[DÖRDÜNCÜ BÖLÜM]
ÜRETKEN EMEK VE ÜRETKEN-OLMAYAN EMEK
ÜZERİNE TEORİLER
Şimdi de Adam Smith’in yazılarında, üzerine eğilmemiz gereken son tartışmalı noktaya geliyoruz:
üretken emek ile üretken-olmayan emek arasındaki ayrım.
||300| A. Smith’in,
üretken-olmayan emekten ayırdederek, üretken emek dediği şeyin tanımında, şimdiye kadar her sorunda karşımıza çıkan aynı iki taraflı yaklaşımını buluruz. Onun sunumunda, üretken emek dediği şeyin birbirine dolanmış iki tanımını buluruz; önce birincisini, doğru tanımı inceleyerek başlayalım.
[1. Kapitalist Üretim Açısından Üretken Emek:
Artı-Değer Üreten Emek]
Kapitalist üretim anlamında üretken emek, değişen sermaye parçasına (sermayenin ücrete harcanan parçasına) karşılık değiştilen ve sermayenin yalnızca bu parçasını (ya da kendi emek-gücünün değerini) değil, ayrıca ona ek olarak kapitalist için bir artı-değer üreten ücretli-emektir. Meta ya da para, ancak bu yolla sermayeye dönüştürülür, meta, sermaye olarak üretilir. Yalnızca
[sayfa 142] sermaye üreten ücretli emek üretkendir. (Bu, emeğe ödenen tutun, o, artırarak yeniden-üretir, ya da ücret biçiminde aldığını, daha fazla emek olarak yeniden geri verir anlamına gelir. Dolayısıyla, yalnızca değer üreten emek, kendi değerinden daha büyük değer ortaya koyar.)
Bir kapitalist sınıfın ve dolayısıyla sermayenin
mere existence’ı
[salt varoluşu] emeğin üretkenliğine, mutlak üretkenliğine değil, göreli üretkenliğine bağlıdır. Örneğin bir günlük emek yalnızca işçiyi yaşatmaya, yani emek-gücünü yeniden-üretmesine yetiyorsa ||30l|, mutlak anlamda, işçinin emeği üretkendir, çünkü yeniden-üretmektedir; yani, tükettiğine (kendi emek-gücünün değerine) eşit değeri, sürekli olarak yenilemektedir. Ama kapitalist anlamda, bu emek üretken değildir, çünkü hiçbir artı-değer üretmemiştir. (Gerçekte yeni hiçbir değer üretmemiş — yalnızca eskisini yenilemiştir; bir başka biçimde üretmek için –değeri– bir başka biçimiyle tüketmiştir. Üretimi kendi tüketimine eşit olan işçinin üretken olduğu, yeniden-ürettiğinden daha fazlasını tüketen işçinin üretken olmadığı da işte bu anlamda söylenmiştir.)
Bu üretkenlik, göreli üretkenliğe dayanır — şu anlamda ki, emekçi yalnızca eski bir değeri yenilemekle kalmaz, ayrıca, onun işçi olarak yaşamını sürdüreceği miktarda üründe maddeleşen emek-zamanmdan daha fazlasının kendi ürettiği üründe maddeleştiği yeni bir değer yaratır. Sermayenin varlığı, bu tür üretken ücretli emek üzerine kurulmuştur.
(Ne var ki, sermayenin olmadığını ve işçinin, kendi artı-değerini –tükettiği değerlerin üstünde fazladan yarattığı değerleri– bizzat sahiplendiğini varsayarsak, o zaman yalnızca bu emeğin gerçekten üretken olduğu, yeni değerler yarattığı söylenebilir.)
[2. Üretken Emek Konusunda Fizyokratlar ile Merkantilistlerin
Görüşleri]
Bu üretken emek anlayışı, doğal olarak, A. Smith’in, artı-değerin kaynağı, yani sermayenin doğası konusundaki görüşünü izlemiştir. Bu anlayışa bağlı kaldığı ölçüde, fizyokratların, hatta merkantilistlerin yolundan yürür; yalnızca yanlış kavramlardan arındırır ve böylece işin özünü ortaya çıkarır. Fizyokratlar yalnızca tarım emeğinin üretken olduğunu düşünürken gerçi hatalıydılar; ama, kapitalist bakış açısından, yalnızca artı-değer yaratan emeğin üretken olduğu doğru görüşünü ortaya koyanlar da onlardı; gerçekte kendisi için değil, ama üretim araçlarının sahibi için bir artı-değer, kendisi için değil, ama toprak sahibi için
produit net [sayfa 143 [net ürün] üreten bir emek. Çünkü
surplus-value |artı-değer| ya da artı-emek-zamanı,
surplus produce’da [artı-üründe| ya da
produit net’te [net üründe] maddeleşiyordu. (Ama burada da yanlış bir algılama içindeydiler; örneğin, emekçilerin ve çiftçilerin yiyebileceğinden daha çok buğday olduğu ölçüde [üretken emek sözkonusuydu –
ç.]; oysa giysi örneğinde de imalatçıların –emekçi ve
master [usta]– gereksindiğinden daha fazla giysi vardı.) Artı-değerin kendisi de yanlış algılanıyordu, çünkü değer konusundaki düşünceleri de yanlıştı: değeri, emek-zamanına, toplumsal, türdeş [
qualitätslos]
emeğe değil, emeğin kullanım-değerine indirgiyorlardı. Her ne ise, gene de yalnızca, maliyetinden daha fazla değer yaratan ücretli-emek biçimindeki doğru görüş yerli yerindeydi. A. Smith bu tanımı, fizyokratların bağlantılandırdığı yanlış anlayıştan kurtardı.
Eğer fizyokratlardan geriye, merkantilistlere gidersek, orada da, onların teorisinin, her ne kadar bilincinde değillerse de, aynı üretken emek görüşünü içeren bir yönüyle karşılaşırız. Onların teorisinin temeli, ürünü, yurt dışına gönderildiğinde, maliyetinden daha fazla para getiren (ya da karşılığında, ihraç edilmesi gerekenden daha fazla getiren) üretim alanlarındaki emek üretkendir düşüncesine dayanıyordu; böylece o üretim alanları, bir ülkenin, yeni açılan altın ve gümüş madenlerinin ürünlerinden daha büyük ölçüde yararlanılmasını olanaklı hale getiriyordu. Bu tür ülkelerde zenginliğin ve orta sınıfın hızla arttığını gördüler. Altının sağladığı bu etkinin kaynağı acaba neydi? Ücretler, meta fiyatlarıyla oranlı olarak artmıyordu; yani ücretler düşmüştü ve bunun sonucu olarak, göreli artı-emek artmış ve kâr oranı yükselmişti –emekçi daha üretken hale geldiği için değil, ama mutlak ücret (yani, emekçinin aldığı geçim araçları miktarı) aşağı bastırıldığı için– tek sözcükle, işçilerin durumu kötüleştiği için. Bu ülkelerde, emek, dolayısıyla, onu çalıştıranlar için gerçekte daha üretkendi. Bu
fact [olgu], değerli metal
influx’uyla [girişiyle] bağlantılandırıldı; merkantilistleri, yalnızca bu tür dallarda çalıştırılan emeğin üretken olduğunu ilan etmeye iten şey de, çok az bilincinde olsalar da, işte bu durumdu.
||302| “Son elli-altmış yıl içinde hemen hemen her Avrupa ülkesinde [...] görülen dikkate değer [nüfus] artışı, olasıdır ki, esas olarak, Amerika madenlerindeki üretkenlik artışından ileri gelmiştir. . Artan değerli maden bolluğu” (of course [doğal olarak], madenlerin gerçek değerlerindeki düşüşün sonucu olarak) “meta fiyatlarım, emeğin fiyatına göre daha yüksek oranda artırmaktadır; bu, emekçinin durumunu kötüleştirmekte, ama aynı zamanda, ödeme olanağına sahip olduğu ölçüde çok işçi kiralayabilmek için, döner sermayesini var gücüyle genişletme çabasına gireri işverenin kazancını [sayfa 144] artırmaktadır; ve görülmüştür ki, nüfus artışına elverişli olan durumun da işte bu durumun ta kendisidir. ... Bay Malthus, Amerika’da madenlerin keşfinin, buğday fiyatlarını üç-dört kat artırdığı süre içinde, emeğin fiyatını yalnızca katlayacak ölçüde bile artırmadığını gözlemlemiştir ... ülkeiçi tüketime giden metal’arın (örneğin buğdayın) fiyatı, ülkeye para akışının bir sonucu olarak bir anda yükselmez; ama tarımsal istihdamda kâr oranı bu yüzden, imalat sanayisindeki kâr oranının altına gerilediği için, sermaye aşama aşama tarımdan imalat sanayisine çekilecektir: Böylece tüm sermayeler, eskisine göre daha yüksek kâr bırakmaya başlar ve kârlardaki artış, her zaman ücretlerdeki düşüşe eşittir.” (John Barton, Observations on the Circumstances Which Influence the Condition of the Labouring Classes of the Society [Toplumun Emekçi Sınıflarının Durumunu Etkileyen Koşullar Üzerine Gözlemler], Londra 1817, s. 29 vd.)
Demek ki, birincisi, Barton’a göre, 16. yüzyılın sonuıncu üçte-biriyle 17. yüzyılda merkantü sisteme hızını veren şey, 18. yüzyılın ikinci yarısında yinelendi. İkincisi, (kapitalistler arasındaki rekabet,
iki ayrı standartla ölçümü sona erdirinceye dek)
home consumption’a [iç tüketime] yönelik metalar altın ve gümüşün eski değeriyle ölçülürken, yalnızca, ihraç edilen ürünler, altın ve gümüşün indirilmiş değeriyle ölçüldüğü için, üretimin ikinci alanındaki emek, görünüşe göre doğrudan üretkendi; yani ücretleri eski düzeyinin altına iterek artı-değer yaratıyordu.
[3. Smith’in Üretken Emek Anlayışındaki İkilik.
Birinci Açıklaması: Sermayeye Karşılık Değişilmiş Emek Olarak
Üretken Emek Görüşü]
Smith’in geliştirdiği, ikinci, ama hatalı yaklaşım, doğru olan birinci yaklaşımla o kadar içiçedir ki, aynı bölümde ikisi çok hızlı biçimde birbirini kovalar. Bu yüzıden de birinci yaklaşımı gözler önüne serebilmek için, alıntıları ayrı parçalara bölmek gerekir.
“Bir tür emek vardır ki, üzerinde çalıştığı nesneye değer katar; bir başkası vardır ki, bu tür bir etkisi yoktur. Birincisi, değer ürettiği için, üretken diye adlandırılabilir; ikincisi üretken-olmayan emektir. Demek ki, genelde, bir imalatçının emeği, üzerinde çalıştığı malzemenin değerine, kendi geçiminin [değerini -ç.] ve patronunun kârını ekler. Bunun tersine, bir hizmetkarın emeği, hiçbir şeyin değerini artırmaz. Gerçi bir imalat işçisinin ücretini patronu önceden verir ama, gerçekte bu ona herhangi bir harcamaya malolmaz; bu ücretlerin değeri, genelde, imalat işçisinin üzerinde emek harcadığı nesnenin değerindeki gelişme sonucu, bir kârla birlikte yeniden kazanılır. Ama bir hizmetkarı geçindirmenin [gideri -ç.] hiçbir zaman yeniden [sayfa 145] kazanılmaz. Kişi, çok sayıda imalatçıyı çalıştırarak zenginleşir] çok sayıda hizmetkarı tutarak yoksullaşır.” ([Adam Smith, An Inquiry into th,e Nature and Causes ofthe Wealth of Nations] kitap II, bölüm III, c. II, ed. Mc Culloch, s. 93 ve 94)
Bu bölümde –ve daha sonra vereceğimiz alıntılarda, çelişkili tanımlar, birbiriyle daha da yakından itişip kakışırlar–
productive lahour’dan [üretken emekten] esas olarak ve öncelikle,
of the value “of his” (
fhe labourer’s)
“own maintenance” [“onun” (emekçinin) kendi geçiminin” değerini] yeniden-üretmesine ek olarak, artı-değer –
”its master’s profit” [“patronunun kârı”]– üreten bir emek olduğu aınlaşılır. Bunun ötesinde sanayici, [istihdam ettikleri -
ç.] kendi yaşam maliyetlerinin değerine ek olarak bir artı-değer eklemezlerse,
“by employing a multitude of manufacturers” (
working men)
[“ç;ok sayıda imalatçı” (işçi) “istihdam ederek”] zenginleşemez.
Ne var ki, Adam Smith, bu bölümde ikinci olarak, genelde “değer üreten” emeği üretken emek sayar. ||303| Bu son ifadeyi, şimdilik bûr kenara bırakarak, kısmen birinci yaklaşımı yineleyen, kısmen daha keskin formüle eden, ama özellikle de geliştiren başka bölümleri alacağız.
“Üretken olmayanların tükettiği ... yiyecek ve giyecek miktarı, üretken işçiler arasında dağıtılsa, onlar tükettiklerinin tüm değerini, bir kârla birlikte yeniden-üretebilirler.” (agy, s. 109, kitap II, bölüm III.)
Burada,
productive labourer [üretken emekçi], çok açık bir biçimde, kapitalist için, yalnızca ücretinin içerdiği geçim araçlarının tam değerini üretmekle kalmayan, ama o değeri kapitalist için
“with a profit” [“bir kârla”] birlikte üreten kişidir.
Yalnızca sermaye üreten emek üretkendir. Meta ya da para, doğrudan emek-gücü karşılığında değişilerek ve yalnızca içerdiğinden daha fazla emekle yer değiştirmek üzere değişilerek sermaye haline gelir. Bir kapitalist olarak kapitalist için emek-gücünün kullanım-değeri, onun
fiili kullanım-değerinde, bu özel somut emeğin yararlılığında — yani iplikçi emeği, dokumacı emeği, vb. olmasında değildir. O, bu emeğin ürününün bir kullanım-değeri oluşuyla ne kadar ilgileniyorsa, bu emeğin kullanım-değeriyle de ancak o kadar ilgilidir; çünkü kapitalist için ürün (hatta ilk başkalaşımından önce de) bir metadır, bir tüketim maddesi değildir. Metada onu ilgilendiren şey, ödediğinden daha fazla değişim-değerinin ye-ralmış olmasıdır; ve bu nedenle, onun açısından, emeğin kullanım-değeri, ücret olarak ödediği emek-zamanını daha fazla miktarda geri alıyor olmasındadır. Doğal ki, bu üretken işçiler, asıl makine işçisinden
manager’a [yöneticiye] ya da
engineer’a [mühendise]
[sayfa 146] kadar (kapitalistten farklı olarak),
d’une manière ou d’uno autre [şu ya ila bu biçimde], metanın üretimine katkıda bulunanların hepsidir. Ve böylece, fabrikalarla ilgili en son ingiliz resmi raporu bile, sanayiciler dışında, fabrikalarda ve onlarla bağlantılı bürolarda çalıştırılan herkesi,
“açıkça” ücretli-emekçiler kategorisine koymaktadır. (Bu saçmanın, son bölümünden önceki ifadelerine bakın.)
Burada üretken emek, kapitalist üretim açısından tanımlanıyor; ve A. Smith bu konuda işin tam özüne dokunuyor, tam onikiden vuruyor. Üretken emeği,
sermayeyle doğrudan değişilen emek olarak tanımlaması, A. Smith’in en büyük bilimsel başarılarından biridir (Malthus’un haklı olarak gözlemlediği üzere, üretken emekle üretken-olmayan emek arasındaki bu nazik ayrım tüm burjuva ekonomi politiğin temeli olarak kalmaya devam etmektedir); yani A. Smith üretken emeği, emeğin üretim koşullarını ve para ya da meta olsun, genel olarak değeri, ilkin sermayeye (ve emeği, bilimsel anlamda ücretli-emeğe) dönüştüren değişimle tanımlamaktadır.
Bu [tanım
-ç.\ üretken-olmayan emeğin ne olduğunu açıkça belirlemektedir. Bu, sermaye ile değil,
doğrudan gelirle, yani ücret ve kârla (doğal olarak kapitalistin kârından,
co-partners [iş ortakları] olarak, faiz ve rantla pay alan çeşitli kategoriler dahil) değişilen emektir. Emeğin (örneğin serflerin tarımsal emeği gibi) kendini kısmen ödediği ve kısmen (Asya kentlerindeki zanaatçı emek gibi) doğrudan gelir karşılığı değişildiği durumlarda burjuva ekonomi politiğin kastettiği anlamda sermaye ve ücretli-emek yoktur. Bu çerçevede, bu tanımlar, emeğin maddi özelliklerinden (ne emek ürününün doğasından ne emeğin somut emek olarak belirlenmesinden) değil, ama belli bir toplumsal biçimden, emeğin içinde gerçekleştirildiği toplumsal üretim ilişkilerinden çıkmaktadır. Örneğin bir aktör, hatta bir palyaço, ücret olarak aldığından daha fazla emeği geri döndürdüğü bir kapitalistin (girişimcinin) hizmetinde çalışıyorsa, bu tanıma göre, üretken bir emekçidir; ama buna karşılık kapitalistin evine giden ve pantolonunu onaran gündelikçi bir terzi, kapitalist için yalnızca basit bir kullanım-değeri ürettiği için üretken-olmayan bir emektir. Birincinin emeiji sermayeyle değişilmiştir, ikincininki gelirle. Birincinin emeği bir artı-değer üretir; ikincisinde gelir harcanır.
Burada başından sonuna, üretken olan ve olmayan emek,
emekçi açısından değil, ama
para sahibi açısından, kapitalist açısından işlenmektedir; Ganilh’in ve onun gibi, sorunu hiç anlamadıkları için fahişenin, uşağın ve benzerlerinin emeğinin, hizmetinin ya da görevinin karşılığını sağlayıp sağlamadığını ortaya atanların
[sayfa 147] yazdığı saçmalar da işte buradan kaynaklanmaktadır. |308||
||304| Bir yazar, fikir ürettiği ölçüde değil, ama onun çalışmalarını yayınlayan yayıncıyı zengin ettiği ölçüde ya da bir kapitalistin ücretli-işçisiyse üretken emektir.
İçinde üretken işçi emeğinin yeraldığı bir metanın kullanım-değeri, en yararsız türden olabilir. Metanın maddi özellikleri, hiçbir biçimde, emeğin doğasıyla bağlantılı değildir; tam tersine, yalnızca belli bir toplumsal üretim ilişkisinin ifadesidir. Bu emeğin içeriğinden ya da sonucundan değil, ama belirli bir toplumsal biçiminden çıkarılmış bir tanımdır.
Öte yandan, üretimin tümünü sermayenin ele geçirdiğini –ve bu nedenle (basit bir kullanım-değerinden farklı olarak) artık bir
metanın, aynı zamanda o metayı üretim olanaklarının sahibi olan bir işçi tarafınan üretilmediğini– ve bu çerçevede, yalnızca kapitalistin-meta (ayrık tutulan tek meta, emek-gücü olmak üzere) üreticisi olduğunu varsayalım; bu durumda, gelir, ya yalnızca sermayenin ürettiği ve sattığı metalarla ya da tıpkı o metalar gibi, tüketilmek üzere satın alman emekle değişilebilir; yani yalnızca belli maddi özellikleri dolayısıyla, kullanım-değeri dolayısıyla, belli maddi özellikleri aracılığıyla satın alıcısına ve tüketicisine sağladığı
hizmetler dolayısıyla gelire karşılık değişilebilir. Sağlanan hizmetler, bu hizmetlerin üreticileri açısından, metalardır. Belirli bir (hayalî ya da gerçek) kullamm-değerine ve belirli bir değişim-değerine sahiptirler. Ne var ki, alıcı açısından, bu hizmetler basit birer kullanım-değeridirler, alıcının gelirini harcadığı nesnedirler ||305|. Bu üretken-olmayan emekçiler, gelirdeki paylarını (ücretlerde ya da kârlardaki paylarını), üretken emeğin ürettiği metalardaki ortaklık paylarını, bedavadan almazlar: paylarını satın almalıdırlar, ama o metaların üretimiyle de hiçbir ilişkileri yoktur.
Ne var ki, açık olan şudur: Gelirden (ücret ve kâr), sermayenin ürettiği metalara harcanan pay ne kadar büyükse, üretken-olmayan emekçilerin hizmetleri için harcanan pay o kadar azdır, ve tersi.
Emeğin, ve dolayısıyla ürününün, maddi özellikleri, kendi içinde,, bu üretken emek ve üretken-olmayan emek ayrımı bakımından hiçbir anlam taşımamaktadır. Örneğin bir aşçıyla bir garsonun emeği, otel sahibi için sermayeye dönüştürüldüğü ölçüde, onlar üretken emektirler. Ama aynı kişiler, ben onların hizmetinden bir sermaye yaratmadığım, ama gelirimi onlara harcadığım ölçüde, hizmetkarlar olarak üretken-olmayan emekçilerdir. Gerçekte bu aynı kişiler benim için ayrıca tüketicidirler, oteldeki üretken-olmayan emekçilerdir.
[sayfa 148]
“Herhangi bir ülkede, toprak ve emeğin, sermayeyi yenileyen yıllık ürün parçası, başka hiçbir .şey için eletil, ama doğrudan üretken işçilerin geçimini sağlamak için kullanılır; yalnızca üretken emeğin ücretini öder. Kâr ya da rant olarak doğrudan geliri oluşturan şey, ayrım gözetmeksizin üretken olan ya da olmayan işçilerin geçimini sağlayabilir. Kişi, biriktiriminin sermaye olarak kullandığı parçası ne olursa olsun, o parçanın kendisine her zaman bir kârla birlikte geri dönmesini bekler. Bu parçayı, işte bu nedenle, yalnızca üretken işçileri tutmakta kullanır; bu parça o kişiye sermaye olarak hizmet ettikten sonra, onlar için de bir gelir oluşturur. Bu sermayenin herhangi bir parçasını, üretken-olmayan işçiler harcarsa, o parça o andan itibaren onun sermayesinden çekilmiş, ve doğrudan harcanacak yedek fonlar arasına girmiş olur.” (agy, s. 98.)
Sermayenin tüm üretimi ele geçirişi ve dolayısıyla ev imalatı ile küçük sanayinin –kısacası, meta üretmeyen, kendi tüketimi için yapılan üretimin– ortadan kalkışı ölçüsünde, açıkça ortadadır ki, üretken-olmayan ve hizmeti doğrudan gelirden ödenen işçiler, çoğunlukla
kişisel hizmetleri görecekler ve yalnızca pek azı (aşçı, dikişçi, gündelikçi terzi gibi) maddi kullanım-değeri üretecektir. Onların
meta üretmeyişi, işin doğası gereğidir. Çünkü meta, o meta niteliğiyle, asla anında tüketilecek bir nesne değil, ama bir değişim-değeri taşıyıcısıdır. Bundan ötürüdür ki, kapitalist üretim tarzı geliştikten sonra, üretken-olmayan bu işçilerin yalnızca pek önemsiz bir kısmı maddi üretimde doğrudan rol sahibi olabilir. Maddi üretime, yalnızca, hizmetlerinin karşılığı, gelirden ödenerek katılabilirler. A. Smith’in ifade ettiği gibi bu, üretken-olmayan işçilerin gördüğü hizmetlerin değerini, üretken işçilerinki gibi (ya da ona benzer biçimde) belirlemeyi ya da belirleyebilmeyi engellemez; yani onların geçimini sağlamanın gerektirdiği üretim maliyetleriyle belirlemeyi engellemez. Bununla ilgili olarak başka etkenler de rol oynar, ama bu noktada bizi ilgilendirmez.
||306| Üretken emekçinin emek-gücü, emekçinin kendisi için bir metadır. Üretken-olmayan emekçininki de öyle. Ne var ki, üretken emekçi, onun emek-gücünü satın alan için meta üretir. Üretken-olmayan emekçi ise, onun için meta değil, yalnızca bir kullanım-değeri, hayalî ya da gerçek bir kullanım-değeri üretir. Üretken-olmayan emekçinin özelliği, kendisini satın alana meta üretmemesi, gerçekte ondan meta almasıdır.
“Toplumun en yüksek mevkilerinde bulunan bazı kişilerin emeği, tıpkı hizmetkarlarınki gibi, herhangi bir değer üretmeyen türdendir. ... Örneğin hükümdar, onun emrinde hizmet gören adalet ve ordu mensupları, tüm ordu ve donanma, üretken-olmayan emekçilerdir. Kamunun hizmetkarlarıdırlar ve geçimleri başka insanların çalışmasının yıllık ürününden ayrılan bir parçayla sağlanır. ... [sayfa 149] Kilise mensupları, avukatlar, doktorlar, her türden yazarlar, oyuncular, palyaçolar, müzisyenler, opera sanatçıları, opera dansçıları, vb. ... aynı sınıf içinde sayılmalıdır.” (agy, s. 94-95.)
Daha önce söylediğimiz gibi, üretken emek ile üretken-olmayan emek arasındaki bu ayrımın, emeğin belli özgünlüğüyle ya da emeğin içinde somutlaştığı belli kullanım-değeriyle hiçbir bağlantısı yoktur. Bir durumda emek sermaye ile değişilmektedir, ötekinde ise gelirle. Birincisinde emek sermayeye dönüşmekte ve kapitalist için kâr yaratmaktadır; ikincisinde bir harcamadır, gelirin harcandığı nesnelerden biridir. Örneğin bir piyano yapımcısının çalıştırdığı işçi üretken işçidir. Onun emeği, yalnızca tükettiği ücreti yeniden-üretmekle kalmaz, ama piyano yapımcısının sattığı üründe, piyanoda, metada, ücretin üstünde ve ötesinde bir artı-değer bırakır. Ama bunun tersine, bir piyano için gereken tüm malzemeyi (ya da emekçinin sahip olması gereken her şeyi) satın aldığımı ve bir mağazadan piyano almak yerine bu piyanoyu evimde yaptırdığımı varsayalım; bu durumda piyanoyu yapan, üretken-olmayan bir emekçidir; çünkü onun emeği, benim gelirimden doğrudan ödenmiştir.
[4. Adam Smith’in İkinci Açıklaması:
Metada Maddeleşmiş Emek Olarak Üretken Emek Görüşü]
Bununla birlikte, sermayenin tüm üretimi ele geçirişi ölçüsünde –yani tüm metaların anında tüketilmek üzere değil, pazar için üretilişi ve buna koşut olarak emek üretkenliğinin artışı ölçüsünde– üretken emekle üretken-olmayan emek arasında, giderek daha fazla maddi farklılık ortaya çıkacaktır; ufak-tefek ayrıksınlıklar dışında üretken emek, yalnızca ona özgü olmak üzere
meta üretecektir; üretken-olmayan emek ise, ufak-tefek ayrıksın durumlar dışında yalnızca kişisel hizmetleri üstlenecektir. Böylece de üretken emek sınıfı, yalnızca emek-gücünden ibaret metalar dışında, doğrudan
metalardan oluşan maddi zenginlik üretecektir. A. Smith’i, üretken olan ve olmayan emek arasındaki ilk
differentia specifica’ya [özgül ayrıma] ek olarak, başka ayrım noktalarını daha ortaya koymaya yönelten şey de bu olmuştur. Bu nedenle, farklı fikir bileşimlerini izleyerek şöyle der:
“Bir hizmetçinin emeği” (bir imalatçınınkinden [imalat işçisinden] farklı olarak) “hiçbir şeyin ... değerini artırmaz ... hizmetçinin geçimine harcanan, hiçbir zaman yenilenmez. Kişi çok sayıda imalat emekçilerini çalıştırarak zenginleşir, çok sayıda hizmetçi tutarak yoksullaşır. Ne var ki, ikincilerin emeği de bir değer taşımaktadır ve ödüllendirilmeyi, birincilerin emeği kadar hakeder. Ancak [sayfa 150] imalat emekçisinin emeği, kendim, bir silre için, hiç değilse emek kullanıldıktan sonra bir süre için kalıcı alan, belli bir özde ya da satılabilir herhangi bir metada toplar ya da maddeleştirir. Sanki, gerekirse, bir bnşjuı nedenle kullanılmak üzere depolanmış ve biriktirilmiş belli bir miktar emektir. Bu nesne, ya da aynı şey demek olan fiyatı, daha sonra, gerekirse, başlangıçta kendisini üretmiş olan emeğe eşit miktarda emeği harekete geçirebilir. Bunun tersine, hizmetçinin emeği ||307| kendini, herhangi bir belli özde ya da satılabilir bir metada toplamaz ya da maddeleştirmez. Hizmetleri, genelde yerine getirildiği anda ortadan kalkar ve pek seyrek olarak gerisinde daha sonra eşit miktarda bir hizmet sağlamaya elverecek bir iz ya da değer bırakır. Toplumun en yüksek mevkilerindeki bazı kişilerin emeği, hizmetçilerinki gibi, değer [...] üretmeyen emektir ve kendini, kalıcı olan herhangi bir özde ya da satılabilir bir metada toplamaz ya da maddeleştirmez.” (agy, s. 93-94 yer yer.)
Üretken-olmayan emeği tanımlarken, aynı zamanda A. Smith’in düşünceleri arasındaki bağlantıları da ortaya koyan şu belirleyicileri görüyoruz:
O (improductive labourer’ın labour’ı [üretken-olmayan emekçinin emeği]) “değer [...] üretmeyen” emektir; “hiçbir şeyin değerini artırmaz”; (üretken-olmayan emekçinin) “geçimine harcanan, hiçbir zaman yenilenmez”; “[o] kendini, herhangi bir belli özde ya da satılabilir bir metada toplayıp maddeleştirmez.” Tam tersine, “hizmetleri, genelde yerine getirildiği anda ortadan kalkar ve pek seyrek olarak daha sonra eşit miktarda bir hizmet sağlamaya elverecek bir iz ya da değer bırakır.” Son olarak, onun emeği, “kendini, kalıcı olan herhangi bir özde ya da satılabilir bir metada toplamaz ya da maddeleştirmez.”
Burada
“productive of value” [“değer üretkeni olan”] ya da
improduetive of value” [“değer üretkeni olmayan”] [terimleri
-ç.],
ilk başta kullanıldığından daha farklı bir anlamda kullanılıyor. Artık, sözkonusu edilen şey, tüketilen değerin eşdeğerini yeniden-üretmeyi de kendi içinde zaten kasteden bir artı-değerin üretimi değildir. Buradaki sunuma göre emekçinin emeği, herhangi bir malzemeye çalışmasıyla, ücretinin içerdiğine eşit miktarda değer katarak, tüketilen değerin eşdeğerini yerine koyduğu ölçüde, o emek üretkendir. Burada toplumsal biçim yoluyla tanımlama, üretken olan ve olmayan emeği kapitalist üretimle ilişkisine göre belirleme bir yana konmaktadır. (A. Smith’in fizyokrat öğretiyi eleştirdiği) IV. kitap, bölüm IX’da görüleceği gibi, bu sapmaya bir ölçüde fizyokratlara karşıt oluşu, bir ölçüde de onların etkisi altında kalışı nedeniyle kaymıştır. Eğer bir emekçi her yıl yalnızca ücretinin eşdeğerini yerine koyarsa, o zaman kapitalist açısından o, üretken bir işçi değildir. Ücretini, emeğinin satın alındığı fiyatı
[sayfa 151] gerçekten yerine geri koyar. Ama bu alışveriş işlemi, kesinlikle, sanki kapitalist., bu emekçinin ürettiği metayı satın alınış gibi bir şey olur. Kapitalist, değişmeyen sermayenin ve ücretlerin içerdiği emeği ödemiş olur. Eskiden para biçiminde sahip olduğu emeğin aynı miktarına bu kez meta biçiminde sahip olmuş olur. O yüzden parası bu yolla sermayeye dönüşmüş olmaz. Bu durumda, üretim olanaklarına sanki emekçi sahipmiş gibi olur. Kapitalist her yıl, üretim olanaklarının değerini –yenilemek üzere– yıllık ürünün değerinden düşmelidir. Yılda tükettiği ya da tüketebileceği şey, yıl boyunca değişmeyen sermayesine eklenen yeni katma-emeğe denk ürün değeri kadardır. Bu durumda, o üretim, kapitalist üretim sayılamaz.
A. Smith’in bu tür emeği “üretken” saymasının birinci nedeni, fizyokratların onu
“sterile” [“kısır”] ve
“non-productive” [“üretken-olmayan”] diye adlandırmalarıdır.
A. Smith aynı bölümde bize şunları söyler:
“Birincisi, bu sınıf (yani, tarımda çalışmayan sınai sınıf) [fizyokratlar tarafından] “kabul edildiği üzere, yılık tüketiminin değerini yıllık olarak yeniden-üretir ve kendisini geçindiren ya da çalıştıran sermayeyi ya da fonu en azından korumaya devam eder. ... Çiftçiler ve kır işçileri gerçekte, kendilerini geçindiren ve çalıştıran sermayenin üstünde yıllık bir net ürün, toprak sahibine serbest bir rant bırakır. ... Çiftçilerin ve kır işçilerinin emeği tüccarların, zanaatçıların ve imalatçıların emeğinden kesinlikle daha üretkendir. Bununla birlikte, bir sınıfın üretiminin üstün olması, ötekini kısır ve üretken-olmayan yapmaz.” ([Wealth of Nations, OUP. baskısı, c. II, s. 294-295], [Garnier] agy, c. III, s. 530.)
Böylece A. Smith bu noktada, fizyokratların ||308| görüşüne geriliyor. Bir artı-değer ve dolayısıyla bir “net ürün” üreten gerçek “üretken emek”, tarım emeğidir. Kendi artı-değer görüşünü bir yana koyuyor ve fizyokratlarınkini kabul ediyor. Ama aynı zamanda, fizyokratlara karşı, imalatçı (ve ona göre ticari) emeğin de sözcüğün en olumlu anlamında olmasa bile gene de üretken olduğunu vurguluyor. Böylelikle toplumsal biçim açısından, “üretken işçi”nin kapitalist üretim görüşüne göre ne ifade ettiği açısından tanımlanmasını kaldırıp atıyor; ve fizyokratlara karşı, tarımsal olmayan sanayi sınıfının kendi ücretini yeniden-ürettiğini, yani tükettiği değere eşit bir değeri ürettiğini ve “kendisini çalıştıran sermayenin ya da fonun en azından varlığını sürdürdüğünü” öne sürüyor. Fizyokratların etkisiyle ve onlara karşı “üretken emeğin” ne olduğu konusundaki ikinci tanımı da buradan kaynaklanıyor.
“İkinci olarak” diyor A. Smith “bu durumda, zanaatçıları, imalatçıları ve tüccarı hizmetçilerle aynı bakış açısından ele almak [sayfa 152] tümden yanlış görünüyor. Hizmetçilerin emeği, kendilerini geçindiren ve çalıştıran fonun varlığını sürdürmez. (tecimleri ve çalışmalını tamamıyla, efendilerinin kesesindendir ve gördükleri iş, harcananı yenileyiciİ bir yapıda değildir. Bu iş, hizmetten ibarettir ve genelde iş görüldüğü anda ortadan kalkar, onların geçimini ve ücretlerini karşılayarak, herhangi bir satılabilir metada toplanmaz ya da maddeleşmez. Tersine, zanaatçıların, imalatçıların ve tüccarın emeği, şu ya da bu tür satılabilir bir metada doğal olarak toplanır ve somutlaşır. İşte bu düşünce nedeniyledir ki, üretken emek ile üretken-olmayan emeği ele aldığım bölümde, zanaatçıları, imalatçıları ve tüccarı, üretken emekçiler arasında, hizmetçileri ise kısır ya da üretken-olmayanlar arasında saydım.” ([agy, s. 295], [Garnier], agy, s. 531.)
Sermaye üretimin tümünü ele geçirir geçirmez, gelir de, emek karşılığı değişildiği ölçüde, doğrudan meta üreten emeği değil, yalnızca hizmetleri [satın almakta -
ç.] kullanılır. Gelir, kısmen kullanım-değeri olarak işlev gören
metalar için, kısmen de oldukları gibi bir kullanım-değeri olarak tüketilen
hizmetler için kullanılır.
Meta –emek-gücünün kendisinden farklılaşmış olarak– insanla karşı karşıya gelen, o insan için belli bir yararı olan ve içinde belli miktarda emeğin sabitleştiği ya da somutlaştığı maddi bir nesnedir.
Böylece, özü itibariyle I. maddede zaten yeralmış olan tanıma gelmiş oluyoruz: Üretken emekçi, emeği
meta üreten kişidir; ve gerçekten de böyle bir emekçi ürettiğinden ya da emeğinin maliyetinden daha fazla meta tüketmez. Onun emeği, kendini,
“satılabilir bir miktar metada”, “ücretinin değerini ve geçiminin karşılığını” (yani bu metaları üreten emekçilerin ücretinin değerini ve geçiminin karşılığını)
yerine geri koyabilen, satılabilir herhangi bir metada” sabitleştirir ve maddeleştirir. Üretken emekçi, meta üreterek, sürekli biçimde, ücret biçiminde sürekli olarak tükettiği değişen sermayeyi, sürekli olarak yeniden-üretir. Kendisini ödeyen fonu, “geçimini sağlayan ve onu çalıştıran” fonu sürekli olarak üretir.
Birincisi. A. Smith,
a vendible and exchangeable commodity’de [satılabilir ve değişilebilir bir metada]
travail qui se fixe et [se]
réalise [kendini sabitleştiren ve gerçekleştiren emeğin] içine, maddi üretim sırasında doğrudan tüketilen tüm entelektüel emeği de doğal olarak katar. Yalnızca elleriyle ya da bir makineyle doğrudan çalışan emekçi değil, ama
overlooker, ingenieur, manager, commis [nezaretçi, mühendis, yönetici, memur] vb. — yani tek sözcükle, maddi üretimin belli bir alanında, belli bir metanın üretimi için ortak çalışması (işbirliği) gereksinilen tüm personelin emeği. Gerçekte bunlar toplam emeklerini değişmeyen sermayeye eklerler ve
[sayfa 153] ürünün değerini o miktarda artırırlar. (Bu, bankacılar, vb. için no ölçüye kadar doğrudur?
[57])
||309|
İkincisi, A. Smith, üretken-olmayan emekçiler için durumun
generally [genel olarak] böyle olmadığını söyler. Hem de neye karşın –sermaye maddi üretimi ele geçirdiği ve böylece ev sanayisinin esas olarak ortadan kaybolduğu, kendi evinde tüketici için doğrudan kullanım-değeri üreten küçük zanaatçı ortadan kalktığı halde– o zaman bile, A. Smith pekala bilir ki, gömlek dikmesi için evime çağırdığım bir gündelikçi, ya da mobilyaları onaran işçiler, ya da evi temizleyen hizmetçiler, vb. ya da ete, şuna buna lezzetini veren aşçı, emeğini bir şeyin içinde saptamakta ve gerçekte o şeylerin değerini artırmaktadır; tıpkı gündelikçi terzinin fabrikada dikiş dikmesi, makineleri onaran makine ustası, makineleri temizleyen işçi, ya da kapitalistin ücretli işçisi olarak bir otelde yemek pişiren bir aşçı gibi. Bu kullanım-değerleri ayrıca potansiyel metalardır; gömlek belki de rehinciye gönderilecektir, ev yeniden satılacaktır, mobilya açık artırmaya çıkarılacaktır, vb.. Şu halde bu insanlar da potansiyel olarak meta üretmektedirler, üzerinde çalıştıkları nesneye değer katmaktadırlar. Ne var ki, bunlar üretken-olmayan emekçiler arasında çok ufak bir grupturlar; kuşkusuz geniş hizmetliler kitlesi için, ya da rahipler, devlet memurları, askerler, müzisyenler, vb. için bu sözkonusu değildir.
Ama, bu “üretken-olmayan emekçiler”in sayısı ne kadar büyük ya da küçük olursa olsun, şu her durumda apaçık ortadadır ki, emeği, “üretken” ya da “üretken-olmayan” emek yapan şey, ne o emeğin özel türü ne de ürünün dış görünümüdür — zaten “yerine getirildikleri anda
genelde ortadan kalkan hizmetler” ifadeâindeki sınırlama da bunun itirafıdır. Aynı emek, ben onu bir kapitalist, bir üretici olarak daha fazla değer üretmek üzere satın alıyorsam üretken olabiliyor, onu bir tüketici olarak, bir gelir harcayıcı olarak, onun kullanım-değerini tüketmek üzere satm alırsam üretken olmuyor; emek-gücünün hizmeti görmesiyle birlikte, bu kullanım-değerinin ortadan kalkıp kalkmadığı ya da kendini bir nesnenin içinde tespit edip etmediği ve somutlaştırıp somutlaştırmadığı dikkate alınmıyor.
Oteldeki aşçı, onun emeğini bir kapitalist olarak satm alan kişi için, otel sahibi için meta üretir;
mutton-chops [koyun pirzolası] tüketicisi onun emeğini ödemek zorundadır ve bu emek, (kârdan ayrı olarak) otel sahibinin aşçıya ödeme yapmaya devam ettiği fonu yerine geri koyar. Öte yandan, ben bir aşçının emeğini, ondan genel olarak yararlanmak üzere değil, ama benim için et, vb. pişirmek üzere, onun keyfini çıkarmak üzere satın alırsam, onu belli bir tür
[sayfa 154] bir somut emek olarak kullanmak üzere satın alırsam, o zaman, bu emek kendini maddi bir üründe saptadığı halde ve bu ürün (sonuçla) otel sahibi için olduğu gibi, satılabilir bir meta olabildiği halde, o emek üretken emek değildir. Büyük fark (kavramsal fark) orta yerde hâlâ duruyor: Aşçı, kendisine ödeme yaptığım fonu benim için (özel kişi için) yenilememektedir; çünkü onun emeğini, değer yaratan bir öğe olarak değil, yalnızca onun kullanım-değeri için satın almaktayım. Onun emeği, ücretini ödediğim fonu ancak şu küçük çerçevede yenilen: Otelde yediğim yemek [bedeli
-ç.]
bana aynı yemeği evde ikinci kez satın alma ve yeme olanağını verir. Ama bu ayrım, metalar arasında da görülür. Kapitalistin, kendi değişmeyen sermayesini yenilemek üzere satm aldığı meta (örneğin pamuklu baskısı yapıyorsa, pamuk) basmada kendi değerini yerine geri koyar. Ama öte yandan pamuğu kendisi tüketmek için satm alırsa, o zaman meta kendi giderini karşılamaz.
Bununla birlikte, toplumun en geniş kesimi, yani işçi sınıfı, kendisi için de bu tür bir emek harcar; ama bunu ancak, “üretken” olarak çalıştığı zaman yapabilir. Etin bedelini ödeyebildiği bir ücret kazandığı zaman et pişirebilir; mobilyanın değerini, evinin kirasını ve çizmesinin değerini ürettiği zaman mobilyasını ve evini temiz tutabilir, çizmesini parlatabilir. Bu üretken emekçiler sınıfının kendisi için harcadığı emek de görünüşe göre “üretken-olmayan emek”tir. Bu üretken-olmayan emek ||310| onlara hiçbir zaman, bir ikinci kez yinelememe olanağını vermez, ta ki daha önce üretken bir emek harcamış olmasınlar.
Üçüncüsü. Öte yandan, bir tiyatro, konser, genelev, vb.
entrepreneur’ü [girişimci, patron] aktörlerin, müzisyenlerin, fahişelerin vb. emek-gücünü geçici olarak kendi emrine satın alabilir — bu
in fact [gerçekte], dolaylı bir biçimde yalnızca ekonomik bir çıkar ilişkisidir; sonucu bakımından süreç aynıdır; girişimci, “hizmetleri görüldüğü anda sona eriveren” ve kendini “herhangi bir sürekli” (ayrıca
“particular” [“belirli bir”] deyimi de kullanılıyor) “süjede ya da satılabilir bir metada” (kuşkusuz kendilerinden başka bir metada) sabitleştirip gerçekleştirmeyenlerin şu “üretken-olmayan emek” denen emeklerini satm alır. Bunların kamuya satılması, ona ücret ve kâr kazandırır. Ve girişimcinin böylece satm aldığı
services [hizmetler], onların emek-gücünü yeniden satın almasını sağlar; başka deyişle, onlar, kendilerine ödeme yapılan
fonds’u [fonları] yenilerler. Aynı şey, örneğin bir avukatın bürosunda çalıştırdığı
clercs’in [katiplerin] emeği için de doğrudur — doğal ki bir gerçek dışında; çünkü bu hizmetler kural olarak
“particular subjects” [“özel konular”] ile ilgili
bulky [kabarık] yığınla kocaman dosyayı kapsar.
[sayfa 155]
Doğru, bu hizmetler için girişimciye kamunun gelirinden (ideme yapılmaktadır. Ama bireysel tüketime gittiği ölçüde, bu öteki ürünler için de bir o kadar doğrudur. Bir ülke, bu hizmetleri olduğu gibi ihraç edemez; ama bu hizmetleri yapanları ihraç edebilir. İşte bu çerçevede Fransa, dans hocaları, aşçılar, vb. ihraç eder; Almanya okullar için öğretmen ihraç eder. Ne var ki, dans hocasının ya da öğretmenin ihracıyla birlikte onun geliri de ihraç edilmiş olmaktadır; oysa dans ayakkabısı ya da kitap ihracı, ülkeye bir gelir kazandırır.
Demek oluyor ki, şu üretken-olmayan emek denen bir kısım emek, bir yandan kendini, aynı zamanda pekala meta da olabilecek (
vendible commodities [satılabilir metalar]) maddi kullanım-değerlerinde somutlaştırırsa bir yandan da bu hizmetlerin, dar anlamda herhangi bir nesnel biçim almayan –yani hizmetleri görenlerden ayrı şeyler olarak bir varlık kazanmayan ve bir metaya, onun değerinin parçası olarak girmeyen– bir başka kısmı (emeği
doğrudan satın alan tarafından) sermaye karşılığı satın alınabilir; böylece kendi ücretini çıkarır ve girişimciye de bir kâr bırakır. Kısacası bu hizmetlerin üretimi kısmen sermayenin kapsamı içine alınabilir; kendini yararlı şeylerde somutlaştıran bir kısmı ise doğrudan gelir tarafından satın alınır ve kapitalist üretim kapsamı içine sokulmaz.
Dördüncü olarak. Tüm “metalar” dünyası, iki büyük kısma ayrılabilir. Birincisi emek-gücü; ikincisi emek-gücünden farklı olarak metalar. Emek-gücünü eğiten, devamını sağlayan ya da değiştiren, vb., yani tek sözcükle ona özgül bir biçim veren ya da devamını sağlayan türden hizmetlerin satın alınmasına gelince; örneğin bu çerçevede, “sınai olarak gerekli” ya da yararlı olduğu ölçüde öğretmenlerin hizmetinin ya da sağlığı devam ettirdiği ve böylece tüm değerlerin kaynağını, emek-gücünün kendisini muhafaza ettiği ölçüde doktorluk hizmetlerinin satın alınmasına gelince — bunlar, karşılık olarak
“une marchandise qui puisse se vendre, etc.” [“satılabilir bir meta, vb.”] adıyla söylersek emek-gücü bırakan hizmetlerdir; emek-gücü üretiminin ya da yeniden-üretiminin maliyetine dahil edilirler. Ancak,
“education”ın [“eğitim”in]
working men [emekçiler] yığınının üretim maliyetinde çok az payı olduğunu A. Smith biliyordu. Doktorların hizmeti de, her durumda,
faux frais de production [üretken olmayan zorunlu giderler] kısmına girer. Bu giderler, emek-gücünün onarımı giderleri sayılabilir. Ücretlerle kârın herhangi bir nedenle (örneğin milletin tembelleşmesi nedeniyle) toplam değer içinde ve aynı zamanda (kötü hasat, vb. nedeniyle emeğin daha az üretken hale gelmesi sonucu)
[sayfa 156] kullanım-değeri içindi eşzamanlı olarak düştüğünü, kısacası, geçmiş yıl için de daha az yeni emek katkısı olduğu ve katma-emek daha az üretken olduğu için, değeri gelire denk olan ürün parçasının azaldığını varsayalım. Bu gibi durumlarda kapitalist ve işçi, eskiden olduğu i;ibi aynı miktarda maddi nesneleri tüketmek isterlerse, doktorun, öğretmenin, vb. hizmetini daha az satın almak zorunda kalacaklardır. Ve eğer bu hizmetler için aynı giderleri sürdürmeye zorlanırlarsa bu kez de başka şeylerin tüketimini sınırlamaları gerekecektir. Öyleyse açıktır ki, doktorun ya da okul öğretmeninin emeği, gerçi her ne tür olursa olsun tüm değerleri yaratan üretim maliyetleri fonuna, özellikle emek-gücünün üretim maliyeti fonuna girerse de;, kendi ücretinin ödendiği fonu doğrudan yaratmaz. ||311| A. Smith devam ediyor:
“Üçüncü olarak, her durumda zanaatkarların, imalatçıların ve tüccarların emeğinin, toplumun gerçek gelirini artırmadığmı söylemenin uygun düşmediği görülüyor. Bu sistemde varsayıldığı üzere, örneğin bir sınıfın gündelik, aylık, yıllık tüketim değerinin tamı tamına günlük, aylık, yıllık üretimine denk olduğunu varsaymamız gerekiyor ama, gene de bundan, bu sınıfın emeğinin gerçek değere, toprağın yıllık ürününün ve toplumun emeğinin gerçek değerine hiçbir şey katmadığı sonucu çıkmaz. Örneğin diyelim hasattan sonraki ilk altı ay içinde on poundluk değerde iş yapan bir zanaatçı her ne kadar aynı süre içinde ön pound değerinde buğday ve başka gereksinim maddeleri tüketse bile gene de toprağın yıllık ürününe ve toplumun emeğine on poundluk bir değer katar. Bir yandan on pound değerinde buğday ve başka gereksinim maddelerini yarım yıllık gelirle tüketirken, kendisi ya da başka biri için satın alma gücüne sahip, denk değerde yarım yıllık on poundluk değer yaratmıştır. Dolayısıyla, ilk altı ay boyunca tüketilen ve üretilen on değil, yirmi pounda eşittir. Gerçekte, herhangi bir anda on poundluktan fazla bir değer varolmamış olabilir. Ne var ki, zanaatkarın tükettiği on pound değerindeki buğdayı ve öteki gereksinim maddelerini bir asker ya da bir hizmetçi tüketseydi, yıllık ürünün, altı ayın sonunda varolan bölümünün değeri, zanaatçının emeği nedeniyle olduğundan on pound daha eksik olacaktı. Her ne kadar zanaatçının ürettiği değerin, herhangi bir anda tükettiği değerden daha fazla olamayacağı varsayılsa bile gene de her zaman pazarda gerçekte varolan malların değeri, onun üretiminin sonucu olarak, aksi takdirde olabileceğinden daha büyüktür.” ([Wealth of Nations, OUP baskısı, c. II, s. 295-296], [Garnier], agy, c. III, s. 531-533.)
“Üretken-olmayan emek” nedeniyle, herhangi bir anda pazardaki metaların [toplam] değeri, o emek olmasaydı olabilecek olduğundan daha fazla değil mi? Pazarda her zaman buğdayın, etin, vb. yanısıra, fahişeler, avukatlar, vaızlar, konserler, tiyatrolar, askerler, politikacılar, vb. yok mu? Bu rezil herifler ya da hayasız
[sayfa 157] kadınlar buğdayı ve öteki gereksinim maddelerini ya da zevki, hiçbir şey karşılığında elde etmiyorlar. Karşılığında bize bir hizmet veriyorlar ya da dayatıyorlar; bu hizmetler, hizmet olarak bir kullanım-değeri ve üretim maliyetleri nedeniyle de aynı zamanda bir değişim-değeri taşıyor. Tüketimlik maddeler olarak düşünülürse, zamanın her anında, mal olarak mevcut bulunan tüketim maddelerinin yanısıra, hizmet biçimiyle bir miktar tüketimlik madde de bulunmaktadır. Bu çerçevede, zamanın her anında, toplam tüketimlik maddeler, tüketimlik hizmetler olmasaydı olacağı düzey ne ise, ondan daha fazladır. İkincisi, ayrıca değer de daha fazladır; çünkü o değer, bu hizmetler karşılığı verilen metaların değerine ve hizmetlerin kendisinin değerine eşittir. Metaların metalarla değişiminde her zaman olduğu gibi burada da eşit değer karşılığı eşitdeğer verilmektedir, bu nedenle de aynı değer, iki kez varolmaktadır, bir kez alıcının tarafında, bir kez satıcının tarafında.
(Adam Smith, fizyokratlara gönderme yaparak devam ediyor:
“Bu sistemin savunucuları, zanaatçıların, imalatçıların ve tüccarların tüketiminin, ürettiklerinin değerine eşit olduğunu vurgularken, herhalde, onların gelirinin ya da onların tüketimine ayrılan fonun o değere” (yani ürettiklerinin değerine) “eşit olduğunu ifade ediyorlar.” ([agy, s. 296], [Garnier] agy, s. 533.)
Ouvriers [işçiler] ve
maîtres [işverenler] birikte alındığı zaman, rantın, işverenlerin kârının özel bir kategorisi oluşu çerçevesinde, fizyokratlar bunu söylerken haklıydılar.)
||312|. (Aynı sırada –yani fizyokratları eleştirirken–
A, Smith de kitap IV, bölüm IX’da (Garnier, c. III) şöyle diyor:
“Herhangi bir toplumda toprağın ve emeğin yıllık ürünü yalnızca iki yoldan artırılabilir; birincisi, bu toplumdaki yararlı emeğin üretkenlik gücü bir biçimde geliştirilerek; ya da ikincisi, bu emeğin miktarı bir ölçüde artırılarak. Yararlı emeğin üretkenlik gücündeki geliştirme, her şeyden önce işçinin yeteneğini geliştirmeye bağlıdır; ve ikincisi, onun üzerinde çalıştığı makinenin etkiniğini artırmaya. ... Herhangi bir toplumda çalıştırılan yararlı emeğin miktarındaki artış tamamıyla o toplumun kullandığı sermayenin artışına bağlıdır; sermayenin artışı da, tamı tamına gelirden yapılan tasarruflara, ya bu sermayenin kullanımını yöneten ve yönlendiren belli kişilerin tasarrufuna, ya da bu parayı onlara ödünç veren başka bazı kişilerin tasarrufuna bağlıdır.” ([agy, s. 297], [Garnier], s. 534-535.)
işte bir ikili
cercle vicieux [kısır döngü].
Birincisi: Yıllık ürün, emeğin daha fazla üretkenliğiyle artırılıyor. Bu üretkenliği artırmanın esas yolu (özellikle iyi bir mevsim, vb. gibi doğanın cilvelerine bağlı olmadığı ölçüde) sermayenin artırılmasını gereksiniyor. Ama sermayeyi artırmak için de emeğin yıllık ürününün artırılması
[sayfa 158] gerekiyor. Birinci
cercle [döngü].
İkincisi: Yıllık ürün, çalıştırılan emek miktarı artırılarak çoğaltılabilir. Ne var ki, çalıştırılan emek miktarı, önce, onu çalıştıran sermaye artırılırsa artırılabilir. İkinci
cercle [döngü]. A. Smith, bu iki kısır döngüden
“tasarruflar” sayesinde; yakasını sıyırıyor; bununla, gerçekte, gelirin sermayeye dönüşümünü kastediyor.
Tüm kârı kapitalist için “gelir” olarak düşünmek zaten yanlış. Kapitalist üretim yasası, tam tersine, artı-değerin bir parçasının, işçinin yaptığı işte ödenmemiş emeğinin bir parçasının sermayeye dönüştürülmesini gerektiriyor. Kapitalist birey bir kapitalist olarak işlevsel olduğu zaman –yani sermayenin işlevcisi olduğu zaman– o kendisi, bunu bir tasarruf olarak düşünebilir; ama bu, onun için aynı zamanda zorunlu bir ihtiyat fonu olarak belirir. Emek miktarının artırılması da yalnızca işçilerin sayısını artırmakla olmaz, işgününün uzatılması da gerekir. Böylece emek miktarı, ücretlere dönüştürülen sermaye parçasını çoğaltmaksızın artırabilir. Benzer biçimde, bu varsayımda, makineleri, vb. artırmaya da gerek kalmaz. (Kuşkusuz o zaman makineler daha çabuk aşınır, ama bu pek farketmez.) Artırılması gerekebilecek tek şey, tohum, vb. olarak ayrılan hammadde parçasıdır. Tek bir ülke ele alınırsa (dış ticaret hariç) artı-emeğin, hammaddesini tarımdan alan sanayilerde uygulama olasılığı olması için, önce tarıma uygulanması, geçerliliğini hâlâ korumaktadır. Bu hammaddelerin bir kısmı, kömür, demir, balık vb. (sonuncusu örneğin gübre olarak anılmıştır), kısacası, hayvan gübresi dışındaki tüm gübreler, yalnızca emek miktarı (emekçi sayısı aynı kalmak üzere) artırılarak elde edilebilir. Bu nedenle emekçi eksiği sözkonusu olmaz. Öte yandan, yukarda gösterildiği üzere, üretkenliği kaynağında artırmak, her zaman sermayenin birikimini değil, sermayenin yoğunlaştırılmasını ön koşul olarak gereksinir.
[58] Ancak daha sonra her bir süreç ötekini tamamlar.)
(Fizyokratların
laissez faire, laissez passer [bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler] görüşünü yani kısacası özgür rekabeti öğütlemelerinin nedeni, Adam Smith’in aşağıya aldığımız parçasında doğru olarak ifade edilmiştir:
“Bu farklı iki grup insan” (kırsal kesim ve kent) “arasında gerçekleştirilen ticaret, eni-sonu, belli miktarda ham ürünle, belli miktarda mamul ürünün değişilmesinden ibarettir. İkinci ne kadar daha pahalı olursa, birinci o kadar ucuz olur; ve herhangi bir ülkede her ne ki, mamul ürünün fiyatım yükseltme eğilimini taşır, o, toprağın ham ürününün fiyatını düşürme, dolayısıyla tarımcının hevesini kırma eğilimini taşır.” [sayfa 159]
Ama imalata ve dış ticarete konan türlü engeller ve sınırlamalar mamul metaları vb. daha pahalı hale getirir.
Ergo [bu nedenlel, vb.. (Smith [
agy, s. 308], [Garnier],
agy, s. 554-556.))
*
||313| Smith’in “üretken” ve “üretken-olmayan emek” konusundaki ikinci görüşü –ya da öteki görüşüyle içice geçen görüş– işte bu çerçevede gelip şu noktaya dayanır: Birincisi
metaları üreten emektir, ikincisi “herhangi bir meta” üretmeyen emektir. O, bu emeklerden bir türünün, ötekiyle aynı biçimde,
bir meta olduğunu yadsımaz. Yukarıya bakınız:
“İkincinin emeği de ... bir değere sahiptir ve ödüllendirilmeyi, birincinin emeği gibi hakeder” (yani ekonomik açıdan olur; yoksa ne birinci için, ne ikinci için moral ya da başka bir görüş açısı sözkonusudur). Ne var ki meta kavramı, emeğin, kendi ürünü içinde kendini cisimleştirmesini, maddeleştirmesini, gerçekleştirmesini içerir. Emeğin kendisi, doğrudan görünüşü içinde, yaşayan varlığı içinde doğrudan bir meta olarak kavranamaz, yalnızca emek-gücü olarak kavranır; çalışma, bu gücün kendini geçici olarak dışa vurması, ifade etmesidir. Ücretli emeğin gerçek anlamda, yalnızca bu biçimde açıklanabilişi gibi, A. Smith “üretken-olmayan emeği”, başından sonuna, “üretken-olmayan emekçiyi” üretmek için gereksinilen üretim maliyetiyle açıklar. Şu halde, bir
meta, emekten farklı bir şey olarak düşünülmelidir. Ne var ki, metalar dünyası da iki büyük kategoriye ayrılmıştır: bir yanda emek-gücü; öte yanda, metaların kendileri.
Ancak, emeğin maddeleşmesi vb., A. Smith’in düşündüğü gibi İskoçvari bir biçimde anlaşılamaz. Metadan, emeğin maddeleşmesi olarak sözettiğimiz zaman —yani metanın değişim-değeri anlamında— bu yalnızca hayalî bir şeydir, yani metanın toplumsal varoluş biçimidir, metanın maddi gerçeğiyle ilişkisi yoktur; belli bir miktarda toplumsal emek ya da belli bir miktarda para olarak düşünülmüştür. Olabilir ki, sonucu olduğu emek, o metanın üzerinde herhangi bir iz bırakmamıştır. Mamul metalarda bu iz, hammaddeye verilen dış görünümde kalır. Tarımda, vb., her ne kadar metaya verilen biçim, örneğin buğday, öküz, insan emeğinin ürünü ise de ve gerçekten kuşaktan kuşağa aktarılan ve ürüne katılan emek ise de, bu, üründe kendini göstermez. Sınai emeğin öteki biçimlerinde, emeğin amacı, nesnenin biçimini değiştirmek değil, uzaysal
[sayfa 160] konumunu değiştirmektir, örneğin bir meta Çin’den İngiltere’ye vb. getirilirse, bu işin gerektirdiği emeğin izi, o nesnede görülmez (yalnızca ilgililer, onun bir İngiliz ürünü olmadığını anımsar, bilirle ı). tşte bu nedenle, emeğin metada somutlaşması, o yönde anlaşılmamalıdır. (Buradaki gizemselleştirme, toplumsal bir ilişkinin, bir nesne biçiminde ortaya çıkmasından kaynaklanır.)
Bununla birlikte, metanın geçmiş emek, maddeleşmiş emek olarak belirdiği de doğrudur; bu nedenledir ki, eğer bir nesne biçiminde ortaya çıkmayacaksa, yalnızca emek-gücünün kendisi biçiminde belirebilir; ama hiçbir zaman (yalnızca, pratikte aynı şey demek olan, ama önemi farklı ücret dereceleri belirlenişinde yatan dolaylı bir biçim dışında) doğrudan canlı emek olarak belirmez. Bundan ötürüdür ki, üretken emek, öyle bir emektir ki meta üretir ya da doğrudan emek-gücünün kendisini yetiştirir, geliştirir, yaşamını sürdürür ya da yeniden-üretir. A. Smith ikinci grubu, üretken emek kategorisinin dışında tutar; bunu keyfi biçimde, ama belli ölçüde bir doğru içgüdüyle yapar — çünkü bu kategoriyi dışlamasaydı, sel kapaklarını, üretken emek savında olan yapay istemlere açmış olurdu.
Öyleyse, emek-gücünün kendisini hesap dışı tuttuğumuz ölçüde, üretken emek metalar üreten, maddi ürünler üreten emektir; onun üretimi de belli miktarda emeğe ya da emek-zamanma malolmuştur. Bu maddi ürünler, nesne biçimini aldıkları zaman her türlü sanat ve bilim ürününü, kitapları, resimleri, heykelleri vb. içerirler. Ne var ki, buna ek olarak, emek ürünü
“a vendible commodity” [“bir satılabilir meta”] anlamında
meta olmalıdır, yani henüz başkalaşım döneminden geçmek durumunda, ilk biçiminde bir meta olmalıdır. (Bir imalatçı, eğer başka bir yerde başka birine yaptıramazsa, satmak için değil, ama bir kullanım-değeri olarak bizzat kullanmak üzere kendisi bir makine imal edebilir. Ama ondan sonra, o makineyi kendi değişmeyen sermayesinin bir parçası olarak kullanıp eskitir ve makinenin, yapımına katkıda bulunduğu ürün biçiminde o makineyi parça parça satabilir.)
||314| Belli bazı hizmetkarların emeği de aynı biçimde (potansiyel)
meta biçimini ve hatta maddi nesne kabul edilen kullanım-değeri biçimini alabilir. Ama onlar üretken emek değildirler, çünkü “meta” değil, doğrudan
“kullanım-değerleri” üretirler. Satın alanı ya da bizzat çalıştıranı için üretken olan emeğe –örneğin bir tiyatro girişimcisi için aktörün emeğine– gelince, onu satın alanın, o emeği halka bir meta biçimiyle değil, yalnızca bir eylem biçimiyle satabilmesi gerçeği, bu emeğin üretken-olmayan emek olduğunu gösterir.
[sayfa 161]
Bu tür durumlar dışında, üretken emek
meta üreten emektir,
üretken-olmayan emek kişiye özel hizmetler üreten emektir. Birinci tür emek satılabilir bir nesnede temsil edilir; ikincisi hizmetin görüldüğü anda tüketilmelidir. Birincisi (emek-gücünü yaratan emek hariç) nesneler biçiminde varolan tüm maddi ve entelektüel zenginliği –et kadar kitap da– içerir; ikincisi, bireyin herhangi bir hayalî ya da gerçek gereksinimini karşılayan her tür emeği kapsar — bu gereksinimler, bireye, kendi iradesine karşın zorlanmış olsa bile.
Meta, burjuva zenginliğinin en temel biçimidir. “Üretken emeğin”, “meta” üreten emek olarak açıklanması, işte bu bakış açısından, üretken emeği sermaye üreten emek olarak açıklayan görüşten çok daha temel bir görüşe uygun düşer.
Karşıtları, A. Smith’in birinci tanımını görmezden gelmişler, onun yerine, kaçınılmaz çelişkileri ve neden olduğu tutarsızlıkları göstererek, ikinci tanımı üzerinde yoğunlaşmışlardır. Ve emeğin maddi içeriğinde, hele hele emeğin kendini, şu ya da bu biçimde
sürekli bir üründe tespit etmesi zorunluğu üzerindeki ısrarları, saldırılarını daha da kolaylaştırmıştır. Bunun neden olduğu polemikleri biraz ilerde göreceğiz.
Ama önce bir nokta daha. A. Smith, fizyokrat sistemin büyük değerinin, ulusların zenginliğinin,
“tüketilemez para zenginliğinde değil, ama toplum emeğinin yıldan yıla ürettiği, tüketimlik mallarda olduğunu” ([Wealth of Nations, OUP baskısı, s. 299], [Garnier], c. III, kitap IV, bölüm IX, s. 538)
göstermesinde olduğunu söyler.
Burada, A. Smith’in üretken emek konusundaki ikinci tanımının bir vargısını görüyoruz. Artı-değerin tanımı doğal olarak, değerin algılandığı biçime dayanmıştı. Bu nedenledir ki, moneter ve merkantil sistemlerde [değer -
ç.] para olarak; fizyokratlarda toprağın ürünü olarak, tarımsal ürün olarak; ve en sonu A. Smith’te genelde
meta olarak gösterilmişti.
Merkantilistler değeri nasıl ki
yalnızca saf bir değer biçimine, ürünün
kendini ortaya koyduğu genel toplumsal emek biçimine, yani paraya indirgedilerse,
fizyokratlar, değerin özüne değindikleri ölçüde, onu,
tümüyle yalnızca bir kullanım-değerine (
maddeye, maddi öğeye)
indirgemişlerdir. A. Smith’te metanın her iki durumu –kullanım-değeri ve
değişim-değeri– birleştirilmiştir; ve böylelikledir ki, kendini herhangi bir kullanım-değerinde herhangi bir yararlı üründe ortaya koyan her emek üretken olmuştur. Kendini üründe ortaya koyan şey üretken emektir demek, ürün belli bir miktar genel toplumsal emeğe eşittir demekle
[sayfa 162] aynıdır. A. Smith fizyokratlara karşı çıkarak, ürünün değerini, burjuva zenginliğinin asıl temeli olarak yeniden yerli yerine koymuştur; ama öte yandan, değeri, merkantilistlere göründüğü saf, fantazi biçiminden –altın ve gümüş görünümünden– de yoksun bırakmıştır. Her meta
kendinde paradır. Ama aynı zamanda, kabul edilmelidir ki, A. Smith de merkantilist bir “süreğenliğe” –gerçekte tüketilmezliğe– kendini az ya da çok kaptırmıştır. Petty’deki bölümü (benim I. cildimde s. 109’da,
[59] Petty’nin
Political Arithmetick’inden yaptığım alıntıya bakınız) anımsayalım; orada zenginlik, bozulup yokolmazlık derecesine göre, aşağıyukarı süreklilik derecesine göre değerlendirilmiş ve sonunda, altınla gümüşe “yok olmayan” zenginlik olarak tüm öteki şeylerin üstünde yer verilmiştir.
Adolphe Blanqui (
Histoire de l’économie politique, Brüksel 1839, s. 152) [Adam Smith için] şöyle der:
“Zenginlik cephesini yalnızca maddi tözlerin içindeki değerlerle sınırlayarak, üretim kitabından, maddi olmayan sınırsız değerlerin tümünü, uygar ulusların moral sermayesinin kız evlatlarını silip atmıştır” vb..
[5. Burjuva Ekonomi Politiğin
Üretken Emek Tanımındaki Sıradanlık]
Adam Smith’in üretken emekle üretken-olmayan emek ayrımına yöneltilen polemikler daha çok
dii minörüm gentium [daha küçük tanrılar] ile sınırlı kaldı (aralarındaki en önemli kişi Storch’du); ağırlığı olan hiçbir ekonomistin, –ekonomi politikte herhangi bir keşif yapmış olduğu söylenebilecek hiçbir kişinin– yapıtında böyle bir polemik yeralmadı. ||315| Bu polemikler,
second-rate fellows [ikinci sınıf adamların] ve özellikle öğretmenvari derlemecilerin ve cep kitabı türünden özetler yazanların ve bir de bu alanda işlek kalemiyle sıradan yazılar yazan
dilettanti’lerin [amatör meraklıların] merakıydı. Adam Smith’e karşı bu polemiklerin yöneltilmesinin nedeni şu aşağıdaki durumdu.
Sözümona “daha üst derece” emekçiler denen büyük kitle — devlet görevlileri, asker kişiler, sanatçılar, doktorlar, rahipler, yargıçlar, avukatlar, vb.— ki bunların bazıları üretken olmamakla kalmaz hatta özünde yıkıcıdır, ne var ki, bir yandan “maddi olmayan” metalarını satarak bir yandan da halka zorla kabul ettirerek “maddi” zenginliğin çok büyük bir kısmını nasıl ele geçireceklerini çok iyi bilirler; işte bu kitle,
ekonomik yönden buffons [panayır canbazları] ve
menial servants [hizmetçiler] ile aynı sınıfa sürgün
[sayfa 163] edilmeyi ve yalnızca tüketimden pay alan ve gerçek üreticilerin (ya de üretim öğelerinin) sırtından geçinen asalaklar olarak görünmeyi çok tatsız buldular. Bu, o zamana dek, başında bir hale taşıyan ve boşinana dayalı bir saygı gören işlevlere küfür etmekle birdi. Burjuvazinin
parvenu [sonradan-görme] döneminde olduğu gibi, ekonomi politik de kendi klasik döneminde devlet mekanizmasına karşı, son derece haşin eleştirel bir tutum benimsemişti. Daha sonraki aşamada –pratikte de görüldüğü üzere– bir bölüğünü tümüyle üretken-olmayan bu sınıfların miras alınmış toplumsal kombinasyonunun, bizzat kendi örgütlenişinin gereği olduğunu, ondan kaynaklandığını idrak etti ve öğrendi.
Bu “üretken-olmayan emekçiler”in eğlence üretmedikleri ve satın alınmaları, üretim öğelerinin, kendi ücretlerini ya da kârlarını nasıl harcayacaklarına bağlı kaldığı ölçüde –ve bunun tersine bazı hastalıklar nedeniyle (doktorlar gibi), ruhsal zayıflıklar nedeniyle (rahipler gibi) ya da özel çıkarlarla ulusal çıkarlar arasındaki çatışmalar nedeniyle (devlet adamları, tüm hukukçular, polis ve askerler gibi) gerekli oldukları ya da kendilerini gerekli hale getirdikleri ölçüde– sanayi kapitalistleri ve işçi sınıfı tarafından olduğu gibi, A. Smith tarafından da zaman zaman ortaya çıkan üretim giderleri olarak, bu nedenle de en aza indirilerek en ucuz biçimde sağlanacak üretim giderleri olarak görüldüler. Burjuva toplum, feodal ya da mutlakiyetçi biçimine karşı savaşım verdiği her şeyi, kendi biçiminde yeniden-üretir. Bu nedenledir ki, her şeyden önce, bu topluma ve özellikle üst sınıflara dalkavukluk edenlerin ilk temel ödevi, bu “üretken-olmayan emekçiler” kesiminin bütün bütün asalak olanını bile teorik çerçevede yeniden ayakları üzerine kaldırmak ya da vazgeçilemez olan kesimin abartılı istemlerini haklı göstermektir. İdeologlar vb. sınıflarının
kapitalistlere bağımlılığı gerçekte öne sürülmüştür.
Ama
ikinci olarak, üretimin (maddi üretim sözkonusudur) öğelerinin bir kesimini, şu ya da bu grup ekonomist “üretken-olmayan” olarak ilan etmiştir. Örneğin sanayi sermayesini temsil eden ekonomistler arasında bazıları (Ricardo), toprak sahiplerini “üretken-olmayan” olarak ilan etmişlerdir. Başkaları (örneğin Carey) sözcüğün gerçek anlamında
commerçant’ın
[tüccarın] “üretken-olmayan” emekçi olduğunu ilan etmiştir. Hatta “kapitalistler”in kendilerinin bile üretken olmadığını ilan eden, ya da maddi zenginliğe yönelik istemlerini “ücretler”e yani “üretken işçi”nin ücretine indirgemenin yollarını arayan bir üçüncü grup çıkmıştır. Birçok entelektüel emekçi, bu kuşkuculuğu paylaşma eğilimi göstermiştir. İşte bu çerçevede, maddi üretimin öğeleri arasında
[sayfa 164] doğrudan yeralmayan tüm sınıfların “üretkenliği”ni tanımanın ve uzlaşmaya varmanın zamanı geldiğine inanılmıştır. Kuşkusuz bir uzlaşı, bir başkasını davet, eder; gerçekten de
Fable of the Bees’de
[60] olduğu gibi, ekonomik görüş açısından, “üretken” görüş açısından bile, tüm bu “üretken-olmayan emekçileri”yle, burjuva dünyanın, dünyaların en iyisi olduğunun gösterilmesi gerekmiştir. “Üretken-olmayan emekçiler”, genelde
“fruges consumere nati”
olan sınıfların ya da toprak sahipleri gibi hiçbir iş yapmayan üretim öğelerinin üretkenliğine dair eleştirel gözlemler öne sürmeye başlayınca, bu uzlaşı daha da gerekli hale gelmiştir.
Hiçbir şey yapmayanlar ile onların
asalaklarına bu evrensel sistemlerin en iyisi içinde bir yer bulmak gerekmiştir.
Üçüncüsü: Sermayenin egemenliği genişledikçe, ve gerçekte maddi zenginlik üretimiyle doğrudan bağlantılı olmayan üretim alanları giderek sermayeye daha bağımlı hale geldikçe –özellikle pozitif bilim (doğa bilimleri) maddi üretime hizmet için sermayenin emri altına alındıkça– ||316| ekonomi politiğin dalkavuk
underlings’i [astları], maddi zenginlik üretimiyle “bağlantısı”nı göstererek, maddi zenginliğe doğru bir araç olduğunu göstererek her faaliyet alanını yüceltmeyi ve haklı çıkarmayı kendi görevleri bilmişlerdir; herkesi “birincil” anlamda, sermayenin hizmetinde çalışarak, kapitalisti şu ya da bu biçimde zengin etmeye yararı dokunan emekçi olarak “üretken emekçi” haline getirmişler ve onurlandırmışlardır.
Bu alanda,
“üretken-olmayan emekçiler”in ve su katılmamış asalakların yararını ve gerekirliğini doğrudan savunan Malthus gibiler bile yeğlenir olmuştur.
[6. Smith’in Üretken Emek Üzerine Görüşlerini Savunanlar.
Konunun Tarihçesi]
[(a) İlk Görüşü Savunanlar: Ricardo, Sismondi]
Bu konuda Germain Garnier’nin (Smith çevirmeni), Lauderdale lordunun, Brougham’ın, Say’nin, Storch’un ve daha sonra Senior’un ve Rossi’nin budalılıklarını incelemek, zahmete değmez. Burada yalnızca birkaç karakteristik parçayı anacağız. Ama önce Ricardo’dan bir parça; bu parçada o, artı-değer (kâr ve rant) sahiplerinin, bunu, “üretken emekçiler”in ürettiği lüks ürünlere harcamaktansa “üretken-olmayan işçiler” (örneğin hizmetçiler) için harcamalarının “üretken emekçiler”in daha çok yararına olduğunu
[sayfa 165] gösteriyor.
(
Sismondi, Nouveaux principes, c. I, s. 148, Smith’in yaptığı doğru sınıflamayı (Ricardo’nun yaptığı gibi) kabul ediyor: Üretken olan ve üretken-olmayan sınıflar arasındaki gerçek ayrım şu:
“Biri, kendi emeğini her zaman bir ulusun sermayesine karşılık değişir; öteki bunu ulusal kazancın bir bölümüne karşı yapar.”
Sismondi –aynı biçimde Adam Smith’i izleyerek– artı-değer üzerine şöyle diyor:
“Emekçinin, gündelik emeğiyle, gündelik giderlerinden çok daha fazlasını üretmiş olmasına karşın, toprak sahibiyle ve kapitalistle paylaştıktan sonra, ona kalan, geçimi için kesinlikle gerekli olanın nadiren üstündedir.” (Sismondi, Nouveauxprincipes, vb. c. I, s. 87.)
Ricardo da şöyle diyor:
“Eğer bir toprak sahibi ya da kapitalist, gelirini eski bir baron gibi, çok sayıda uşak ve hizmetçi çalıştırmak için kullanırsa, pahalı mobilyalar, değerli kumaşlar, yaylı arabalar, atlar ya da başka herhangi lüks maddeler için harcadığından daha fazla sayıda kişiye iş olanağı sağlamış olacaktır. Her iki durumda net gelir de brüt gelir de aynı olacaktır; ama birinci durumda gelir farklı metalarda gerçekleştirilecektir. Eğer gelirim 10.000 lira idiyse, onu güzel kumaşlara ve pahalı mobilyaya, vb., vb. için mi harcadığıma ya da aynı değerde bir miktar yiyecek ve giysiye mi harcadığıma bakılmaksızın yaklaşık aynı miktarda üretken emek çalıştırılmış olurdu. Ama geliri birinci grup metalar için harcadığım zaman, bunun sonucu olarak daha fazla emek çalıştırılmazdı: — ben mobilyalarımın ve güzel kumaşlarımın keyfini çıkarabilirdim ama, hepsi o kadar; ama gelirimi yiyecek ve giysiye harcasaydım ve gönlüm hizmetçiler çalıştırmayı arzu etseydi, 10.000 liralık gelirimle çalıştıracağım kişiler ya da o paranın satın alacağı yiyecek ve giysi, emekçiye olan daha önceki talebe eklenirdi; ve bu eklenti, gelirimi öyle harcama yolunu seçtiğim için ortaya çıkardı. Öyleyse emekçiler emeğe yönelik talep olmasında yararları bulunduğuna göre, olabildiği kadar fazla miktarda gelirin lüks maddelerden kaydırılarak hizmetçilerin çalıştırılmasında kullanılmasını doğal olarak istiyor olmalıdırlar. ([David] Ricardo, [On the] Principles [of Political Economy, and Taxation] üçüncü baskı, [Londra] 1821, s. 475-476.)
[(b) Üretken Emek ile Üretken-Olmayan Emek Arasında
Daha Önceki Ayrım Çabaları (D’Avenant, Petty)]
D’Avenant, eski bir istatistikçi olan Gregory King’den
Scheme of the Income and Expense of the Several Families of England, calculated for the year 1688 [
İngiltere’de Çok Sayıda Ailenin 1688 Yılı İçin Hesaplanan Gelir ve Harcama Planı]
başlıklı bir listeyi alıntılıyor.
[sayfa 166] Bu listede allame King, tüm ulusu iki sınıfa ayırıyor: “Krallığın Zenginliğini
Artıranlar — 2.675.520 kişi”, ve “Krallığın Zenginliğini
Azalanlar — 2.825.000”; demek ki birinciler “üretken” sınıf, ikinciler “üretken-olmayan”.
“Üretken” sınıf, lordlardan, baroneslerden, şövalyelerden, silahtarlardan, beyefendilerden, makam ve mevki sahiplerinden, dış ticaret yapan tüccarlardan, hukuk adamlarından, dinadamlarından, toprak sahiplerinden, çiftçilerden, liberal sanatlarda ve bilimde çalışanlardan, mağaza sahiplerinden ve perakende ticaret yapanlardan, zanaatçılardan ve esnaftan, deniz ve kara ordusu subaylarından oluşuyor. Bunların karşısındaki
“üretken-olmayan” sınıf şunlardan oluşuyor: gemi tayfaları, emekçiler, yanaşmalar (bunlar tarım emekçileri, ve imalat sanayisindeki gündelikçiler), rençberler (ki bunlar D’Avenant’m zamanında bile toplam İngiltere nüfusunun beşte biriydiler), ||317| erat, yoksullar, çingeneler, hırsızlar, dilenciler ve genel olarak serseri başıboş takımı. D’Avenant, bilgiç King’in hazırladığı bu rütbeler listesini şöyle açıklıyor:
“Bununla onun kastettiği şey, Halkın, Topraktan, Sanattan ve Sanayiden Birinci Sınıf olan kısmı kendi geçimlerini sağlarlar ve her yıl ulusun Genel Sermayesine bir şeyler katarlar; ve bunun yanısıra kendi fazla kazançlarından her yıl başkalarının geçimini sağlamaya katkıda bulunurlar. İkinci Sınıftan olanların bazıları, çalışarak geçimlerini kısmen sağlarlar [...] ama geri kalanlar, çoğu bunların karıları ve çocukları olmak üzere [...] başkalarının kesesinden beslenirler; ve ulusun genel sermayesine eklenebilecek olan onca şeyi tükettikleri için yıl yıl kamuya yük olurlar.” (D’Avenant, An Essay upon the Probable Methods of Making a People Gainers in the Ballance of Trade [Ticaret Dengesinde Bir Ulusu Kazançlı Yapmanın Olası Yöntemleri Üzerine Bir Deneme], Londra 1699, s. 50.)
Bunun yanısıra DAvenant’dan alınan aşağıdaki parça, merkantilistlerin artı-değer konusundaki karakteristik görüşüdür:
“... İngiltere’yi zengin yapacak olan şey, kendi ürünümüzün ihracıdır; ticaret dengesinde kazançlı olmamız için kendi ürünümüzü sunmalıyız, kendi tüketimimiz için gereksindiğimiz yabancı yetiştirmesi olan nesneleri ya bir miktar altın-gümüş fazlasıyla ya da başka ülkelere satacağımız mallarla almalıyız; o fazlalık, bir ulusun ticaret yoluyla elde ettiği kârdır ve ihracat yapan halkın doğal tutumluluğuna göre, çok ya da az olur” (Hollandalılar tutumludur ama İngilizler değil — agy, s. 46-47) “ya da düşük işçilik ve imalat bedelinden dolayı metayı ucuza, dış pazarlarda onun altında bir fiyattan satılamayacak bir fiyata üretebilirler.” (D’Avenant, agy, s. 45-46.)
(“... ülke içinde tüketilen şey, birinin kaybı, bir başkasının kazancıdır ve genel olarak ulus bundan ötürü daha zengin olmaz; ama [sayfa 167] tüm dış tüketim açık ve kesin bir kârdır.” (An Essay on the East-India Trade [Doğu Hindistan Ticareti Üzerine bir Deneme] vb., Londra 1697.)— [D’Avenant’m Discourses on the Publick Revenues and on the Trade of England [Kamu Gelirleri ve İngiltere’nin Ticareti Üzerine Tezler], bölüm II, Londra 1698, s. 31.])
(D’Avenant’ın savunmaya çalıştığı
[61] bir başka çalışmasına
ek olarak basılan bu çalışması McCulloch’un alıntı yaptığı
Considerations on the East-India Trade [
Doğu Hindistan Ticareti Üzerine Düşünceler]
, 1701’den farklıdır.)
Bu arada yeri gelmişken söyleyelim, bu merkantilistlerin, daha sonraları, sıradan Serbest Ticaretçiler tarafından gösterilmek istendikleri kadar budala oldukları sanılmamalıdır. D’Avenant,
Discourses on the Publick Revenues and on the Trade of England, vb. Londra 1698’in ikinci cildinde, başka şeylerin yanısıra şunları yazar:
“Altın ve gümüş gerçekten de ticaretin ölçüsüdür, ancak tüm uluslarda bunun kaynağı ve başlangıcı, ülkenin doğal ya da yapay ürünüdür; yani toprağının ya da emeğinin ve sanayisinin ürettikleridir. Ve bu o kadar doğrudur ki, bir ulusun, herhangi bir raslantı eseri, tek kuruşu olmadığı varsayılsa bile, gene de eğer halkı sayıca kabarıksa, çalışkansa, alışverişte ustaysa, denizcilikte yetenekliyse, iyi limanları varsa, çeşitli metalar için verimli bir toprağa sahipse böyle bir halk ticaret yapacaktır [...] ve kendi aralarında çabucak çok miktarda altın ve gümüş sahibi olacaklardır: Demek ki, bir ülkenin gerçek ve etkin zenginlikleri o ülkenin yerli ürünüdür.” (s. 15.) “Altın ve gümüş, bir ulusun tek hazinesi ya da zenginliğidir demeyi haketmekten öylesine uzaktırlar ki, [...] ülkeler birbirleriyle para aracılığıyla iş görmeye ne kadar yatkmsalar, insanlar da ancak o kadar yatkındır. ...” (s. 16.) “Anladığımız kadarıyla, Prensi ve genel halk kitlelerini geçindiren şeye zenginlik diyebilmek için, o şey bol, kolay ve güvenli olmalıdır. Biz hazine diye ona itibar ederiz ki, altın ve gümüş olmaktan çıkarılır, insanın kullanımı için, yapılara ve ülkenin geliştirilmesine dönüştürülür. Ayrıca bu madenlere çevrilebilir olan başka şeyler, toprağın ürünleri, imalat, yabancı ürünler ve deniz taşımacılığı gücü ... hatta bozulabilir türden maddeler, altına ve gümüşe çevrilmemiş olduğu halde çevrilebilir türden ise, bir ulusun zenginlikleri sayılabilir; ve inanıyoruz ki, bu yalnızca iki insan arasında değil [...] bir ulusla öteki ulus arasında da geçerli ve doğrudur.” (s. 60-61.) “Siyasal gövdenin midesi olarak alelade halk [...], bu mide”, İspanya’da alıp hazmetmesi gerekirken, parayı kabul etmedi ||318| ve özümsemeyi başaramadı. ... “Altın ve gümüşün özümlenebileceği ve dağıtılabileceği ve siyasal gövde için de besleyici olabileceği araçlar yalnızca ticaret ve imalattır.” (s. 62-63.)
Ayrıca, Petty de
üretken emekçiler yaklaşımına sahipti (gerçi o bunlar arasına askerleri de katıyordu):
[sayfa 168]
“Çiftçiler, denizadamları, askerler, zanaatçılar ve tüccar, ortak herhangi bir zenginliğin temel direkleridir; tüm öteki büyük meslekler bunların zayıflığından ve başarısızlığından doğup ortaya çıkar; şimdi denizadamı, bu dörtten üçüdür” (seyrüseferci, tüccar, asker). |William Petty], Political Arithmetick vb. [Sevaral Essays in Polilical Arithınetick’ten] Londra 1699, s. 177.) “... denizadamınm emeği ve gemilerin hamulesi, her zaman ihraç edilen bir meta yapısındadır; ithal edilenin üstünde, bundan artakalanı ülkeye para, vb. getirir.” (s. 179.)
Petty, bununla ilgili olarak işbölümünün yararlarını da açıklar:
“Deniz ticaretine komuta edenler, başkalarının daha yüksek (daha pahalı) taşıma ücretiyle yaptığı kârın daha fazlasını daha düşük taşıma ücretiyle sağlarlar. Kumaş için taşıma ücreti, şuna ya da buna göre daha ucuz olmalıdır, vb.; işte bu nedenledir ki, deniz ticaretine komuta edenler,” farklı amaçlar için farklı gemiler yapabilirler; “dalgalı denizler için bir tür gemi, iç sular ve nehirler için başka tür gemi ... savaş için bir tür gemi ... yük için bir başka tür gemi”, vb.. Ve işte bu, “Hollandalıların komşularına göre neden daha az taşıma ücretiyle yük taşıyabildiklerinin, birçok nedeninden biridir; çünkü onlar, her farklı tür ticaret için belli bir tür gemiye sahiptirler.” (agy, s. 179-180.)
Şu alıntıda da Petty, tam Adam Smith’vari ses veriyor:
“Uluslar topluluğunda, hiçbir maddi nesne üretmeyen, ya da gerçek faydası ve değeri olmayan nesneler üreten” işlerle uğraşanlara [para] vermek üzere sanayicilerden vb. vergi alınırsa, [bu vergiler -ç.] “insan aklının esenlendirilmesi ve tazelenmesinden öteye geçmeyecek biçimde ve insanı daha nitelikli daha yatkın hale getirmek için ılımlı biçimde kullanılmadığı takdirde, kamunun zenginliğini azaltacaktır.” (agy, s. 198.) Sınai işler için ne kadar insana gereksinim olduğu hesaplandıktan sonra,”geri kalanlar [...] güven içinde ve uluslar topluluğuna olası bir zarar getirmeksizin sanatlarda, eğlence ve süsleme işlerinde çalıştırılabilir; bunların en önemlisi, doğa bilgisini geliştirmektir.” (agy, s. 199.) İmalatta tarımdan, meta alışverişinde imalattan daha fazla kazanç vardır. ...” (agy, s. 172.) “... bir denizadamı, gerçekte üç çiftçidir. ...” (s. 178.) |VII-318||
||VIII-346|
Petty, Artı-Değer. Petty’nin yazılarından birinde, her ne kadar yalnızca rant biçiminde ele aldıysa da artı-değerin doğasını sezinlediği görülür. Bu parça, özellikle gümüşün ve buğdayın göreli değerini, her birinin aynı emek-zamanı içinde üretilebilinen göreli miktarlanyla belirlendiği aşağıdaki alıntıyla yanyana
[sayfa 169] getirildiği zaman.
“Eğer bir insan Peru’da topraktan çıkarılmış bir ons gümüşü, bir buşel buğdayı üretebildiği süre içinde Londra’ya getirebilirse, o zaman, biri ötekinin doğal fiyatıdır; şimdi yeni ve daha kolay bir maden nedeniyle, bir insan, eski madendeki kadar kolaylıkla iki ons gümüş elde edebilirse, ceeteris paribus [başka şeyler aynı kalmak koşuluyla] eskiden beş şilin olan bir buşel buğday bu kez on şilin fiyatında olacaktır.”
“... diyelim yüz kişi on yıl süreyle buğday üretsin ve aynı sayıda kişi de aynı süre gümüş çıkarsın; ben derim ki, net gümüş hasılatı net buğday hasılatının fiyatıdır; ve birinin belli bir oranı, ötekinin belli bir oranının fiyatıdır.”
“Yüz kişinin yapabileceği aynı çalışmayı, iki yüz çiftçi yerine getirdiği zaman buğday fiyatı katlanacaktır. ...” ([William Petty], On Taxes and Contributions, 1662) (1679 baskısında s. 32, 24, 67.)
Yukarıda andığım parçalar da şöyle:
“... başka meslekler ve sanat yapıtları yapımı arttıkça, tarımcılık gerileyecektir; çünkü aksi halde tarımcıların ücretinin artması ve bunun sonucu olarak da toprak kirasının düşmesi gerekecektir.” (s. 193.)
“... eğer İngiltere’de ticaret ve imalat artarsa, eğer insanların eskisine göre daha çoğu bu işlere girerlerse ve buğdayın fiyatı çiftçilerin sayıca daha çok ticaret adamları sayısının daha az olduğu zamana göre yükselmezse, bundan çıkacak sonuç ... toprak kirasının düşmesi gerektiğidir: Örneğin, bir buşel buğdayın fiyatının 5 şilin ya da 60 peni olduğunu varsayalım; o buğdayın yetiştirildiği yerde toprak kirası her üç desteden biriyse” (yani parça ya da pay ise), “o zaman 60 peniden 20 penisi toprak için, 40 penisi çiftçi için; ama çiftçinin ücreti per diem [yevmiye] sekizde-bir oranında artarsa ya da 8 peniden 9 peniye çıkarsa, o zaman çiftçinin bir buşel buğdaydaki payı 40 peniden 45 peniye çıkar; bunun sonucu olarak da toprak kirasının 20 peniden 15 peniye düşmesi gerekir; buğday fiyatının aynı kaldığını varsayıyoruz; çünkü fiyatı artıramıyoruz; çünkü buna teşebbüs edersek ||347| buğday (Hollanda’ya olduğu gibi) bize de başka ülkelerden, çiftçilik koşullarının değişmediği yerlerden getirilebilir.” ([William Petty], Political Arithmetick [SeveralEssays in Political Arithmetick’ten, Londra 1699, s. 193-194.) |VII-347||
*
||VIII-364| (
Petty. Genel olarak rantın artı-değer olarak, net ürün olarak işlendiği aşağıdaki parçalar, gene Petty’den yukarıda alıntılanan parçayla karşılaştırılmalıdır:
[sayfa 170]
“Varsayalım ki bir insan, belli bir toprak parçasında o toprağın gerektirdiği ölçülerle çiftçilik yapıyor; kendi elleriyle ekim yapıyor, yani kazıyor, sürüyor, kesek kırıyor, otları ayıklıyor, ürünü biçiyor, eve taşıyor, buğdayı harmanlıyor, savurup tanelerini ayırıyor [...]. Ben derim ki, bu adam elde ettiği hasattan tohumluğu çıkardıktan ve ayrıca kendisinin yiyeceğinden ve giysi ve başka doğal gereksinimleri karşılığı başkalarına verdiği miktardan sonra geriye kalan buğday, o yıl için, toprağın gerçek ve doğal kirasıdır; ve yedi yılın ortalaması, ya da daha doğrusu bir kıtlık yılıyla bir bolluk yılı arasındaki dönem içinde kalan yılların ortalaması, buğdaydaki alelade toprak kirasını verir. Ancak, buna ek ve bağlantılı olan bir başka soru, bu buğdayın ya da kiranın ne kadar İngiliz parası ettiğidir; yanıtım şu: bir başka adamın tek başına, kendi hesabına çalıştığı zaman, aynı süre içinde, giderlerinin dışında elde ettiği kadar paradır; yani şöyle: diyelim ki bir adam gümüş bulunan bir ülkeye gitse, toprağı kazsa, gümüşü çıkarıp arıtsa, öteki adamın buğday ektiği ülkeye getirse, madeni para haline dönüştürse, vb., bu aynı adamın gümüş üzerinde çalışırken gerekli geçim araçları, gıda vb. sağlaması, giyinmesi vb. hesaba katılınca, derim ki, birinin elindeki gümüş, ötekinin elindeki buğdaya eşit değerde görülmelidir.” (Traite des taxes,[62] s. 23-24.) [William Petty, A Treatise of Taxes and Contributions ... Londra 1662, s. 23-24. Marx parçayı, Charles Ganilh’in Des Système d’économie politique. c. III, Paris 1821, s. 36-37’den alıntılıyor.]) |VIII-364||
[(c) John Stuart Mili: Üretken Emek Konusunda
Smith’in İkinci Görüşünün Yandaşı]
||VII-318| John Stuart Mili de,
Essays on Some Unsettled Questions of Political Economy, Londra 1844, üretken emek ile üretken-olmayan emek konusuyla uğraştı; ne var ki, emek-gücü üreten emeğin de üretken olduğu noktası dışında Smith’in (ikinci) tanımına gerçekte hiçbir şey katmadı.
“Kullanılıp tadı çıkarılabilecek kaynaklar, birbirine eklenip biriktirilebilir; zevkin kendisi biriktirilemez. Bir ülkenin zenginliği, maddi olsun olmasın, o ülkedeki sürekli tadı çıkarılabilecek kaynakların toplamından ibarettir; ve bu sürekli kaynakları korumayı ve artırmayı amaçlayan emek ya da harcama, bizim düşüncemize göre, üretken diye adlandırılmalıdır.” (agy, s. 82.) “Döner çıkrık makinesini yapan makine ustası üretken çalışırsa, iplikçi de işini öğrenirken üretken çalışırsa, ve her ikisi de üretken biçimde tüketirlerse, yani ülkedeki tüketim, kendine denk olandan daha eksik değil, daha fazla yeni kaynak yaratımı sonucunu verdiyse, ülkedeki sürekli keyif kaynakları toplamını azaltmaz artırır.” (agy, s. 83.) [sayfa 171]
*
Şimdi de üretken emek ve üretken-olmayan emek konusunda Adam Smith’e karşı yazılan saçmaları kısaca gözden geçirelim.
[7] Germain Garnier. [Smith’in ve Fizyokratların Ortaya Koyduğu
Numaraların Sıradanlaştırılması]
||319| Beşinci cilt [Garnier’nin] Smith’ten yaptığı
Wealth of Nations (Paris 1802) çevirisine ilişkin notlar[ı içeriyor].
“Üretken emek” kavramının en yüce anlamında Garnier fizyokratların görüşünü paylaşıyor; ama kavramı bir ölçüde hafifletiyor. Smith’in “üretken emek, bu emeğin harcanışmdan sonra hiç değilse bir süre mevcut olan belli satılabilir bir metada kendini gerçekleştirmiş emektir” görüşüne ([Garnier],
agy, c. V. s. 169)
[63] Garnier karşı duruyor. | VII-319||
[(a) Sermaye Karşılığı Değişilen Emeğin, Gelir Karşılığı Değişilen Emekle
Karıştırılması. Toplam Sermayenin Tüketiciden Sağlanan Gelirle Yenilendiği
Yolundaki Yanlış Yaklaşım]
||VIII-347| (
Germain Garnier)
. Adam Smith’e karşı çeşitli savlar öne sürüyor (bunlar daha sonraki bazı yazarlarca da yinelenmiştir).
Birincisi. ‘
“Bu ayrım, varolmayan bir farklılığa dayandırıldığı ölçüde yanlıştır. Yazarın üretken sözcüğünü kullandığı anlamda her türlü emek üretkendir. Bu iki sınıftan birinin emeği kadar ötekinin emeği de karşılığında bir ödeme yapan kişi için bir tür zevk, meta ya da yarar üretmekte eşittir; aksi halde bu emek ücret elde edemezdi.” (agy, s. 171.)
(Öyleyse üretkendir, çünkü bir kullanım-değeri üretmekte ve satılmaktadır; bir değişim-değeri vardır, öyleyse kendisi bir metadır.)
Bu görüşü geliştirirken Garnier, gözler önünde canlandırdığı örnekler verir; o örneklerde “üretken-olmayan emekçiler”
aynı şeyi yaparlar, aynı kullanım-değerini ya da “üretken” olanın ürettiği aynı kulanım-değerini üretirler. Örneğin:
“Benim hizmetimde olan, ocağımdaki ateşi yakan, saçlarımı tarayan, giysilerimi ve mobilyamı temizleyen ve düzenli tutan, yemeğimi hazırlayan, vb. uşağın yaptığı işler ile, müşterilerinin çamaşırlarını temizleyen ya da diken çamaşırcı kadının ya da gündelikçi terzinin gördüğü işlerin türü kesinlikle aynıdır; ... yemek yemek üzere kendisine gelecek kişiler için yiyecek hazırlayan lokantacının, aşevi sahibinin ya da meyhanecinin; hemen hizmet veren berberin ya da [sayfa 172] kuaförün” (ne ver ki Adam Smith, bunları, hizmetçiler gibi pek de üretken işçilerden saymıyor) “ve son olarak onarım ve yineleme işi için çağrıldıklarında gelen ve gelirleri, yeni yapılar kadar böyle basit, onarım ve bakım işlerine bağlı olan sıvacı, fayansçı, marangoz, camcı, sobacı [...] ve birçok yapı işçisinin gördüğü işler kesinlikle aynı türdendir.” [agy, s. 171-172.]
(Adam Smith hiçbir satırında, kendini az ya da çok sürekli bir nesnede sabitleştiren emeğin, onarımlarda, yeni şeyler yapmakta olduğu kadar iyi olamayacağını öne sürmüyor.)
“Bir tür emek, bakım işinde, üretimdekinden daha azdır; amacı, üzerinde harcandığı nesneleri, onların değerine değer katmaktan çok, bozulmaktan alakoymaktır. Hizmetçiler dahil, tüm bu emekçiler kendilerine ödeme yapan kişiyi, eşyasını bakıp korumaktan kurtarırlar.” [agy, s. 172.]
(Şu halde, onlar, değeri daha doğrusu kullanım-değerini bakıp koruyan makinalar olarak görülebilirler.
Destutt de Tracy de bu emek harcamaktan “kurtarma” görüşünü vurgular. Daha aşağıya bakınız. Birinin üretken-olmayan emeği, başka birini
üretken-olmayan emeğini harcamaktan kurtararak üretken hale gelmez, ikisinden biri bu işi görür. Adam Smith’in üretken emek dediği şeyin bir kısmı –ama yalnızca bir kısmı, nesneleri tüketmek için kesinlikle zorunlu olan, deyim yerindeyse
tüketimin maliyetine dahil olan bir bölüğü (üstelik o zaman da yalnızca üretken bir işçinin emeğinden tasarruf sağlıyorsa)– işbölümü nedeniyle gerekli hale gelir. Adam Smith bu “işbölümünü” yadsımıyor. Eğer herkes üretken emek ve üretken-olmayan emek harcamak zorunda olsaydı ve bu iki tür emek iki kişi arasında bölüştürüldüğü zaman, her ikisinin performansı da daha iyi olsaydı, Adam Smith’e göre, bu durum, bu emeklerden birinin üretken olduğu, ötekinin olmadığı gerçeğini değiştirmezdi.)
“İşte onlar bu nedenle ve yalnızca bu nedenle çalışırlar” (bir kişiyi, kendi bakımını sağlamak üzere emek harcamaktan kurtarmak için, ona on kişinin bakması — emekten “tasarrufun garip bir biçimi; kaldı ki bu türden “üretken-olmayan emeği” çoğu zaman hiçbir iş yapmayanlar kullanır); “şu halde ya hepsi üretkendir, ya da hiçbiri üretken değildir.” (agy, s. 172.)
||348|
İkincisi. Bir Fransız
ponts et chausees’yi [köprüleri ve yolları
] unutamaz. Niçin, diye sorar,
“ticarette ya da üretimde çalışan özel bir şirketin yöneticisinin ya da denetmeninin emeği” üretken oluyor da “karayollarının, su kanallarının, limanların, ticari girişimleri canlandıracak önemli [sayfa 173] araçlarınların ve paranın iyi durumda olmasını gözeten, ulaşımın ve haberleşmenin güvenlik içinde olmasını gözeten, anlaşmaları vb. uygulayan ve hakçası büyük toplumsal imalatın denetmeni olarak görülebilecek olan devlet görevlisinin emeği neden, üretken-olmayan emek sayılıyor? O da kesinlikle aynı türde olan emek, üstelik daha geniş çaplı bir emek.” (s. 172-173.)
Kişi
satılabilir maddi nesnelerin üretimine (ya da korunmasına ve yeniden-üretilmesine) katıldığı ölçüde, bunlar devletin elinde değillerse, Smith bu kişinin emeğini “üretken” diye kabul edebilir. “Büyük toplumsal imalatın denetmenleri” ise yalnızca ve yalnızca Fransız yaratımıdır.
Üçüncüsü. Burada Garnier “moral bir değerlendirme”ye kayıyor. “Niye benim koku duygumu okşayan parfüm imalatçısı” üretken oluyor da “kulağımı hoşnut eden” müzisyen üretken olmuyor? (s. 173.) Buna Smith’in yanıtı şu olurdu: Çünkü birincisi maddi bir ürün sağlıyor, ikincisi sağlamıyor. Bü iki kişinin morali ve “hüneri “nin yapılan ayrımla herhangi bir ilgisi yok.
Dördüncüsü. “Keman yapımcısının, org yapımcısının, müzikle ilgili ticaret yapanın, teksinyenin, vb.” üretken olmasına karşılık, bütün bu emeklerin yalnızca “hazırlığı” olduğu mesleklerin üretken olmaması bir çelişki değil mi?
“Bütün bunların, emekleri, aynı türden bir tüketimi son amaç olarak alıyor. Bazılarının amaçladığı sonuç, toplumun emek ürünleri arasında sayılmayı haketmiyorsa, insan, bu sonucu elde etmenin aracı olan şeyi neden daha gözetir biçimde davransın?” (agy, s. 173.) Bu mantığa göre, tahıl yiyen biri, onu üreten kadar üretkendir. Tahıl hangi amaçla üretiliyor? Yemek amacıyla. Peki yeme emeği üretken değilse, tahıl ekimi, yalnızca bu amacı elde etmenin bir aracı olduğuna göre, o ekim neden üretken olsun? Kaldı ki yiyen adam beyin üretir, adale üretir vb.; peki bunlar arpa ya da buğday kadar değerli ürünler değil mi? — insanlığın öfkeli bir dostu A. Smith’e bunu sorabilir.
Her şeyden önce A. Smith, üretken-olmayan emekçinin şu ya da bu tür bir ürün ürettiğini yadsımaz. Aksi halde o zaten bir emekçi olmazdı. İkincisi, ilaç reçetesini yazan doktorun üretken bir emekçi olmaması, ama o ilacı hazırlayan eczacı kalfasının olması garip görünebilir. Bunun gibi bir kemanı yapan yapımcı [üretken emekçi
-ç.] ama kemanı çalan müzisyen değil. Ama bu yalnızca şunu gösterir ki, “üretken emekçiler”, üretken-olmayan emekçilerin üretiminin yalnızca bir aracı olmaktan başka amacı olmayan ürünler üretirler. Ama bundan da şaşırtıcı olanı şudur: Kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın, tüm üretken emekçiler, ilkin
[sayfa 174] üretken olmayan emekçiler için ödeme araçlarını, ikinci olarak ila
herhangi bir emek harcamayan kişiler tarafından tüketilen ürünleri üretirler.
Tüm bu yorumlardan II numaralı olanı,
ponts et chaussées’lerini unutamayan Fransızınkidir; III numara gelir morale dayanır; IV numara ya tüketim, üretim kadar üretkendir gibi bir aptallığı içerir (ki bu birinin ürettiği bir başkasının tükettiği burjuva toplumda doğru değildir) ya da bir kısım üretken emek, yalnızca üretken-olmayan emek için malzeme üretir demektir ki, A. Smith bunu hiçbir satırında yadsımaz. Yalnızca I numara, A. Smith’in ikinci tanımıyla
aynı tür emeği ||349| üretken olan ve üretken-olmayan emek olarak adlandırdığı –ya da kendi tanımına göre “üretken-olmayan” emeğin göreli olarak küçük bir parçasını
üretken diye adlandırması gerektiği biçimindeki– doğru noktayı kapsar; bu çerçevede bu nokta,
ayrıma karşı değildir, ama ayrım adı altındaki
sınıflamaya ya da
ayrımın uygulanışına karşıdır. Tüm bu yorumları yaptıktan sonra
studiosus [allame] Garnier, sonunda sadede gelir:
“Smith’in varsaydığı iki sınıf [...] arasında, öyle görünüyor ki, gözlemlenebilecek tek genel fark, onun üretken dediği sınıfta, nesneyi yapanla onu tüketen kişi arasında bir aracı kişinin olduğu ya da her zaman olabileceğidir; buna karşılık, onun üretken-olmayan dediği emekte herhangi bir aracı olamaz, emekçi ile tüketici arasındaki ilişki zorunlu olarak doğrudan ve aracısızdır. Apaçık ortadadır ki, bir doktorun deneyimini, bir cerrahın hünerini, bir avukatın bilgisini, bir müzisyenin ya da aktörün yeteneğini ya da en sonu bir hizmetçinin hizmetini kullanan kişiyle bu kiralanmış farklı ücretliler arasında tam da işlerini yaptıkları anda, zorunlu olarak doğrudan ve aracısız bir ilişki vardır; buna karşılık öteki sınıfı oluşturan mesleklerde, tüketilecek şey maddi ve elle tutulabilir türden olduğu için, onu yapan kişinin elinden çıktıktan sonra, tüketiciye ulaşmadan önce, birçok aracı değişime konu olabilir.” (s. 174.)
Bu son sözleriyle Garnier, kendisine karşın, Smith’in birinci ayrımı (sermaye karşılığı değişilen emek, gelire karşılık değişilen emek) ile ikinci ayrımı (kendini maddi satılabilir bir metada sabitleştiren emek ve kendini böyle sabitleştirmeyen emek) arasında varolan gizli fikir bağıntısını göstermektedir. İkinci tür emek, doğası gereği çoğunca, kapitalist üretim biçimine bağımlı hale
getirilemez; birincisi getirilebilir. Maddi metaların —maddi ve elle tutulur nesnelerin— büyük çoğunluğunun sermayenin egemenliği altında, ücretli işçiler tarafından üretildiği
kapitalist üretim temelinde, [üretken-olmayan] emekçilerin (ya da Papanın olsun, fahişenin olsun, hizmetlerin) ya üretken emekçilerin ücretinden ya da
[sayfa 175] onların patronlarının (ve kâra ortak olanların) kârından ödenebileceği gerçeği ve bundan ayrı olarak maddi yaşam temelini ve dolayısıyla üretken-olmayan emekçilerin varolma koşullarını o üretken işçilerin ürettiği gerçeği hakkında bir şey söylemenin gereği kalmıyor. Ne var ki, ekonomi politiğin uzmanı ve kapitalist üretimin kaşifi olmak isteyen bu sığ Fransız sokak köpeğinin karakteristik yanı, bu üretimi kapitalist yapan özelliği –gelirin ücretli-emeğe karşı doğrudan değişilmesi yerine ya da emekçinin kendisine doğrudan ödediği gelir yerine, ücretli emeğin sermayeye karşılık değişilmesi özelliğini–
temel olmayan bir özellik olarak görmesidir. Böyle yaparak Garnier, kapitalist üretimin kendisini, toplumsal üretken emek güçlerinin gelişimi ve emeğin toplumsal emeğe dönüşümü için zorunlu –ama yalnızca tarihsel olarak yani geçici olarak zorunlu– bir biçim yapmak yerine temel olmayan bir biçim haline getirir.
“... ayrıca işi yalnızca bitmiş ürünleri temizlemek, korumak ya da onarmaktan ibaret olan ve dolayısıyla dolaşıma yeni bir ürün sokmayan tüm emekçileri de onun [Smith’in -ç.] üretken sınıfından çıkarmak da her zaman zorunludur.” (s. 175.)
(Smith, hiçbir satırında, emeğin ya da onun ürününün döner sermayeye girmesi gereğinden sözetmez. Bir fabrikadaki makineyi onaran makine ustasının emeği gibi bir emek, doğrudan sabit sermayeye girebilir. Ama bu durumda, onun
değeri, ürünün, metanın dolaşımına girer. Ve bu işi, hizmetkar olarak yapan onarımcılar vb. emeklerini ||350| sermayeye karşılık değil, gelire karşılık değişirler.)
“Bu farklılık nedeniyle, üretken-olmayan sınıf, Smith’in gözlemlediği gibi, geçimini ancak gelirden sağlar. Gerçekte, bu sınıf kendisiyle, ürününün tüketicisi, yani emeğini kullanan kişi arasına herhangi bir aracının girmesine izin vermediği için, tüketici tarafından doğrudan ödenmektedir; tüketici de ödemeyi gelirinden yapar. Buna karşılık, üretken sınıfın emekçileri, kural olarak, onların emeğinden kâr yapmayı düşünen bir aracı tarafından ödendiği için, çoğu zaman ödeme sermaye tarafından yapılır. Ama bu sermaye her zaman eninde sonunda, tüketicinin geliriyle yerine geri konur; aksi takdirde, sermaye dolaşıma girmez ve sahibine herhangi bir kâr bırakmazdı.” [s. 175]
Bu sonuncu, “ama” çok çocukça. Her şey bir yana, sermayenin bir parçasını yerine geri koyan, gelir değil sermayedir, sermayenin bu parçası dolaşıma girsin ya da girmesin (tohumlukta olduğu gibi) farketmez.
[sayfa 176]
[(b) Sermayenin Sermayeyle Değişimi Yoluyla,
Değişmeyen Sermayenin Yenilenmesi]
Bir kömür ocağı, bir dökümhaneye kömür sağlar ve oradan, ocaktaki çalışmalarda üretim aracı olarak kullanılmak üzere demir alırsa, kömür bu yoldan, demirin değeri miktarında sermayeyle değişilmiş olur, karşılık olarak demir de kendi değeri miktarında kömürle, sermaye olarak değişilir. Her ikisi de (kullariım-değeri olarak) yeni emeğin ürünüdürler, her ne kadar bu emek, zaten varolan çalışma araçlarının yardımıyla ortaya konmuş olsa da. Ancak yıllık emek ürününün değeri, yıl içinde [yeni katma-] emeğin ürünü değildir. Ayrıca üretim araçlarında maddeleşen geçmiş emeği de yerine geri koyar. Bu nedenle toplam ürünün bu değere eşit olan parçası, yıllık emek ürününün bir parçası değil, geçmiş emeğin yeniden-üretimidir.
Örnek olarak bir kömür ocağının, bir demir dökümhanesinin, bir kereste üreticisinin ve bir makine yapım fabrikasının gündelik emek ürününü alalım. Bütün bu sanayilerde sabit sermayenin, ürün değerini oluşturan tüm tamamlayıcı parçaların üçte-birine eşit olduğunu varsayalım: yani geçmiş-emeğin canlı emeğe oranı 1 : 2 olsun. Tüm bu sanayilerin her biri gündelik x, x’,
x”, x”’ miktarında ürün çıkarırlar. Bu ürünler belli miktarlarda kömür, demir, kereste ve makinedir. Bu ürünler, günlük emeğin ürünüdürler (ama aynı zamanda da gündelik olarak tüketilen hammaddelerin, yakıtın, makinelerin, vb. ürünüdürler; hepsi gündelik üretime katkıda bulunmuştur). Bunların değeri de z, z’, z”, z””ne eşit olsun. Bu değerler, gündelik emeğin ürünü değildirler; çünkü z/3, z’/3, z’’/3, z’’’/3, z,
z’, z”, z””nün değişmeyen öğelerinin günlük emeğe girmeden önce sahip olduğu değere eşittirler. Bu nedenle x/3, x’/3, x’’/3, x’’’/3, ya da üretilen kullanım-değerinin üçte-birlik parçası da geçmiş-emeğin değerini temsil eder ve o emeği sürekli olarak yeniler. Burada geçmiş-emekle canlı emeğin
ürünü arasında cereyan eden değişim, sermaye olarak varolan çalışma koşullarıyla emek-gücü arasında gerçekleşen değişimden oldukça farklı bir yapıdadır.)
x = z; ama z, toplam x’in değeridir,
[64] oysa z’nin üçte-biri, toplam x’te yeralan hammaddenin vb. değerine eşittir. Şu halde x/3 bir günlük emeğin ürününün bir parçasıdır (ancak bir günlük emeğin ürünü değildir, tam tersine, günlük emekle bütünleşen, geçmiş-emeğin ürünüdür), ürünün içinde, gündelik emekle
[sayfa 177] bütünleşen geçmiş-emek yeniden ortaya çıkar ve geçmiş-emeği yeniler. x’in, gerçek ürün miktarı (demir, kömür, vb.) olarak ortaya çıkan her bir parçasının, kendi değeri içinde, üçte-bir oranında geçmiş-emeği, üçte-iki oranında da aynı güıi ortaya konan ya da katma-emeği temsil ettiği doğrudur. Geçmiş-emekle, gündelik emek, toplam ürüne, onu oluşturan her bir ayrı parçaya girdikleri aynı oranda girerler. Ancak toplam ürünü iki parçaya ayırsam, üçte-birini bir yana, üçte-ikisini bir yana koysam, sanki yine üçte-biri yalnızca geçmiş-emeği, üçte-ikisi de yalnızca gündelik emeği temsil ediyormuş gibi olur. Gerçekte birinci üçte-birlik parça, toplam ürüne giren tüm geçmiş-emeği, yani tüketilen üretim araçlarının tam değerini temsil eder. Bu nedenle, bu üçte-biri çıkardıktan sonra, öteki üçte-iki, üretim araçlarına eklenen gündelik toplam emek miktarını temsil eder.
Şu halde, bu son üçte-iki, üreticinin gelirine (kâr ve ücretler) eşittir. O bunu tüketebilir, yani kişisel tüketimine giren maddelere harcar. Günlük üretilen bu üçte-ikilik kömürü tüketicilerin ya da alıcıların parayla değil, daha önce kömür almak üzere paraya dönüştürdükleri metalarla satın aldıklarım varsayalım. Bu üçte-ikilik kömürün bir parçası kömür üreticilerinin, ısınma vb. bireysel tüketimlerine gidecektir. Bu parça, öyleyse, dolaşıma girmez, ya da ilkin dolaşıma girerse, bizzat üreticileri tarafından ||351| tekrar geri çekilecektir. Üçte-ikilik bölümün, kömür üreticileri tarafından bizzat tüketilen bu parçası çıkarıldıktan sonra geri kalan tümünü (eğer tüketmek istiyorlarsa) bireysel tüketim maddeleriyle değişmeleri gerekir.
Bu değişimde, tüketim maddeleriıii satanların kömüre karşılık sermaye mi gelir mi verdikleri, kömüA üreticileri açısından hiç mi hiç farketmez; başka deyişle, örneğin kumaş üreticisinin, kumaşını kömürle, kendi özel evini ısıtmak için mi değiştiği (ki bu durumda kömür de onun için bir tüketim maddesidir ve karşılığını geliriyle yani kârı temsil eden bir miktar kumaşla öder); ya da kumaş üreticisinin uşağı James’in, ücret olarak aldığı kumaşı mı kömürle değiştiği (bu durumda da kömür yine bir tüketim maddesidir ve kumaş üreticisinin gelirine karşılık değişilmiştir — ama kumaş üreticisi de kendi gelirini uşağının üretken-olmayan emeğiyle değişmiştir); ya da kumaş üreticisinin kendi fabrikasında kullanılıp tüketilen kömürü tazelemek için mi değiştiği hiç farketmez. (Bu sonuncu durumda kumaş üreticisinin değişime soktuğu kumaş, onun açısından değişmeyen sermayeyi, onun üretim araçlarından birinin değerini temsil eder; kömür de onun için yalnızca değeri değil, ama aynı zamanda ayni türden üretim aracını temsil eder. Ama kömür
[sayfa 178] üreticisi için kumaş bir tüketim maddesidir ve hem kumaş, hem kömür onun açısından geliri temsil eder; kömür, gerçekleştirilme miş biçimiyle; geliri, kumaş ise gerçekleştirilmiş biçimiyle geliri temsil eder.)
Ancak kömürün sonuncu üçte-birlik parçasına gelince, kömür üreticisi bu parçayı, kendi bireysel tüketimine giren maddeler için harcayamaz; bu parçayı gelir olarak harcayamaz. Bu parça üretim (ya da yeniden-üretim) sürecine aittir ve demire, keresteye, makineye –onun değişmeyen sermayesinin tamamlayıcı parçalarını oluşturan ve onlar olmaksızın kömür üretiminin yenilenemeyeceği ya da sürdürülemeyeceği maddelere– dönüştürülmek zorundadır. Doğrudur, bu üçte-birlik parçayı tüketim maddeleriyle (ya da aynı anlamda, bu maddeleri üretenlerin parasıyla) değişebilir; ama bunu ancak, bu tüketim maddelerini, demir, kereste, makine karşılığında değişme koşuluyla –bu tüketim maddelerinin ne onun kendi tüketimine, ne gelirinin harcamalar faslına girmemesi, ama, kereste, demir ve makine üreticilerinin gelirlerinin harcama kalemlerine girmesi koşuluyla– yapabilir; ama onlar da sıra kendilerine gelince, kendi ürünlerinin üçte-birini bireysel tüketime harcayamama konumunda bulurlar.
Şimdi kömürün, demir ve kereste üreticileriyle makine yapımcısının değişmeyen sermayesine girdiğini varsayalım. Öte yandan demir, kereste ve makine de kömür üreticisinin değişmeyen sermayesine girer. Bu ürünler [onların] karşılıklı [değişmeyen sermayelerine] aynı değer miktarınca girdiği ölçüde, kendilerini
in natura [ürün olarak] yenilemiş olurlar; birinin ötekine sattığının üstünde aldığı fazla varsa, onun farkını ödemekle yetinir. Gerçekte böyle bir alışverişte para, pratikte, (senet, tahvil, vb. gibi bir araçla) yalnızca
ödeme aracı olarak belirir, nakit olarak, dolaşım aracı olarak belirmez; yalnızca fark, parayla ödenir. Kömür üreticisi, kömürünün bu üçte-birlik bölümünün bir parçasını, kendi yeniden-üretimi için gereksinecektir — tıpkı üründen üçte-ikilik bir parçayı kendi tüketimi için ayırması gibi.
Değişmeyen sermayenin değişmeyen sermaye ile, bir doğal biçimindeki değişmeyen sermayenin bir başka doğal biçimindeki değişmeyen sermaye ile değişilmesi suretiyle kömürün, demirin, kerestenin ve makinenin tamı tamına aynı miktarının karşılıklı olarak yenilenmesinin, geliri değişmeyen sermayeyle ya da geliri gelirle değişmekle, kesinlikle hiçbir ilintisi yoktur. [Değişmeyen sermayenin değişmeyen sermaye ile değiişilmesi
-ç.]
tarımda tohumluğun, besicilikte sığır stokunun oynadığı rolün tamı tamına aynısını oynar.
Emeğin yıllık ürününün bir parçasıdır; ama
yıllık [sayfa 179] [
yeni katma-]
emek ürününün bir parçası değildir (tam tersine, yıllık emeğin ve ona ek olarak geçmiş-emeğin ürününün parçasıdır); (üretim koşulları aynı kalırsa) birbiriyle alışverişi olan işadamları arasındaki dolaşımın dışında ve işadamlarıyla tüketiciler arasındaki dolaşıma giren ürün parçasının
değerini etkilemeksizin, herhangi bir tür dolaşıma girmeden üretim aracını, değişmeyen sermayeyi, yani kendisini yıllık olarak yeniler.
Kömürün üçte-birlik bölümünün tamamının, böylece kendi üretim öğeleri olan demir, kereste ve makine karşılığında
in natura [ürün olarak] değişildiğini varsayalım. (Örneğin ürünün tamamının doğrudan makineyle değişilmesi olanaklıdır; ama sıra kendisine gelince makine yapımcısı, o kömürü kendisi için değil ama demir ve kereste üreticileri için değişmeyen sermaye olarak değişebilir.) Gerçekte, kömür ürününün tüketim maddeleri karşılığında değiştiği, gelir olarak değiştiği üçte-ikilik bölümünün ||352| her bir
hundredweight’i
değer açısından toplam ürün gibi iki parçadan oluşur. Bir
hundredweight’in üçte-biri, bir
hundredweight’te
tüketilen üretim aracının değerine eşit olur; ve
hundredweight’in üçte-ikisi de kömür üreticisi tarafından üçte-birlik parçaya eklenen katma-emeğin değerine eşit olur. Ancak, toplam ürün, örneğin 30.000
hundredweight ise, kömür üreticisi yalnızca 20.000
hundredweight miktarını gelir olarak değişir. Yapılan varsayım çerçevesinde, öteki 10.000
hundredweight demir, kereste, makine, vb., vb., ile değişilir; kısacası, 30.000
hundredweight kömürün üretiminde kullanılıp tüketilen üretim araçlarının değerinin tamamı, aynı türden üretim araçlarıyla ve eşit değerde, ayni olarak yenilenir.
20.000
hundredweight kömürü satın alanlar, böylece, o 20.000
hundredweight’in içerdiği geçmiş-emeğin Vdeğeri için tek
farthing [kuruş] ödemezler; çünkü o 20.000, toplam tirünün, içinde yalnızca yeni katma-emeğin gerçekleştiği üçte-ikilik parçasını temsil eder. Bu bakımdan sonunda aynı hesaba gelir; 20.000
hundredweight sanki geçmiş-emeği değil yalnızca (örneğin yıl süresince) yeni katma-emeği temsil ediyormuş gibi olur. Satın “dan, bu nedenle, her
hundredweight’in tam değerini, yani geçmiş-emek artı yeni katma-emek olmak üzere tam değerini öder, ama gene de yalnızca yeni katma-emeği ödemiş olur; bu şunun için böyledir: satın aldığı miktar yalnızca 20.000
hundredweight’tir,
yani toplam ürünün yalnızca yeni katma-emeğin değerine eşit olan miktarıdır. Tıpkı yediği buğdayı bir kenara koyarken, çiftçinin tohumluğu için hiç ödeme yapmaması gibi. Üreticiler, bu parçayı karşılıklı olarak yenilemiş
[sayfa 180] olurlar; dolayısıyla ikinci İni’ kez yenilenmesine gerek duymazlar. Bu parçayı, kendi ürünlerinin bir parçasıyla yenilemiş, yerine laynı türde -
ç.] geri koymuşlardır; doğrudur, bu parça, emeklerinin yıllık ürünüdür, ama yıllık emeklerinin ürünü değildir; tam tersine, yıllık ürünlerinin, geçmiş-emeği temsil eden parçasıdır. Yeni katma-emek olmaksızın, bu ürün orada olmazdı, ama aynı biçimde, üretim araçlarında kristalleşmiş emek olmaksızın da varolmazdı. Eğer yalnızca yeni katma-emeğin ürünü olsaydı, o zaman değeri şimdikinden daha az olurdu ve ürünün, yeniden-üretime geri döndürülecek bir parçası da sözkonusu olmazdı. Ancak öteki çalışma yöntemi (üretim araçlarını kullanan yöntem) daha üretken olmasaydı ve ürünün bir kısmının üretime yeniden geri döndürülecek olmasına karşın daha fazla ürün bırakmasaydı, kullanılmazdı.
Gerçi kömürün üçte-birlik kısmının değerinin hiçbir parçası, gelir olarak satılan 20.000
hundredweight kömüre girmez ama, üçte-bir ya da 10.000
hundredweight tarafından temsil edilen değişmeyen sermayenin değerindeki herhangi bir değişiklik, gene de gelir olarak satılan öteki üçte-ikilik parçada bir değer değişikliğine yolaçar. Diyelim, demirin, kerestenin, makinenin vb. üretimi, kısacası ürünün üçte-birinden oluşan üretim öğelerinin üretimi daha pahalıya gelsin. Kömür ocağı işçilerinin üretkenliği de diyelim ki aynı kalsın. 30.000
hundredweight eskisi gibi aynı miktar, demir, kereste, kömür, makine ve emekle üretilsin. Ama demir, kereste ve makine, daha pahahlaştığı için, eskisine göre daha fazla emek-zamanma malolacaklardır; o zaman da bunlar için daha fazla kömür verilmesi gerekecektir.
||353| Önceki gibi, ürün 30.000
hundredweight’e eşit olacaktır. Kömür ocağındaki emek eskisi kadar üretkendir. Aynı miktarda canlı emekle ve aynı miktarda kereste, demir, makine, vb. ile eskisi gibi 30.000
hundredweight [cwt] üretmektedir. Canlı emeği, eskisi gibi, aynı değer, diyelim (para olarak) 20.000 pound temsil etmektedir. Öte yandan kereste, demir vb., kısacası değişmeyen sermaye, şimdi artık, 10.000 pound yerine 16.000 pounda malolmaktadır; başka deyişle onların içerdiği emek-zamanı, onda-altı ya da yüzde 60 oranında artmıştır.
Toplam ürünün değeri, şimdi artık 36.000 pounddur; daha önce 30.000 pounddu; demek ki beşte-bir ya da yüzde 20 oranında artmıştır. Şu halde, ürünün her bir parçası eskisine göre beşte-bir ya da yüzde 20 daha pahalıya malolmaktadır. Eğer daha önce bir
hundredweight [cwt] 1 pounda maloluyorduysa, şimdi artık 1 pound
artı 1 poundun beşte-biri = 1 pound 4 şiline malolmaktadır. Daha önce toplam ürünün 1/3 ü ya da 3/9’u değişmeyen sermayeye
[sayfa 181] eşitti, 2/3’ü katma-emeğe eşitti. Şimdi değişmeyen sermayenin toplam ürün değerine oranı 16.000 : 36.000 = 16/36 = 4/9’dur. Demek ki, eskisine göre, [toplam ürün değerinin] dokuzda-biri kadar artmıştır. Ürünün, yeni katma-emeğe eşit olan kısmı eskiden ürünün 2/3’ü ya da 6/9’uydu, şimdi 5/9’udur.
Bu durumda şu sonuca varırız:
|
Değişmeyen
Sermaye
|
Katma
Emek
|
Değer = 36.000 pound
Ürün = 30.000 cwt.
|
16.000 pound
(ürünün 4/9’u)
13.3331/3 cwt.
|
20.000 pound (eski aynı
değer = ürünün 5/9’u)
16.6662/3 cwt.
|
Kömür ocağı işçilerinin emeği daha az üretken hale gelmiş değildir; ama onların emeğinin
plus [artı] geçmiş-emeğin ürünü, daha az üretken hale gelmiştir; başka deyişle, değişmeyen sermayenin ||354| oluşturduğu değer parçasının yenilenebilmesi için toplam ürünün, 1/9 oranında daha fazla olmasına gerek vardır. Ürünün 1/9 eksiği, katma-emek değerine eşit olacaktır. Şimdi, demir, kereste, vb. üreticileri, eskiden olduğu gibi yalnızca 10.000 ewt. kömür için ödeme yapacaklardır. Daha önce bu miktar kömür onlara 10.000 pounda maloluyordu. Şimdi 12.000 pounda nıalolacaktır. Değişmeyen sermaye maliyetinin bir parçası böylelikle telafi edilmiş olacaktır, çünkü demir, vb. yerine aldıkları kömür için artan fiyatı ödemek zorunda kalacaklardır. Ama kömür üreticisi de onlardan, 16.000 pound tutarında hammadde, vb. almak zorundadır. Bu durumda arada 4.000 poundluk bir borç, yani 3,333
1/
3 cwt. kömür kalıyor. Kömür üreticisi, 20.000 pound yerine şimdi artık kendisine 24.000 pound ödemek zorunda olan tüketicilere, eskiden olduğu gibi 16.666
2/
3 + 3.333
1/
3 = 20.000 cwt. kömür = ürünün üçte-ikisi oranında kömür sağlamalıdır. Böylece tüketiciler, onun için yalnızca emeği değil, ama değişmeyen sermayenin bir parçasını da yenilemiş olurlar.
Tüketicilere gelince, sorun çok basittir. Eğer eskisi kadar kömür tüketmek istiyorlarsa, onun için beşte-bir daha fazla ödemelidirler; bu nedenle de öteki ürünlere, gelirlerinin beşte-bir daha azını harcamak durumunda kalacaklardır; kuşkusuz üretim maliyetleri, her üretim dalında aynı kaldıysa. Güçlük yalnızca şuradadır: Kömür üreticisi, demir, kereste, vb. üreticilerinin, karşılığında kömür istemedikleri 4.000 poundluk demiri, keresteyi, vb. nasıl öder? Bu 4.000 pounda eşit olan 3.333
1/
3 cwt. kömürü, kömür tüketicilerine
[sayfa 182] satmış ve karşılığındn çeşitli metalar almıştı. Ama bunları kendisi ya da işçileri tüketilmez; bu metalar, demir, kereste vb. üreticilerinin tüketimi arasına girmelidir; çünkü kömür üreticisi, 3.333
1/
3 cwt. kömürünün değerini bu metalarla karşılamalıdır. Bu çok basit bir sorun, denecek. Tüm kömür tüketicileri, öteki metaları 1/5 oranında daha az tüketmek durumunda kalacaklardır; ya da her biri kömür için kendi metalarından 1/5 daha fazlasını vereceklerdir. Kereste, demir vb. üreticileri işte bu 1/6 fazlayı tüketirler. Ne var ki, demir dökümhanesindeki, makine yapımındaki, kütük kesimindeki vb. daraltılmış üretkenliğin, bu alanlardaki üreticilerin, eskisine göre nasıl olup da daha büyük bir geliri tüketme olanağını elde edebilecekleri
prima facie [ilk bakışta] apaçık ortada değildir; çünkü mallarının fiyatının, değerine eşit olduğu, demek ki, ancak kendi emeklerinin azalan üretkenliğiyle orantılı olarak artabileceği varsayılmaktadır.
Şimdi, demir, kereste, makine değerinin üçte-iki, yani yüzde 60 oranında arttığı kabul edilmişti. Bunun ancak iki nedeni olabilir. Ya demir, kereste vb. üretimi daha az üretkenleşmiştir, çünkü üretimde kullanılan canlı emek daha az üretken hale gelmiştir; yani aynı ürünü üretmek için daha fazla miktarda emek kullanılması gerekmektedir. Örneğimizde, üreticilerin, eskisine göre, beşte-üç daha fazla emek kullanmaları gerekmektedir. Ücret oranları aynı bırakılmıştır, çünkü azalmış emek üretkenliğinin etkisi tek tek ürünler üzerinde az olacaktır. Dolayısıyla artı-değer oranı da aynı kalmıştır. Üretici, eskiden 15 günlük emeğe gerek duyarken, şimdi 24 günlük emek gerekmektedir; ama eskiden olduğu gibi, işçiye, 24 [iş gününün] her biri için 10 saatlik emek ödemekte ve gene eskiden olduğu gibi bu günlerin her birinde hiçbir şey ödemeden, onu 2 [saat] daha fazla çalıştırmaktadır. Şimdi eğer 15 [işçi], kendileri için 150 emek saati ve üretici için 30 emek saati çalıştılarsa, 24 [işçi] kendileri için 240 saat ve üretici için 48 saat çalışırlar. (Burada kâr oranıyla zihnimizi kurcalamamızın gereği yok.) Ücretler ancak demire, keresteye, makineye, vb. harcandığı ölçüde düşmüştür ki, durum bu değildir. Şimdi 24 işçi, 15 işçinin daha önce tükettiğinden 3/5 oranında daha fazla tüketmektedir. Şu halde kömür üreticileri, 3.333
1/
3 cwt.nin değerinden aynı oranda fazlayı, onlar için (yani ücret ödeyen
master’ları [patronları] için) bir yana ayırabilirler.
Ya da demir, kereste, vb., üretimindeki düşük üretkeniik, onların değişmeyen sermaye parçalarının, onların
üretim araçlarının, daha pahalılaşmış oluşu gerçeğinden kaynaklanablir. O zaman aynı seçenek geçerlidir; ve son olarak üretkenlikteki düşüş, daha
[sayfa 183] büyük miktarda canlı emek kullanılmasından ötürü ortaya çıkabilir; ve dolayısıyla ücretlerdeki artışla sonuçlanmış olabilir, ki kömür üreticisi, bunu 4.000 poundun içinde tüketicilerden kısmen geri almıştır.
Daha fazla emeğin kullanıldığı üretim dallarında artı-değer miktarı, artacaktır, çünkü çalıştırılan işçi sayısı daha fazladır. Öte yandan, içine kendi ürünleri girdiği ölçüde, değişmeyen sermayelerinin tüm tamamlayıcı parçaları [artacağı için] kâr oram düşecektir; kendileri, kendi ürünlerinin bir kısmını üretim aracı olarak kullansalar da ya da kömür örneğinde olduğu gibi, ürünleri, üretim aracı olarak, kendi üretim araçlarına katılsa da böyledir. Ancak, ücretlere giden döner sermayeleri, yeniledikleri değişmeyen sermaye parçasından daha fazla artmışsa, kâr oranları da artacaktır ve ||355| onlar, 4.000 poundun bir bölümünün tüketimine katılacaklardır.
Değişmeyen sermayenin değerinde (o sermayeyi sağlayan iş kollarındaki düşürülmüş üretkenlikten ileri gelen) bir artış, değişmeyen sermaye olarak içine girdiği ürünün değerini artırır ve katma-emeği (
in natura [ürün olarak]) yenileyen ürün parçasını azaltır ve bu kendi ürünü içinde hesaplandığı ölçüde onu daha az üretken yapar,
in natura [ürün olarak] değişilen değişmeyen sermaye parçasına gelince, durum daha önce olduğu gibidir. Aynı miktarda demir, kereste ve kömür, daha önce olduğu gibi, kullanılmış olan demir, kereste ve kömürü tazelemek üzere,
in natura [ürün olarak] değişilecektir ve bu alışverişte daha yükselmiş fiyatlar, birbirini dengeleyecektir. Ancak şimdi kömür üreticisinin değişmeyen sermayesini oluşturan ve bu değişime
in natura [ürün olarak] girmeyen kömür fazlası, eskisi gibi gelire karşılık olarak değişilir (yukarda verilen örnekte, yalnızca ücretlere karşı değil, ama kâra da karşı olmak üzere kısmen değişim); ne var ki, bu gelir, eski tüketicilere gitmek yerine, kendi üretim alanlarında daha büyük miktarda emek kullanılmış olan, yani emekçi sayısının arttığı alanlardaki üreticilerin elinde toplanır.
Eğer bir sanayi dalı, yalnızca kişisel tüketime giren ürünler üretiyorsa ve ne başka sanayiler için, ne kendı\ yeniden-üretimi için üretim aracı olarak kullanılabilen (örneğin tarımda, besicilikte, ya da kömürün yardımcı malzeme olarak girdiği kömür sanayisinde) bir şey üretmiyorsa (burada üretim aracından, her zaman, değişmeyen sermaye kastedilmektedir), o zaman bu sanayi dalının yıllık ürününün (bu bağlamda, yıllık ürünün üstündeki olası herhangi bir artı-ürün hiç farketmez) karşılığı, her zaman gelirden, yani ücretlerle kârdan karşılanmalıdır.
[sayfa 184]
Gelin şimdi, daha önce verilen keten bezi örneğini alalım.
Üç yarda keten bezi, üçte ikisiyle değişmeyen sermayeden, üçte-biriyle katma-emekten oluşur. Bu çerçevede bir yarda keten bezi katma-emeği temsil eder. Eğer artı-değer yüzde 25 ise, o zaman 1 yardanın beşte-biri kârı, öteki beşte-dördü de ücretlerin yeniden-üretilmesini temsil eder. Beşte-birini, imalatçının kendisi tüketir ya da, aynı anlama gelmek üzere, onu tüketen başkalarıdır ve ona, onların metaları ya da başka metalar biçiminde tükettiği, değeri öderler. (İşi basitleştirmek için, burada tüm kâr —yanlış olarak— gelir olarak alınmıştır.) Ama üretici bir yardanın beşte-dördünü yeniden ücretlere harcar; onun işçileri, bu ücreti, kendi gelirleri olarak ya doğrudan ya da tüketilir başka ürünlerle değişirler, [ki o zaman
-ç.] keten bezini bu başka ürünlerin sahipleri tüketir.
Keten bezi üreticilerinin, gelir olarak kendilerinin tüketebileceği parça, 3 yarda keten bezinin işte bu parçasıdır — 1 yardadır. Öteki 2 yarda imalatçının değişmeyen sermayesini temsil eder; yeniden keten bezi üretiminin üretim gereçlerine –ipliğe, makineye, vb.– dönüştürülmelidir. İmalatçı açısından 2 yarda keten bezinin değişimi, bir değişmeyen sermaye değişimidir; ama bunu, yalnızca başkalarının gelirine karşılık olarak değişebilir. Böylece, iplik için, diyelim, 2 yardanın 4/5’ini ya da 8/5 yarda ve makine için de 1 yardanın 2/5’ini öder. îplikçi ve makine yapımcısı da sıra kendilerine gelince elde ettiklerinin 1/3’ünü tüketirler; yani iplikçi 8/5 yardadan 8/15 yardayı, makine yapımcısı da 1 yardanın [kendi payına düşen
-ç.]
2/5’inden [1/3’ünü, yani
-ç.]
2/15’ini tüketirler. Birbirine eklendiği zaman bu 10/15 ya da 2/3 yarda eder. Ama 20/15 ya da 4/3 yarda, onlar yönünden hammaddeyi, keteni, demiri, kömürü, vb. karşılamalıdır; ve bu maddelerin her biri de kendi içinde, bir parçasıyla geliri (yeni katma-emeği), öteki parçasıyla da değişmeyen sermayeyi (hammadde ve sabit sermaye, vb.) temsil eder.
Ancak sonuncu 4/3 yarda yalnızca gelir olarak tüketilebilir. Bu çerçevede iplikte ve makinede, en son görünümüyle değişmeyen sermaye olarak beliren ve iplikçi ile makine yapımcısının keteni, demiri ve kömürü yenilemek için kullandığı (makine yapımcısının makine karşılığı değiştiği demir ve kömür, vb. parçası hariç) kısım, keten, demir ve kömür üreticilerinin gelirini oluşturan ketenin, kömürün ve demirin yalnızca bir bölümünü temsil eder; öyle ki burada artık yenilenecek herhangi bir değişmeyen sermaye yoktur; yani, yukarda gösterildiği gibi, içine herhangi bir değişmeyen sermaye parçasının girmediği ürün parçasına ait olması gerekir. Ancak bu üreticiler, demirde, kömürde, ketende, vb. gelirleri ne ise onu, keten
[sayfa 185] bezine ya da başka tüketilebilir ürünlere harcarlar, çünkü kendi ürünleri o biçimleriyle kendi kişisel tüketimlerine ya hiç girmez ya çok sınırlı ölçüde girer. Şu halde, demirin, ketenin, vb. bir kısmı, bireysel tüketime giren bir ürünle, yani ketenle değişilir ve ona karşılık iplikçinin tüm değişmeyen sermayesi, makine yapımcısının da bir kısım değişmeyen sermayesi yenilenir; bu arada ipîikçi ile makine yapımcısı da kendi sıraları gelince, ipliğin ve makinenin, onların gelirini temsil eden parçasıyla keten bezini tüketirler ve böylece dokumacının değişmeyen sermayesini yenilemiş olurlar.
Böylelikle, gerçekte keten bezinin tümü dokumacının, iplikçinin, makine yapımcısının, keten üreticisinin, kömür ve demir üreticilerinin kârlarına ve ücretlerine ayrışmasının yanısıra, keten bezi üreticisinin ve iplikçinin değişmeyen sermayelerinin tümünü de yeniler. Hammadelerin son üreticileri, kendi değişmeyen sermayelerini, keten bezi karşılığı değişime girerek yenileselerdi hesap denkleşmezdi; çünkü bu, bireysel tüketim maddesidir, üretim aracı olarak ||356|, değişmeyen sermayenin parçası olarak herhangi bir üretim alanına girmez. Ancak hesap denkleşir, çünkü keten üreticisi, kömür ve demir üreticileri, makine yapımcısı vb. tarafından kendi ürünleriyle satın alman keten bezi,
onlar için ürünlerinin gelirden ibaret olan parçasının karşılığıdır; ancak onların ürünlerini alanlar için değişmeyen sermaye karşılığıdır. Bu yalnızca şu çerçevede olanaklıdır: Bu üreticiler, ürünlerinin, geliri oluşturmayan ve bu nedenle tüketimlik maddelerle değişilemeyen parçasını ya
in natura [ürün olarak] değişerek yenilerler ya değişmeyen sermayeyi değişmeyen sermayeyle değişerek yenilerler.
Yukarda verilen örnekte, belli bir sanayi kolunda emek aynı kaldığının varsayılması, ama bu sanayi kolunda çalıştırılan canlı emeğin üretkenliği kendi ürünü içinde hesaplanırsa gene de düşmesi garip görünebilir. Ama bunu açıklamak çok kolaydır.
Bir iplikçi emeğinin ürününün 5 pound ipliğe eşit olduğunu varsayalım. Gene varsayalım ki, bunun için yalnızca 5 pound pamuğa gereksinim duymaktadır (yani hiç fire vermemektedir) ve 1 pound ipliğin maliyeti 1 şilindir (makineyi hesap dışında tutuyoruz; yani değerinin ne düştüğünü, ne yükseldiğini kabul ediyoruz; bu nedenle de ele aldığımız örnekte, onun değeri sıfır oluyor). Diyelim pamuğun bir poundunun [maliyeti] 8 peni olsun, a pound ipliğin maliyeti olan 5 şilinde 5 pound pamuğun maliyeti 40 peni (5 x 8 peni) = 3 şilin 4 peni olur. 5x4 peni = 20 peni = 1 şilin 8 peni ise yeni katma-emektir. Demek ki toplam ürün içinde değişmeyen sermaye 3 şilin 4 peni [yani] 3
1/
3 pound iplik ve emek 1
2/
3 pound ipliktir. Öyleyse, 5 pound ipliğin üçte-ikisi değişmeyen sermayeyi
[sayfa 186] yeniler ve 5 pound ipliğin üçte biri ya da 1
2/
3 pound iplik, ürünün emeği
karşılayan kısmıdır. Şimdi I pound pamuğun fiyatının yüzde 50 arttığım, yani 8 peniden 12 peniye ya da 1 şiline çıktığını varsayalım. Bu durumda 5 pound iplik için, birincisi 5 pound pamuk karşılığı 5 şilin ve miktarı, dolayısıyla da para ile ifade edilen değeri değişmediği için aynı kalan katma-emek karşılığı da 1 şilin 8 peni var. Böylece 5 pound ipliğin maliyeti şimdi artık 5 şilin + 1 şilin 8 peni = 6 şilin 8 peni. Bu 6 şilin 8 peniden, şimdi artık hammadde 5 şilin, ve emek 1 şilin 8 penidir.
6 şilin 8 peni = 80 penidir. Bunun 60 penisi hammadde, 20 penisi emek. Şimdi artık 5 pound ipliğin 80 penilik değeri içinde 20 peniden oluşur ya da 1/4 = yüzde 25’ini oluşturur; daha önceyse yüzde 33
1/
3 idi. Öte yandan hammadde 60 peni = 3/4 = yüzde 75’tir; daha önce yalnızca yüzde 66
2/
3 idi. 5 pound iplik şimdi artık 80 peniye malolduğuna göre 1 pound ipliğin maliyeti 80/5 peni = 16 penidir. [İplikçi] 20 peni ile –[yeni katma] emeğin değeri– 5 pound iplikten 1
1/
4 pound elde eder ve [öteki] 3
3/
4 pound hammaddeye [gider]. Daha önce 1
2/
3 pound emek içinde (kâr ve ücretler), 3
1/
3 pound değişmeyen sermaye içindi. Demek ki, emeğin üretkenliği her ne kadar aynı kaldıysa ve yalnızca hammadde daha pahalılaştıysa bile, kendi içinde dikkate alındığı zaman, emek daha az üretken hale gelmiştir. Emek aynı ölçüde üretken kalmıştır; çünkü aynı emek, 5 pound pamuğu, aynı süre içinde 5 pound ipliğe dönüştürmüştür ve (kullanım-değeri olarak düşünülürse) bu emeğin gerçek ürünü, pamuğa verilen
iplik şeklinden ibarettir. 5 pound pamuğa daha önce de aynı emekle iplik biçimi verilmiştir. Gerçek ürün ise yalnızca bu iplik biçiminden ibaret değildir, onun yanısıra bu biçime sokulan malzemeyi, ham pamuğu da içermektedir ve işte bu malzemenin değeri şimdi, ona bu biçimini veren emeğe oranla, eskiye göre, toplam ürünün daha büyük bir parçasını oluşturmaktadır. Sonuç olarak aynı miktar iplikçi emeği, daha az iplikle ödenmektedir ya da ürünün emeği karşılayan parçası küçülmüştür.
Bu konuda bu kadarı yeter.
[(c) Garnier’nin Smith’e Karşı Polemikler indeki Sıradan Varsayımlar.
Garnier’nin Fizyokrat Düşüncelere Kayması.
Üretken-Olmayan Emekçilerin Tüketimini Üretim Kaynağı Olarak Alan Görüş
– Fizyokratlara Göre Geri Bir Adım]
Evet, her şeyden önce, tüm sermayenin, sonunda, tüketicinin geliriyle yenilendiğini söylerken Garnier yanlıştır, çünkü sermayenin bir kısmı, gelirle değil, sermayeyle yenilenir. İkincisi, bu kendi
[sayfa 187] içinde aptalca bir ifadedir; çünkü gelirin kendisi, ücret (ya da ücreti! ödenen ücret, ücretten kaynaklanan gelir) değilse, sermayenin kârıdır (ya da sermayenin kârından kaynaklanmış gelirdir). Son olarak, sermayenin dolaşıma girmeyen kısmı, (tüketicinin geliriyle yenilenmeyişi anlamında) “sahibine hiçbir kâr bırakmaz” demek aptalcadır. Gerçekte —üretim koşullan aynı kalıyorsa— bu parça kâr bırakmaz (daha doğrusu artı-değer bırakmaz). Ama onsuz da sermaye hiçbir durumda kâr üretemez.
||357| “Bu ayrımdan çıkarılabilecek şey olsa olsa şudur: Üretken insanları çalıştırmak için gereksinilen şey, yalnızca onların emeğinden yararlanan kişinin geliri değildir, ama aynı zamanda, aracılara kâr bırakan bir sermayedir; oysa, üretken-olmayan insanları çalıştırmak için onların ücretini ödeyen gelir, çoğu zaman yeterlidir.” (agy, s. 175.)
Bu tek tümce, öylesine bir saçmalıklar bohçasıdır ki, A. Smith çevirmeni Garnier’nin, A. Smith’in yazdıklarının gerçekte hiçbirim anlamadığını, ve özellikle
Wealth of Nations’ın özü hakkında –kapitalist üretim biçiminin en üretken biçim (ki önceki biçimlerle karşılaştırılırsa kesinlikle öyledir) olduğu şeklindeki görüşü hakkında– hiçbir fikri olmadığını açıkça göstermektedir.
Birincisi, üretken-olmayan emeğin ücreti doğrudan gelirden ödenen emek olduğunu ilan eden Smith’e karşı
“üretken-olmayan insanları çalıştırmak için, onların ücretini ödeyen gelir, çoğu zaman yeterlidir” itirazını ortaya atmak çok büdalacadır. Ama bir de antitezi var:
“Üretken insanları çalıştırmak için gereksinilen şey, yalnızca onların emeğinden yararlanan kişinin geliri değildir, ama aynı zamanda aracılara kâr bırakan bir sermayedir.”
(Anlaşılan, Mösyö Garnier için, toprağın ürününden yarar sağlayan gelire ek olarak, yalnızca aracılara kâr bırakmakla kalmayan ama ona ek olarak toprak sahibine de rant bırakan tarımsal emek pek üretken olmalıdır!)
“Bu üretken insanları çalıştırmak” için gerekli olan şeylerin ilki, onları çalıştıran sermaye değilmiş; ikincisi onların emeğinden yarar sağlayan gelir değilmiş; ama emeğin ürününü deren geliri üreten sermayeymiş. Eğer ben, kapitalist bir terzi olarak, ücretlere 100 pound sterlin harcarsam, bu 100 pound sterlin benim için 120 pound sterlin üretir. Bana 20 pound sterlin gelir getirir; ben de o gelirle eğer istersem terzi emeğinden, bir “frak” diktirerek yararlanabilirim. Ama öte yandan, eğer bu 20 pound sterlin ile giysiler alırsam, apaçık ortada ki onları aldığım 20 pound sterlini bu giysiler yaratmış değildir. Eğer eve bir gündelikçi terzi çağırır ve bana 20 pound sterlinlik giysiler dikmesini sağlarsam, durum gene aynı
[sayfa 188] olur. Birinci durumda, sahip olduğumdan 20 pound sterlin daha fazlasını elde eltim; ikinci durumda, alışverişten sonra, daha önce sahip olduğumdan 20 pound sterlin daha az kaldı elimde. Üstelik, kısa süre içinde anlarım ki, doğrudan gelirimden ödediğim ceketi, terziden değil bir aracıdan alsaydım [ödeyeceğim fiyattan
-ç.]
daha ucuz olmayacaktı.
Garnier, kârın tüketici tarafından ödendiğini sanıyor. Tüketici, metanın “değeri”ni öder; ve gerçi bu, kapitalist için bir kârı da içerir ama, gene de meta, eğer tüketici, onu kendi kişisel gereksinimi için küçük ölçekte ürettirmek üzere gelirini doğrudan emeğe harcasaydı, [ödeyecek olduğu miktardan
-ç.]
daha ucuza gelirdi. Burada açıkça görülüyor ki, sermayenin ne olduğu konusunda, Garnier’nin en ufak fikri yoktur.
Devam ediyor:
“Aktörler, müzisyenler, vb. üretken-olmayan birçok işçi kural olarak ücretlerini, bu tür bir girişime yatırılmış sermayeden kâr sağlayan bir yönetici kanalıyla elde etmezler mi?” (agy, s. 175-176.)
Bu gözlem doğru; ama yalnızca, Adam Smith’in ikinci tanımında üretken-olmayan diye adlandırılan emekçilerden bir kısmının, onun birinci tanımına göre üretken olduğunu gösterir.
“Dolayısıyla, bundan çıkan şudur ki, üretken sınıfın çok geniş olduğu bir toplumda, aracılık edenlerin ya da emek girişimcilerinin elinde geniş sermaye birikiminin olduğu kabul edilmelidir.” (agy, s. 176.)
Gerçekte, kitlesel çapta ücretli-emek, kitlesel çapta sermayenin bir başka ifadesidir.
“Bundan ötürüdür ki, üretken sınıfla üretken-olmayan sınıf arasındaki oranı belirleyecek olan şey, Smith’in savladığı gibi, sermaye kitlesiyle gelir kitlesi arasındaki oran değildir. Bu oran öyle görünüyor ki, daha çok, halkın geleneklerine ve alışkanlıklarına bağlıdır; sanayideki gelişimin daha çok ya da daha az oluşuna bağlıdır.” (agy, s. 177.)
Eğer üretken emekçilere, sermayeden ödeniyorsa, üretken-olmayaniara da gelirden ödeniyorsa, üretken sınıfın üretken-olmayan sınıfa oranı, apaçık ortadadır ki, sermayenin gelire oranıdır. Ne var ki, iki sınıfın oransal büyüyüşü, yalnızca, sermaye kitlesinin gelir kitlesine olan mevcut oranına bağlı olmayacaktır; artan gelirin (kârın) sermayeye dönüştürülme ya da gelir olarak harcanma oranına bağlı olacaktır. Gerçi burjuvazi başlangıçta, sermayenin, yani emekçilerin artan üretkenliğini çok tutumlu kullanmıştı, ||358| ama feodal lordların
retainer sistemine
öykünmektedir.
[sayfa 189] Fabrikalar konusundaki en son rapora göre (1861 ya da 1862)
Birleşik Krallıkta tam anlamıyla fabrika sayılan yerlerde çalıştırılan kişilerin sayısı (yöneticiler dahil) yalnızca 775.534’tür; buna karşılık yalnızca İngiltere’de kadın hizmetçilerin sayısı 1 milyonu bulmaktadır. Düzenlemenin böylesine diyecek yok; fabrika işçisi kıza bir fabrikada oniki saat ter döktürüyor, onun ödenmemiş emeğinin bir kısmıyla fabrika sahibi, o işçinin kız kardeşini evinde hizmetçi olarak, erkek kardeşini seyis olarak, yeğenini de asker ya da polis olarak kişisel hizmetine alıyor!
Garnier’nin son tümcesi, basmakalıp bir totolojidir. Üretken olan ve olmayan sınıflar arasındaki oranı, sermayeyle gelir arasındaki orana değil –daha doğrusu, sermaye ve gelir biçimleriyle harcanan mevcut metalar yığınına değil– ama (?) halkın geleneklerine ve alışkanlıklarına, sanayinin gelişme derecesine dayandırıyor. İşin aslında, kapitalist üretim, ilkin, sanayinin belli bir gelişme aşamasında ortaya çıkar.
Bonapartist bir senatör olarak Garnier, uşaklar ve hizmetçiler konusunda pek ateşli görünüyor:
“Gelirden kaynaklanan paraların
sermayeye dönüşmesine, aynı sayıda bireyden oluşan hiçbir sınıf, ev hizmetlilerinden daha fazla katkıda bulunmuyor.” (s. 181.)
Gerçekte, hiçbir sınıf küçük-burjuvaziye [onlardan
-ç.] daha değersiz bir devşirmeler kesimi sağlayamaz. Garnier, Smith’in, “olanı-biteni böylesine bir bilgelikle gözlemiş bir insanın”, “zenginlerin çok düşüncesizce har vurup harman savurdukları gelirin kırıntılarını
toparlamak için o zenginlere yakın duran bu aracıları” neden daha yüce tutmadığını anlamıyor, (
agy, s. 182, 183.) Bu tümcenin içinde kendisi, “gelir” kırıntılarım “toparladığını” söylüyor. Ama bu gelir, neden oluşuyor? Üretken emekçinin, ödenmemiş emeğinden.
Garnier, Smith’e yönelttiği bu aşırı ölçüde değersiz polemiklerinden sonra, fizyokratlığa kayıyor ve tek üretken emeğin tarımsal emek olduğunu ilan ediyor! Peki neden? Çünkü “toplumda, bu emek çalışmaya başladığı anda bir eşdeğer olarak bile karşılığı bulunmayan,
varolmayan başka bir değer, yeni bir değer yaratır; toprağın sahibine rant sağlayan da işte bu değerdir.” (
agy, s. 184.)
Peki öyleyse üretken emek nedir? Bir artı-değer üreten, ücret olarak aldığı
équivalent’ın [eşdeğerin] ötesinde
une valeur nouvelle [yeni bir değer] üreten emek.
Sermayenin emek karşılığı değişilmesinin, –belli bir emek miktarına eşit olan– belli bir değerdeki metanın, kendi değerinden daha fazla bir emek karşılığı değişilmesinden
başka bir şey olmadığını ve “bu emek çalışmaya başladığı anda
[sayfa 190] bir eşdeğer olarak bile karşılığı bulunmayan başka bir değer, yeni bir değer” yarattığını (Sarnier’nin anlayamayışında Smith’in hiç günahı yok. |VIII-358||
*
||IX-400|
Mösyö Germain Garnier Paris’te 1796’da
Abrégé élémentaire des principes de l’économie politique’i yayınladı. Ancak tarım üretkendir biçimindeki fizyokrat görüşün yanısıra (Garnier’nin Adam Smith’e yönelttiği polemikleri büyük ölçüde açıklayan) bir başka görüş daha vardır; daha açıkça belirtirsek, (“üretken-olmayan emekçiler”in kuvvetle temsil ettiği), tüketim, üretimin kaynağıdır ve üretimin hacmi, tüketimin hacmiyle ölçülür, görüşüdür bu. Üretken-olmayan emekçiler, yapay gereksinimleri karşılarlar ve maddi ürünleri tüketirler, böylece her bakımdan yararlıdırlar. Garnier, bu nedenle tutumluluğa karşı da bayrak açar. Önsözünün xiii. sayfasında şunu görürüz:
“Bireyin serveti tasarrufla genişletilir; kamunun serveti, artışını, tam tersine, tüketim artışından sağlar.”
Ve kamu borçları bölümünün 240. sayfasında:
“Tarımın iyileştirilmesinin ve genişletilmesinin ve bunun sonucunda sanayi ve ticaretin ilerlemesinin, yapay gereksinimlerin genişlemesinden başka bir nedeni yoktur.”
Garnier bundan, kamu borçlarının iyi bir şey olduğu, çünkü bu gereksinimleri artırdıkları sonucunu çıkarır.
[65] |IX-400||
*
||XI-42l|
Schmalz. Fizyokratların bu Alman rahim-artığı, Smith’in üretken emekle üretken-olmayan emek arasında yaptığı ayrımı eleştirirken (Almanca baskı 1818[de yayınlandı]) şöyle diyor:
“Eğer kişi, genel olarak başkasının emeğinin bizim için zaman tasarrufundan başka bir şey üretmediğini ve onun değerini ve onun fiyatını oluşturan şeyin bu tasarruf olduğunu dikkate alırsa, benim gözlemime göre ... Smith’in üretken ve üretken-olmayan emek ayrımı öze ilişkin ve çok kesin bir ayrım olarak alınmamalıdır.” [Schmalz, Economie politique, Henri Jouffroy çevirisi, c. 1, 1826, s. 324.]
<Burada bir karışıklık var: bir şeyin değeri ve fiyatı, işbölümü yoluyla sağlanan zaman tasarrufuyla belirlenmez; yalnızca aynı değer karşılığı daha fazla kullanım-değeri elde ederim, aynı zaman
[sayfa 191] içinde daha fazla miktarda ürün üretildiği için emek daha üretken olur; ne var ki fizyokratların yankısı olduğu için bu doğal olarak değeri, emek-zamanının içinde keşfedemezdi.>
“Örneğin benim için bir masa yapan marangoz, mektuplarımı postaya veren, giysilerimi temizleyen ya da gereksindiğim şeyleri alıp getiren hizmetçi, her ikisi de kesinlikle birbirine benzer bir hizmet görürler. Hem biri, hem öteki, her ikisi, bu işleri yapmak için harcayacağım zamanı ve ayrıca bu işleri yapmak için edinmem gereken ustalığı kazanmak üzere harcamam gereken zamanı tasarruf etmemi sağlarlar.” (Schmalz, Economie politigue, Henri Jouffroy çevirisi, c. I, 1826, s. 304.)
Bu aynı
yazar bozuntusu Schmalz’ın
aşağıdaki sözleri, Garnier ile bağlantısı bakımından önemlidir; örneğin onun tüketim sisteminin (ve geniş harcamaların ekonomik yararının) fizyokratik sistemle bağlantısı bakımından:
“Bu sistem” (Quesnay sistemi) “zanaatçıların ve hatta alelade tüketicilerin tüketimini övgüye değer görür; çünkü bu tüketim, dolaylı ve aracı vasıtasıyla olduğu halde, ulusun gelirinin büyümesine katkıda bulunur; çünkü, bu tüketim olmasaydı, tüketilen ürünler toprakta yetiştirilmezdi ve toprak sahibinin gelirine eklenemezdi.” (s. 321.)[66] |IX-421||
[8.] Charles Ganilh
[Değişim ve Değişim-Değeri Konusundaki Merkantilist Yaklaşım.
Ödenmiş Her Emeğin Üretken Emek Kavramı İçinde Yeralması]
||VIII-358| Charles Ganilh’in
Des systemes economie politique’i çok alt düzeyde ve yapay bir derleme. Birinci baskı Paris 1809, ikincisi 1821. (Alıntılar ikinciden.) Saçmalıkları doğrudan Garnier’yi hedef alıyor, onunla polemiğe giriyor.
(
Principes d’économie politique’inde Canard, “zenginliği”, “gereksiz emeğin birikimi” [olarak] tanımlıyor.
[67] Eğer emekçiyi emekçi olarak yaşatan emek gereksizdir deseydi tanım doğru olurdu.)
Mösyö Ganilh’in başlangıç noktası, işin abecesi olan bir olgudur; yani burjuva zenginliğin temel öğesi metadır, öyleyse zenginlik üretmek için emek, meta üretmelidir, kendini ya da
ürününü satmalıdır, olgusu.
“Uygarlığın bugünkü durumunda emeği, ancak değişim aracıyla biliyoruz.” (agy, c. I, s. 79.) “Değişim olmadan, emek hiçbir zenginlik üretemez.” (agy, s. 81.) [sayfa 192]
Ganilh, buradan doğrudan merkantil sisteme sıçrıyor,
Değişim olmadan emek hiçbir burjuva zenginliği üretmediğine göre “zenginlik yalnızca ticaretten gelir.” (agy, s. 84.) Ya da daha ilerde söylediği gibi: şeylere değerini yalnızca değişim ya da ticaret verir.” (agy, s. 98.) “Genel emeğin verimliliği öğretisi ... değerlerin ve zenginliğin bu ilkesi” üzerinde “durur”, (agy, s. 93.)
Ganilh ||359|, moneter sistemin basit bir “modifikasyonu” dediği “ticari sistem”in
“özel ve kamusal zenginliği, emeğin değişilebilir değerlerinden –bu değerler maddi, dayanıklı ve sürekli nesnelerde saptanmış olsun ya da olmasın– çıkardığı”m söyler, (agy, s. 95.)
Böylece nasıl ki Garnier fizyokrat sisteme saplandıysa, Ganilh de merkantil sisteme saplanır. Bu çerden-çöpten düşünceleri başka bir işe yaramasa bile, hiç değilse bu sistemin niteliklerini ve “artı-değer” üzerindeki görüşlerini ortaya koyması bakımından hiç de yararsız değildir; hele hele bu görüşleri Smith’e, Ricardo’ya, vb. karşı çıkarak öne sürdüğü zaman.
Zenginlik değişilebilir değerdir; değişilebilir bir değer üreten her emek ya da bir değişim-değerine sahip olarak bizzat kendisi, bu çerçevede zenginlik üretir. Ganilh’in çok derin bir merkantilist olduğunu gösterdiği tek sözcüğü
genel emek sözcüğüdür. Bireylerin emeği ya da daha doğrusu bu emeğin ürünü, genel emek biçimini almalıdır. Ancak böylelikle bu değişim-değeridir,
paradır. Gerçekte Ganilh, zenginlik paraya eşdeğerdir görüşüne geri gelmiş oluyor; gerçi artık yalnızca altına ve gümüşe değil,
para demek olduğu ölçüde metanın kendisine eşdeğerdedir.
“Ticari sistem ya. da
genel emek değerlerinin değişimi” (
agy, s. 98) diyor. Bu saçmadır. Ürün, varoluş biçimi olarak, genel emeğin cisimleşmesi olarak değerdir, “genel emeğin
değeri” olarak değil; bu,
değerin değerine eşdeğer olurdu. Biz gene de metanın, değer olarak ortaya çıkarıldığını ve hatta para biçimini aldığını, başkalaştığını düşünelim. Şimdi değişilebilir değerdir. Peki ama değeri ne kadardır? Tüm metalar değişilebilir değerdir. Bu açıdan, birbirlerinden farklı değildirler, iyi ama belli bir metanın değişim-değerini yapan şey nedir? Ganilh bu noktada, en acemi üstünkörülüğün ötesine geçemiyor. Daha fazla B, C, D, karşılığı değişildiği zaman, A’nın değişim-değeri daha büyüktür, vb..
Ganilh, Ricardo’dan ve ekonomistlerin çoğundan sözederken, onların sisteminin, tüm burjuva sistem gibi, değişim-değerine dayanmasına karşın, emeği, değişim dışında değerlendirdiğini söylerken haklıdır. Ama bunun nedeni yalnızca şudur: Onlar için, meta olarak ürünün biçimi, zaten kendini ifade ediyordu; dolayısıyla
[sayfa 193] yalnızca
değerin büyüklüğünü incelemişlerdir. Bireylerin ürünleri, de ğişimde,
para biçimini alarak, kendilerini yalnızca genel emeğin ürünü biçiminde ortaya koyarlar. Aslında bu görelilik, ürünlerin, kendilerini, genel emeğin varlık biçimi olarak sunmaları gereğinden kaynaklanır; genel emeğe de ancak göreceli olarak, yalnızca toplumsal emeğin miktarca farklı ifadeleri olarak indirgenebilirler. Ama
değer büyüklüklerini onlara, değişimin kendisi vermez. Değişimde, genel toplumsal emek olarak görünürler; ne genişlikte bir genel toplumsal emek olarak görünebilecekleri, kendilerini, ne genişlikte bir toplumsal emek olarak sunabileceklerine bağlıdır; yani karşılığında değişilebilecekleri metaların genişliğine ve dolayısıyla pazarın, ticaretin genişlemesine bağlıdır; değişim-değeri karşılığı olarak ifade edilebilecekleri metaların çeşidine bağlıdır. Örneğin, ortada yalnızca dört farklı üretim dalı olsaydı, dört üreticiden her biri, ürününün büyük bir bölümünü kendisi için üretirdi. Eğer binlerce [üretim dalı
-ç.]
varsa, o zaman [her bir
-ç.]
üretici, tüm ürününü meta olarak üretir. Tümüyle değişime girer. Ama Ganilh, merkantilistlerle birlikte,
değer büyüklüğünün kendisinin değişimin eseri olduğunu sanıyor; oysa işin aslında ürünün, değişim sırasında aldığı şey, değer biçimi ya da
meta biçimidir.
“Değişim, şeylere, değişim olmadan alamayacakları değeri verir.” (s. 102.)
Eğer bunun anlamı,
choses [
şeyler], kullanım-değerleri yalnızca değer haline gelirler, bu biçimi toplumsal emeğin göreli ifadeleri olarak kazanırlar demekse, o zaman bir totolojidir. Ama kastetmek istediği şey, değişim aracılığıyla, onsuz oldukları değerden daha büyük bir değer elde ederler demekse, bu apaçık saçmadır; çünkü değişim, Anın değer büyüklüğünü, ancak B’ninki azaltarak artırabilir. A’ya, değişimden önce sahip olduğundan daha büyük bir değer verirse, B’ye daha küçük bir değer verir.
Bu nedenle A+B
değişimden sonra, değişimden önceki değeri taşır.
“Eğer değişim onlara bir değer vermezse, en yararlı ürünlerin hiçbir değeri olmayabilir.” (s. 104.)
(İlkin, eğer bu şeyler “ürün” ise, başından itibaren emek ürünüdürler; hava vb. doğanın sağladığı genel temel şeyler değildirler; eğer “en yararlı” şey iseler, en üst anlamda kullanım-değeridirler, herkesin gereksindiği kullanım-değeridirler; eğer değişim onlara herhangi bir değer
vermiyorsa, bu, ancak herkesin onları üretiyor olmasından ötürüdür; ancak bu ||360| onların değişim için üretildiği varsayımıyla çelişir; bu nedenlerle tüm önerme saçmadır.)
“Ve değişim onlardan yana ise, en yararsız ürünlerin, büyük [sayfa 194] değeri olabilir.” (s. 104.)
Mösyö Ganilh için “değişim” gizemcil bir olgudur. Eğer “en yararsız” ürünlerin kimseye yararı yoksa, kullanım-değeri de yoktur, onları kim alır ki? Öyleyse alıcı için en azından hayalî bir “yararı” olmak gerekir. Alıcı salağın biri değilse, onlar için neden daha fazla ödesin? Bu çerçevede, o ürünlerin pahalılığı, “yararlılık”larından ileri gelmeyen başka koşullardan kaynaklanıyor olmalıdır. Bu ürünlerin “kıt” oluşu mu? Ama Ganilh onlar için “en yararsız
ürünler” diyor. Ürün olduklarına göre, büyük “değişim-değeri” oldukları halde, acaba neden daha çok sayıda üretilmediler? Eğer bir önceki, kendisi için ne gerçek, ne hayalî bir kullanım-değeri olmayan bir şey için bir sürü para veren salak bir alıcı ise, şimdiki de düşük değerli şunu-bunu üretmek yerine büyük değişim-değeri olan bu ıvır-zıvırı üretmeyen salak satıcıdır. Küçük kullanım-değeri taşımalarına karşın değişim-değerlerinin yüksek olması (kullanım-değerini insanın doğal gereksinimleri belirler) işte bu çerçevede, bay Değişimden değil, ürünün kendisinden kaynaklanan bazı koşulların sonucu olmalıdır.
Şu halde ürünün yüksek değişim-değeri, değişimin ürünü değildir, ama yalnızca değişimde kendini gösterir.
“Zenginlikle özdeş olan değeri, gerçek değeri belirleyen, şeylerin değişilebilirlik değeri değil, değişimdeki değerleridir.” (agy, s. 104.)
Ama değişilebilirlik değeri, bir şeyin başka şeylerle değişilebileceği bir ilişkidir. (Bu ifadenin temelindeki doğru nokta şudur: Metanın paraya dönüşümünü zorlayan şey, onun değişime, değişilebilir bir değer olarak girmesidir, ama ancak değişimin sonucu bu hale gelir.) Öte yandan, A’nın değişildiği değer, B, C, D, vb. ürünlerinin belli bir miktarıdır. Bu yüzden de (Mösyö Ganilh’e göre) artık bir değer değil, değişim-dışı bir şeydir. Demek ki B, C, D vb. “değer” değillerdi. Değer olmayan bu şeyler (değişilmiş değer olarak) onun yerine adımlarını attılar ve A bir değer haline geldi. Değişimden çıktıktan ve kendilerini eski konumlarında bulduktan sonra, yalnızca basit bir yer değiştirmeyle, bunlar değer haline geldiler.
“Şu durumda, şeyleri zenginlik haline getiren şey, ne gerçek yararları, ne içsel değerleridir; onların değerini saptayan ve belirleyen değişimdir ve onları zenginlikle özdeşleştiren de işte bu değerdir.” (agy, s. 105.)
Bay Değişim, orada olan ya da olmayan şeyi saptamakta ve belirlemektedir. Eğer şeylerin değerini yalnızca değişim yaratıyorsa, o zaman bu değer, bu değişim ürünü, değişim biter bitmez, varolmaktan çıkar. Böylece onu yapan şey, aynı zamanda, onu o olmaktan da çıkarır. A’yı, B + C + D karşılığı değişiyorum. Bu değişim
[sayfa 195] hareketinde A değer haline geliyor. Hareket geçmişte kalır kalmaz B + C + D, bu kez A’nm durduğu yana geçiyor ve A da B +C + D’nin yerini alıyor. Gerçekte her biri, bay Değişimin dışında kendi başına kalıyor, yalnızca yer değiştirmiş oluyor. Şimdi artık B + C + D değer değil yalnızca şeylerdir. A da öyle. Ya da değişim, sözcüğün sözlük anlamında “saptamış ve belirlemiştir”. Kaslarımın gücünü saptayan ve belirleyen dinamometredir, ama o gücü yapan dinamometre değildir. Bizim olayımızda da değeri üreten değişim değildir.
“Her bir kiinin herkes için çalışması dışlanırsa, kişiler ve halkların zengin olmayacağında gerçeklik vardır” (yani, kişinin emeğinin
genel toplumsal emek biçimini alması [dışlanırsa -
ç.] demek istiyor; çünkü, başka herhangi bir anlamda, bu saçmalık olurdu; çünkü genel toplumsal emek biçimi dışında, bir demir üreticisi herkes için çalışmaz,
yalnızca demir tüketicileri için çalışır); “ve herkesin her bir kişi için” (eğer kullanım-değerlerini konuşuyorsak, bu da saçmadır; herkesin ürünü, istisnasız özel üründür ve her birey yalnızca belli bazı özel ürünlere gerek duyar; işte bu çerçevede bunun [“ve herkesin her bir kişi için” ifadesinin -
ç.] anlamı, yalnızca, her bir özel ürünün,
herkes için varolduğu bir biçim alır, demek olur; ve yalnızca bu biçimiyle varolur — özel bir ürün niteliğiyle başka her bir kişinin ürününden farklı olduğu için değil, ötekilerle özdeş olduğu için yalnızca bu biçimiyle varolur; yani meta üretimi temelinde varolduğu için toplumsal emek biçimiyle varolur.) (
agy, s. 108.)
||361| Bu tanımdan –değişim-değeri, genel toplumsal emek olarak soyutlanmış birey emeğinin ifadesidir biçimindeki tanımdan– ötürü Ganilh, bir kez daha hamın hamı bir yaklaşıma saplanır: Değişim-değeri, meta A’nın, B, C, D, vb. metası karşılığında değişildiği orandır yaklaşımına saplanır. Eğer karşılığında çok miktarda B, C, D verilirse, A büyük bir değişim-değerine sahiptir; ama o zaman B, C, D karşılığında küçük bir A verilmiş olur. Zenginlik değişim-değerinden oluşur. Değişim-değeri, ürünlerinin birbiri karşısında değişildiği göreceli oranı içerir. Bu nedenle ürünlerin toplam miktarının herhangi bir değişim-değeri yoktur, çünkü herhangi bir şeye karşılık değişilmemektedir. Şu halde, zenginliği değişim-değerlerinden oluşan toplumun, herhangi bir zenginliği yoktur. Bundan çıkan sonuç, bizzat Ganilh’in de vardığı sonuçtur; yani “emeğin değişim-değerlerinden oluşan ulusal zenginlik” (s. 108) değişim-değeri olarak ne artabilir, ne azalabilir (bu yüzden de herhangi bir
artı-değer olmaz); ve yalnızca bu değil, bunun yanısıra, [toplum
-ç.] herhangi bir değişim-değerine ve öyleyse bir
[sayfa 196] zenginliğe de sahip değildir, çünkü zenginlik yalnızca değişilebilir değerleri içerir.
“Eğer buğdayın bolluğu, değerini düşürürse, çiftçiler daha az zencin olacaklar, çünkü kendileri için gerekli, yararlı ya da yaşam için zevkli şeyleri elde etmek için daha az değişim-değerine sahip olacaklar; ama çiftçilerin yitirdiği şeylerden tüketiciler kazanç sağlayacak: Bazılarının yitirdiği, başkalarının kazandığıyla dengelenecek ve genel zenginlik, herhangi bir değişiklik göstermeyecek.” (s. 108-109.)
Afedersiniz ama, buğday tüketicileri buğday yerler, buğdayın değişilebilir değerini değil. Geçinme araçları bakımından şimdi daha zengindirler, ama değişilebilir değer bakımından değil. Buğdaya karşılık ürünlerinin daha küçük bir kısmını değiştiler — karşılığında değiştikleri buğdayın miktarıyla karşılaştırıldığında, kendi ürünleri, göreli kıtlık nedeniyle, daha yüksek bir değişim-değerine sahipti. Çiftçiler şimdi artık
yüksek değişim-değeri elde etmiş bulunuyorlar, tüketiciler de değişim-değeri küçük olan fazla miktarda buğdaya sahipler; şimdi demek ki tüketiciler yoksul olanlar, çiftçilerse zengin olanlar.
Dahası var, toplam (değişim-değerlerinin toplumsal-toplamı), değişim-değerleri toplamı haline geldiği ölçüde, değişim-değeri olma niteliğini yitiriyor. A, B, C, D, E, F birbirleriyle değişildiği ölçüde değişim-değerine sahip. Ama bir kez değişilmeye görsünler, artık ondan sonra kendilerini satın alanların, tüketicilerinin ürünüdürler. El değiştiği zaman değişim-değeri olmaktan çıkıyorlar. Ve toplumun, değişilebilir değerlerden oluşan zenginliği de böylece yitip gidiyor. A’nm değeri göreli; B, C, vb. ile değişim ilişkisi. A + B daha az değişim-değerine sahip, çünkü onun değişim-değeri şimdi artık yalnızca C, D, E, F’ye göre var. Ama A, B, C, D, E, F toplamının hiçbir değişim-değeri yok, çünkü hiçbir göreliliği ifade etmiyor. Metaların toplamı, başka metalar karşılığında değişilmiyor. Bu nedenle de, değişim-değerlerinden oluşan toplum zenginliği, herhangi bir değişim-değerine sahip değil, sonuç olarak da zenginlik değil.
“Bir ülkenin iç ticaret yoluyla kendi zenginliğini artırmasının güçlüğü ve hatta belki de olanaksızlığı işte buradan ileri geliyor. Dış ticarete giren insanlar için durum hiç de böyle değil.” (agy, s. 109.)
Bu, eski merkantil sistemdir. Değeri, benim aldığım eşdeğeri değil, eşdeğerden fazlasını içerir. Ama aynı zamanda, Ganilh için eşdeğer diye bir şey yoktur; çünkü bu, A’nın değerini ve B’nin değerini B’deki A oranının ya da A’daki B oranının, A ile B’nin özdeş olduğu üçüncü bir şeyin belirlemesi demek olurdu. Ama eğer herhangi bir eşdeğer yoksa, eşdeğer üzerinde bir fazlalık da sözkonusu
[sayfa 197] olamaz. Altın karşısında aldığım demire göre demir karşısında daha az altın elde ederim. Şimdi daha çok demire sahibim, onun karşılığında daha az altın elde ederim. Bu nedenledir ki, daha az altın daha çok demire eşit olduğu için, ilk alışverişte kazanırsam, daha çok demir, daha az altına eşit olduğu için bu kez kaybederim.
“Doğası ne olursa olsun, her türlü emek, zenginlik üretkenidir; yeter ki bir değişinı-değerine sahip olsun.” (agy, s. 119.) “Değişim, ürünlerin ne miktarına bakar, ne maddi yapısına ne de dayanıklılığına.” (agy, s. 121.) “Hepsi” (emek türleri) “karşılığında değişildikleri toplamın, eşit biçimde üretkenidirler.” (s. 121-122.)
Birincisi,
toplamın, yani kendilerine ödenen
fiyatın (ücretlerinin
değerinin)
eşit biçimde üretkenidirler. Ama Ganilh bir anda, bir adım daha ileri gidiyor. Maddi olmayan emek, diyor, karşılığında değişildiği maddi ürünü üretir; o zaman öyle görünüyor ki, maddi-olmayan emeğin ürününü de maddi emek üretiyor.
||362| “Karşılığında iki buşel buğday elde ettiği bir çamaşır dolabı yapan işçinin emeğiyle, iki buşel buğday elde eden köy kemancısının emeği arasında hiç fark yoktur. Her iki durumda da iki buşel buğday üretilmiştir: İki buşel çamaşır dolabını ödemek için, iki buşel de köy kemancısının verdiği zevki ödemekiçin. Doğrudur, marangoz iki buşel buğdayı tükettikten sonra da çamaşır dolabı varolmaya devam eder ve kemancı iki buşel buğdayı tükettikten sonra geride hiçbir şey kalmaz; ama üretken sayılan ns kadar çok iş aynı durumdadır!.. Bir emeğin üretken mi yoksa kısır mı olduğu, tüketimden sonra geriye kalana bakarak kararlaştınlmaz, değişime ya da yaratılmasına neden olduğu üretime bakarak kararlaştırılır. Ama marangozun emeği ve bir o kadar da kemancının emeği, iki buşel buğday yaratılmasına neden olduğuna göre her ikisi de iki buşel buğday üretmekte eşit ölçüde üretkendirler; her ne kadar biri tamamlandıktan sonra kendini dayanıklı bir nesnede sabitleştirip gerçekleştirmiyorsa ve öteki kendini dayanıklı bir nesnede sabitleştirip gerçekleştiriyorsa da [bu böyledir -ç.]. (agy, s. 122-123.)
“Adam Smith, yararlı olarak çalıştırılan emekçileri çoğaltmak için yararlı olarak çalıştırılmayan emekçilerin sayısını azaltmayı isterdi; ama hiç düşünülmemişti ki, bu arzu gerçekleştirilebilseydi tüm zenginlikler olanaksız hale gelirdi, çünkü üreticiler tüketicisiz kalırdı ve tüketilmemiş fazla yeniden-üretilmezdi. Üretken sınıflar, emeklerinin ürününü, çalışması herhangi bir maddi ürün vermeyen sınıflara”, (burada o gene de maddi ürün veren emekle vermeyen emek arasında bir ayrım yapıyor) “öyle bedavadan bırakmazlar; o ürünleri onlara, onlardan sağladıkları rahatlık, zevk ve keyif karşılığı verirler ve bu ürünleri onlara vermek için üretmek zorundadırlar. Eğer emeğin maddi ürünleri, maddi ürün bırakmayan çalışmaları ödemekte kullamlmasaydı, tüketici bulamazdı ve yeniden-üretimleri dururdu. Keyif üreten çalışmalar, böylece üretime, en üretken kabul edilen emek kadar etkin biçimde katkıda [sayfa 198] bulunurur” (agy, .s. 123-124.)
“Onların” (insanların) “aradığı rahatlık, zevk ve keyif, kendilerini ödeyecek olan ürünleri her zaman izlerler onlara ön almazlar.” (agy, s. 125.) (Öyle görünüyor ki, onlar da zaten bu nedenle kendilerini ödeyecek olan ürünlerin nedeni değil, sonucu oluyorlar.) “Zevke, lükse ve gösterişe ayrılmış olan emek, üretken sınıflar” (böylece burada farkı kendisi de söylüyor) “tarafından istenmediği zaman durum farklıdır; ama gene de onların karşılığını ödemeye, ve kendi gereksinimlerini o miktarda kısmaya zorlanırlar. Sonradan, bu zorlanmış ödemenin üretimde bir artış getirmediği ortaya çıkabilir.” (agy, s. 125.) “Bu durum dışında, her emek zorunlu olarak üretkendir ve kamusal zenginliğin oluşumuna ve büyümesine az ya da çok etkin biçimde katkıda bulunur, çünkü kendisini ödeyecek ürünleri zorunlu olarak ortaya çıkarır.” (agy, s. 126.)
(Demek ki, buna göre, “üretken-olmayan emek” ne maliyeti dolayısıyla, yani değişim-değeri dolayısıyla, ne de ürettiği özel keyif nedeniyle değil, ama üretken emeği ürettiği için üretkendir.)
(Eğer Adam Smith’e göre, doğrudan sermaye karşılığı değişilen emek üretkense, o zaman, emeğe karşılık değişilen sermayeyi, biçiminden ayrı olarak, maddi tamamlayıcı parçaları bakımından da dikkate almamız gerekir. Sermaye, kendini gerekli geçim araçlarına, yani çoğunlukla metalara, maddi şeylere ayrıştırır. Emekçinin ücretinden devlete ve kiliseye ödemek zorunda olduğu şey, kendisine zorlanan hizmetler için bir kesintidir; eğitim için ödediği akıl almaz ölçüde azdır, ama ödediği zaman üretkendir, çünkü eğitim emek-gücü üretir; doktorlar, avukatlar, rahipler için ödediği kara bahtıdır; tüketim maliyetlerini (yemek pişirme, ev temizliği, hatta genel olarak onarımları) özellikle kendisi karşıladığı için, geriye emekçi ücretinin harcandığı, üretken-olmayan pek az çalışma kalır.)
Ganilh’in şu ifadesi, aşırı ölçüde karakteristiktir:
“Eğer değişim, çiftçinin ya da fabrika işçisinin emeğine yalnızca 500 frank verirken, hizmetçinin emeğine 1.000 frank verirse, bundan insanın çıkaracağı sonuç, hizmetçi emeğinin zenginlik üretimine bu çiftçinin ya da fabrika işçisinin emeğinden bir kat fazla katkıda bulunduğudur; hizmetkarın emeği çiftçiyle fabrika işçisinin emeğine göre bir kat fazla maddi ürünü ücreti olarak aldığı sürece zaten başka türlü de olamaz. Zenginliğin, daha az bir değişim-değeri olan ve dolayısıyla daha az ödenen emeğin sonucu olduğu nasıl sanılabilir ki!” (agy, s. 293-294.)
||363| Eğer fabrika ve tarım işçisinin ücreti 500 franksa ve onun yarattığı artı-değer (kâr ve rant) %40’a eşitse, o işçinin net ürünü 200 frank olur; hizmetçinin 1.000 franklık ücretini üretmek için böyle beş işçi gerekir. Eğer bay Değişim, hizmetçi yerine,
[sayfa 199] yıllığı 10.000 franktan bir metres satın almak lütfuncla bulunursa, lıoy le 50 işçinin net ürününe gerek olur. Ve metresin üretken-olmayan emeği, kendisine, üretken işçilerin ücretinden yirmi kat fazla değişim-değeri, yani ücret getireceği için, bu hanımefendi, “zenginlik üretimi”ne yirmi kat fazla eklemiş olur ve ülke hizmetkarlarıyla metreslerine ne kadar fazla öderse o kadar fazla zenginlik üretir. Mösyö Ganilh, yalnızca imalat ve tarım işçisinin üretkenliğinin, yalnızca üretken işçilerin yarattığı ama onlara ödenmeyen fazlalığın, üretken-olmayan işçilerin ödendiği fonu yarattığını unutuyor. Ama hesabı şöyle yapıyor: 1.000 frank ücret ve hizmetçinin ya da metresin ücrete eşdeğer emeği, birlikte 2.000 frank. Hizmetçinin ve metresin değeri, yani onların üretim giderleri, tamamen, üretken işçilerin
net ürününe dayanır. Gerçekten de özel tür insanlar olarak onların varlığı buna bağlıdır. Fiyatlarıyla değerlerinin ortak yanı pek yoktur.
Ama bir hizmetçinin değerinin (üretim maliyetinin), üretken işçininkinden bir kat fazla olduğu varsayılsa bile, bir emekçinin üretkenliği ile (tıpkı bir makineninki gibi) değerinin, tamamen farklı şeyler olduğu, hatta birbiriyle ters orantılı bulunduğu bilinmelidir. Bir makinenin malolduğu değer, onun üretkenliğinde her zaman bir eksidir.
“Bir hizmetçinin emeği, bir çiftçiyle bir fabrika işçisinin, ikisinin emeği kadar üretkense, değeri çarçur etmek şöyle dursun, sürekli ‘ artırarak, bir ülkede kamu ekonomisinin onları yaşatmak için kullanılmasına itiraz boşunadır. Bu itiraz yanıltıcıdır, çünkü, her emeğin verimliliğinin, onun maddi nesneler üretimine katılmasından ileri geldiğini, zenginliğin maddi üretimden oluştuğunu ve üretimle, zenginliğin tamamen özdeş olduğunu varsayar. Tüm üretimin ancak tüketimle zenginlik haline geldiği ve zenginlik oluşturmaya hangi noktaya kadar katkıda bulunacağını değişimin belirlediği unutulmaktadır. Her emeğin doğrudan ya da dolaylı olarak her ülkenin toplam üretimine katkıda bulunduğu anımsanırsa; her bir emeğin değerini saptayarak, bu üretimde ne kadar payı olduğunu değişimin belirlediği anımsanırsa; değişimin ona verdiği değeri, üretimin tüketiminin gerçekleştirdiği anımsanırsa; ve tüketimin üstünde, üretim fazlasının ya da açığının bir halkın zenginlik ya da yoksulluğunu belirlediği anımsanırsa, her bir emeği yalıtmanın kendisine değerini –zenginliğin onsuz varolamayacağı değerini– veren [sayfa 200] şeye yani, ne kadar tüketildiğine ||364| hiç bakılmaksızın, verimliliğini ve doğurganlığını, maddi üretime katkısıyla saptamanın ne kadar tutarsız olduğu anlaşılacaktır.” (agy, s. 294-295.)
Bu ahbap, bir yandan zenginliği, üretimi tüketimin üzerindeki fazlaya bağlıyor, öte yandan değeri, yalnızca tüketimin verdiğini söylüyor. Ve 1.000 frank tüketen bir hizmetçi, sonuçta, değerin verilişine 500 frank tüketen bir çiftçiden bir kat daha fazla katkıda bulunmuş oluyor.
Her şeyden önce, üretken-olmayan bu tür emeğin maddi zenginlik oluşturmaya doğrudan katılmadığını itiraf ediyor. Smith de bundan fazlasını söylemiyor. Öte yandan, tam tersine, kendi itirafına göre, maddi değer yaratmadıkları ölçüde, maddi değer yarattıklarını kanıtlamaya çalışıyor.
Adam Smith’e karşı polemiğe girişenlerin tümü bir yandan, maddi üretime tepeden bakan bir tutum takmıyorlar, öte yandan, maddi olmayan üretimi –hatta uşaklarınki gibi hiç üretim yapmamayı– maddi üretim olarak haklı göstermeye çalışıyorlar. Net gelirin sahibi, bu geliri uşaklara, metreslere ya da böreğe, nereye harcarsa harcasın hiç farketmez. Fazlalığın ille de hizmetçiler tarafından tüketilmesi gerektiğini, eğer ürün değerinin ortadan cehennem olması istenmiyorsa, bizzat üretken emekçiler tarafından tüketilemeyecek olduğunu sanmak gülünçtür. Üretken-olmayan tüketicilerin gerekliliği görüşünü Malthus’ta da buluruz — fazlalık
gens oisifs’in [aylak insanların] eline geçtiği zaman, gerçekte bu gerekirlilik gerçektir. |364||
[9. Net Gelir Konusunda Ganilh ve Ricardo’nun Görüşleri. Üretken
Nüfusu Azaltma Görüşünün Savunucusu Olarak Ganilh; Sermaye
Birikiminin ve Üretici Güçlerdeki Artışın Savunucusu Olarak Ricardo]
||364| Ganilh,
Théorie de l’économie politique’inde (bilmediğim bir kitap) bir teori öne sürmüş olduğunu, daha sonraları Ricardo’nun ondan kopya çektiğini savlıyor.
[68] Bu teori, zenginliğin brüt ürüne değil, net ürüne, bundan ötürü, kâr ve rant düzeyine bağlı olduğu teorisi. (Bu kesinlikle Ganilh’in buluşu değil; o yalnızca bu teoriyi ortaya koyuş biçimiyle kendisini ayırdediyor.)
Artı-değer (gerçek bir yarlık olarak), kendi özgün öğelerini yenileyen miktardaki ürünü aşan artı-üründe kendini ortaya koyar; özgün öğeler, ürünün üretim maliyetine giren ve —değişmeyen sermaye ile değişen sermaye birlikte— üretim için ortaya konan toplam sermayeye eşittir. Kapitalist üretimin amacı ürün değil, artı-değerdir. Emekçinin gerekli emek-zamanı ve dolayısıyla kendisine
[sayfa 201] ödenen eşdeğer ürün, artı-değer ürettiği ölçüde, zorunludur. Aksi halde kapitalist için
üretken değildir.
Artı-Değer, artı-değer oranı
a/d’nin eşzamanlı gündelik emek sayısıyla ya da çalıştırılan emekçi sayısıyla, yani
n ile çarpımına eşittir. Böylece A =
a/d x
n. Bu artı-değer, iki biçimde artırılabilir ya da azaltılabilir. Örneğin a/d/2xn eşittir 2a/dxn=2A. Burada A ||365| bir kat artmıştır, çünkü oran bir kat artmıştır; nedeni, a/(d/2), 2an/d demektir, yani iki kat
a/d demektir. Ancak öte yandan
a/d x
2n de
2an/
d’ye yani 2A’ya eşittir. Değişen sermaye, D, tek günlük emeğin çalıştırılan işçi sayısıyla çarpımına eşittir. Eğer 800 emekçi çalıştırılıyorsa, her birinin maliyeti 1 pound ise o zaman D = 800 pounddur; 1 pound x 800, burada n = 800. Şu halde, eğer artı-değer 160 ise, oranı
160/
1£x800=
160/
800=
16/
80=
1/
5=%20. Ancak artı-değerin kendisi
160/
1£x800 x 800, yani
A£/
1£n x n olur.
Belli bir emek-zamanı süresi içinde, bu artı-değer ancak üretkenlikteki bir artışla ya da belli bir üretkenlik düzeyinde, emek-zamanmı uzatarak artırılabilir.
Ancak bizi burada ilgilendiren şudur: 2A =
a/
d/2 x n ve 2A =
a/d x
2n. . Eğer emekçilerin sayısı yarı yarıya azaltılsa, 2
n yerine
n olsa, ama onların her gün ortaya koyduğu artı-emek, daha öncekinin iki katı olsa, artı-değer (artı-değerin brüt miktarı) aynı kalır. Bu varsayımda, iki şey aynı kalmaktadır: birincisi üretilen toplam ürün miktarı; ikincisi toplam artı-ürün miktarı ya da net ürün. Ama şunlar değişir: birincisi değişen sermaye ya da döner sermayenin ücretlere harcanan parçası yarıya iner. Hammaddelerden oluşan değişmeyen sermaye parçası, eskisi kadar hammadde kullanılacağı için eskisine göre yarı sayıda işçi tarafından yapılıyorsa bile, değişmez, aynı kalır. Buna karşılık sabit sermayeden oluşan parça artar.
Ücretlere harcanan sermaye 300 pound idiyse (işçi başına 1 pound) şimdi 150 pound olur. Eğer hammaddelere harcanan 310 pound idiyse, şimdi gene 310 pounddur. Eğer makinelerin değeri, sermayenin geri kalan kısmına göre dört kat fazla idiyse, şimdi 1.600 pound olur.
[69] Demek ki makineler on yılda aşmıyorsa, yıllık itibariyle ürüne giren makine parçası 160 pounddur. Daha önce aletler için harcanan yıllık sermayenin 40 pound olduğunu, yani şimdikinin
[sayfa 202] 1/4’ü olduğunu varsayıyoruz. Şimdi bu dununda hesap şöyledir:
|
Makine
|
Hammadde
|
Ücretler
|
Toplam
|
Artı-Değer
|
Kâr
Oranı
|
Toplam
Ürün
|
Eski
Sermaye
|
40
|
310
|
300
|
650
|
150 ya da %50
|
%231/13
|
800
|
Yeni
Sermaye
|
160
|
310
|
150
|
620
|
150 ya da %100
|
%246/31
|
770
|
Bu durumda kâr oranı artmıştır, çünkü toplam sermaye azalmıştır — ücretlere harcanan sermaye 150 pound düşmüştür, sabit sermayenin toplam değeri yalnızca 120 pound artmıştır, böylece toplam olarak, eskisinden 30 pound daha az harcanmıştır.
Ama geri kalan bu 30 pound aynı biçimde harcansaydı, yani 31/62 (ya da 1/2) hammaddeye, 16/62 makinelere ve 15/62 ücretlere arcansaydı sonuç şöyle olurdu:
Makine
|
Hammadde
|
Ücretler
|
Artı-Değer
|
7.14.6£
|
15£
|
7.5.6£
|
7.5.6£
|
Ve ikisi birlikte:
|
|
|
|
|
Makine
|
Hammadde
|
Ücretler
|
Artı-Değer
|
Kâr Oranı
|
Yeni Sermaye
|
167.14.6£
|
325£
|
157.5.6£
|
157.5 6£
|
%246/31
|
Harcanan toplam sermaye miktarı: eskisi gibi 650 pound.
Toplam ürün 807.5.6 pound.
Ürünün toplam değeri artmış bulunuyor; harcanan sermayenin toplam değeri aynı kaldı; ve yalnızca değer değil, ama toplam ürün miktarı arttı; çünkü hammaddelere harcanan ek 15 pound ürüne dönüştü.
||366| [Ganilh’de şunu buluyoruz:]
“Bir ülke makinelerin yardımından yoksun kaldığı ve çalışma elle yapıldığı zaman, emekçi sınıflar, ürünlerinin hemen hemen tümünü [sayfa 203] tüketirler. Sanayinin ilerleme derecesi işbölümüyle işçilerin ustalığıyla ve makinelerin icadıyla geliştikçe üretimin maliyeti azalır, ya da başka deyişle, daha büyük çaplı üretim için daha az sayıda emekçiye gerek duyulur.” (agy, c. I, s. 211-212.)
Yani bu şu demektir; sanayi ne ölçüde daha üretkenleşirse, ücretlerin üretim maliyeti o ölçüde azalır. Ürüne oranla daha az sayıda emekçi çalıştırılır ve dolayısıyla bunlar da ürünün daha küçük bir parçasını tüketirler.
Makine olmadan bir emekçinin kendi geçim araçlarını üretmek için 10 saate gereksinimi olursa ve makineyle yalnızca 6 saate gereksinirse, o zaman (12 saatlik bir çalışmayla), birinci durumda kendisi için 10 saat, kapitalist için 2 saat çalışması gerekir ve kapitalist, 12 saatlik toplam ürünün altıda-birini alır. Birinci durumda 10 işçi, 10 işçi için (100 saate eşit) ve kapitalist için de 20 [saat] ürün üreteceklerdir. 120 değerinden kapitalist altıda-birini ya da 20’yi alacaktır. İkinci durumda 5 işçi, 5 işçi için (30 saate eşit) bir ürün ve kapitalist için de 30 saat üreteceklerdir. 60 saatten kapitalist şimdi artık 30’unu yani yarısını alacaktır — eskisinden üç kat fazla. Toplam artı-değer de artmış olacaktır, yani 20’den 30’a 1/3 artacaktır. Ben 60 günün yarısını sahiplendiğim zaman, bu 120 günün, altıda-birini sahiplenmemden’üçte-bir daha fazladır.
Dahası, kapitalistin toplam üründen elde ettiği yarı, eskisine göre miktar olarak da daha fazladır. Çünkü şimdi 6 saat, eskiden 10 saatin ürettiği kadar ürün üretmektedir; 1 [saatte], [eski] 1 saatin 10/6’sı kadar, ya da 1 saatte l
4/6 = 12/3 kadar. Böylece 30 artı-saat eski 30’un yaptığı kadar fazla ürün içerir 30 (1 + 2/3) = 30 + 60/3= 50. Eskiden 10 saatte üretilen miktarda ürün şimdi 6 saatte üretilmektedir, yani 30 —ya da 5 x 6— eskiden 5 x 10’un ürettiği kadar üretir.
Dolayısıyla, kapitalistin artı-değeri ve ayrıca artı-ürünü (eğer kendisi tüketirse ya da
in natura [ürün olarak] tükettiği ölçüde) artar. Artı-değer, toplam ürün miktarı artırılmaksızm da artabilir. Çünkü, artı-değerin artışı demek, emekçinin, kendi geçim araçlarını eskisinden daha az zamanda üretebilmesi, bunun sonucu olarak onun tükettiği metaların değerinin düşmesi, daha az emek-zamanmı temsil etmesi ve bu nedenle de belli bir emeğin, örneğin 6 saat eşit emeğin eskisine göre, daha büyük miktarda kullanım-değerini temsil etmesi demektir. Emekçi eskisi gibi aynı miktar ürünü alır, ama o ürünün değeri, gündelik emek meyvesinin daha küçük bir parçasını ifade ettiği için, toplam ürünün de daha küçük bir parçasını oluşturur.
Ürünü, doğrudan ya da dolaylı olarak emekçinin tüketim
[sayfa 204] araçlanın oluşturmaya katılmayan sanayi dallarında, üretken güçteki bir artış, gerçi bu sonucu vermeyebilir –çünkü bu dallarda artan ya da azalan üretkenlik zorunlu ve artı-emek arasındaki ilişkiyi etkilemez– ama her ne kadar kendi üretkenliklerindeki bir değişiklikten kaynaklanmadıysa da sonuç bu [ilk anılan
-ç.]
sanayiler için gene de aynı olur. Ürünlerinin göreli değeri, öteki metaların değerindeki düşmeyle aynı oranda (kuşkusuz kendi üretkenlikleri aynı kaldıysa) artar; sonuç olarak, bu ürünlerin oransal olarak daha küçük bir parçası, ya da emekçinin, o ürünlerin içinde somutlaşan emek-zamanınm daha küçük bir parçası, tıpkı eskisi gibi, ona aynı miktarda geçim araçları sağlar. Bu nedenle bu çalışma dallarındaki artı-değer de ötekiler gibi artar.
Peki ama, işinden olan beş emekçi ne olacak? Denecektir ki, [onların çıkarılmasıyla
-ç.] sermaye de serbest kaldı; her biri (çalıştıkları 12 saat için) 10 saat[lik ücret
-ç.]
almaktaydı; yani tamamı 50 saat; bu daha önce beş emekçinin ücretlerini ödemekteydi [şimdi] ücretler — 6 saate düştüğü için 50/6 = 8
1/
3 günlük emeği ödeyebilir. Bu nedenle şimdi serbest kalan 50 [saatlik] sermaye, işten çıkarılanlardan daha çok emekçiyi çalıştırabilir.
Ama bütün bir 50 saat eşdeğerinde sermaye serbest kalmadı. Hammaddenin, aynı emek-zamanı içinde kullanılan miktarındaki artış oranında ucuzladığını varsaysak bile –yani bu üretim dalında da aynı üretkenlik artışı olduğunu varsaysak bile– yeni makine giderleri gene yerli yerinde durmaktadır. Eğer bunun tam 50 saatlik emek maliyetinde olduğunu varsayarsak, işten çıkarılanlar kadar işçi çalıştırılması sözkonusu olmaz. Çünkü bu 50 saatlik emek 5 işçi için ücret olarak harcanmıştı. Ama 50 saatlik çalışmanın eşdeğeri, hem kâr, hem ücretler, ödenmiş ve ödenmemiş emek, her ikisi makinenin değerinde içerilmişti. Buna ek olarak değişmeyen sermaye makinenin değerine girer. Makine yapımcısı işçilerin [makineyi yapmış olanlar] sayısı, işten çıkarılanların sayısından azdır; ayrıca bunlar ||367| işten çıkarılanlarla aynı işçiler değildirler. Makine yapımında emekçiye olan daha fazla talep, olsa olsa, işçi sayısının gelecekteki dağılımını etkiler; emek piyasasına giren kuşağın daha büyük bir kısmı –eskisine göre daha büyük bir kısmı– bu sanayi koluna gelir. Bu, işten çıkarılmış olanları etkilemez. Ayrıca, bu işçilere olan yıllık talepteki artış makineye harcanan yeni sermayeye de eşit değildir. Makine, örneğin on yıl boyunca iş yapar. O makinenin yarattığı sürekli talep, bu nedenle yıllık olarak onun içerdiği ücretlerin 1/10’una eşittir. Buna on yıl boyunca gerekecek onarım işçileri için 1/10 ve gündelik, kömür, yakıt ve öteki ikincil malzemeler için de herhalde 2/10 daha eklemek gerekir.
[sayfa 205]
<Eğer serbest kalan sermaye 60 saate eşit olsaydı, bu miktar, 0 zaman 10 saatlik artı-emeği ve yalnızca 50 saatlik gerekli emeği temsil ederdi. Öyleyse 60 saat daha önce ücretlere harcanıyor olsaydı ve 6 işçi çalıştırılsaydı, şimdi yalnızca 5 işçi çalıştırılabilirdi.>
<Belli bir sanayi kolunda, makine vb. aracılığıyla sağlanan üretkenlik artışının emek ve sermaye arasında ortaya çıkardığı kaydırmalar, her zaman, ileriye dönük, olabilirliklerdir. Başka deyişle,
artış, yani sanayiye yeni işçilerin girişi farklı bir biçimde dağıtılır; herhalde, işe girenler, işten atılanların çocuklarıdır, kendileri değil. Onlar, uzun bir süre kendi eski mesleklerinde bitkisel yaşam sürdürürler, kendi gerekli emek-zamanları, toplumsal bakımdan gerekli-emek zamanından daha fazla olduğu ölçüde, olağanüstü güç koşullarda o mesleği sürdürürler; ya sadaka verenin eline bakan yoksullar haline gelirler ya da daha düşük düzeydeki emeğin çalıştırıldığı sanayi dallarında iş bulurlar.>
<Sadakaya muhtaç hale gelen bir yoksul, tıpkı bir kapitalist (
rentier [rantiye]) gibi ülkenin gelirinden geçinir. Ürünün üretim maliyetlerine girmez ve sonuçta Mösyö Ganilh, onu,
valeur echangeable’ın [değişilebilir değerin] bir temsilcisi sayar. Tıpkı cezaevinde beslenen bir suçlu gibi. “Üretken olmayan emekçiler”in geniş bir kısmı, devlet arpalıklarındakiler, vb., onlar yalnızca saygıdeğer yoksullardır.>
<Varsayalım ki, sanayide üretkenlik o kadar gelişmiştir ki, eskiden nüfusun üçte-ikisi doğrudan maddi üretimde çalışırken, şimdi bu oran üçte-bire inmiştir. Daha önce 2/3, 3/3 için geçim araçları üretiyordu; şimdi 3/3 için 1/3 üretiyor. Eskiden (emekçilerin gelirinden ayrı olarak) net gelir 1/3 idi, şimdi 2/3. [Sınıfsal] çelişkileri bir yana koyalım, şimdi ulus artık doğrudan üretim için zamanının 1/3’ünü kullanır, oysa eskiden 2/3’ünü gereksiniyordu. Eşit dağıtılırsa herkes [yani tüm nüfus] üretken olmayan çalışma ve boş vakit olarak 2/3 daha fazla zamana sahip olacak demektir. Ama kapitalist üretimde her şey çelişik görünür ve gerçekte de öyledir. Varsayımımız, nüfusun durağan olduğu anlamını taşımıyor. Çünkü 3/3 büyüyorsa, 1/3 de büyüyecektir; demek ki,
miktar olarak ölçüldüğü zaman daha çok sayıda insan üretken işte çalıştırılıyor olabilecektir. Ama göreli olarak, toplam nüfusa oranlı olarak, her zaman, eskisine göre yüzde 50 daha az olacaktır. Nüfusun şu öteki üçte-ikisini, bir kısmıyla kâr ve rant sahipleri, bir kısmıyla (rekabet nedeniyle düşük ücret alan) üretken olmayan emekçiler oluşturur. İkinciler, birincilerin gelirlerini tüketmelerine yardım ederler ve bir eşdeğer karşılığında hizmet verirler — ya da üretken olmayan siyasal emekçiler gibi hizmetlerini onlara dayatırlar. Bu üretken
[sayfa 206] olmayan işçilerin –uşaklar güruhu, askerler, denizciler, polis, alt kademedeki memurlar vb., metresler, seyisler, palyaçolar,
jongleure |hokkabazlar] dışında– genel olarak eski üretken olmayan işçilere göre daha üst düzeyde bir kültür sahibi olacakları ve özellikle düşük ücret alan sanatçıların, müzisyenlerin, hukukçuların, doktorların, araştırmacıların, okul müdürlerinin, mucitlerin, vb. sayıca artmış olacağı varsayılabilir.
Üretken sınıf içinde de ticari
middlemen’in [aracıların], ama özellikle makine yapımında, demiryolu yapımında, madencilik ve kazı işlerinde iş yapanların sayısı artacaktır; dahası, tarımda besicilik işinde çalışan emekçilerin sayısı artacaktır, yapay gübre için kimyasal madde ve mineral üretenlerin vb. sayısı da öyle. Bundan da öte, sanayi için hammadde üreten çiftçilerin sayısında gıda üretenlere oranla artış olacaktır; ve kesim hayvanları için yem sağlayanların sayısı da gene halk için gıda üretenlere göre artacaktır.
Değişmeyen sermaye büyüdükçe, onun üretiminde çalışan toplam emeğin oransal miktarı da artar. Bununla birlikte [nüfusun] doğrudan tüketim maddesi üreten bölümü, sayıca azalmakla birlikte ||368| eskisine göre daha fazla ürün üretir. Bu emek daha üretkendir.
Bu arada bireysel sermayede, değişmeyen sermaye parçasına göre değişen parçasındaki düşüş, kendini, ücretlere harcanan sermaye parçasının azalması biçiminde ortaya koyar; toplam sermaye açısından ise —kendini
yeniden-üretmesinde– bu durum ister istemez toplam emeğin, ürün üretiminde çalışanlara göre, göreli olarak daha büyük bir parçasının üretim araçları üretiminde, yani makinelerin (haberleşme ve ulaşım araçları ve yapılar dahil) ve ikincil malzemelerin (kömür, gaz, petrol, yağ, deri kuşaklar, vb.) ve sınai ürünler için hammadde oluşturan bitkilerin yeniden-üretiminde çalışması sonucunu verir. İmalat sanayisinde çalışan işçilere göre, tarım işçileri sayıca azalır. Ve son olarak lüks maddelerde emekçi sayısı artacaktır, çünkü daha yüksek gelir, daha lüks maddeleri tüketecektir.>
<Değişen sermaye gelire ayrışır; birinci olarak ücretlere, ikinci olarak kâra. Öyleyse, eğer sermaye, gelirin karşıtı olarak düşünülürse, değişmeyen sermaye,
tam anlamıyla sermaye demektir: toplam ürünün, üretime ait olan ve kimse tarafından bireysel olarak (çift hayvanları dışında) tüketilmeksizin üretim maliyetine giren parçası. Bu parça, tümüyle kâr ve ücretlerden kaynaklanmış olabilir. Son çözümlemede, yalnızca bunlardan asla kaynaklanamaz; emeğin ürünüdür, ancak emek aracının kendisini gelir olarak gören emeğin ürünüdür, yabanılın yay yapması gibi. Ancak bir kez değişmeyen sermayeye aktarıldıktan sonra, ürünün bu parçası, her ne kadar onun ürünü ücret ve kâr bırakıyorsa da kendisi artık
[sayfa 207] ücretlerle kâra ayrışmaz. Ürünün bir kısmı, bu parçaya aittir. Ondan sonra sırayla gelen her ürün bu geçmiş emeğin ve o andaki emeğin ürünüdür. Bir sonraki üretime, eğer toplam ürünün bir parçası üretime geri döndürülürse devam edilebilir. Üretim, değişmeyen sermayeyi,
in natura [ürün olarak] yenilemelidir. Eğer daha üretken duruma gelirse, ürünü yeniler, ama değerini değil; değeri, [artan üretkenliğin
-ç.]
sonucu olarak azaltır. Eğer daha az üretken hale gelirse, ürünün değerini artırır. Birinci durumda, toplam üründen geçmiş emeğin çekip aldığı parça azalır; ikinci durumda artar. Birinci durumda canlı emek daha üretken hale gelir, ikinci durumda daha az üretken.>
<Değişmeyen sermayenin maliyetini azaltan öğeler arasında geliştirilmiş hammaddeler de yeralır. Örneğin, göreli fire miktarını tümden hesap dışı tutarak, iyi ve kötü ham pamuktan aynı süre içinde aynı miktarda iplik eğirmek olanaklı değildir, vb.. Tohumluğun vb. önemi buradan gelir.>
<Bir örnek olarak, bir imalatçının, eski değişmeyen sermayesinin bir bölümünü bizzat ürettiği ya da daha önce değişmeyen sermaye olarak hammaddenin, onun üretim alanı dışında, bir ikinci aşamadan geçtiği ve şimdi imalatçının kendisinin, bu hammaddeye ikinci biçimini verdiği
kombinasyon — bu, daha önce gösterildiği üzere,
her zaman kâr yoğunlaşmasına varır.
Birinci duruma bir örnek: Eğirmeyle dokunanın ilintilendirilmesi.
İkinciye örnek: Daha önce çok sayıda girişimci ve işletme sahibi arasında bölünmüş olan demir üretimi sürecinin
tamamen Birminghamlı maden sahiplerince devralınması.>
*
Ganilh sözü sürdürüyor:
“İşbölümü tüm dallarda yerleştirilmedikçe, emekçi sınıfların tümü ve çalışan nüfus, tam olarak gelişme sağlamadıkça, makinelerin icadı ve belli sanayilerde kullanılması, yalnızca sermayelerin ve makinelerin yerinden ettiği emekçilerin, yararlı bir biçimde çalıştırılabilecekleri, başka alanlara akmasına neden olur. Ama açıkça görülüyor ki, tüm istihdam alanları gereksindiği sermayeye ve emekçilere sahip olduğu zaman, her iyileştirme ve emekten tasarruf eden her yeni makine, çalışan nüfusu ister-istemez azaltır: Ve bu azaltma üretimi azaltmadığı için elde mevcut kalan bölüm ya sermayenin kârına, ya toprağın rantına eklenir; ve makinelerin doğal ve zorunlu sonucu brüt üründen geçinen ücretli sınıflar nüfusunun azalması ve net üründen geçinen sınıflar nüfusunun artmasıdır.” (agy, s. 212.) [sayfa 208]
||369| “Bir ülke nüfusunun işinden olması, sanayideki gelişmenin zorıunlu sunucu, (gönencin gerçek nedeni, modern halkların gücü ve uygarlığıdır. Toplumdaki alt sınıflar sayıca ne kadar fazla azalırsa, bu talihsiz sınıfların sıkıntısının, cehaletinin, safdilliğinin ve boşinanlarının yarattığı tehlikelere sürekli açık bulunan toplum, o tehlikelerden o kadar daha az rahatsız olma durumunda kalır; üst sınıflar ne kadar artarsa devlet emrinde daha fazla yurttaş olur, daha güçlü, daha muktedir duruma gelir, tüm toplum daha bilgili, daha zeki, daha uygar olur.” (agy, s. 213.)
<Say ürünün toplam değerini, aşağıdaki biçimde gelire indirger: Ricardo’nun, Constancio çevirisinde [
Principles kitabı], bölüm 26’da bir notta şöyle der:
“Bir bireyin net geliri, katkıda bulunduğu ürünün değeri ... eksi yaptığı harcamalar; ama yaptığı harcamalar, başkalarına ödediği gelir parçaları olduğuna göre, ürün değerinin tümü gelirleri ödemeye hizmet eder. Bir ulusun toplam geliri, onun brüt ürününden, yani üreticiler arasında dağıtılan tüm ürünlerinin brüt değerinden oluşur.”[70]
Son tümce şöyle söylenseydi doğru olurdu: Bir ulusun toplam geliri, brüt ürününün, yani her sanayi dalında üretim araçlarını yenileyen parçası çıktıktan sonra, gelir olarak üreticiler arasında dağıtılan tüm ürünlerin brüt değerinden oluşur. Ama böyle söylendiği zaman da tümce kendini yadsımış olur.
Say sözü sürdürüyor:
“Bu değer, birçok değişim ardından, onun doğumunu gören yılda tümüyle tüketilir; ama gene de ulusun geliridir; tıpkı 20.000 frank yıllık geliri olan birinin, her yıl o geliri tümüyle tüketmesine karşın gene de 20.000 frank geliri olması gibi. Onun geliri, yalnızca tasarruflarından oluşmaz.”
Onun tasarrufları, her zaman gelirlerinden oluşur ama, geliri hiçbir zaman tasarruflarından oluşmaz! Bir ulusun hem sermayesini hem gelirini yıllık olarak tüketebileceğim kanıtlamak için Say, o ulusu, sermayesine dokunmayan, her yıl yalnızca gelirini tüketen bir bireyle karşılaştırıyor. Eğer bu birey, tek bir yılın içinde hem 200.000 franklık sermayesini, hem 20.000 frank gelirini tüketseydi, ertesi yıl yiyecek hiçbir şey bulamazdı. Eğer bir ulusun tüm sermayesi, ve dolayısıyla ürünlerinin toplam br*üt değeri, gelirlerden oluşsaydı, Say haklı olurdu. Birey, 20.000 frank gelirini tüketir. Tüketmediği, 200.000 frank sermayesi başka bireylerin gelirinden oluşurdu, her biri kendi payını tüketirdi ve yılıri sonunda tüm sermaye tüketilmiş olurdu. Ama belki de bir yandah tüketilirken bir yandan da yeniden-üretilirdi ve böylece yenilenirdi, öyle mi? Ama sozkonusu birey her yıl 20.000 frank gelirini, 200.000 frank sermayesini
[sayfa 209] tüketmediği için yeniden-üretiyor. Ötekiler bu sermayeyi tükettiler. O zaman geliri yeniden-üretecek bir sermaye kalmadı.>
“Yalnızca net ürün” diyor Ganilh, “ve onu tüketenler, onun” (de l’Etat [Devletin]) “zenginliğini ve gücünü oluşturur ve onun gönencine, görkemine ve büyüklüğüne katkıda bulunur.” (agy, s. 218.)
Constantino’nun Ricardo [
Principles]
çevirisinde, bölüm XXVl’da Say’nin notlarından Ganilh sözetmeyi sürdürüyor; Ricardo, orada, eğer bir ülkede [yaşayanlar] 12 milyonsa, o insanlar için 5 milyon üretken işçinin çalışmasının, 7 milyon üretken işçi çalışmasından daha avantajlı olduğunu söylüyor. Birinci durumda, üretken olmayan 7 milyon kişi artı-ürünün oluşturduğu net üründen geçiniyor, ikincisinde 5 milyon kişi. Say, bu noktada şunu söylüyor:
“Bu, onsekizinci yüzyıl Ekonomistlerinin[71] öğretisine benziyor; onlar da imalatçıların, devletin zenginliğine hiçbir biçimde yardım etmediklerini, çünkü ücretliler sınıfının, ürettiğine eşit bir değeri tükettiği için ||370| şu ünlü net ürüne hiçbir katkısı olmadığını söylüyorlardı.”
Bu noktada Ganilh şu gözlemi yapıyor (s. 219-220):
“Ekonomistlerin, sanayi sınıfı, ürettiğine eşit bir değeri tüketir savı ile bay Ricardo’nun emekçilerin ücretleri devletin geliri içinde hesaba katılamaz öğretisi arasında herhangi bir bağlantı görmek kolay değildir.”
Ganilih burada da esas noktayı kaçırıyor. Ekonomistler, imalatçıları yalnızca
ücretliler sınıfı olarak görürken yanılıyorlardı. Onları Ricardo’dan ayıran budur. Ayrıca, ücretlilerin tükettikleri kadar ürettiklerini düşünürken de yanılıyorlardı. Ricardo’nun onların görüşüne karşıt olarak çok iyi bildiği şey, doğru görüş şu: net ürünü üretenler onlardır; üretiyorlar, çünkü, tüketimleri, yani ücretleri, çalıştıkları süreye eşit değil, ama bu ücreti üretmek için harcadıkları emek-zamamna eşit; yani üründen, yalnızca kendi zorunlu tüketimlerine eşit bir pay alıyorlar ya da kendi ürünlerinden yalnızca zorunlu tüketimlerine eşdeğer olacak kadarını alıyorlar. Ekonomistler tüm sanayi sınıfının (patronlar ve işçiler) bu durumda olduğumu kabul ediyorlardı. Onlar, yalnızca rantın, ücretler üzerinde bir fazlalık karakterinde olduğunu, bu yüzden de yalnızca rantın zenginlik olduğunu düşünüyorlardı. Ama Ricardo, bu fazlayı kârın ve rantın oluşturduğunu ye dolayısıyla tek zenginliği onların oluşturduğunu söylerken, fizyokratlardan ayrılmasına karşın, yalnızca net ürünün içinde artı-değerin varolduğu ürünün ulusal zenginliği oluşturduğu düşüncesinde fizyokratlarla görüş birliği yapmış oluyor; oysa bu fazlanın yapısını onlardan daha iyi kavramıştır. Onun gözünde de bu fazla, ücretleri aşan gelirin bir parçasıdır. Onu
[sayfa 210] Ekonomistlerden ayırdeden şey, net ürünü açıklayış biçimi değil, ücretleri açıklayış biçimidir; Ekonomistler kârları da yanlış bir biçimde ücretler kategorisine koyarlar.
Say ayrıca, Ricardo’ya karşıt olarak şunu da söylüyor:
“Tam olarak çalıştırılan yedi milyon işçiden, beş milyon işçiden sağlanacak olandan daha fazla tasarruf sağlanırdı.”
Ganilh bunu yadsırken, şu haklı gözlemi yapıyor:
“Bu, ücretlerden yapılacak tasarrufun, ücretlerin azaltılmasının sonucu olan tasarrufa yeğlendiğini varsaymaktır. ... Hiçbir net ürün vermeyen işçilere, ücretlerinden para biriktirme olanağını ve fırsatını sağlamak için, dörtyüz milyon ödemek pek de saçma olurdu.” (agy, s. 221.)
“Uygarlığın attığı her adımda, emek daha az yorucu, daha çok üretken hale gelir; üretmeye ve tüketmeye mahkum sınıflar küçülür; emeği yöneten, sıkıntısını azaltan (!), avunduran (!) ve tüm toplumu aydınlatan sınıflar çoğalır, sayıca artar ve emek maliyetinin azalmasının, ürün bolluğunun ve tüketim maddeleri ucuzluğunun sonucu ortaya çıkan tüm yararları derer. İnsan soyu, kendini böylelikle yükseltir. ... Alt sınıfların azalması ve üst sınıfların artması şeklindeki bu ileri götürücü eğilim nedeniyle sivil toplum daha gönenir, daha güçlenir” vb., (agy, s. 224.) “Eğer ... çalıştırılan işçi sayısı yedi milyonsa, ücretler bindörtyüz milyon olacaktır; ancak bin-dörtyüz milyon, beş milyon işçiye ödenecek bin milyondan daha fazla bir net ürün bırakmıyorsa, gerçek ekonomi, hiçbir net ürün bırakmayan iki milyon işçiye ödenen dörtyüz milyonu kaldırıp atıyor demektir ve bu iki milyon işçinin dörtyüz milyon ücretten yapabilecekleri tasarruftan da yoksundur.” (agy, s. 221.)
[
Principles’ında] bölüm XXVI’da Ricardo şu gözlemi yapar:
“Adam Smith, bir ülkenin geniş bir net gelir yerine, geniş bir brüt gelirden elde edeceği yararları sürekli abartır... Bir ülkenin büyük miktarda üretken emek çalıştırmasının, bu miktarda ya da daha az miktarda [işçi –ç.] çalıştırdığı zaman, net rant ve kârı birlikte aynı oluyorsa yararı nedir?” Bir ulus beş milyon kişinin daha geçimini sağlayan [belli bir -ç.] net gelir elde etmek için beş ya da yedi milyon kişiyi çalıştırsa “o beş milyonun yiyeceği ve giyeceği hâlâ net gelirdir. Daha fazla insan çalıştırılması ne ordumuza ya da donanmamıza bir kişi daha katmamıza olanak verir, ne bir guinea* daha fazla vergi katkısı yapar.” (agy, s. 215.) [72]
Bu bize, eski Almanları anımsatıyor; sırayla bir bölümü savaşır, bir bölümü toprağı eker-biçerdi. Toprağı ekmek için gereken en az insan sayısı azaldıkça, savaşabilenlerin sayısı daha fazla olurdu. Toprağı ekip-biçmek için eskiden 500 kişi yeterken, şimdi
[sayfa 211] 1.000 kişi gerekiyorsa, bunu üçte-bir artırarak, 1.000 kişiyi 1.500 kişiye yükseltmek bir yarar sağlamazdı. Öncesinde ve sonrasında, onlarsız da yapabilecekleri kuvvet 500 kişi olurdu. Öte yandan eğer emeklerinin üretkenliği arttıysa ve toprağı ekip-biçmek için 250 kişi yetiyorsa, 1.000 kişiden 750’si savaşa gidebilirdi; oysa karşıt durumda, yani emek üretkenliği düştüyse, 1.500 kişiden yalnızca 500’ü savaşa gidebilirdi.
Burada dikkat edilmesi gereken ilk nokta şu: Ricardo, net gelir ya da net ürün derken, toplam ürünün üretim aracı olarak, hammadde ya da araç-gereç olarak yenilenmesi için gereken parçanın üstündeki fazlayı kastetmiyor. Tam tersine, o da brüt ürünün brüt gelir olduğu yolundaki yanlış görüşü paylaşıyor. Net ürün ve net gelir derken, artı-değeri, toplam gelirin ücretlerin, yani emekçilerin gelirlerini oluşturan bölümünün üstündeki fazlayı kastediyor. Ne var ki, emekçinin bu geliri, değişen sermayeye, yani onun kendisinin tükettiği üretiminin parçası olarak sürekli tükettiği ve sürekli yeniden-ürettiği döner sermaye parçasına eşittir.
Eğer Ricardo kapitalistleri bütün bütün yararsız saymıyorsa yani onları üretimin etkeni olarak görüyorsa ve bunun sonucu olarak kârlarının bir kısmını ücretlere indirgiyorsa, onların gelirinin bir bölümünü net gelirden kesmek ve bütün bu kişilerin ancak, kârlarının olabilen en küçük parçası ücretlerini oluşturduğu ölçüde zenginliğe katkıda bulunduklarını ilan etmek zorundadır. Her ne ise, üretim etkeni olarak zamanlarının en azından bir bölümü,
fixture [oluşturan öğe] gibi, üretime aittir. Ve bu ölçüde toplumun ya da devletin başka amaçları için kullanılamazlar. Üretimin yöneticileri olma görevleri, onlara ne ölçüde serbest zaman bırakırsa, kârları, ücretlerinden o kadar bağımsızlaşır. Bunların tersine, yalnızca faizle geçinen kapitalistler ve rantla geçinen toprak sahipleri, kişi olarak bütün bütün [toplumun ve devletin] emrindedirler ve gelirlerinin hiçbir parçası –yalnızca o değerli kendilerini yeniden-üretmek için kullanılan parça dışında– üretimin maliyetine girmez. Keşke Ricardo, devletin yararı uğruna, rantın (saf net gelir) kâr aleyhine büyümesini de dilemiş olsaydı; ama hiç bu görüşte değil. Ve neden olmasın? Çünkü sermaye birikimini köstekler [ya da] üretken emekçiler aleyhine üretken olmayan emekçilerin sayısını artırır — ki bu da bir ölçüye kadar aynı şey demektir.
Ricardo, Adam Smith’in üretken emekle üretken-olmayan emek arasında ayrım yapma görüşünü, üretken emeğin doğrudan sermayeye, üretken-olmayan emeğin ise gelire karşılık değişildiği görüşünü paylaşır. Ama Smith’in üretken emekçilere karşı beslediği şefkati ve onlar hakkındaki yanılsamasını paylaşmıyor. Üretken
[sayfa 212] emekçi olmak bir talihsizlik. Üretken emekçi,
başkası için üreten emekçidir. Varlığı yalnızca, başkalarının zenginliği için üretimin bir aracı olarak anlam taşıyor. Bundan ötürü, eğer başkaları için aynı miktarda zenginlik daha az sayıda üretken emekçi tarafından yaratılabiliyorsa, o zaman bu üretken işçilerin hakkından gelmek doğrudur.
Vos, non vobis.
Ama yeri gelmişken söyleyelim, Ricardo, bu
hakkından gelme işini, Ganilh’in anladığı gibi –yani salt üretken emekçilerin hakkından gelerek gelirin artacağını ve
eskiden değişen sermaye olarak (yani ücretler biçiminde)
tüketilenin o zaman
gelir olarak tüketilebileceğini– anlamaz. Üretken işçi sayısının azalmasıyla birlikte, işten çıkarılanların bizzat üretip bizzat tükettikleri ürün –eşdeğerleri– miktarı da ortadan kalkar. Ricardo, Ganilh’in tersine, eskisi kadar, aynı miktarda ürün üretildiğini kabul etmez; aynı miktarda net ürün üretildiğini kabul eder. Eğer emekçiler 200 tükettilerse ve fazlaları 100 idiyse, toplam ürün 300, ve fazla üçte-bir = 100’dür. Eğer emekçiler 100 tüketir ve fazlaları, eskisi gibi gene 100 ise, toplam ürün 200 ve fazla yarım = 100’dür. Toplam ürün üçte-bir ölçüsünde, işten çıkarılan 100 işçinin tükettiği ürün miktarınca düşmüş ve net ürün ||372|
aynı kalmıştır; çünkü 200/2 = 300/3’tür. Bu nedenle Ricardo açısından, brüt ürün miktarı önemli değildir; yeter ki, brüt ürünün net ürünü oluşturan parçası aynı kalsın ya da artsın, ama azalmasın. O nedenle şöyle der:
[73]
“20.000 lira sermayesi olan, yılda 2.000 lira kâr elde eden bir birey için sermayesinin yüz kişi mi, bin kişi mi çalıştırdığı, üretilen metanın 10.000 liraya mı yoksa 20.000 liraya mı satıldığı pek farketmez; yeter ki, hangi durumda olursa olsun, onun kârı 2.000 liranın altına düşmesin. Ulusun gerçek çıkarı da benzer değil mi?” [74] |VIII-372||
||IX-377| Ricardo’daki bölüm (bölüm XXVI) şöyle sürüyor:
“Adam Smith, bir ülkenin yüksek bir net gelir yerine yüksek bir brüt gelirden sağladığı yararlan sürekli abartır” (çünkü, der Adam, “harekete geçirdiği üretken emek miktarı daha büyük olacaktır”) ... “Bir ülke, daha fazla ya da daha az miktarda üretken emek çalıştırdığı zaman toplam net rant ve kârı aynı kalıyorsa, daha fazla üretken emekçi çalıştırmasının yararı olmaz.”
(Tabii bu, daha fazla miktarda emek tarafından üretilen artı-değer, daha az miktarda emek tarafından üretilenin aynı ise,
[sayfa 213] demekten başka bir şey değildir. Ama bu da, düşük bir artı-emek oranında daha çok sayıda emekçi çalıştırmak ile daha yüksek bir artı-emek oranında daha az sayıda emekçi çalıştırmak bir ülke için farketmez, aynıdır, demekten başka bir anlam taşımaz,
n x 1/2, 2
n x 1/4 kadardır; burada
n [emekçilerin] sayısını, 1/2 ve 1/4 ise artı-emeği temsil eder. Bu haliyle “üretken emekçi”, artı-değer üretimi için bir aletten başka bir şey değildir ve sonuç aynı ise, bu “üretken emekçiler”in sayıca çok oluşu,
a nuisance [
bir başağrısı]
olur.)
“20.000 lira sermayesi olan, yılda 2.000 lira kâr elde eden bir birey için, sermayesinin yüz kişi mi, bin kişi mi çalıştırdığı, üretilen metanın 10.000 liraya mı yoksa 20.000 liraya mı satıldığı pek farketmez; yeter ki, hangi durumda olursa olsun, onun kârı 2.000 liranın altına düşmesin.”
(Bunun anlamı, biraz ardından gelen parçada apaçık göründüğü gibi, pek bayağıdır. Örneğin her yıl 20.000 pound kullanan ve mahzeninde 12.000 poundluk şarap
-ç.]
bulunan, 8.000 pound[luk şarabı
-ç.]
10.000 pounda satan bir şarap tüccarı pek az kişiyi çalıştırır ve %10 kâr eder, vb.. Ve sonra haydi bankaya!)
“Ulusun gerçek çıkarı da benzer değil mi? Yeter ki net gerçek geliri, ister rant ister kâr, aynı olsun; ulus on ya da oniki milyon kişiden oluşmuş, hiçbir önemi yoktur. O ulusun, donanmaları ve orduları ve üretken olmayan emeğin her türünü” (bu parça, başka noktaların yanısıra, Adam Smith’in üretken olan ve olmayan emek görüşünü Ricardo’nun paylaştığım, ancak Smith’in üretken emekçi konusunda bazı yanılsamalardan kaynaklanan şefkatine artık katılmadığını gösteriyor) “destekleme gücünün, brüt geliriyle değil, net geliriyle orantılı olması gerekir. Eğer beş milyon kişi, on milyon kişi için gerekli olan kadar gıda ve giyecek üretebiliyorsa, beş milyon kişi için [üretilen -ç.] gıda ve giyecek net gelir olur. Bu aynı net geliri üretmek için yedi milyon kişiye gerek olması, yani oniki milyon kişi için yeterli olacak miktarda gıda ve giyeceği üretmek üzere yedi milyonun çalıştırılması, bir ülkenin herhangi bir biçimde çıkarma olur mu? Beş milyonun [gereksindiği -ç.] gıda ve giyecek, hâlâ net gelirdir. Daha çok sayıda insanı çalıştırmak ne ordumuza ya da donanmamıza bir kişi daha katmamıza olanak verir, ne bir guinea daha fazla vergi katkısı yapar.” (Ricardo, On the Principles of Political Economy, and Taxation, 3. baskı, Londra 1821, s. 415-417.)
Bir ülke, üretken gücü, toplam ürüne
göre ne kadar küçük olursa o kadar daha zengindir; tıpkı kapitalist birey için olduğu gibi: aynı fazlayı üretmek için ne kadar daha az emekçiye gereksinim duyarsa onun için o kadar iyidir. Ürün miktarı aynı kalmak üzere, üretken nüfus, üretken olmayan nüfusa göre ne kadar küçük olursa, o ülke o kadar daha zengindir. Çünkü üretken nüfusun rakam
[sayfa 214] olarak göreli azlığı, emeğin üretkenliğinin göreli derecesini bir başka biçimde ifade etmektir.
Bir yandan, metaların üretimi için gerekli emek-zamanını yok denecek bir en aza ve dolayısıyla ürün miktarıyla
ilintili olarak üretken nüfusun sayısını indirmek, sermayenin eğilimidir; ancak öte; yandan, [kapitalist üretim biçimi
-ç.]
biriktirme, kârı sermayeye dönüştürme, başkalarının olabilen en çok miktardaki emeğini sahiplenme biçimindeki karşıt eğilimi de içinde taşır. Gerekli emeğin normunu indirmeye, ama o normda, olabilecek en çok sayıda üretken emeği çalıştırmaya gayret eder. Ürünlerin nüfusa oram, bunda pek fark yaratmaz. Buğday ve pamuk, şarap, elmas vb. karşılığında değişilebilir ||378| ya da emekçiler, (tüketilebilir) Ürünlere (demiryolu yapımı vb. gibi) doğrudan hiçbir şey katmayan üretken çalışmada kullanılabilir.
Eğer bir buluş sonucu, bir kapitalist, daha önce 20.000 pound kullandığı işinde, şimdi 10.000 pound yeterli olduğu için, o kadar kullanırsa ve bu miktar %10 yerine %20 getirirse, yani daha önce 20.000 poundun getirdiği kadar getirirse, bu onun 10.000 poundu eskisi gibi sermaye olarak kullanmak yerine, gelir olarak harcamasını gerektirmez. (Gerçekte, yalnızca devlet borçları konusunda, sermayenin doğrudan gelire dönüşmesinden sözedebiliriz.) Parasını başka yere yatırabilir; ve ek olarak, kârının bir bölümünü de sermayeleştirebilir.
Gerçek yaşamdaki karşıtlığın aynısını, ekonomistler (bir bakıma Ricardo da dahil) arasında da görürüz. Makine, işçileri yerinden eder ve net geliri (özellikle Ricardo’nun burada her zaman net gelir dediği şeyi — içinde gelirin tüketildiği ürün miktarım) artırır; emekçilerin sayısını azaltır, ürünü artırır (ki bu ürünlerin bir bölümü üretken olmayan emekçiler tarafından tüketilir, bir bölümü yurtdışında değişime girer, vb.). Demek bu arzulanır bir şey. Ama hayır. Bu durumda, makinenin, emekçileri ekmeğinden etmediği gösterilmelidir. Peki bu nasıl gösterilecek? Bir şok (ki, herhalde, doğrudan etkisi altında kalan nüfus kesimi ona herhangi bir direnç gösterememiştir) etkisinden sonra, makinenin yeniden, onun işe sokulmasından öncesine göre, daha çok insanı çalıştıracağı — ve bir kez daha “üretken emekçiler”in sayısını artıracağı ve eski oransızlığı düzelteceği gerçeğiyle gösterilecektir.
Gerçekte olan budur. Ve emeğin giderek artan üretkenliğine karşın, örneğin eğer, sermaye eşzamanlı olarak yoğunlaştırılırsa, emekçi nüfus, kendisiyle birlikte büyüyen ve daha hızlı büyüyen ürüne oranla değil ama, [toplam nüfusa] oranla sürekli büyüyebilir ve üretken sınıfları oluşturanların eski parçaları giderek proletaryanın
[sayfa 215] saflarına katılır. Küçük bir kısmı da orta sınıfa yükselir. Ancak üretken olmayan sınıflar, kullanılabilir yeterince gıda bulun maması için gerekeni yaparlar. Kârın sürekli olarak yeniden sermayeye dönüştürülmesi, aynı döngüyü, her zaman daha geniş bir temelde yineler.
Ve Ricardo’nun birikime gösterdiği özen, birikimin aracı olarak ateşli bir hayranlık beslediği net kâra gösterdiği özenden bile fazladır. Emekçilere verdiği çelişik öğütlerle avundurucu ifadeleri de bundan ileri gelir. Sermaye birikimine en çok ilgi duyanlar onlardır, çünkü işçilere olan talep gerçekte buna bağlıdır. Eğer bu talep artarsa, emeğin fiyatı da artar. Bu nedenle işçilerin kendileri ücretlerin indirilmesini istemelidirler; öyle ki, onlardan çekilen ek-fazla, sermaye tarafından süzülerek bir kez daha, yeni emek ve ücret artışı için onlara geri döndürülsün. Ne var ki, bu ücret artışı kötüdür, çünkü birikimi engeller. Bir yandan çocuk yapmamalıdırlar. Bu emek arzında bir düşüşe yolaçar ve böylece emeğin fiyatı artar. Ama bu artış, birikim hızını azaltır ve onlara olan talep de azalır ve emeğin fiyatını aşağı çeker. Hatta sermaye, emek arzının azalışından daha hızlı biçimde ve onunla birlikte azalır. Eğer çocuk yaparlarsa, o zaman kendi arzlarını artırmış olurlar ve emeğin fiyatını düşürürler; böylece kâr oranı artar ve onunla birlikte sermaye birikimi. Ama emekçi nüfus, sermayenin birikim hızıyla aynı derecede artmalıdır; başka deyişle, emekçi nüfus tam da kapitalistin gereksindiği sayıda orada hazır olmalıdır — ki zaten o da bunu yapıyor.
Mösyö Ganilh, net ürün için beslediği saygıda pek de o kadar tutarlı değil. Say’den şu alıntıyı yapıyor:
“Hiç kuşkum yok (...) ki köle emeğinde, tüketimin üzerindeki ürün fazlası, özgür bir adamın emeğindekinden daha fazladır. ... Köle çalışmasının sınırı yoktur, sınır kapasitesidir. ... Köle” (ve özgür işçi de öyle) “sınırsız bir gereksinim için, efendisinin açgözlülüğü için çalışır.” (Say, 1. baskı, s. 215, 216.)
||379| Bu nokta üzerinde Ganilh şu gözlemi yapar:
“Özgür emekçi, köleden daha fazla tüketip daha az üretmez. ... Her tüketim, onu ödemek üzere bir eşdeğerinin üretildiğini varsayar. Eğer özgür emekçi, köleden daha fazla tüketiyorsa, onun emeğinin ürünleri, köle emeğininkinden daha önemli olmak gerekir.”’ (Ganilh, c. I, s. 234.)
Sanki ücretin büyüklüğü yalnızca emekçinin üretkenliğine bağlıymış da belli bir üretkenlikte, ürünün emekçiyle patron arasında bölüşümüne bağlı değilmiş gibi.
“Biliyorum” diye sürdürüyor sözünü, “kölenin aleyhine efendisinin sağladığı tasarrufun” (her şey bir yana, demek ki, kölenin ücretinden [sayfa 216] yapılan tasarrufu da varmış) “efendinin kişisel giderlerini artırmaya yarayacağı, biraz daha haklı olarak söylenecektir, Ancak, az sayıda bireyin aşırı ölçüde varlık sahibi olmasındansa toplumun tüm sınıflarının gönenç içinde bulunması, genel zenginliğin daha yararınadır.” (s, 234-235.)
Bu, net ürünle nasıl uyuşur? Ve işte bu yüzden Mösyö Ganilh, liberal tiradını hemen geri çeker (
agy, s. 236-237). Sömürgeler için zenci köleliği ister. Buradaki özgür emekçilerin köle olduklarını, yalnızca, kapitalistler, mülk sahipleri ve onların hizmetinde çalışanlar için net ürün üretmek üzere varolduklarını kavradığı için, köleliğin Avrupa’ya yeniden getirilmesini istemeyişi ölçüsünde liberaldir.
“O” (Quesnay) “ücretli sınıfların tasarruflarının, sermayeyi artırma özelliği olduğunu kesinlikle yadsır; bunun nedeni olarak da, bu sınıfların herhangi bir tasarruf yapma olanakları bulunmadığını, ve eğer bir fazlaya, bir artığa sahip olmuşlarsa bunun ancak toplum ekonomisindeki bir hatadan ya da düzensizlikten ileri gelebileceğini ileri sürer.” (agy, s. 274.)
Ganilh, kanıt olarak Quesnay’den aşağıdaki parçayı anıyor:
“Eğer kısır sınıf, nakit parasını artırmak için tasarruf yaparsa ... emeği ve kazancı, aynı oranda azalacak ve bozulup tükenecektir.” (Physiocratie, s. 321.)
Eşek! Quesnay’yi anlamıyor.
Mösyö Ganilh dilinin altındaki baklayı şu paragrafta çıkarıyor:
“(Ücretler) ne kadar fazlaysa, toplumun geliri o kadar azdır” (toplum onlara dayanır, ama onların toplumda dayanakları yoktur) “ve hükümetler tüm yetkilerini [ücret] miktarını azaltmaya harcamalıdırlar. ... İçinde yaşadığımız aydınlık çağa yaraşır ... bir görev.” (c. II, s. 24.)
Üretken emek ve üretken-olmayan emek konusunda daha hâlâ kısaca ele alınması gereken
Lauderdale (Brougham’m yavan jestlerini ondan sonra incelemeye değmez), (Ferrier?),
Tocqueville, Storch, Senior ve
Rossi var.
[10.] Gelirin ve Sermayenin Değişimi [Toplam Yıllık Ürün Miktarının
Yenilenmesi: (a) Gelirin Gelir ile Değişimi; (b) Gelirin Sermaye ile
Değişimi; (c) Sermayenin Sermaye ile Değişimi]
{Ayırdedilecek: 1.
Gelirin yeni sermayeye dönüştürülen parçası; yani kârın yeniden sermayeye katılan parçası. Bunu, burada tamamen konu dışında bırakıyoruz — birikim kesimine aittir. 2. Üretim sırasında tüketilen sermaye ile değişilen gelir; böylelikle, bu
[sayfa 217] değişim sonucu yeni bir sermaye oluşturulmadı, ama eski sermaye yerine geri kondu— tek sözcükle eski sermaye korundu. Bu çerçevede, şimdiki araştırmamızda, yeni sermayeye dönüştürülen gelir parçası sıfıra eşit oluyor; konuyu, sanki gelirin tümü ya gelirmiş ya tüketilen sermayeymiş gibi ele alabiliriz.
Bu durumda yıllık ürünün tamamı iki parçaya bölünüyor: Bir parça gelir olarak tüketiliyor, öteki parça, tüketilen değişmeyen sermayeyi,
in natura [ürün olarak] yeniliyor.
Örneğin keten bezi üreticileri, ürünlerinin –keten bezinin– ücretler ve kârlarını temsil eden parçasını, yani gelirlerinin bir bölümünü, çiftçilerin kâr ve ücretlerinin bir bölümünü temsil eden ||380| tahılla değiştikleri zaman, gelir, gelirle değişilmiş olur. Burada keten beziyle tahıl değişilmiştir; bu iki ürün de bireysel tüketime girmektedir — keten bezi biçimindeki gelir, tahıl biçimindeki gelirle değişilmiştir. Bunda kesinlikle hiçbir güçlük yok. Eğer tüketilebilen ürünler, gereksinime uygun oranlarda üretilirse — ki kuşkusuz bu, aynı zamanda, onların üretimi için gereken toplumsal emek oranlarının da gereken oranlara uygun dağıtılmış olduğu anlamına gelir (kuşkusuz durum hiçbir zaman böyle olmaz; sürekli sapmalar, oran dengesizlikleri ortaya çıkar ve bunlar ayarlanır; ama bu öyledir ki, sürekli ayarlama hareketi, sürekli bir oran dengesizliği olduğu varsayımına dayanır), evet, tüketilebilen ürünler, gereksinime uygun oranlarda üretilirse, o zaman, örneğin keten bezi biçimindeki gelir, bir tüketim maddesi olarak tam gereksinilen miktarda mevcut demektir; bu çerçevede başka üreticilerin tüketim maddeleriyle değişilir. Keten bezi üreticisinin, tahıl, vb. olarak tükettiğini, çiftçiler ve başkaları keten bezi olarak tüketir. Keten bezi üreticisinin başka metalar (tüketim maddeleri) karşılığında değiştiği gelirini temsil eden ürün parçası değişimde, öteki metaların üreticileri tarafından bir tüketim maddesi olarak alınmıştır. Başkalarının ürününden onun tükettiğini, başkaları onun ürününden tüketir.
Geçerken şunu belirtmeli ki, herhangi bir ürün için, toplumsal bakımdan gerekli olandan daha fazla gerekli emek-zamanı istihdam edilmemesi –başka deyişle, bu ürünün üretimi için ortalama olarak gerekenden daha fazla emek harcanmaması– olgusu, gerekli emek-zamanının en az miktarını sürekli olarak indiren kapitalist üretimin sonucudur. Ama bunu yapabilmek için sürekli olarak artan ölçeklerde üretmek zorundadır.
Eğer 1 yarda keten bezi 1 saate maloluyorsa ve bu da o toplumun 1 yarda keten bezi gereksinimini karşılamak üzere harcaması gerekli emek-zamanı ise, bundan, diyelim 12 milyon yarda
[sayfa 218] üretildiyse –yani 12 milyon emek saati ya da aynı şey demek olan 1 milyon işgünü– bir milyon emekçinin keten bezi dokumacısı olarak çalıştırıldığı toplumun, böyle bir emek-zamanını, “zorunlu olarak” keten bezi dokumacılığında çalıştırma [gereğini duyduğu] anlamı hiçbir zaman çıkmaz. Eğer gerekli emek-zamanı belliyse ve dolayısıyla bir günde üretilebilecek keten bezi miktarı biliniyorsa, soru, böyle kaç günün, keten bezi üretiminde kullanılacağı sorusudur. Belli bir ürünün tümü için, diyelim bir yılda kullanılan emek-zamanı, falanca kullanım-değerinin belli miktarının –örneğin 1 yarda keten bezi (diyelim 1 günlük emeğe eşit olsun)– toplam olarak kullanılan işgünü sayısıyla çarpımına eşittir. Gerçi ürünün her bir parçası, üretimi için gereken kadar emek-zamanını içeriyor olabilir ya da kullanılan emek-zamanının her parçası, toplam ürünün o parçaya denk düşen bölümünü üretmek için gerekli olmuş olabilir, ama gene de belli bir üretim dalında kullanılan toplam emek-zamanı miktarı, toplam toplumsal emeğe göre, doğru oranın altında ya da üstünde belirebilir.
Bu noktadan, gerekli emek-zamanı bir başka anlam kazanır. Soru, gerekli emek-zamanının çeşitli üretim dalları arasında ne miktarlarda dağıtıldığı sorusudur. Bu dağılımı rekabet, hem sürekli olarak düzene sokar, hem sürekli olarak o düzeni bozar. Eğer bir üretim alanında çok fazla miktarda emek-zamanı kullanılmış ise, sanki doğru miktar kullanılmış gibi bir eşdeğer ödenir. Toplam ürün –başka deyişle toplam ürünün değeri– bu durumda içerdiği emek-zamanına eşit değildir, ama, toplam ürün öteki alanlardaki üretime göre orantılı olsaydı, ne kadar emek-zamanı kullanılacak idiyse, işte toplam o doğru oranlı emek-zamanına eşittir. Ama toplam ürünün fiyatı değerinin altına ne ölçüde düşerse, her bir parçasının fiyatı da o ölçüde düşer. Eğer 4.000 yarda keten bezi yerine 6.000 yarda üretildiyse ve eğer 6,000 yardanın değeri 12.000 şilin ise, ürün 8.000 şiline satılır. Her bir yardanın fiyatı, 2 yerine I
1/
3 şilin olur — değerinin üçte-bir altında. Bu bakımdan, bir yardayı üretmek için 1/3 daha fazla emek kullanılmış gibi olur. Metanın kullanım-değeri taşıdığı varsayılırsa, fiyatının, değerinin altına düşmesi, her ne kadar ürünün her bir parçası yalnızca toplumsal bakımdan gerekli emek-zamanına malolduysa da (burada üretim koşullarının değişmediği varsayılıyor) bu üretim dalında fuzuli –gereğinden fazla– toplam toplumsal emek harcanmış olduğunu gösterir.
Üretim koşullarının değişmesi sonucu, metanın göreli değerinin düşmesi, tamamen farklı bir şeydir; ||38l| pazarda bulunan şu keten bezi 2 şiline malolmuştur, örneğin 1 günlük emeğe eşittir. Ama her gün 1 şiline yeniden-üretilebilir. Değer, üretici bireyin
[sayfa 219] kullandığı emek-zamanına göre değil de toplumsal bakımdan gerekli emek-zamanına göre belirlendiği için, üreticinin bir yarda bezi üretmek için harcadığı bir gün, şimdi yalnızca toplumsal bakımdan belirlenen günün yarısı kadardır. Bir yardasının fiyatının 2 şilinden 1 şiline –yani fiyatın, ona
malolan değerin altına– düşmesi, yalnızca üretimin koşullarında, yani gerekli emek-zamanının kendisinde değişiklik olduğunu gösterir. Öte yandan, keten bezinin üretim maliyeti aynı kalırken –paranın malzemesi olan altın dışındaki, ya da hatta buğday, bakır vb. gibi, kısacası keten bezini oluşturan tamamlayıcı parçalar arasında yeralmayan mallar dışındaki– tüm öteki mallarınki artarsa, o zaman, bir yarda keten bezi, eskisi gibi gene 2 şiline eşit olacaktı. Keten bezinin
fiyatı düşmeyecek, ama buğday, bakır vb. ile ifade edilen göreli değeri düşecekti.
Tüketimlik metalar üreten bir üretim dalındaki gelirin, bir başka üretim dalının gelirini tüketmeye harcanan parçasıyla ilgili olarak, (üretim doğru
oranda tutulduğu sürece) talep, kendi arzına eşittir denebilir. Sanki her üretim dalı, kendi gelirinin o parçasını tüketmiş gibidir. Burada metanın yalnızca biçimsel bir başkalaşımı sözkonusudur: M–P–M’. Keten bezi – Para – Buğday.
Burada birbiriyle değişilen metaların her ikisi de yıl içindeki yeni katma-emeğin bir bölümünü temsil ediyor. Ama her şeyden önce, apaçık ortada olan şu ki, –iki üreticinin, kendi ürünlerinde geliri temsil eden parçayı, birbirinin ürününü alarak tükettikleri– bu değişim, ancak tüketimlik maddeler, doğrudan bireysel tüketime giden maddeler ve dolayısıyla gelirin gelir olarak tüketilebileceği maddeler üreten üretim dalları arasında gerçekleşir. İkincisi, şu da çok açık: Ürünlerin değişiminin yalnızca
bu bölümü ile ilgili olarak, üreticinin arzı, tüketmek istediği öteki ürünlere dönük talebine eşittir. Gerçekte burada sözkonusu olan, yalnızca basit bir meta değişimidir. Üretici, kendi geçim araçlarını bizzat üretmek yerine, kendisinin geçim araçlarını üreten bir başkasının geçim araçlarını üretir. Burada gelirin sermayeyle herhangi bir ilişkisi sözkonusu değildir. Tüketimlik malların bir biçimindeki gelir, tüketimlik malların farklı bir biçimindeki gelirle değişilmekte ve sonuç olarak, tüketimlik maddeler, tüketimlik maddelerle değişilmiş olmaktadır. Değişim sürecini belirleyen şey, iki durumda da gelir olmaları değil, iki durumda da tüketimlik mallar olmalarıdır. Onların gelir olarak biçimsel belirlenimleri, burada hiçbir rol oynamaz. Bu, birbiriyle
[sayfa 220] değişilebilen metaların, her ikisi de bireysel tüketime giden metaların kullanım-değerinde kendini gösterir; ama o zaman da tüketimlik maddelerin bir kısmının, tüketim maddelerinin bir başka kısmıyla değişilmesinden daha fazla bir anlam ifade etmez.
Gelirin biçimi, ancak sermayenin biçimiyle karşı karşıya geldiği yerlerde araya girer ya da kendini belli eder. Ama o durumda bile, Say’nin ve öteki sıradan ekonomistlerin öne sürdükleri sav, yani eğer A, kendi keten bezini –yani kendi keten bezinin gelir olarak tüketmek istediği bölümünü–, B, C vb. çok az buğday, et vb. ürettiği için, satamadığı ya da daha düşük fiyattan sattığı savı doğru değildir. Bunları yeter miktarda üretmemiş oldukları için olabilir. Ama A çok fazla keten bezi ürettiği için de olabilir. Çünkü B, C vb., A’nın keten bezini satın almak üzere yeter miktarda buğdaya vb. sahip oldukları halde gene de satın almıyorlarsa, bu, yalnızca belli bir miktar keten bezi
tükettikleri içindir. Ya da A, onların toplam olarak giysi malzemesine harcayabilecekleri gelir parçasından daha fazla keten bezi ürettiği için de olabilir — yani, mutlak olarak, herkes kendi ürününün yalnızca belli bir parçasını gelir olarak harcayabilir; ve A’nın keten bezi üretimi, varolan toplam gelirden daha büyük bir geliri varsaymış olabilir. Bu çerçevede, sorun, yalnızca gelirin gelirle değişilmesiyken,
bu değişimin, yalnızca gereksinimleri karşılamak için olduğunu, değişim-değerindeki gibi miktarla ilgili olmadığını unutarak, istenen şeyin, ürünün kullanım-değeri olmadığını, ama bu kullanım-değerinin miktarı olduğunu savlamak gülünçtür.
Bununla birlikte, herkes, bir malın büyük bir miktarını, küçük bir miktarına yeğler. Eğer bunun güçlüğü gidereceği sanılıyorsa ||382| o zaman, keten bezi üreticisinin, öteki tüketim maddelerine karşılık olarak keten bezini değişmek varken, bunları
en masse [yığın halinde] yığdığını ve fazla keten bezindeki gelirinin bir bölümünü kullanmak için basit bir yolu seçmediğini anlamak kesinlikle olanaklı değildir. Gelirini, keten bezi biçiminden başka biçimlere niye dönüştürür? Çünkü keten bezi gereksinimi dışındaki başka türlü gereksinimlerini karşılamak zorundadır. Kendisi, keten bezinin neden yalnızca belli bir miktarını tüketir? Çünkü onun için, keton bezinin ancak belli bir miktarı kullanım-değerine sahiptir. Aynı şey B, C vb. için de geçerlidir. Eğer B şarap, C kitap ve D ayna satıyorsa, her biri gelirinin fazlasını keten bezi yerine, kendi ürünü –şarap, kitap, ayna– türünden tüketmeyi yeğleyebilir. Demek ki, çok az şarap, kitap ve ayna üretildiği için, A’nın keten bezi biçimindeki gelirini şaraba, kitaba ve aynaya zorunlu olarak dönüştüremediği (ya da değerinden dönüştüremediği) söylenemez.
[sayfa 221] Ancak daha da gülüncü, gelirin gelirle bu değişimini –metaların değişiminin bu türünü– meta değişiminin tamamı diye ileri sürmektir.
Şimdi, böylelikle ürünün bir bölümünü elden çıkarmış oluyoruz. Tüketimlik ürünlerin bir bölümü, bu ürünlerin üreticileri arasında el değiştiriyor. Her biri gelirinin (kâr ve ücretler) bir bölümünü, kendi tüketimlik ürününe değil, başkasının tüketimlik ürününe harcıyor; gerçekte bunu, ancak bir başkası da kendi ürünü yerine, başkasının ürününü tükettiği bir karşılıklılığın sözkonusu olduğu ölçüde yapabilir. Her biri tüketimlik ürününün, kendi gelirini temsil eden bölümünü tüketmiş olsaydı, aynı şey olurdu.
Ürünlerin geri kalan bölümünde ise ilişkiler daha da karmaşıklaşır; değişime giren metaların birbiri karşısına yalnızca gelir olarak değil, bir yandan gelir ve öte yandan sermaye olarak çıktığı alan da budur.
Önce bir ayrım yapılması gerekiyor. Üretimin tüm dallarında toplam ürünün bir bölümü geliri, (yıl içindeki) katma-emeği, kâr ve ücretleri temsil eder. (Rant, faiz, vb., kârın parçalarıdır; devletin hiçbir işe yaramayanlarının geliri kârın ye ücretlerin bir parçasıdır; üretken olmayan öteki emekçilerin, üretken olmayan çalışmalarıyla satın aldıkları gelirleri, kârın ve ücretin parçalarıdır — bu yüzden de kâr ve ücret olarak varolan ürünü artırmaz, yalnızca onun ne kadarını onların, ne kadarını işçiler ve kapitalistlerin tüketeceğini belirler.) Ancak, üretim alanlarının yalnızca bir kesiminde, geliri temsil eden parça, gelire doğrudan
in natura [ürün olarak] girebilir ya da gelir olarak
kullanım-değeri biçimiyle tüketilebilir.
Yalnızca üretim araçlarını temsil eden ürünlerin bütünü,
in natura [ürün olarak], gelir olarak dolayımsız biçimde tüketilemez, yalnızca
değeri tüketilebilir. Üretim aracı, doğrudan tüketimlik maddeler üreten üretim alanlarında tüketilmelidir. Üretim aracının bir parçası, doğrudan tüketim maddesi olabilir — nasıl kullanıldığına bakarak biri ya da ötekisi olabilir: örneğin, at, araba, vb.. Doğrudan tüketim maddesi olanların bir bölümü üretim aracı olabilir; örneğin alkollü içkiler için tahıl, tohumluk için buğday, vb.. Tüketim maddelerinin hemen hemen tümü, üretim sürecine, tüketimin atıkları gibi yeniden girebilir; örneğin, eskimiş, parçalanmış keten bezi paçavraları kağıt hammaddesine döndürülebilir. Ama keten bezini hiç kimse paçavra haline gelsin de kağıdın hammaddesi olsun diye üretmez. Bu biçimini, keten bezi dokumacısının ürünü olarak tüketime girdikten sonra alır. Bu tüketimin yalnızca atığı olarak, tüketim sürecinin artığı ve ürünü olarak yeni bir üretim dalına, bu kez üretim aracı olarak gider. Bu nedenle, bu
[sayfa 222] durum, burada konu dışıdır.
Öyleyse, tümbölen parçası geliri temsil eden ürünler, kendi üreticileri tarafından kullanım-değeri olarak değil değer olarak tüketilebilirler (öyle ki, onu tüketmek için, örneğin makinelerinin ücretleri ve kârı temsil eden parçasını satmaları gerekir, [çünkü] bir makine olarak onunla herhangi bir bireysel gereksinimi doğrudan karşılayamazlar) — [bu ürünler] öteki ürünlerin üreticilerince de tüketilemez, onların bireysel tüketimine giremez, ve dolayısıyla, gelirlerini harcadıkları ürünlerin parçası olamaz, çünkü bu, bu metaların kullanım-değeriyle çelişki yaratırdı: bu ürünlerin kullanım-değeri doğası gereği bireysel tüketimi
dışlar. Tüketilemeyen bu ürünlerin üreticileri, işte bu nedenle, yalnızca
değişim-değerini tüketebilirler; başka deyişle, parasını tüketimlik metalara yeniden dönüştürebilmek için, önce bu ürünleri paraya dönüştürmelidirler. Ama bunları kime satacaklar? ||383| Bireysel olarak tüketilemeyen öteki ürünlerin üreticilerine mi? Bu durumda, tüketilemeyen bir ürünün yerine yalnızca bir başkasını koymuş olurlar. Ne var ki, ürünlerinin bu parçasının, gelirlerini oluşturduğu varsayılmaktadır; değerini tüketimlik maddelere harcamak üzere bu ürünleri satacakları varsayılmaktadır. Bu nedenle, bu ürünleri ancak bireysel olarak tüketilebilen ürünlerin üreticilerine satabilirler.
Metaların değişiminin bu parçası, bir kişinin sermayesinin bir başkasının geliriyle ve birinin gelirinin bir başkasının sermayesiyle değişimini temsil eder. Tüketimlik ürünler üreticisinin toplam ürününün yalnızca bir parçası geliri temsil eder; öteki parçası değişmeyen sermayeyi temsil eder. Bu ikinci parçayı, o ne kendisi tüketebilir, ne de başkalarının yaptığı tüketimlik maddelere karşılık değişebilir. Ne ürünün bu parçasının kullanım-değerini
in natura [ürün olarak] tüketebilir, ne öteki tüketimlik ürünler ile değişerek onun değerini tüketebilir. Tam tersine, onu yeniden, değişmeyen sermayesinin doğal öğelerine dönüştürmesi gerekir. Ürününün bu parçasını
sınai olarak tüketmelidir, yani üretim aracı olarak kullanmalıdır. Ama kullanım-değeri halinde, onun bu ürünü yalnızca bireysel tüketime girebilir; bu nedenle bu ürünü
in natura [ürün olarak] kendi üretim öğelerine dönüştüremez. Ürünün kullanım-değeri,
bireysel tüketimi dışlamaktadır. Bu nedenle kendi ürününü üretmesi için gereksindiği öğelerin üreticilerine [onu satarak] yalnızca
değerini sınai olarak tüketebilir. Ürününün bu parçasını ne
in natura [ürün olarak] tüketebilir, ne onu bireysel olarak tüketilebilen öteki ürünler için satarak, değerini tüketebilir. Bu parça onun gelirine pek giremediği için, bireysel olarak tüketilebilen öteki ürünlerin üreticilerinin geliriyle değişilerek de yerine geri
[sayfa 223] konamaz; eğer ürününün bu parçasını onların ürününe karşılık değişerek
tüketseydi ancak o zaman olabilirdi, ki bu da zaten olamaz. Ama ürününün, gelir olarak tüketebileceği parçası gibi bu parçası da kullanım-değeri biçimiyle ancak gelir olarak tüketilebileceği, bireysel tüketime girmesi gerektiği ve sermayeyi yenileyemeyeceği için tüketilemez ürünler üreticilerinin gelirine girmelidir — onların ürününün, değerini tüketebilecekleri ya da gelirlerini temsil eden bölümüne karşı değişilmelidir.
Bu değişime, değişimi yapan insanların tarafından bakarsak, tüketimlik ürünler üreticisi A için bu değişim, sermayenin sermayeye dönüşümünü temsil eder. Toplam ürününün içerdiği değişmeyen sermayenin değerine eşit olan parçasını, yeniden değişmeyen sermaye olarak işlevsellik gösterebilen doğal biçimine dönüştürür. Değişimden önce ve sonra, her iki halde de ürünün bu parçası, kendi değeri içinde, yalnızca değişmeyen sermayeyi temsil eder. Tüketilemeyen ürünün üreticisi B için durum tersidir: değişim, yalnızca, gelirin bir biçimden başka bir biçime dönüşümünü temsil eder. O üretici, toplam ürününden gelirini oluşturan parçayı –toplam ürünün, yeni katma-emeği, kendi emeğini (sermaye ve işçi) temsil eden parçasına eşit olanı– yalnızca onun gelir olarak tüketebileceği doğal biçimine dönüştürür. Değişimden önce ve sonra, her iki halde de ürünün bu parçası, kendi değeri içinde, yalnızca o üreticinin gelirini temsil eder.
İlişkiye her iki taraftan bakarsak, A kendi değişmeyen sermayesini B’nin geliriyle, B de kendi gelirini A’nın değişmeyen sermayesiyle değişir. B’nin geliri A’nın değişmeyen sermayesini yeniler, A’nın değişmeyen sermayesi B’nin gelirini karşılar.
Bizzat değişimde (değişimi yapanların amacına bakmaksızın) yalnızca metalar karşı karşıya gelir –bir basit meta değişimi yeralır– aralarındaki ilişki yalnızca metalar arasındaki ilişkidir; gelirin ve sermayenin belirlenimleri, burada hiçbir önem taşımaz. Bu metaların yalnızca farklı
kullanım-değerleri, bir grubun yalnızca sınai tüketime hizmet edebileceğim, ötekinin de yalnızca bireysel tüketime hizmet edebileceğini, böyle bir tüketime girebileceğini gösterir. Çeşitli metaların çeşitli kullanım-değerlerinin, pratikteki çeşitli kullanımları onların tüketimiyle ilgilidir; metalar olarak değişim süreçlerini etkilemez. Oysa kapitalistin sermayesi ücretlere ve emek sermayeye dönüştürüldüğü zaman bu çok farklı bir şeydir. Burada metalar birbirleriyle basit birer meta olarak karşı karşıya gelmezler, ama sermaye sermayeyle karşı karşıya gelir. Burada henüz incelediğimiz değişimde ise satıcılarla alıcılar, birbirleriyle yalnızca satıcılar ve alıcılar olarak, yalnızca meta sahipleri olarak
[sayfa 224] karşı karşıya gelirler.
Ayrıca şu nokta da açıktır ki, bireysel tüketime dönük tüm ürün, ya da bireysel tüketime giren tüm ürün, buna girdiği ölçüde yalnızca gelire karşı değişilebilir. Sınai olarak tüketilemeyecek oluşu, yalnızca gelir olarak tüketilebileceğini, yani yalnızca bireysel olarak tüketilebileceğini gösterir. (Yukarda belirtildiği gibi burada kârın sermayeye dönüşümünü dışarda tutuyoruz.)
Eğer A, yalnızca bireysel olarak tüketilebilen bir ürünün üreticisi ise, diyelim geliri, toplam ürününün üçte-birine ve değişmeyen sermayesi de üçte-ikisine eşit olsun. Varsayım şudur: İlk üçte-biri üretici kendisi tüketir, ister ||384| tümünü
in natura [ürün olarak] tüketsin, ister ya bir kısmını tüketsin, ya hiç tüketmesin, ya da değerini başka tüketim maddelerine harcasın farketmez; o zaman bu tüketim maddelerinin satıcıları, kendi gelirlerini, A’nın ürününe harcarlar. Böylece, tüketimlik ürünler üreten üreticilerin gelirini temsil eden tüketimlik ürün parçası, kendilerinin tüketeceği ürünlerin aralarında değişilmesi yoluyla, doğrudan ya da dolaylı olarak onlar tarafından tüketilir; bu nedenle,
gelirin gelirle değişildiği bu parçayla ilgili olarak, sanki A, tüm tüketimlik ürünlerin üreticilerini temsil ediyormuş gibidir. Bu toplam ürünün üçte-birini, yani kendi gelirini temsil eden üçte-birini bizzat kendisi tüketir. Ancak bu parça yıl içinde A kategorisinin tam da kendi değişmeyen sermayesine kattığı emek miktarını temsil eder ve bu miktar, yıl içinde A kategorisinin ürettiği toplam ücretlerle kârlara eşittir.
Kategori A’nın toplam ürününün öteki üçte-ikisi değişmeyen sermayenin değerine eşittir ve dolayısıyla, [bireysel olarak] tüketilemeyen ve üretim sürecinde sınai tüketime, üretim aracı biçiminde giren ürünler üreten kategori B’deki yıllık emeğin ürünleriyle yenilenmesi gerekir. Ama, birinci üçte-bir gibi, A’nın toplam ürününün bu üçte-ikisinin de bireysel tüketime girmesi gerektiği için kategori B’nin üreticileri tarafından, kendi gelirlerini temsil eden parçaya karşılık olarak değişilmiştir. Böylelikle kategori A, toplam ürününün değişmeyen sermaye parçasını, orijinal doğal biçimindeki değişmeyen sermayeye karşılık olarak değişmiş ve onu, kategori B’nin yeni üretilmiş ürünlerine yeniden aktarmıştır; ama kategori B, buna karşılık olarak yalnızca ürününün, geliri temsil eden ve A’nın ürünü olarak tüketebileceği parçasını ödemiştir. Gerçekte ödemeyi, A’nın son üçte-ikilik ürünüyle değiştiği yeni katma-emeğini tümüyle temsil eden ürünle yapmıştır. Böylece A’nın toplam ürünü gelirle değişilmiştir ya da bütünüyle kişisel tüketime girmiştir, öte yandan (gelirin sermayeye dönüşümünün burada hesap dışı tutulduğu ve dolayısıyla sıfır sayıldığı için) toplumun
[sayfa 225] toplam geliri A ürününe harcanmıştır; çünkü A’nın üreticileri kendi gelirlerini A’ya harcadıkları için kategori B’nin üreticileri de aynı şeyi yapmışlardır. Bu iki kategorinin dışında başka kategori de yoktur. .
Her ne kadar A’nın üreticileri tarafından tüketilemeyen ve kendi üretim öğelerinin doğal biçimine dönüştürülmesi gereken üçte-iki oranındaki değişmeyen sermayeyi içeriyorsa da A’nın toplam ürünü tüketilmiştir. A, toplumun toplam gelirine eşittir. Toplumun toplam geliri ise, yıl içinde varolan değişmeyen sermayeye eklediği toplam emek-zamanıdır. Şimdi, gerçi toplam A ürünü, yalnızca üçte-biri kadar yeni katma-emeği ve üçte-iki oranında da yenilenmesi gereken geçmiş emeği içermektedir ama, bütünüyle, yeni katma-emek tarafından satın alınabilir, çünkü bu yıllık toplam emeğin üçte-ikisi kendi ürününü değil, ama A’nın ürününü tüketmek zorundadır. A ürünü, kendi içerdiği yeni katma-emekten üçte-iki daha fazla yeni katma-emekle yerine geri konmuştur; bu üçte-iki, B’de yeni eklenen katma-emektir ve B bunu ancak A’da bireysel olarak tüketebilir, tıpkı A’nın, üçte-ikiyi sınai olarak B’de tüketebilir olması gibi. Böylece A’nın toplam ürünü önce tümüyle gelir olarak tüketilebilir ve aynı zamanda değişmeyen sermayesi de yenilenebilir. Ya da daha doğrusu, tümüyle yalnızca gelir olarak tüketilebilir; çünkü üçte-ikisi, kendi ürünlerinin geliri temsil eden parçasını aynı türden tüketemeyen ve A’nın ürününde tüketmek zorunda olan, yani onu A’nın üçte-ikisiyle değişen değişmeyen sermaye üreticilerince yerine geri konmuştur.
Böylece A’nın son üçte-ikisini de elden çıkarmış olduk.
Açıkça görülüyor ki, ürünleri hem sınai, hem bireysel olarak tüketilebilen bir üçüncü C kategorisinin varolması herhangi bir fark yaratmaz; örneğin buğdayın insanlar ya da sığırlar tarafından tüketilmesi, tohumluk ya da ekmek olması; taşıtlar, atlar, sığırlar vb.. Bu ürünler bireysel tüketime girdikleri ölçüde, doğrudan ya da dolaylı olarak kendi üreticileri tarafından ya da (doğrudan ya da dolaylı olarak) içerdikleri değişmeyen sermaye parçasının üreticileri tarafından gelir olarak tüketilmeleri gerekir. Bu nedenle A grubuna girerler. Bireysel tüketime harcanmadıkları ölçüde de B grubuna girerler.
Gelirin gelire karşı değil, ama sermayenin gelire karşı değişildiği bu ikinci tür değişim süreci –ki bu süreçte tüm değişmeyen sermaye sonunda gelire, yani yeni katma-emeğe indirgenmelidir– iki biçimde düşünülebilir. Varsayalım ki A’nın ürünü keten bezidir. Keten bezinin, A’nın değişmeyen sermayesine (ya da onun değerine) eşit olan üçte-ikisi iplik, makine ve; ikincil malzemenin
[sayfa 226] karşılığıdır. Ama iplik ve makine üreticileri ||385| bu ürünün, ancak kendi gelirlerini temsil eden bölümünü tüketebilirler. Keten bezi imalatçısı, ipliğin ve makinenin tüm fiyatını ürününün bu üçte-ikisiyle öder. Böyle yaparak, iplikçinin ve makine imalatçısının, keten bezine değişmeyen sermaye olarak giren ürünlerinin tümünü yenilemiştir. Ama bu toplam ürünün kendisi, değişmeyen sermayeye ve gelire eşittir — bir parçası iplikçinin ve makine imalatçısının katma-emeğine eşittir, bir parçası onların kendi üretim araçlarını, yani iplikçi için keten, yakıt, makine, kömür vb. ve makine imalatçısı için kömür, demir, makinenin vb. değerini temsil eder. A’nın üçte-ikiye eşit değişmeyen sermayesi böylece, iplikçi ile makine imalatçısının toplam ürününün, onların değişmeyen sermayelerinin ve onların eklediği yeni katma-emeğin, yani sermayeleriyle gelirlerinin yerini tutmuştur. Ama onlar gelirlerini yalnızca A’ya harcayabilirler. A’nın üçte-ikilik parçasını yani kendi gelirlerine eşit olan parçasını düştükten sonra geri kalanla, kendi hammaddelerini ve makinelerini öderler. Ama bizim varsayımımıza göre, bu sonuncuların herhangi bir değişmeyen sermayeyi yenilemesi sözkonusu değildir. Ürünlerinin ancak, A tarafından ödenebilen kadarı, A’nın ürününe –ve dolayısıyla da A için üretim aracı olan ürünlere– girebilir. Ama A, kendi üçte-ikisiyle ancak, B’nin geliriyle satın alabildiği kadarının karşılığını ödeyebilir, yani başka deyişle, B’nin değişime soktuğu ürünler, geliri, yeni katma-emeği içerdiği ölçüde karşılayabilir. Eğer A’nın üretiminin son öğelerinin üreticileri iplikçiye, kendi ürünlerinden, değişmeyen sermayelerinin bir kısmını temsil eden bir miktarını –yani kendi değişmeyen sermayelerine eklediklerinden daha fazla emeği temsil eden miktarı– satmak durumunda olsalardı, o zaman A [ürünüyle
-ç.] ödenmeyi kabul edemezlerdi, çünkü bu ürünün bir parçasını tüketemezlerdi. Sonuçta, olan şey bunun tersidir.
Şimdi aşamaları geriye doğru izleyelim. Toplam keten bezinin 12 güne eşit olduğunu kabul edelim. Keten yetiştiricisinin, demir imalatçısının vb. ürününün 4 güne eşit olduğunu düşünelim; bu ürün iplikçiye ve makine imalatçısına satılıyor, onlar da o ürüne 4 gün ekliyorlar; dokumacıya satıyorlar, o da 4 gün ekliyor. Keten bezi dokumacısı, ürününün üçte-birini tüketebilir; 8 gün onun değişmeyen sermayesini karşılar ve iplikçi ile makine imalatçısının ürününü öder; bunlar 8 günün 4’ünü tüketirler, öteki 4 gün ile keten üreticisini öderler ve böylece kendi değişmeyen sermayelerini yenilemiş olurlar; en sonuncular keten bezindeki son 4 gün ile yalnızca emeklerini karşılarlar.
Her üç durumda, gerçi aynı büyüklükte olduğu –4 güne eşit
[sayfa 227] olduğu– kabul edilmiştir ama, A ürününün üretimine katılan üç üretici kategorisinin [
Klassen]
ürünleri içinde gelir, farklı oranlardadır. Keten bezi dokumacısı için, ürününün üçte-birine, 12’nin üçte-birine eşittir; iplikçi ve makine imalatçısı için ürününün yarısına, 8’in yarısına eşittir; keten yetiştiricisi için, ürününe, 4’e eşittir. Ürünün tümünde ise, tıpa tıp birbirinin aynıdır, 12’nin üçte-birine, yani 4’e eşittir. Ama dokumacı için, iplikçinin, makine imalatçısının ve keten yetiştiricisinin yeni katma-emeği, değişmeyen sermaye biçimini alır. İplikçi ve makine yapımcısı için, toplam ürün, kendilerinin ve keten yetiştiricisinin yeni katma-emeğini temsil eder, keten yetiştiricisinin emek-zamanı değişmeyen sermaye olarak belirir. Keten yetiştiricisi için değişmeyen sermaye olgusu varolmaktan çıkmıştır. Bu nedenle örneğin iplikçi, makineyi ya da genel olarak değişmeyen sermayeyi, dokumacıyla aynı oranlarda kullanabilir. Örneğin 1/3 : 2/3. Ama her şeyden önce, eğirme işinde kullanılan sermaye miktarı (toplam miktar), dokumacılıkta kullanılandan daha az olmalıdır; çünkü iplikçinin toplam ürünü, dokumacılığa değişmeyen sermaye olarak girer. İkincisi eğer iplikçi de 1/3 : 2/3 oranlarına sahipse, değişmeyen sermayesi 16/3, katma-emeği 8/3 olur; birincisi 5
1/
3 günlük emeğe, ikincisi 2
2/
3 günlük emeğe eşittir. Bu durumda, ona keten vb. sağlayan dalda oransal olarak daha fazla günlük emek bulunur. O zaman yeni katma-emek için, 4 gün yerine 5
1/
3 günlük ödeme yapması gerekir.
Kendiliğinden görülüyor ki, kategori A’nın değişmeyen sermayesinin, yalnızca değerini A’ya verme sürecine girmiş olan kısmının, yani çalışma sürecinde A tarafından tüketilmiş olan kısmının yeni emek tarafından yenilenmesi gerekir. Hammaddenin tümü, ikincil malzeme ve sabit sermayenin aşınma payı da süreçte yeralır. Sabit sermayenin öteki bölümü sürece girmez, bu nedenle yenilenmesi gerekmez.
Varolan değişmeyen sermayenin geniş bir bölümünün –sabit sermayenin toplam sermaye ile ilişkisi çerçevesinde geniş bir bölümünün– de yeni emek tarafından yıllık olarak yenilenmesine gerek olmaz. Bu nedenledir ki, [her yıl yenilenecek sermayenin] (mutlak) miktarı önemli bir büyüklükte olabilir, ama gene de toplam (yıllık) ürüne göre geniş değildir. A ve B’de (belli bir artı-değer çerçevesinde) kâr oranının belirlenmesine katılan bu
tüm değişmeyen sermaye parçası, sabit sermayenin cari yeniden-üretimine belirleyici bir öğe olarak girmez. Bu parça, toplam sermayeye göre ne kadar genişse –varolan sabit sermayenin üretimde kullanılma derecesinin büyüklüğüne göre– aşınan sabit sermayeyi yenilemekte kullanılan
cari yeniden-üretim hacmi daha fazla olarak, ama
[sayfa 228] toplam sermayeye göre
oransal miktarı göreli olarak daha küçülecektir.
Her tür sabit sermayenin (
ortalama)
yeniden-üretim süresi diyelim on yıl olsun. ||386| Farklı sabit sermaye türlerinin (14 tür) sermaye dönüş sürelerinin 20, 17, 15, 12, 11, 10, 8, 6, 4, 3, 2, 1, 4/6, ve 2/6 yıl olduğunu varsayalım; böylece sabit sermayenin
ortalama dönüş süresi 10 yıl olur.
[75]
Demek ki, sermayenin ortalama on yılda yenilenmesi gerekecektir. Toplam sabit sermaye eğer toplam sermayenin 1/10’u ise, bunun 1/10’u, toplam sermayenin yıllık olarak yalnızca 1/100’ünün yenileneceği anlamına gelir.
Eğer oranı 1/3 olsaydı, o zaman toplam sermayenin 1/30’unun yıllık olarak yenilenmesi gerekecekti.
Ama şimdi de yeniden-üretim süreleri farklı olan sabit sermayeleri, örneğin 20 yıllık dönemi olan sermayeye karşı, 1/3 yıllık bir sermayeyi karşılaştıralım.
20 yılda yeniden-üretilecek olan sabit sermayenin yıllık olarak 1/20’sinin yenilenmesi gerekecektir. Demek ki, bu, toplam sermayenin 1/2’si ise, o zaman her yıl toplam sermayenin l/40’ı yenilenecektir; bu sermaye, toplam sermayenin 4/5’i olsa bile, toplam sermayenin her yıl yenilenmesi gereken bölümü 4/100 = 1/25 olacaktır. Öte yandan yeniden-üretim dönemi 2/6 yıl olan sermaye –yani dönüş süresi yılda üç kez olan sermaye– eğer, [toplam
-ç.]
sermayenin 1/10’u ise, o zaman sabit sermaye yılda üç kez yenilenecek ve böylece toplam sermayenin 3/10’u, neredeyse üçte-biri her yıl yenilenmek zorunda olacaktır. Ortalama olarak, sabit sermaye toplam sermayeye oranla ne kadar büyükse,
göreli (mutlak değil) yeniden-üretim süresi o kadar uzun olur — küçükse,
göreli yeniden-üretim süresi kısa olur. Zanaatsal alet-edavatın zanaat sermayesine oranı, makinelerin sanayi sermayesine oranından çok daha küçüktür. Ama zanaattaki alet-edevat, makinelerden çok daha az dayanır.
Yeniden-üretimin mutlak büyüklüğünün –ya da aşınıp tükenmesinin– sabit sermayenin mutlak büyüklüğüyle birlikte artmasına karşın, kural olarak dönüş dönemi, yani dayanma süresi, büyüklüğüne oranla daha uzun olduğu ölçüde, genel kural olarak oransal büyüklüğü azalır. Bu durum, başka bazı noktaların yanısıra şunu da kanıtlıyor ki, makineleri ya da sabit sermayeyi yeni-den-üreten emeğin toplamı ile, bu makineleri başlangıçta üreten emek (üretim koşullarının aynı kaldığını varsayarsak) hiçbir biçimde orantılı değildir; çünkü yenilenmesi gereken, yalnızca yıllık aşınmadır. Eğer emek üretkenliği –bu üretim dalında sürekli olarak görüldüğü gibi– artarsa, bu değişmeyen sermaye parçasının
[sayfa 229] yeniden-üretimi için gereksinilecek emek miktarı, daha da azalır. Ancak makinenin her gün kullandığı tüketim araçları da hesaba katılmalıdır (ama bunun, makine yapım sanayisinde çalıştırılan emekle doğrudan bir ilgisi yoktur). Ne var ki, yalnızca kömür, bir parça donyağı, ya da gres yağıyla yetinen makineler, emekçilere göre sonsuz denecek sürece, daha sıkı bir perhiz ile yaşayabilir — yalnızca yerini aldığı işçiye göre değil, ama makineyi yapan emekçiye göre de öyle.
Buraya kadar olan kısımda, A kategorisinin tüm ürününü, B kategorisinin de bir kısım ürününü harcadık. A tümüyle tüketildi: üçte-birini kendi üreticileri, üçte-ikisini de kendi gelirlerini kendi ürünlerine harcayamayan B’nin üreticileri tükettiler. [B üreticilerinin -
ç.] kendi ürünlerinde geliri temsil eden parçayı harcadıkları üçte-ikilik A da böylelikle, A üreticileri için değişmeyen sermaye
in natura [ürün olarak] yenilenmiş oldu; yani onlara
sınai olarak tüketecekleri metaları vermiş oldular. Ama A’nın tüm ürününün tüketilmesiyle ve üçte-ikisini B’nin değişmeyen sermaye biçiminde yenilemesiyle, yıllık olarak eklenmiş yeni katma-emeği temsil eden
tüm ürün parçasını da tüketmiş olduk. Bu nedenle, o emek artık toplam ürünün başka herhangi bir bölümünü satır, alamaz. Gerçekte yıllık katma-emeğin tümü (kârın sermayeye dönüştürülmesini hesap dışı tutarsak) Anın
içerdiği emeğe eşittir. Çünkü, A’nın, kendi üreticileri tarafından tüketilen üçte-biri, yıl içinde üreticilerin, A’nın değişmeyen sermayesini temsil eden üçte-ikiye yeni ekledikleri emeği temsil etmektedir.’ Bunun dışında, kendi ürünlerine harcayacakları başka bir çalışma yürütmediler. A’nın öteki üçte-ikisi –ki B’nin ürünüyle yenilendi ve B üreticileri tarafından tüketildi– ise, B üreticilerinin kendi değişmeyen sermayelerine ekledikleri emek-zamanın temsil etmektedir. Daha başka bir emek eklemediler, bu nedenle onların tüketeceği ||387| başka bir şey yok.
A ürünü, kendi
kullanım-değerinde, yıllık toplam ürünün, yıllık olarak bireysel tüketime giden parçasını temsil ediyor. Kendi
değişim-değerinde ise yıl içinde üreticiler tarafından yeni eklenen emeğin tümünü temsil ediyor.
Ama, ne var ki, burada toplam ürünün üçüncü parçası olarak geriye bir
artık kalıyor; onu oluşturan parçalar, değişime sokulduğunda, ne gelirin gelirle değişimini, ne sermayenin gelirle ya da gelirin sermayeyle değişimini temsil ediyor. Bu [üçüncü
-ç.]
parça, B ürününde B’nin değişmeyen sermayesini temsil eden parçadır. Bu
[sayfa 230] parça B’nin geliri içimle yeralmamıştır; bu nedenle ürün A ile değişilemez, ya da ürün A onun yerine; geçemez, bu yüzden de A’nın değişmeyen sermayesine, onu oluşturan bir parça olarak katılamaz. Bu parça da B’nin emek-sürecine girdiği ve onun yanısıra B’de değer oluşumuna katıldığı ölçüde aynı biçimde, sınai olarak tüketilir. O nedenle bu parça, toplam ürünün öteki parçaları gibi,
toplam ürünün bir parçasını oluşturduğu oranda yenilenmelidir ve aynı yapıdaki yeni ürünlerle,
in natura [ürün olarak] yenilenmelidir. Öte yandan, yeni bir emekle yenilenmemektedir. Çünkü toplam yeni katma-emek miktarı A’nın içerdiği emek-zamanına eşittir; bu emek-zamanını, B, kendi gelirini A’nın üçte-ikisine harcayarak ve A’ya, kendi ürününde tükettiği ve yenilemesi gerektiği üretim araçlarının tümünü sağlayarak yenilemiştir. Çünkü A’nın kendi üreticileri tarafından tüketilen ilk üçte-biri –değişim-değeri olarak– yalnızca onların yeni eklediği emekten oluşmaktadır ve hiçbir değişmeyen sermayeyi içermez.
Şimdi bu artığı inceleyelim.
Bu [artık
-ç.]
hammaddeye giden değişmeyen sermayeyi, ikincisi sermaye oluşumuna giren değişmeyen sermayeyi ve üçüncüsü ikincil malzemeye giden değişmeyen sermayeyi içerir.
Önce, hammaddeler. Bunların değişmeyen sermayesi her şeyden önce sabit sermayeden, makinelerden, iş aletlerinden, yapılardan ve belki bir miktar da kullanılan makinelerin tüketim maddelerinden oluşur. Hammaddelerin doğrudan tüketilebilen parçaları –sığır, tahıl, üzüm ve benzeri– için bu güçlük ortaya çıkmaz. Bu yönleriyle onlar A sınıfına aittir. Onların içerdiği bu sermaye parçası A’nın değişmeyen [sermayesinin
-ç.]
üçte-ikisine girer ki bu da sermaye olarak, B’nin [bireysel olarak
-ç.]
tüketilemeyen ya da B’nin gelir olarak harcadığı ürünlerle değişilmiştir. Bu, tüketimlik ürüne
in natura [ürün olarak] girdikleri ölçüde doğrudan tüketilemeyen ama üretim süreçlerinde birçok ara aşamadan geçen hammaddeler için de genel olarak geçerlidir, ipliğe ve daha sonra keten bezine dönüştürülen keten parçası, kendi bütünlüğü içinde tüketimlik ürüne girer.
Ancak bu
bitkisel hammaddelerin bir parçası, örneğin tomruk, keten, kenevir, deri, vb. bir kısmıyla, sabit sermayeyi oluşturan bölümlere girer, bir kısmıyla da sermayenin ikincil malzemelerine. Örneğin donyağı, yakıt, vb..
İkincisi, ama
tohumluk [hammadde üretimi için harcanan değişmeyen sermayeye aittir]. Bitkisel maddeler ve hayvanlar kendilerini yeniden-üretirler. Bitmek ve üremek. Tohumluktan, bildiğimiz tohumu ve ona ek olarak gübre olarak toprağa geri giden
[sayfa 231] hayvan yemini, damızlık hayvanları, vb. kastediyoruz. Yıllık ürünün bu geniş bölümü —ya da yıllık ürünün değişmeyen bölümü— kendini yenilemenin maddesi olarak doğrudan işlev görür; kendini yeniden-üretir.
Bitkisel olmayan maddeler. Metaller, taşlar, vb.. Bunların değeri, yalnızca iki parçadan oluşur, çünkü burada, tarımın hammaddelerini temsil eden tohum yoktur. Bunların değeri yalnızca katma-emekten ve (makine için tüketim araçları dahil) tüketilen makineden oluşur. Bu nedenle, yeni katma-emeği temsil eden ve bundan ötürü de B’nin, A’nın üçte-ikisiyle değişimine dahil edilen ürün parçasına ek olarak, sabit sermayenin ve onun tüketim maddelerinin (kömür, yakıt, vb. gibi) tüketim maddelerinin aşınma ve tükenme payının yenilenmesi gereken başka bir şey yoktur. Ancak bu hammaddeler değişmeyen sermayenin, sabit sermayenin (makine, iş aletleri, yapılar vb.) temel parçalarını oluştururlar. Bu nedenle kendi değişmeyen sermayelerini [sermayenin sermayeyle] değişimi yoluyla
in natura [ürün olarak] yenilerler.
||388|
İkincisi, sabit sermaye (
makineler, yapılar, iş aletleri, her türden kaplar).
Onların değişmeyen sermayesi şunları içerir: (1) hammaddelerini, metalleri, taşları, ağaç gibi bitkisel hammaddeleri, deri kayış, ip, vb.. Ama, bu hammaddeler, onların işlenmemiş maddelerini oluşturuyorsa da, bu işlenmemiş maddelerin üretimine emek araçları olarak kendileri girerler. Böylece kendilerini
in natura [ürün olarak] yenilerler. Demir üreticisi makineyi yenilemek zorundadır, makine yapımcısı ise demiri. Taş ocağında makine aşınır tükenir, ama fabrika yapılarında yapı taşları aşınır-tükenir, vb.. (2) Belli bir süre içinde aynı türden yeni bir ürünle yenilenmesi gereken
makine yapan makinenin aşınması. Ama aynı türden ürün, kuşkusuz kendi kendini yeniler. (3)
Makine yapım araçları (ikincil malzemeler). Makine kömür tüketir, ama kömür makine tüketir, vb. Yük sandıkları, tüpler, borular vb. biçiminde her türden makine, makinelerin tükettiği tüketim maddeleri üretimine katılır; yağ, sabun, (aydınlanma için) gazda vb. olduğu gibi. Bu nedenle bu durumlarda da bu dalların ürünleri, karşılıklı olarak birbirlerinin değişmeyen sermayesine girerler ve sonuç olarak her biri ötekini
in natura [ürün olarak] yeniler.
Makineler arasında yük hayvanları da varsa bu durumda hayvan yeminin ve belirli bazı koşullarda ahırların (yapıların) yenilenmesi gerekir. Ama sığır üretimine hayvan yemi girerse, sığır da hayvan yemi üretimine katılır.
Üçüncü olarak, ikincil malzemeler. Bunların bazıları, yağ,
[sayfa 232] sabun, donyağı, gaz ve benzeri hammaddeleri gerektirirler. Öte yandan gübre vb. biçimiyle, bir dereceye kadar bu hammaddelerin üretimine girerler. Gaz üretmek için kömür gerekir, ama kömür üretiminde gaz lambası kullanılır, vb.. Öteki
ikincil malzemeler katma-emeği ve sabit sermayeyi (makine, yük sandıkları, vb.) içerir. Kömür, kömür üretiminde kullanılan buharlı makinenin aşınmasını yenilemelidir. Ama buharlı makine de kömür tüketir. Kömürün kendisi, kömürün üretim aracına girer. Böylece kendini,
in natura [ürün olarak] yenilemiş olur. Kömürün demiryolu ile taşınması, kömürün üretim maliyetine girer, ama kömür de lokomotifin yapım maliyetine girer.
Daha ilerde, kimya fabrikaları hakkında eklenecek bazı özel noktalar var; bunların hepsi, az ya da çok, ikincil malzeme üretirler; doğrudan tüketime giren maddelerin yanısıra, yük sandıklarının ve kapların (örneğin cam, porselen gibi) hammaddeleri gibi ikincil malzeme üretirler.
Renk maddelerinin tümü ikincil malzemedir. Ama ürüne, örneğin tüketilen kömürün pamuğa girmesi gibi, yalnızca kendi değerlerine girdikleri biçiminde girmekle kalmazlar, ama ürünün biçiminde (renklerinde) kendilerini de yeniden-üretirler.
İkincil malzemeler ya
makineler için tüketim maddesidirler –bu durumda ya yakıt gibi ana güç kaynağıdırlar, ya da çalışan makinenin sürtünmesini azaltma aracıdırlar, donyağı, sabun, yağ, vb.– ya da yapılar için, çimento vb. türünden ikincil malzemedirler. Ya da genelde üretim sürecini sürdürmek üzere, aydınlatma, ısıtma vb. türünden ikincil malzemedirler (bu durumda işçilerin çalışabilmeleri için gereksinilen ikincil malzemedirler).
Ya da hammaddenin oluşumuna katılan
ikincil malzemedirler — her tür gübre ve hammaddelerin tükettiği tüm kimyasal ürünler gibi.
Ya da bitmiş ürüne giren
ikincil malzemelerdir — renk maddesi, cila malzemesi, gibi.
Öyleyse sonuç şudur:
A [ürünün] üçte-ikisine [eşit olan] kendi değişmeyen sermayesini, B’nin gelirini temsil eden ancak tüketimlik olmayan parçasıyla yani kategori B’de yıl içinde eklenen katma-emekle değişerek yeniler. Ama A, B’nin değişmeyen sermayesini yenilemiş olmaz. B, [kendi
-ç.] değişmeyen sermayesini aynı türden yeni ürünlerle
in natura [ürün olarak] yenilemek durumundadır. Ama B’nin bunu yapabileceği daha fazla emek-zamanı yoktur. Çünkü onun tüm
[sayfa 233] katma-emeği gelirini oluşturmaktadır ve A’ya değişmeyen-sermaye olarak katılan ürün parçası tarafından temsil edilmektedir. Peki o zaman, B’nin değişmeyen sermayesi nasıl yenilenecektir?
Bir ölçüde
kendi yeniden-üretimiyle (bitkisel ya da hayvansal) tüm tarımda ve besicilikte olduğu gibi; bir ölçüde, bir değişmeyen sermayenin parçalarını bir başka değişmeyen sermayenin parçalarıyla
in natura [ürün olarak]
değişerek, çünkü bir alandaki ürün başka bir alana hammadde ya da üretim aracı olarak gider ya da bunun tersi olur; yani üretimin çeşitli alanlarındaki ürünler, ||389| çeşitli türden değişmeyen sermaye, birbirinin üretim alanına karşılıklı olarak ve
in natura [ürün olarak], üretim koşulları olarak girer.
Tüketimlik olmayan ürünlerin üreticileri, tüketimlik ürünler üreticileri için değişmeyen sermaye üreticisidirler. Ama aynı zamanda kendi ürünleri, onlara, karşılıklı olarak kendi değişmeyen sermayelerinin öğeleri ya da parçaları olarak hizmet eder. Yani, her biri ötekinin ürününü sınai
olarak tüketir.
A’nın tüm ürünü tüketilmiştir. Dolayısıyla, içerdiği değişmeyen sermayenin tümü de. A’nın üreticileri, A’nın üçte-birini tüketirler; tüketimlik olmayan B ürününün üreticileri, A’nın [geri kalan
-ç.] üçte-ikisini tüketirler. Böylece B’nin gelirini oluşturan B ürünleri, A’nın değişmeyen sermayesini yenilemiş olur. Gerçekte bu,
yeni katma-emekle yenilenmiş tek değişmeyen sermaye parçasıdır; bu parça, böylece yenilenmiştir çünkü, B’deki yeni katma-emek olan ürün miktarı, B tarafından tüketilmemiş, A tarafından sınai olarak tüketilmiştir; bu arada B, A’nın üçte-ikisini bireysel olarak tüketmiştir.
Diyelim A, 3 günlük emeğe eşit olsun; bizim bu varsayımımıza göre, onun değişmeyen sermayesi 2 günlük emektir. B, A’nın üçte-ikilik ürününü yeniler ve ona, 2 günlük emeğe eşit, tüketimlik olmayan ürünler sağlar. Şimdi böylece 3 günlük emek tüketilmiştir ve geriye 2 günlük emek kalmıştır. Başka deyişle A’daki 2 günlük geçmiş-emek, B’deki 2 günlük yeni katma-emekle yenilenmiştir, çünkü bu yalnızca, B’deki 2 günlük yeni katma-emek, kendi değerini B ürününün kendisine değil, A ürününe harcadığı içindir.
Şimdi, B’nin değişmeyen sermayesi de toplam B ürününe girdiği ölçüde, aynı biçimde, yeni ürünlerle
in natura [ürün olarak] yenilenmelidir — yani, B’nin
sınai tüketim için gereksindiği ürünlerle yenilenmelidir. Ama, her ne kadar yıl içinde harcanan yeni emek-zamanının
ürünleriyle yenilenirse de,
yeni emek-zamanıyla yenilenmez.
B’nin toplam ürünü içinde, tüm değişmeyen sermayesi, diyelim,
[sayfa 234], üçte-iki olsun. O zaman (toplam ücretlerle kâra eşit olan) yeni katma emek eğer 1 ise, B’ye malzeme ve çalışma aracı olarak hizmet eden geçmiş-emek 2’ye eşit olacaktır. Peki bu 2 nasıl yenilenecek? B’nin çeşitli üretim alanlarında değişmeyen ve değişen sermaye oranı birbirinden epey farklılık gösterebilir. Ama bizim varsayımımızda bu oran 1/3 : 2/3 ya da 1 : 2’dir. Şimdi B’nin her bir üreticisi ürününün üçte-ikisiyle, yani kömürle, demirle, ketenle, makineyle, sığırla, buğdayla (yani buğdayının ve sığırının kişisel tüketime girmeyen parçasıyla) vb. karşı karşıyadır; bu üreticilerin her birinin üretim öğeleri yenilenmelidir ya da kendi üretim öğelerinin doğal biçimlerine dönüştürülmelidir. Ama bu ürünlerin hepsi, sınai tüketime yeniden girerler. Buğday (tohum olarak) aynı zamanda kendi hammaddesidir ve yetiştirilen sığırların bir bölümü tüketilenlerin yerini alır, yani kendi yerini alır. B’nin bu üretim alanlarında (tarım ve hayvancılık) ürünlerinin bu parçası, kendi değişmeyen sermayesini, doğal biçimde yeniler. Bu nedenle, ürünün bir parçası dolaşıma girmez (en azından dolaşıma girme gereğinde değildir, bunu yalnızca biçimsel olarak yapabilir). Öteki ürünler, yani keten, kenevir vb., kömür, demir, kereste, makine, bir ölçüde kendi üretimlerine üretim aracı olarak girerler, tıpkı tarımda tohum gibi, örneğin, kömürün kömür üretimine, makinenin makine üretimine girmesi gibi. Ürünün, makine ve kömürden oluşan bir bölümü, gerçekte ürünün değişmeyen sermayesini temsil eden parçanın bu bölümü, böylece kendini yeniler ve üretimde yalnızca yerini değiştirmiş olur. Bir ürün olmaktan, bir üretim aracı olmaya geçer.
Bu ve öteki ürünlerin bir başka bölümü, karşılıklı olarak birbirine, üretim aracı olarak katılır — makine demir ve keresteye, kereste ve demir makineye, yağ makineye, makine yağa, kömür demire, demir (ocaklardaki dekovil hattı, vb. için) kömüre vb.. B’deki bu ürünlerin üçte-ikisi bu biçimde kendi yerini almadığı ölçüde — yani kendi üretimlerine, kendi doğal biçimleriyle geri dönmedikleri ve kendi üreticileri tarafından doğrudan sınai olarak tüketilmedikleri ölçüde, yani tıpkı, A’nın bir parçasının kendi üreticilerince tüketilişi gibi tüketilmediği ölçüde — B ürünü üreticileri, karşılıklı olarak birbirlerinin ürünlerini üretim aracı biçiminde yenilerler,
a’nın ürünü,
b’nin sınai tüketimine,
b’nin ürünü de
a’nın sınai tüketimine gider; ya da dönel bir biçimde,
a’nın ürünü
b’nin sınai tüketimine,
b’nin ürünü
c’nin sınai tüketimine ve
c’nin ürünü a’nın sınai tüketimine gider. Bu nedenle de, B’deki üretim alanlarından birinde değişmeyen sermaye olarak tüketilen şey, bir başkasında yeniden-üretilir; ama ikincide tüketilen şey birincide üretilmiştir.
[sayfa 235] Birinde, makine ve kömür biçiminden demir biçimine! geçmiş olun, ötekinde demir ve kömür biçiminden makineninkine geçer, vb.
||390| Yapılması gereken, B’nin değişmeyen sermayesini kendi doğal biçiminde yenilemektir. B’nin toplam ürününü düşünürsek, tüm doğal biçimlerinin hepsinde değişmeyen sermayelerin toplamını tam olarak temsil eder. Ve B’nin özel bir alanındaki ürün kendi değişmeyen sermayesini
in natura [ürün olarak] yenileyemediği zaman, satın alma ve satma, ürünlerin el değiştirmesi, buradaki her şeyi yeniden kendi uygun yerine geri koyar.
Bu nedenle burada değişmeyen sermayenin, değişmeyen sermayeyle yenilenmesi sözkonusudur; bu doğrudan ve değişime girmeksizin olmuyorsa, o zaman
sermaye sermaye ile değişilir, yani ürün ürünle kendi kullanım-değeri temelinde değişilir; ürünler karşılıklı olarak kendi üretim süreçlerine girerler, böylece her biri, ötekinin üreticisi tarafından sınai olarak tüketilir.
Sermayenin bu parçası ne kâra ayrışır, ne ücretlere. Yeni katma-emek içermez. Gelir karşılığında değişilmez. Tüketiciler tarafından ne doğrudan ödenir ne dolaylı olarak. Bu karşılıklı sermaye yenileme işleminin tüccar yardımıyla yapılıp yapılmayışı (yani tüccar sermayesi yardımıyla yapılıp yapılmayışı) da farketmez.
Ama bu ürünler yeni olduğuna göre (makine, demir, kömür, kereste, vb. — ki bunlar karşılıklı olarak birbirini yeniler), biten yıl emeğinin ürünü olduklarına göre –böylece tohumluk olarak kullanılan buğday, tüketime giden buğday kadar yeni emeğin ürünü olduğuna göre– bu ürünlerde hiç yeni katma-emek bulunmadığı nasıl söylenebilir? Ve üstelik, biçimleri, apaçık biçimde tersini kanıtlamıyor mu? Buğday ve sığır biçiminde olmasa bile, kuşkusuz, bir makine sözkonusu olduğunda, görünümü, onu demirden vb. bir makineye dönüştüren emeğe tanıklık eder.
Bu sorun daha önce çözülmüştü.
Burada yeniden bu konuya girmenin gereği yok.
(Adam Smith’in, işadamının işadamıyla ticaretinin, işadamıyla tüketiciler (bununla sınai tüketicileri değil doğrudan tüketicileri kastediyor, çünkü sınai tüketicileri de kendisi, işadamları arasında sayıyor) arasındaki ticarete eşit olduğu biçimindeki ifadesi, öyleyse, yanlıştır. Bu ifade, onun tüm ürünün gelirden oluştuğu ve bu nedenle yalnızca, sermaye ile gelir arasındaki değişime eşit olan meta değişimi parçasının, tüm metaların değişimine eşit olduğu ve bundan başka bir anlama gelmediği biçimindeki yanlış savma dayandırılmıştır. Sav yanlış olduğu için, Tooke’un bu savı pratikte paranın dolaşımına uygulaması da yanlış sonuç vermiştir (özellikle
[sayfa 236] işadamları arasında dolaşan para ile
işadamları ile
tüketiciler arasında dolaşan paranın ilişkisi konusunda).
Diyelim ki, A’nın ürününü satın alan tüccar, tüketiciyle yüzyüze gelen sonuncu işadamı olsun; bu ürün ondan, A’nın geliri ile yani A’nın üçte-birine eşit olan geliri ile ve B’nin, üçte-ikilik A’ya eşit olan geliri ile satın alınmaktadır. Bunlar, onun tüccar sermayesini yeniler. Onların toplam geliri, tüccarın sermayesini karşılamalıdır. (Bu madrabazın kârı A’nın bir kısmını kendisi için tutmasıyla ve A’nın daha küçük bir parçasını A’nın değerine satmasıyla açıklanmak gerekir. Bu madrabazın, üretimin gerekli bir etkeni mi yoksa lükse ve zevke düşkün bir aracı mı olduğu, durumu hiç değiştirmez.) A’nın ticaretini yapan işadamı ile A’nın tüketicisi arasındaki bu değişim, A’nın ticaretini yapan işadamıyla tüm A üreticileri arasındaki değişimin değerini ve dolayısıyla tüm bu üreticiler arasındaki her tür alışverişin değerini kapsar.
Tüccar keten bezini satın alır. Bu, tüccarlar arasındaki son işlemdir. Keten bezi dokumacısı iplik, makine, kömür, vb. satın alır. Bu, işadamıyla işadamları arasında sondan bir önceki alışveriştir. İplikçi, keten, makine, kömür, vb. satın alır. Bu bir işadamıyla, işadamları arasında, sondan iki önceki alışveriştir. Keten yetiştiricisi ve makine yapımcısı demir, makine, vb. satın alırlar, vb.. Ama keten, makine, demir, kömür üreticileri arasında kendi değişmeyen sermayelerini yenilemek üzere [gerçekleştirilen] alışverişler ve bu alışverişlerin değeri, A’nın ürününün elden ele geçişiyle ilgili alışverişlere girmez; bu, gelirin gelirle değişimi biçiminde de olsa, gelirin değişmeyen sermayeyle değişimi biçiminde de olsa farketmez. Bu alışverişler –B’nin üreticileriyle A’nın üreticileri arasındaki değil, ama B’nin üreticileri arasındaki bu alışverişler– A satın alıcısının, A satıcısını yenilemesi gibi bir gerekirlik yaratmaz; yalnızca B’nin bu parçasının değeri, A’nın değerine girer. Bu alışverişler de parayı gerektirir; ve tüccarlar aracılığıyla yürütülür. Ama paranın bu alanda özel olarak beliren bölümünün dolaşımı,
işadamlarıyla tüketiciler arasındaki dolaşımdan tamamen ayrıdır.)
||391| Hâlâ çözülmesi gereken iki sorun daha var:
Şu ana kadarki incelememizde, ücret, kârdan ayırdedilmeden, gelir olarak değerlendirildi. Bu bağlamda, ücretlerin aynı zamanda kapitalistin döner sermayesinin bir parçası olduğu gerçeğini ne ölçüde hesaba katmalıyız?
Şu ana kadar toplam gelirin, gelir olarak harcandığı varsayıldı. Dolayısıyla gelirin bir parçası, kârın bir parçası sermayeye dönüştürüldüğü zaman ortaya çıkacak olan değişikliğin dikkate
[sayfa 237] alınması gerekir. Gerçekte bu, birikim sürecinin incelenişi sırasında ortaya gelecektir — ama biçimsel görünümüyle değil. Artı-değeri temsil eden bir ürün parçasının, kısmen ücretlere, kısmen değişmeyen sermayeye dönüştürülmesinde, bir güçlük yoktur. Burada incelememiz gereken şey, daha önceki başlıklar altında, incelenen meta değişimini nasıl etkilediğidir — bu başlıklar altında, onu elinde tutanlarla ilgili olarak incelenebilir; başka deyişle gelirin gelirle değişimi, gelirin sermayeyle değişimi ya da son olarak sermayenin sermayeyle değişimi ile ilgili olarak incelenebilir.)
<Bu intermezzo, dolayısıyla, yeri geldiğinde tarihsel-eleştirel bölümde tamamlanacaktır.>
[76]
[11.] Ferrier [Smith’in Üretken Emek ve Sermaye Birikimi Teorisine
Karşı Ferrier’nin Yönelttiği Polemiklerin Korumacı Karakteri.
Smith’in, Birikim Sorunundaki Kafa Karışıklığı. Smith’in “Üretken
Emekçiler” Görüşündeki Sıradanlık]
Ferrier (François-Louis-Auguste) (
Gümrükler Denetmen Yardımcısı)
: Du Gouvernement considere dans ses rapports avec le commerce, Paris 1805. (Friedrich List’in temel kaynağı buydu.) Bu ahbap,
Bonapartist yasaklamalar, vb. sistemine övgüler düzüyor. İşin aslında, onun gözünde hükümet (tabii devlet görevlileri — şu üretken olmayan emekçiler) üretime doğrudan müdahale eden yöneticiler olarak önemlidirler. Bundan ötürüdür ki, bu gümrük memuru, A. Smith’in devlet görevlilerini üretken-olmayanlar diye nitelemesine ateş püskürüyor.
“Ulusların ekonomisiyle ilgili olarak Smith’in ortaya koyduğu ilkelerin temelinde, emeği, üretken emek ve üretken-olmayan emek diye ayırması vardır. ...”
<Çünkü gerçekte o [Adam Smith
-ç.], olası en büyük parçanın sermaye olarak, üretken emek karşılığı değişilerek harcanmasını, olabilecek en küçük parçanın da gelir olarak, üretken-olmayan emek karşılığı değişilerek harcanmasını ister.>
“Bu ayrım özünde yanlıştır. Üretken-olmayan emek diye bir şey yoktur.” (s. 141.) “Yalnızca ulusların tasarrufu ya da savurganlığı vardır; ama bir ulus ancak başka halklarla ilişkilerinde tasarrufçu ya da savurgan olur; ve sorunun da işte bu noktadan ele alınması gerekir.” (agy. s. 143.)
Biraz sonra, içeriğinin karşılaştırılması için A. Smith’ten ilgili bölümü, Ferrier’nin nefretle karşıladığı bölümü alıntılayacağız.
“Ulusların tasarrufu diye bir şey vardır, ama o Smith’in salık verdiğinden çok farklıdır. ... Bu, bir ulusun, karşılığını kendi ürünleriyle [sayfa 238] ödeyemiyorsa, yabancı ürünler almamasından oluşur. Kimi zaman onlardan tamamen vazgeçmeyi içerir.” (agy, I. 174-175.)
Kitap I, bölüm VI, (c. I, editör Garnier, s. 108-109)
A. Smith, meta fiyatlarını oluşturan parçaları incelediği bu bölümün sonunda şöyle der:
“Uygar bir ülkede, değişilebilirlik değeri yalnızca emekten kaynaklanan pek az meta bulunduğuna ve çoğu. metaya rant ve kâr büyük ölçüde katkı yaptığına göre, demek ki, bu ülkelerin emeğinin yıllık ürünü o ürünü yetiştirmek, hazırlamak ve pazara getirmek için çalıştırılandan çok daha büyük bir emek miktarına komuta etmeye, onu satın almaya her zaman yeterli olacaktır. Eğer toplum bir yılda satın alabileceği emeğin tümünü bir yıl içinde çalıştırsaydı, her yıl emek miktarı büyük ölçüde arttığına göre, birbirini izleyen her yılın ürünü, bir önceki yıla göre çok daha büyük bir değerde olurdu. Ama tüm yıllık ürünü, emekçilerin geçimini sağlamak için kullanan hiçbir ülke yoktur. Her yerde, bu ürünün büyük bir bölümünü aylaklar tüketir; olağan ya da ortalama değerinin yıllık olarak artıp eksilmesi ya da bir yıldan ötekine aynı kalması da bu iki farklı sınıf arasında hangi oranlarda bölüştürüldüğüne bağlıdır” [Smith, Wealth of Nations, OUP baskısı, c. I, s. 59-60].
Smith’in gerçekte birikim sorununu çözmeye çalıştığı bu parçada karışıklığın her çeşidi var.
Her şeyden önce bir kez daha, yıllık emek ürününün “değişilebilir değeri”nin aynı biçimde
“emeğin yıllık ürünü”nün ücretler ve kârlar (rant dahil) olarak ayrıştığı biçimindeki yanlış varsayım var ortada. Bu saçmalık üzerinde yeniden duracak değiliz. Yalnızca şu gözlemle yetineceğiz: Yıllık ürün yığını –ya da emeğin yıllık ürünü olan meta stokları, fonlar– büyük ölçüde ||392| ancak değişmeyen sermayeye girebilen öğeler olarak
in natura [ürün olarak] metalardan oluşur (hammaddeler, tohumluk, makine, vb.); bunlar
ancak sınai olarak tüketilebilir. Bu metaların
kullanım-değeri (ve bunlar değişmeyen sermayeye giren metaların büyük bir bölümünü oluştururlar), bireysel tüketime elverişli olmadıklarını gösterir; bu nedenle, ücret olsun, kâr olsun, rant olsun, gelir bu metalara harcanamaz. Hammadelerin bir bölümüne (hammaddelerin yeniden-üretimi için gereksinilmediği ölçüde, ya da ikincil malzeme olarak ya da doğrudan yedek parça olarak sabit sermayeye girmediği ölçüde) daha sonra, tüketilebilir bir meta biçimi verileceği doğrudur; ama bu ancak cari yılın emeğiyle olur. Bir önceki yıl emeğinin ürünü olarak bu hammaddeler, gelirin herhangi bir parçasını oluşturmazlar. Ürünün ancak tüketimlik bölümü tüketilebilir, bireysel tüketime girebilir ve böylelikle geliri oluşturur. Ne var ki, tüketimlik ürünlerin bir kısmı da yeniden-üretimi olanaksız hale
[sayfa 239] getirmedikçe tüketilemez. Metaların, hatta tüketimlik parçalarının bir bölümü bile, tam da bu nedenle,
sınai olarak tüketilmek üzere [üründen
-ç.] çıkarılmalıdır; bu bölüm, emeğin malzemesi olarak, tohum vb. olarak hizmet etmelidir, işçilerin ya da kapitalistlerin geçim aracı olarak değil. Ürünün bu parçası, dolayısıyla, ilkin, A. Smith’in hesabından çıkarılmalıdır — ya da daha doğrusu ona eklenmek zorundadır. Eğer
emeğin üretkenliği aynı kalırsa, o zaman, gelir arasında yeralmayan bu ürün parçası yıldan yıla aynı kalır; kuşkusuz, emeğin üretkenliği aynı kalırken, eskisi kadar emek-zamanı kullanılması koşuluyla.
Bu nedenle, her yıl öncekine göre
daha çok miktarda emek kullanıldığı varsayılırsa ne olacağını da görmeliyiz. Kısacası, daha çok emek kullanmak için, elde
daha fazla miktarda emek bulunması ya da
daha büyük miktara ödeme yapılması yani daha fazla miktarın ücretlere harcanması yeterli değildir; ama emek araçları –hammadde ve sabit sermaye– daha büyük miktarda emeği emebilmek için orada olmalıdır. A. Smith’in ortaya attığı sorunlar ayıklandıktan sonra bu nokta da tartışılacaktır.
Öyleyse, ilk tümcesini yineleyelim:
“Uygar bir ülkede, değişilebilirlik değeri yalnızca emekten kaynaklanan pek az meta varolduğuna ve metaların çoğununkine rant ve kâr büyük ölçüde katkı yaptığına göre, demek ki, [uygar ülke -ç.] emeğinin yıllık ürünü o ürünü yetiştirmek, hazırlamak ve pazara getirmek için” (başka terimlerle: üretmek için) “çalıştırılandan çok daha büyük bir emek miktarına komuta etmeye, onu satın almaya her zaman yeterli olacaktır.’’
Apaçık görülüyor ki, burada, farklı şeyler birbirine karıştırılmıştır. Yıllık toplam ürünün değişilebilirlik değerine yalnızca canlı emek, cari yıl içinde çalıştırılan canlı emek girmez, geçmiş emek, geçmiş yılların emeğinin ürünü de girer. Yalnızca yaşayan biçimiyle emek değil, maddeleşmiş biçimiyle emek. Ürünün değişilebilirlik değeri, içerdiği toplam emek-zamanına eşittir; bir bölümü canlı emeği içerir, bir bölümü maddeleşmiş emeği. Birincinin ikinciye oranı, diyelim 1/3 : 2/3 ya da 1 : 2 olsun. O zaman toplam ürün değeri 3’e eşittir; bunun 2’si maddeleşmiş emek-zamanıdır, 1’i canlı emek-zamanıdır. Bu nedenle, toplam ürünün
değeri içerdiğinden daha fazla canlı emek, satın alabilir; bunun için maddeleşmiş emekle canlı emeğin birbiriyle eşdeğer olarak değişildiğini, yani belli miktardaki maddeleşmiş emeğin, kendisine eşit miktarda canlı emeğe komuta ettiğini varsaymak gerekir. Ürün 3 günlük emeğe eşittir, ama içerdiği canlı emek yalnızca 1 günlük emeğe eşittir. 1 günlük canlı emek ürünü üretmeye (gerçekte ona yalnızca son
[sayfa 240] biçimini vermeye) yetmiştir. Ama içinde 3 günlük emek yeralmaktadır. Bu nedenledir ki, eğer tümüyle canlı emek-zamanıyla değişilseydi, canlı emek “satın almak ya da komuta etmek” için kullanılsaydı, 3 günlük emeği satın alabilir ya da komuta edebilirdi.
Ama apaçık görülüyor ki A. Smith’in kafasındaki bu değildir ve onun açısından pek anlamsız bir öneri olurdu. Kastettiği şey, ürünün değişilebilirlik değerinin büyük bir bölümünün (daha önce belirtilen karışıklık nedeniyle
yanlış biçimde ifade ettiği üzere) emeğin ücretleri olarak değil, ama kârlar ve rantlar olarak, ya da yalınlaştırmak için bizim deyişimizle kârlar olarak ayrıştığıdır. Başka deyişle, ürün değerinin, geçmiş yıldaki katma-emek miktarına eşit bölümü
–in fact [gerçekte] sözcüğün tam kastettiği anlamda, geçen yılın emeğinin ürünü olan bölümü– ilkin işçileri öder ve ikinci olarak kapitalistin gelirine, onun tüketim fonuna girer. Toplam ürünün bu bölümünün tümü emekten, ve gerçekten de yalnızca emekten kaynaklanır; ancak ödenmiş ve ödenmemiş emeği içerir. Ücretler ödenmiş emeğin toplamına eşittir; kârlar ||393| ödenmemiş emeğin toplamına. İşte bundan ötürü bu toplam ürün ücretlere harcansaydı, doğal olarak o ürünü üretenden daha büyük miktarda emeği harekete geçirirdi; ve işin aslında, ürünün, içerdiğinden daha fazla emek-zamanını harekete geçirme oranı, işgününün, ödenmiş ve ödenmemiş emeğe bölünme oranına bağlıdır.
Varsayalım bu oran öyledir ki, emekçi ücretini 6 saatte yani yarım günde üretir ya da yeniden-üretir. O zaman öteki 6 saat ya da yarım gün, artı-değeri oluşturur. Böylece örneğin 50 pounda (bir günlük emek 10 şilin ise 100 günlük emeği 1000 şilin, yani 50 pound) eşit olan 100 günlük emeği [yeni katma-emek] içeren bir ürünün 25 poundu ücret için, 25 poundu da kâr (rant) içindir. 25 pound ile –50 günlük emeğe eşit– emek-zamanlarının tamı tamına yarısında hiçbir şey almaksızın patronlarına çalışan 100 emekçinin ücreti ödenir. Bu çerçevede, eğer ürünün tamamı (100 günlük emeğin ürünü) ücretlere harcansaydı, o zaman 50 pound ile 200 işçi harekete geçirilmiş olurdu ve her biri ücret olarak 5 şilin, ya da eskisi gibi emeğinin ürününün yarısını almış olurdu. Bu emeğin ürünü 100 pounda (yani 200 günlük emek, 2.000 şiline ya da 100 pounda eşit) eşit olurdu; bununla 400 emekçi (emekçi başına 5 şilinden, 2.000 şilin) harekete geçirilebilirdi; onların da ürünü 200 pounda eşit olurdu, vb..
İşte Adam Smith, “yıllık emek ürünü”nün, her zaman, o ürünü üretmek için çalıştırılanlardan “daha fazla miktarda emeğe komuta etmeye ya da satın almaya” yeterli olacağını söylerken, bunu
[sayfa 241] kastetmiştir. (Eğer emekçiye, emeğinin ürününün tamamı ödenseydi, yani 100 işgünü için 50 pound ödenseydi, o zaman 50 pound da yalnızca 100 işgününü harekete geçirebilirdi.) Ve Smith sözü sürdürerek şöyle diyor:
“Eğer toplum bir yılda satın alabileceği emeğin tümünü bir yıl içinde çalıştırsaydı, her yıl emek miktarı büyük ölçüde arttığına göre, birbirini izleyen her yılın ürünü, bir önceki yıla göre çok daha büyük bir değerde olurdu.” Ne var ki bu ürünün bir parçasını kârın ve rantın sahipleri tüketiyorlar; bir parçasını da onların asalakları. Ürünün yeniden (üretken) emeğe harcanacak bölümünü, bu durumda, kapitalistlerin, toprak sahiplerinin ve onların asalaklarının (yani üretken-olmayan emekçilerin) tüketmedikleri ürün parçası belirliyor.
Ama gene de geçmiş yılın ürünüyle, cari yılda daha fazla emeği harekete geçirecek bir fon (yeni bir ücretler fonu) her zaman vardır. Ve yıllık ürünün değerini, kullanılan emek-zamanı miktarı belirlediğine göre, yıllık ürünün değeri, her yıl büyüyecektir.
Doğal olarak, piyasada daha fazla miktarda emek olmasaydı, geçmiş yıla göre “daha fazla miktarda bir emeği
satın alacak ya da komuta edecek” bir fona sahip olmak herhangi bir yarar sağlamazdı. Bir metayı satın almak için daha fazla para olması, eğer o metadan piyasada daha fazla yoksa, bir yarar sağlamaz. 50 poundun, önceki gibi 100 işçi yerine (ki 25 pound almışlardı) 200 değil ama, 150 işçiyi harekete geçirdiğini, bu arada kapitalistlerin de 25 pound yerine 12 pound 10 şilin tükettiklerini varsayalım. 150 işçi (37 pound 10 şilin [alarak]) 1.500 şiline ya da 75 pounda eşit 150 işgünü harcayacaklardı. Ama elde mevcut emekçi miktarı eskisi gibi yalnızca 100 olsaydı, ücret olarak, eskiden olduğu gibi 25 pound değil, ama 37 pound 10 şilin alacaklardı; oysa ürünleri, eskisi gibi yalnızca 50 pound [olacaktı]. Böylece kapitalistin geliri 25 pounddan 12 pound 10 şiline düşecekti, çünkü ücretler %50 oranında artmış olacaktı. Ne var ki, A. Smith, elde, artan sayıda emekçi olacağını biliyor. Kısmen yıllık nüfus artışından (gerçi bunun eski ücretlerle sağlanacağı varsayılıyor), kısmen işsiz yoksullardan ya da yarı-çalıştırılanlardan, vb. ötürü. Sonra, üretken olmayan çok sayıdaki emekçilerden bir bölümü, artı-ürünü değişik biçimlerde kullanarak,
üretken emekçilere dönüştürülebilirler. Son olarak da aynı sayıda emekçi,
daha büyük miktarda iş yapabilir. Ve 100 işçi yerine 125 işçiye ödeme yapmam ya da 100 işçinin günde 12 saat yerine 15 saat çalışması, aynı kapıya çıkar.
Bu arada, yeri gelmişken söyleyelim, A. Smith’in, üretken sermayedeki artışla –ya da yeniden-üretime gidecek olan yıllık ürün
[sayfa 242] miktarındaki artışla
istihdam edilen emeğin (canlı emek, sermayenin ücretlere harcanan kısım) aynı oranda artacağını söylemesi, toplanı ürünü gelir olarak ayrıştırmasının doğrudan sonucu olan bir hatasıdır.
||394| Demek ki, her şeyden önce, Smith’te, bu yıl, geçen yıla göre daha fazla miktarda emeği “satın alabilecek ve komuta edebilecek” bir tüketilebilir geçim araçları fonu bulunuyor; ayrıca daha fazla emek ve bu emek için de daha fazla geçim aracı [var]. Şimdi bu ek emek miktarının nasıl gerçekleştirilebileceğini görmeliyiz.)
Eğer A. Smith, özü itibariyle kendi yapıtında bulunan ve artı-değerin yalnızca sermayenin ücretli-emekle değişilmesi sayesinde yaratıldığını belirten çözümlemesine tam bir bilinçle bağlı kalsaydı, bundan üretken emeğin, yalnızca sermaye ile değişilen emek olduğu sonucunu çıkarırdı, hiçbir zaman gelir ile değişilen emek sonucunu çıkarmazdı. Gelirin üretken emekle değişilebilmesi için [bu gelirin
-ç.] önce sermayeye dönüştürülmesi gerekir.
Ama hareket noktası olarak geleneksel görüşün yalnızca bir yanını –yani üretken emek doğrudan herhangi bir tür maddi zenginlik üreten emektir görüşünü– aldığı ve aynı zamanda, bunu, emeğin sermayeyle ya da gelirle değişilmesine, göre sınırlamasıyla ilişkilendirdiği için, Smith açısından, şöyle: bir şey olanaklı hale geldi: Sermayeye karşı değişilen türden emek: her zaman üretkendir (her zaman maddi zenginlik yaratır, vb.). Gelir ile değişilen türden emek üretken olabilir ya da olmayabilir; ama geliri harcayan kişi, kural olarak, üretken emekten çok, üretken-olmayan emeği harekete geçirmeyi yeğler. Adam Smith’in, ikili ayrımının bu paçal edilmiş biçimiyle, temel ayrımı nasıl körleştirip zayıflattığı kolaylıkla görülebilir.
Aşağıdaki alıntı, Adam Smith’in, emeğin bir gövdeye bürünmesini yalnızca dışsal anlamda almadığını gösteriyor; sabit sermayeyi oluşturan çeşitli parçalar arasında şu da sayılıyor:
“Dördüncüsü, toplumun tüm üyelerinin ve bu toplumda yaşayanların edinilmiş ve yararlı yetenekleri. Bu yeteneklerin edinilmesi, kişinin eğitimi, çalışması, çıraklığa sırasında geçiminin sağlanması her zaman gerçek harcamaları gerektirir; bu, o kişide somutlaşmış ve saptanmış bir sermayedir. Bu yetenekler, o kişinin talihinin bir kısmını oluşturur, ama aynı zamanda o kişinin bağlı olduğu toplumun da talihini oluşturur. Bir işçinin becerisinin gelişkinliği, çalışmayı kısaltan ve kolaylaştıran, her ne kadar belli bir gidere neden oluyorsa da o harcamayı kârıyla geri ödeyen bir makine ya da alet hangi gözle görülüyorsa o gözle görülebilir”. ([Wealth of Nations, OUP baskısı, c. I, s. 308], [Garnier,] agy, c. II, bölüm I, s. 204-205.)
Birikimin garip kaynağı ve gerekirliği: [sayfa 243]
“Toplumun, işbölümünden yoksun olduğu, değişimin pek nadir yapıldığı, her şeyi herkesin bizzat yaptığı bu başlangıç durumunda, toplumun işlerini görmek üzere herhangi bir sermaye biriktirilmesi ya da daha önceden stoklanması gerekli değildir” (yani toplumun varolmadığı varsayıldıktan sonra). “Herkes, zaman zaman ortaya çıkan gereksinimlerini, ortaya çıktıkça bizzat kendi çalışmasıyla sağlamaya çabalar. Acıktığı zaman, avlanmak için ormana gider” vb. ([agy, s. 301], [Garnier], agy, c. II, s. 191-192) (kitap II, Giriş.) “Ama işbölümü, bir kez, gerçekten uygulanmaya başladığı zaman, bir insanın kendi emek ürünü, onun zaman zaman ortaya çıkan gereksinimlerinin pek azını karşılayabilir. O gereksinimlerin çok daha büyük bir bölümünü, başka insanların emek ürünü sağlar; onları [kendi ürünüyle] ya da aynı şey demek olan kendi ürününün bedeliyle [satın alır]. Ama bu alım işi, kendi emeğinin ürününün, yalnızca tamamlandığı değil ama satıldığı zamana kadar gerçekleştirilemez.”
(Birinci durumda bile, tavşanı öldürmeden önce yiyemezdi ve kendisine bilinen bir “yay” ya da benzeri bir şey yapmadan önce de tavşanı öldüremezdi. İkinci duruma eklenmesi gerekiyor gibi görünen tek şey, bu çerçevede, herhangi bir stok gereği değil, ama “kendi emeğinin ürününü
satması için ... zaman”dır.)
“O yüzdendir ki, bu iki olayın her ikisinin de [tamamlama ve satma -ç.] gerçekleşmesine kadar, onun geçimi ve işi için gerekli maddeleri ve aletleri sağlamaya yetecek, farklı türden zahireden bir fon olmalıdır. Bir dokumacı, işini tamamlamakla kalmayıp dokuduğu kumaşı satıncaya kadar ‘geçimini ve işinin gerektirdiği aletleri ve malzemeleri sağlayacak yeterlikte, kendi mülkiyetinde ya da bir başkasının mülkiyetinde önceden bir yedeklik yapılmadıkça, kendi işini gereği gibi yerine getiremez. Açıktır ki, dokumacının bu işe başlaması ve bitirmesi, zanaatını uygulayabilmesi, önceden bir birikimi gerektirir. ... İşin doğası gereği, bir sermaye birikiminin işbölümünden önce olması gerekir.” ([agy, s. 301-302,] [Garnier,] agy, s. 192-193.)
(Öte yandan, başta söylediğine göre, anlaşılıyor ki, işbölümünden
önce herhangi bir sermaye birikimi yoktur; tıpkı, sermaye birikiminden önce herhangi bir işbölümünün olmaması gibi.)
Sözünü sürdürüyor:
“... Sermaye daha önce ne kadar fazla biriktirilirse, emek o oranda daha fazla alt bölümlere ayrılabilir. Emek ne kadar daha fazla alt bölüme ayrılırsa, aynı sayıda insanın işleyebileceği malzeme miktarı büyük oranda artar; ve her bir işçinin yaptığı iş adım adım ve büyük ölçüde basitleştirildikçe bu işleri kolaylaştıracak ve birbiriyle bağlantılı hale getirecek yeni bir çok makine icat edilebilir. ||395| Dolayısıyla, işbölümü ilerledikçe, aynı sayıda emekçiye sürekli iş vermek için, aynı miktarda tüketim maddesi ve işlerin daha ilkel [sayfa 244] olduğu duruma göre daha çok malzeme ve aletin, daha önceden yedeklenmesi zorunlu olur.” ([agy, s. 302], [Garnier], agy, s. 193-194.) “Nasıl emeğin üretkenlik gücünde bu büyük genişlemeyi gerçekleştirmek için daha önceden sermaye birikimi gerekliyse, birikim de doğal olarak bu genişlemeye yolaçar. Kendi sermayesini, emeği çalıştırmak için kullanan kişi, bunu olabildiği ölçüde çok iş çıkaracak bir biçimde kullanmayı doğal olarak arzu eder. Bu nedenle de hem kendi işçileri arasında işi en uygun biçimde dağıtmaya hem de onlara, ya kendi icadettiği ya satın aldığı en iyi makineleri sağlamaya çalışır. Bu iki açıdan onun gücü, genelde elindeki bu sermayenin genişliğiyle ya da çalıştırabildiği insan sayısıyla oranlıdır. Dolayısıyla, bir ülkede, sanayi işgücü miktarı, o ülkenin kullandığı sermayedeki artışla birlikte artmakla kalmaz, ama bu artışın sonucu olarak, aynı miktarda sanayi işgücü, daha büyük miktarda iş üretir.” ([agy, s. 302-303], [Garnier], agy, s. 194-195.)
Adam Smith, zaten tüketim fonunda bulunan nesnelere, üretken emek ile üretken-olmayan emeğe nasıl yaklaşıyorsa, işte tam öyle yaklaşıyor. Örneğin:
“Bir konut, konut olarak içinde yaşayanın gelirine hiçbir şey katmaz; bu, her ne kadar, kuşkusuz, ona çok yarar sağlarsa da onun gelirini değil giderini oluşturan giysileri ya da ev eşyası kadar yararlıdır.” ([agy, s. 306-307], [Garnier], agy, c. II, s. 201-202.) Öte yandan sabit sermaye, “yalnızca bir kira karşılığı onları kiraya veren mülk sahibi için değil, ama onun yanısıra o kirayı ödeyerek onları elinde tutan kişiye de gelir sağlayan tüm kârlı yapıları; dükkanları, depoları, işlikleri, tüm gerekli yapılarıyla ahırları, tahıl ambarlarıyla vb. birlikte çiftlik yapılarını” içerir. “Bunlar konutlardan çok farklıdırlar. Bir tür meslek aletleridirler. ...” ([agy, s. 308], [Garnier], agy, c. II, s. 203-204.)
“... Teknikteki tüm bu tür ilerlemeler, aynı sayıda işçi ile eskisine göre daha ucuz ve daha basit makineler kullanarak aynı miktar iş çıkarılması olanağını verdiği için, her toplumda ve her zaman yararlı görülmüştür. Daha önce, daha karmaşık ve daha pahalı makinelerin bakımını yapmak için kullanılan belli miktardaki malzeme ve belli miktardaki işçinin emeği, ondan sonra, artık yalnızca şu ya da bu makinenin yapabileceği işe ayrılarak, işin miktarını artırabilir.” ([agy, s. 315], [Garnier], agy, c. II, s. 216-217.)
“... Sabit sermayeyi koruyup sürdürmenin tüm giderleri ... ister-istemez toplumun net gelirinin dışında tutulmuştur.” ([agy, s. 316], [Garnier], agy, c. II, s. 218.) “Bu nedenledir ki, sabit sermayeyi koruyup sürdürmek için girişilen harcamalarda yapılan ve emeğin üretkenlik gücünü azaltmayan her tasarrufun, sanayiyi devindiren fonu artırması ve bunun sonucu olarak toprağın ve emeğin yıllık gelirini, yani her toplumun gerçek gelirini artırması gerekir.” ([agy, s. 321], [Garnier], agy, c. II, s. 226-227.)
Banknotların ya da genel olarak kağıt paranın yurt dışına gitmeye zorladığı altın ve gümüş para –”ülke-içi tüketim için yabancı [sayfa 245] malları almaya” harcanırsa— ya yabancı şarabı, yabancı ipeği gibi lüks ürünler alır; tek sözcükle “hiçbir şey üretmeyen aylak insanlar tarafından tüketilmesi olası... malları” alır, “ya da kendi yıllık tüketimlerinin değerini, bir kârla birlikte yeniden-üreten çalışkan insanlardan bir miktarını daha çalıştırmak ve onların geçimini sağlamak üzere, ek malzeme, alet ve tüketim maddesi satın alabilir.” ([agy, s. 324], [Garnier], agy, c. II, s. 231-232.)
İlk kullanım, diyor Smith, savurganlığı teşvik eder, “üretimi artırmaksızın ya da bu tür harcamayı destekleyecek sürekli bir fon yaratmaksızın harcamayı ve tüketimi artırır ve her bakımdan topluma zarar vericidir.” ([agy, s. 324], [Garnier], agy, c. II, s. 232.) Öte yandan, “ikinci kullanımla sanayiyi teşvik eder; her ne kadar toplumun tüketimini artırırsa da, tüketen insanların, yıllık tüketimlerinin tüm değerini, bir kârla birlikte yeniden-üreteceği bu tüketimi destekleyecek sürekli bir fon sağlar.” ([agy, s. 324], [Garnier] agy, c. II, s. 232.)
“Herhangi bir sermayenin çalıştırılabileceği sanayi işgücü miktarı apaçık ortada ki, o sermayenin kendilerine malzeme, alet sağlayabileceği ve işin doğasına uygun biçimde geçimlerini karşılayabileceği işçilerin sayısına eşit olmak zorundadır.” ([agy, s. 326], [Garnier], agy, c. II, s. 232.)
||396| Kitap II, bölüm III’te (
agy, c. II, s. 314 ve sonrası) [şunları buluyoruz];
“Üretken olan ve olmayan emekçiler ve hiç çalışmayanlar, tümü, ülke emeğinin ve toprağının yıllık ürünüyle geçiniyorlar. Bu ürünün ... bazı sınırları olmak gerekir. Bu nedenle, o ürünün, herhangi bir yıl içinde, üretken olmayan işçilerin geçimi için daha küçük ya da daha büyük bir parçasının ayrılmış olmasına göre, üretken işçiler için bir durumda daha çok, öteki durumda daha az ürün ayrılacak ve bir sonraki yılın ürünü de buna göre, ya daha çok ya daha az olacaktır. ...
“Gerçi her ülkede toprağın ve emeğin tüm yıllık ürünü ... o ülke insanlarının tüketimini karşılamak ve onlara bir gelir sağlamak içindir; gene de ilkin topraktan ya da işçilerin elinden çıktığı zaman doğal olarak kendini iki parçaya ayırır. Bunlardan biri ve genelde en geniş olanı, her şeyden önce sermayeyi yerine geri koymaya, ve bir sermayeden çekilip alınmış malzemeleri, geçim araçlarını ve bitmiş işleri yenilemeye ayrılır; öteki parça, ya bu sermayenin sahibinin, sermaye kârı olarak gelirini ya da başka birinin toprağının rantını oluşturur. ...
“Herhangi bir ülke toprağının ve emeğinin, sermayeyi yenileyen yıllık ürün parçası, üretken işçilerin geçimini sağlama dışında doğrudan herhangi bir işçinin geçimini sağlamakta kullanılmaz. Yalnızca üretken işçilerin ücretlerini öder. Doğrudan geliri oluşturan parça ise. ... üretken ya da üretken-olmayan işçiler arasında ayrım yapmaksızın, onların geçimini sağlayabilir. ...
“Üretken-olmayan emekçilerin ve hiç çalışmayan insanların [sayfa 246] bütün geçimi, gelirden karşılanır; her şeyden önce, yıllık ürünün, belli bazı kişilerin ya toprak rantı ya da sermaye kârı olarak gelirini oluşturan parçadan, ya da ikinci olarak, başlangıçta sermayeyi yenilemeye ve yalnızca üretken işçileri geçindirmeye ayrılan ama onların eline geldiği zaman, geçimleri için gerekli olanın üstünde kalan miktardan, ayrım gözetmeksizin, üretken insanların ve üretmeyen insanların geçimi sağlanabilir. Böylelikle ... sıradan bir işçi bile, eğer ücreti yüksekse, bir hizmetkar tutabilir; ya da zaman zaman bir tiyatroya ya da kukla oyununa gidebilir ve üretken-olmayan bir grup emekçinin geçimine kendi katkısını yapmış olur; ya da bir miktar vergi öder ve aynı biçimde üretken-olmayan bir başka grubun geçimine yardım eder. Ancak başlangıçta bir sermayeyi yenilemesi için ayrılmış olan hiçbir yıllık ürün parçası, kendi üretken emek parçasının tümünü harekete geçirmeden önce, asla üretken-olmayan ücretlilerin geçimini sağlamaya yöneltilmez. Bir işçi, ücretinin herhangi bir parçasını bu biçimde harcamadan önce, yaptığı işle ücretini kazanmış olmalıdır. Toprağın rantı ve sermayenin kârı, her yerde ... üretken-olmayan ücretlilerin geçimlerini sağladıktan başlıca kaynaktır. “Bu iki tür gelir” ayrım gözetmeksizin üretken emekle üretken-olmayan emeğin geçimini sağlamaya harcanabilir. Ancak görünüşe göre, bu iki tür gelir, ikincileri yeğlemektedir. ...
“Dolayısıyla, üretken olan ve olmayan insanlar arasındaki oran, her ülkede büyük ölçüde, yıllık ürünün topraktan ya da üretken işçilerin elinden çıkar çıkmaz sermayeyi yenilemeye yönelik olan yıllık ürün parçasıyla rant ya da kâr olarak geliri oluşturmaya yönelik parçası arasındaki orana bağlıdır. Bu oran, zengin ülkelerde, yoksul ülkelerdekine göre çok farklıdır.” [Wealth of Nations, OUP baskısı, c. I, s. 370-373.]
[Adam Smith] bunun ardından, “Avrupa’nın gelişmiş ülkeleri”nde “toprağın ürününün çok geniş, sık sık da en geniş, parçasının ... zengin ve bağımsız çiftçinin sermayesini yenilemeye yönelişi”ni, “ürünün pek küçük bir kısmının tarımda kullanılan sermayeyi yenilemeye yeterli” olduğu “feodal hükümet egemenliği”yle karşı karşıya koyar.
Ticarette ve imalatta da aynıdır. Eskiden çok küçük sermayelerin kullanıldığı bu alanlarda şimdi geniş sermayeler kullanılmaktadır, ama bu küçük sermayeler
“çok fazla kâr bırakıyordu. Faiz oranı, hiçbir yerde %10’dan az değildi ve elde ettikleri kâr, bu oranda yüksek bir faizi kaldırmaya yetiyor olmalıydı. Günümüzde, Avrupa’nın gelişmiş kesimlerinde, hiçbir biçimde %6’dan fazla değildir; en gelişmiş kesimlerinde ise yüzde 4, 3 ve 2’ye kadar düşmektedir. Gerçi oralarda yaşayanların gelirinin sermaye kârından elde edilen bu parçası gene de yoksul ülkelere göre zengin ülkelerde çok daha büyüktür; çünkü sermaye daha büyüktür; sermayeye göre kârlar genelde daha azdır. “Dolayısıyla, yıllık ürünün, topraktan ya da üretken işçinin [sayfa 247] elinden çıktığı anda sermayeyi yenilemeye yönelen parçası ||397| yalnızca, yoksul ülkelere göre zengin ülkelerde daha büyük olmakla kalmaz, rantı ya da kârı oluşturmaya yönelen parçasına göre çok daha büyük olur. Üretken emeğin geçimini sağlamaya yönelik fonlar, zengin ülkelerde, yoksul ülkelere göre daha geniş olmakla kalmaz, ama her ne kadar üretken olan ya da olmayan emeği çalıştırmakta kullanılırsa da daha çok üretken olmayan emeği çalıştırmaya yatkın olan fonlara göre de çok daha büyük bir orandadır.”
(Smith, üretken sermayenin büyüklüğünü, bu sermayenin üretken emeğin geçimini sağlamaya yönelik
parçasının büyüklüğüyle karıştırıyor. Ancak, işin aslında, onun tanıyıp bildiği geniş-ölçekli sanayi, henüz yalnızca işin başındaydı.)
“Bu farklı fonlar arasındaki oran, her ülkede zorunlu olarak, o ülke insanlarının çalışkanlık ya da aylaklık karakterini belirler.” Bu yüzden de [Adam Smith -ç.] örneğin şöyle der: İngiliz ve Hollanda’nın imalatçı kasabalarında, “oralarda, aşağı düzeyden insanların geçimi sermayenin kullanılması suretiyle sağlanıyor; bunlar genelde çalışkan, aklı başında ve başarılıdır.” Öte yandan, “esas olarak bir sarayın [sürekli ya da zaman zaman duyumsanan] varlığı ile desteklenen kasabalarda, gelirden yapılan harcamalarla geçimi sağlanan aşağı düzeyden halk, genelde aylaktır, ahlaksızdır ve yoksuldur; Roma’daki, Versailles’daki gibi.” [agy, s. 372-375.]
“Dolayısıyla, öyle görünüyor ki, çalışkanlık ile aylaklık arasındaki oranı sermayeyle gelir arasındaki oran düzenliyor. Sermayenin egemen olduğu yerde, çalışkanlık üstün geliyor; gelirin egemen olduğu yerde aylaklık. Demek ki, sermayenin her artışı ya da eksilişi doğal olarak, gerçek iş miktarını, üretken işçilerin sayısını ve sonuç olarak da ülkedeki toprağın ve emeğin değişilebilir yıllık ürün değerini, oradaki tüm insanların gerçek zenginliğini ve gelirini artırma ya da azaltma eğilimini taşıyor. ...
“Yıllık olarak tasarruf edilen, yıllık olarak harcanan gibi, düzenli olarak tüketiliyor, üstelik hemen hemen aynı zamanda: ancak farklı insan grubu tarafından.” “Gelirin” birinci “kısmı, tüketimlerine karşılık geride hiçbir karşılık bırakmayan aylak konuklar ve hizmetçiler tarafından.” İkinci [parça] “yıllık tüketimlerinin değerini bir kârla birlikte yeniden-üreten [...] işçiler tarafından. ... Tüketim aynı, ama tüketiciler farklı.” [agy, s. 377-378.]
Ve Smith, yıllık tasarrufuyla, bir miktar daha üretken işçi için bir tür kamu işliği sağlayan tutumlu kişiler hakkında vaaz veriyor (ve ayrıca [Garnier],
agy, c. II, kitap II, bölüm III, s. 328-329 ve devamı) ve o kişinin böylece,
“gelecekte, her zaman için eşit sayıda insanın geçimini sağlayan, sözgelimi, sürekli bir fon kurmuş olduğu”nu söylüyor; buna karşılık savurgan, “üretken emeğin çalıştırılmasına dönük fonları” [sayfa 248] azaltıyor. ... “Böylece” (savurganın savurganlığı sonucu) “üretken olmayanın tükettiği yiyecek ve giyecek, üretken işçiler arasında dağıtılsaydı, tüketimlerinin tam değerini, bir kârla birlikte yeniden-üretirlerdi.” [agy, s. 378-379.]
Bu ahlak öyküsünün vardığı sonuç, bunların (savurganlıkla tutumluluğun) özel kişiler arasında bir ortalamada denge tuttuğu ve gerçekte “akıl”ın üstün geldiğidir.
“Büyük uluslar, zaman zaman kamusal savurganlıktan ve yanlış tutumdan ötürü yoksullaşabilirlerse de, özel savurganlıktan ve yanlış tutumdan ötürü hiçbir zaman yoksullaşmazlar. Kamusal gelirin tümü ya da tümüne yakım, çoğu ülkede, üretken olmayan kişilerin geçimi için kullanılır.” [Bu insanlar arasında] saray mensupları, kilise, “barış zamanında hiçbir şey üretmeyen, savaş zamanı da hiç değilse savaş sürerken, giderleri karşılayacak bir şeyleri elde etmeyen” donanma ve ordu da vardır. “Kendileri hiçbir şey üretmeyen bu insanların geçimi, başka insanların emeğinin ürünüyle sağlanır. Bu yüzden de gereksiz bir sayıya yükseldikleri zaman bu insanlar, şu ya da bu yıl içinde ürünün öylesine büyük bir bölümünü tüketebilirler ki, üretken işçilerin geçimini sağlamak üzere, geriye izleyen yıl yeniden-üretebilecekleri, yeter miktarda ürün kalmaz.” [agy, s. 382-383.]
Kitap II, bölüm IV’te:
“Üretken işçinin geçimini sağlamaya dönük fonlardaki artışla, üretken emeğe olan talep, her gün daha çok artar. Emekçiler kolayca ||398| iş bulurlar; ama sermaye sahipleri çalıştırılacak işçi bulmakta zorlanırlar. Aralarındaki rekabet, emeğin ücretini artırır ve sermayenin kârını düşürür.” ([agy, s. 395], [Garnier] agy, c. II, s. 359.)
“Sermayenin Farklı Kullanımları” konusunda, kitap II’nin V. bölümünde (s. 369 ve sonrası, c. II) Smith, sermayeleri, az ya da çok üretken emek çalıştırmalarına ve sonuçta yıllık ürünün “değişim-değeri”ni artırmalarına göre şöyle sınıflar: Birincisi
tarım. İkincisi
imalat. Ondan sonra
ticaret ve son olarak
perakende ticaret. Üretken emeği miktar olarak harekete geçirmede öncelik sırası budur. Burada da üretken emeğin tümden yeni bir tanımıyla karşılaşırız:
“Sermayesi, bu dört yoldan herhangi birinde kullanılan kişilerin kendileri de üretken işçilerdir. Onların emeği, doğru-dürüst yöneltildiği zaman, kendisi için harcandığı nesnede ya da satımlık metada sabitleşir ve gerçekleşir ve genelde, o nesnenin ya da metanın fiyatına, en azından kendi geçiminin ve kişisel tüketiminin değerini ekler.” ([agy, s. 404]. [Garnier] agy, s. 374.)
(İşin genelinde Smith, onların [sermaye sahiplerinin -
ç.] sözkonusu üretkenliğini, üretken emeği harekete geçirişlerinde görür.)
Çiftçi konusunda şöyle der:
“Çiftçinin sermayesine eşit hiçbir sermaye, onun harekete geçirdiği [sayfa 248] üretken emek miktarından daha fazlasını harekete geçiremez. Yalnızca çiftlik uşakları değil, ama tarla süren ve araba çeken çiftlik hayvanları da üretken işçidirler.” [agy, s. 405].
Böylece, sonunda öküz de bir üretken işçi olur.
[12.] Kont Lauderdale [Egemen Sınıflan, Üretken Emeğin En Önemli
Türlerinin Temsilcileri Sayan Mazeretçi Yaklaşım]
Lauderdale (kont):
An Inquiry into the Nature and Origin of Public Wealth, vb. [Edinburgh ve] Londra 1804. (Fransızca çeviri:
Recherches sur la nature et l’origine de la richesse publique, vb. Çevirmen:
Lagentie de Lavaïsse, Paris 1808.)
Lauderdale’in, kârı haklı göstermeye dönük mazeretçi çabaları, daha sonra III. Kesimde incelenecek.
[77] Bu yaklaşım, kârın bizzat sermayeden kaynaklandığı, çünkü sermayenin emeğin
“yerini aldığı” görüşündedir. Sermayeye, eğer o olmasaydı, insanın yapmak zorunda olacağı ya da hiç yapamayacak olduğu şey için kâr ödenmektedir.
“Şimdi artık anlaşılmıştır ki, sermayenin bir kâr üretecek biçimde kullanıldığı her durumda, kâr, ya bir insan elinin yapacağı işi bir miktar emeğin yerini alarak sermayenin yapmasından ya da insanın kişisel çabasının ötesinde bir miktar emeğin işini görmesinden doğmaktadır” (Fransızca çeviri, s. 119) [s. 161].
“Kont”, Smith’in sermaye birikimi ve tasarruf öğretisinin büyük düşmanı. Ayrıca Smith’in
üretken ve
üretken-olmayan emekçiler ayrımının da büyük düşmanı; Smith’in “emeğin üretken güçleri” dediği şey, ona göre yalnızca “sermayenin üretken gücü”. Smith’in ortaya koyduğu artı-değerin kökeni konusundaki görüşünü şu gerekçeyle, düpedüz yadsıyıveriyor:
“Ne var ki, sermayenin kârı konusunda, bu, doğru ve yerinde bir görüş olsaydı, bundan çıkarılacak sonuç, sermaye kârının bir türev olduğu, gelirin orijinal kaynağı olmadığı sonucu olurdu; bu nedenle de sermaye zenginlik kaynağı olarak görülemezdi; sermayenin kârı yalnızca, işçinin cebinden sermaye sahibinin cebine bir aktarma olurdu.” (agy, s. 116-117), [s. 157].
Açıkça görüldüğü gibi, Smith’e yönelttiği polemikte en gereksiz noktalara takılıyor. Diyor ki:
“Bir metaya harcanan aynı emek, o metanın daha sonraki kullanımına göre, üretken de görünebilir, üretken olmayan emek olarak da görünebilir. Eğer aşçım, benim doğrudan ve hemen tükettiğim bir turta yaparsa, o üretken olmayan bir emekçi sayılıyor; çünkü bu hizmet görüldüğü anda ortadan kalkmaktadır; ama aynı emek, bir [sayfa 250] pastacıda ortaya konursa, o zaman üretken emek oluyor.” (agy, s. 110), [s. 149-150].
(Bu kanıtın telif hakkı Garnier’dedir; çünkü onun yaptığı baskı ve Smith’e ilişkin notları, Lauderdale’den iki yıl önce, 1802’dedir.)
“Yalnızca yapılan hizmetlerin ömrüne dayandırılan bu olağan-dışı ayrım, topluma en önemli hizmetleri vermekle meşgul olan bazı kişileri üretken olmayan emekçiler olarak sınıflandırıyor. Demek ki, hükümdar, dinin korunması ve sürdürülmesiyle görevli olanların tümü, adalet, ya da devletin savunulması ve bunların yanısıra toplumun sağlığını ve eğitimini korumakla görevli olanlar, hepsi üretken olmayan emekçiler sayılıyorlar.” (agy, s. 110-111), [s. 151]. (Ya da A. Smith’in [Garnier çevirisi] kitap II, bölüm III, s. 313) sunduğu zarif sıralamayla: “din adamları, hukukçular, doktorlar, her türden yazın adamları, aktörler, palyaçolar, müzisyenler, opera şarkıcıları, opera dansçıları, vb.” [Wealth of Nations, OUP baskısı, C. I, s. 370].)
“Eğer değişilebilir-değer zenginliğin temeli sayılacaksa — bu öğretinin yanlışlarını açıklamak için çok fazla kanıt kullanmanın hiç de gereği yoktur. ||399| Bu hizmetlerin değerini tartmakta, onlar için yapılan ödemelere bakarak karar verirsek, insanlığın pratiği, bu öğretinin yanlışlığının yeterli kanıtıdır.” ([Lauderdale], agy, s. 111), [s. 151-152].
Dahası: “İmalatçının emeği, şu ya da bu satımlık metada kendini sabitleştirir ve gerçekleştirir. ... Ama ne hizmetçinin emeği, ne de döner sermayeninki” (bununla parayı kastediyor) “doğal olarak belli bir değeri aktaracak biçimde bir birikim, bir fon oluşturur. Birinin ya da ötekinin kârı efendinin ya da patronun emeğini tasarruf etmiş olmaktan kaynaklanır. Benzerlik gerçekten öylesine ki, birinin üretken-olmayan emek sayılmasına yolaçan koşullar, ötekiyle ilgili olarak da doğal biçimde aynı izlenimi yaratabilir.” (Ve bundan sonra da Smith’ten alıntı yapıyor, Kitap II, bölüm II)[78] (Lauderdale, agy, s. 144-145), [s. 195-197].
*
Böylece işte birbirini izleyenleri sıraladık: Ferrier, Garnier, Lauderdale, Ganilh. Şu son
“épargner du travail” [
“emek tasarrufu”]
sözünden kurtulmak için
Tocqueville özellikle pek uğraştı.
[13. Say’nin “Maddi-Olmayan Ürünler” Anlayışı. Üretken-Olmayan
Emeğin Başıboş Büyüyüşünün Haklı Gösterilmesi]
Garnier’den sonra yavan Jean-Baptiste Say’nin
Traite d’économie politique’i
sökün etti. Smith’in “bu etkinliklerin [yani doktorların, aktörlerin, vb. etkinliklerinin]
sonuçlarına ürün adını vermeyi reddettiğini” söylüyor Say. “Bunlara harcanan emeğe
üretken [sayfa 251] olmayan adını verir.” diyor. (3. baskı, c. I, s. 117.)
Smith, bu etkinliklerin bir “sonuç”, bir tür “ürün” ürettiğini hiçbir zaman yadsımaz. Hatta “toplumun savunulmasını, güvenliğini ve korunmasını”, “bir yılın emeğinin sonucu” (kamu hizmetlilerinin emeğinin sonucu) olarak gördüğünü açıkça belirtir. ([
Wealth of Nations, OUP baskısı, c. I, s. 369-370]
Smith, c. II, Ed. Garnier, kitap II, bölüm III, s. 313.)
Say ise, Smith’in ikincil tanımına, yani bu “hizmetler”in ve ürünlerinin, “genelde, yerine getirildiği anda ortadan kalktığı”, “üretildikleri anda” ortadan kalktığı biçimindeki ikincil tanımına sıkı sıkıya sarılır. (
Smith, agy.)
Mösyö Say, bu tüketilen “hizmetler”i ya da ürünlerini, sonuçlarını –tek sözcükle kullanım-değerlerini– “üretildikleri anda tüketilen maddi-olmayan ürünler ya da değerler” diye adlandırıyor. “Üretken-olmayan” yerine, “maddi-olmayan ürünlerin üretkeni” diyor. Onlara başka bir ad veriyor. Sonra ekliyor:
“Ulusal sermayeyi artırmaya hizmet etmezler.” (c. I, s. 119.) “İçinde çok sayıda müzisyeni, rahibi ve resmi görevlileri olan bir ulus çok keyifle eğlendirilebilir, iyi eğitilebilir ve hayranlık uyandırıcı bir biçimde iyi yönetilebilir, ama işte hepsi o kadar. Bu çalışkan insanların emeğinden o ülkenin sermayesine doğrudan herhangi bir katkı sağlanmaz, çünkü onların ürünleri, yaratıldıkları hızla tüketilirler.” (agy, s. 119.)
Böylece Mösyö Say, bu çalışmaların, Adam Smith’in kullandığı en dar anlamda
üretken-olmayan olduğunu ilan ediyor. Ama aynı zamanda Garnier’nin attığı “ilk adım”ı da kendine maletmeye çalışıyor. Bu nedenle de üretken-olmayan emek için yeni bir ad türetiyor. Onun orjinallik, üretkenlik, türetme tarzı işte budur. Ve alışılagelen mantığıyla da bir kez daha kendini yadsıyor. Şöyle diyor:
“Garnier’nin öne sürdüğü vargıyı, yani doktorların, hukukçuların ve benzeri başka kişilerin emeğinin üretken olduğu, bunu artırmanın, başka herhangi bir emeği artırmak gibi, bir ulusun yararına olacağı vargısını kabul etmek [...] olanaksızdır.” (agy, s. 120.)
Eğer bir tür emek, öteki tür emek kadar üretkense ve üretken emeği artırmak genelde “bir ulusun yararına” ise, bunları kabul etmek neden olanaksız olsun? Bu emeği artırmak, neden başka tür emeği artırmak kadar yararlı olmasın? Çünkü, diyor Say, o karakteristik bilgiçliğiyle, çünkü, herhangi türden üretken emeği, bu emeğe duyulan gereksinimin üstünde artırmak yararlı değildir de ondan. Ama o zaman Garnier kesinlikle haklı. Çünkü, bir tür emeği artırmak, ötekini belli bir miktarın üstünde artırmak ölçüsünde yararlıdır — yani o ölçüde yararsızdır.
[sayfa 252]
“Durum” diyor Say, “bir ürüne, onu yapmak için gerekli olanın ötesinde fizik emek harcamakla birdir.”
(Bir masanın yapımı için gerekenden daha fazla marangoz emeğinin bir masa yapımı için kullanılmaması gerekir. Ya da haşin bir gövdeyi ayağa kaldırmak için gerekenden daha fazla tedaviye başvurulmaması gerekir. Ve demek oluyor ki, hukukçular ve doktorlar, kendi maddi-olmayan ürünlerinin üretimi için yalnızca gerektiği kadar emek harcamalıdırlar.)
“Tüm öteki emekler gibi, maddi-olmayan ürünleri üreten emek de yalnızca bir ürünün faydasını ve dolayısıyla değerini” (yani kullanım-değerini; ama Say faydayı, değişim-değeriyle karıştırıyor) “artırdığı noktaya kadar üretkendir; o noktanın ötesinde, tamamen üretken-olmayan emektir.” (agy, s. 120.)
Demek ki, Say’nin mantığı şu:
Bir ulusun, “maddi-olmayan ürünlerin üreticilerini” artırması, maddi ürünlerin üreticilerini artırmak
kadar yararlı değildir. Kanıt: Maddi olsun ya da olmasın herhangi bir ürünün üreticilerini, gerekenin ötesinde artırmak kesinlikle yararsızdır.
Bu nedenle, maddi ürünlerin yararsız üreticilerini artırmak, maddi-olmayan ürünlerin üreticilerini artırmaktan daha yararlıdır. Her iki durumda da, bu üreticileri artırmanın yararsız olduğu, ama yalnızca kendi üretim dallarına tekabül eden belli tür üreticileri artırmanın yararlı olduğu, sonucu çıkmaz.
[Say’ye göre] çok sayıda maddi ürün de ||400| üretilemez, çok sayıda maddi-olmayan ürün de. Ama bir değişiklik saptırıcıdır. Demek ki, her iki bölümde de farklı ürünler üretilmelidir. Ve dahası, Mösyö Say ders de verir: “Bazı ürünlerin satışındaki yavaşlık, başka bazı ürünlerin darlığından kaynaklanır.” (
agy, s. 438.)
Demek ki, hiçbir zaman üretilmiş çok masa bulunmaz, olsa olsa masaya konacak birkaç çeşit yemek azalır. Eğer doktorların sayısı çok çok artarsa, yanlış olan şey, onların hizmetinin aşırı ölçüde fazla olması değildir, ama belki de maddi-olmayan öteki ürünleri üretenlerin kıt kalması — örneğin fahişe sıkıntısı çekilmesidir. (Bkz:
agy, s. 123; orada hamalların, fahişelerin vb. işleri aynı gruba konuyor ve Say, hatta işi, bir fahişenin “çıraklığı”nın, “fazla bir değeri olmadığı”nı söylemeye kadar vardırıyor.)
Sonunda, terazinin, “üretken-olmayan emekçiler” kefesi ağır basıyor. Üretim koşulları belliyse, bir masa yapmak için kaç emekçiye gerek olduğu, belli bir ürünü üretmek için, belli türden ne kadar emek olması gerektiği bilinir. Birçok “maddi-olmayan ürün”de ise durum böyle değildir. Belli bir sonuca ulaşmak için gereksinilen emek kadar, sonucun kendisi de varsayımsaldır. Birini, dinini
[sayfa 253] değiştirmeye bir rahibin ikna edemediği yerde, belki yirmi rahip başarılı olabilir; altı doktor birbirine danışırsa, birinin bulamadığı tedavi çaresini belki bulabilir. Bir mahkemede, üzerinde kendi kontrolünden başka hiçbir kontrol olmayan tek yargıç yerine çok yargıç olması, belki adaletin daha iyi dağıtılmasını sağlayabilir. Ülkeyi korumak için gereken asker sayısı, düzeni kurmak için gereken polis sayısı, “ülkeyi yönetmek” için gereken resmî görevli sayısı, vb. — bunların hepsi açık-seçik belli olan şeyler değildir ve –her ne kadar 1.000 pound yünü eğirmek için ne kadar iplikçi emeğine gerek olduğu İngiltere’de elifi elifine bilinirse de– bunlar İngiltere parlamentosunda şık sık tartışılır. Bu türden öteki “üretken” emekçilere gelince, onlar hakkındaki anlayış, ürettikleri hizmetin, sayılarına bağlı olduğu, sayılarından oluştuğu gerçeğinde yatar. Örneğin efendilerinin zenginliğine ve zarafetine tanıklık etmesi gereken uşaklar. Bunların sayısı ne kadar fazlaysa, “ürettikleri” varsayılan etki o kadar büyüktür. Mösyö Say de işte bu noktaya tutunur: “üretken-olmayan emekçiler” sayıca hiçbir zaman yeterince artırılamaz. |400||
[14.) Kont Destutt de Tracy [Kârın Kaynağına Sıradan Bir Yaklaşım.
“Sanayi Kapitalisti”nin, Tek Üretken Emekçi İlan Edilmesi]
||400| Kont Destutt de Tracy:
Elements d’ideologie, IV e et Vle parties. Traité de la volonte et de ses effets, Paris 1826 ([1. Baskı] 1815).
“Yararlı her emek gerçekten üretkendir ve toplumun tüm emekçi sınıfı üretken adını aynı derecede hakeder.” (s. 87.)
Ancak bu üretken sınıf içinde, Kont, “tüm zenginliğimizi
doğrudan üreten emekçi sınıfını” ayırdeder (s. 88) — bu sınıf, Smith’in üretken emekçiler dediği sınıftır.
Bunlara karşı kısır sınıf, toprağının ya da parasının rantını tüketen zenginlerden oluşur. Bunlar
aylak sınıftır.
“Gerçek kısır sınıf aylaklar sınıfıdır; kendilerinden önce harcanmış emeğin ürünleriyle soyluca diye adlandırılan biçimde yaşamaktan başka hiçbir şey yapmazlar; bu ürünlerin, onlar tarafından çiftlik işletmesi olarak iltizama verilmesi, yani bir emekçi kesenekçiye bıraktıkları malikane topraklarından elde edilmesi ya da belli bir getiri karşılığı ödünç verilen yani kesenekçiye vermekten başka bir şey olmayan para ya da maldan ibaret bulunması farketmez. Onlar, petekteki gerçek arılardır ifruges consumere nati)” (s. 87); bu aylaklar “kendi gelirlerini harcarlar. Eğer fonlarına el atarlarsa [sayfa 254] ||401| onları hiçbir şey yenileyemez; ve o an için artan tüketimleri, sonsuza dek kesiliverir.” (s. 237.)
“Bu gelir ... yalnızca çalışkan yurttaşların etkinliklerinin ürününden bir kesintidir.” (s. 236.)
Peki, bu aylakların doğrudan çalıştırdığı işçiler bu işin neresinde durur? Metaları tükettikleri ölçüde, gerçek emeği tüketmezler, üretken işçilerin ürünlerini tüketirler. Demek ki, burada bizi ilgilendiren işçiler, emeğini bu aylakların gelirine karşılık değişen işçilerdir; yani ücretlerini, bir sermayeden değil, ama doğrudan bir gelirden alan işçilerdir.
“(Gelirin) sahibi olan bu kişiler aylak olduklarına göre, besbelli ki, bunlar herhangi bir üretken işi yönetmezler. Ücretini ödedikleri bu emekçilerin, onlar için bazı keyif verici işler yapmaları istenir. Kuşkusuz bu keyiflik işler değişik türdendir. ... Bu sınıftan olanların harcamaları çok sayıda insanı, ama emeği tümden kısır olan çok sayıda insanı geçindirir, onların varlığını olanaklı kılar. Bunların bazıları iyi-kötü verimli olabilir; örneğin bir ev yapmak, malikaneyi geliştirmek gibi; ama bunlar, belli bir süre için üretken emek harcanmasına olanak sağlayan özel durumlardır. Bu ufak-tefek ayrıksın durumlar dışında bu kapitalist türlerinin tüm tüketimleri, yeniden-üretim açısından kesin bir kayıptır ve kazanılan zenginliğin büyük ölçüde azalmasıdır.” (s. 236.)
(Gerçek
â la Smith
ekonomi politik, kapitalisti, kişileşmiş sermaye olarak, P–M–P olarak, üretimin etmeni olarak ele alır. Peki ama, ürünleri kimin tüketmesi gerekir? İşçiler? —
quad non [onlar değil]. Kapitalistin kendisi mi? O zaman da o, bir kapitalist olarak değil, büyük aylak bir tüketici olarak davranıyor demektir. Toprak rantının ve para olarak rantın sahipleri mi? Onlar, kendi tükettiklerini yeniden-üretmezler ve bu nedenle de zenginliğe hizmet etmezler. Her ne ise, bu çelişkili görüşte aynı zamanda, kapitalisti, yanılsaman olarak, pintiler pintisi görmeyen, ama gerçek bir zenginlik oluşturucu olarak algılayan iki doğru yan da vardır: (1) Sermaye (ve dolayısıyla onun kişiliğe bürünmüşü olan kapitalist) üretken güçlerin ve üretimin geliştirilmesinin bir etmeni olarak ele alınmaktadır; (2) ortaya çıkmakta olan kapitalist toplumun görüş açısını ifade etmektedir — o toplum için önemli olan kullanım-değeri değildir, değişim-değeridir; keyif çatmak değildir, zenginliktir. Zenginliğin keyfini çıkarmak, o topluma fuzuli bir lüks görünür — ta ki, o toplumun kendisi sömürüyle tüketimi bütünleştirmeyi ve zenginliğin tadını çıkarmayı ikincil plana atmayı öğreninceye kadar.)
“(Aylakların geçim kaynağı olan) bu gelirlerin nasıl oluşturulduğunu [sayfa 255] bulmak için, her zaman sanayi kapitalistlerini geri gitmek gerekir.” (s. 237, dipnot.)
Sanayi kapitalistleri –ikinci tür kapitalistler–
“hangi sanayide olursa olsun, tüm girişimcileri içerir; başka deyişle, sermayesi olan ... kendi emeklerini ve kendi yeteneklerini, başkalarına kiralamak yerine kendilerine kullanan ve sonuçta ücretle ya da gelirle değil, ama kârla yaşayan tüm insanları içerir.” (s. 237.)
Kendisinden önce Adam Smith’te olduğu gibi, Destutt’de de apaçık bellidir ki, görünüşte üretken işçiler yüceltilirken, gerçekte yüceltilen, toprak sahiplerine ve yalnızca gelirleriyle yaşayan para-kapitalistlerine karşı, yalnızca
sanayi kapitalistleridir.
“Onlar ... toplumun neredeyse tüm zenginliğini ellerinde tutarlar. ... Yalnızca bu zenginlikten elde edilen geliri değil, ama, işlerin canlılığı elverdiği zamanlarda fonun kendisini de yılda bazan birkaç kez harcarlar. Çünkü sanayici kimlikleriyle, paranın kendilerine bir kârla birlikte geri dönmesi amacıyla onu harcarlar; bu koşulda bunu ne kadar çok yapabilirlerse kârları da o kadar büyük olur.” (s. 237-238.)
Kişisel tüketimlerine gelince, durumları, aylak kapitalistlerinki gibidir. Ama:
“bütünüyle vasattırlar, çünkü sanayiciler genelde gösterişten uzaktırlar.” (s. 238.) Ama sınai tüketimlerinde durum farklıdır; “hiçbir zaman sonu yoktur; onlara bir kârla birlikte geri döner.” (agy.) Kârları, yalnızca “kendi tüketimleri için değil, ama onun yanısıra, toprağın ve aylak kapitalistten sağladıkları paranın rantı için de yeterince büyük olmalıdır.” (s. 238.)
Destutt bu konuda haklı. Toprağın rantı ve paranın faizi, yalnızca, sınai kârdan
“kesintiler”dir; sanayi kapitalistinin brüt kârından toprak sahiplerine ve para-kapitalistlerine verdiği kâr parçalarıdır.
“Zengin aylakların gelirleri, sanayiden çekilip alman rantlardır; onları [gelirleri -ç.] yaratan yalnızca sanayidir.” (s. 248.) Sanayi kapitalistleri “onların” (yani aylak kapitalistlerin) “toprağını, evlerini ve paralarını kiralarlar ve bunları, bu ranttan daha yüksek kâr çıkaracak biçimde kullanırlar.” (s. 237.) Yani, aylaklara ödedikleri rantlar, demek ki, yalnızca, kârın bir parçasıdır. Aylaklara ödedikleri bu rantlar “o aylakların tek geliri ve yıllık harcamalarının tek kaynağıdır.” (s. 238.)
Buraya kadar çok iyi. Peki ya
ücretliler açısından (sanayi kapitalistlerince çalıştırılan üretken emekçiler açısından) durum nasıl?
“Bunların, gündelik emeklerinden başka bir hazineleri yoktur. Bu emek, onlara ücret getirir. ... Ama bu ücret nereden gelir? Apaçık belli ki, ücretli-işçilerin emeklerini sattıkları ||402| kişilerin [sayfa 256] mülklerinden, yani daha önceden onların mülkiyetinde bulunan fonlardan, daha önce harcanmış emeğin biriktirilmiş ürünlerinden başka bir şey olmayan fonlardan gelir. Bundan çıkarılacak sonuç şudur ki, bu zenginliğin ödediği tüketim ücretli-işçilerin tüketimidir; şu anlamda ki, geçimlerini sağlayıp çalıştırdığı onlardır; ama temelde, onu ödeyenler işçiler değildir, ya da yalnızca onları çalıştıranların daha önceden ellerinde bulundurdukları fonlarla öderler. Bu nedenle onların tüketiminin kendilerini kiralayanlarca yapılan bir tüketim sayılmalıdır. İşçiler yalnızca, bir elle aldıklarını öteki elleriyle geri verirler. ... Bu çerçevede, yalnızca” (ücretli-işçilerin) “harcadıklarının tümü değildir, ama tüm aldıkları da onların emeğini satın alanların tüketimi ve gerçek harcaması sayılmak gerekir. Bu o kadar doğrudur ki, bu tüketimin, edinilmiş zenginlik için şöyle ya da böyle yıkıcı bir etkisi olup olmadığını görmek ya da o zenginliği artırma eğilimi taşıyıp taşımadığını görmek için, kapitalistlerin satın aldıkları emeği nasıl kullandıklarını bilmek gerekir.” (s. 234-235.)
Çok güzel. Peki, yatırımcıların kendilerine ve aylak kapitalistlere gelir ödeyebilmeleri olanağını sağlayan kârlar nereden geliyor?
“Bana, bu sanayi girişimcilerinin bunca kârı nasıl yapabildikleri, bu kârı nereden çıkardıkları sorulacaktır. Yanıtım şudur: Ürettikleri her şeyi üretim maliyetinin üstünde bir fiyatla satmaktan.” (s. 239.)
Peki, her şeyi, kendilerine malolduğundan daha yüksek fiyatla kime satarlar?
“1. Kendi gereksinimlerini karşılamaya gidecek tüketimleri için kendilerine satarlar; karşılığını kârlarının bir bölümüyle öderler;
“2. Ücretlerini hem kendilerinin ödediği hem de aylak kapitalistlerin ödediği ücretli-işçilere, her ikisine birden satarlar; işçilerin ücretlerinden yaptıkları tasarrufların dışında böylece tüm ücretlerini, bu işçilerden geri alırlar;
“3. Ödemeyi doğrudan çalıştırdıkları işçilere vermedikleri bir bölüm gelirleriyle yapan aylak kapitalistlere satarlar; böylece aylak kapitalistlere ödedikleri yıllık rantın tümü, bu yollardan biriyle ya da ötekiyle kendilerine geri döner.” (s. 239.)
Şimdi bu üç satış kategorisine bir göz atalım.
1. Sanayi kapitalistleri, ürünlerinin (ya da kârın) bir bölümünü kendileri tüketirler. Herhalde ürünü, kendilerinin
ödediğinden daha pahalı bir fiyattan gene kendilerine satarak ve böylece kendilerini dolandırarak kendilerini zenginleştiremezler. Aralarından herhangi biri, ötekilerini de bu yolla dolandıramaz. Eğer A, sanayi kapitalisti B’nin tükettiği ürününü çok pahalı bir fiyattan satarsa, o zaman B de A tarafından tüketilen kendi ürününü çok pahalı bir fiyattan satar. Sanki A ve B kendi ürünlerini, birbirine gerçek
[sayfa 257] değerlerinden satmış gibi olurlar. Bu 1. kategori bize kapitalistlerin kârlarını nasıl harcadıklarını gösterir, kârı nereden çıkardıklarını göstermez. Her ne hal ise, “ürettikleri her şeyi
biri ötekine, üretim maliyetinin
üstünde bir fiyattan satarak” herhangi bir kâr sağlamazlar.
2. Aynı biçimde, kendi işçilerine,
üretim maliyetinin üstünde sattıkları ürün parçasından da herhangi bir kâr sağlayamazlar. İşçilerin tüm tüketiminin, “onların emeğini satın alanların tüketimi” olduğu önceden varsayılmıştır. Kaldı ki, Destutt, kapitalistlerin, kendi ürünlerini ücretli-işçilere (kendi işçileri ve aylak kapitalistlerinkiler) satarak yalnızca “toplam ücretleri geri aldıkları”nı söyleyerek bunu bizzat kendisi, defterden silmiştir. Hatta işin aslında tümünü de değil, onların tasarruf ettiği kısmı çıkardıktan sonra geri kalanı. Ürünlerini onlara ucuz da satsalar, pahalı da satsalar hepsi aynı kapıya çıkar; yalnızca onlara verdiklerini geri alırlar; ve yukarda söylendiği gibi, ücretli-işçiler yalnızca “bir elle aldıklarını öteki elleriyle geri verirler”. Önce kapitalist, işçiye ücret olarak
para öder. Sonra ona kendi ürününü “çok pahalı” satar, ve böyle yaparak parayı geri almış olur. Ama işçi kapitaliste, ondan aldığından daha fazlasını ödeyemediği için, kapitalist ürününü ona hiçbir zaman emeği için
ödediğinden daha pahalıya satamaz. Ondan her zaman, ürünün satışı karşılığında, emeği için ödediği kadar parayı geri alabilir. Bir kuruş fazla değil. O zaman, parası bu “dolaşım”la nasıl artabilir ki?
||403| Buna ek olarak Destutt’de bir saçmalık daha var. Kapitalist C, işçi L’ye haftalık 1 pound ücret ödüyor ve o 1 poundu, metaları 1 pounddan satarak geri alıyor. Böylelikle, Destutt de Tracy düşünüyor ki, ödediği toplam ücreti geri almıştır. Ama emekçiye önce 1 pound veriyor. Sonra ona 1 poundluk meta veriyor. Demek ki gerçekte ona verdiği 2 pounddur: 1 pound meta, 1 pound para. Bu 2 pounddan 1 poundu para biçiminde geri alıyor. Demek ki, işin aslında 1 poundluk ücretin bir kuruşunu bile geri almış olmuyor. Eğer (kapitalistin, ona meta olarak yaptığı ödemeyi işçinin kapitaliste emek olarak geri vermesi yerine) kapitalist, böylesi bir yolla ücreti “geri alma”yı ve kendini zengin etmeyi düşünüyorsa, kısa sürede aklı başına gelecektir.
Görüldüğü gibi, burada soylu Destutt, paranın dolaşımını, metaların gerçek dolaşımıyla birbirine karıştırmaktadır. Kapitalist, emekçiye doğrudan 1 pound değerinde meta vermek yerine 1 pound verdiği için, o parayla emekçi almak istediği mallara dilediği gibi karar verir ve kapitaliste, kendi malları üzerinde tanıdığı çekme hakkına karşılık 1 poundu –maldan kendi payını aldıktan
[sayfa 258] sonra– para olarak geri döndürür; ve Destutt kapitalistin ücretleri “geri aldığı”nı sanır, çünkü aynı para parçası ona geri gider. Ve aynı sayfada Mösyö Destutt, dolaşım olgusunun “pek az bilindiği”ni imler (s. 239). Onun hiç bilmediği belli. Eğer Destutt, “toplam ücretlerin geri çekilmesi”ni bu garip yolla açıklamaya kalkışmasaydı, bizim şimdi anacağımız biçimde, saçmalık, hiç değilse akla yatkın gibi görünürdü.
(Ama ondan önce, onun [Destutt’ün -
ç.] ferasetine bir örnek daha. Eğer ben bir dükkana gidersem, dükkan sahibi bana 1 pound verirse ve ben o 1 poundla onun dükkanından alışveriş edersem, 1 poundu geri almış olur. Ama kimse, dükkan sahibinin bu yolla kendini zenginleştirdiğini savlamaz. 1 pound para ve 1 poundluk meta yerine şimdi elinde yalnızca 1 pound para vardır. Eğer sattığı metanın değeri yalnızca 10 şilinse de ve onu bana 1 pounda sattıysa da, bu durumda bile, 1 poundun tamamını geri aldığı halde, satış öncesine göre şimdi 10 şilin daha yoksuldur.)
Eğer kapitalist C, işçiye 1 pound ücret verirse ve ondan sonra ona, 1 pound karşılığında değeri 10 şilin olan metalar satarsa, hiç kuşku yok ki, 10 şilin kâr etmiş olur, çünkü işçiye metaları 10 şilin daha pahalıya satmış olur. Ama Mösyö Destutt’ün bakış açısından, bu durumda bile, bu alışverişten C için nasıl olup ta bir kâr çıktığını anlamak olanaklı olmazdı. (Kâr aslında, ona
nominal olarak ödediğinden daha az ücret ödemiş olması gerçeğinden çıkar — işin aslında o, işçiye emeği karşılığında, ürünün daha küçük bir parçasını vermiştir.) Eğer işçiye 10 şilin verseydi ve kendi metasını 10 şiline satsaydı, sanki ona 1 pound vermiş ve 10 şilinlik metasını 1 pounda satmış kadar zengin olurdu. Dahası Destutt kendi savını, zorunlu ücret varsıyımına dayandırıyor. Burada da, en iyi durumda bile, kâr, ücretin bir dolandırılması olarak açıklanabilir.
İşte bu çerçevede, bu ikinci durum da gösteriyor ki, Destutt, üretken emekçinin ne demek olduğunu kesinlikle unutmuştur ve kârın kaynağı konusunda en küçük fikri yoktur. Dense dense en fazla kapitalistin ürünlerini kendi ücretlilerine değil de, aylak kapitalistin ücretlilerine değerlerinin üstünde satarak bir kâr gerçekleştirdiği söylenebilir. Ama üretken olmayan emekçilerin tüketimi, işin aslında yalnızca, aylak kapitalistlerin tüketiminin bir parçası olduğuna göre, şimdi 3.
casus’a [duruma] geliyoruz.
3. Sanayi kapitalistleri, ürünü “çok pahalı” olarak, değerinin üstünde, “doğrudan çalıştırdıkları ücretlilere ödemedikleri bir bölüm gelirleriyle ödeyen aylak kapitalistlere satarlar; böylece aylak kapitalistlere ödedikleri yıllık rantın tümü, bu yollardan biriyle ya da başka yolla kendilerine” (sanayi kapitalistlerine) “geri döner.”
[sayfa 259]
Yukarda ücretlerin tümünün geri dönüşü gibi, burda da çocukça bir geri dönen rant vb. anlayışı vardır. Örneğin, C, toprağın ve paranın rantı olarak I’ya (aylak kapitaliste) 100 pound ödüyor. 100 pound, C açısından ödeme aracıdır. Bu parayla C’nin depolarından 100 poundluk meta alan I açısından ise satın alma aracıdır. Böylece 100 pound, metalarının dönüşmüş bir biçiminde geri gelir. Ama artık metaları 100 pound değerinde azalmıştır. O metaları I’ya doğrudan vermek yerine, ona 100 pound para vermiştir, o da bu parayla onun mallarından 100 poundluk satın almıştır. Ama bunları, kendi fonlarından değil, C’nin parasıyla satın almaktadır. Ve Destutt de Tracy, böylelikle C’nin I’ya ödediği rantın C’ye geri döndüğünü sanmaktadır. Ne ahmaklık! Bu, birinci saçmalık.
İkincisi, bizzat Destutt bize, toprağın rantının ve paranın faizinin, yalnızca, sanayi kapitalistinin kârından kesintiler olduğunu, bu nedenle basitçe aylaklara bırakılmış kâr kotaları olduğunu söylemişti. C’nin, bu kotanın tümünü ||404| Tracy’nin tanımladığı yollardan biriyle değil de herhangi bir oyunla geri aldığını –yani kapitalist C’nin, ne
landlord’a [toprak sahibine], ne para-kapitaliste herhangi bir rant ödemediğini– varsayarsak,
tüm kârını kendine alakoymuş olur; ama soru, kârı
nereden sağladığı, nasıl kâr ettiği, kârın nasıl ortaya çıktığı sorusudur. Bu soru, kapitalistin, toprak sahibine ya da para-kapitaliste bir bölüm ayırmadan kâra
sahip olduğu ya da
elinde tuttuğu biçiminde açıklanamayacağı gibi, kâr bölümünün aylağa şu ya da bu kategori altında bıraktığı birinci ya da ikinci parçasının bütünüyle ya da bir bölümüyle, şöyle ya da böyle aylağın elinden çıkıp, yeniden ona geri döndüğü biçiminde de açıklanamaz. Bu da ikinci saçmalık!
Bu saçmalıkları dikkate almayalım. C, kendisinden kiraladığı (
loue)
toprak ya da sermaye için I’ya –aylağa– 100 pound rant ödemek zorunda. Bu 100 poundu kârından ödüyor (kârı nereden geliyor, henüz bilmiyoruz). Sonra ürünlerini I’ya satıyor; I bu ürünleri ya kendisi doğrudan ya yanında çalışanlar [hizmetçiler] (üretken-olmayan ücretliler) aracılığıyla tüketiyor; C ürünleri I’ya
çok pahalı satıyor, örneğin değerlerinin yüzde 25 üstünde satıyor. 80 pound değerindeki ürünleri 100 pounda satıyor. Bu durumda hiç kuşkusuz C 20 pound kâr sağlıyor. Kapitalist C, I’ya, 100 pound değerinde meta için bir çekme hakkı tanımıştır. I, çeki getirdiği zaman C, mallarının nominal fiyatını değerlerinin yüzde 25 üstünde saptayarak ona 80 pound değerinde meta vermiştir. I, 100 pound ödeyerek tükettiği 80 pound değerindeki metalarla yetinseydi bile, C’nin kârı yüzde 25’in üstüne yükselemezdi. Fiyatlar ve dolandırıcılık her yıl yinelenirdi. Ne var ki I, 100 poundluk değer tüketmek
[sayfa 260] istiyor. Eğer toprak sahibi ise,
que faire [ne yapmalı]? Toprağını C’ye 25 pound karşılığı rehin eder; buna karşılık C ona 20 pound değerinde metalar verir — çünkü metalarını yüzde 25 (dörtte-bir) değerinin üstünde satıyor. I eğer para ödünç veren biriyse, sermayesinden 25 poundu C’ye verir, buna karşılık C ona 20 pound değerinde metalar verir.
Varsayalım ki sermaye (ya da toprağın değeri) yüzde 5’ten kiralanmıştır. Ve bu da 2.000 pounda ulaşmıştır. Demek ki şimdi bu, yalnızca 1.975 pound olacaktır. Rantı 98
3/
4 pounddur. Ve bu böylece; sürer: I sürekli olarak gerçek değeri 100 pound olan metaları tüketir, ancak rantı sürekli olarak düşer; çünkü 100 pound değerinde metaları elde edebilmek için, kendi sermayesinin giderek daha fazla bir parçasını tüketmek zorundadır. Böylece C, I’nın sermayesinin tümünü parça parça gaspeder ve sermayeyle birlikte onun rantını da gaspetmiş olur — başka deyişle, sermayenin kendisiyle birlikte, ödünç alınan sermayeden sağladığı kâr parçasını da sahiplenir. Bay Destutt, anlaşılan bu süreci düşünüyor ki, şöyle sürdürüyor sözü:
“Ancak bana denecek ki, eğer durum böyleyse ve eğer sanayi yatırımcıları, gerçekten de her yıl ektiklerinden daha fazlasını biçeceklerse, kısa bir süre içinde tüm kamu servetini kendilerine çekmiş . olurlar ve bir devlette yalnızca, bir kaynağı olmayan işçilerle kapitalist girişimcilerden başka kimse kalmaz. Bu doğru, eğer girişimciler ya da onların veliahtları, zenginleştikçe köşelerine çekilmeseler ve aylak kapitalistler sınıfının açığını sürekli olarak kapatmasalardı, durum işte böyle olurdu; ama sık sık görülen bu göçlere karşın gene de sanayi bir ülkede büyük karışıklıklar olmadan bir süre iş yapmış ise, sanayi sermayesi, yalnızca toplam zenginlik arttığı için büyümekle kalmıyor, ama aynı zamanda, daha büyük oranda artıyor. ... Şunu da eklemeli ki, tüm hükümetlerin her yıl çalışan sınıfa vergiler yoluyla bindirdiği geniş yük olmasaydı, bu sonuç daha da güçlü duyumsanırdı. ...” (s. 240-241.)
Ve Mösyö Destutt, anlatmak istediği konuda hiç haklı değil ama, gene de belli bir noktaya kadar hakkı var. Ortaçağın gerilediği ve kapitalist üretimin doğduğu dönemde, sanayi kapitalistlerinin hızlı zenginleşmesi, bir ölçüde toprak sahiplerinin doğrudan soyulmasıyla açıklanabilir. Amerika’daki keşiflerin sonucu, para değeri düştüğü zaman, çiftçiler, toprak sahiplerine gerçek rantı değil, eski rantı, nominal rantı ödediler, bunun yanısıra da manufacturers [imalatçılar] onlara, metalarını, yalnızca para olarak artmış değerinden değil, kendi değerlerinin üstünde de sattılar. Aynı biçimde, tüm ülkelerde, örneğin ülkenin temel gelirinin rant biçimiyle toprak sahiplerinin, prenslerin vb. elinde olduğu Asya ülkelerinde [sayfa 261], sayıca az olan ve bu nedenle rekabetle sınırlanmamış imalatçılar, metalarını tekel fiyatı üzerinden satıyorlar ve bu yolla onların bir kısım gelirini sahipleniyorlar; ||405| onlara yalnızca “ödenmemiş” emeği satmakla kalmayıp, metaları, içerdikleri emek miktarının üstünde satarak kendilerini zenginleştiriyorlar. Mösyö Destutt, ödünç para verenlerin, kendilerinin bu yolla soyulmasına izin vereceklerine inanıyorsa, bir kez daha yanılıyor demektir. Tam tersine, onlar elde ettikleri yüksek faiz aracılığıyla, bu yüksek kârlardan, bu soygundan, doğrudan ya da dolaylı pay alıyorlar.
Aşağıdaki parça, Mösyö Destutt’ün kafasında bu olgunun bulunduğunu gösteriyor:
“Üç-dört yüzyıl önce tüm Avrupa’da o günlerin kudretli adamlarının engin zenginliğiyle karşılaştırıldığı zaman bu insanların” (sanayi kapitalistlerinin) “ne kadar zayıf olduklarını, ama bugün ötekiler azalırken, bunların nasıl arttığını ve sayıca çoğaldığını düşünmek yeter.” (agy, s. 241.)
Mösyö Destutt’ün bize açıklamak istediği şey sanayi sermayesinin
kârları ve
yüksek kârları idi. Bunu iki yoldan açıkladı. Birincisi, bu kapitalistlerin ücret ve rant olarak ödedikleri
para onlara geri akar, çünkü bu ücretler ve rantlar, onlardan ürün satın alır. Gerçekte bu, yalnızca onların [sanayi kapitalistlerinin
-ç.]
ücretlerle rantları neden, önce para biçiminde, sonra para olarak aynı miktarda meta biçiminde,
iki kez ödemediklerini açıklar, ikinci açıklama, metalarını fiyatının üstünde,
çok pahalı sattıklarıdır; önce
kendilerine sattıkları, böylece kendilerini dolandırdıklarıdır; ikincisi işçilere sattıkları, böylece kendilerini bir kez daha dolandırdıklarıdır — çünkü Mösyö Destutt bize, ücretli-işçilerin tüketiminin “onlara ücretlerini ödeyenlerin tüketimi olarak görülmesi gerektiği”ni söylemektedir (s. 235); ve son olarak, üçüncü sırada, rantla yaşayan beyefendilere sattıkları, onları yolduklarıdır ve bu gerçekte sanayi kapitalistlerinin, kendi kârlarının daha büyük bir parçasını aylaklara vermek yerine neden her zaman kendilerine ayırdıklarını da açıklar. Sanayi kapitalistleri ile sanayi kapitalisti olmayan kapitalistler arasında,
toplam kârın dağılımının, neden giderek birincinin yararına, ikincinin zararına olduğunu da gösterir. Ama bu
toplam kârın nereden geldiğini anlamaya bir damlacık olsun yardım etmez. Varsayalım ki, kârın tümünü kendilerine alakoymuşlardır; soru gene, ortadadır: kâr nereden geliyor?
Destutt, herhangi bir yanıt vermemekle kalmamış, ama yine de, paranın geri akışını metanın kendisinin geri akışı olarak aldığını açık etmiştir. Bu
paranın geri akışı, yalnızca kapitalistlerin ücretlerle rantı, meta olarak ödemek yerine, önce para olarak
[sayfa 262] ödediklerini; onların metalarının bu parayla satın alındığını ve ücretlerle rantı -
ç.] dolaylı biçimde meta olarak ödediklerini ifade eder. Ancak bu parayla aynı değerdeki metalar onlardan alınarak, ücretli işçilerin ve rantiyelerin tüketimine gittiği ölçüde bu para, sürekli olarak onlara geri akar.
Mösyö Destutt, “Zenginliğimizi tüketiş biçimimize bu tür bir bakışın, toplumdaki ilerlemeye ‘açıklık’ getirmesinden” müthiş hayrete düşmüş (hem de tam Fransız usulü — kendisi hakkındaki benzer hayret ünlemleri de Proudhon’da bulabilir).
“Bu tutarlılık ve saydamlık nereden geliyor? Gerçeği aydınlatmamız olgusundan. Bu insana, hani şu aynaları anımsatıyor — kendisinden doğru uzaklıkta durduğumuz zaman doğru ölçülerle, açık-seçik göründüğünüz, ama çok yakınında ya da çok uzağında durduğunuz zaman her şeyin karmakarışık ve kırık-dökük göründüğü aynaları.” (s. 242-243.)
Daha ilerlerde, Mösyö Destutt, bir raslantı sonucu, olan-bitenin gerçek çizgisini anımsıyor (doğal ki A. Smith’ten); ama ne var ki, bunu özünde anlamadan yalnızca bir ifade olarak yinelemekle yetiniyor — zaten eğer anlasaydı (Bu Fransa Enstitüsü üyesi) yukarda sözünü ettiği ışığı tutamazdı. Destutt şöyle yazıyor (s. 246):
“Bu aylakların geliri nereden geliyor? Ranttan gelmiyor mu — onların sermayelerini çalıştıranların elde ettikleri kârlardan ödedikleri ranttan, başka deyişle, onların fonlarını, malolduğundan daha fazlasını üreten emeği ödemek için kullananlardan, bir sözcükle sanayi adamlarından gelmiyor mu?”
<Hah! Demek ki, sanayi kapitalistlerinin aylak kapitalistlerden ödünç aldıkları fonlar için onlara ödedikleri rantlar (ve kendi kârları da)
“malolduğundan daha fazlasını üreten” emeğin ücretini bu fonlarla ödemelerinden ileri geliyor; yani ürünü kendilerine ödenenden daha fazla değer taşıyan işçilerden geliyor — başka deyişle, kâr, işçilerin, maliyetlerinin üstünde ürettiklerinden geliyor; sanayi kapitalistinin bizzat sahiplendiği ve yalnızca bir parçasını topraktan ve paradan rant kazananlara ödediği artı-üründen geliyor.>
Mösyö Destutt bundan, bu üretken işçilere değil, onları harekete geçiren kapitalistlere geri gitmemiz gerektiği sonucunu çıkarıyor.
“Başkalarının çalıştırdığı ücretlilerin geçimini sağlayanlar da gerçekte bunlardır.” (s. 246.)
Hiç kuşku yok, emeği doğrudan sömürdükleri ölçüde, aylak kapitalistler de bunu temsilcileri aracılığıyla yapıyorlar. Sanayi sermayesini, zenginliğin kaynağı saymak bu anlamda doğrudur.
[sayfa 263] ||406|
“Bu nedenle, tüm zenginliğin kaynağını bulmak için, her zaman bunlara” (sanayi kapitalistlerine) “geri gitmemiz gerekir.” (s. 246.)
“Daha önceki emeğin ürünleri, üretilir üretilmez tümüyle tüketilmediği için, zamanla zenginlik az ya da çok miktarda birikmiş oldu. Bu zenginliğe sahip olanlardan bazıları, ondan bir rant sağlamayı ve onu tüketmeyi yeterli bulur. Bunlar, bizim aylak dediklerimizdir. Daha aktif olan bazıları ise hem kendi fonlarını, hem borç aldıklarını çalıştırırlar. Bu fonları, bir kârla birlikte yeniden-üreten emeğe ödeme yapmakta kullanırlar.” (Demek ki yalnızca bu fonların değil, aynı zamanda kârı oluşturan fazlalığın da yeniden-üretimi [sözkonusudur].) “Bu kârla yalnızca kendi tüketimlerini değil, başkalarının tüketimini de öderler. Bu tüketimlerle” (yani kendilerininki ve aylaklarınki? Bir kez daha aynı saçmalık) “fonları, bir ölçüde artmış olarak onlara geri gelir ve yeniden başlarlar. Dolaşımı oluşturan şey işte budur.” (s. 246-247.) “Üretken işçi”nin incelenmesi ve yalnızca kendisini satın alan bir sanayi kapitalisti ise, kişinin üretken işçi –emeği, kendisini doğrudan satın alan için kâr üreten kişi–, olduğu vargısı Mösyö Destutt’ü, gerçekte sanayi kapitalistlerinin, sözcüğün yüce anlamında tek üretken işçiler olduğu sonucuna götürdü.
“Geçimi kâra bağlı olanlar” (sanayi kapitalistleri) “tüm ötekilerin de geçimini sağlarlar ve yalnızca onlar kamusal zenginliği artırırlar ve keyif aldığımız şeyleri yaratırlar. Böyle olması gerekir,
çünkü tüm zenginliklerin kaynağı emektir ve
biriktirilmiş emeğin yararlı biçimde uygulanmasını gerçekleştirerek,
cari emeğe yararlı bir yön veren yalnızca onlardır.” (s. 242.) “Cari emeğe yararlı bir yön” verir demek, gerçekte yalnızca, yararlı emeği çalıştırırlar demektir, kullanım-değerleri veren emeği çalıştırırlar demektir. Ama “biriktirilmiş emeğin yararlı biçimde uygulanmasını” gerçekleştirirler demek –aynı şey demek değilse, yani biriktirilmiş zenginliği kullanım-değeri üretmek için sanayide kullanırlar demek değilse– onunla, onun içerdiğinden daha fazla cari emek satın almak için “biriktirilmiş emeği yararlı biçimde uygularlar” demektir. Hemen yukarda andığımız parçada Destutt, kapitalist üretimin özünü oluşturan çelişkileri, naifçe özetliyor. Tüm zenginliğin kaynağı emek olduğu için tüm zenginliğin kaynağı sermayedir; zenginliğin fiilî yaratıcısı emek harcayan değil, ama başkasının emeğinden kâr edendir. Emeğin üretken gücü, sermayenin üretken gücüdür.
“Melekelerimiz bizim tek özgün zenginliğimizdir; emeğimiz tüm öteki zenginliği üretir ve tüm emek, gereği gibi yönetildiği zaman üretkendir.” (s. 243.) [sayfa 264]
Şu halde, Destutt’e göre, pek doğal olarak bundan, sanayi kapitalistleri “tüm ötekilerin de geçimini sağlarlar ve yalnızca onlar kamusal zenginliği artırırlar ve keyif aldığımız şeyleri yaratırlar” sonucu çıkar.
Facultes’miz [melekelerimiz] bizim tek doğuştan zenginliğimizdir; demek ki, emek melekesi zenginlik değildir. Emek, tüm öteki /.enginlikleri üretir, yani emek kendisi hariç, tüm ötekiler için zenginlik üretir ve kendisi zenginlik değildir, ama onun yalnızca ürünü zenginliktir. Doğru dürüst yönetilen her emek üretkendir; yani her üretken emek, kapitaliste kâr bırakan her emek, doğru dürüst yönetilmiş bir emektir.
Destutt’ün –
farklı tüketici sınıflara değil, ama
tüketim araçlarının farklı doğasına değinen– aşağıdaki sözleri, Adam Smith’in, kitap II, bölüm Il’deki görüşlerinin başka sözcüklerle ifadesidir; Smith, o görüşlerinin sonunda, ne tür bir (üretken-olmayan) harcamanın, yani bireysel tüketimin, gelirin tüketiminin bir ölçüde avantajlı olduğunu araştırır. Bu araştırmayı (Garnier, c. II, s. 345) şu sözlerle başlatır:
“Tutumluluk genel sermaye kitlesini artırır, savurganlık azaltır; biriktirmeksizin ya da kökünü kurutmaksızın, harcamaları gelirlerine eşit olanların tutumu ise, genel sermaye kitlesini ne azaltır, ne artırır. Ancak bazı harcama biçimleri, görünüşe göre, genel zenginliğin artmasına, başka türlerden daha çok katkı yapar.” [Wealth of Nations, OUP baskısı I, s. 387-88.]
Smith’in bu yaklaşımını Destutt şöyle özetliyor:
“Eğer tüketim, tüketimci türüne göre çok farklı ise, tüketilen nesnelerin yapısına göre de değişiklik gösterir. Hepsi [ürünler -ç.] emeği temsil eder; ama bazılarında, başkalarına göre değer, daha sağlam bir biçimde sabitleştirilmiştir. Bir havai fişek yapımında, bir elmasın bulunması ve kesilmesi için gereken kadar zahmet çekilmiş olabilir ve dolayısıyla, birinin değeri öteki kadar olabilir. Ama her ikisini satın aldığım, parasını ödediğim ve kullandığım zaman, yarım saatin içinde birinciden geriye hiçbir şey kalmaz; ama ikincisi, yüzyıl sonra benim torunlarım için bile bir kaynak olabilir. ||407| Bu” (Say’nin) “maddi-olmayan ürünler, dediği şeyle aynıdır. Bir buluşun sonsuz bir yararı vardır. Bir zihinsel yapıtın, bir resmin, az ya da çok kalıcılığı olan bir yararı vardır; ama bir balonun, bir konserin, bir tiyatro oyununun yaran anlıktır ve bittiği anda kaybolur. Aynı şey, doktorların, hukukçuların, askerlerin, ev hizmetlilerinin ve genelde müstahdem denen kişilerin kişisel hizmetleri için de söylenebilir. Onların yararı, gerek duyulan anın yarandır. ... En yıkıcı tüketim en hızlı olanıdır; çünkü aynı zaman süresi içinde daha fazla emeği yok eder, ya da eşit miktarda emeği daha az sürede yok eder; bununla karşılaştırıldığı zaman, daha yavaş olan tüketim bir tür servet yığmaktır; çünkü [sayfa 265] günün özverilerinin bir kısmının tadını çıkarmaya gelecek zamana erteler . ... Herkes bilirk, aynı fiyattan, üç ay yerine üç yıl giyilecek bir palto almak, daha ekonomiktir.” (s. 243-244.)
[15. Smith’in Üretken Emek ve Üretken-Olmayan Emek Ayrımına
Yöneltilen Polemiklerin Genel Yapısı. Üretken-Olmayan Tüketimi,
Üretimin Gerekli İtici Gücü Gösteren Mazeretçi Yaklaşım.]
Smith’in üretken emek ile üretken-olmayan emek hakkındaki görüşlerine karşı çıkan yazarların çoğu,
tüketimi, üretimi mahmuzlayıcı bir şey olarak kabul ederler.
Bu nedenledir ki, geçimini gelirden sağlayan
ücretlileri –kiralanması zenginlik üretmeyen, ama kendisi zenginliğin yeni bir tüketimi demek olan üretken-olmayan emekçileri– üretken işçiler kadar üretken sayarlar; hatta
feld of material consumption’ı
[maddi tüketim alanını], dolaysıyla da
feld of production’ı
[üretim alanını] genişlettikleri için
maddi zenginlik üreten emek sayarlar. Bunlar, daha çok burjuva ekonomisinin bir tür mazeret bulucularıdır; bir ölçüde
riches oisifs’i [zengin aylakları] ve hizmetini tükettikleri
“travailleurs improductifs”i
[“üretken-olmayan emekçiler”i], bir ölçüde de harcamaları ağır olan
“gouvernements forts”u [“güçlü hükümetler”i], devlet borçlarının artışını, kiliseyle devletteki makam sahiplerini, arpalıklarda görevlendirilenleri vb. mazur gösterme çabasıdır. Çünkü, –hizmetleri, aylak zenginin harcamalarında arzı endam eden– bu “üretken-olmayan emekçilerin hepsinin orta yanı, her ne kadar
“produits immatériels” [“
maddi-olmayan ürünler”]
üretiyorlarsa da
“produits matériels” [“
maddi ürünler”] tüketmeleridir; yani üretken işçilerin ürünlerini tüketmeleridir.
Başka bazı ekonomistler, örneğin Malthus, üretken ve üretken-olmayan emekçiler arasında ayrımı kabul ederler, ancak ikincilerin sanayi kapitalisti için, hatta maddi zenginlik üretimi için bile birinciler kadar gerekli olduğunu ileri sürerler.
Üretimle tüketimin özdeş olduğunu ya da tüketimin, her tür üretimin hedef olduğunu ya da üretimin, her tür tüketimin önkoşulu olduğunu söylemenin bu bağlamda hiçbir yararı yoktur. Tüm tartışmanın temelinde –yan tutma amacı bir yana bırakılırsa– yatan şudur:
İşçinin tüketimi ortalama olarak, ancak onun üretim maliyetine eşittir, onun kendi üretimine değil. Dolayısıyla tüm fazlayı başkaları için üretir;
üretiminin bu parçasının tümü,
başkaları için üretimdir. Dahası, emekçiyi bu
fazla-üretime (yani işçinin kendi geçimi için gereksindiklerinin ötesindeki üretime) yönelten ve olabilecek en üst düzeye çıkarmak için –gerekli üretimden farklı
[sayfa 266] olarak bu göreli fazla-üretimi artırmak içine her çareye başvuran sanayi kapitalisti, artı-ürünü doğrudan kendisi sahiplenir. Ne var ki, kişileşmiş sermaye olarak, üretmek için üretir, zenginleşmeyi zenginleşmek için ister. Sermayenin basit bir görevlisi yani kapitalist üretimin bir temsilcisi olduğu ölçüde, onun için önemli olan değişim-değeridir ve değişim-değerinin artmasıdır; kullanım-değeri ve bu değerin artması değildir. Onun için önemli olan, soyut zenginliğin artmasıdır, başkalarının emeğini sahiplenmenin artmasıdır. Tıpkı bir cimride olduğu gibi onda da kendini zenginleştirme mutlak güdüsü egemendir, ama tek farkla: o, güdüsünü, altın ve gümüşten bir hazine yığma tarzında bir yanılsamayla tatmin etmeye çalışmaz; gerçek üretim demek olan sermaye yaratmakla tatmin etmeye çalışır. Eğer işçinin fazla-üretimi
başkaları için üretimse, normal kapitalistin, olması gerektiği gibi sanayi kapitalistinin, üretimi,
üretim için üretimdir. Doğrudur, zenginliği büyüdüğü ölçüde, bu idealinin gerisine düşer ve iyiden iyiye savurganlaşır; salt zenginliğini göstermek için olsa bile. Ama zenginliğin tadını çıkarırken, vicdanı hep suçludur; kafasının gerisinde para biriktirme ve kâr hesabı vardır. Tüm savurganlığına karşın, tıpkı bir cimri gibi, esas olarak elisıkıdır.
Sismondi, emeğin üretkenlik gücündeki gelişmenin, işçiye giderek artan ölçüde keyif elde etme olasılığını sağladığını, anca bu keyif olanakları işçinin emrine verilseydi, işçinin (ücretli-işçi olarak) işinden çıkacağını söyler;
sanayi kapitalistinin de zenginliğin keyfini kişiselleştirdiği zaman, yani birikimin zevki yerine zevk birikimini yeğlediği zaman, şöyle ya da böyle bir biçimde, işlevini yerine getirmekten çıktığı da aynı ölçüde doğrudur.
Bu nedenle o da bir
fazla-üretim, başkaları için üretim üreticisidir. Bir yandaki bu fazla-üretime karşılık, öteki yanda fazla tüketim yeralmalıdır; üretim için üretimin karşısına tüketim için tüketim konmak gerekir. Sanai kapitalistinin yalnızca gelirden tüketen toprak sahiplerine, devlete, devlet alacaklılarına, kiliseye ve benzerlerine bırakmak zorunda kaldığı şey, ||408| onun zenginliğindeki mutlak azalmadır; ama onun zenginleşme arzusunu sürdürür ve kapitalist ruhunu muhafaza eder. Eğer toprak sahipler, tefeciler vb. gelirlerini üretken-olmayan emek yerine üretken emeğe harcasalardı, amaca ulaşılmazdı. Bu durumda, bu biçim bir tüketim işlevinin temsilcisi olmak yerine onlar kendileri sanayi
[sayfa 267] kapitalisti haline gelirlerdi. Bu konuyla ilgili olarak daha sonra bir rikardocuyla bir mahtusçu arasında komiğin komiği tartışmaya da değineceğiz.
[79]
Üretim ve tüketim
kendinde [
an sich] birbirinden ayrılamazdır, bundan çıkan sonuç şudur ki, kapitalist üretimde bunlar gerçekte birbirinden ayrıldığına göre, birlikleri, birbirlerine karşıtlıklarıyla sağlanmaktadır – yani A, B için üretmek durumundaysa, B de A için tüketmek durumunda olmalıdır. Saptadığımız gibi, her bireysel kapitalistin, kendi adına, gelirinin ortalan bakımından savurganlıkta yana olması gibi, eski merkantil sistem de, bir bütün olarak, bir ulusun kendisi sözkonusu ise tutumlu olması, ama yabancı uluslar keyfini çıkarsın diye lüks ürünler üretmesi gerektiği fikrine dayanır. Düşünce her zaman şu: bir yanda üretim için üretim, bunun sonucu olarak öte yanda yabancı ürünün tüketimi. Merkantil sistemin bu düşüncesini, örneğin Dr. Paley,
Moral Philosophy, c. II, bölüm X’de şöyle ifade etmişti:
“ ... zengin, lükse düşkün bir ulusun istemlerine hizmet eden çalışkan, tutumlu bir ulus.” [W. Paley, Principles of Moral and Political Philosophy, Edinburgh, 1788, c. II, s. 359.)
“Onlar” (politikacılarımız, Garnier, vb.) diyor Destutt, “genel ilke olarak, tüketimin, üretimin nedeni olduğunu, bu nedenle bol bol tüketimin iyi bir şey olduğunu öne sürerler. Kamu ekonomisiyle, birey ekonomisi arasındaki büyük farklılığı da bunun yaptığını ilan ederler.” (agy, s. 249-250.)
Güzel bir formül daha:
“Yoksul uluslar, halkının hali vakti yerinde olanlardır; ve zengin uluslar, halkın genellikle yoksul olduğu uluslardır.” (agy, s. 231.)
[16.] Henri Storch [Maddi Üretim ve Zihinsel Üretim Arasındaki
Karşılıklı Etkileşim Sorunlarına Tarihsel Olmayan Bir Yaklaşım.
Egemen Sınıfların “Maddi-Olmayan Emek” Anlayışı]
Henri Storch,
Cours d’économie politique, editör Jean-Baptiste Say, Paris 1823 (Grand Dük Nicholas’ın önünde verilen konferans bitişi 1815), c. III.
Garnier’den sonra, Adam Smith’in üretken emek ile üretken-olmayan emek ayrımına karşı yeni bir temelde polemiğe girişen ilk yazar gerçekte Storch’tur.
Storch, üretim yasalarıyla “
théorie de la civilisation”u [“uygarlık teorisi”nin] ilgilenmesi gereken “
içsel nesneleri ya da uygarlığın öğeleri”ni, maddi üretimin oluşturucu parçalarından, maddi ürünlerden ayırdeder. (
agy , c. III, s. 217.)
[sayfa 268]
(Cilt I, s. 136’da [şöyle der] : “Apaçık bellidir ki, insan ancak içsel nesnelerle donatılmışsa, yani fizik, entelektüel ve moral melekelerini –ki bu aynı zamanda toplumsal kurumlar vb. gibi onları geliştiren araçların varlığını varsayar– geliştirdiği ölçüde zenginlik üretimine erişir. Demek ki bir halk ne kadar daha uygarsa, ulusal zenginliği o kadar daha fazla büyür.” Tersi de doğru.)
Smith’e karşı:
“Smith . . . zenginlik üretimine doğrudan katkı yapmayanların tümünü, üretken emekçilerin dışında tutar; ayca yalnızca ulusal zenginliği dikkate alır.” Onun hatası, “maddi-olmayan değerler zenginlikten ayırdetmemesidir.” (c. III, s. 218.)
Ve gerçekten de sorun işte bu. Smith’in gözönüne aldığı maddi zenginliği üretimi açısından, ve işin aslında o üretimin yalnızca belirli bir biçimi olan kapitalist üretim tarzı açısından, üretken işler ile üretken-olmayan işler arasındaki ayrım, çok büyük önemdedir. Zihinsel üretimde, bir başka tür emek, üretken görünür. Ama Smith onu dikkate almaz. Son olarak, iki tür üretim arasındaki iç-etkileşim ve içsel bağlantı da onun araştırma alanına girmez; üstelik, maddi üretimin, kendi biçimi içinde incelendiği bir ortamda, bu iç-etkileşim ve içsel bağlantı [konusunda söylenecek olanlar -
ç.] boş sözler olmanın ötesine geçmez. Doğrudan üretken olmayan emekçilerden sözedişi de maddi zenginliğin üretimine değil,
doğrudan tüketimine katılışları ölçüsündedir.
Uygarlık teorisi de ufak-tefek önemsiz ifadelerin ötesinde Storch’un elinde pek bir yere varmaz; ama gene de, örneğin maddi işbölümünün zihinsel işbölümünün önkoşulu olduğu türünden bazı zekice gözlemler, şurada burada kendini göstermektedir. Storch’un önemsiz birkaç sözün ötesine geçememesinin ne kadar
kaçınılmaz olduğu, çözüm bulmak bir yana dursun çözülecek problemi
formüle etmekten ne kadar uzak olduğu,
tek bir olgudan bellidir. Zihinsel ||409| üretim ile maddi üretim arasındaki ilişkileri incelemek için her şeyden önce, maddi üretimi genel bir kategori olarak değil, ama
belirli tarihsel bir biçim içinde kavramak gereklidir. Öyleyse, örneğin, kapitalist üretim tarzına ve ortaçağın üretim tarzına farklı zihinsel üretim türleri tekabül eder. Eğer maddi üretim kendi
özgül tarihsel biçimi içinde kavranmazsa, ona tekabül eden zihinsel üretimde neyin özgül olduğunu ve birinin ötekine karşılıklı etkisini anlamak olanaksızlaşır. Yoksa, zırvalamanın ötesine geçilemez. “Uygarlık” hakkındaki sözler de boş lakırdı olarak kalır.
Ayrıca: maddi üretimin özgül bir biçiminden, birincisi özgül bir toplum yapısı, ikinci olarak da insanların doğayla özgül bir ilişkisi ortaya çıkar. Onların devlet örgütlenmeleri ve tinsel görüş tarzları
[sayfa 269] [
geistige Anschauung], bu ikisi tarafından belirlenir. Dolayısıyla onların zihinsel üretimlerinin türü de.
Son olarak, Storch’a göre, zihinsel üretim, ayı zamanda, toplumsal işlevleri bir iş olarak yürüten yönetici sınıfın her türden mesleksel etkinliklerini de içerir. Yerine getirdikleri işlevler gibi, bu katmanların varlığı da, ancak, onların üretim ilişkilerinin özgül tarihsel yapısına bakarak anlaşılabilir.
·
Storch maddi üretimin kendisini tarihsel olarak algılamadığı için –genel olarak maddi ürünlerin üretimi biçiminde algıladığı, bu üretimin, tarihsel olarak gelişmiş belirli ve özgül bir biçimi olarak algılamadığı için–, kısmen egemen sınıfın ideolojik oluşturanlarını, kısmen de bu belli toplumsal oluşumun özgür zihinsel üretimini anlaşılır kılabilecek tek temelden kendini yoksunlaştırıyor. Anlamsız genel sözlerin ötesine geçemiyor. Sonuç olarak söyleyelim, ilişkiler, onun varsaydığı kadar basit değil. Öreğin kapitalist üretim zihinsel üretimin bazı alanlarına, öreğin sanata ve şiire düşmandır. Eğer bu nokta gözden kaçırılırsa, 18. yüzyılda Fransızların içine düştüğü yanılsamaya, Lessing’i müthiş güzel biçimde hicvettiği
[80] yanılsamaya yolaçabilir. Madem ki eskilere göre mekanikte vb. ilerdeyiz, neden bir destan yazamayalım? Ve
İlyada’nın yerine
Henriade!
[81]
Ne var ki, Storch haklı olarak –Smith’e yönelen bu saldırının babası olan Garnier’yi özellikle anarak– Smith’in karşıtlarının sorunu yanlış koyduklarını vurgular.
“Onu eleştirenler ne yapıyor? Bu ayrımı” (maddi-olmayan değerler ile zenginlik arasındaki ayrımı) “ortaya koymak şöyle dursun, birbirinden çok farklı olduğu apaçık belli ola iki tür değer birbirine karıştırmayı başarıyorlar.”
(Zihinsel ürünler üretiminin ya da hizmet üretiminin bir maddi üretim olduğunu ileri sürüyorlar.)
“Maddi olmayan emeği üretken sayarak, bu emeğin zenginlik ürettiğini” (yani doğrudan ürettiğini) “kabul ediyorlar; başka deyişle, maddi olmayan hemen o anlık değerler ürettiği halde, maddi ve değişilebilir değerler ürettiğini kabul ediyorlar; maddi olmayan emek ürünlerinin, maddi emek ürünlerinin bağlı olduğu aynı yasaların konusu olduğunu, ama gene de birincilerin, ikincilere göre başka ilkelerce yönetildiğini varsayıyorlar.” (c. III, s. 218.)
Storch’tan aldığımız aşağıdaki parçaları, daha sonraki yazarların ondan kopya etmesi dikkat çekicidir:
“İçsel nesnelerin bir ölçüde hizmet ürünleri oluşu gerçeğinden, onların da hizmetlerden daha ömürlü olmadığı ve üretilir üretilmez zorunlu olarak tüketildiği sonucu çıkarılmıştır.” (agy, c. III, s. 234.) [sayfa 270]
“Primitif nesneler, kullanılmalarıyla tüketilip bitirilmeleri şöyle dursun, kullanıldıkça yayılır ve artar, öyle k, tüketimleri bile onların değerini artırır.” (agy, s. 236.) “İçsel nesneler, zenginlik gibi, biriktirilmeye ve yeniden-üretimde kullanılabilecek sermayeler oluşturmaya çok yatkındırlar” vb .. (agy, s. 236.) “Maddi-olmayan emeğin sınıflandırılması düşünülmeden önce, maddi emek sınıflandırılmalı ve ürünleri biriktirilmelidir.” (s. 241.)
Bütün bunlar, zihinsel ve maddi zenginlik arasındaki genel ilişkilerden ve gereksiz benzetmelerden başka bir şey değildir. Örneğin, onun [Storch’un -
ç.], gelişmemiş uluslar, zihinsel sermayelerini ülke dışından
ödünç alırlar, tıpkı maddi olarak gelişmemiş ulusların, maddi sermayelerini ödünç almaları gibi, (
agy, s. 306); ya da, maddi-olmayan işbölümü, talebe, kısaca piyasaya bağlıdır, vb. biçimindeki gözlemleri de böyledir. (s. 246.)
Gerçekte kopya edilen parçalar da şunlar:
||410| “İçsel nesnelerin üretimi, gereksindiği maddi ürünleri tüketerek ulusal zenginliği azaltmak şöyle dursun, tam tersine, onu artıran çok güçlü bir araçtır; zenginlik üretimine gelince, o da sıra kendine geldiğinde, aynı biçimde güçlü bir uygarlığı geliştirme aracıdır.” (agy, s. 517.) “Ulusal gönencin gelişmesine neden olan şey, iki tür üretim arasındaki dengedir.” (agy, s. 521.)
Storch’a göre doktorlar sağlık üretir (ama hastalık da), profesörler ve yazarlar aydınlanma üretir (ama karanlık da), ozanlar, ressamlar, vb., zevk üretir (ama zevksizlik de), ahlakçılar, vb. ahlak üretir, vaizler din üretir, hükümdarın çalışması güvenlik üretir, vb .. (s. 347-350.) Ama aynı biçimde şunlar da söylenebilir: Hastalık doktorları üretir, aptallık profesörlerle yazarları üretir, zevksizlik ozanları ve ressamları, ahlaksızlık ahlakçıları, boşinan vaizleri ve genel güvensizlik hükümdarı üretir. Tüm bu faaliyetlerin, bu hizmetlerin gerçek ya da hayali kullanım-değeri ürettiğini söylemek, daha sonraki yazarlarca, Smith’in kastettiği anlamda üretken işçiler olduklarını kanıtlamak için, yani
sui generis [kendine özgü] ürünler değil, doğrudan maddi emek ürünleri ürettiklerini ve dolayısıyla doğrudan zenginlik ürettiklerini kanıtlamak için yinelenmiştir. Storch’da henüz bu saçmalık yoktur; bu konuda söyledikleri şöyle özetlenebilir:
1. Burjuva toplumda çeşitli işlevler, karşılıklı olarak birbirini ötekinin varlık nedeni sayar;
2. Maddi üretimdeki karşıtlıklar, ideolojik katmanlar [
Stände)
üstyapısını kaçınılmaz kılar; bu üstyapını etkinliği –iyi ya da kötü olsun– sağaltıcıdır, çünkü zorunludur;
3. Tüm işlevler kapitalistin hizmetindedir ve onun “yararı”na işler;
[sayfa 271]
4. En yüce zihinsel ürünlerin bile yalnızca tanınmasıyla yetinilmelidir ve maddi zenginliğin doğrudan üreticileri gibi sunuldukları ve kör kör parmağım gözüne öyle oldukları kanıtlandığı için burjuvaziden onlar adına özür dilenmelidir.
[17.] Nassau Senior [Burjuvazi İçin Yararlı Olan
Tüm İşlevlerin Üretken Olduğunun İlan Edilişi.
Burjuvuaziye ve Burjuva Devletine Dalkavukluk]
Nassau William Senior,
Principes fondamentaux de l’économie politique, Jean Arivabene çevirisi, Paris 1836.
Nassau Senior, atlanmış pusatlanmış saldırıyor:
“Smith’e göre, Musevilerin yasakoyucusu da üretken-olmayan bir emekçiydi.” (agy, s. 198.)
O Mısırlı Musa mıydı, yoksa Moses Mendelssohn
mu? Musa, kendisine Smith’in kastettiği anlamda “üretken emekçi” dediği için bay Senior’a şükran borçlu olurdu. Bu insanlar, kalıplaşmış burjuva düşüncelerin o kadar egemenliği altındalar ki, eğer Aristoteles’e ya da Jül Sezar’a “üretken-olmayan emekçi” derlerse hakaret etmiş olacaklarını sanıyorlar. Aristoteles ile Sezar, “emekçi” unvanını bile hakaret sayarlardı.
“Bir reçete yazarak hasta bir çocuğu iyileştiren ve yaşamındaki birçok yılı güvenceye alan bir doktor, kalıcı bir sonuç üretmiş olmuyor mu?” (agy.)
Saçma! Çocuk ölürse, sonuç daha az kalıcı değildir. Ve çocuk tedaviden sonra pek de iyileşmiş olmasa bile doktorun
hizmeti aynı biçimde ödenmek gerekir. Nassau’ya göre, doktorlara, ancak tedavi başarılı olursa ödenmelidir ve hukukçulara davayı kazandıkları ölçüde ve de askerlere, ancak zafer kazanırlarsa. Birdenbire ölçüyü fena kaçırıyor:
“Hollandalılar, İspanyolların zulmüne karşı savaşarak ya da İngilizler, daha da berbat! aşma tehdidi’ taşıyan bir zulme başkaldırırken geçici sonuçlar mı ürettiler?” (agy, s. 198.)
Yazınsal bir süprüntü! Hollandalılar ve İngilizler riski ve tehlikeyi göze alarak isyan ettiler. Kimse onlara “devrimde” iş yaptılar diye bir şey ödemedi. Oysa “üretken emekçi”de olsun, “üretken-olmayan emekçi”de olsun, her zaman emeğin alıcısı ve satıcısı sözkonusudur. Ama da saçma!
Bu ahbap çavuşların Smith’e karşı giriştikleri polemiklerde
[sayfa 272] kullandıkları bu yavan yazınsal zevzeklikler, Smith’in, yeni-yetme, sonradan görme yabanıl burjuvanın tercümanı olmasına karşılık, kendilerinin, yalnızca “eğitilmiş kapitalist’’in temsilcisi olduklarını gösterir. Eğitilmiş burjuva ile onun sözcüsü, her ikisi birden öylesine salaktırlar ki, her hareketin nedenini ||411| keseye yaptığı sonuçla değerlendirirler. Öte yandan, bunlar öylesine eğitilmişlerdir ki, zenginlik üretimiyle hiçbir ilgisi bulunmayan görev ve işlevleri
tanımayı bile bilirler; bunları da, kendi zenginliklerini “dolaylı olarak” artırdıkları vb. ölçüde, kısacası zenginlik için “yararlı” bir işlevleri oldukları ölçüde tanırlar.
Kendi maddi üretiminin temeli, giriştiği tüm öteki üretimlerin olduğu gibi, insanın kendisidir. Bu nedenle, insanı, üretimin
öznesini etkileyen bütün koşullar onun işlevlerini ve edimlerini ve dolayısıyla da maddi zenginliğin, metaların yaratıcısı kimliğiyle işlevlerini ve edimlerini az ya da çok değiştirir. Bu açıdan,
tüm insan ilişkilerinin ve işlevlerinin, her nasıl ve her ne tür biçimde ortaya çıkarlarsa çıksınlar, maddi üretimi etkiledikleri ve şöyle ya da böyle bu üretim üzerinde belirleyici oldukları gösterilebilir.
“Bazı ülkeler var ki, oralarda kendilerini koruyacak askerler yoksa insanların toprakta çalışması olanaksızdır. Evet, bu durumda Smith’in sınıflamasına göre, kaldırılan ürün, sabanı kullanan insanla onun yanı başında elinde silah bekleyen insanın ortak emeğiyle üretilmemiştir; ona göre yalnızca çiftçi bir üretken emekçidir ve askerin yaptığı iş üretken-değildir.” (agy, s. 202.)
Birincisi, bu doğru değil. Smith, askerin koruyucu gözetisinin, buğday tanesinin değil, ama savunmanın üretkeni olduğunu söylerdi. Eğer ülkede düzen yeniden kurulmuş olsaydı, emekçi, fazladan bir de askerin geçimini, ve dolayısıyla yaşamını sağlayacak üretimi yapmak zorunda kalmaksızın, buğdayı eskisi gibi üretecekti. Tıpkı, kendileri maddi ya da zihinsel hiçbir şey üretmeyen, ama yalnızca sakat toplumsal ilişkiler nedeniyle yararlı ve gerekli olan üretken-olmayan emekçilerin büyük bir kesimi gibi, askerler de
faux frais de production [üretken olmayan zorunlu giderler] arasındadır — varlıklarını, toplumsal kötülüklere borçludurlar.
Ne var ki, Nassau pekala şöyle diyebilir: Yirmi emekçiden ondokuzunu gereksiz hale getiren bir makine icadedilirse, o zaman bu ondokuz kişi de üretken olmayan zorunlu giderlerdir. Ama
üretimin maddi koşulları, tarımın koşulları aynı kaldığı halde asker aradan çıkarılabilir. Ondokuz işçi ise, yalnızca geri kalan tek işçi yirmi kat daha üretken hale gelirse, yani maddi üretimin fili koşullarında bir devrim olursa aradan çıkarılabilir. Üstelik,
Buchanan’ın zaten gözlemlediği gibi:
[sayfa 273]
“Örneğin asker, emeği üretimin emrinde olduğu için, üretken emekçi sayılırsa, aynı kural gereği üretken emekçi de –onun yardımı olmaksızın hiçbir ordu savaş alanına çıkamayacağı ya da zafer sağlayamayacağı için– pekala askeri onur payeleri üzerinde hak iddia edebilir.” (David Buchanan, Observations on the Subjects Treated of in Dr. Smith’s lnquiry, etc, Edinburgh 1814, s. 132.)
“Bir ulusun zenginliği, hizmetleri üretenler ile değerleri üretenlerin sayısal oranına bağlı değildir; ama her birinin emeğini daha etkinleştirmeye en uygun düşen orana bağlıdır.” (Senior, agy, s. 204.)
Smith, “devlet görevlileri, hukukçular, din adamları vb. üretken-olmayan zorunlu emekçileri”, hizmetlerinin vazgeçilmez olduğu
çerçeveye daraltmak istediği için, bu söyleneni hiçbir zaman yadsımazdı. Kaldı ki bu eninde sonunda, üretken emekçilerin emeğini en etkin hale getiren bir “oran”dır.
Hizmetlerinden yararlanmak için yani kendi seçtiği bir tüketim maddesi olarak herhangi bir kişinin
kendi isteğiyle emeklerini satın aldığı öteki “üretken-olmayan emekçiler”e gelince, farklı durumlar birbirinden ayrılmalıdır. Yaşamını gelirden sağlayan bu emekçilerin sayısı, “üretken” emekçilere göre, oran olarak fazlaysa,
ya toplam zenginlik küçük olduğu için böyledir, ya da tek yanlı bir karakteri vardır — örneğin ortaçağ baronları ve hizmetlileri gibi. Herhangi bir geniş çerçevede mamul ürünler tüketecek yerde, baronlar ve hizmetlileri kendi tarımsal ürünlerini tüketirlerdi. Bu ürünlerin yerine mamul ürünler tüketmeye başladıkları zaman, hizmetlilerin çalışması gerekli oldu. Gelire bağlı olarak yaşayanların sayısının fazla olması, yıllık ürünün büyük bir kısmının
yeniden-üretim olarak tüketilmiş olmamasından ileri geliyordu. Bunun yanısıra toplam nüfus da azdı.
Ya da yaşamı gelire bağlı bulunanların sayısı fazladır, çünkü üretken emekçilerin üretkenliği ve dolayısıyla, hizmetlilerin geçiminin bağlı olduğu artı-ürünleri fazladır. Bu durumda, üretken emekçilerin emeği, çok sayıda hizmetli olduğu için üretken değildir; tam tersine üretken emekçilerin emeği bu kadar üretken olduğu için bunca çok hizmetli vardır.
Nüfusları eşit, emeğin üretkenlik gücündeki gelişme eşit iki ülkeyi alırsak, Adam Smith’le aynı doğrultuda, iki ülke zenginliğinin üretken emekle üretken-olmayan emeğin oranına göre ölçülmesi gerektiğini söylemek doğru olur. Bunun anlamı şudur: Göreli olarak daha çok sayıda üretken emekçiye sahip olan ülkede, yıllık ürün göreli olarak daha büyük bir parçası yeniden-üretim amaçlı tüketilir ve sonuç olarak, yıllık itibariyle daha büyük değer kitlesi üretilir. Öyleyse, bay Senior ||412| Adam Smith’in bir tümcesini başka sözcüklerle yinelemiştir, karşısına yeni bir düşünceyle çıkmamıştır. Ayrıca burada hizmet üreticileriyle, değer üreticileri arasında
[sayfa 274] ayrım yapan da kendisidir; böylece, Smith’vari ayıma karşı polemiğe girişen birçok yazarın durumuna düşmüştür: bu ayrımı bir yandan kabul eder ve kullanırlar, bir yandan da reddederler.
Kendilerine özgü herhangi bir şey başarmamış, “üretken-olmayan” tüm ekonomistlerin tipik özelliği üretken emek ile üretken-olmayan emek ayrımına karşı çıkmalarıdır. Ancak burjuvaya ilişkin olarak, bir yandan, tüm işlevleri onun için zenginlik üretimine hizmet eden işlevler olarak sunmaları, sonra öte yandan burjuva dünyasının, içindeki her şeyin yararlı olduğu ve burjuvanın kendisinin bunu anlayacak kadar eğitimli olduğu olası en iyi dünya olduğunu söylemeleri, köle ruhluluklarının bir kanıtıdır.
Emekçilere ilişkin olarak ise [ifade ettikleri şey şudur:] Üretken-olmayanların büyük [ürün] kitlesini tüketmeleri pek yerindedir; çünkü onlar,
in their own way [kendi tarzlarında da olsa, zenginliğin üretimine işçiler kadar katkıda bulunurlar.
Ancak sonunda Nassau, Smith’in yaptığı temel ayrımın tek sözcüğünü anlamamış olduğunu göstererek gerçeği yumurtlayıverir:
“Öyle anlaşılıyor ki, sözün doğrusu şudur: Smith’in dikkati büyük toprak sahiplerinin konumuna, üretken-olmayan sınıflar konusundaki gözlemlerinin genel olarak yalnızca kendilerine uygun düşebileceği o insanlara takılıp kalmıştır. Aksi halde, üretken-olmayan emekçiler gelir sayesinde yaşarken, sermayenin yalnızca üretken emekçilerin çalışmalarını sürdürmelerini sağlamak için kullanıldığı şeklindeki varsayımını nasıl anlamlandıracağımı bilemiyorum. Esas olarak üretken-olmayanlar dediği kişilerin çoğu –öğretmenler, devleti yönetenler– sermayenin kesesinden, yani yeni-den-üretim için önceden harcanmış olanın aracılığıyla yaşayanlardır.” (agy, s. 204-205.)
Bu her şeyin üstüne tüy dikti. Bay Nassau’nun, devlet ve öğretmenlerin, gelirin değil de sermayenin kesesinden yaşadığını keşfi, daha fazla yoruma gerek bırakmıyor. Bay Senior, bununla acaba sermayenin kârından ve bu anlamda sermayenin yardımıyla yaşıyorlar demek mi istiyor? Eğer böyleyse, sermayeden sağlanan gelirin, sermayenin kendisi olmadığını ve kapitalist üretimin sonucu olan bu gelirin yeniden-üretim için önceden harcanmadığını, tersine onun sonucu olduğunu unutuyor. Ya da belli vergiler, bazı ürünlerin üretim maliyetine girdiği için, yani belli üretim dallarının giderleri arasına girdiği için bu böyledir demek mi istiyor? O zaman bilmesi gerekir ki, bu yalnızca gelirden alınan bir vergi olur.
Safsatacı Nassau Senior, ayrıca Storch’a da değinerek şöyle diyor:
“Bay Storch, bu sonuçların” (sağlık, zevk, vb.) “değer taşıyan başka şeyler gibi, bunlara sahip olanların gelirinin bir parçasını [sayfa 275] oluşturduğunu ve ayrıca değişilebilir olduklarını” (yani üreticilerinden satın alınabildikleri ölçüde) “söylerken, hiç kuşku yok hatalıdır. Eğer böyle olsaydı, eğer zevk, ahlak, din, satın alınabilecek şeyler olsaydı, zenginliğin, ekonomistlerce atfedilenden daha başka bir önemi olurdu. Bizim satın aldığımız sağlık, bilgi ya da dindarlık değildir. Doktor, din adamı, öğretmen ... bu yüce sonuçların az ya da çok bir kesinlikle ve yetkinlikle üretilebileceği yol ve yöntemleri üretebilirler. ... Eğer bu durumlardan her birinde, başarıya ulaşmak için en uygun yol ve yöntem uygulanırsa, bu yol ve yöntemleri üretenin ödüllendirilmek hakkıdır; başaramasa, ya da beklenen sonucu ortaya çıkaramasa bile. Öğüt ya da ders verilir verilmez değişim tamamlanmıştır ve karşılığı olan ödeme alınmıştır.” (agy, s. 288-289.)
Son olarak, muhteşem Nassau’nun kendisi de Smith’vari ayrımı benimser. Çünkü üretken emek ve üretken-olmayan emek yerine, “üretken tüketim ve üretken-olmayan tüketim” arasında ayrım yapar. (s. 206.) Ne var ki tüketimin hedefi ya bir metadır –ki burada sorun bu değildir– ya da doğrudan emektir.
Tüketim, eğer emeği çalıştırıyorsa yani ya emek-gücünün kendisini (ki örneğin öğretmenin ya da doktorun emeği pekala olabilir) üretken ya da satın alındığı metaların değerini
yeniden-üreten emeği çalıştırıyorsa üretken olabilir. Bunlardan birini ya da ötekini başarmayan emek tüketimi, üretken-olmayan tüketimdir. Ve gerçekten de Smith der ki: Ancak üretken amaçlı (yani sanayi amaçlı) tüketilen emeğe üretken emek derim; üretken-olmayan amaçla tüketilebilene, tüketimi, yapısı itibariyle sınai tüketim olmayan emeğe de üretken-olmayan emek derim. Bay Senior, görüldüğü gibi,
nova vocabula rerum [şeyleri yeniden adlandırma] ile dehasını kanıtlamış bulunuyor.
Genel olarak Nassau, Storch’tan kopya çekmektedir.
[18.] Pellegrino Rossi [Ekonomik Fenomenlerin Toplumsal Biçiminin
Gözardı Edilişi, Üretken-olmayan Emekçiler Vasıtasıyla
Sıradan Bir “Emek Tasarrufu” Anlayışı]
||413| Pellegrino Rossi,
Cours d’économie politique (1836-1837), Brüksel 1842.
İşte bilgelik!
“Dolaylı araçlar” (üretimin dolaylı araçları) “üretimi daha da ileri götüren her şeyi, bir engeli kaldırmaya dönük her şeyi, üretimi daha etkin, daha hızlı, daha kolay yapan her şeyi içerir.” (Daha yukarda, s. 268’de şöyle diyor: “Doğrudan üretim araçları vardır, dolaylı üretim araçları vardır. Başka deyişle, araç vardır, sözkonusu sorundaki sonucun sine qua non [olmazsa olmaz] nedenidir; bu üretimi gerçekleştiren güçlerdir. Başka araçlar vardır, üretime katkıda [sayfa 276] bulunur, ama onu yapan değildir. Birinciler, neredeyse kendiliklerinden davranabilirler, ikinciler yalnızca birincilerin üretmesine yardım edebilir.”) “... Hükümetin tüm çalışması dolaylı bir üretim aracıdır. ... Şu şapkayı yapan adam, hiç kuşku yok ki, sokakta devriye gezen jandarmanın, mahkemedeki yargıcın, suçluyu alıp cezaevinde tutan gardiyanın, düşman istilasına karşı sınırları koruyan ordunun üretime katkıda bulunduğunu kabul etmek zorundadır.” (s. 272.)
Herkes ordan oraya koştururken şapkacının bu şapkayı yapıp satabilmesi ne keyif vericidir kimbilir! Bu gardiyanlara, vb. maddi üretime
doğrudan değil,
dolaylı katkı yaptırdığı ölçüde, Rossi gerçekte Adam’la aynı ayrımı yapmış oluyor (Konferans XII).
İzleyen XIII. konferansta Rossi özellikle Smith’e karşı meydanlara atılıyor — gerçekte [tıpkı] öncelleri gibi.
Üretken emekçilerle üretken-olmayan emekçiler arasında yapılan hatalı ayrım, diyor, üç nedenden ileri gelmektedir.
1. “Alıcılar arasında bazıları, ürünleri ya da emeği kendi doğrudan tüketimleri için satın alırlar; başka bazıları, onları yalnızca, edinmiş oldukları ürün ya da emek araçları sayesinde elde edecekleri yeni ürünleri satmak için satın alırlar.”
Birinciyi belirleyici öğe
kullanım-değeridir; ikinciyi belirleyici öğe ise değişim-değeri. Ama dikkati yalnızca değişim-değerine yoğunlaştırınca, insan Smith’in düştüğü hataya düşer.
“Bir an için kabul edelim ki, uşağımın emeği benim için üretken-olmayan emektir; onun için de öyle mi?” (agy, s. 275-276.)
Kapitalist üretimin tümü, üretim sürecinde, emeğin bir bölümünü
satın almaksızın sahiplenmek ve ürünün içinde
satmak üzere, emeğin doğrudan satın alınmasına dayandığına –çünkü sermayenin varlık temeli, ve özü budur– göre, sermaye üreten emekle sermaye-üretmeyen-emek ayrımı, kapitalist üretim sürecini anlamakta bir temel oluşturmaz. Hizmetçi emeğinin hizmetçinin
kendisi için üretken olduğunu Smith de yadsımıyor. Her hizmet, onu satan için üretkendir. Para karşılığı yalan yere yemin etmek, onu yapan için üretkendir. “Belgelerde sahtecilik yapmak, onu yapması için kendisine para ödenen açısından üretkendir. Birini öldürsün diye kendisine para ödenen kişi için cinayet üretkendir. Dalkavuğun, muhbirin, yaltakçının, asalağın, çanak yalayıcının hizmeti, bu “hizmetleri” parasız yapmayan insanlar için üretkendir. Madem ki “üretken emekçidirler, öyleyse yalnızca servet üreticisi değil, aynı zamanda sermaye üreticisidirler. Tıpkı mahkemeler ve devlet gibi, kendi ödemesini kendisi yapan hırsız da “enerjisini kullanır, özgül bir doğrultuda kullanır, bir insan gereksinimini karşılayan” yani
[sayfa 277] kendi gereksinimini, kimbilir belki de karısının ve çocuğunun gereksinimini karşılayan “sonuçlar üretir”. Sonuçta [o bir] üretken emekçidir; kuşkusuz eğer, sorun yalnızca bir “gereksinimi” karşılayacak bir “sonuç” üretmekse ya da yukarda anıldığı gibi eğer “hizmetlerini” satmak, onları “üretken” yapmaya yetiyorsa.
2. “İkinci hata, doğrudan üretim ile dolaylı üretim arasında bir ayrım yapılmaması olmuştur.” Adam Smith’in, bir yargıcın üretken olmadığını düşünmesinin nedeni de işte budur. Ama “eğer üretim” (yargıcın emeği olmaksızın) “olanaksızsa, bu emecin üretime katkı yaptığı, eğer doğrudan ve maddi katkı değilse bile, en azından, dikkate alınmazlık edilemeyecek dolaylı bir yoldan katkı yaptığı açık değil midir?” (agy, s. 276.)
İşte bizim de üretken-olmayan emek dediğimiz, üretime dolaylı olarak katılan (ve üretken-olmayan emeğin bir parçasını oluşturan) bu emeğin ta kendisidir. Yoksa, köylü olmaksızın yargıç yaşayamayacağına göre köylü adaletin dolaylı üreticisidir dememiz gerekirdi! Vb.. Saçmanın dikalası! Ayrıca işbölümüne ilişkin bir başka görüş daha var ki, onu daha sonra ele alacağız.
[3.] “Bir üretim fenomeninin üç temel olgusu, birbirinden dikkatlice ayırılmış değil: güç ya da üretken araç, bu gücün uygulanışı, sonuç.”
Saatçiden bir saat alırız; bizi yalnızca emeğin
sonucu ilgilendirir. Terziden bir palto aldığımız zaman da böyledir. Ama:
“İşleri böyle anlamayan insanlar, eski tarz insanlar hâlâ mevcuttur. Onlar bir işçiyi evlerine getirtirler, emeği için gereksindiği her şeyi ve malzemeyi vererek, şöyle şöyle bir giysi yaptırırlar. Bu insanların satın aldığı şey nedir? Bu insanlar bir güç satın alırlar” (aynı zamanda bu gücün uygulanışım satın alırlar) “riski ve tehlikesi kendilerine ait olmak üzere, şu ya da bu türden bir sonuç üretmek üzere bir araç satın alırlar. ... Sözleşmenin konusu bir güç satın almaktır.”
(Burada sözkonusu olan nokta, yalnızca bu “eski tarz insanların kapitalist üretim tarzıyla hiçbir ortak yanı bulunmayan bir üretim tarzından yararlandıklarıdır; kapitalist üretim tarzının kendisiyle birlikte getirdiği ve emeğin üretken gücünde sağladığı tüm değişiklikleri kendi içinde olanaksızlaştıran bir üretim tarzından yararlandıklarıdır. Rossi ve tüm onun gibiler için böyle özgül bir ayrımın önem taşımayışı çok tipiktir.)
Bir uşak örneğinde, “bin değişik şey” yapmaya muktedir “bir güç satın alırsınız. Onun ürettiği sonuçlar, sizin bu güçten nasıl yararlandığınıza bağlıdır.” (s. 276.)
Bütün bunların konuyla ilişiği yok.
[sayfa 278]
||414| “Bu gücün belli bir uygulamasını ... satın almak ya da kiralamak. ... Bir ürün satın almazsınız, kafanızdaki sonucu satın almazsınız.” Avukatın dava açması, size davayı kazandıracak mı? Kim bilebilir kî? “Bilinen şey, sizinle avukatınız arasında geçen şey, belli bir değer karşılığında, belli bir gün, belli bir yere sizin adınıza konuşmak, entelektüel gücünü sizin çıkarınıza uygulamak için gideceğidir.” (s. 276.)
(Bu konuda, bir nokta daha. XII. konferansta, s. 273, Rossi şöyle diyor:
“Üreticileri yalnızca, yaşamları boyunca pamuklu bez ya da ayakkabı üreten insanların kimliğinde görmenin çok uzağındayım. Her ne tür olursa olsun, emeğe saygı duyuyorum ... ama bu saygı, yalnızca kol emeğinin ayrıcalığı olmamalıdır.”
Adam Smith böyle yapmaz. Onun açısından, bir kitap, bir resim, bir müzik yapıtı ya da bir heykel üreten kişi, ikinci anlamında “üretken emekçi”dir; ama doğaçlama yapan, bir müzik parçasını icra eden ya da bir müzik aleti çalan kişi değildir. Ve Adam Smith, hizmetleri, üretime doğrudan girdikleri ölçüde, hem kol emekçisinin emeğini, hem yöneticinin, memurun, mühendisin ve mucit ise bilim adamının, işyerinin içindeki ya da dışındaki emekçinin emeğini üründe maddeleşmiş sayar. İşbölümü üzerinde dururken Smith, bu işlerin değişik insanlar arasında nasıl dağıtıldığını, ürünün, metanın onların ortaklaşa emeğinin ürünü olduğunu, aralarındaki herhangi bir bireyin ürünü olmadığını anlatır. Ama
â la Rossi, “zihinsel” emekçiler, maddi üretimden çekip aldıkları büyük payı haklı göstermekte sabırsızdırlar,)
Bu söylevin ardından Rossi sözü sürdürür:
“Böylece, değişim ilişkilerinde, dikkatler, üretimin üç temel olgusundan biri ya da öteki üzerinde toplanır. Ama bu farklı değişim biçimleri, belli bazı ürünleri, zenginlik karakterinden ve bir üreticiler sınıfını, üretken emekçiler niteliğini ortaya koyma gayretinden yoksun bırakabilir mi? Apaçık görülüyor ki, bu fikirler arasında, bu tür bir sonucu haklı gösterecek bir bağlantı yoktur. Sonucu almak yerine, bu sonucu üretmek için gerekli olan gücü aldım diye, bu gücün edimi neden üretken olmasın ve ürün neden zenginlik sayılmasın? Örneğin bir kez daha terziyi alalım. İnsan hazır-giyimleri ister bir terziden alsın, ister kendisine ücreti ödenen ve malzemesi verilen bir gündelikçi terziden sağlasın, sonuçlar bakımından iki girişim de birbirinin aynıdır. Kimse, birincinin üretken emek olduğunu, ikincinin üretken-olmayan emek olduğunu söyleyemez; yalnızca ikinci durumda, palto isteyen adam, kendisinin girişimcisidir. Evet, üretken güçler açısından, evinize getirdiğiniz gündelikçi terziyle hizmetçiniz arasında ne fark var? Hiç.” (agy, s. 277.)
İşte size tepeden tırnağa yüce bir bilge ve çok bilgili bir gevezenin
[sayfa 279] özü! Adam Smith, ikinci ve daha yüzeysel sunumunda, üretken emekle üretken-olmayan emek arasında, emeğin alıcısı için satımlık bir metada doğrudan maddeleşip maddeleşmediğine göre ayrım yaparken, her iki durumda da terziyi üretken sayar. Ama daha derinliği olan tanımına göre, ikinci [gündelikçi -
ç.] terzi “üretken-olmayan” bir emekçidir. Rossi tek bir şeyi gösteriyor: “apaçık” ki, Adam Smith’i hiç anlamamıştır.
Rossi’nin
“değişim biçimlerine kayıtsız kalması, tıpkı bir fizyologun, farklı yaşam biçimlerine, bunların tümü yalnızca organik maddenin biçimleridir diye, kayıtsız kalması gibidir. Oysa, bir toplumsal üretim tarzının özgül niteliğini anlamak sözkonusu olduğunda, önem taşıyan tek şey tam da bu biçimlerdir. Palto paltodur. Ama onu birinci değişim biçiminde yaptırtırsanız, kapitalist üretim ve modern burjuva toplum vardır; ikincisinde ise, asyatik ilişkilere ya da ortaçağ ilişkilerine vb. bile uygun düşen bir zanaatçı biçimi vardır. Ve bu
biçimler, maddi zenginliğin kendisi için de belirleyicidir.
Palto paltodur — işte Rossi’nin bilgeliği. Ama birinci durumda terzi işçi, yalnızca bir palto üretmez, sermaye üretir; dolayısıyla kâr da üretir; kapitalist olarak ustasını ücretli-işçi olarak kendisini üretir. Bir
girişimci terzi ||415| kendi işçisinin yaptığı bir paltoyu giyip tükettiği zaman ne ölçüde girişimci olursa bir gündelikçi terzinin benim giymem için evde yaptığı palto da beni (ekonomik bir kategori anlamında) ancak o kadar kendi
girişimcim yapar. Bir durumda terzi emeğini satın alan kişiyle gündelikçi terzi, birbirleriyle yalnızca alıcı ve satıcı kimliğiyle karşı karşıya gelirler. Biri parayı öder, öteki kullanım-değerinin içine paranın aktarıldığı metayı sağlar. Bu alışverişte benim paltoyu bir mağazadan satın almamdan farklı bir şey yoktur. Alıcıyla satıcı birbiriyle bu kimlikle karşı karşıya gelir. Öteki durumda, bunun tersine birbirleriyle sermaye ve ücretli-emek olarak karşı karşıya gelirler. Evdeki hizmetçiye gelince onun durumu, iki numaralı gündelikçi terzinin, yani emeğini, yalnızca kullanım-değeri uğruna satın aldığım terzinin durumu gibidir. Her ikisi de alıcı ve satıcıdırlar. Ama bu durumda kullanım-değerinden yararlanış biçimi bir tür ataerkil ilişki, efendiyle uşağının ilişkisi biçimindedir; ki bu da bu ilişkiyi ekonomik biçiminde değilse bile içeriği bakımından değiştirir ve tatsız bir ilişki haline getirir.
Bu konuda Rossi, yalnızca Garnier’nin söylemiş olduklarını yineler:
“Smith, hizmetçinin emeğinden geriye hiçbir şey kalmadığını yazarken, belirtmeliyiz ki, bir A. Smith’in olabileceğinden daha büyük [sayfa 280] ölçüde hatalıydı. Bir imalatçı, çok dikkat ve aktif bir gözetim gerektiren büyük bir imalathaneyi yönetir. ... Çevresinde üretken olmayan işçiler istemeyen bu adamın hizmetçileri yoktur. Bu nedenle kendisine hizmet etmek zorundadır. ... Üretken emeğini, bu üretken-olmayan emek denen şeye ayırmak zorunda kaldığı zaman, o üretken emeğine ne olur? Size hizmet eden insanların, kendinizi yeteneklerinize daha uygun düşecek bir işe vermenizi sağlayacak bir iş yaptıkları apaçık ortada değil midir? O zaman, nasıl oluyor da onların servisinden geriye hiçbir iz kalmadığı söylenebiliyor? Geriye, sizin hizmetinizi görerek yerinizi almasalardı yapamayacak olduğunuz ama o sayede yaptığınız şeyler kalır.” (agy, s. 277.)
Bu Garnier’nin, Lauderdale’in ve Ganilh’in
emek tasarrufu düşüncelerinden biridir. Bu görüşe göre, üretken-olmayan emek, daha değerli bir emek ortaya koyabilecek kişi, ister bir sanayi kapitalisti ister üretken emekçi olsun, onun yerini almak suretiyle emek tasarrufu sağlar ve bu kişiye kendi emeğini harcaması için daha fazla zaman bırakırsa, o zaman üretken-olmayan bu emek üretken olabilir. Üretken emekçilerin, bunun dışında tutulabilecek büyük bir bölümü hizmetçilerdir, yalnızca lüks mallar sağladıkları ölçüde ve yalnızca eğlence üreten ve
satıcısının onu ürettiği süre kadar zaman kullandığım ölçüde keyfini çıkarabildiğim eğlence üreten üretken-olmayan emekçilerdir. Her iki durumda da emek “tasarrufu”ndan sözedilemez. Son olarak, gerçekten emek tasarrufu sağlayan hizmetler, yalnızca, tüketicisi bir üreticiyse üretken olabilir. Eğer o bir aylak kapitalistse, ona yalnızca hiçbir iş yapmama zamanını tasarruf ederler: Tıpkı bir pasaklının, kendisi yapacak yerde, saçlarını yaptırması, tırnaklarını kestirmesi gibi ya da bir tilki avcısının kendi seyisliğini kendi yapacak yerde bir seyis kullanması gibi ya da bir oburun kendi yemeğini pişirecek yerde bir aşçı tutması gibi.
Öyleyse bu emekçiler arasına, Storch’a göre (
agy)
, bir de bir insanın keyif, zihinsel emek vb. için serbest zaman kazanmasını sağlayan
“boş zaman” üretenleri katmak gerekir. Polis memuru, beni kendi jandarmalığımı yapmaktan kurtarır, asker kendimi savunmamdan, hükümet yetkilisi kendimi yönetmemden, ayakkabı boyacısı ayakkabılarımı bizzat boyamamdan, papaz, düşünce için gereken zamandan, vb. kurtarır.
Bu konuda doğru olan
işbölümüdür. Herkesin, üretken emeğinden ya da üretken emeğini kullanmaktan ayrı olarak, yapabileceği, üretken-olmayan ve bir ölçüde üretim maliyetine giren bir sürü işlevi vardır. (Gerçek üretken emekçiler, kendi üretken-olmayan çalışmalarını bizzat yapmak ve bu üretim maliyetlerini bizzat yüklenmek zorundadırlar.) Eğer bu “hizmetler” zevkliyse, o zaman,
[sayfa 281] bazan patron, bunu hizmetçisi yerine yapar;
jus primae noctis [ilk gece hakkı] gibi, ya da yönetim zahmeti gibi, patronların her zaman bizzat üstlendikleri hizmetler. Ancak bu durum, üretken emek ile üretken-olmayan emek arasındaki ayrımı hiçbir zaman ortadan kaldırmaz; ama bu aynının kendisi,
işbölümünün sonucu olarak belirir ve üretken-olmayan emeği bir kısım işçinin özgül işlevi haline, üretken emeği de başka bir kısım işçinin özgül işlevi haline getirerek, genel emek üretkenliğini daha da ilerletir.
Ancak, gösteriş duygusunu tatmin için, çevreye caka satmak için tutulan çok sayıda hizmetkarın
emeği bile “üretken-olmayan emek” değildir. Neden mi? Çünkü, gösteriş duygusunun, şatafat arzusunun, zenginlik sergilemenin tatminini gibi
bir şey üretir. (
agy, s. 277.) Burada da bir kez daha, her tür hizmetin bir şey ürettiği gibi bir saçmalıkla karşı karşıyayız — fahişe şehvetin zevkini, katil adam öldürmeyi, vb.. Hatta Smith, bu tür-her süprüntünün de bir
değeri olduğunu söylemiştir. Atlanan tek nokta, ||416| bu hizmetlerin bedava olduğudur. Ama sözkonusu sorun bu değil. Eğer bedava yapılıyorlarsa o zaman (maddi) zenginliği tek kuruş bile artırmayacaklardır.
Sonra yazınsal bir saçma:
“Şarkıcı (diye iddia ederler) şarkısını bitirdiği zaman, geride bize bir şey bırakmaz. — Bize bir anı bırakır!” (Pek güzel!) “Şampanya içtiğiniz zaman geriye ne kalır?... Tüketim, üretim hareketini yakından izlesin ya da izlemesin, şöyle ya da böyle çabucak gerçekleşsin ya da gerçekleşmesin, farklı ekonomik sonuçlar yaratacaktır; ama tüketim olgusu, ne türden olursa olsun, üründen zenginlik niteliğini çıkarıp alamaz. Maddi-olmayan bazı ürünler vardır ki, belli bazı maddi ürünlere göre çok daha fazla dayanırlar. Bir saray uzun zaman ayakta kalır, ama İlyada, zevklerin daha da kalıcı kaynağıdır.” (s. 277-278.)
Zırvanın dikalası!
Burada kullanım-değeri olarak sözünü ettiği zenginlik anlamında düşünülürse, ürünü zenginlik yapan tek şey, yalnızca tüketimdir,
tüketimin ta kendisidir; tüketim hızlı ya da yavaş olsun (süresi tüketimin ve nesnenin doğasına bağlıdır) farketmez. Kullanım-değeri yalnızca kullanım için değerdir ve kullanım için varlığı bir tüketim nesnesi olarak varlıktır; varlığı tüketimdedir. Şampanya içmek, “başı kazan gibi” yapsa da, üretken tüketim olarak nitelenemez, geriye “bir anı” bıraksa da, müzik dinlemenin de nitelenemeyeceği gibi. Eğer müzik güzelse, dinleyen de müzikten anlıyorsa, müzik tüketimi şampanya tüketiminden daha yüce bir düzeydedir; şampanya üretiminin “üretken çalışma” olmasına, ve müziğin üretiminin öyle olmamasına karşın.
[sayfa 282]
*
Smith’in üretken emek ile üretken-olmayan emek arasında yaptığı ayrıma yönelik tüm gevezelikleri düşünürsek, görürüz ki, Garnier ve bir ölçüde Lauderdale ile Ganilh (gerçi Ganilh yeni hiçbir şey söylememiştir) [bu polemiklerde] söylenebilecek her şeyi söyleyip bitirmişlerdir. Daha sonra gelenler (Storch’un başarısız çabaları dışında) yalnızca kendini beğenmiş yazınsal savlar ve allamece çocukluklar [üretmişlerdir]. Garnier, Direktuarın ve Konsüllüğün ekonomistidir; Ferrier ve Ganilh İmparatorluğun ekonomistidirler. Öte yandan kont Lauderdale,
tüketicileri “üretken-olmayan emeğin” üreticileri şeklinde sunarak onlar için mazeret bulmakla daha çok ilgilenmiştir. Onların tümünde köleliğin ve dalkavukluğun, vergi toplayıcılarla asalakların
yüceltilmesi vardır. Bunlarla karşılaştırıldığı zaman, klasik ekonominin kaba alaycı karakteri, kendini, varolan koşulların eleştirisi olarak öne çıkarır.
[19. Malthusçu Chalmers’in, Varlıklıların İsrafını
Mazur Gösterici Savunusu]
Maltusçuların en bağnazlarından biri
din adamı Thomas Chal-mers’dır; toplumsal kötülükleri tedavi edici tek yolun, işçi sınıfını dinsel eğitimden geçirmek olduğuna inanır (bununla kastettiği şey, öğretici hıristiyan papaz süslemeleriyle çekidüzen verilmiş maltusçu nüfus teorisini işçilere zorla dinletmektir); Chalmers aynı zamanda yolsuz her işin, devletin savurgan harcamalarının, din adamlarının bol-bolamat yaşayışlarının, zenginin görgüsüz para saçmalarının amansız savunucusudur. Günün ruh halinin (s. 260 vd.), “güçlük içinde ve açlık sınırında ekonomi”nin feryad figan yasını tutar; vergilerin ağırlaştırılmasını, “daha üst”teki ve üretken-olmayan emekçiler, din adamları, vb. için daha fazla bir şeyler bırakılmasını ister (
agy)
. Doğal ki, Smith’vari ayrıma [üretken olan ve olmayan işçi ayrımına
-ç.] karşı eser savurur. Bu konuya tam bir bölüm (bölüm XI) ayırmıştır; hasisliğin yalnızca “üretken emekçilere” zarar vereceği vb. türünden şeylerin ötesinde yeni hiçbir şey söylemez, şu özetle de eğiliminin özünü ortaya koyar: Bu “ayrım, öyle görünüyor ki abestir [...] ve bunun yanısıra uygulamada da zarar verici.” (
agy, s. 344.) Peki bu zarar neymiş?
“Bu savlara çok uzun uzadıya değinmiş olduk, çünkü, günümüzde ekonomi politiğin, kilise kurumuna karşı katı ve hasmane bir tutum içinde olduğunu düşünüyoruz; ve hiç kuşkumuz yok ki, Smith’in yaralayıcı tanımının bunda büyük [...] payı var.” (Thomas Chalmers, [sayfa 283] İlahiyat Profesörü, On Political Economy, in Connexion with the Moral State and Moral Prospects of Society, 2. Baskı, Londra 1832, s. 346.)
Din adamı, “kilise kurumu” derken kendi kilisesini, yasayla “kurumlaştırılan” Anglikan Kilisesini kastediyor. Bu “kurum”un İrlanda’yı da kapsamasını teşvik edenlerden biri de kendisiydi. Papaz, en azından açık konuşuyor.
[20. Adam Smith ve Onun Üretken Emek, Üretken-Olmayan Emek
Üzerindeki Görüşleri Hakkında Son Gözlemler]
||417| Adam Smith’i tamamlamadan önce, iki parça daha aktaracağız; birincisi, onun üretken-olmayan hükümete karşı duyduğu nefreti açığa vurduğu parça; ikincisi, sanayideki ilerlemenin, vb. neden özgür emeği önkoşul saydığını açıklamayı amaçlayan parça.
Smith’in
din adamlarına duyduğu nefretle ilgili olarak.
[82]
Birinci parça şöyle:
“Kralların ve bakanların, özel insanların ekonomisine kanat geriyor görüntüsü yaratmaları, ya giderleri sınırlayan yasalarla ya yabancı lüks maddelerin ithalini yasaklayarak halkın harcamalarını kısmaları, küstahlığın ve haddini bilmezliğin âlâsıdır. Toplumdaki en büyük mirasyediler, istisnasız asıl onların kendisidir. Onlar kendi harcamalarına sahip olsunlar; bıraksınlar halk kendi işini kendisi güvenle idare eder. Eğer onların aşırılığı devleti çökertmezse, onların uyruklarınınki hiçbir zaman çökertmeyecektir.” ([Wealth of Nations], c II, kitap II,bölüm III,Ed. McCulloch, s. 122.)
Ve bir kez daha aşağıdaki bölüm
—
“Toplumdaki en yüksek mevkilerde bulunan bazı kişilerin emeği, tıpkı hizmetkarlarınki gibi, herhangi bir değer üretmeyen türdendir” (değere sahiptir, ve bu nedenle bir eşdeğere mal olur, ama hiçbir değer üretmez) “ve kendini, kalıcı olan herhangi bir özde ya da satılabilir bir metada toplamaz ya da maddeleştirmez. ... Örneğin hükümdar, onun emrinde hizmet gören adalet ve ordu mensupları, tüm ordu ve donanma, üretken-olmayan emekçilerdir. Kamunun hizmetkarlarıdırlar ve geçimleri, başka insanların çalışmasının yıllık ürününden ayrılan bir parçayla sağlanır. Kilise mensupları, avukatlar, doktorlar, her türden yazarlar, oyuncular, palyaçolar, müzisyenler, opera şarkıcıları, opera dansçıları vb. ... aynı sınıf içinde sayılmalıdır.” (agy, s. 94-95.)
Bu, henüz toplumun tümünü, devleti vb. kendine tabi
[sayfa 284] kılamamış olan hâlâ devrimci burjuvazinin dilidir. Tüm bu şanlı-şatafatlı ve zamanın olurladığı makamlar –hükümdar, yargıç, subay, rahip, vb.– yarattıkları tüm eski ideolojik mesleklerle birlikte, yazarlarıyla, öğretmenleri ve rahipleriyle birlikte,
bir ekonomik bakış açısından, burjuvazinin ve aylak zenginliğin –toprak soylularının ve aylak kapitalistlerin– beslediği, kendi uşak ve soytarı sürüsüyle aynı düzeyde değerlendiriliyor. Nasıl ki başkaları onların hizmetkarıysa, onlar da yalnızca halkın
hizmetkarıdırlar. Başka insanların
çalışmasının ürünüyle geçinirler, bu nedenle de olabilecek en az sayıya indirilmelidirler. Devlet, kilise, vb., ancak ve yalnızca üretken burjuvazinin ortak çıkarlarını gözeten ve gereğini yerine getiren kurullar oldukları ölçüde savunulabilirler; maliyetleri –doğaları gereği üretimin genel giderlerine ait olduğuna göre– sakınılamayacak en alt düzeye indirilmelidir. Bu görüş, tarihsel açıdan bakılınca, bir yönüyle, maddi üretken emeğin henüz köleliğin karasıyla lekeli olduğu ve yalnızca aylak yurttaşın üstünde duracağı bir taban gibi görüldüğü antikite döneminin görüşüyle keskin bir karşıtlık içindeydi; bir yönüyle de ortaçağın çözülüşünden doğan mutlak ya da anayasalı monarşilerin bakış açısıyla keskin bir karşıtlık içindeydi — Montesquieu ise, henüz tutsağı olduğu bu bakış açılarını, çok safdil bir biçimde (
Esprit des lois, kitap VII, bölüm IV) şöyle ifade ediyordu: “Eğer zengin çok harcamazsa, yoksul açlıktan ölür.”
Öte yandan, burjuvazi savaşı kazandığı ve devleti bir ölçüde devraldığı zaman, bu devletin eski sahipleriyle, bir noktaya kadar uzlaştı; ideolojik öğretileri de kendi mayasından, kendi doğasından birileri olarak tanıyıp kabul etti ve onları her yerde kendi memurları haline dönüştürdü. Ama üretken emeğin temsilcisi kimliğiyle artık onların karşısına dikilmez olduğu, ama gerçek üretken emekçiler kendisine karşı ayağa kalktığı ve başka insanların sırtından geçindiğini kendisine söyledikleri zaman; o artık tümüyle üretimin içinde ömür tüketmeyecek ölçüde aydınlandığı ve “aydınlanmış birinin yapacağı gibi” tüketmek istediği zaman; zihinsel emeğin kendisi onun
hizmetine ve kapitalist üretimin hizmetine giderek daha fazla girdiği zaman — işte o zaman işler başka bir biçim alıyor ve burjuvazi, kendi bakışıyla, daha önce eleştirdiği ve karşısında savaştığı şeyi, bu kez “ekonomik bakımdan” haklı göstermeye çalışıyor. Bu çizgide onun sözcüleri ve vicdanını rahatlatacak olanlar Garnier’lerdir vb.. Ayrıca, kendileri de papaz, profesör vb. olan bu ekonomistler, ücretlerini “ekonomik bakımdan” haklı gösterebilmek için kendi “üretken” yararlıklarını kanıtlamaya da çok isteklidirler.
[sayfa 285]
||418| İkinci, kölelikle ilgili parça da şöyle:
“Bu tür meslekler” (zanaatçı ve imalatçı), (eski devletlerin çoğunda) “yalnızca kölelere uygun işler olarak görülüyordu; devletin özgür yurttaşlarının, bu işleri yapması yasaktı. Roma ve Atina gibi, bu tür yasakların bulunmadığı devletlerde bile halkın büyük bir bölümü, pratikte, şimdi kent ve kasabaların alt katman insanlarınca yapılan tüm iş ve mesleklerin dışında bırakılmışlardı. Bu tür iş ve meslekler, Atina ve Roma’da tümüyle zenginlerin kölelerince işgal edilmişti; bu işleri efendilerinin yaran ve çıkarı için yaparlardı; efendilerinin zenginliği, kudreti ve koruyuculuğu nedeniyle yoksul bir özgürün, zenginin kölesiyle rekabeti sözkonusu olduğu zaman, yaptığı iş için pazar bulması neredeyse olanaksızdı. Ne var ki, köleler, pek nadiren yaratıcıdırlar; makinelerde ya da işin düzenlenişinde ve dağıtılışında emeğin işini kolaylaştırıcı ve azaltıcı tüm önemli ilerlemeler hep özgür insanların icadıydı. Bir köle bu türden bir iyileştirmeyi önerecek olsa, efendisi bu öneriyi tembelliğin eseri saymaya ve efendinin kesesinden kendi emeğini sakınma arzusu olarak görmeye çok hazırdı. Zavallı köle, ödüllendirilmek yerine, olasıdır ki, çok kötü muameleyle ve belki de cezalandırılmayla karşı karşıya kalırdı. Bu nedenledir ki, kölelerin yaptığı imalat işlerinde, özgür insanlarınkine göre aynı miktarda iş çıkarmak için genelde çok daha fazla emek kullanılması gerekiyordu. Bu hesaba göre, kölelerin imalatı, özgür insanınkinden genel olarak daha pahalı olmak durumundaydı. Bay Montesquieu’nün belirttiğine göre, Macar madenleri, yanıbaşlarındaki Türk madenlerine göre, her zaman daha az masrafla işletilebiliyordu. Türklerin madenleri köleler tarafından işletiliyordu; o kölelerin kolları, Türklerin kullanmayı düşündükleri tek makineydi. Macar madenleri, çok miktarda makine kullanan özgür insanlar tarafından işletiliyordu; o makinelerle işlerini kolaylaştırıyorlar ve azaltıyorlardı. Greklerle Romalıların zamanındaki imalat fiyatları hakkında pek az şey biliniyorsa da öyle görünüyor ki, daha iyi türden olanlar aşırı ölçüde pahalıydı.” ([Wealth of Nations, OUP baskısı, c. II, s. 305-306], agy, c. III, kitap IV, bölüm DC, s. 549-551, Ed. Garnier.)
Adam Smith,
agy, c. III, kitap
IV. bölüm I, s. 5’de
[83] diyor ki:
“Bay Locke para ile öteki taşınır mallar arasında bir ayrım olduğuna dikkati çeker. Tüm öteki taşınır maddeler, der, öylesine tüketilebilir bir yapıdadır ki, onların içerdiği zenginliğe pek fazla güvenilemez. ... Buna karşılık para, kararlı bir dosttur” vb.. [agy, s. 3.]
Ve bir kez daha [Garnier],
agy, s. 24-25:
“Tüketimlik metaların kısa sürede yok oldukları söyleniyor; oysa altın ve gümüş daha kalıcı bir yapıda ve eğer şu sürüp giden ihracat olmasaydı, birbirini izleyen yüzyıllar içinde biriktirilecek bu değerli madenler, bir ülkenin gerçek zenginliğini inanılmaz bir büyüklüğe çıkarırdı.” [agy, s. 14.] [sayfa 286]
Moneter sistemin insanı, altın ve gümüş için çıldırır, çünkü onlar paradır, değişim-değerinin bağımsız, elle tutulabilir varlık biçimidir; dolaşım aracı haline gelmelerine, metaların değişim-değerinin basit bir geçici biçimi haline gelmelerine izin verilmediği ölçüde, altın ve gümüş, değişim-değerinin, tahrip edilemez, sonsuz sürüp gidecek bir varlık biçimidir. Altın ve gümüşü biriktirmek, yığmak, istif etmek, işte bu nedenle onun zengin olma yöntemidir. Ve Petty’den yaptığım alıntıda
[84] gösterdiğim gibi, öteki metalar, daha az ya da daha çok dayanabilir oluşlarına yani değişim-değeri olarak kalışlarına göre değerlendirilmektedirler.
Şimdi,
her şeyden önce, Adam Smith, daha az ya da daha çok dayanıklı tüketim maddelerinin tüketiminin zenginlik oluşumunda daha çok ya da daha az avantaj sağladığına ilişkin bölümde, metaların göreli dayanıklılığı fikrini yineler.
[85] Moneter sistemin röntgencilik ettiği kapı aralığı da burasıdır; ister-istemez böyle, çünkü doğrudan tüketimde bile ||419| tüketim maddesinin
zenginlik olarak kaldığı, bu nedenle bir metanın kullanım-değeri ile değişim-değerinin birliği olduğu konusunda zihinsel bir ihtiyatlılık vardır; ve değişim-değeri, kullanım-değerinin dayanıklılık derecesine bağlıdır; yani tüketimin onu bir
meta olmaktan, bir değişim-değeri taşıyıcısı olmaktan ne kadar yavaş surette yoksunlaştıracağına bağlıdır.
İkincisi, üretken emek ile üretken-olmayan emek arasındaki ikinci ayrımında –daha ayrıntılı olarak– moneter sistemin ortaya koyduğu ayrıma tümüyle geri gelir.
Üretken emek “kendini, en azından o emek harcanıp bittikten bir süre sonrasına kadar dayanan belli bir nesnede ya da satımlık bir metada sabitleştirir ve gerçekleştirir. Sanki, başka bir nedenle gerekli olduğunda kullanılmak üzere, belli bir miktar emek stoklanmış ve depo edilmiş gibidir”.
Öte yandan, üretken-olmayan emeğin sonuçlan ya da hizmetleri, “genelde gerçekleştirildiği anda yokolur ve gerisinde pek seyrek olarak, sonradan ona eşit miktarda bir hizmetin sağlanabileceği bir iz ya da değer bırakır.” (c. II, kitap II, bölüm III, Ed. McCulloch, s. 94.)
Böylece moneter sistemin altın ve gümüşle öteki metalar arasında yaptığı ayrımın aynını Smith de metalar arasında yapar. Smith’te de ayrım, birikim açısından yapılmıştır — ancak, artık istifçilik biçiminde değil, ama gerçek yeniden-üretim biçiminde. Meta tüketimle ortadan kalkar, ama sonra daha yüksek değerde bir metayı yeniden-üretir; ya da bu biçimde kullanılmadıysa, kendisi bir başka meta satın almaya olanak sağlayan bir değerdir. Az ya da çok dayanıklı, ve dolayısıyla yeniden satılabilir, bir
[sayfa 287] kullanım-değerinde varolmak emek ürününün doğasıdır — içinde satımlık bir meta olduğu, değişim-değerinin taşıyıcısı olduğu, bir
meta olduğu, ya da özünde
para olduğu bir kullanım değerinde. Üretken-olmayan emekçilerin hizmetleri, yeniden
para haline gelmez. Avukatın, doktorun, rahibin, müzisyenin vb., devlet adamının ya da askerin vb., karşılığını ödediğim hizmetleriyle ne borç ödeyebilirim, ne meta satın alabilirim, ne de artı-değer üretecek emek satın alabilirim. Hepsi, yok olan tüketim maddeleri gibi uçup gitmiştir.
Demek ki, Smith aslında moneter sistemle aynı şeyi söylüyor. Bu sonuncular [moneter sistem yandaşları
-ç.] için, yalnızca
para, ya da altın ve gümüş üreten emek üretkendir. Smith için, yalnızca alıcısına
para üreten emek üretkendir; farkları şuradadır ki, Smith, her metada, maskesine karşın para karakteri olduğunu bulur; moneter sistem ise bunu yalnızca, değişim-değerinden bağımsız bir varlığı olan metada görür.
Bu ayrım, burjuva üretimin doğası üzerinde temellenmiştir, çünkü zenginlik kullanım-değerinin eşdeğeri değildir; ama yalnızca, değişim-değerinin taşıyıcısı olarak, para olarak kullanım-değeri,
meta, zenginliktir. Moneter sistemin anlamadığı, bu paranın altına ve gümüşe dönüşerek değil, ama metaların tüketimi yoluyla elde edildiği ve çoğaldığıdır — metalar, altın ve gümüş içinde, bağımsız değişim-değeri olarak kristalize olurlar, ama orada yalnızca kullanım-değerlerini yitirmekle kalmazlar,
değerlerinin büyüklüğünü de değiştirmezler.
[sayfa 288]
Dipnotlar
1 Bu alıntıyı çevirirken, Marx metni bir ölçüde kısalttı.
-Ed.
2 Bkz: Bu kitabın 150. sayfası.
-Ed.
3 “Meyveleri dermek üzere doğmuş” (Horace).
-Ed.
4 Bu parça Almancaya Marx tarafından biraz kısaltılarak çevrilmiştir.
-Ed.
5 Fransa’da “köprüler ve yollar” ile Ulaştırma Bakanlığı kastediliyor. -
ç.
6 Bkz: Bu kitabın 116. sayfası.
-Ed.
7 112 poundluk İngiliz ağırlık ölçüsü; yaklaşık 51 kg. -
ç.
8 Bkz: Bu kitapta s. 102 vd.
-Ed.
9 Feodalitede bir konağa ya da malikaneye bağlı olan ve oraya hizmetle yükümlü olanlar sistemi -ç.
10 Avam Kamarasında bir konuşmaya verilen yanıt; tarih 24 tarihi 1861, basım tarihi 11 Şubat 1862. -Ed.
11 Elyazmasında, yazarın adıyla ilgili olarak çevrilmesi olanaksız bir sözcük oyunu yapılıyor. Marx, yazarı Schmalzschmiertopf diye adlandırıyor. (Schmalz, A,L manca’da iç yağı, domuz yağı, kuyruk yağı anlamına geliyor; Schmiertopf ise yağ kutusu, çalakalem yazı yazan kişi, yazar bozuntusu anlamına geliyor.) -Ed.
12 (Ve aynı ahbap, bir sayfa sonra, “her emeğin, arz ve talep tarafından belirlenen değişim-değeriyle orantılı olarak zenginlik ürettiğini” söylüyor (emek, ürettiği değişim-değeriyle orantılı olarak zenginlik üretmiyor, ama kendi değişim-değeriyle orantılı olarak zenginlik üretiyor; yani ne ürettiğine bakarak değil maliyetine bakarak); “emeğin, göreli değerinin, toplam üretimden almayı hak ettiği ürünleri tüketmeksizin ve tasarruf ederek, yalnızca sermaye ve birikimine katkıda bulunduğunu” söylüyor.)
13 A ile Artı-Değer (toplam), a ile artı-değer (birim), D ile Değişen Sermaye (toplam), d ile değişen sermaye (birim) imlenmiştir. -ç.
14 Bkz: bu kitapta s. 131. -Ed.
15 İngilizlerin 21 şilin değerindeki eski altın parası -ç.
16 Marx, burada Ricardo’yu Fransızca çevirisinden alıntılıyor. -Ed.
17 Çalışın, ama kendiniz için değil (Virgil’in Epigrammes’ından). -Ed.
18 Marx, burada Ricardo’yu Fransızca çevirisinden alıntılıyor. -Ed.
19 Marx burada, Ricardo’yu İngilizceden alıntılıyor. -Ed.
20 Bkz: Bu kitapta s. 99-141 ve 177-187. -Ed.
21 Bkz: Bu kitapta s. 89-90. -Ed.
22 Marx bu bölümü kendi sözcükleriyle ifade ediyor ve hafifçe kısaltıyor. -Ed.
23 Marx, Fransızca çeviriye gönderme yapıyor; bu parçayla izleyen parçaları oradan alıyor. Köşeli ayraç içindeki gönderme, 1804 tarihli İngilizce baskıyadır. -Ed.
24 “Meyveleri dermek üzere doğmuş” (Horace). -Ed.
25 Smith’vari -ç.
26 Sismondi şöyle diyor: “Sanayinin ve bilimin sağladığı ilerlemeden ötürü her emekçi her gün, tüketmek için gereksindiğinden çok fazlasını üretebiliyor. Ama onun emeği aynı zamanda zenginlik ürettiğine göre, eğer bu zenginliğin keyfini çıkarmaya davet edilseydi, o zenginlik, onu işçi olmaktan çıkarırdı” (Nouveaux principes, c. I, s. 85).
27 Musa peygamber kastediliyor. -ç.
28 Moses Mendelssohn (1729-1786): Alman Aydınlanma felsefecisi. -Ed.
29 Elyazmasında: “ayrım”. -Ed.
30 Bkz: Bu kitapta, s. 149. 151. -Ed.
31 Elyazmasında: “toplumun” .-Ed.
32 Elyazmasında: “emrinde olan”. -Ed.
Açıklayıcı Notlar
[57] Kapitalist toplumda bankacılar ve asalak rolleri konusunda, bkz: Kapital, Üçüncü Cilt, Beşinci Kısım. -154
[58] Marks, IV. not defterinin 171-172. sayfalarında (Kesim “Göreli Artı-Değer”, altkesim “İşbölümü”) sermayenin yoğunlaştırılmasından, emeğin üretkenliğindeki arışın temel koşulu olarak sözeder. -159
[59] Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı başlıklı yapıtını kastediyor. Petty’den yaptığı alıntı için Bkz: Sol Yayınları, Ankara 1993, s. 145. -163
[60] İngiliz yazar Mandeville’in The Fable of the Bees: or Private Vices. Publick Benefits [Arıların Masalı: ya da Özel Kusurlar. Kamusal Yararlar] başlıklı ilk kez 1705’te basılan taşlaması. -165
[61] Metindeki bu parçanın çevirisi, Marks’ın alıntıları topladığı not defterinde D’Avenant hakkında söyledikleriyle uyumlu hale getirildi; D’Avenant’dan yapılan bütün alıntılar, bu alıntılar deflerinden alındı (Not defterinin kapağında Marks’ın elyazısıyla “Manchester, Temmuz 1845” ifadesi yeralıyor). -168
[62] Marks burada Petty’nin A Treatise of Taxes and Contributions’ından [Vergiler ve Katkılar Üzerine İnceleme] alıntıyı, Charles Ganilh’in Des systèmes d’économie politique [Ekonomi Politik Sistemleri Üzerine], c. II, Paris 1821, s. 36-37’den alıntı yapıyor; burada parça, Ganilh’in Fransızcaya çevirisiyle veriliyor. Ne var ki, Fransızca çevirinin metni, İngilizce orijinalinden bir ölçüde farklı. Marks, elyazmalarının XXII. not deflerinde parçayı İngilizce kaydediyor (Bkz: bu kitapta s. 338). -171
[63] Garnier’den yapılan bu alıntıdan sonra elyazmalarında John Stuart Mill hakkında uzun bir ara-değerlendirme (s. 319-345); Malthus hakkında kısa bir not (s. 345-346); ve Petty hakkında da kısa bir not (s. 346-347) yeralıyor. John Stuart Mill hakkında ara-değerlendirme şöyle başlıyor: “Garnier’ye eğilmeden önce, (bir sapma yaparak) yukarda anılan oğul Mill hakkında bazı şeyler [söyleyeceğiz -ç.]. Burada söylenecek olanlar, gerçekte, bu kesimde daha ilerde rikardocu artı-değer teorisinin tartışılacağı bölüme aittir, yani henüz Adam Smith üzerinde durduğumuz bu bölüme ait değil.” XIV. not deflerinin içindekiler listesinde (Bkz: bu kitapta s. 32.) ve ayrıca not deflerinin içinde “Rikardocu Ekolün Gerileyişi” bölümünde John Stuart Mill hakkında bir kesim yeralıyor. Bu çerçevede, John Stuart Mill hakkındaki ara-değerlendirme, Artı-Değer Teorilerinin üçüncü kısmında (Cilt III), planda anılan bölüme aktarıldı. Malthus hakkındaki not Malthus bölümüne ve Petty hakkındaki ara-değerlendirme, bu ciltte daha yukarda (Bu kitapta s. 168-170) kondu. Bütün bu konu dışına çıkmalardan sonra, elyazmasında (VIII. not defleri, s. 347) şöyle deniyor: “Üretken emekle üretken-olmayan emek konusuna geri geliyoruz. Garnier. Bkz: not defleri VII, s. 319.” Ve bundan sonra Garnier’nin görüşlerinin çözümlemesine geçiliyor (Bkz: bu kitapta s. 172-192). -172
[64] Buraya kadar Marks, x harfini kullanım-değeri olarak dikkate alınan ürünü göstermek için z harfini de ürünün değerini belirtmek için kullanıyor. Bu bölümden itibaren harfleri değiştiriyor, x harfini değer için, z harfini kullanım-değeri için kullanıyor. Kitabın bu baskısında, harfler Marks’ın ilk kullandığı anlamlarında muhafaza edildi ve bu noktadan sonraki kısımda yeralan x ve z harflerinin yeri değiştirildi, böylece anlamları ilk kısımdaki gibi sürdürülmüş oldu. -177
[65] Germain Garnier bölümüne ek olan bir paragraf, IX. not deflerinden alındı; o not deflerinde Say hakkındaki bölümle Destutt de Tracy hakkındaki bölüm arasında yeralıyordu. Garnier’nin kitabı Abrége élémentaire des principes de l’économie politique’ten [Ekonomi Politiğin Temel İlkelerinin Özeti] alıntıları, Marks, Destutt de Tracy’nin Élements d’idéologie [İdeolojinin Öğeleri], IV ve V. bölümler, s. 250-251’den alarak aktarıyor. -191
[66] “Schmalz” başlığı altındaki dört paragraf IX. not defterinin sonunda dipnot gibi eklenmiş. İçerikleri yönünden, Garnier hakkında yine aynı not defterinde s. 400’de yeralan ek notu tamamlıyorlar (Bkz: bu kitapta s. 191-192). -192
[67] Marks, Canard’ın zenginlik tanımını Ganilh’in Des systèmes d’économie politique’inden (c. I, Paris 1821, s. 75) aktarıyor. Canard’ın kitabında bu tanım 4. sayfada yeralıyor. -192
[68] Ganilh’in bu savı, Des systèmes d’économie politique başlıklı yapıtının birinci cildinde yeralıyor, Paris 1821, s. 213. -201
[69] Rakamı tam doğru vermek gerekirse, makine değeri –sermayenin 460 (150 + 310) pound olan geri kalan kısmının dört katı varsayımıyla– 1.840 pound olmak gerekir. Ama bu rakam, hesaplamayı büyük ölçüde karmaşık hale getirebilirdi. Basitleştirmek için Marks yuvarlak olarak 1.600 rakamını almıştır. -202
[70] Ricardo’nun Principles’ının XXVI. bölümüne Say’nin eklediği notu, burada Marks, Ganilh’in kitabından aktarıyor (c. I, s. 216). -209
[71] Bkz: 17 nolu açıklayıcı not. -210
[72] Marks’ın burada andığı 215. sayfa, Ganilh’in kitabının 215. sayfası; Ricardo’nun Principles’ının Constancio tarafından yapılan Fransızca çevirisinden XXVI. bölümden alıntıyı, Marks Ganilh’in 215. sayfasından yapıyor. Biraz ilerde, elyazmalarının 377. sayfasında Marks Ricardo’dan aynı alıntıyı yeniden yapıyor, ama bu kez İngilizcesinden (üçüncü baskıdan) ve daha tam olarak. (Bkz: bu kitapta s. 214.). -211
[73] Marks, alıntıyı ilkin Ricardo’nun Principles bölüm XXVI’dan Fransızca (Constancio çevirisi) veriyor (Ganilh’in kitabı c. I, s. 214’ten) ve biraz sonra İngilizce orijinalinden (üçüncü baskı, s. 416) aktarıyor. -213
[74] Elyazmasında bu noktadan sonra 41/2 sayfa (372-376) kurşunkalemle üstü çizilerek iptal edilmiş; Marks bu iptal edilmiş sayfalarda, Ricardo’nun “20.000 pound sermayesi olan “bir kişi örneğinde verilen rakamlar üzerine yaptığı ayrıntılı bir çözümleme var. Marks bu rakamların bir anlam ifade etmediğini gösteriyor. Birinci durumda 20.000 poundluk sermayenin sahibi, yüz kişi çalıştırıyor ve üretilen ürünleri 10.000 pounda satıyor. İkinci durumda bin kişi çalıştırıyor ve üretilen ürünleri 20.000 pounda satıyor. Ricardo, her iki durumda da 20.000 poundluk sermayeden edilen kârın 2.000 pound olduğunu öne sürüyor. Marks ayrıntılı hesaplar yapıyor ve dayanılan varsayımlara göre, bu sonucun olanaksız olduğunu gösteriyor. Sonra şu tezi ortaya atıyor: “Verilen örneklerdeki varsayımlar çelişik olmamalıdır. Bunlar öyle formüle edilmelidir ki, gerçek varsayımlar, gerçek hipotezler olmalıdır; varsayımsal saçmalıklar, gerçek-dışı hipotezler ve anlamsızlıklar değil” (s. 373). Ricardo’nun örneği bir açıdan daha tatmin edici değil: yalnızca çalıştırılan insan sayısı veriliyor, ancak her iki durumda üretilen brüt ürün miktarı belirtilmiyor. Marks, her iki durumu daha derinden çözümleyebilmek için çalıştırılan insan ve üretilen ürün miktarı konusunda daha tutarlı ve daha uygun sayılar seçiyor ve bunlara göre hesap yapıyor. Ancak bu iki durumdan her birinde işçilerin ücret olarak alacağı ürün miktarını belirlemeye gelince, Marks, hesaplamalarında bir hata yaptığını farkediyor ve devam etmemeye karar veriyor. Elyazmasında (s. 376) üstü çizilen parça “şu ifadeyle bitiyor: “Bu hesaplar bir yana bırakılmalı. Ricardo’nun saçmalığı üzerinde zaman harcamanın anlamı yok.”-213
[75] Marks, daha sonraki hesapları karmaşık hale getirmemek için yuvarlak 10 sayısını alıyor. Metinde verilen rakamlara göre (14 farklı sabit sermaye için toplam dönüş süresi 110 yıl) ortalama dönüş süresi (farklı türlerin aynı büyüklükte olduğu varsayımıyla) her bir sabit sermaye için 10 yıl değil, 7,86 yıl olur. -229
[76] Bu “intermezzo”da değinilen bazı sorunlara Marks, elyazmalarının X. not defterinde, Quesnay’nin ekonomik tablosuyla ilintili olarak geri döner (Bkz: bu kitap, bölüm VI.). Ancak ortaya konan son iki soruya, ayrıntılı ve sistemli yanıtını Kapital’in ikinci cildinde (özellikle bölüm XX, kesim X “Sermaye ve Gelir: Değişen Sermaye ve Ücretler”de ve bölüm XXI “Genişletilmiş Düzeyde Birikim ve Yeniden-Üretim”de) verir. -238
[77] Bkz: 12 nolu açıklayıcı not. -250
[78] Kastedilen şu parça: “Herhangi bir ülkede dolaşımda olan ve ülkedeki ürünle emeğin, yıl süresince dolaşımını ve gerçek tüketicilere dağıtımını sağlayan altın ve gümüş para, tüccarın nakit parası gibi ölü bir stoktur. Ülke sermayesinin, ülke için hiçbir şey üretmeyen çok değerli bir parçasıdır” (Adam Smith, Wealth of Nations, Oxford University Press, 1928, c. I, s. 357.) -251
[79] XIV. not defterinde (bu defter, Artı-Değer Teorilerinin, III. kitabına aittir) Malthus’un görüşlerini çözümledikten sonra Marks, yazarı belli olmayan iki yapıtı ele alır; biri rikardocu açıdan Malthus’a saldırmaktadır, ikincisi rikardoculara karşı Malthus’u savunmaktadır. Birincisinin başlığı An Inquiry into those Principles, Respecting the Nature of Demand and the Necessity of Consumption, lately advocated by Mr. Malthus, from which it is coneluded, that Taxation, and the Maintenance of Unproductive Consumers can be conducive to the Progress of Wealth [Son Zamanlarda Bay Malthus’un Savunduğu ve Vergilerle Üretken-Olmayan Tüketicilerin Varlığını Sürdürmenin Zenginliği Geliştireceği Sonucunu Veren, Talebin Yapısına ve Tüketim Gereğine İlişkin İlkeler Hakkında Bir Araştırma], Londra 1821 (Bkz: Kaynaklar Dizini). İkincisi ise Outlines of Political Economy, being a plain and short View of the Laws relating to the Production, Distribution and Consumption of Wealth [Ekonomi Politiğin Genel Çizgileri; Zenginliğin Üretimine, Dağıtımına ve Tüketimine İlişkin Yasaların Açık ve Kısaca Gözden Geçirilmeli] Londra 1832. -268
[80] Marks, Lessing’in H’amburgische D ramaturgie’sinde (1767-68) Voltaire’e yönelttiği polemiği kastediyor. -270
[81] Henriade-Henriname: Voltaire’in, Fransa Kralı Henri IV hakkında yazdığı destan-şiir; ilk baskı 1723. -270
[82] Smith’in din adamlarına karşı hasmane tutumu için bkz: Kapital, Birinci Cilt, bölüm XXV, s. 589. -284
[83] Bu bölümde Smith merkantilizmin genel teorik düşüncelerini inceliyor. -286
[84] Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’daki “Para yığma” alt kesimini kastediyor (Ankara 1993, s. 145); o bölümde Marks, Petty’nin Political Arithmetick adlı yapıtından alıntı yapıyor. Marks aynı alıntıya daha önce de değinmişti (Bkz: bu kitapta s. 163) ve Smith’in bir ölçüde merkantilistlerin görüşlerine gerileyişini ortaya koymuştu. -287
[85] Marks, Smith’in Ulusların Zenginliği başlıklı yapıtının kitap II, bölüm III’teki son altı paragrafını kastediyor; yazar o bölümde, toplumsal zenginliğin artmasına ne tür bir gelir harcamasının daha büyük ölçüde katkıda bulunacağını, hangisinin daha az ölçüde katkıda bulunacağını araştırıyor. Smith, bunun, tüketim maddelerinin doğasına ve dayanıklılık derecesine bağlı olduğunu varsayıyor. Marks, Smith’in bu görüşünü, bu kitapta, Destutt de Tracy bölümünde, s. 265’te dile getiriyor. -287