-Piskoposluk para tacirleri’
deniyordu. Basel’in bazı piskoposları,
[sayfa 282] piskoposluk yüzüğünü, ipek giysileri, kilisenin bütün eşyalarını küçük bir şey için Yahudilere rehin bırakıp faiz ödüyorlardı.
Ama piskoposların, başpapazların, papazların kendileri de, kilise eşyasını kazançtan pay alma karşılığında, Floransa’nın, Siena’nın ve başka kentlerin Toskanyalı para tacirlerine rehin bırakmak suretiyle bununla tefecilik yapıyorlardı.”
vb. (bkz.
l.c., defter, s. 39.)
Genel eşdeğer, genel satınalma gücü olarak para ile, her şey satın alınabilir, her şey paraya çevrilebilir. Ama, ancak sahibi tarafından devredilmiş olarak elden çıkarılan şeyler paraya çevrilebilir.
Dolayısıyla, her şey, ya da bireyle ilgisi olmayan, onun için dışsal olan
her şey devredilebilir. Bundan dolayı,
devredilemez, sonsuz denilen mülkiyetler ve bunlara uygun düşen değişmez, mülkiyet ilişkileri, para karşısında çöker. Ayrıca, para, dolaşımda yalnızca para olduğu ve yararlanılan vb. nesnelerin karşılığında – salt bireysel yararlanmalara indirgenebilen değerlerin karşılığında yeniden değişildiği, yalnızca birey için olduğu ölçüde, değerden başka bir şey değildir. Nesnelerin bağımsız değeri, bu değerin salt başka-şey-için-varlığı, göreliliği ve değişilebilirliğinden oluşması durumu dışında, bütün nesnelerin ve ilişkilerin mutlak değeri erimiş olur. Her şey bencil yararlanmaya feda edilir. Çünkü, nasıl her şey para karşılığında devredilebilirse, gene her şey de para ile elde edilebilir. Her şey “peşin para” karşılığında elde edilebilir, paranın kendisi bir dış varlık olarak,
aldatmayla, zorbalıkla vb. birey tarafından
ele geçirilebilir. Dolayısıyla her şey herkes tarafından maledinilir, ve bu, bireyin bir şeye sahip olmaya ya da olmamaya karar vermesi, sahip olduğu paraya bağlı olduğuna göre, şansa bağlıdır. Birey, böylece, kendini her şeyin sahibi olarak koymuştur. Mutlak değer yoktur, çünkü değer bu niteliğiyle paraya bağıntılıdır. Devredilemeyecek hiçbir şey de yoktur, çünkü para karşılığında her şey devredilebilir. Daha yüce, daha kutsal vb. bir şey yoktur, çünkü para ile herşey elde edilebilir,
“in nullins bonis” olabilen,
“nec aestimationem recvpere, nec obligari alienarique posse”, “commercio hominum”un elinden kurtulmuş olan
“res sacrae” ve
“religiosae”,
* para karşısında değer taşımazlar – Tanrı katında herkesin eşit olması gibi. Bu, ortaçağda Roma kilisesinin paranın bizzat baş propagandacısı olması zahmetine değmiş olmalı.
“1425’te tefeciliğe karşı kilise yasası bütün önemim çoktan yitirdiği için Martin bunun adını da ortadan kaldırdı.” (Hüllmann, II. Teil,
l.
c., Bonn, 1827, s. 55.) “Ortaçağda hiçbir ülkede genel bir faiz oranı yoktu.
[sayfa 283] Ancak papazlar ödeme konusunda titizdirler. Borçların güvencesi konusunda adalet kurumlarının tutumu ile belirsizdir. Bu yüzden bazı durumlarda faiz oranı çok daha yüksektir. Kambiyo işlemleri henüz oluşmadığı için, çoğu para ödemelerinin ||47| peşin yapılmasına yetecek kadar para dolaşımda yoktu. Bu yüzden faizlerin dikkate alınmasında ve tefeci kavramında büyük farklılık vardı. Ancak Büyük Karl zamanında %100 faiz alınınca tefecilik yapıldığı kabul ediliyordu. 1344’te Bodensee kıyısındaki Lindau’da yerliler %216
2/
3 faiz alıyorlardı. Zürich’te kent konseyi, yasal faizi %43
1/
3 olarak saptamıştı... İtalya’da 12.-14. yüzyıllarda genel faiz %20’yi geçmediği halde, bazen %40 faiz ödendiği oluyordu... Verona yasal faizi %12½ olarak saptamıştı... Friedrich II emirnamesi faizi %10 saptadı, ama bu yalnız Yahudiler için geçerliydi. Hıristiyanlar için bir şey söylemek istememişti... Almanya’nın Ren bölgesinde genel faiz 13. yüzyılda %10’du.” (
loc. cit. 55-57.)
Üretken tüketim. Newman. Sermayenin biçim değişimleri.
Ekonomik çevrim. Newman.
“Bir metanın tüketimi
üretim sürecinin bir parçası olduğu zaman üretken tüketim söz konusudur.” (
Newman, etc. Defter XVII, 10)
“Belirtmek gerekir ki, bu durumda, hiçbir değer tüketimi yoktur, aynı değer yeni bir biçim altında vardır.” (
loc. cit.)
“Ayrıca
tüketim ... bireysel gelirin değişik kullanımlara ayrılmasıdır.” (s. 297) (
loc. cit.)
“
Para için satış, her zaman bugünkü para ile alış kadar kolay hale getirilir ve üretim talebin kesin tek nedeni olur.” John Gray, “The Social System” etc, Edinburgh,1831.) (s. 16.) “Topraktan, sermayeden, emekten sonra üretimin dördüncü zorunlu koşulu,
doğrudan değişmek olanağıdır.” (
l.c. 18.) “
Değişmek olanağına sahip olmak”,
toplumda insan için “
Robinson Crusoe’nun üretmek olanağına sahip olması kadar önemlidir.” (
l.
c. 21.)
“Say’a göre kredi, sermayenin ancak yerini değiştirir, ama sermaye
yaratmaz. Bu, ancak bir kapitalist tarafından bir sanayiciye ödünç verilmesi durumunda doğrudur,... ama
karşılıklı avansları içinde
üreticiler arasındaki kredi durumunda doğru değildir.
Çünkü bir üreticinin bir başka üreticiye öndelik (avans) olarak verdiği şey sermaye değil, üründür, metadır. Bu ürünler, bu metalar, ödünç alanın elinde kuşkusuz etkin sermayeler, yani emek araçları durumuna gelebileceklerdir ve geleceklerdir de, ama şimdilik sahiplerinin elinde satılık ve her yerde etkisiz nitelikte ürünlerden başka bir şey değildirler... Ürün ve meta... ve
emek etkeni ya da üretken sermaye arasında ... ayrım yapmak ...
gerekiyor... Bir ürün üreticisinin elinde kaldığı sürece
[sayfa 284] bir metadan ya da eğer istenirse
etkisiz, eylemsiz sermayeden başka bir şey değildir.
Onu elinde tutan sanayicinin ondan herhangi bir kâr sağlaması şöyle dursun, onun için bir yük, sürekli bir sıkıntı, beklenmedik masraf ve zarar nedeni oluşturur, ambarlama bakımı ve koruma, sermaye faizi giderleri vb., ayrıca uzun zaman hareketsiz kalan hemen bütün metaların verdiği fire de çabası... Öyleyse
bu sanayici, eğer onları kendine özgü emek türüne uygulayabilecek bir başka sanayicinin elindeki metalarını veresiye satarsa,
bu metalar hareketsiz birer meta olmaktan çıkarak, bu sonuncu için etkin bir sermaye durumuna dönüşecektir. Öyleyse bir yanda hiçbir azalma olmaksızın, bir yanda üretken sermaye artışı olacaktır. Dahası var: eğer satıcının, metalarını veresiye teslim etmekle birlikte, buna karşılık hemen kırdırabileceği bonolar alacağı kabul edilirse, böylece işe yeniden başlamak için kendine hammaddeleri ile emek araçlarını yenileme olanağını sağlayacağı açık değil mi? Öyleyse burada ikili üretken sermaye artışı, bir başka deyişle
her iki yanda da kazanılmış güç var.” (
Charles Coquelin. “Du Crédit et des Banques dans l’Industrie”,
Revue des Deux Mondes, t. 32, 1842, s. 776 vd.
) “
Tüm satılık metalar yığını, yavaş ve ağır işleyiş ve engeller olmaksızın, hızla hareketsiz ürün durumundan sabit sermaye durumuna geçsin: ülkede ne büyük bir yeni etkinlik’.... bu hızlı dönüşüm kesinlikle kredinin gerçekleştirdiği hayırlı iş... Dolaşımın etkinliğidir bu... Kredi böylece sanayicilerin girişimlerini kat kat artırabiliyor...
Belirli bir zaman aralığında, tüccar ya da üretici, maddelerini ve ürünlerini bir yerine on kat yeniliyor... Herkesin satınalma gücünü arandığında, kredi bu sonucu veriyor.
Bu gücü bugün için ödeme yeteneği olan biçimlere ayıracak yerde, kredi, onu,
durumları ve ahlak anlayışında gelecekteki bir ödemenin güvencesini sunan... herkese veriyor;
o bu gücü emek ile ürünlerden yararlanmaya yetenekli olan herkese veriyor... Öyleyse,
bir ülkenin sahip olduğu değerlerin, hiç olmazsa aktif değerlerin toplamı değil de, ilkin kredinin yararına artırmak gerekiyor.
Doğrudan etki işte bu. Üretken güçlerin artışı ve dolayısıyla
değerlerin vb. toplamı da işte ... buradan kaynaklanıyor.” (
l.c.)
Kiralama, koşullu bir satış, ya da bir şeyin sınırlı bir süre için kullanımının satışıdır. (
Corbet Th. “An Inquiry into the Causes and Modes of the Wealth of Individuals”, etc. Lond., 1841, s. 81.)
“Sermayenin geçirdiği değişim, üretim işine bağlıdır. Sermayenin üretken duruma gelmesi için, tüketilmiş olması gerekir.” (s. 80.,
S. P. Newmann. “Elements of Political Economy.” Andover and New York, 1835.) “
Ekonomik çevrim ... giderlerin yapıldığı andan gelirlerin alınmasına kadar üretimin izlediği yoldur. Tarımda ekim zamanı bunun başlangıcı, hasat da bitişidir.”
[sayfa 285] (81.)
Sabit sermaye ile döner sermaye arasındaki fark, her ekonomik çevrim sırasında, bir bölümün kısmen, öteki bölümün tamamen tüketilmesine dayanır. (
l.c.)
Sermaye olarak, çeşitli kullanımlara yöneltilmiştir. (
l.c.)
Burası rekabet teorisine girer. “
Bir değişim aracı: Gelişmemiş uluslarda,
topluluğun servetinin en büyük bölümünü hangi meta oluşturursa, ya da herhangi bir neden dolayısıyla bir meta ötekinden daha sık değişim konusu olursa, dolaşım aracı olarak kullanılır. Örneğin
göçebe kabileler arasında sürü hayvanı, Newfoundland’da kurutulmuş balık, Antiller’de
şeker, Virginia’da tütün değişim aracıdır.
Değerli metaller ... yeğ tutulur ... : a)
dünyanın her yerinde nitelikleri aynıdır, ... b)
en küçük parçalara bölünebilir ve tam olarak değerlendirilebilirler; c)
seyrek bulunur ve güçlükle elde edilebilirler, d)
sikke haline getirilebilirler.” (100
l.c.)
Dr. Price. Sermayenin içkin gücü.
Sermayenin kendisini yeniden üreten öz –içkin niteliği gereği sürüp giden ve çoğalan bir değer– olarak düşünülmesi, Dr. Price’i, alşimistlerin fantazilerini çok geride bırakan, Pitt’in ciddi olarak inandığı,
amortisman fonlarıyla ilgili yasalarında (bak: Lauderdale)
finans bilgiçliğinin temel direkleri haline getirdiği, masalımsı düşüncelere götürmüştür. İşte adamlarımızdan dikkat çekici birkaç alıntı:
||48| “
Bileşik faize yatırılmış para önce yavaş artar. Ama artış oranı sürekli hızlanır, bazan öyle hızlanır ki, bütün hayal gücünü aşar. İsa’mızın doğumunda %5 bileşik faize konulan bir peni daha bugüne gelmeden, dünyamızın hacminden 150 milyon kez daha büyük bir tutarda saf alfan verecekti. Ama basit faize yatırılırsa, aynı süre içinde 7 şilin 4½ peniden fazla bir tutar olmazdı. Bu nedenle, hükümetimiz paranın gelir getirmesi için bu birincisinden daha çok ikinci biçimi seçmiştir.” (
18,19. Price, Richard: “An Appeal to the Public on the Subject of the National Debt.”,
London, 1772, 2 ed.)
(Adamın kurnazlığı şurada: Hükümet basit faizle para dağıtsın, dağıtılan para bileşik faizle borç verilsin.)
“Observations on Reversionary Payments” etc. London, 1772, başlıklı yazısında, daha yukarlarda uçuyor: “
%6 bileşik faizle bizim İsa’nın doğumunda yatırılan bir şilin... Satürn yörüngesinin çapına eşit çapta bir alanda olduğu varsayılan bütün güneş sisteminden daha büyük bir tutara kadar büyüyebilir.” (
l.c. XIII, not.) “B
ir devlet için herhangi bir güçlükle karşılaşmanın hiçbir nedeni yoktur; çünkü en küçük birikimlerin faizi ile, gerektiğinde, en kısa zamanda en büyük [sayfa 286] borçları ödeyebilir.” (XIV, s. 136.) Cömert Price,
sayıların geometrik çoğalışından gelen büyük miktarlar karşısında basbayağı şaşırmış. Emeğin yeniden-üretiminin koşullarını hiç hesaba katmadan, sermayeyi
kendi kendine çalışan bir şey, kendi kendini çoğaltan salt bir sayı olarak gördüğü için, büyümenin yasalarının, bu formül (bk. yukarda) tarafından bulunmuş olduğunu sanıyor. Pitt, 1792’de,
amortisman sandığına ayrılmış toplamın arttırılmasını önerdiği bir konuşmada Dr. Price’in
kandırmacasını çok
ciddiye alıyor. (S = C (1 + l)n.)
McCulloch, 1847 tarihli
Ticaret Sözlüğü’nde metal paranın özellikleri olarak şunları sıralıyor: “Materyaller, 1)
en küçük parçalara bölünebilmeli; 2)
süresi belirlenmemiş bir dönem için
bozulmadan saklanabilmeli; 3) bir yerden bir başka yere
küçük bir oylum içinde büyük bir değer, kolayca
taşınabilmeli; 4)
belirli bir adı olan bir paranın bir bölümü,
aynı adı olan öteki bir bölüme, büyüklüğü ve
niteliği her zaman eşit olmalı; 5)
karşılaştırmalı değeri sürekli olmalı.” (581.)
Proudhon. Sermaye ve basit değişim. Fazlalık. – Emekçilerin
mülkiyetsizliğinin zorunluluğu. Townsend. Galiani. Süreçte sınırsızlık.
Galiani.
“Gratuité du crédit. Discussion entre Mr. Fr. Bastiat et M.
Proudhon”, Paris 1850, başlıklı kitabında Bay Proudhon’un Bastiat ile yaptığı polemiğin tümünde, yaman Proudhon’un bütün kurnazlığı, ödünç vermenin ona satıştan çok başka bir şey olarak görünen olayın çevresinde dolanmasıdır. Faiz ile ödünç verme,
“satılan şeyin mülkiyetini hiçbir zaman devretmeksizin, aynı nesneyi her zaman yeniden satmak ve o nesnenin fiyatını her zaman yeniden almak yeteneğidir.” (9,
“La Voix du Peuple” redaktörlerinden Chevé[‘ye] gönderilen birinci mektuptan.) Aldatan ve yanıltan bu değişik biçim altında ortaya çıkan sermayenin yeniden üretimidir –ki o
fiyatı sürekli alır ve kâr karşılığı emek ile sürekli yeniden-üretilir, alışta ve satışta kâr sürekli yeniden gerçekleşir– sermayenin kavramını belirleyen onun bu sürekli yeniden-üretimidir. Burada yanlış yola götüren, “nesne”nin mülkiyetinin değişilmesi değildir; dolayısıyla,
aslında, yalnızca faize verilen sermaye ile sabit sermayeye özgü yeniden-üretim biçimidir. Chevé’nin sözünü ettiği, bir konutun kirasının ödenmesi durumunda, doğrudan
sabit sermaye biçimidir. Döner sermaye, sürecin bütünü içinde dikkate alınırsa, görülür ki,
aynı nesne (örneğin şu kadar liralık şeker) her zaman yeniden satılmamakla birlikte, aynı değer her zaman yeniden-üretilir ve elden çıkarma, özü değil, ancak biçimi ilgilendirir. Böyle düşünceleri ortaya
[sayfa 287] atabilenler, anlaşılan ekonomi politiğin ilk temel kavramları konusunda henüz açıklığa varamamışlardır. Proudhon, değerlerin değişimi yasasından ne kârın, dolayısıyla ne de faizin nasıl ortaya çıktığım kavramıyor. Dolayısıyla,
“ev”, para, gümüş vb.,
“sermaye” olarak değil, ama
“maliyet fiyatı üzerinden ... meta” olarak değişilmelidirler. (44.)
Yaman delikanlı, tüm sorunun, değerin emek karşılığında, değerler yasasına göre değişilmesine; böylece faizi ortadan kaldırmak için değerin,
sermayenin kendisinin, değişim-değerine dayalı üretim tarzını, aynı zamanda da ücretli emeği ortadan kaldırması gereğine bağlı olduğunu kavramıyor. Proudhon beyefendinin
ödünç ile
satış arasındaki bir farkı
bile keşfetme yeteneksizliği: “
gerçekte şapka satan şapkacı, buna karşılık tam tamına şapkanın değerini alır. Ama ödünç veren kapitalist... yalnızca sermayesine tümü ile yeniden kavuşmakla kalmaz; sermayeden daha çoğunu, değişime getirdiğinden daha çoğunu alır, sermayeden başka, bir de faiz alır.”
(69.) Dolayısıyla, Proudhon beyefendinin
şapkaları, maliyet fiyatı içinde,
kâr da, faiz de hesaba katılmıyor. Onlar,
şapkalarının değerini tam olarak alırken, emek ile değişim içinde, bu
değerin bir kısmı karşılıksız maledinildiği için, kendilerine malolandan daha fazlasını almış olduklarını, Proudhon düşünmüyor. İşte, pek önemli bulduğu büyük formülü: “
Metanın fiyatını oluşturmak için işçinin ücretine, ticarette sermayenin faizinin eklenmesiyle, işçinin bu kendi ürettiğini yeniden satın alması olanaksızdır. Çalışarak yaşamak faiz rejimi altında, çelişki içeren bir ilkedir.” (105.) Mektup IX’da (s. 144-152), cesur Proudhon, dolaşım aracı olarak para ile sermayeyi birbirine karıştırıyor, ve bu nedenle de Fransa’da varolan “sermaye”nin %160 getirdiği (şöyle:
Fransa’da dolaşımda bulunan... para toplamından ... bir milyarlık bir sermaye için, kamu borcu, ipotek, vb. içinde,
yıllık faizin 1.600 milyon olduğu) sonucuna varıyor. Genel olan ve sürekli yemden-üretilen sermayenin önemsiz olduğunu göstermek için, bunlar,
para-sermayenin yani sermaye olarak ödünç alman paranın özelliği sanılıyor:
“Faizlerin birikmesiyle para-sermayenin değişimden değişime her zaman kaynağına dönüp gelmesi gibi, her zaman aynı el tarafından yapılan yeniden kiralamada her zaman aynı kişiye kazanç sağlar.” (154.) “
Her çalışmanın bir fazla bırakması gerekir.”
(Her şey
satılmak, hiçbir şey
ödünç verilmemelidir. İşte en basit kurnazlık. Metaların değişiminin sermaye ile emek arasındaki değişime dayandığını, sonuncusunda kâr ile faizin bulunduğunu görmemek acizliği. Proudhon, değişimin en basit, en soyut biçimine sarılmak istiyor.)
Proudhon beyefendiden güzel bir tanıtlama daha:
“Değer bir orantıdan başka bir şey olmadığına ve bütün ürünler kendi aralarında zorunlu olarak orantılı olduklarına göre, bundan toplumsal bakımdan ürünlerin her [sayfa 288] zaman değerler ve oluşturulmuş değerler oldukları sonucu çıkar: toplum bakımından, sermaye ile ürün arasında fark yoktur. Bu fark bireyler için tamamen öznel bir nitelik taşır.” (250.)
Sermayenin çelişkili doğası ve, onun için mülkiyeti olmayan bir işçinin gerekliliği, daha önceki İngiliz ekonomistlerinde, örneğin, Malthus’un büyük adama oynamak uğruna hile ile sahiplendiği (bu Malthus, rant teorisini kiracı çiftçi Anderson’dan aşırması örneğinde olduğu gibi, tam anlamıyla utanmaz bir aşırmacıdır) nüfus teorisinin babası saygıdeğer M. S. Towsend’da safça dile getirilmiştir. Towsend ||49| şöyle diyor: “
Anlaşılan, yoksul insanların oldukça düşüncesiz olması, her zaman toplumda en bayağı, en kirli, en düşük hizmetleri yapması bir doğa yasası olmalı. Bunların daha da artmasıyla, insan mutluluğunu korur. Duyarlı insanlar da
ağır işlerden kurtulur ve daha yüce
görevlerle vb. kaygısızca uğraşabilirler.” (
“A Dissertation on the Poor-laws.” Edition of 1817, S. 39.) “Çalışmaya
yasal zorlama, yalnızca sessiz, suskun ve sürekli değil, aynı zamanda, etkinliğin ve çalışmanın en doğal güdülenmesi olarak en güçlü çabalan uyandıran bir baskı aracı olan açlığın yanısıra, kötü niyetin vb. sürüklediği sıkıntıları, şiddeti ve kargaşayı da birlikte getirir. (15.)
Gerçekte bu, kölenin mi, yoksa özgür işçinin emeğinin mi daha
üretken olduğu sorusuna yanıttır. Sermayenin üretim tarzı özgür emeği önkoşul saydığı için A. Smith bu soruyu ortaya atamaz. Öte yandan, sermayenin ve emeğin gelişmiş ilişkisinden dolayı, A. Smith,
üretken olan ile
üretken-olmayan emek arasında bölünme içinde, sermayenin ve emeğin gelişmiş ilişkisi tarafından tamamen haklı bulunur. Buna karşılık, Lord Brougham’ın yavan şakaları ile Say’ın, Storch’un, McCulloch’un ve
tutti quanti [bütün ötekilerin] ciddi olması gereken itirazları burada geri teper. A. Smith, yalnızca, emeğin nesneleşmesini, elle tutulabilir bir nesnede donmuş olan emek olarak biraz fazla basit kavradığı için bunun dışında kalır. Ancak bu, onunla ilgili bir ayrıntı, anlatım beceriksizliğidir.)
Galiani’de de işçiler doğa yasası ile ortaya çıkar. Galiani kitabını 1750’de yayınlamıştı.
“En yararlı işleri yapan insanların çok sayıda dünyaya gelmelerini sağlayan Tanrıdır.”
* (78.
Della Moneta, vol. III, Scrittori Classici Italiani di Economia Politica. Parte Moderna. Milano, 1803.) Ama daha önce değerin doğru kavramına da varmıştır:
“Emek... nesneye değerini veren biricik şeydir.”* (74.) Gerçekte emek nitel olarak da farklıdır, hem değişik üretim dallarında, hem de az çok yoğunluk bakımından farklıdır vb. Bu farklılıkların nasıl dengelendiği ve tüm emeğin
niteliği olmayan basit emeğe nasıl indirgendiği doğal olarak burada henüz araştırılamaz. Bu indirgemenin aslında her türden emeğin ürününün konduğu değerler olarak
yapılmış olması yeterlidir. Değer
[sayfa 289] olarak bunlar belirli oranlardaki eşdeğerlerdir; emeğin daha yüksek niteliklerine ise basit emekle değer biçilir. Bu, örneğin Kaliforniya altınının basit emeğin ürünü olduğu düşünülürse, hemen anlaşılır. Gene de emeğin her türü altın ile ödenir. Dolayısıyla nitel fark ortadan kalkmıştır ve daha yüksek türden bir emeğin ürünü aslında basit emeğin bir niceliğine indirgenmiştir. Öyleyse emeğin değişik niteliklerinin bu hesaplan, burada tamamıyla
önemsizdir ve ilkede bir şey değiştirmez.
“Madenler ... bir değer taşıdıkları için para olarak kullanılırlar ... para olarak kullanıldıkları için değer taşımazlar.”* (
1. c. 95.)
“Parayı ender ya da bol olarak gösteren şey madenlerin miktarı değil, paranın dönme hızıdır.”* (99.)
“İki çeşit para vardır, düşüncel ve gerçek; ve para iki farklı amaçla kullanılır, nesnelere değer biçmek için ve onları satın almak için. Değer biçmek için, düşüncel para gerçek para kadar iyidir ve hatta daha da iyi olabilir...
paranın öteki kullanımı değer biçtiği nesneleri satın almaktır... fiyatlar ve sözleşmeler düşüncel para olarak gerçekleştirilirler.*
(s. 112 vd.)
“Madenlerin kendilerine özgü ve tekil özelliklerinde tüm ilişkiler kendilerini tek bir niceliğe indirger; doğa, onların içsel yapılarını olduğu gibi, dışsal biçimlerini ve görünümlerini de farklı bir özellikle donatmamıştır.”* (126,127.) Bu, çok önemli bir düşüncedir. Değer, ortak bir özü gerektirir ve bütün farkları, oranları, salt nitelik sorununa indirger. Bu, değerin doğal özü olarak ortaya çıkan değerli metallerde görülen durumdur.
“Bütün nesnelerin yaşamın gereksinimleri ile olan bir ilişki kuralı olarak ... para –
kısacası nesnelerin fiyatı denilen şeydir bu.”* (152.)
“Bu düşüncel para hesap parasıdır da, yani her şeyi açıkça belirtmeye, sözleşmeye bağlamaya ve değerlendirmeye yarar: aynı bir Unvandan türer, çünkü bugün düşüncel olan paralar bütün ulusların en eski paralarıdır ve onlar gerçek oldukları içindir ki hesaplar onlarla yapılıyordu.”* (152.) (Urquhart’ın düşüncel para konusundaki biçimsel açıklaması böyle, vb..
Zenciler için, vb., demir çubuklar, başlangıçta, düşüncel paraya dönüşmüş olan gerçek bir paraydı; ama onlar aynı zamanda paranın önceki değerim de korumaya çalışıyorlardı. Oysa, ticarette olduğu gibi, altın vb. karşılığında değişilen demirin değeri verilmiş olursa, külçe altın, değerini korumak için demirin varolan miktarlarının değişen oranlarını gösterir, hesap güçlüğü bu bayların soyutlama gücünün yerini alır.) (Castlèreagh, 1810’da değerli metaller komisyonunun görüşmeleri dolayısıyla buna benzer karmaşık kavramlar ortaya koymuştur.) Galiani’nin güzel bir tümcesi:
“Bu sonsuz” [sayfa 290] (şeyler)
“gelişme içinde değil, dolaşım içinde varolurlar.”* (156.)
Kullanım-değeri üzerine söyledikleri de fena değil:
“Fiyat bir ilişkidir ... nesnelerin fiyatı, onların gereksinimlerimiz ile olan orantılarını yansıtır; fiyat henüz değişmez bir ölçüden yoksundur. Belki bu ölçü de bulunacak. Kendi payıma, ben bu ölçünün insanın ta kendisi olduğunu sanıyorum.”* (159, 162.).
“İspanya en büyük ve en zengin devlet olduğu zaman, bu ülke, riyallerin ve küçücük maravedilerin üzerine titriyordu.”* (172,173)
“Öyleyse” (insan)
“tek ve gerçek zenginliği oluşturuyor.”* (188.)
“Zenginlik iki kişi arasındaki bir ilişkidir .”* (221.)
“Bir nesnenin fiyatı, bir başka deyişle onun öteki nesneler ile oranı bütün maddeler ile belli bir oran içinde değişildiği zaman bu durum, bütün öteki nesnelerin değerinin değil ama yalnızca o nesnenin değerinin değişildiğinin apaçık belirtisidir.”* (154.) (Sermayenin koruma ve onarım giderlerinin de hesaba katılması gerekir.)
“
Kâğıt-paranın niceliğinin olumlu sınırlanışı üretim maliyetinin başka alanda gerçekleşen tek yararlı amacını tamamlar.” (300.) (Opdyke.)
Para maddesinde salt nicel fark: “
Para, yalnızca para olarak geri döner” (
ödünç verilen paralar içinde); “
bu etken, onu, bütün öteki düzenlemelerden ayırdeder ... onun hizmetinin doğasını gösterir... onun işlevinin tekliğini açıkça kanıtlar.” (267.) “
Sahip olduğumuz para ile, istenilen nesneyi elde etmek için ancak bir değişim yapılırken, başka artı-ürünlerle iki değişim yapılır; (kendine para edinmek için yapılan) birinci değişim ikincisinden son derece daha güçtür.” (287, 288.)
“
Bankerin ... eski tefeciden farkı... zengine borç vermesi, yoksula seyrek vermesi, ya da hiç vermemesidir. Bundan dolayı az riskle borç verir ve bu işi daha ucuz koşullarla yapabilir; her iki neden dolayısıyla tefecinin karşılaştığı genel kinden kaçınır.” (44.) (
Newman, F. W. “Lectures on Political Economy”, London, 1851.)
Avanslar. Storch. – Tutumluluk teorisi. Storch. MacCulloch. Fazlalık. Kâr.
Sermayenin dönemsel yıkımı. Fullarton. – Arnd – İlkel faiz
||50| Herkes, ama özellikle
ticaretin ve paranın hemen tek efendileri olan ve yaşamları boyunca gizledikleri altın ve gümüşün kendilerine ölümden sonra da hizmet edeceği inancına sıkı sıkıya bağlı soylular paralarım çok gizlice ve çok derine saklıyor ve toprağa gömüyor. (312-314.) (François Bernier, t.I.
“Voyages Contanant la description des états du Grand Mogol”, vb., Paris 1830.)
Doğal durumunda madde ... her zaman değerden yoksundur ... Madde ancak emekle bir
değişim-değeri kazanır, ancak o zaman
servetin bir öğesi durumuna gelir. (
McCulloch. “Discours sur l’origine de l’économie politique”, etc, trad. par Prévost. Genève et Paris, 1825, s. 57.)
[sayfa 291]
Değişimde metalar birbirinin ölçüsüdür. (
Storch. “Cours d’Economie Politique avec des notes, etc. par J. B. Say”, Paris 1823,1.1, s. 81.) “Rusya ile Çin arasındaki ticarette, tüm metalara değer biçmekte maden-para kullanılır; bununla birlikte bu
ticaret trampalar yoluyla yapılır.” (s. 88.) “
Emek ... servetin kaynağı olmadığı gibi, ölçüsü de değildir.” (s. 123,
l.
c.)
“Smith ...
kendini maddi nesneleri var eden aynı nedenin, değerin kaynağı ve ölçüsü olduğuna da inandırdı.” (s. 124.) “Faiz, bir sermayenin kullanımı için ödenen fiyat.” (s. 336.)
Paranın doğrudan ... ama yapay bir gereksinime dayanan
doğrudan bir değere sahip olması
gerekiyor. Maddesinin insan yaşamı için vazgeçilmez olması gerekmiyor;
çünkü o maddenin para olarak kullanılan miktarının tümü hiçbir zaman bireysel olarak kullanılamıyor; her zaman dolaşması gerekiyor, (c. II, s. 113, 114.)
“Para her şeyin yerini tutuyor.” “ (s. 133.) T. V.
“Considération sur la natura du revenu national”, Paris, 1824: “
Yeniden üretken tüketimler, tam anlamıyla harcama değil, ama yalnızca avans oluştururlar, çünkü onları yapan kimselere geri verilirler.” (s. 54.)
“Halkların tasarrufları ya da yoksunlukları ile, yani kendilerini seve seve yoksulluğa mahkum ederek zenginleştikleri yolundaki o önermede açık bir çelişki yok mu [?] (s. 176.) “Rusya’da işlenmiş derilerin ve kürklerin para işleri gördükleri dönemde, öylesine oylumlu ve öylesine saklanması güç
bir paranın dolaşımına bağlı kullanışsızlık bunların yerine küçük
damgalı deri parçacıklarının kullanılması düşüncesine yol açtı,
böylece bu küçük damgalı deri parçacıkları işlenmiş deri ve kürkler biçiminde ödenebilir imler duruma geldiler... Bunlar bu kullanışı 1700’e kadar sürdürerek korudurlar, (daha sonra
gümüş kopeklerin kesirlerini simgelemek üzere), “hiç değilse
Kaluga kenti ve dolaylarında, Petro I” (1700)
“küçük bakır para karşılığında” bunların geri verilmesini buyuruncaya kadar.” (s. 79.)
Bileşik faizin mucizeleri konusunda bir değinmeyi 17. yüzyılda tefeciliğin büyük savaşımcısı
Jos. Child’de (“
Traitis sur le commerce” etc. trad. de l’anglais (1669’da İngilizce yayınlanmış), Amsterdam et Berlin, 1754) (s. 115.117) buluruz.
“
Bir meta, gerçekte, her zaman, onu üretmiş olan e
mekten daha fazlası karşılığında değişilir; kârları oluşturan da bu fazlalıktır.” (s. 221.
McCulloch, “The Pirinciples of Political Economy”. London 1830.)
Bay McCulloch’un rikardocu ilkeyi iyi kavradığını gösteriyor. Kendisi,
değişim-değeri ile
gerçek değer arasında ayrım yapıyor; birincisi, 1) elde edilişinde ya da üretiminde harcanan emeğin niceliği; 2) ikincisi, öteki metaların belirli emek niceliklerinin
satınalma gücüdür (s. 211.) İnsan, ancak etkinliğiyle yapılan makinelerin herhangi birinin emeğinin ürünüdür; ve bu, insanın aynı görüş açısından tam anlamı ile dikkate alınması
[sayfa 292] gereken bütün ekonomik incelemelerde karşımıza çıkar. (115,
l.
c.)
Ücretler ... gerçek anlamda, işçinin sanayi ürününün bir kısmından oluşur, (s. 295.)
Sermayenin kârları, birikmiş emeğin ücretlerinin yalnızca başka bir adıdır. (s. 291.)
“
Sermayenin dönemsel yıkımı, piyasa üzerinde faizin her oranının kendi varlığının bir koşulu olmuştur, ve bu açıdan dikkate alındığında, büyük bir korku ve endişeyle beklemeye alışık olduğumuz, sakınmaya çok çalıştığımız bu korkunç yıkımlar, belki de aşırı büyümüş ve aşın ilerlemiş bir zenginliğin doğal ve gerekli bir düzeltilmesinden başka bir şey değildir; bugünkü yapısıyla toplumsal sistemimizin, varlığını tehdit eden ve durmadan kendini gösteren bir bolluktan zaman zaman kurtulmasını sağlayacak, sağlam ve sağlıklı bir durum kazandıracak bir iyileştirme yoludur.” (s. 165.
Fullarton (
John)
: “On the regulation of currency”, ete, Lond. 1844.)
Para – Satınalmanın genel gücü. (Chalmers.)
Sermaye... üretimde kullanılan hizmetler ve metalar. Para: değerin ölçüsü, değişim aracı ve evrensel eşdeğer; daha pratik biçimde: sermayenin elde edilmesinin aracı; daha önce kredi ile sağlanmış sermayenin ödenmesinin tek aracı; gizil güç biçiminde – sermayenin eşdeğerini elde etmek için güvence: ticaret, para aracılığıyla sermayenin sermaye ile değişimidir, ve aracılığın sözleşmesi olarak, yalnız para, sözleşmeyi yerine getirebilir ve borcu kapayabilir. Satışta, sermayenin herhangi bir biçimi, kendine özgü eşdeğerini değer olarak elde etmek için sermayenin belli bir biçimi olan para karşılığında değişilir. Faiz – ödünç verilen para için belirli bir karşılık. Sermaye edinmek amacıyla borç pata alınırsa, yapılan, sermayenin kullanımı için aldığı (hammadde, emek, mal vb.) karşılığıdır. Eğer bir borcun giderilmesi, daha önce alınan ve kullanılan sermayenin (para olarak ödenmesi sözleşmeye bağlanmış) ödenmesi için borç para alınırsa, yapılan harcama paranın kendisinin kullanımı içindir ve bu açıdan faiz ile iskonto aynı şeydir. Iskonto yalnızca, paranın kendisi için, kredi parasını gerçek paraya çevirmek için ödemedir. Güvenilir bir poliçe iskonto gideri düşüldükten sonra, sermaye için banknot kadar değer taşır; bonolar, ücretlerin ve küçük peşin ödemelerin daha uygun karşılanması, ya da vadesi gelen daha büyük yükümlülüklerin yerine getirilmesi için para sağlama amacıyla iskonto edilir; ayrıca, peşin ödemelerde genel olarak yapılan %5’ten az indirimli iskonto ile hazır para elde etme yararlılığı için de kullanılır. Bununla birlikte, iskonto yapmanın başka amacı, temelde yasal ödeme aracının arz ve talebine bağlıdır... Faiz oranı, en başta sermaye talebine ve arzına bağlıdır, iskonto oranı ise tamamıyla para arzına ve talebine göre olur. (13 Mart 58,
Economist, yazıişleri müdürüne mektup.
)
||51| Bay K. Arnd, tam da “köpekler üzerine vergi” konusunda derinlemesine sözettiği yerde şu ilginç buluşa varmış:
[sayfa 293] “Besinlerin üretiminin doğal akışı içinde, –toprağın tamamen ekildiği ülkelerde– faiz oranının belirli bir ölçüde ayarlanmasını belirlediği görünen bir olay vardır; –bu, Avrupa ormanlarının ağaç kapasitelerinin yıllık artışında görülen orandır– böyle bir artış, bunların değişim-değerinden tamamen bağımsız olarak, yüzde 3-4 oranındadır.” (s. 124,125.
“Die naturgemässe Volkswirtschaft”,
etc. Hanau 1845.) Bu buluş, ormanların dolaylı faiz oranı diye adlandırılmasını hak ediyor.
Faiz ve kâr – Carey. İngiltere’de rehin.
“
Geri kalan değer ya da fazla-artı, her iş alanında kullanılan sermayenin değeri oranındadır.” (
Ricardo.)
Faizde iki sorun gözönünde bulundurulur:
Birincisi, kârın faiz ve kâr diye ayrılması. (Bu son ikisinin birliğine İngilizler
brüt kâr diyorlar.)
Sanayi kapitalistleri sınıfının karşısına bir
finans kapitalistleri sınıfı çıkar çıkmaz bu fark sezilir, görülür hale gelir.
İkincisi: sermayenin kendisi meta olur, ya da meta (para) sermaye olarak satılır. Bu demektir ki, örneğin,, sermaye, bütün öteki metalar gibi fiyatını talep ve arza göre düzenler. Dolayısıyla, bu, faiz oranını belirler. Böylece, sermaye, burada dolaşıma sermaye olarak girer.
Finans kapitalistleri ve
sanayi kapitalistleri, ancak iki özel sınıf oluşturabilirler, çünkü kâr, iki gelir dalı olarak birbirinden ayrılabilir. Kapitalistlerin iki türü yalnız bu
olguyu dile getirir; ama iki özel kapitalist sınıfının bu temel üzerinde gelişebilmesi için, kârın iki özel gelir biçimine ayrılmasının, bölünmesinin gereği vardır.
Faizin biçimi kârın biçiminden daha eskidir. Hindistan’da
komünal tarımcılar için faizin yüksekliği, kârın yüksekliğini asla göstermez. Tersine, kâr da, bizzat ücretin bir bölümü de, faiz biçiminde tefeci tarafından maledinilirler. Bu faizi, İngiliz
para piyasasında geçerli olan, İngiliz kapitalistinin ödediği faizle karşılaştırmak ve bundan da, İngiltere’de “emek oranının” (üründeki emeğin payının) Hindistan’a göre ne kadar daha yüksek olduğu sonucunu çıkarmak, Bay Carey’in tarihsel anlayışına tamamen uygun düşen bir işlemdir.
Aslında kendisinin, İngiltere’de malzemeyi ve aleti kapitalistten avans alan (borç alan),
* örneğin Derbyshire’daki
dokumacıların ödediği faizi karşılaştırması gerekirdi. Burada, bütün
başlıca giderlerin ödenmesinden sonra, işçinin, yalnızca avanslarını kapitaliste geri vermiş olmakla kalmayıp aynı zamanda ona ayrıca kendi emeğini de bedava bıraktıktan sonra, gene de kendini borçlu olarak bulacak kadar faizin yüksek olduğu
[sayfa 294] görülecektir. Sanayi kârı biçimi tarihsel olarak, sermayenin ancak bağımsız işçinin yanında artık görünmemesinden sonra gelişir. Dolayısıyla kâr, başlangıçta faiz tarafından belirlenmiş görünür. Ama burjuva ekonomide faiz, kâr tarafından belirlenir ve ancak onun bir parçasıdır. Öyleyse, kârın, bir bölümün faiz olarak ondan ayrılmasına olanak verecek kadar büyük olması gerekir. Tarihsel olarak, tersi. Faizin, artı-kazancın bir kısmının kâr olarak bağımsızlaşmasına olanak verecek kadar azaltılmış olması gerekir.
Ücretler ile kâr –gerekli-emek ile artı-emek– arasında doğal bir ilişki vardır; ama kâr ile faiz arasında, iki sınıf arasında, bu değişik gelir biçimlerine uygun düşen rekabet tarafından belirlenmiş böyle bir ilişki var mıdır? Ancak bu rekabetin ve iki sınıfın bulunması için, artı-değerin ilkin kâr ve faiz olarak ikiye bölünmesi gerekir. Sermayeyi genel olarak incelemek, saf bir soyutlama değildir. Bir ulusun toplam sermayesini, örneğin toplam ücretli emekle (ya da toprak mülkiyetiyle) karşılaştırarak incelersem, ya da, insanı, fizyolojik bakımdan, hayvanla karşılaştırarak incelersem, genel bir biçimde incelemiş olurum. Kâr ile faiz arasındaki fark, bir finans kapitalistleri sınıfı ile sanayi kapitalistleri sınıfı arasında varolan fark gibidir. Ancak böyle iki sınıfın birbirinin karşısında bulunabilmesi için, bunların çifte varlığı için, sermaye tarafından sağlanmış artı-değerde bir bölünme olması gerekir.
(Ekonomi politik servetin özgül toplumsal biçimlerini ya da daha çok servetin üretimini ele alır. Bu alanın konusu, emek gibi öznel olsun, doğal ya da tarihsel gereksinimlerin karşılanmasına ilişkin nesneler olsun, önce bütün üretim çağlan için ortaktır. Bunun içindir ki, konu, ilkin, ekonomi politiğin incelenmesinin tamamen dışında bulunan ve ancak biçim ilişkileri tarafından değişikliğe uğrayınca ya da onları değişikliğe uğratan olarak görününce, inceleme alanına giren salt önkoşul olarak ortaya çıkar. Bu konuda genel olarak söylenenler, ekonomi politiğin ilk denemelerinde tarihsel bir anlamı bulunan soyutlamalarla sınırlı kalır; bu denemelerde biçimler henüz güçlükle konudan çekip çıkarılmış ve büyük bir çaba ile asıl inceleme konusu olarak saptanmıştır. Daha sonraları bunlar, bilimsel bir sav ile ne kadar çok ortaya konmuşsa öylesine çirkinleşir, cansıkıcı bayatlıklar haline gelirler. Bu, özellikle, Alman ekonomistlerin “mallar” kategorisi altında yapa-geldikleri gevezelikler için sözkonusudur.)
Önemli olan, faizin ve kârın,
sermayenin ilişkilerinin her ikisini ifade etmesidir. Özel biçim olarak, faiz getirici sermaye emeğin karşısında değil, kâr getirici sermaye karşısında olur. Bir yandan emekçinin henüz ücretli emekçi olarak değil, bağımsız emekçi olarak bulunduğu, öte yandan da bunun nesnel koşullarının artık onun yanında bağımsız bir varlığa sahip olduğu, özel bir tefeci sınıfının mülkiyetini meydana
[sayfa 295] getirdiği ilişki, az çok değişime dayanan bütün üretim tarzlarında –tüccar servetinin ya da para olarak servetin,
tarımsal ya da zanaatsal sermayenin özel ve sınırlı biçimlerinin tersine gelişmesiyle birlikte– zorunlu olarak gelişir. Bu terimsel servetin gelişmesi de, değişim-değerinin ve dolayısıyla aynı alanlarda dolaşımın ve para ilişkilerinin gelişmesi olarak dikkate alınabilir. Bu ilişki, bize, ayrıca bir yandan emek koşullarının –giderek daha çok dolaşımdan gelen ve ona bağlı olan– emekçinin ekonomik varlığından bağımsız hale geldiğini, ondan çözüştüğünü gösterir. Öte yandan da, bu sonuncusu, henüz sermaye sürecine katılmamıştır. Bunun içindir ki, üretim tarzı henüz çok önemli biçimde değişime uğramaz. Bu ilişki burjuva ekonomisi içersinde hâlâ yineleniyorsa, bu, geri kalmış ya da modern üretim tarzı içinde yitip gitmemeye çalışan ||52| sanayi kollarıdır. Bu kollarda, hâlâ emeğin sömürüsünün en iğrenci ile karşılaşılır, burada, sermaye ve emek ilişkisi, yeni üretken güçlerin gelişmesinin herhangi bir temelini ve yeni tarihsel biçimlerin filizini taşımaz. Bizzat üretim tarzına gelince, sermaye, burada, henüz maddi bakımdan tek tek işçilerin ya da işçi ailesinin çerçevesi içersinde görünür –zanaatçı işletmesinde ya da küçük tarımda olduğu gibi. Sermayenin üretim tarzı olmaksızın, sermaye tarafından sömürü vardır. Burada, faiz oranı çok yüksektir, çünkü faiz, kârı ve hatta ücretin bir bölümünü içerir. Sermayenin üretimi henüz egemenliği altına almadığı, yani sermayenin ancak biçimsel sermaye olduğu bu tefeci biçim, kapitalist-öncesi üretim biçimlerinin egemenliğini gerektirir; ama bizzat burjuva ekonominin bağrında, daha alt alanlarında yeniden üretimini sürdürür.
Faizin ikinci tarihsel biçimi: tüketilen servete sermayenin ödünç verilmesi.
Tefecinin cebinde birikmeye ve sermayeleşmiş olmaya başlayan toprak sahiplerinin (ve çoğu zaman
toprağın da) geliri olduğu ölçüde, sermayenin doğuşunun aynı öğesi olarak, tarihsel önemi içinde, burada ortaya çıkar. Bu, döner sermayenin, ya da henüz para biçimindeki sermayenin, toprak sahiplerinden bağımsız bir sınıf içinde yoğunlaştığı süreçlerden biridir.
Para olarak ödemelerin –yalnızca metaların satınalma parasının vb. değil– gerekliliği, değişim ilişkilerinin ve bir para dolaşımının var olduğu her yerde gelişir. Aynı anda bir değişim gibi değişim, hiç de gerekli değildir. Para ile birlikte, bir kısmını metaya bırakması ve öteki kısmım ancak daha sonra ödemesi olanağı vardır. Bu amaç için (daha sonra
ödünç olarak ve
iskonto olarak gelişen) para gereksinimi, faizin başlıca tarihsel kaynaklarından biridir. Bu nokta bizi burada henüz ilgilendirmiyor; yalnızca kredi ilişkilerinde ele alınabilir.
Satınalma (P–M) ile
satış (M–P) arasındaki fark: “Satın alırsam, 1) metanın kârını eklemiş ve almış olurum; 2)
genel olarak temsil edilir [sayfa 296] ya da çevrilebilir bir mal, paradır, buna karşın,
para her zaman satılabilir, para ile başka herhangi bir metaya sahip olabilirim;
paranın bu üstün nitelikli satılabilirliği, metaların daha düşük satılabilirliğinin gerçek etkisi ya da doğal sonucudur... Alımda durum değişiktir.
Aldığını satmak için ya da müşterilerin gereksinimini karşılamak için satın alıyorsa, satma olasılıkları nasıl olursa olsun, gelir getirici bir fiyat üzerinden satış yapmasının mutlak kesinliği yoktur... Ama herkes aldığını satmak için satın almaz,
kendi kullanımı ya da tüketimi için de satın alır.” vb. (s. 117 ve devamı.
Corbet, Th.
“An Inquiry into the Causes and Modes of the Wealth of Individuals.” London, 1841.)
Economist, 10 Nisan [
1858]
: “
Bay James Wilson tarafından parlamentoda yapılan bir açıklama, 1857’de dökülen altın sikke değerinin 4.859.000£ olduğunu, bunun 364.000 sterlininin yarım-sovereign olarak bulunduğunu gösteriyor. Aynı yılda dökülen gümüş sikke 373.000£ tutarında, kullanılan metalin maliyeti 363.000 sterlindir.... 31 Aralık 1857’de sona eren on yıl içinde dökülen sikkenin genel tutan altın olarak 55.239.000 sterlin ve gümüş olarak 2.434.000 sterlindir.... Geçen yıl bakır sikkelerin tutan 6.720 değerindeydi – bakırın değeri 3.492 sterlindi; bunun 3.163’ü peni, 2.464’ü yarım-peni ve 1.120’si farthing’di. ... Son on yılın bakır sikkesinin toplam değeri 141.477£, bunu oluşturan bakır 73.503 sterline satın alınmıştı.”
“Thomas Culpeper (1641), Josias Child (1670), Paterson (1694), Locke’a (1700) göre, servet, altın ve gümüşün faiz vergisinin kendiliğinden zorlanan indirimine bağlıdır. İngiltere’de nerdeyse iki yüzyıldır buna uyulmaktadır.” (Ganilh.)
Hume, Locke’un tersine, faiz oranının belirlenimini kâr oranından geliştirdiği zaman, sermayenin çok daha büyük ölçüde gelişmesini gözönünde tutmuştu; Bentham, 18. yüzyılın sonuna doğru tefecilikten yana savunmasını yazdığı zaman bunda daha da ileri gitmişti. (Henry VlII’den Anne’a kadar faizin yasal indirimi.)
“Her ülkede: 1) üreten bir sınıf ve 2) sermayesinin faizleriyle yaşayan paralı bir sınıf vardır.” (s. 110.) (J. St. Mill. “Some unsettled questions of political economy”, London, 1844.)
“
Ayrılıkların sık sık dalgalanmaları ve bir malı kurtarmak için bir başkasının rehine konması ve bununla küçük bir meblağ sağlanması sonucu, paranın fiyatı çok artar. Londra’da 240, ülkede 1.450 kadar ruhsatlı rehin komisyoncusu vardır. ... Kullanılan sermaye bir milyon kadar tahmin ediliyor. Bu, yılda en az üç devir yapar. ... Her defasında ortalama %33
!/
2 kâr sağlar; böylece İngiltere’de 1 milyon
düşük değerde ödeme emri ile, bir milyon
geçici ödünç verme için ödeme yapılır,
elkonulan mallarla uğranan kayıp bunun dışındadır.” (s. 114.) (vol. I, J.
D. Tuckett: [sayfa 297]
“A History of the Past and Present State of the Labouring Population”, ete, London, 1846.)
Ustanın yerini tüccar nasıl alır?
“Bazı işler, örneğin porselen yapımı, camcılık vb. pratik olarak ancak büyük çapta yürütülebilir. Dolayısıyla el zanaatı değildirler. 13. ve 14. yüzyılda bile bazı işler, örneğin dokumacılık, büyük çapta yürütülmüştür.” (
Poppe.)
“Eski zamanlarda bütün fabrikalar zanaatçılık alanındaydı ve
tüccar yalnız zanaatçıların muhasebecisi ve yollayıcısıydı. Kumaş ve alet yapımında bu kurala sıkı sıkıya uyuluyordu. Ama birçok yerde tüccarlar giderek ustalığa yükselmeye” (doğal olarak lonca önyargılarına, geleneklere, yaşlı ustaların kalfalarla olan ilişkilerine uyulmaksızın) “ve gündelikçi olarak kalfa çalıştırmaya başladılar.” (
Poppe, s. 92, t. I.
“Geschichte der Technologie”. Göttingen,1807-1811.)
İngiltere’de gerçek anlamıyla sanayinin, loncaların olmadığı kentlerde toplanmasının ve yayılmasının başlıca nedeni buydu.
Tüccar serveti.
Tüccar serveti olarak görünmüş olan tecimsel sermaye ya da para, sermayenin, yani yalnızca dolaşımdan (değişimden) gelen, onda korunan, yeniden-üretilen ve çoğaltılan değerin ilk biçimidir ve bu hareketin ve etkinliğin tek amacı da değişim-değeridir. Burada iki hareket, satmak için satın almak, satın almak için satmak vardır, ama ||53| P–M–M–P biçimi egemendir. Para ve onun çoğaltılması, işlemin tek amacı olarak kendini gösterir. Tüccar, metayı, ne kişisel gereksinimi için, onun kullanım-değeri için satın alır, ne de onu örneğin bir sözleşmedeki borçlan ödemek ya da kendi gereksinimlerini karşılamak amacıyla başka meta elde etmek için satar. Onun doğrudan amacı, değerin çoğalması ve doğrudan para biçimi altında çoğalmasıdır. Tecimsel servet ilkin, değişim aracı olarak paradır; para, dolaşım hareketinin aracısıdır; meta para karşılığında, para meta karşılığında değişilir ve
vice versa. Para, burada, metal varlığı içersinde bulunmamakla birlikte, kendinde bir amaç olarak ortaya çıkar. Burada, değerin, iki biçimde: meta ve para biçiminde canlı dönüşümü vardır; değerin, kullanım-değerinin aldığı belirli biçimi karşısında ilgisizliği, aynı zamanda, yalnızca kılık değişikliği gibi görünmekle birlikte, bütün bu biçimler içinde değişikliğe uğrar. Böylece ticaret eylemi dolaşım hareketlerini
[sayfa 298] yoğunlaştırırsa, dolayısıyla tüccar serveti olarak para, bir yandan sermayenin ilk varlığı olur, tarihsel bakımdan da böyle görünürse, bir başka yönden, bu biçim,
değer kavramı ile doğrudan çelişik görünür. Ticaretin yasası, ucuza satın almak, pahalıya satmaktır.
Dolayısıyla, ticaret, eşdeğerlerin değişimi değildir, böyle olsaydı, tersine, özel bir kazanç dalı olarak her ticaret olanaksız hale gelirdi.
Öyleyse tecimsel servet olarak para –en değişik toplumsal biçimlerde ve toplumsal üretken güçlerin gelişmesinin en değişik bütün aşamalarında görüldüğü gibi– paranın egemen olmadığı uçlar arasındaki hareketin ve onun yaratmadığı koşullar arasındaki hareketin yalnızca aracısıdır.
A. Smith, c. II1. III. (éd. Garnier):
“Her uygar toplumun büyük ticareti, kent sakinleri ile kır sakinleri arasında ... ya aracısız olarak, ya da paranın aracılığıyla kurulan ticaret... işlenmiş ürüne karşı işlenmemiş ürünün değişimine dayanır.” (s. 403.) Ticaret her zaman bir araya getirir; başlangıçta üretim, küçük ölçekte yapılır.
“Kent, kır sahiplerinin işlenmiş ürüne karşı kendi işlenmemiş ürünlerini değişmek için geldikleri sürekli bir fuar ya da pazar oluşturur. Kent sakinlerine hem çalışma materyalini, hem de geçim araçlarını işte bu ticaret sağlar. Kent sakinlerinin kır sakinlerine sattıkları işlenmiş ürün miktarı, satın aldıkları mal ve yiyecek miktarını kaçınılmaz olarak belirler.” (s. 408 [,409].)
“Geçim ve yararlanma araçları” asıl amaç olduğu sürece, kullanım-değeri ağır basar.
Değerin yalnızca değişim yoluyla korunduğu ve çoğaldığı kendi kavramında içeriktir. Ama varolan değer ilkin paradır.
“Kendine mutlak gerekli olanın ötesinde bir şeyler öneren bu sanayi, kırın tarımcıları tarafından genel olarak uygulamaya konabilmesinden uzun zaman önce kentlerde toplandı.” (s. 452.)
“Bir kentin insanları geçimini ve sanayinin bütün araç ve gereçlerini yalnızca kırdan sağladığı halde, deniz kıyısında ya da gemilerin işleyebildiği bir ırmağın yakınında bulunan bir kentin insanları ise aynı şeyleri dünyanın en uzak köşelerinden bile, ya kendi sanayilerinin çıkardığı ürün karşılığında değişerek ya da birbirinden uzak ülkeler arasında taşımacılık hizmeti gören insanların karşılıklı hizmeti yerine getirerek, bu ülkelerin ürünlerini kendi aralarında değişerek sağlarlar. Böylece bir kent çok zengin olabilir, buna karşılık onun yakınında bulunan ülke, hatta onunla ticaret yapan bütün bir ülke yoksul kalabilir. Bu ülkelerin herbiri, ayrı ayrı düşünülürse, onun geçimine ve ticaretine çok küçük bir pay sağlayabilir; ama bu ülkelerin hepsi, birlikte düşünülürse, onun geçim olanaklarına büyük bir pay sağlar ve istihdam alanında çok değişik olanaklar getirir.” (s. [452,] 453.) [sayfa 299] (Avrupa’da İtalyan kentleri ticaret yoluyla ilkönce gelişmişlerdir; haçlı seferleri sırasında –Venedik, Cenova, Piza– kısmen insan taşımacılığı ve her zaman da bu insanlar için sağlanması gereken yiyecek maddelerinin taşınması yoluyla bu duruma gelmişlerdir. Bu cumhuriyetler sanki haçlı ordularının yiyecek maddeleri sorumlusuydu.) (
l.c.)
Tüccar serveti, sürekli olarak değişim halinde bulunduğu ve değişim-değeri için değişim yaptığı için,
gerçekte canlı paradır.
“Ticaret kentlerinde oturanlar pek zengin ülkelerden zarif eşyaları ve lüks malları yüksek fiyatla ithal ediyorlar, bunları, kendi malikanelerinin ham ürününden büyük miktarlar ödeyerek satın almakta
sabırsızlanan büyük toprak sahiplerinin şişinmelerine olanak sağlıyorlardı. Böylece Avrupa’nın büyük bir kısmının ticareti, bu dönemde, bir ülkenin ham ürününün, sanayide ilerlemiş bir ülkenin manüfaktür ürünü karşılığında değişimine bağlı bulunuyordu.” (s. [454,] 455.) “Bu işin tadına genel olarak varıldığında, yeterince talep sağlamak için tüccarlar, taşıma giderlerinde tasarruf sağlamak üzere, kendi ülkelerinde benzer manüfaktürler kurmaya giriştiler.
Uzağa satış amacıyla kurulan ilk manüfaktürlerin kökeni böyledir.” (
l.c.)
Dış ticaretten doğmuş olan lüks manüfaktürler, tüccarlar tarafından kurulmuştur (s. [450-]458) (yabancı materyalleri işliyorlardı).
A. Smith, “kaba ev zanaatçılarının zamanla inceltilmesi sonucu doğal olarak ve kendiliğinden oluşmuş” ikinci bir türden söz eder.
Ham materyallerin işlenmesi, (s. 459.)
Antikçağın tüccar halkları, dünyanın aralıklarında Epikür’ün tanrıları ya da
daha çok Polonya toplumunun gözeneklerindeki Yahudiler gibidir. Tüccar halkların ya da bağımsız kentlerin çoğu, üretici halkların yabanıllığına dayanan, onlar arasında para rolü (aracılar rolü) oynayan
ticaret yaparak bağımsız ve eşsiz bir gelişmeye sahip oldular.
Burjuva toplumun ilk aşamalarında ticaret sanayiye egemendir; modern toplumda bu tersinedir.
Ticaret, doğal olarak, bunu birbirleri arasında alışkanlık haline getiren toplulukları çok ya da az etkiler. Üretimi, giderek değişim-değerinin egemenliği altına sokar; doğrudan kullanım-değerini de giderek arka plana iter; çünkü insanın geçimini ürünün doğrudan kullanımından çok satışına bağımlı hale getirir. Eski toplumsal ilişkileri eritir. Böylece para dolaşımını çoğaltır. Önce yalnızca ürün fazlasına el atar; yavaş yavaş ürünün kendisine egemen olur. Bununla birlikte, yıkıcı etkisi, birbirileri arasında ticaret yapan üretici toplulukların
[sayfa 300] doğasına çok bağlıdır. Örneğin eski Hint topluluklarını ve genel olarak asyatik ilişkileri, hemen hiç değiştirmemiştir. Değişimde aldatma, ||54| bağımsız olarak ortaya çıkan ticaretin temelidir.
Ama sermaye, ancak ticaretin, üretimin kendisini egemenliği altına aldığı ve tüccarın üretici ya da üreticinin salt tüccar olması durumunda oluşur. Ortaçağın lonca düzeni, kast sistemi vb. buna ters düşer. Sermaye, tam ticaret sermayesi olarak, ilkin, az ya da çok aracı hizmeti gören paranın, kullanım için üretilmesinden çok, büyük ticaret için üretilmesiyle ortaya çıkar.
Kentlerin ve tüccar halkların temeli ve bağımsız ekonomik biçimi olarak varolan ticari servet, ekonomik gelişmenin değişik aşamalarında bulunan halklarda var olmuştur; ve bizzat ticaret kentinde (örneğin eski Asya, Yunan ve ortaçağ İtalyan kentlerinde vb.) üretim, lonca vb. biçimi altında varlığını sürdürebilir.
Steuart. “
Ticaret, ya bireylerin, ya da toplumların servetinin, ya da uğraşısının, tüccar denilen birtakım insanlar yoluyla, her türlü gereksinimin karşılanmasına yarayan bir eşdeğer için, sanayide bir aksamaya, ya da tüketimde bir engellemeye götürmeksizin, alınıp verilebilen bir işlemdir. Sanayi, ticaret yoluyla, her gereksinimi karşılamaya uygun bir eşdeğer sağlamak için, özgür insanın yaratıcı emeğinin uygulanmasıdır.” (t. I, s. 166.)
“
Gereksinimler basit ve sınırlı iken, emekçi her işini sırasıyla yapmak için yeterince zaman bulur; gereksinimler çoğaldığı zaman, insanlar daha uzun süre çalışmak zorundadır, zaman değerli hale gelir; bundan dolayı ticaret ortaya çıkar....
Tüccar, emekçiler ile tüketiciler arasında bir çeşit aracıdır.” (s.171.)
Ticaretin başlangıcı, (ürünlerin)
bazı ellerde toplanmasıdır. (
l.c.)
Tüketici satmak için satın almaz. Tüccar salt kâr sağlamak amacıyla satın alır ve satar (s. 174) (yani değer için).
“En gerekli besin maddelerinin trampa edilmesiyle” (...) “yapılan ticaret,
ticaretlerin tümünün en basitidir.” “Gelişmede asıl pay,
paranın kullanılmasıdır.” (s. 176.)
Karşılıklı gereksinimler
trampa yoluyla karşılandığı sürece, burada, paraya en küçük yer olmaz. Bu, en basit düzenlemedir. Gereksinimler çok yanlılık kazanınca,
trampa daha güçleşir; o zaman
para kullanılır. Para, bütün şeylerin
ortak fiyatıdır. Ona gereksinenlerin ellerinde
uygun bir eşdeğerdir. Bu
satınalma ve
satma işlemi, birincisinden daha karmaşıktır. Dolayısıyla, 1)
trampa; 2)
satış; 3)
ticaret. Tüccarların araya girmesi gerekir. Daha önce
gereksinim denilen şey, şimdi
tüketici tarafından temsil edilir,
imalatçı tarafından sanayi, tüccar tarafından para temsil edilir. Parayı temsil eden tüccar, paranın yerine
krediyi koyar;
[sayfa 301] trampanın kolaylaştırılması için nasıl para bulunmuşsa,
tüccarın krediyi bulması da, paranın kullanılmasında yeni bir gelişmedir. Bu,
satınalma ve
satma işlemi şimdi
ticarettir; her iki taran,
taşıma ve
gereksinimleri gereksinimlere, ya da gereksinimleri paraya ayarlama güçlüğünden kurtarır; tüccar sırayla tüketiciyi, imalatçıyı ve parayı temsil eder.
Tüketiciye karşı
imalatçıların bütününü, onlara karşı da
tüketicilerin bütününü temsil eder ve tüccarın
kredisi her iki sınıfa
paranın kullanımını sağlar. (s. 177. 178.) Tüccarlar, gereklilik dolayısıyla değil, kâr amacıyla alırlar ve satarlar, (s. 203.)
“Ancak sanayici, kendi kullanımı için değil, başkalarının kullanımı için üretir; bu mallar, ancak değişikliği anda ona yararlı olmaya başlar. Dolayısıyla bunlar, ticareti ve değişim türünü gerekli kılar. Bunlar yalnızca değişilebilen değerle ilgili tahminlerdir.” (s. 161.) (
Sismondi “Etudes sur l’economie politique”, t. II. Bruxelles 1837.) Ticaret, nesnelerin, zenginliklerin başlangıçtaki yararlılık karakterini ele geçirir:
Kullanılan değer ile değişilen değer arasındaki bu karşıtlığı ticaret, tek şeye indirger, (s. 162.) “Nesnelerin, zenginliklerin başlangıçtaki yararlılık niteliklerini,
ticaret yok etti: ticaret her şeyi kullanılan değer ile değişilebilen değer arasındaki karşıtlığa indirgedi. (s. 162.) Başlangıçta yararlık değerlerin gerçek ölçüsünü oluşturuyor; ... ticaret daha sonra toplumun ataerkil durumunda ortaya çıkıyor; ama tüm zenginlikleri bütünüyle kendi içine almıyor; kendini
herkesin yaşamını oluşturan şeyde değil, ama yalnızca üretimlerinin fazlalığında gösteriyor. (162, 163.) Buna karşılık, ekonomik gelişmemizin karakteristiği olan ticaret yıllık olarak üretilen servetin tümünün dağıtımını üstlenir ve dolayısıyla,
değişilebilen değerden ancak geçimi sağlamak için ayrılan kullanılan değerin niteliğini kesin olarak engeller. (163.) Ticaretin başlamasından önce ... üretilenlerin nicel olarak artışı, servetlerin doğrudan bir artışı demekti. Eskiden, kullanılan bu metanın elde edilmesini sağlamış olan emek niceliği pek önem taşımıyordu. ... Gerçekten de, istenilen nesneyi sağlamak için mutlak olarak hiçbir emek gerekmese bile, bu nesne kullanımından bir şey yitirmez; tahıl ve keten kumaş, sahipleri için daha az gerekli olmazlar, onlara gökten düşmüş olsalar bile. Yararlanım ve kullanım, serveti değerlendirmenin kuşkusuz gerçek ölçütüdür. İnsanlar ... geçimlerini sürdürürken yapabildikleri
değişimlere, ya da
ticarete bağımlı oldukları andan başlayarak başka bir hesaplamaya, değişim-değerine, yararlılığın sonucu olmayan, ama
tüm toplumun gereksinimi ile, bu gereksinimi gidermeye yeterli emeğin niceliği arasındaki ilişkiye, ya da aynı zamanda, gelecekte aynı gereksinimi giderebilecek emek niceliğine bağlı olan bir değere bağlanmak zorunda kalmışlardır, (s. 266,
l. c.)
Darphane tarafından
[sayfa 302] ölçmek için aranmış değerlerin hesaplanmasında yararlılık kavramı tamamen bir yana bırakılmıştır. Birbirleri karşılığında değişilen iki şeyin sağlanması için, yalnızca gerekli çaba,
emek dikkate alınmıştır, (s. 267.)
Faiz konusunda, Gilbart (J. W.), “
The History and Principles of Banking”. London, 1834’te şöyle diyor:
“Kâr sağlamak amacıyla borç para alan bir kimsenin
doğal adaletin kendinde olan bir ilkesine göre kârın bir bölümünü borç verene bırakması gerekir. Genellikle bir insan
ticaret sayesinde kâr eder. Ama, ortaçağda, salt tarımsal nüfus vardır. Feodal
yönetim altında olduğu gibi,
ticaret azdır ve dolayısıyla
kâr da azdır. ... Ortaçağda tefecilik üzerine yasaların haklılığı bundan dolayıdır.... Ayrıca, bir tarım ülkesinde kişi, yoksulluğa ve sıkıntıya düşmüş olmanın dışında, çok seyrek durumlarda borç para almak ister.” (s. 163.) Faizi, Henry VIII, %10’la, Jacob I 8’le, Charles II 6 ile, Arma 5’le sınırlandırdı. (164, 165.) Bu ||55| çağda ödünç para verenler, yasal olmasa da, gerçek tekelcilerdi ve dolayısıyla onları öteki tekelciler gibi
baskı altına almak gerekli olmuştu, (s. 165.) Çağımızda kâr oranı faiz oranını düzenliyor; bu çağda faiz oranı kârların oranlarını düzenliyordu. Ödünç veren, yüksek faiz oranı ile tüccarı yük altına sokunca, tüccar metaları üzerine yüksek kâr oranı koymak zorunda kalıyor ve bu yüzden
alacaklının cebine koymak için alıcıların cebinden daha büyük tutarda para alması gerekiyordu.
Metalara yüklenen bu
ek fiyat, sermayeyi, metaları satın almada daha yetersiz ve isteksiz duruma getiriyordu, (s. 165) (
l.
c.)
Eşdeğerlerle ticaret olanaksızdır. Opdyke.
“Değişmez eşdeğerlerin etkisi altında ticaret vb. olanaksız duruma gelir.” (G.
Opdyke: “A Treatise on Political Economy”. New York, 1851, s. 67.)
“Bu aracın” (yani kâğıt paranın) “miktarının olumlu biçimde sınırlandırılması, öteki aracın” (metal para) “üretim maliyetinde gerçekleşen tek yararlı amacın tamamlayıcısı olabilir.” (
1. c. 300.)
Anapara ve faiz
Faiz. “Değerli metalin sabit bir miktarı düşerse, bu, onun
kullanılması için daha az miktarda bir para alınmasının nedeni olamaz, çünkü anapara borç alan için daha az değerde olursa, aynı orandaki faizin
ödenmesi onun için daha kolaydır. ... Kaliforniya’da
istikrarsız durum nedeniyle, borç için
aylık %3, yıllık %36 faiz alınır.... Hindistan’da
üretken olmayan giderler için borç alan Hintli prenslerin, borç verenlerin
[sayfa 303] sermaye kayıplarını ortalama olarak dengelemek amacıyla, faiz çok yüksektir, %30’dur,
sanayi işlemlerinde elde edilebilecek kârla orantılı değildir. (
Economist, 22 Ocak 1853.) (Borç veren, “burada
faizi, anaparanın kısa sürede yerine konmasına, ya da hiç olmazsa bütün ikraz işlemlerinin ortalamasına yetecek kadar yüksek bir faiz ister, böylece özel durumlarda uğradığı zararları, başka durumlarda elde ettiği çok yüksek kazançlarla dengelemeyi sağlar.” (
l.c.)
Faiz oranı, 1)
kâr oranına, 2)
tüm kârın borç veren ile
borç alan arasında paylaşım oranına bağlıdır. (
l.c.)
Değerli metallerin bolluğu ya da kıtlığı, genel fiyat endeksinin yüksekliği ya da düşüklüğü, yalnızca, borç alanlar ile borç verenler arasındaki değişimlerin gerçekleşmesi için, değişimin öteki bütün tiplerinde olduğu gibi gerekli olan para tutarının büyüklüğünün çok ya da az olmasını belirler.
... Aradaki tek fark,
borç verilen sermayeyi temsil ve transfer etmek için daha büyük tutarda bir paranın gerekli olmasıdır. ... Sermayenin kullanılması için ödenen tutar ile sermaye arasındaki oran, parayla ölçülmüş olarak faiz oranını gösterir. (
l.c.)
Çifte ölçüt. Eskiden altın ve gümüşün
yasal ölçüt olduğu ülkelerde bugüne kadar hemen yalnız gümüş-metal dolaşımda bulunuyordu, çünkü 1800-1850 arasında
altının gümüşten daha pahalı olmaya eğilimi vardı. ...
Altın gümüşe göre biraz yükselmişti, Fransa’da 1802’de belirlenmiş gümüş oranına göre bir
prim sağlıyordu ...
Birleşik Devletler’de de öyle; ... Hindistan’da da. (Burada şimdi, Hollanda’da olduğu gibi, ölçüt gümüştür, vb.) Birleşik Devletler’de dolaşımı önce etkiledi. Kaliforniya’nın büyük altın ithalatı, Avrupa’da gümüşün aranması, ...
gümüş sikkenin yoğun ihracı ve altının yerini alması. Birleşik-Devletler hükümeti bastığı 1 dolarlık sikkelerde altın oranını düşürdü.... Fransa’da altının yerini gümüş aldı. (
Economist, 15 Kasım 1851.)
“
Değerin ölçütü”
ne olursa olsun, “
yürürlükteki para bu ölçütün sabit bir bölümünü temsil etsin, kendiliğinden yerine otursun, yalnız bu ikisi birbirine karşılık değişmez ve sürekli bir değer olabilir, ona sahip olanın isteğine göre çevrilebilir hale gelir.” (
Economist.)
Herhangi bir para sisteminin bir karşılık güvencesine sahip olabilmesinin tek yolu, herkes onu para olarak kabul etmekle yükümlüyken, hiç kimsenin onu ödemekle yükümlü olmamasıdır. (
Economist.)
Bunun sonucu olarak, hiçbir ülkenin birden fazla
ölçütü (
birden [sayfa 304] fazla değer ölçen ölçüt) olamaz; çünkü bu
ölçüt, tekbiçim ve
değişmez olmalıdır. Hiçbir maddenin bir başkasına göre, tekbiçim, değişmez değeri yoktur;
bu, yalnız kendisine göre vardır. Bir altın para, her zaman, aynı saflıkta, aynı ağırlıkta ve aynı yerdeki değerde başka bir altın paranın aynı değerini taşır;
ama bu, altın ve
başka bir madde, örneğin gümüş için
aynı şey söylenemez. (
Economist, 1844.)
İngiliz sterlin pound ilk değerinden 1/3, Alman florin’i 1/6 daha düşüktür, İskoçya [yeniden kurulan] birlikten önce pound’u 1/36 düşürmüştür, Fransız
livre’i 1/74, İspanyol maraverdi 1/1000 daha düşüktür, Portekiz riyal’i daha da düşüktür, (s. 13,
Morrison.)
1819 yasasından önce, banknot dolaşımı dışında
değerli metal fiyatının belirlenmesinde etkili olan nedenler: 1)
fazla ya da eksik sikkenin kusursuz duruma getirilmesi. Dolaşımdaki metal sikke,
ölçüt ağırlığının altına
düşmüşse, değişimdeki en küçük bir
dönüş, ihracatta talep yaratarak
para olmayan değerli metalin fiyatını, en az para sikkenin değer yitirmesi kadar yükseltir. 2) Sikkenin
eritilmesini ve
ihracatını yasaklayan,
değerli metal ticaretine izin veren
ceza yasaları. Bu,
ihracat için talebin yoğun olduğu, kâğıt paranın tam çevrilebilir olduğu zamanlarda bile sikkeye karşı
değerli metal fiyatının değişmesine olanak sağlıyordu. 1783,1792,1796 ... 1816’da
külçenin fiyatı
paranın resmi fiyatını geçmişti, çünkü
alacaklı bankalar, peşin ödemeye yeniden hazırlandığı sırada, altını, para fiyatının çok üstünde satınaldılar. (
Fullarton.)
Bir tek ons altın olmadan da, bir altın-ölçüt olabilir. (
Economist.)
George III (1774) zamanında, gümüş, yalnızca 25£ için yasal
para oldu. Banka da artık yasal olarak yalnız altınla ödeme yapıyordu. (
Morrison.)
Lord Liverpool (19. yüzyılın başı) sayesinde gümüş ve bakır salt temsili sikkeler olmuştu. (
l.c.)
Paranın çözüştürücü etkisi. Mülkiyetin parçalanması için araç olarak para.
Paranın ölçütü üzerine Urquhart’ın saçmalıkları: “
Altının değeri kendi kendisiyle ölçülebilir; herhangi bir madde, başka nesnelerin kendi değerinin ölçüsü nasıl olabilir? Altının değeri, kendi ağırlığıyla bu ağırlığın yanlış bir adlandırması altında saptanabilir – ve bir ons şu kadar pound ve pound bölümlerine eşit olmalıdır. Bu, bir ölçünün yanlış hale getirilmesidir, bir ölçüt saptamak değildir!” (
Familiar Words.)
[sayfa 305]
||56| A. Smith, emeği
gerçek ölçü ve parayı
değerin nominal ölçüsü diye adlandırır; birincisini asıl öğe olarak gösterir.
Paranın değeri. J. St. Mill. “Satılan malların niceliği, bunların satışlarının ve yeniden satışlarının sayısı belli ise, paranın değeri, paranın her parçasının bu süreçte değiştiği ellerin sayısıyla çarpımı ile birlikte, onun niceliğine bağlıdır.” “Dolaşımda paranın niceliği, satılan bütün metaların para değerinin, dolaşımın hızını gösteren sayısıyla bölünmesine eşittir.” “Metaların ve işlemlerin tutarı belli ise, paranın değeri, dolaşımın hızı ile niceliğinin çarpımının tersidir.”
Ama bütün bunlar yalnızca, “gerçekten dolaşan ve metalara karşılık olgusal olarak değişilen para niceliğinden sözedildiği” biçiminde anlaşılmalıdır.
“Gereken para niceliği kısmen onun üretim maliyeti, kısmen de dolaşımın hızı ile belirlenir. Dolaşımın hızı belli ise, üretim maliyeti belirleyicidir; üretim maliyeti belli ise, paranın niceliği dolaşımın hızına bağlıdır.”
Para, yalnızca kendisinin öteki eşdeğeridir ya da bu metadır. Bunun içindir ki, her değeri içten çürütür. 15. yüzyılın başında Fransa’da kutsal kaplar (kilisenin kutsal çanakları) vb. bile Yahudilere rehin bırakılmıştı. (Augier.)
Para doğrudan bir tüketim nesnesi değildir:
maden para asla
tüketim nesnesi olamaz, her zaman meta kalır, asla besin olamaz. Doğrudan özünde bulunan değerine yalnızca toplumdan dolayı sahiptir; her birey için
değişilebilir. Dolayısıyla maddesinin değere sahip olması gerekir, ama
yapay bir gereksinime dayanır, insanın varlığı için vazgeçilmez nitelikte değildir; çünkü
maden para olarak kullanılan tüm niceliği bireysel olarak asla kullanılamaz, sürekli dolaşması gerekir. (
Storch.)
||57|
John Gray: “The Social System. A treatise on the principle of Exchange.” Edinburgh, 1831.
“
Para için satış her zaman para ile satan alışa uygun olarak kolaylaştırılmış olmalıdır; o zaman üretimin tekdüze olmasına yolaçar ve asla talebi düşürmez.” (16.)
Kârla satılabilen niceliktir, sağlanabilen nicelik değildir, bu, üretimin bugünkü sınırıdır. (59.)
“
Para ancak bir makbuz olabilir, ona sahip olan kişinin ulusal servet birikimine belirli bir değer kattığını, ya da bu katkıda bulunmuş olan birinden sözkonusu değere sahip olma hakkını elde ettiğini gösteren bir [sayfa 306] belgedir.... Para birikmiş olan servetin taşınabilir, devredilebilir, bölünebilir ve taklit edilemez belgelerinden daha çok ya da daha az bir şey olamaz. (63, 64.)
Bir ürüne önceden verilmiş belirli bir değer olarak bir bankaya yatırılabilir, gerektiği zaman gene çekilebilir; karşılıklı anlaşmayla, yeğlediği ulusal bankalardan herhangi birine bir mal yatıran kimse, içeriği ne olursa olsun, yatırdığı nesneyi geri çekmek zorunda olmak yerine, üründe içerilen değerin eşdeğerinde bir değerin çekilebilmesi tek özel koşuldur. ... Ulusal Bankanın bankacısı, almaya karar vereceği ve alacağı her değerin belirtilen amacına göre vergisini alacak ve değerin belirtilen amacı hangisi ise, onu aynı biçimde geri verecek.” (
l.c., 68.)
“
Eğer para” diyor Gray, “
temsil ettiğiyle aynı değerde ise, temsilci olmak özelliğini tamamen yitirir. Paranın başlıca özelliklerinden biri, onu elde bulunduranın, aldığının karşılığını o sırada ya da başka bir zaman ödemek için vermek zorunda olmasıdır. Ama para, onun karşılığında değişilen şeyin özündeki değerle aynıysa, bu gerekli değildir. (s. 74.)
“
Devlet fonlarının değer yitirmesi ... ulusun başlıca gider konusu olmalıdır,” (s. [115,] 116.) “
Her ülkenin ticareti ... ulusal bir sermaye tarafından yürütülmelidir.” (171.) “Bütün topraklar ulusal mülkiyete dönüştürülmelidir.” (298.)
Gray (
John)
: “Lectures on the nature and use of Money” (
Edinburgh, 1848): Kolektif olarak alman insan
gerek çalışmasının, gerek üretken gücün[
ün]
tükenmesi dışında, fiziksel yararlanma araçları konusunda sınır tanımamalı:
biz ise para sistemini kabul etmekle ilkede yanlış, uygulamada yıkıcı duruma girip, fiziksel olanaklarımızın hepsini kesin bir yararlanma niceliğiyle sınırlandırmayı kabul ettik; bu nicelik, insan çabasının kullanılmasıyla sağlanabilen, dünyada var olan en dar olanaklı bir meta için kârlı biçimde değişilebilir.” (29.)
İyi bir sistem için gerekli olan, 1)
işlemleriyle arz ve talep arasında doğal ilişkisinin yeniden getirileceği bir banka sistemi; 2) var olan kurgu yerine
gerçek bir değer ölçüsüdür. (108.) (Bu kitapta değişim bankası fikri bugünkü üretim tarzının korunması koşuluyla en küçük ayrıntısına kadar geliştirilmiştir.) “
Ölçüt para ile ödenecek en düşük düzeyde emeğin bir fiyatı olabilmelidir.” (106.) Örneğin
en düşük ücret oranını haftada 60-72 saat için belirlersek, yasal olarak bu
standart 20 şilin, ya da 1 sterlindir. (161.) “
Değerin kurgusal ölçütümüzü, altını elde tutalım ve böylece ülkenin üretim kaynaklarını tutsaklıkta mı bırakalım, yoksa değerin doğal değer ölçütüne, emeğe geçelim ve böylece üretim kaynaklarımızı özgür mü yapalım?” (s. 169.)
Bu asgari ücret tutan bir kez saptanmışsa... sonsuzluğa değin böyle kalmalıdır. (174.) “
Bırakınız, yalnızca, altın ve gümüş, tereyağı ve yumurta, çuha ve bez yanında piyasada kendine ait yeri alsın, ondan sonra değerli metallerin değeri, elmas fiyatı dışında bizi ilgilendirmeyecektir.” vb. (182,183).
Değişim araçları olarak altın ve gümüşün kullanılmasına [sayfa 307] karşı hiçbir diyeceğimiz yok, ... ama yalnız değer ölçüsü olarak var. ... Londra, Edinburgh ya da Dublin’de,
geçerli yüz pound banknotla değişmek için elde kaç ons altın ya da gümüş kalacağı kısa zamanda görülecektir. (s. 188.)
Faiz. Rantçı sınıfı büyüdükçe ödünç sermaye verenlerin sınıfı da büyür, çünkü bunlar tek ve aynı sınıftır. Yalnız bu yüzden faiz, eski ülkelerde düşme eğilimi göstermiştir. (201,202
Ramsay.)
“Olasıdır ki, her çağda değerli metallerin üretim maliyeti, onların ödenmiş olan değerinden daha yüksektir.” (101, II, Jacob, W.:
“An Historical Enquiry into the Production and Consumption of Precious Metals.”, London, 1831.)
Paranın değeri. Üretimden üreticiye kadar konusu oldukları pazarların sayısı ile,
bölünmüş bütün şeylerin değeri = aynı zaman süresi içinde, onları satın almak için kullanılmış, bu thaler’lerin devredilmesinin sayısı kadar bölünmüş ecu’ların değeridir. (Sismondi.
“Nouveax Principes d’Economie Politique”, vb.)
Yanlış fiyat teorisi
James Mill’de en formel biçimde geliştirilmiştir (alıntılar,
J.T. Parisot, Paris. 1823. “Elèments d’Economie Politique” çevirisinden alındı).
Mill’de başlıca pasajlar şunlardır:
“Paranın
değeri - onun başka bir madde karşılığında değişildiği orana, ya da başka şeylerin belirli bir niceliği karşılığında değişiminde verilen paranın niceliğidir.” (s. 128.) Bu oran, bir ülkede var olan paranın
toplam miktarı ile belirlenmiştir. Bir yanda bir ülkenin bütün metalarının, bir yanda da bütün paranın bir araya geldiği kabul edilirse, iki tarafın değişiminde paranın değerinin, yani onun karşılığında değişilmiş olan metaların niceliğinin, tamamıyla paranın kendi niceliğine bağlı olduğu anlaşılır. (
l.c.)
Nesnelerin gerçek durumunda aynı şey söz konusudur. Bir ülkenin metalarının genel kitlesi paranın genel kitlesi karşılığında
bir defada değişilmez; metalar bölümler halinde ve çoğunlukla çok küçük bölümler halinde, yıl boyunca çeşitli zamanlarda değişilir. Bugün bu değişimde kullanılmış para, yarın başka bir değişim için kullanılabilir. Paranın bir kısmı çok sayıda ||58| değişimlerde, başka bir kısmı çok az sayıda değişimde kullanılır, bir üçüncü kısmı birikir ve değişimde kullanılmaz. Bu değişimlerde, hepsinin aynı sayıda değişimi yerine getirmiş sayılması halinde, her paranın kullanılabileceği değişimlerin sayışma dayanan ortalama bir fiyat bulunur. Bu fiyatı herhangi bir sayı ile, örneğin 10’la saptayalım. Ülkede bulunan her para, 10 alım için kullanılmışsa, bu demektir ki, paraların genel
[sayfa 308] sayısı on katma çıkmış ve herbiri yalnız bir tek alımda kullanılmıştır. Bu durumda bütün metaların değeri, paranın değerinin on katına eşittir vb., (s. 129, 130.) Eğer her para yılda 10 alımda kullanılacak yerde, paranın toplamı on katma çıksaydı ve bir para yalnız bir değişimde kullanılsaydı, toplam paranın her çoğalışının, bu paraların herbirinin değerinde, her para aynı kabul edilince, oransal bir azalmaya neden olacağı anlaşılır. Karşılığında paranın değişilebildiği bütün metaların yığınının
aynı kaldığı
varsayıldığı için, paranın hepsinin değeri, niceliğinin çoğalmasından sonra daha öncekinden daha büyük değildir. Çoğalmanın onda-bir olduğu
varsayılırsa, parçalarının herbirinin değeri, örneğin bir onsun değeri, onda-bir oranında azalmıştır, (s. 130,131.) “Paranın toplam kitlesinin artmasının ya da azalmasının düzeyi ne olursa olsun, öteki nesnelerin niceliği değişmiyorsa, bu toplam kitlenin ve parçalarının herbiri, oransal bir azalmaya ya da artmaya uğrar. Bu önermenin mutlak doğruluğu açıktır.
Paranın değeri bir yükseliş ya da düşüş gösterdikçe, karşılığında paranın değişilebildiği metaların niceliği ve dolaşım hareketi aynı kaldıkça, bu değişikliğin paranın oransal çoğalışının ya da azalışının nedeni olması gerekir, başka bir neden bulunamaz. Paranın niceliği aynı kaldığı halde meta kitlesi azalırsa, bu, paranın bütününün çoğalmış olduğu ve tersi anlamına gelir. Benzeri değişimler,
dolaşım hareketindeki her değişikliğin sonucudur. Alımların sayışırım her çoğalışı, paranın genel çoğalışı olarak aynı etkiyi yapar; bu sayının azalması,
karşıt etkiyi doğrudan üretir.” (s. 131, 132.)
Üreticilerin tükettiği, ya da para karşılığında değişilen şeyler gibi, yıllık ürünün bir bölümü tamamıyla değişilmemişse, bu bölüm
hesaba katılmaz, çünkü para karşılığında değişilmemişse, değişim olmamışsa, para karşısında da, sanki yoktur, (s. 131,132.) Paranın çoğalması ya da azalması serbestçe oluşabildiği sürece, bu nicelik metal değeri ile düzenlenmiştir. ... Ama altın ve gümüş metadır, üründür. ... Üretim maliyeti, bütün öteki metaların değeri gibi altının ve gümüşün değerini de düzenler, (s. 136.)
Bu görüşlerin saçmalığı apaçıktır.
1) Meta kitlesinin ve dolaşım hızının aynı kaldığı, ama gene de daha büyük bir altın ya da gümüş yığınının aynı kitle karşılığında değişikliği (değer, yani altın ve gümüşün içerdiği emek niceliği değişmeksizin)
kabul edilirse, kanıtlanmak istenen şeyin, yani meta fiyatlarının dolaşımdaki aracının niceliği ile belirlendiği ve bunun tersi olmadığı kesinlikle kabul edilir.
2) Mill, dolaşıma bırakılmamış metaların para için var olmadığını kabul ediyor. Gene açıktır ki, dolaşıma bırakılmamış para da metalar
[sayfa 309] için yoktur. Dolayısıyla, genel bir biçimde paranın değeri ile dolaşıma giren paranın kitlesi arasında sabit bir ilişki yoktur. Gerçekten dolaşımda bulunan kitlenin dönüş sayışma bölünmesi, paranın değerine eşit olduğu, metanın değerinin onun para olarak ifade edilmiş fiyatı olduğu formülünün başka sözlerle yinelenmesidir; çünkü dolaşımda bulunan para, paranın dolaştırdığı metaların değerini gösterir – bundan dolayı bu metaların değeri dolaşımdaki paranın kitlesi ile belirlenmiştir.
3) Mill’in görüşünün karmaşıklığı, ona göre paranın değerinin “dolaşım hareketindeki her değişiklik” ile birlikte azalmasında ya da çoğalmasında açıkça kendini gösterir. Bir sterlin günde bir kez ya da on kez dolaşsa da, her değişimde, bu, meta için bir eşdeğeri gösterir, o, metadaki aynı değer karşılığında değişilir. Onun kendi değeri, her değişimde aynı kalır ve ne yavaş bir dolaşımda, ne de hızlı bir dolaşımda bu değişmez. Dolaşımda paranın kitlesi değişir; ama ne meta değeri, ne de para değeri değişmiştir. “Bir parça kumaş 5 değerindedir deniyorsa, bu demektir ki, kumaş 616.370
grain*
altın-ölçüt değerine sahiptir. Yukarda belirtilen neden, şöyle de söylenebilir: ‘metalar şu kadar ons altın değerinde tahmin edildiği için fiyatlar düşecektir; bu ülkede altının tutarı azalmıştır.’ “ (
Hubbard )
. G. “The Currency and the Country.” London, 1843, s. 44.)
4) Mill, önce, teorik olarak, bir ülkede bulunan paranın tüm kitlesinin
bir defada, oradaki metaların tüm kitlesi karşılığında değişildiğini varsayıyor. Sonra da bunun gerçekte böyle olduğunu, bunun asıl nedeninin de, uygulamada tam tersinin görüldüğünü ve yalnız bölüm halindeki paraların meta bölümleri karşılığında değişildiğini, pek az ödemenin
anlık kazançlar üzerinden yapıldığını söylüyor. Bundan da, bir günde yapılan işlemlerin ya da alımların toplamının, o gün dolaşımda olan paradan tamamen bağımsız olduğu ve belli bir günde dolaşan para yığınının neden değil, her defasında var olan para birikiminden tamamen bağımsız daha önceki bir yığın işlemin etkisi olduğu sonucu çıkıyor.
5) Son olarak, Mill, asıl konumuz olan serbest para dolaşımında paranın değerinin onun üretim maliyetiyle, yani ona göre parada içerilen emek-zamanı ile belirlenmiş olduğunu kabul ediyor.
||59|
Para öyküleri. Ricardo’nun, “Proposals for an Economical and Secure Currency with Observations on the profits of the Bank of England. London, 1816”, başlıklı broşüründe, onun bütün görüşünü altüst eden bir yer var. Burada deniyor ki: “dolaşımdaki banknotların tutarı ... ülkede dolaşım için gerekli olan tutara bağlıdır ve bu da,
ölçütün [sayfa 310] değeriyle; ödemelerin tutarı ve bunların gerçekleşmesi için uygulanan ekonomiyle düzenlenir.” (s. 17,18,
l.c.)
Louis XIV, XV, XVI dönemlerinde Fransa’da eyalet vergileri için köylü nüfus basma konan
vergiler ürün olarak ödeniyordu. (
Augier.)
Dolaşım aracının fiyatı ve kitlesi. Dolaşımda ek paraya bir
talep yaratmak için yalnız fiyatların
yükselmesi yeterli değildir. Üretim ve tüketim aynı anda yükselirse bu durum gerçekleşebilir. Örneğin buğday fiyatı yükselirse, arzı azalır.
Böylece, dolaşımda paranın aynı miktarıyla düzenleme yapılabilir.... Ama fiyatlar, artan talep, yeni pazarlar, daha büyük
ölçekli bir üretim sonucu yükselirse, kısacası,
fiyatların ve işlemlerin genel toplamının artısı varsa, o zaman paranın daha büyük miktarda ve daha büyük dağılımının sözkonusu olması gerekir. (
Fullarton.)
Parayı düzenleyen ekonomik etkinliktir, ve
tersi değil. Bu etkinliğin aracı, öteki metaların
değişikliklerini (fiyatların) izlemelidir. (D’Avenant.)
(Feodal krallar döneminde halkın pek azının
toptan satırı aldığı mallar çok düştüğü için,
emekçinin gündelik gereksinimleri için gereken ödemelere uygun altın ya da gümüş sikkeler yeterince küçük değildi,... bundan dolayı
geçerli para eski Roma’da olduğu gibi, yalnız değersiz metallerden, bakır, kurşun ve demirden yapılmıştı.) (
Jacob.)
Jacob’a göre, bu çağda, Avrupa’da altın ve gümüşün üçte-ikisi sikke halinde değil, eşya ve süslerde bulunuyor.
(Başka bir yerde, böyle kullanılan değerli metalin Avrupa ve Amerika’da 400 milyon sterlini bulduğunu hesaplıyor.)
Dolaşım aracının fiyatı ve kitlesi. Locke,
Spectator (19 Ekim 1711), Hume, Montesquieu – bunların teorisi şu üç önermeye dayanır:
1) Metaların fiyatları ülkedeki para kitlesi ile orantılıdır; 2) bir ülkenin
sikkesi ve
geçerli parası bu ülkenin bütün emeğini ve bütün metalarını temsil ederler, o kadar ki, temsil edenin çok ya da az büyüklüğüne göre,
temsil edilen objenin çok ya da az büyüklükte
bir niceliği, bunun aynı niceliğine doğru gider; 3)
metalar çoğalırsa, ucuzlarlar; para çoğalırsa, metaların değeri yükselir. (
Steuart.)
Marke (küçük bakır para ya da gümüş para,
counters)
gerçek değerde paranın karşıtıdır. (
l.c.)
[sayfa 311]
Paranın çözüştürücü etkisi. Para, mülkiyetin (taşınmazlar, öteki sermaye) değişim yoluyla tüketim için sayısız bölümlere, parça parça ayrılmasının aracıdır. (Bray.)
(Para olmadan bunlar değişilemeyen, yabancılaştırılamayan bir nesneler yığınıdır.) “Nesneler taşınmaz ve
değişmez olduğu zaman, aynı niteliğiyle taşınır ve tam değişime göre nesneler olarak insanların ticaret konusu olmuşlar, bunun için para kural ve ölçü (kesirsiz) olarak kullanılmış, onların sayesinde nesneler tartıya ve değere kavuşmuştur.” (
Free trade. London, 1622.)
Sikke. Gümüş ve bakır Marke’ler, sterlinin parçalarının
temsilcileridir. (Hazine Bakanının son bir yanıtında böyle deniyor.)
Değişim-değeri. F. Vidal (ayrıca Lauderdale) (
ve bazı noktalarda Ricardo) diyor ki: “
Gerçek toplumsal değer, yararlanılan ya da tüketilen değerdir; değişilebilen değer, toplumun her bir üyesinin ötekilere göre göreli servetini belirginleştirmekten başka bir şey yapmaz. (70. “
De la Répartition des richesses”, vb., Paris, 1846.) Öte yandan değişim-değeri değerin toplumsal biçimini anlatır, bunun karşılığında kullanım-değeri onun ekonomik biçimini değil, insan için yalnızca ürünün varlığını vb. gösterir.
İki ulus kâr yasasına göre değişim yapabiliyorsa, her ikisi de kazanır,
ama birisi her zaman daha kazançlı çıkar.
(Kârın artı-değerin altında olması nedeniyle, yani sermayenin tam anlamda gerçekleşmeksizin kârlı olarak değişilebilmesinden çıkan sonuç, yalnızca bireysel kapitalistlerin değil, aynı zamanda ulusların da sürekli olarak birbirleriyle değişimde bulunabilmeleri, ve bu yüzden de eşit düzeyde bir kazanç sağlama gereksinimi olmaksızın sürekli olarak değişimi durmadan artan bir ölçek üzerinde yineleyebilmeleridir. Biri ötekinin artı-emeğinin bir bölümünü sürekli maledinebilir, bunun için değişime hiçbir şey vermez, yalnız, bu maledinmenin ölçüsü kapitalist ile işçi arasındaki değişimde olduğu gibi değildir.)
Para olarak üçüncü belirleniminde para. (Kendi için değer, eşdeğer, vb.) Paranın bu belirlenimi içinde hâlâ daha hangi önemli rolü oynadığı –doğrudan biçimi ile bile–, bunalım zamanlarında, yeterli ürün alınamayan hasat mevsimlerinde vb., kısacası, bir ulusun öteki ile tek bir işlemde hesaplarını ödeyip kapatmak zorunda kaldığı her kez görülür. O zaman doğrudan biçiminde metal olarak para, tek mutlak ödeme aracı, yani tek karşılık-değer, kabul edilebilir eşdeğer olarak ortaya çıkar. Bunun içindir ki, aynı zamanda da, bütün öteki metaların hareketine doğrudan karşıt bir hareket izler. Metalar, en ucuz oldukları ülkeden, en pahalı oldukları ülkeye doğru, ödeme aracı vb. olarak taşınırlar. [sayfa 312] Para ise, tersine, özgül iç doğasını ortaya çıkardığı, yani bütün öteki metaların karşıtı halinde kendi için değer, mutlak eşdeğer, servetin genel biçimi olarak, altın ve gümüşün belirli bir biçimi alfanda temsil edildiği bütün dönemlerde –böyle anlar, ister genel bir bunalım, ister tahıl bunalımı olsun, her zaman çok ya da az bunalım anlarıdır– altın ve gümüş sürekli olarak en pahalı oldukları ülkeden –yani bütün meta fiyatlarının göreli olarak en çok düştüğü yerlerden–, en ucuz olduğu, yani meta fiyatlarının göreli olarak yüksek olduğu ülkeye sürekli olarak taşınır. “Bu,
değişimlerin ekonomik sisteminin ayrıksın bir anormalisidir –
ve özellikle belirtilmesi gereken bir nokta–...
transit dolaşımın (dolaşım aracı olarak altının eşit ölçüde kullanıldığı iki ülke arasında izlediği yol) her zaman, o an için metalin en pahalı olduğu ülkeden en ucuz olduğu ülkeye doğru olmasıdır; metalin piyasa fiyatının iç pazarda en yüksek sınıra yükselmesi, dış piyasada pirimin düşmesi, altının akışı yolundaki eğilimin bilinen sonuçlarıdır ve bunun ardından değişimlerin bir çöküşü gelir.” (
J.
Fullarton: “On the Regulation of Currencies”, etc. 2 ed. London, 1845 [
s. 119-120].)
||60| Değişimin, genel bir biçimde, toplulukların sona erdiği yerde başlaması, ve paranın bizzat değişim tarafından yaratılmış ölçü, değişim aracı ve genel eşdeğer olarak iç ticarette değil, çeşitli halklar ve topluluklar vb. arasındaki ticarette kendine özgü önemi kazanması gibi, uluslararası ödemelerin
cat exochun [en üstün biçimde] aracı olarak, –uluslararası borçların temizlenmesi için– 16. yüzyılda, burjuva toplumun çocukluk döneminde para, devletlerin ve yeni başlayan ekonomi politiğin tek ilgi noktası haline gelmişti. Paranın (altın ve gümüşün) bu üçüncü biçiminde uluslararası ticarette oynadığı önemli rol, 1825, 1839, 1847 ve 1857’de düzenli olarak birbirini izleyen para bunalımlarından bu yana iyice açığa çıktı ve ekonomistler tarafından bir daha kabul edildi. Böylece ekonomistler, paranın burada dolaşım aracı olarak değil, sermaye olarak gerekli olduğunu anlıyorlar. Bu nokta doğrudur. Yalnız unutulmamalıdır ki, sermaye, altın ve gümüşün belirli bir biçimi halinde gereklidir, başka herhangi bir meta halinde değil. Altın ve gümüş uluslararası mutlak bir ödeme aracı rolündedir, çünkü bunlar, kendi için değer, bağımsız eşdeğer olarak parayı temsil ederler. “Aslında, bu,
dolaşımda bir
para sorunu değil,
sermaye sorunudur. (
Bu, tersine, bir para sorunudur, ve dolaşımda paranın ya da sermayenin sorunu değildir, çünkü istenen, varolduğu özgül biçimiyle ilgisi olmayan sermaye değil, özel para biçimindeki değerdir.) “
... parasal işlerin bugünkü durumunda bütün bu değişik etkiler... değerli metallerin bir ülkenin ötekine akışını yöneltecek niteliktedir”
, (yani değerli metalin yitiminin bir nedeni olurlar) “
tek bir başlık altında çözümleri bulunur, bu da dış ödemeler dengesinin durumudur ve sermayeyi bir ülkeden ötekine taşımak için sermayenin”
(ama nota bene! para biçiminde sermayenin) “
transferinin [sayfa 313] gerekliliği durmadan ortaya çıkar.”
Örneğin, kötü hasat durumu... Bu sermayenin meta ya da para olarak mı taşınacağı, işlemin doğasını hiçbir yönden etkilemeyen bir noktadır” (
bu etki tamamen maddidir!). Aynı zamanda,
savaş giderleri. (
Daha büyük oranda yarar sağlamak amacıyla sermayeyi başka yere yatırmak için aktarılma durumu, burada bizi ilgilendirmiyor; Bay Fullarton’un değindiği gibi,
ithal edilmiş yabancı malların artı-niceliği konusu da ilgilendirmiyor, oysa bu
artı-ithalat bunalımlarla örtüşüyorsa, bu durum konumuzla ilgilidir.) (Fullarton,
l.
c. 130,131.) “
Sermayenin bu aktarımı için, yalnızca ödemeyi başka her tür değerden ya da sermayeden daha elverişli, daha çabuk ve daha kârlı gerçekleştirmesi olanaklı olduğu durumlarda altın yeğ tutulur”
(ama
değerli metallerin kabaca kaybı durumlarında yeğlenmesi kesinlikle söz-konusu değildir). (Bay Fullarton, altının ya da başka her biçimde
sermayenin aktarımını yanlış yere tercih konusu olarak ele alıyor, oysa
altının uluslararası piyasaya aktarılması gereken durumlar sözkonusu olursa, ülke içindeki işlemlerde olduğu gibi, bunun
yasal para ile ödenmiş olması gerekir, ve onun yerine konacak herhangi bir şeyle değil.) “
Altın ve gümüş ... istenilen noktaya zamanında ve hızla her zaman taşınabilir ve vardığı yerde hemen istendiği kadar tam biçimde, sayısına uygun olarak paraya çevrilebilir, aynı değerleri çay, kahve, şeker ya da çivit olarak yollamanın tehlikesi ile karşılaşılmaz. Altın ve gümüş, para olarak kullanımda evrensel niteliklerinin sağladığı koşullarla, böyle durumlarda öteki metallerin hepsinden önce sonsuz bir kolaylığa sahiptir. Dış ya da iç borçlar olsun, bunların genellikle anlaşmaya göre ödenmesi çay, kahve, şeker ya da çivit ile değil, metal para ile olur. Bu yüzden bir havale, ya kabul edilmiş metal para ile, ya da yollanacağı ülkenin parası ya da pazarı yoluyla metal paraya hemen çevrilebilecek değerli metal ile belirlenir. Böyle bir havale, talep yokluğu ya da fiyat dalgalanması riskine uğramaksızın en sağlam, en çabuk ve en eksiksiz bir yoldan amaca varılmasını havaleyi gönderen için her zaman sağlamalıdır.” (132, 133.) Dolayısıyla böyle bir havale,
paradan, sözleşmelerin genel metası, değerlerin ölçütü
olmaktan gelen özelliği, aynı zamanda
ad libitum [isteğe uygun olarak] dolaşım aracına dönüştürülme olanağı ile birlikte sahiptir. İngilizlerin, dolaşım aracı olarak para için (
Münze, coin [sikke], buna uygun düşmez, çünkü, onun kendisi de belirli bir biçimde dolaşım aracıdır)
currency [sikke] diye ve üçüncü özelliğiyle ele alındığında
money diye çok uygun düşen deyimleri vardır. Ama bu ikincisi iyice geliştirilmediğinden,
sermaye için bu para sözcüğünü kullanırlar, ama sonra da sermayenin bu belirli biçimini genel olarak sermayeden ayırdetmek zorunda kalırlar..
“
Ricardo, dış dengelerin sağlanmasında altın ve gümüşle iş yapan büroların sınırlı genişlemesine ilişkin çok garip ve aşırı görüşlerle alay etmiş görünüyor. Bay Ricardo, Kısıtlama Yasasından doğan tartışmaların ortasında [sayfa 314] yaşamını geçirmiş, Bank of England’ın aşırı emisyonları sonucunda kambiyonun ve altın fiyatının büyük dalgalanmalarını düşünmeye kendini o kadar alıştırmıştır ki, böyle bir şeyin ticari ödemelerin ters bir dengesi olarak ortaya çıkabileceğini günün birinde kabul etmeye pek az istekli görünmüştür. ... Bu türlü tasfiyelerde öngörüldüğü gibi altının yerine getirdiği işleve onun verdiği ağırlık öyle önemsizdir ki, ihracat amacıyla altının çekilmesi, peşin ödemelere başlanır başlanmaz tamamen ortadan kalkar ve para, metal düzeyinde kalır. (
Bak:
Ricardo’nun Evidence before the Lords Committee of 1819 on the Bank of England, [Bank of England üzerine 1819’da Lordlar Kamarası önünde tanıklık ifadesi]
s. 186.)
... Ama İngiltere’de kağıdın altının yerini tamamen aldığı 1800’den bu yana
tüccarlarımız onu gerçekten istemiyorlar; çünkü Kara Avrupa’sının oturmamış durumu, işgalci orduların sürekli hareketiyle sanayide ve iç gelişmelerdeki duraklama sonucu olarak ithal mallarının oralarda artması yüzünden, bunun yanında İngiltere’nin denizlerdeki üstünlüğü ile sağladığı sömürgecilik ticaretindeki tam tekelciliği sonucu, Büyük Britanya’dan Avrupa’ya olan meta ihracatı, aradaki ilişkilerin yolu açık olduğu sürece, oradan yapılan ithalatı büyük ölçüde aştı; ve bu ilişkiler Berlin ve Milano buyrultuları ile kesildikten sonra, ticaret işlemleri kambiyo değişimlerini şu ya da bu biçimde etkileme önemini yitirdi. Ticaretin gerekleri değil de, dış ülkelerdeki askeri harcamalar ve sübvansiyonlar, para ilişkilerinin bozulmasına aşırı ölçüde neden oldu, savaşın son yıllarında değerli metal fiyatı yükseldi. Bu yüzden o dönemin önde gelen iktisatçıları, dış ticaret dengelerinin ne ölçüde duyarlı olduğunu gerçekten değerlendirme olanaklarını pek az buldular ya da hiç bulamadılar.” (Savaşla ve
aşırı emisyonla birlikte
uluslararası değerli metal akımının kesileceğini sandılar.) “
Bay Ricardo 1829 ve 1839 kayıplarının tanığı olsaydı, kuşkusuz görüşlerini değiştirmek gereğini duyardı.” (
loc. cit. 133 -136.)
||61|
Fiyat, metaların para değeridir. (
Hubbard.)
Para, ölçtüğü şeyi her zaman değişebilme niteliğine sahiptir ve kuşkusuz, değişme amacı için gerekli nicelik, değişilecek malın niceliğine göre değişir. (100.
J. W. Bosanauet. “Metalik, Paper, and Credit Currency”, etc. London, 1842.) “
Şunu kabul edebilirim ki, altın genel talebin amacı olan bir meta olursa her zaman bir pazara egemen olabilir, bütün öteki metaları her zaman satın alabilir; oysa öteki metalar her zaman altın satın alamazlar. Bütün dünya pazarları ona açıktır, ve gerektiğinde, o, her şeye karşın, gönderildiği ülkede alışılmış talebi, miktar olarak ya da mal olarak aşabilecek başka herhangi bir ihraç malının daha az zararına satışa katılır.” (
Th. Tooke. “An Inquiry into the Currency Principle”, etc. 2 ed. London, 1844, s. 10.) “
Genellikle daha çok talep bulan ve piyasa değerindeki dalgalanmalardan başka bir metaya göre daha az etkilenen meta olarak, uluslararası dengelerin sağlanmasında en uygun model niteliğiyle kullanılabilir olan ve kullanılan çok sayıda değerli metal vardır.” (s. 12, 13.)
[sayfa 315]
(
Değerli metal fiyatının, sikke fiyatının üzerine çıkmasının nedenleri, Fullarton’a göre şunlardır: “
Sikke yıpranma sonucu ölçüt-ağırlığının %3-4 kadar altına düşmüştür. ... Ceza yasaları sikkenin eritilmesini ve ihracını yasaklamıştır, ama sikkeyi oluşturan metalin ticareti tamamıyla serbest bırakılmıştır. Bununla birlikte, bu nedenlerin kendileri, olumsuz kambiyo kurunda tek başına etkili olmuştur. ... [Paranın piyasa fiyatı] ise 1816-1821 arasında, İngiltere’deki
değişim için durmadan
değerli metalin
banka fiyatı düzeyine düşmüştür;
değişim kuru,
yıpranma sonucu değer düşüklüğü ve sikkeyi eritme dolayısıyla ödenen cezalar, sikkeyi eritenlerin zararını karşılayacak kadar olmayınca, kur da yükselmeyince, banka fiyatı da yükselmemiştir.” (
Fullarton’un kitabına bkz, s. 8, 9.)
“
1819’dan bu yana, olaylı bir dönemde paranın uğradığı değişimlerin ortasında, altının piyasa fiyatı hiçbir zaman ons başına 78 şilinin üstüne çıkmadı, 77 şilin 6 peninin altına düşmedi, en çok yalnızca 6 ons oynadı. Şimdi bu ölçüde bir dalgalanma bile olanaklı değil; çünkü yalnız sikkenin yeniden kötü duruma düşmesi yüzünden, onsta 1½ penilik önemsiz bir yükselme oldu; 77 şilin 6 peniye düşme ise, alımların sınırı olarak bu oranı koymayı bir zaman için uygun bulan bankanın durumuna tamamen bağlı olan bir düşmeydi. Ancak böyle durumlar uzun süreli değildir. Banka uzun yıllar sikke dökümüne verilen bütün altın için 77 şilin 9 peniye izin veren bir uygulama içindeydi” (yani banka, sikkeyi kendisine bedavaya getiren 1½ peni kazancı cebine atıyordu); “
ve şimdi sovereign’lerin
yeniden dökülmesi tamamlanır tamamlanmaz, sikke tekrar değer yitirinceye kadar, bankanın izin verdiği 77 şilin 9 peni ile 77 şilin 10½ peni arasındaki küçük farkın ötesinde piyasamızda altın külçenin fiyatının gelecekte dalgalanmasına karşı etkili bir engel çıkacaktır.” (
l.c. S. 9,10.)
Bir yanda ölçü ve eşdeğer olarak para ile, dolaşım aracı olarak para arasındaki çelişki. Son araştırmada, metalik ağırlığın kaybı. Garnier de belirtiyor ki, “biraz aşınmış bir
ecu çok yeni olandan biraz daha küçük geçerlikte kabul edilirse, dolaşım sürekli engellenir ve her ödeme anlaşmazlıklara neden olur”.
(
Mineral dünyasında, birikim için öngörülmüş madde, doğal olarak aranır ve seçilir.
Garnier.)
“
Anlaşılıyor ki, sikke sistemi, nesnelerin asıl doğası gereği, birim birim, olağan ve kaçınılmaz arayış eylemi dolayısıyla, sonsuza kadar değersizleşme durumu içinde bulunacaktır (sikke sisteminin yeniden kurulmasının, “
oyuncular”
ve “
ter dökenler”
topluluğuna kadar uzanmasının nedeni için söylenecek hiçbir şey yok), herhangi bir zamanda, hatta tek bir gün için, küçük sikkeleri dolaşımdan tamamen çıkarmak fiziksel bir olanaksızlıktır.” (
“The Currency Theory reviewed” etc. By a Banker in England. Edinburgh,
[sayfa 316] 1845.)
Bu tümce, Aralık 1844’te,
dolaşımdaki hafif altın konusunda yapılan yeni açıklamalarla ilgili işlemi yorumlayan ve
Times’e yollanan bir mektupta yazılıdır. (Güçlük şurada: Hafif altın sikke geri çevrilince, her ölçüt güvensiz kabul edilir. Kabul edilince, dolandırıcılığa bütün kapılar açılır, sonuç aynıdır.) Yukarda anılan açıklamalar konusunda burada deniyor ki: “
Bunların etkisi... geçerlikteki altın sikkenin tamamının para işlemleri için güvensiz ve yasa-dışı bir araç durumuna gerçekten düşürülmesi olmuştur.” (s. 68, 69,
l.
c.)
“İngiliz yasalarına göre, bir altın sovereign’in ağırlığı, 0,777 grain’dan fazla kayba uğrarsa, normal bir sikke için uzun zaman artık değeri olamaz. Gümüş para için böyle bir yasa yoktur.” (54.
Wm. H. Morrison. “Observations on the system of Metalik Currency adopted in this country”, London, 1837.)
Para uzmanlarının savı,
bir paranın değeri onun dolaşımdaki niceliğine bağlı olduğudur. (
Fullarton, s. 13.)
Dolaşımdaki paranın değeri, öte yandan da işlemlerin fiyatı ve kitlesi (dolaşımın hızı ile birlikte) belli ise, kuşkusuz, ancak
belirli bir nicelik dolaşımda bulunabilir. İşlemlerin fiyatları ve kitlesi, dolaşımın hızı bir kez belli olunca, bu nicelik yalnız paranın
değerine bağlıdır. Bu değer ve dolaşımın hızı belli ise, nicelik yalnızca fiyatlara ve işlemlerin yığınına bağlıdır. Bu nicelik böyle belirlenmiş olur. Bundan dolayı, temsil edici para –salt değer imleri– dolaşımda olunca, bunların dolaşıma, elverişli niceliği, onların temsil ettikleri ölçüte bağlıdır. Bundan çıkarılan yanlış sonuç, salt niceliğin onun değerini belirlemesidir. Örneğin, pound’ları temsil eden pusulaların niceliği,
shilling’leri temsil eden pusulaların niceliği kadar dolaşımda olamaz.
||62| Kâr getiren sermaye gerçek sermayedir, aynı zamanda yeniden üreyen ve çoğalan değer olarak, ve kendine-eşit değişmeyen önkoşul olarak, onun tarafından ortaya çıkarılan kendinden farklılaşan artı-değer olarak ortaya çıkar. Faiz getiren sermaye de, kâr getiren sermayenin salt soyut biçimde devridir. Sermaye, değerine uygun kârı getiren olarak (üretken gücün belirli bir düzeyi önkoşul olarak) konmuş olduğu için, meta, ya da para biçimindeki meta (bağımsız değer olarak kendisine uygun biçimde, ya da şimdi diyebiliriz ki, gerçekleşmiş sermaye) olarak dolaşıma girebilir;
sermaye olarak meta haline gelebilir. Bu durumda, faize verilen sermayedir. O zaman dolaşımının –ya da sermayenin uğradığı değişimin– biçimi, buraya kadar incelenen biçimden özellikle farklı halde ortaya çıkar. Sermayenin gerek metanın, gerek paranın belirleniminde, kendini nasıl ortaya koyduğunu zaten gördük; ama bu, ancak, her ikisinin de sermayenin dolaşımının öğeleri
[sayfa 317] olarak ortaya çıkmaları ölçüsünde, bunun ardarda gerçekleştiği yerde olur. Bunlar yalnız, aynı sermayenin, kaybolan ve sürekli olarak yeniden-üretilen varoluş tarzları, onun yaşam sürecinin öğeleridir. Ama sermaye, sermaye olarak kendisi, dolaşımın bir öğesi haline gelmemiştir; sermayenin kendisi meta halindedir. Meta, sermaye olarak satılmamıştır; ne de para sermaye olarak. Kısacası, ne meta, ne de para –gerçekte biz yalnızca sonuncusunu uygun biçim olarak ele alabiliriz–
kâr getiren değerler olarak dolaşıma girmiştir.
Maclaren diyor ki:
“
Bay Tooke, Bay Fullarton ve Bay Wilson, parayı meta olarak içsel değere sahip halde ve bu değere göre mallarla değişim yapan, bu sırada nesnelerin sağlanmasına uymakla kalmayan özellikte kabul ederler. Dr. Smith ile birlikte, değerli metal ihracatının; paranın durumu hiç hesaba katılmaksızın, uluslararası değerlerin düzelmesi, buğday gibi ansızın bir taleple karşılaşan metaları ödemek için yapıldığını varsayarlar; bu ihracat, iç dolaşımın hiçbir yanını oluşturmayan, fiyatları etkilemeyen, yalnızca bu amaç için ayrılmış bir fondan yapılır. ... Onların bu amaç için ayrıldığını, fiyatları etkilemediğini söylediği değerli metalin durumunu açıklamadaki güçlük, arz ve talep yasalarının dışına çıkıyor, ve kullanılmadan duran para biçiminde varlığına, satınalımların yerine getirilmesi için olduğu bilinmesine karşın, ne bu amaç için kullanılıyor, ne de böyle kullanılma olanağı yoluyla fiyatları etkiliyor.’ Buna verilecek yanıt şudur: Söz konusu değerli metal stoku, artı-geliri değil, artı-sermayeyi temsil eder, bundan dolayı arzı da artırdığı koşulu dışında metalar için yalnızca talebin artmasına yarar. Kullanılma çabası içindeki sermaye, toplumun talep gücüne salt bir ekleme değildir. Dolaşımda para içinde yok olamaz. Talep yoluyla fiyatların yükselmesi eğilimi görülürse, buna eşit arz yoluyla da fiyatların düşmesi eğilimi ortaya çıkar. Sermayenin güvencesi olarak para, basit bir satınalma gücü değildir – yalnız satmak için satın alır, sonunda ülke içinde yalnızca para sistemine eklenerek erimekten çok, sonunda yabancı metalar karşılığında yabancı metayla değişilir. Sermayenin güvencesi olarak para, metalara karşılık ödenmek üzere piyasaya asla girmez, çünkü onun amacı metaları yeniden üretmektir; sonunda fiyatları etkileyen tüketimin temsilcisi yalnız paradır.” (
Economist, 15 Mayıs [18]58.)
“
Bay Ricardo, fiyatların, dolaşım aracının ve metaların göreli niceliğinin herbirine bağlı olduğunu, fiyatların yalnız paranın değer yitirmesiyle yükseldiğini, yani metalara oranla paranın çok bol olmasından dolayı, ya para tutarında azalma, ya da paranın dolaştırdığı genel metaların stokunda göreli bir artış sonucu fiyatların düştüğünü ileri sürüyor. Bay Ricardo’ya göre, ülkedeki tüm değerli metal ve tüm altın sikke, dolaşımdaki para olarak hesap edilebilir ve eğer bunlar, eşit ölçüde meta bulunmaksızın çoğalırsa, para değer yitirir ve metadan çok değerli metal ihracatı kârlı hale gelir. Öte yandan, eğer hasadın kötülüğü ya da başka bir felaket, dolaşımın [sayfa 318] niceliğinde ona uygun hiçbir değişme olmadan, metaların büyük ölçüde yok olmasına neden olursa, tutan ansızın azalmış meta piyasasından çok tahmin edilen meta piyasasına oranlaştırılmış para yeniden fazlalık haline gelir, ya da ‘değer yitirir’ ve değerini yeniden kazanmadan önce ihracat yoluyla azaltılması gerekir. Lord Overstone’un teorisi yönündeki bu dolaşım, görüşüne göre, dolaşım aracının ya da paranın arzı her zaman için tutar bakımından sınırsız bir artışa elverişlidir ve bu artışa göre de değeri azalır; yalnızca aşırı artmış bölümünün ihracatı yoluyla uygun bir değere yeniden kavuşturula-bilir. Dolayısıyla değerli metalin ihracatı yüzünden meydana gelmiş bir açığı kapatabilecek her kâğıt para emisyonu ve nasılsa gelecek olan, fiyatların ‘doğal’ düşüşüne karşı böyle bir önlem. Bay Ricardo’nun okuluna göre, fiyatın ekonomik yasalarına bir müdahale ve saf metal para sistemini gerektiği gibi düzenleyen ilkelerden sapmadır.”
(
l.
c.)
1) DEĞER
||63| Bütün bu kesim yeniden ele alınacaktır.
Burjuva servetin ortaya çıktığı ilk kategori, meta kategorisidir. Metanın kendisi iki belirlenimin birliği olarak kendini gösterir. Meta,
kullanım-değeridir, yani insan gereksinimlerinin herhangi bir sisteminin karşılanmasının konusudur. Bu, onun, en çelişkili dönemleri için ortak olabilecek ve bu yüzden incelenmesi ekonomi politiğin yetkisinin dışında bulunan maddi yanıdır. Kullanım-değeri, modern üretim ilişkileriyle başkalaşmaya uğrayınca ya da kendi açısından başkalaştırma yönünde bu ilişkilere el atınca, ekonomi politiğin alanına girer. Bu konuda genel olarak uygun biçimde her zaman söylenenler, bilimin başlangıç dönemlerinde, burjuva üretimin toplumsal biçimlerinin henüz güçlükle konunun içinden çekip çıkarıldığı ve bağımsız inceleme konuları olarak büyük zahmetle saptandığı sıralarda, tarihsel bir değere sahip olmuş yüzeysel değinmelerle sınırlıdır. Ama, gerçekte, metanın kullanım-değeri, verilmiş önkoşuldur, belirli bir ekonomik ilişkinin üzerinde ortaya çıkan maddi temeldir. Kullanım-değerine meta damgasını vuran yalnızca bu belirli ilişkidir. Örneğin, buğday, ister köleler, serfler, ister özgür emekçiler tarafından yetiştirilsin, aynı kullanım-değerine sahiptir. Kar gibi gökten yağsa da, kullanım-değerini hiç de yitirmez. Dolayısıyla kullanım-değeri metaya nasıl dönüşür?
Değişim-değerinin taşıyıcısı olarak. Metada doğrudan birleşmiş olmakla birlikte, kullanım-değeri ve değişim-değeri gene doğrudan birbirinden ayrılır. Değişim-değeri, kullanım-değeri tarafından belirlenmemiş halde ortaya çıkmakla kalmaz, ama dahası, tersine, meta, bir kullanım-değeri olarak sahiplenilmek istenilmediği ölçüde ne
[sayfa 319] meta haline gelir, ne değişim-değeri olarak gerçekleşir. Ancak metanın elden çıkarılması, başka metalar karşılığında değişilmesiyle, değişim-değeri kullanım-değerlerini sahiplenir. Başkasına satış yoluyla maledinme toplumsal üretim sisteminin temel biçimidir, değişim-değeri kendini bu sistemin en basit ve en soyut ifadesi olarak gösterir. Kuşkusuz, sahibi için değil, toplumun kendisi için, metanın kullanım-değeri önkoşuldur. (Çocukların ana-babaları ile değişim ilişkisinde olduğu, onlara beslenme ve barınma için ödemede bulunduğu Manchester’li bir fabrika işçisi ailenin geleneksel ekonomik örgütlenmesi için nasıl bir örnek oluşturmuyorsa, modern özel değişim sistemi de toplulukların ilkel ekonomisi için örnek değildir. İlk değişimler bir topluluğun içinde bireyler arasında değil, toplulukların sona erdiği yerde – onların sınırında, çeşitli toplulukların ilişki noktasında başlar. Ortak mülkiyet, Slavlara özgü bir acayiplik olarak yeniden keşfedilmiştir. Oysa, gerçekte, çok ya da az dağılmış olan, ama henüz tam olarak görünebilen bu tür ekonomik toplulukların çok değişik biçimlerinin bir örneklik dermesini bize Hindistan gösteriyor; ve köklü bir tarih araştırması, bütün uygar halkların çıkış noktası olarak bu topluluğu yeniden bulur. Özel değişime dayalı üretim sistemi, bu doğal komünizmin (
Naturwüchsiger Kommunismus)
tarihsel çözüşmesinden çıkar. Ancak değişim-değerinin üretime enine boyuna egemen olduğu modern dünya ile, temelini ortadan kalkmış ortak mülkiyetin meydana getirdiği toplum biçimleri arasında ekonomik sistemlerin tam bir dizisi vardır, bunlar [...]
*
[sayfa 320]
Dipnotlar
* Aynı yasa, nüfusun artması –özellikle nüfusun çalışan bölümünün– gerekli-sermayeye oranla artması olarak basit biçimde ortaya çıkar – ancak bu anlatım ilerde nüfus teorisi içinde incelenebilir. [Marx’ın notu.]
* Aynı yasanın başka türlü, birçok sermayenin birbiriyle ilişkisi, yani rekabet çerçevesinde nasıl dile geldiği konusu da başka bir kesimle ilgilidir. Sermayelerin birikimi yasasından, örneğin Fullarton’dan da sözedilebilir. Bundan sonraki kesimde bunu ele alacağız. Şuna dikkati çekmek önemlidir: Bu yasada yalnız dunamei [gücül olarak] gelişmesi, üretken gücün gelişmesi değil, aynı zamanda bu gücün sermaye olarak, özellikle bir yönde sabit sermaye olarak hangi kapsamda etkili olduğu, öteki yönde nüfusun ne ölçüde gerçekleştiği söz konusudur. [Marx’ın notu.]
Adam Smith, Recherches ..., c. 1, s. 183.
George Ramsay, An Essay ..., s. 179-180.
Marx, organik kimya üzerine şu kitaplardan notlar çıkarmıştı: J. von Liebig, Die organische Chemie, 4. baskı, Brunswick 1842; J. F. W. Johnston, Lectures on Agricultural Chemistry and Geology, 2. baskı, Londra 1847; J. F. W. Johnston, Catechism of Agricultural Chemistry and Geology, Edinburgh 1849.
* Carey ile Bastiat karşıtlığına ilişkin bazı notlar defter IlI’ten buraya alınabilir. [Marx’ın notu.]
Gratuité du crédit..., s. 122.
Agy, s. 130.
Agy, s. 130-131.
Agy, s. 131.
* Burada şu kısmın üstü çizilmiş: Ancak, kâr oranı düşüyorsa, bunun bir şeyle ilgili olarak düşmesi gerekir ve bu şey de sermayenin kendisidir.
J. C. L. Simonde de Sismondi, Nouveaux principes ..., c. 1, s. 90.
Agy, s. 81.
Agy, s. 82.
Agy, s. 89.
Robert Torrens, An Essay on the Production of Wealth, s. 51.
Agy, s. 52.
* c+v/m < v/m özgün metinde çizilmiş; doğrusu şu olabilir: m/c+v < m/v.
* “gerekli-emeğin artı-emeğe” yerine: “artı-emeğin gerekli-emeğe” olması gerekirdi.
* Böyle bir makinenin, emeğin üretken gücü olarak iş gördüğü için, değer getirdiği kolayca düşünülebilir. Ama makinenin emeğe gereksinimi olmayınca, kullanım-değerini çoğaltabilir; onun yaratacağı değişim-değeri ise, kendi üretim giderlerinden, kendi değerinden, onda nesnelleşmiş emekten asla büyük olmaz. Emeğin yerini aldığı için değil, değer yarattığı için değil; yalnızca bu yoldan artı-emeği çoğaltmak için bir araç olur. Yalnız bunun kendisi hem ölçü, hem de makinenin yardımı ile yaratılan artı-değerin özü; yani emeğin özüdür. [Marx’ın notu.]
Rumford kontu Benjamin Thompson. Essays, Political, Economical, and Philosophical’ın (Londra 1796-1802, üç cilt) yazarı.
The Economist, c. V, n° 193,8 Mayıs 1847, s. 520. “Nature of Capital and Function of Money” başlıklı yazı.
The Economist, c. V, n° 195, 22 Mayıs 1847, s. 575. “A Reply to Further Remarks on the Proposed Substitution of One Pound Notes for Gold” başlıklı yazı.
The Economist, c. V, n° 219, 6 Kasım 1847, s. 1271. “Fixed and Floating Capital” başlıklı yazı.
Adam Smith, An lnquiry ..., c. 1, s. 64.
James Steuart, An Inquiry into the Principles of Political Economy, c. I, s. 399.
Agy, s. 403-405.
Agy, c. II, s. 104.
* Metinde İtalyancadır.
William Gouge, A Short History of Paper Money and Banking in the United States ..., s. 5-6.
Agy, s. 6.
J. D. Tuckett, A History of the Past and Present State of the Labouring Population ..., c. I, s. 136-137.
Agy, s. 138.
Agy, s. 141.
Agy, s. 143-144.
Agy, s. 132,135-136.
Agy, s. 157 not.
Agy, s. 171-179.
Agy, s. 204.
* Plough: 8 öküz koşularak bir yılda işlenebilen toprak.
William Blake, Observations on the Effects Produced by the Expenditure of Government during the Restriction of Cash Payments, s. 50-57, 62-67, 69, 72-75, 77, 80-82.
Agy, s. 65.
Agy, s. 64-65.
Aslında: s. 72-73.
F. M. Eden, The State ofthe Poor..., c. I, s. 119-120.
Aslında: cilt II.
Bkz: The Economist, 13 Mart 1858, c. XVI, n° 759, “Will the Low Rate of Interest last? To the Editor of the Economist” başlıklı yazı.
* Ren-Vestfalya eski parası.
David Urquhart, Familiar Words as Affecting England and the English, s. 112.
The Economist, c. XVI, n° 759,13 Mart 1858, s. 300.
* Lot: Yaklaşık 1/30 livre eşdeğerinde eski para ağırlık birimi.
* Burada başlayan şu kısmın üstü çizilmiş: Bir ons altının 18. yüzyılda değeri, 15. yüzyıldakine göre yalnız ½ fazladır; yani değere göre düşününce, 4 ons altın üç yüzyıl öncesine göre 1 onsa eşittir. Ons adı hesap birimi olarak saklı kalsaydı, 15. yüzyılda onsun değeri 4 gerçek ons, 18. yüzyılda ancak bir ons’tur denebilirdi.
* Para çıkarma hakkı için ödenen vergi bir ülkenin içinde de sikkenin fiyatını metalin fiyatının üstüne çıkarabilir. [Marx’ın notu.]
* Yazılı metinde “ödemelerin” sözcüğü üzerine ekleme imi konmaksızın “yükümlülüklerin” sözcüğü konmuş.
James Steuart, An lnquiry..., c. II, s. 110.
* Marx, “Hazine Bakanı”nı, “para şefi?”nin üstüne katma imi konmaksızın yazmış.
James Steuart, An Inquiry ..., c. II, s. 155-156.
* Troy: altın ve gümüşün özel ağırlık birimi.
* Burada “külçe altın” sözkonusu.
William Cobbett, Paper against Gold, Londra 1828, s. 2.
G. Garnier, Histoire de la monnaie .... c. 2, s. 11.
* Üzerinde öküz ve dişi koyun kabartmaları bulunan ilk parayı kral Servius bastırdı.
Agy, s. 7.
* p. u. c. ve a. u. c. başharfleri “Roma’nın kuruluşundan başlayarak” anlamına geliyor.
Agy, s. 15-17.
*** İthal edilen altın, ithal edilen gümüş.
*As: eski Romalılarda tartı, ölçü ve para birimi.
Agy, s. 18-20.
Agy, s. 24.
Agy, c. I, s. 76-77.
Agy, s. 125.
* Doğrusu: s. 102-103.
Adam Müller, Die Elemente der Saatskunst, Berlin 1809, (İkinci bölüm), s. 190.
David Buchanan, Obsavations on the Subjects treated in Dr. Smith’s Inauiry into the Nature and Causes of the Wealth ofNations. Edinburg-Londra 1814, s. 7.
Agy, s. 6.
Agy, s. 7.
Agy, s. 8-9.
Agy, s. 12.
Agy, s. 14.
Agy, s. 16.
Agy, s. 16.
The Economist, c. I, n° 37, 11 Mayıs 1844, s. 771, “The First Steps in the Currency Ouesfion” başlıklı yazı.
The Economist, c. I, n° 42,15 Haziranl844, s. 890, “The Action of Money on Prices” başlıklı yazı.
The Economist, c. I, n° 57, 28 Eylül 1844, s. 1251-1253, “Effect of an Inconvertible Currency on our Foreign Trade” başlıklı yazı.
The Economist, c. I, n° 58, 5 Ekim 1844.
H. Thornton, An lnquiry into the Nature and Effects of the Paper Credit of Great Britain, Londra 1802, s. 48.
Agy, s. 21.
Robert Torrens, An Essay ..., s. 39-40.
* Rezervlerle birlikte.
Agy,s.56-57.
Thomas Hodgskin, Popular Political Economy ...
Henri Storch, Cours d’économie politiaue..., c. 2, s. 128, not.
homas Hodgskin, Popular Political Economy ...
The Economist, c. VIII, n° 366, s. 954, “Can Flax be Made a Substitute for Cotton? New facilities for flax-growing” başlıklı yazı.
J. B. Say, Cours complet d’économie politique pratique, c. 1, s. 510.
T. R. Malthus, Principles ..., s. 268.
N. W. Senior, Letters on the Factory Act..., s. 12.
Agy, s. 15.
W. H. Prescott, History ofthe Conquest of Peru, Londra 1850, c. 1, s. 92.
Agy, s. 127.
W. H. Prescott, History ofthe Conquest of Mexico, Londra 1850, c. 1, s. 123.
H. Merivale, Lecture on Colonization, Londra 1841, c. 1, s. 52, not.
Agy, s. 91-92.
J. Sempéré y Guarinos, Considérations sur les causes de la grandeur el de la décadence de la monarchie espagnole, Paris 1826, c. 1, s. 275-276.
Dureau de la Maile, Economie politique des Romains, c. 1, s. 15.
Agy, s. 11-12.
* Roma’nın kuruluşundan sonra.
Agy, s. 15-16.
Agy, s. 46.
Agy, s. 448.
Agy s. 450.
Agy, s. 76.
Agy, s. 81-82.
* Konuşan alet.
** Yarı-dilsiz alet.
*** Dilsiz alet.
Agy, s. 277.
* Haşlanmış.
Agy, s. 277-279.
* Setier: yaklaşık 150 ve 300 litre arasında eski bir Fransız ölçeği.
Agy, s. 280.
Agy s. 256.
Agy, c. 2, s. 370.
Agy, s. 403.
Agy, s. 405-406.
Agy, c. 2, s. 214.
Agy, s. 212-214.
Agy, s. 399-400.
B. G. Niebuhr, Römische Geschichte, 1. Kısım, s. 608.
* Onikide-birin aylık faizi.
Dureau de la Maile, Economie politique des Romains, c. 2, s. 259-260.
* Onikide-beşin faizi
* Solidus (çoğul: solidi): metelik.
Karl Dietrich Hüllmann, Städtemesen des Mittelalters, Bonn 1826,1. Kısım, s. 108-409.
Agy,s.410.
Agy,s.411.
*** Nota bene: Meksika’da para vardı ama ağırlık yoktu; Peru’da ağırlık vardı ama para yoktu. [Marx’ın notu.]
* Mark: eski bir ağırlık birimi
Agy, s. 415-416.
Agy, s. 417.
Agy, s. 418-419,420.
Agy, s. 422.
Agy, s. 424-425.
Agy, s. 422.
Agy, s. 429.
Agy, s. 432.
Agy, s. 433.
Agy, ikinci Kısım, s. 39.
Agy, s. 42-43.
Agy, s. 45.
Agy, s. 38-39.
Agy, s. 36-37.
* Hiçkimsenin sahipliğinde olmayan, ve ne bir değer biçilebilen, ne rehine konabilen ve ne de devredilebilen, ticaret adamlarının elinden kurtulmuş olan kutsal ve dinsel şeyler.
S. P. Newman, Elements of Political Economy, Andover ve New York, 1835, s. 296.
Revue des Deux Mondes, c. 31, Paris 1842, s. 799-800.
Agy, s. 801.
Agy, s. 802.
Agy, s. 805.
S. P. Newman, Elements of Political Economy, s. 82.
Agy, s.99.
Agy, s. 100-101.
J. M. Lauderdale, Recherches sur la nature et l’origine de la richesse publique..., s. 173-182.
J. R. MacCulloch, A Dictionary, Practical, Theoretical, and Historical, of Commerce and Commercial Navigation, Londra 1847, s. 836.
Gratuité du Crédit.... s. 43-44.
Agy, s. 215.
* Elyazması metinde İtalyanca.
Ferdinando Galiani, Della Moneta. Scrittori classici italiani di economia politica, Parte moderna içinde, c. III, s. 112. ,
Agy,s. 113.
Agy, s. 114.
Agy, s. 153.
* Elyazması metinde İtalyanca.
George Opdyke, A Treatise on Political Economy, New York 1851, s. 300.
Henri Storch, Cours ..., c. 4, s. 79.
J. R. MacCulloch, A Dictionary ..., s. 221 not.
The Economist, c. XVI, n° 759, 13 Mart 1858, s. 290.
H. C. Carey, Essay on the Rate of Wages, Philadelphia 1835, 7. bölümün başlangıcı.
* “(borç alan)”, “avans alan” üzerine ekleme imi konmadan yazılmış.
The Economist, c. XVI, n°763,10 Nisan 1858, s. 401, “Commercial, and Miscellaneous News” başlıklı yazı.
Charles Ganilh, Des Systèmes d’économie politique..., c. 1, s. 76-77.
J. H. M. Poppe, Geschichte der Technologie, Göttingen 1807, c. 1, s. 32.
Agy, s. 70-71.
Adam Smith, Recherches ..., c. 2, s. 415.
Agy, s. 454.
Agy, s. 455.
Agy, s. 456-458.
Agy, s. 459.
James Steuart, An lnquiry..., c. 1, s. 171.
Agy, s. 174-175.
Agy, s. 175-176.
Agy, s. 201
The Economist, c. XI, n° 491, 22 Ocak 1853, s. 89, “Connection between the rate of interest and the abundance of scarcity of the precious metals” başlıklı yazı.
Agy, s. 89-90.
The Economist, c. IX, n° 429, 15 Kasım 1851, s. 1257, “The Effect of California on fixed Incomes” başlıklı yazı.
The Economist, c. V, n° 215, 9 Ekim 1847, s. 1158.
The Economist, c. IX, n° 386, 18 Ocak 1851, s. 59.
The Economist, c. I, n° 37,11 Mayıs 1844, s. 771.
William Hampson Morrison, Observations on the System of Metalik Currency adopted in this country, Londra 1837, s. 13.
John Fullarton, On the Regulation of Currencies ..., Londra 1845, s. 7-10 not.
16 ya da 23 Ekim 1847 tarihli sayı.
W. H. Morrison, Observations ..., s. 21.
Agy, s. 24-25.
David Urquhart, Familiar Words .... s. 104-105.
Adam Smith, An lnquiry .... c. 1, s. 100-101.
John Stuart Mill, Principles of Political Economy ..., c. II, s. 17-18.
Agy, s. 29-30.
Agy, s. 30.
Marie Augier, Du crédit public et de son histoire depuis lis temps anciens jusqu’à nos jours, Paris 1842, s. 95, 101.
Henri Storch, Cours ..., c. 2, s. 109,113-114.
John Gray, The Social System ..., s. 67-68.
George Ramsay, An Essay ..., s. 202.
James Mill, Elèments d’Economie Politique, İngilizceden çeviren: J. T. Parisot, Paris 1823, s. 128-129.
Agy, s. 132-133.
Agy, s. 137.
* Grain: 0,065 gram.
David Ricardo, Proposals for an Economical and Secure Currency, Londra 1816, s. 8.
M. Augier, Du crédit..., s. 128.
J. Fullarton, On the Regulation ..., s. 102-104.
Charles d’Avenant, Discourses on the Public Revenues, and on the Trade of England, İkinci kısım, Londra 1698, s. 16.
William Jacob, An Historical Inquiry ..., c. 1, s. 302.
Agy, c. II, s. 212-213.
Agy, s. 214-215.
J. E Bray, Labour’s Wrongs ..., s. 140-141.
Edward Misselden, Free Trade ..., s. 21.
J. Fullarton, On the Regulation ..., s. 132.
J. G. Hubbard, The Currency and the Country ..., s. 33.
J. Fullarton, On the Regulation ..., s. 7-9.
Germain Garnier, Histoire de la Monnaie ..., c. 1, s. 24.
Agy, s. 7.
The Currency Theory Reviewed in a betler to the Scottish People on the Menaced Interference by Government with the Existing System of Banking in Scotland. By a Banker in England. Edinburg 1845, s. 69-70.
The Economist, c. XVI, n° 768, 15 Mayıs 1858, s. 537, “Literature. A Sketch of the History of the Currency ... by James MacLaren” başlıklı yazı.
Agy, s. 536.
* Elyazması burada kesiliyor.