Karl Marks
Artı-Değer Teorileri
Birinci Kitap


Karl Marks’ın Theorien über den Mehrwert (1862-63) adlı yapıtının birinci kitabını, İngilizcesinden (Theories of Surplus Value, part 1, Lawrence and Wishart, London 1969, Translated by Emile Burns, Edited by S. Ryazanskaya) dilimize çevrildi ve kitap, Fransızcasıyla (Théories sur la plus-value, tome 1, Editions Sociales, Paris 1974, Publiées sous la responsibilité de Gilbert Badia) karşılaştırıldıktan sonra Artı-Değer Teorileri, Birinci Kitap adı ile, Sol Yayınları tarafından, Kasım 1998 tarihinde, Ankara’da yayınlanmıştır.

Eriş Yayınları tarafından düzenlenmiştir.
e-posta:
Kurtuluş-Cephesi Dergisi

Özgün biçimiyle Acrobat Reader formatında: Artı-Değer Teorileri / Birinci Kitap (3.131 KB)








[İKİNCİ BÖLÜM]
FİZYOKRATLAR





[1. Artı-Değerin Kökeni Üzerine İncelemenin Dolaşım Alanından
Doğrudan Üretim Alanına Aktarılması.
Artı-Değerin Tek Biçimi Olarak Toprak Rantı Kavramı.]


      Burjuva ufkunun sınırları içinde, sermayenin çözümlemesini yapmış olma onuru esas olarak fizyokratlarındır, onları modern ekonomi politiğin gerçek babası yapan da budur. İlkin, sermayenin, içinde varolduğu ve emek süreci boyunca ayrıştığı çeşitli maddi öğeleri [gegenstandlich] çözümlediler. Tüm ardılları gibi onlar da bu maddi varlık biçimlerini –aletleri, hamaddeleri vb.–, kapitalist üretimde içinde yer aldıkları toplumsal koşullardan yalıtarak sermaye olarak düşündükleri için; kısacası, genel olarak emek sürecinin toplumsal biçiminden bağımsız öğeler olarak düşündükleri –ve dolayısıyla da kapitalist üretim biçimini önsüz-sonsuz, doğal bir üretim biçimi yaptıkları– için fizyokratları kınamanın gereği yoktur. Üretimin burjuva biçimleri onlara kaçınılmaz olarak doğal biçimler olarak görünmüştür. Bu biçimleri toplumun fizyolojik biçimleri olarak algılamaları, insanların iradesinden, politikadan vb. bağımsız ve üretimin doğal gereğinden kaynaklanan biçimler olarak algılamaları büyük başarılarıdır. Bunlar maddi yasalardır; tek hata şudur ki, belirli bir tarihsel toplumsal aşamanın maddi yasası, tüm toplum biçimlerini aynı biçimde yöneten somut yasa olarak [sayfa 37] algılanmıştır.
      Emek süreci içinde sermayeyi oluşturan maddi öğelerin bu çözümlemesine ek olarak fizyokratlar, sermayenin dolaşım sırasında aldığı biçimleri (her ne kadar başka adlar verdiyseler de capital fixe, capital circulant [sabit sermaye, döner sermaye] biçimlerini; ve dolaşım süreciyle sermayenin yeniden-üretimi süreci arasındaki bağlantıyı da genel olarak ortaya koymuşlardır. Bu konuya, dolaşım bölümünde geri döneceğiz.[14]
      Bu iki temel noktada fizyokratların kalıtını Adam Smith devralmıştır. Bununla bağlantılı olarak onun yaptığı şey, soyut kategorileri belirginleştirmek ve fizyokratların çözümlemeleriyle ortaya koydukları ayrımlara daha tutarlı göbek adları vermekle sınırlı kalmıştır.
      ||223| Daha önce gördüğümüz gibi[15], kapitalist üretimin gelişmesinin temeli, genel olarak, işçilere ait bir meta olarak emek-gücünün, sermaye biçiminde tutulan ve işçilerden bağımsız olarak varolan metalar olarak emek koşullarıyla karşı karşıya gelmesidir. Bir meta olarak emek-gücünün değerinin belirlenmesi çok önemlidir. Bu değer, emek-gücünün yeniden-üretimi için gerekli tüm geçim nesnelerinin üretimi için gereken emek-zamanına, ya da işçinin işçi olarak varolması için gerekli geçim nesnelerinin fiyatına eşittir. Emek-gücünün değeri ile o emek-gücünün yarattığı değer arasındaki farklılık yalnızca bu temelde ortaya çıkar – bu farklılık başka herhangi bir meta için sözkonusu değildir, çünkü başka hiçbir meta yoktur ki, kullanım-değeri, ve öyleyse onun kullanımı, kendi değişim-değerini ya da ondan kaynaklanan değişim-değerlerini artırsın.
      Bu nedenle, görevi kapitalist üretimi çözümlemek olan modern ekonomi politiğin temeli, sabit bir şey olarak, verili bir büyüklük olarak emek-gücünün değerini kavramaya dayanır – bu üstelik her belirli durum için pratikte böyledir. Bu nedenle asgari ücret fizyokrat teorinin haklı olarak temel direğini oluşturur. Fizyokratlar, değerin doğasını henüz kavramamış olmalarına karşın, gerekli geçim nesnelerinin fiyatın dolayısıyla belli bir kullanım-değerleri toplamı biçiminde kendini gösterdiği için emek-gücünün değerini ortaya koyabildiler. Bunun sonucunda, değerin doğasını açıklamaksızın, emek-gücünün değerini, kendi araştırmalarının gerektirdiği ölçüde, belirli bir büyüklük olarak ele alabildiler. Bunun ötesinde, bu asgariyi değişmez bir büyüklük olarak alma yanılgısına düştülerse de –ki bu büyüklük kendisi de dalgalanmalara açık bir büyüklük olan tarihsel gelişme aşaması tarafından değil de, onlara göre tamamen doğa tarafından belirlenmiştir– bu durum, vargılarının [sayfa 38] soyut doğruluğunu hiçbir biçimde etkilemez; çünkü emek gücünün değeri ile onun yarattığı değer arasındaki farklılık, emek gücüne biçilen değerin büyük ya da küçük olmasına kesinlikle bağlı değildir.
      Fizyokratlar, artı-değerin kökeni üzerine incelemeyi, dolaşım alanından doğrudan üretim alanına aktarmışlar ve böylece kapitalist üretimi çözümlemenin temelini atmışlardır.
      Onlar, tamamen doğru olarak şu temel ilkeyi ortaya koydular: yalnızca, artı-değer yaratan emek üretkendir, bu emeğin ürünü, üretim sırasında tüketilen değerler toplamından daha fazla bir değer içerir. Hammaddenin ve öteki malzemenin değeri verili olduğundan, emek-gücünün değeri asgari ücrete eşit olduğunda, bu artı-değer, ancak emekçinin ücretinde aldığı emek miktarının üstünde kapitaliste geri verdiği fazla emekten oluşabilir. Ama fizyokratlarda bu biçim altında görünmez; çünkü onlar, genel olarak değeri, henüz yalın özüne –emek miktarına ya da emek-zamanına– ındirgememişlerdir.
      ||224| Onların açıklama yöntemini, kuşkusuz, kaçınılmaz olarak, değerin doğası konusundaki genel görüşleri belirler; onlara göre değerin doğası, insan etkinliğinin (emeğin) belirli bir toplumsal varoluş tarzı değildir, maddi şeylerden – toprak, doğa ye bu maddi şeylerin değişik türlerinden ibarettir.
      Emek-gücünün değeri ile onun yarattığı değer arasındaki fark yani emek-gücünün satın almışının emek-gücünü kullanana sağladığı artı-değer– üretimin tüm dalları arasında en açık ve en yadsınamaz biçimde, tarımda, üretimin ana dalında [Urproduktion] görülmektedir. Emekçinin bir yıldan öteki yıla tükettiği toplam geçim nesneleri ya da tükettiği maddi nesnelerin yığını, ürettiği geçim nesneleri toplamından azdır. İmalatta işçi genel olarak, kendi geçim nesnelerini ya da kendi geçim nesnelerini aşan fazlayı doğrudan üretiyor görünmez. Bu süreç, alım ve satımla, farklı dolaşım edimleriyle dolaylı hale gelir, ve bu sürecin anlaşılabilmesi için, değerin genel olarak çözümlenmesi gerekmektedir. Tarımda, bu süreç, emekçinin, tükettiği kullanım-değerleri üzerinde ürettiği kullanım-değerleri fazlasında kendini doğrudan gösterir; ve dolayısıyla değerin genel çözümlenişine gerek olmadan, değerin doğasını açıkça kavramadan algılanabilir. Değer, kullanım-değerine ve kullanım-değeri de genel olarak maddi töze indirgendiği zaman da aynı şey olur. Bunun içindir ki, tarımsal emek, fizyokratlar için tek üretken emektir, çünkü, artı-değer üreten tek emek odur; onların bildiği tek artı-değer biçimi de toprak rantıdır. Sanayi işçisi maddi tözü artırmaz; yalnızca biçimini değiştirir. Materyal –maddi töz [sayfa 39] yığını– ona tarım tarafından verilmiştir. Onun maddeye değer kattığı doğrudur, ama emeği aracılığıyla değil, emeğinin üretim maliyeti aracılığıyla; yani tarımdan aldığı, asgari ücrete eşit olan ve çalışması sırasında tükettiği toplam geçim nesneleri aracılığıyla. Tarımsal emek tek üretken emek olarak algılandığı için, tarımsal emeği sınai emekten ayırdeden artı-değer biçimi, toprak rantı, tek artı-değer biçimi sayılmıştır.
      Bu nedenledir ki, toprak rantının kendisinin ancak bir türevi olduğu, gerçek anlamda kâr, bu sermaye kârı, fizyokratlara göre, sözkonusu değildir. Onlar kârı, toprak sahiplerinin ödediği, kapitalistlerin gelir olarak tükettiği bir tür daha yüksek ücret (ve bu nedenle, sıradan işçilerin asgari ücreti gibi, kapitalistlerin üretim maliyetine giren bir ücret) sayarlar; bu hammaddenin değerini artırır, çünkü kapitalistin, sanayicinin, ürünü üretirken, hammaddeyi yeni bir ürüne dönüştürürken yaptığı tüketim maliyetine girer.
      Bunun sonucu olarak, para faizi biçiminde artı-değer –kârın bir başka türü– fizyokratların bir kanadı, örneğin baba Mirabeau tarafından doğaya aykırı bir tefecilik olarak ilan edilmiştir. Öte yandan Turgot şu uslamlama yardımıyla faizi haklı bulur: para-kapitalisti toprak, dolayısıyla toprak rantı satın alabilir, öyleyse, para-sermayesinin, ona, toprak mülkiyetine çevirseydi elde edeceği miktarda artı-değeri sağlaması gerekir. Dolayısıyla demek ki faiz de yeni yaratılmış bir değer, bir artı-değer değildir; yalnızca toprak sahiplerinin kazandığı artı-değerin bir kısmının faiz biçiminde, para-kapitalistine dönüşünün nedenini açıklar; tıpkı, başka çerçevede ||225| bu artı-değerin bir kısmının sınai kapitaliste kâr olarak dönüşünün nedenini açıklaması gibi. Tarımsal emek üretken tek emek olduğuna, artı-değeri yaratan tek emek olduğuna göre, tarımsal emeği, emeğin tüm öteki biçimlerinden ayıran artı-değer biçimi, yani toprak rantı, artı-değerin genel biçimidir. Sanayi kârı ve faiz, yalnızca toprak rantının belli oranlarda bölündüğü farklı kategorilerdir ve toprak sahiplerinin elinden öteki sınıfların eline geçer. Bu görüş, Adam Smith’ten başlayarak daha sonraki ekonomistlerin görüşüyle taban tabana karşıttır; onlar haklı olarak, sınai kârın, sermaye tarafından, kaynağında sahiplenilen artı-değer biçimi, bu nedenle artı-değerin genel özgün biçimi olduğu düşüncesindedirler, sınai kapitalistlerin, artı-değerin ortak sahipleri olarak çeşitli sınıflara dağıttığı faizi ve toprak rantını, sınai kârın yalnızca yan ürünleri olarak gösterirler.
      Daha önce belirtilen usavurmaya –artı-değerin yaratılışının maddi ve elle tutulabilir biçimde ve dolaşım sürecinden ayrı olarak göründüğü çalışmanın tarımsal çalışma olduğu usavurmasına– [sayfa 40] ek olarak fizyokratların yaklaşımını açıklayan daha başka görüşler de vardır.
      Birincisi: Tarımda, toprak rantı, üçüncü bir öğe olarak, sanayi de hiç görünmeyen ya da varlığı yalnızca geçici olan bir artı-değer biçimi olarak, ortaya çıkar. Bu, artı-değerin (kârın) üstünde bir artı-değerdir; ve artı-değerin en elle tutulan, en belirgin olanıdır; ikinci kuvvet derecesine yükselmiş artı-değerdir.
      Kendi kendini yetiştirmiş ekonomistlerden Karl Arnd’ın Die naturgemässe Volkswirtschaft’ta, vb. [Doğal Ulusal Ekonomi] (Hanau 1845, s. 461-462) dediği gibi,       “Tarımda, ne sanayide ne ticarette karşılaşılmayan bir değer – toprak rantı– yaratılır; bu, ödenmiş ücretin tamamı ve kullanılmış sermayenin tamamı yerine konduktan sonra kalan değerdir.”       İkincisi: –fizyokratların, burjuva toplumu soyut biçimde irdeleyebilmek için haklı olarak yaptıkları ve yapmak zorunda oldukları gibi– dış ticaret hesap dışı bırakılırsa, imalatta, vb. çalıştırılan ve tarımdan tamamen ayrılmış olan işçilerin –Steuart’ın onlara verdiği adla “serbest elleri”n– sayısını, tarım emekçilerinin kendi tüketimlerinin üstünde ürettikleri tarımsal ürün miktarı belirler.       “Apaçık ortadadır ki, tarımsal emek harcamaksızın [imalatta -ç.] tutulabilecek kişilerin göreli sayısı, tamamen çiftçilerin üretken gücüyle ölçülmek gerekir” (Richard Jones, On the Distributiori of Wealth [Zenginliğin Bölüşümü Üzerine], Londra 1831, s. 159-160).       Tarımsal emek, böylece, yalnızca kendi alanındaki artı-emek için değil, ama aynı zamanda tüm öteki emek dallarının bağımsız varlığı ve dolayısıyla bu dallarda yaratılan artı-değer için de doğal temel oluşturduğundan (bu konuda daha önceki not defterine bakınız[16]), açıktır ki, değerin özü, emek-zamanıyla ölçülen soyut emek alarak değil de belirli, somut emek olarak algılandığı sürece, kaçınılmaz biçimde artı-değerin yaratıcısı sayılmaktadır.
      ||226| Üçüncüsü: Tüm artı-değer, yalnızca göreli artı-değer değil mutlak artı-değer de, verili bir emek üretkenliğine bağlıdır. Eğer emeğin üretkenliği, bir insanın emek-zamanınm yalnızca kendi geçim nesnelerini üretmesine ve yeniden-üretmesine, yalnızca kendini yaşatmasına yetecek bir aşamaya ancak eriştiyse, o zaman ne artı-emek ne artı-değer vardır, emek-gücünün değeri ile onun yarattığı değer arasında bir fark bulunmaz. Bu nedenle artı-emek ve artı-değer olasılığı, ancak verili bir emek üretkenliğinden, emek-gücünün kendi değerinden fazlasını üretmeye, kendi yaşam sürecinin gereksindiğinden fazlasını üretmeye elverişli bir üretkenlikten kaynaklanır. Ve gerçekten de bu üretkenlik, başlama noktası olarak alman bu üretkenlik düzeyi, –yukarıda ikinci [sayfa 41] noktada gördüğümüz gibi– ilkin tarımsal emekte ortaya çıkmalıdır; dolayısıyla doğanın bir armağanı, doğanın bir üretken gücü olarak ortaya çıkar. Burada, tarımda, doğa güçlerinin işbirliği –insanın emek-gücünün doğa güçlerini kullanması ve işletmesiyle artışı– genellikle başlangıçta verilmiş otomatik bir şeydir. Doğa güçlerinden büyük çapta yararlanılması, imalatta, geniş-ölçekli sanayinin gelişmesiyle ortaya çıkmıştır. Tarımın gelişmesinin belirli bir düzeyi, gerek ülke içinde gerek başka ülkelerde olsun, sermayenin gelişmesinin temelini oluşturur. Bu noktaya kadar göreli artı-değer ile mutlak artı-değer örtüşür. (Buchanan –fizyokratların büyük hasmı– tarımsal gelişmenin modern kent sanayisinin ortaya çıkışını öncelediğini göstermeye çalışırken, Adam Smith’e karşı bile bu noktayı öne sürer.)
      Dördüncüsü: Değeri ve artı-değeri dolaşımdan değil, üretimden türetmek, fizyokratların büyük ve özgül katkılarıdır; bu nedenle onlar, bunun zorunlu gereği olarak, moneter ve merkantil sistemlerin tersine, dolaşımdan ve değişimden tamamen ayrı ve bağımsız olarak düşünülebilen üretim alanıyla, insanla insan arasında değil, yalnızca insanla doğa arasında değişimi öngören üretim alanıyla başlarlar.

[2. Fizyokratların Sistemindeki Çelişkiler: Sistemin Feodal Kabuğu ve
Burjuva Özü; Artı-Değere İkili Yaklaşım]


      Fizyokrat sistemdeki çelişkiler işte bu.
      Aslında bu sistem, kapitalist üretimi çözümleyen ve içinde sermayenin üretildiği ve içinde sermayenin ürettiği koşulları üretimin önsüz-sonsuz doğal yasaları olarak sunan ilk sistemdir. Ama öte yandan, feodal sistemin ve toprak mülkiyeti egemenliğinin, burjuva karakterinde yeniden-üretilmesidir; sermayenin, içinde ilk kez bağımsız olarak geliştiği sanayi dalları, çalışmanın “üretken-olmayan” dalları olarak, tarımın basit eklentileri olarak sunulmaktadır. Sermayenin gelişmesinin ilk koşulu, toprak mülkiyetinin emekten ayrılmasıdır – emeğin ilk koşulu olan toprağın, serbest emekçiyle karşı karşıya gelen ayrı bir sınıfın elinde bulunan bağımsız bir güç olarak ortaya çıkmasıdır. Fizyokratlar bu nedenle, toprak sahibini gerçek kapitalist olarak, yani artı-emeği sahiplenen olarak sunarlar. Feodalizm dolayısıyla, burjuva üretim sub specie [biçimi altında] tanımlanmakta ve açıklanmaktadır; tarım, içinde kapitalist üretimin –yani artı-değer üretiminin– özellikle ortaya çıktığı üretim dalı olarak görülmektedir. Böylece feodalizm burjuvalaştırılırken, burjuva topluma bir feodal görünüm atfedilmektedir. [sayfa 42]
      Bu benzer görünüm, Dr. Quesnay’nin soylular arasındaki yandaşlarını, örneğin huysuz ve ataerkil baba Mirabeau’yu yanılgıya bürüklemiştir. Fizyokratların daha sonraki temsilcileri ||227| arasında, özellikle Turgot’da bu yanılgı tamamen ortadan kalkmakta ve fizyokrat sistem, feodal toplum çerçevesi içinde egemen olan yeni kapitalist toplumun teorisi olarak sunulmaktadır. Böylece bu sistem, feodal düzenden çıkıp kendi yolunu açtığı çağda, burjuva topluma tekabül etmektedir. Bunun sonucu olarak, hareket noktası tarımın ağır bastığı bir ülkede, Fransa’dadır; sanayi, ticaret ve denizciliğin ağır bastığı bir ülkede, İngiltere’de değildir. İngiltere’de dikkatler doğal olarak dolaşım üzerinde yoğunlaşmıştır; ürünün, ancak genel toplumsal emeğin ifadesi olarak para biçimi altında değer edindiği, meta haline geldiği olgusu üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu nedenle de değerin biçimi değil, ama değerin büyüklüğü ve değerin artışı sözkonusu olduğu ölçüde sorun, profit upon exproption [mülksüzleştirme yoluyla kâr] –yani Steuart’ın tanımıyla, relative profit [göreli kâr]– olmuştur. Ama, üretim alanının kendisinde artı-değerin yaratılması açıklanmaya çalışıldığına göre, ilkin, içinde artı-değerin, dolaşımdan bağımsız biçimde bulunduğu üretim dalına, yani tarıma geri gitmek gerekmektedir. Girişim, bu nedenle, tarımın ağır bastığı bir ülkeden başlamıştır. Fizyokratların görüşleriyle bağlantılı düşünceler, onlardan önceki yazarlarda, bir kısmıyla Fransa’da, örneğin Boisguillebert’de, parça-buçuk görülmektedir. Ama bu düşüncelerin çağ-açan bir sisteme dönüşmesi, ancak fizyokratlarla olmuştur.
      Ücretin asgarisiyle, strict nécessaire’le [kesinlikle zorunlu olanla] yetinme durumunda olan tarım emekçisi, bu strict nécessaire’den daha fazlasını üretir ve bu fazla toprak rantıdır; emeğin temel koşulunu, doğayı elinde bulunduranların maledindikleri artı-değerdir. Öyleyse şöyle söylemeyecekler: işçi, kendi emek-gücünü yeniden-üretmesi için gerekli olan emek-zamandan daha çok çalışır; bu nedenle, yarattığı değer onun emek-gücünün değerinden daha büyüktür; ya da ücret biçiminde aldığı emek miktarının karşılığında verdiği emek daha fazladır. Ama söyledikleri şudur: üretim sırasında tükettiği kullanım-değerleri miktarı, yarattığı kullanım değerleri miktarından daha küçüktür; böylece geride bir kullanım-değeri fazlası kalır. – Yalnızca kendi emek-gücünü yeniden-üretilmesi için gerekli süre kadar çalışsaydı, geriye bir şey kalmazdı. Ancak fizyokratların tutundukları tek nokta şudur: Toprağın üretkenliği, emekçinin, sabit bir miktar olduğu varsayılan bir günlük emeğiyle varlığını sürdürmek için tüketmesi gerekenden [sayfa 43] fazlasını üretmesine olanak sağlar. Bu çerçevede artı-değer doğanın armağanı olarak belirir; doğanın yardımıyla belli bir miktar organik madde –tohumlar, hayvanlar– emeğin daha çok inorganik maddeyi organik maddeye dönüştürmesini sağlar.
      Öte yandan, toprak sahibinin, emekçiyle, bir kapitalist olarak karşı karşıya bulunduğu, bir doğruymuş gibi kabul edilir. Toprak sahibi emekçinin, kendisine bir meta olarak sunduğu emek-gücünü[n fiyatını -ç.] öder ve karşılığında yalnızca eşdeğerini değil, ama, bu emek-gücünün ortaya çıkardığı işi sahiplenir. Bu değişimde, emeğin maddi koşulu ile emek-gücünün kendisinin ayrıştığı, birinin diğerine yabancılaştığı varsayılır. Başlangıçta feodal toprak sahibidir; ama sahneye bir kapitalist olarak, yalnızca metaların sahibi olarak, sahibi olduğu metaları, emeğe karşılık kârlı biçimde değişerek kullanan ve karşılığında, meta olarak yalnızca emek-gücü için ödeme yaptığından, yalnızca eşdeğerini değil ama bu eşdeğerin üstünde bir fazla elde eden bir kapitalist olarak çıkar. Özgür emekçiyle, metaların sahibi olarak karşı karşıyadır. Başka deyişle, bu toprak sahibi, özünde bir kapitalisttir. Emekçinin topraktan ve toprak sahipliğinden tamamen ayrılmasının kapitalist üretimin ve sermaye üretiminin temel koşulu olduğu ||228| gözönünde tutulursa, fizyokrat sistem bu açıdan da hedefi tam onikiden vurur.
      Bu sistemdeki çelişkiler de işte buradadır: o artı-değeri ilk kez başkalarının emeğinin sahiplenilmesi olarak açıklamıştır ve bu sahiplenmeyi metaların değişimi temeli üzerinde açıklamıştır; ama değerin, genel olarak, toplumsal emeğin bir biçimi olduğunu da, artı-değerin artı-emek olduğunu da görememiştir. Tam tersine, değeri yalnızca kullanım-değeri olarak, yalnızca maddi töz olarak ve artı-değeri de yalnızca, belli bir miktarda organik maddenin yerine daha büyük bir miktarı geri veren bir doğa armağanı olarak algılamıştır. Bir yandan, toprak rantını –yani toprak mülkiyetinin gerçek ekonomik biçimini– feodal ambalajından çıkarmış, emeğin ücretini aşan basit bir artı-değere indirgemiştir., Öte yandan bu artı-değer, gene feodal düşünce tarzına uygun olarak, toplumdan değil doğadan, insanın karşılıklı-ilişkilerinden [Verkehr] değil, toprakla ilişkilerinden çıkarılmıştır. Değerin kendisi, yalnızca bir kullanım-değeri ve dolayısıyla da maddi töz haline gelmektedir. Ama gene de [fizyokratların] bu maddi tözde ilgisini çeken şey, onun miktarıdır – tüketilenin üzerinde üretilen kullanım-değerleridir; yani kullanım-değerlerinin, birbirleriyle salt niceliksel ilişkisidir; son kertede, emek-zamanma gelip dayanan değişim-değerleridir.
      Bütün bunlar, feodal toplumdan çıkmanın yolunu tutmaya [sayfa 44] çalışan ama feodal toplumun kendisini de burjuva biçimde yorumlayan, ne var ki kendine özgü hiçimi henüz keşfetmemiş olan kapitalist üretimin çelişkileridir – bir bakıma, felsefenin ilkin kendini, dinsel bilinç hiçimi içinde kurması ve böyle yaparken bir yandan din olarak dini yıkması, ama öte yandan, kendi pozitif içeriğinde, hala idealize edilmiş ve düşünce kalıplarına indirgenmiş dinsel alan içinde hareketini sürdürmesi gibi bir şeydir.
      Bu çelişkiler aynı biçimde, fizyokratların vardığı sonuçlarda da görülür, toprak mülkiyetine gösterilen açık saygı o mülkiyetin ekonomik açıdan yadsınmasına ve kapitalist üretimin onaylanmasına dönüşür. Bir yandan, bütün vergiler toprak rantı üzerine aktarılır ya da başka bir deyişle toprak mülkiyetine partialiter [kısmen] el konur; Fransız devrimci yasamasının gerçekleştirmeye çalıştığı ve rikardocu modern ekonomi politiğin ulaştığı son vargı da budur. Toprak rantı tek artı-değer olduğu için vergi yükü bütünüyle toprak rantı üzerinde toplanır –ve sonuçta, başka her tür gelirden alınan vergi dolaylı biçimde ve dolayısıyla da üretimi engelleyen ekonomik bakımdan zararlı bir biçimde toprak mülkiyetinin sırtına biner– vergileme ve onun yanısıra her tür devlet müdahalesi sanayinin sırtından alınmış ve sanayi her tür devlet müdahalesinden kurtarılır. Bu, sözümona, toprak mülkiyetinin yararına, sanayinin değil toprağın mülkiyetinin çıkarma yapılmıştır.
      Bununla bağlantılı olan şey laissez faire, laissez aller’dir1 [bırakınız yapsınlar, bırakınız ilerlesinler], engelsiz serbest rekabettir; devletin, tekellerin, vb. sanayi üzerindeki her türlü müdahalesinin kaldırılmasıdır. Sanayi [fizyokratların gözünde] hiçbir şey yaratmadığı, yalnızca tarımın kendisine verdiği değerleri başka biçime dönüştürdüğü için, onlara yeni bir değer katmadığı, yalnızca kendisine verilen değeri başka bir biçimde eşdeğer olarak geri verdiği için, doğal ki bu dönüştürme süreicinin kesintisiz ve en ucuz biçimde sürdürülmesi istenir; bu da ancak serbest rekabet yoluyla, kapitalist üretirni kendi araçlarıyla başbaşa bırakarak sağlanabilir. Burjuva toplumun, feodal toplumun yıkıntıları üzerinde yükselen mutlak monarşiden kurtuluşu, böylece yalnızca, tek düşüncesi zenginleşmek olan ve bir kapitaliste dönüşen feodal toprak sahibinin çıkarı için gerçekleşir ||229|. Kapitalistler, yalnızca toprak sahibinin çıkarı için kapitalisttirler; ekonomi politiğin daha sonraki gelişme aşamasında, kapitalistlerin yalnızca çalışan sınıfın çıkarı için kapitalist olmaları gibi. [sayfa 45]
      işte bu çerçevede, modern ekonomistlerin, [örneğin] (fizyokratların yapıtlarını kendi ödüllü denemesiyle birlikte yayınlayan) bay Eugene Daire’in, yalnızca tarımsal emeğin üretken oluşu, toprak rantının tek artı-değer olduğu, ve toprak sahibinin üretim sistemindeki egemen konumu gibi [fizyokrat -ç.] teorileri, kapitalist üretimin yani geniş-ölçekli üretimin ilkesi olan serbest rekabetle yalnızca bir raslantı sonucu biraraya gelmiş, hiçbir ilintisi olmayan teoriler gibi ele almaları, fizyokratların özgül teorilerini pek az anladıklarını gösterir. Aynı zamanda, Aydınlanmanın aristokratça tonu gibi, bu sistemin feodal görünümünün de birçok feodal lordu, özünde, feodal yıkıntıların üzerinde yükselen burjuva üretim sisteminin propagandacısı ve hevesli destekçisi haline getirmesi de anlaşılabilir.

[3. Toplumdaki Üç Sınıf Üzerinde Quesnay’nin Görüşleri. Turgot’nun
Fizyokrat Teoride Sağladığı İlerleme: Kapitalist İlişkilerin Daha
Derinden Çözümlenişinin Öğeleri]


      Şimdi de, yukarıda ortaya konan savları bir ölçüde destekleyen, bir ölçüde de açıklığa kavuşturan bazı parçaları inceleyeceğiz:
      Quesnay’ye göre, Analyse du Tableau économique’te [Ekonomik Tablonun Analizi] ulus üç yurttaşlar sınıfından oluşur:       “Üretici sınıf (agricultural labourers [tarım emekçileri]), “toprak sahipleri sınıfı ve kısır [stérile] sınıf (“başka hizmetlerle uğraşan ve tarımdan başka işlerde çalışan tüm yurttaşlar”). (Physiocrates, etc., Eugene Daire baskısı, Paris 1846, c. I, s. 58.)       Üretici sınıf olarak, artı-değeri yaratan sınıf olarak, toprak sahipleri değil, yalnızca tarım işçileri görülmektedir. “Artı-değer”i temsil ettiği için “kısır” olmayan bu classe de propriétaires’in [toprak sahipleri sınıfının] önemi, artı-değerin yaratıcısı olmasından değil, ama özellikle artı-değeri kendine maledinmesinden geliyor.
      [Fizyokrat sistem] Turgot [ile] çok gelişmiştir. Yazılarındaki bazı parçalardadır don de la nature [doğanın saf armağanı], artı-emek olarak sunulur; öte yandan da emekçinin, asgari ücretini aşan miktarı üretmesinin emekçi için zorunluluğu, emekçinin emek koşullarından ayrılması ve bu koşulların, onların ticaretini yapan bir sınıfın mülkü olarak onun karşısına çıkmasıyla açıklanır.
      Yalnızca tarımsal emeğin üretken oluşunun ilk nedeni, tüm öteki işlerin uygulanmasının gerekli koşulunun doğal temeli olmasındandır.       “Onun” (çiftçinin) “emeği, toplumun farklı üyeleri arasında bölünmüş [sayfa 46] işlerin düzeni içersinde aynı önceliğini korur, ... tek başına yaptığı farklı işler arasında her türlü gereksinimlerine harcayacağı emek içersinde yiyeceğini sağlamaya ayıracağı emeğin öncelikli olması gibi. Kurada sözkonusu olan erdemin ya da saygınlığın üstünlüğü değildir; fiziksel zorunluluktur. ... Onun emeğinin, kendi kişisel gereksiniminin ötesinde, topraktan ürettiği, toplumun tüm öteki üyelerinin kendi emekleri karşılığında aldıkları ücretlerin tek kaynağıdır. Toplumun öteki üyeleri, bu değişimin karşılığını, çiftçinin ürünlerini satın almak için kullanarak, ona, ondan aldıklarını tam olarak” (madde olarak) “geri verirler. Burada bu iki tür emek arasında temel bir farklılık ||230| vardır.” (Réflexions sur la formation et la distribution des richesses [Zenginliklerin Oluşumu ve Bölüşümü Üzerine Düşünceler] (1766). Turgot, Œuvres, Daire baskısı, c. I, Paris 1844, s. 9-10.)       Öyleyse, artı-değer nasıl doğar? Dolaşımdan doğmaz, ama dolaşımda gerçekleştirilir. Ürün, değerinin üstünde değil, değerinden satılmaktadır. Değerin üstünde bir fiyat fazlası yoktur. Ama değerinden satıldığıiçin, satıcı bir artı-değer gerçekleştirir. Bu ancak, sattığı [ürünün -ç.] değerini tam olarak ödemediği için, yani, ürün, satıcı tarafından ödenmemiş olan, bir karşılıkla dengelenmeyen bir değer parçası içerdiği için olanaklıdır. Tarımsal emek için durum işte budur. O [toprak sahibi], satın almadığı şeyi satar ve Turgot, başlangıçta, bu satın alınmamış öğeyi, bir pur don de la nature [doğanın saf armağanı] olarak gösterir. Ancak, bu pur don de la nature’ün, onun yazılarında, propriétaire’in [toprak sahibinin] satın almadığı ama tarım ürünleri içinde sattığı labourer’ın [emekçinin] artı-emeğine gizlice nasıl dönüştürüldüğünü göreceğiz. “Çiftçinin emeği, gereksinimlerinden fazlasını üretir üretmez, doğanın ona çabalarının ücretinin ötesinde saf bir armağan olarak verdiği bu fazlalıkla, toplumun öteki üyelerinin emeğini satın alabilir. Toplumun öteki üyeleri, emeklerini ona satarak ancak yaşamlarını sağlayabilirler; oysa çiftçi, geçimliğinden ayrı olarak, satın almadığı ve sattığı, bağımsız ve kullanılabilir bir zenginlik elde eder. O, bu nedenle, dolaşımıyla toplumun tüm emeğini harekete geçiren zenginliğin biricik kaynağıdır, çünkü emeği, emeğin ücretinin ötesinde üreten yalnızca odur.” (agy, s. 11).       Bu birinci yaklaşımda, ilkin, artı-değerin özünü, yani satıcının karşılığında eşdeğerini vermiş olmadığı, satın almış olmadığı, satışta gerçekleşen değeri görüyoruz. Ödenmemiş değer. Ancak ikinci olarak, salaire du travail’a [emek ücretine] göre bu fazla, pur don de la nature [doğanın saf armağanı] olarak algılanıyor; her şeyden öte, bu, doğanın bir armağanı olduğuna göre, emekçinin, çalışma günü boyunca, kendi emek-gücünü yeniden-üretmesi için gerekenden, salaire’inin [ücretinin] içerdiğinden daha fazlasını üretebilmesi [sayfa 47] doğanın üretkenliğine bağlıdır. Bu birinci yaklaşımda toplam ürünü hâlâ emekçinin kendisi malediniyor. ... Ve bu toplam ürün iki parçaya bölünüyor. Birincisi onun ücretini oluşturuyor; o, kendi karşısında, kendi emek-gücünü yeniden-üretmesi için, yaşaması için gereken ürün miktarını kendine ödeyen, kendisinin ücretli emekçisi gibi görünüyor. İkinci parça, yani birinci parçanın üstünde kalan fazla, doğanın bir armağanıdır ve artı-değeri oluşturur. Ancak bu artı-değerin, bu pur don de la nature’ün [saf doğa armağanının] doğası, kendi toprağını eken toprak sahibi varsayımı terkedildiği ve ürünün iki parçası –salaire [ücret] ve artı-değer–, biri ücretli işçiye öteki propriétaire’e [toprak sahibine] olmak üzere, farklı sınıflara gittiği zaman daha net bir biçim alacaktır.
      Bir ücretli-işçiler sınıfının oluşumu için, ister manüfaktürde olsun ister tarımın kendisinde, –başlangıçta tüm manufacturier’ler [imalatçılar] cultivateur propriétaire’in [ekici toprak sahibinin] ücretli-işçileri, stipendie’ler2 olarak ortaya çıkmışlardır– emek koşullarının emek-gücünden ayrılması gerekir; bu ayrılmanın temeli de, toprağın, toplumdaki bir kesimin özel mülkü haline gelmesi ve böylece öteki kesimin emeğini kullanma açısından bu nesnel koşuldan koparılmasıdır.       “İlk başlarda mülk sahibini ekiciden ayırmak gerekli değildi. ... Bu ilk zamanlarda, çalışan her insan, dilediği kadar ||23l| toprak bulabildiği için başkalarına çalışmaya teşvik edilemezdi. ... Ama sonunda tüm topraklar kendi efendilerini buldu ve mülk sahibi olamayanlar, ilkin, ücretliler sınıfının” (yani la classe des artisans’ın [zanaatçılar sınıfının], kısaca tarım-dışı tüm emekçilerin), “ekici toprak sahibinin ürünün fazla kısmı karşılığında istihdamında, kol emeğini mübadele etmekten başka çare bulamadılar.” (agy, s. 12).       Propriétaire cultivateur [ekici toprak sahibi], toprağın emeğine verdiği superflu considerable [önemli miktardaki fazla] ile,       “insanlara toprağını işlemeleri karşılığında ödeme yapabilirdi; ve ücretiyle geçinen insanlar için, ücreti bu işten kazanmak herhangi bir başka işten kazanmaktan farksızdı. Böylece toprak sahipliği ekim işinden ayrılmak durumundaydı ve kısa zamanda da öyle oldu. ... Toprak sahipleri toprağı ekme işini ücretli emekçilere kaydırdılar.” (agy, s. 13).       Sermaye ile ücretli emek arasındaki ilişki, demek ki, tarımın kendisinde böyle ortaya çıkar. Belli bir sayıda insan, kendilerini emek koşulları sahipliğinden –hepsinin ötesinde topraktan– koparılmış buldukları ve kendi emeklerinden başka satabilecekleri bir şeyleri olmadığı zaman kendini gösterir. [sayfa 48]
      Ne var ki, artık mota üretemeyen ve emeğini satmak zorunda kalan (ücretli emekçi için, gerekli geçim nesnelerinin eşdeğeri olan asgari ücret, zorunlu olarak, emek koşullarının sahibiyle girişeceği değişimi düzenleyen yasa haline geliyor.       “Yalnızca kolları ve hüneri olan sıradan işçi, emeğini başkalarına satmayı başaramadığı zaman hiçbir şeye sahip değildir. ... Her tür işte isler istemez olması gereken, gerçekte de olan, işçinin ücretinin, ona geçimini sağlamak için gerekli olanla sınırlanmasıdır.” (agy, s. 10)       Sonra, ücretli emek ortaya çıkar çıkmaz, “toprağın ürünü iki parçaya bölünür: Biri, emekçinin geçimini ve kârını içerir; emeğinin, ve toprak sahibinin tarlasını işlemekte kullandığı araç-gereçlerin ödülüdür. Geri kalan, serbest ve kullanılabilir parçadır; yaptığı ön harcamaların ve girdiği zahmetin karşılığı olan ücretin ötesinde, toprağın, işleyene verdiği saf armağandır; ve bu toprak sahibinin payıdır, ya da çalışmadan yaşamını sağlayan ve dilediği gibi kullandığı geliridir” (agy, s. 14).       Ama, bu pur don de la terre [toprağın saf armağanı], toprağın “à celui qui la cultive” [“onu işleyene”], yani emeğe verdiği bir armağan olarak zaten tanımlanmış oluyor: emeğin toprağa harcadığı üretken güç olarak – emeğin, doğanın üretken gücünü kullanarak sahip olduğu, demek ki topraktan türettiği –ama yalnızca emek olarak türettiği– üretken güç olarak. Bu nedenledir ki, propriétaire’in [toprak sahibinin] elinde, fazla, artık bir “doğa armağanı” olarak değil, ama başkasının emeğini –eşdeğerini vermeden– sahiplenmek olarak görünür; doğanın üretkenliği sayesinde kendi gereksinimlerinin ötesinde geçim nesnesi üretebilen, ama ücretli emek olduğu için de, emeğinin ürününün ancak “ce qui lui est nécessaire pour lui procurer sa subsistance” [“geçimini sağlaması için ona gerekli olan”] kısmını sahiplenmekle sınırlanır,       “Tarımcı kendi ücretini üretir ve ek olarak tüm zanaatçılar ve öteki ücretliler sınıfının ücretlerini ödemeye yarayan geliri üretir. ... Toprak sahibi, çiftçinin emeği olmazsa hiçbir şey elde edemez” (yani pur don de la nature [doğanın saf armağanı] sayesinde değil), “o, tarımcıdan, kendi ||232| geçim araçlarını ve öteki ücretlilerin emeğinin ücretini elde eder. ... Çiftçinin toprak sahibine gereksinim duyması yalnızca gelenekler ve yasalar gereğidir. ...” (agy, s. 15)       Böylece, bu pasajda, artı-değer, doğrudan, cultivateur’ün [tarımcının] emeğinin, propriétaire [mülk sahibi] tarafından karşılıksız olarak sahiplenilmiş bir parçası olarak sunulmakta ve onun emek ürününü, toprak sahibi, satın almadan satmaktadır. Ancak Turgot’nun kafasındaki şey, emek-zamanı olarak değişim-değeri değildir, cultivateur’ün [tarımcının] emeğinin, kendi ücjretinin [sayfa 49] üstünde propriétaire’e [toprak sahibine] sağladığı ürün fazlasıdır; ne var ki, ürün fazlası, işçinin, kendi ücretini yeniden-üretmek için çalıştığı zamana ek olarak propriétaire [toprak sahibi] için bedava çalıştığı zamanın maddeleşmiş biçiminden başka bir şey değildir.
      Böylece, fizyokratların, tarımsal emeğin sınırları içinde artı-değeri nasıl doğru bir biçimde algıladıklarını görüyoruz; her ne kadar, ücretli işçi emeğini, kullanım-değeri olarak göründüğü somut biçimleri içinde algılıyorlarsa da artı-değeri, ücretli işçinin emeğinin ürünü olarak görüyorlar.
      Bu arada geçerken belirtelim ki, tarımın kapitalist işletilmesini –“toprağın çiftliğe kiralanmasını ya da kiraya verilmesini– Turgot, “tüm yöntemlerin en yararlısıdır; ama bu, önceden zaten zengin olan bir toprağı varsayar” diye tanımlıyor, (agy, s. 21)
      (Artı-değeri incelerken, dolaşım alanından üretim alanına geçmek, yani artı-değeri, metanın meta ile değişiminden değil, ama emek koşullarının sahipleriyle işçiler arasında üretim içinde olan değişimden çıkarmak gerekir. Bunlar da birbiriyle metaların sahipleri olarak karşı karşıya gelirler ve dolayısıyla, değişimden bağımsız üretim varsayılmış olmamaktadır.)
      (Fizyokrat sistemde propriétaires [toprak sahipleri] salariant’dır [ücret ödeyenlerdir], emekçiler ve sanayinin tüm öteki dallarındaki manufacturiers [imalatçılar] da salaries [ücretli emekçileridir ya deı stipendies [ücretlileridir. Bunun sonucu olarak gouvernants [yönetenler] vegouverniés [yönetilenleridir.)
      Turgot, emek koşullarını şöyle çözümler:       “Her meslekte, işçinin önceden aletlere ve işleyeceği yeter miktarda malzemeye sahip olması gerekir; yaptığı malların satılmasını beklerken de geçimini sağlayabilmesi gerekir.” (agy, s. 34.)       Bütün bu öndeliği, emeğin işgörmesini sağlayan biricik koşulları, dolayısıyla emek sürecinin bu önkoşullarını, başlangıçta, toprak bedava vermiştir:       “Her tür ekime öngelen ilk öndelikler fonunu” meyveleri, balıkları, hayvanları vb.; ağaç dalları, taşlar biçiminde aletleri, döllenme yoluyla çoğalan ve ayrıca her yıl “süt, yün, deri... ve benzeri materyali veren, çiftlik hayvanlarını, ormanlardan elde edilen keresteyle birlikte, sanayinin ilk çalışma fonunu oluşturan öteki malzemeyi sağlayan” topraktır (agy, s. 34).       Simidi, bu emek koşulları, bu öndelikler, işçiye bir üçüncü kişi tarafımdan önceden sağlanmak gerektiğinde, sermayeye dönüşür; emekçi, emek-gücünden başka herhangi bir şeye sahip olmadığı andan itibaren de durum budur.       “Toplumun büyük bir kesiminin, yaşamını sürdürebilmek için [sayfa 50] yalnızca kolları varsa, ücretle yaşayanların, ya üzerinde çalışacakları malzemeyi elde etmek ya da ücretlerinin ödenmesini beklerken yaşamlarını sürdürebilmek için önceden bazı şeylere sahip olarak işe başlaması zorunluydu.” (agy, s. 37-38).       ||233| Turgot “capitaux”yu [“sermayeler”i], “valeur mobiliaires uccumulées” [“biriktirilmiş taşınabilir değerler”] diye tanımlıyor (agy, s. 38). Başlangıçta propriétaire [toprak sahibi] ya da cultivateur [tarımcı], salaire’i [ücreti] her gün doğrudan ödüyor ve malzemeyi, örneğin eğirilecek keteni sağlıyordu. Sanayi geliştikçe, büyük ölçüde öndelik verilmesi ve üretim sürecinin sürdürülmesi zorunlu hale gelmiştir. O zaman bu işi possesseurs de capitaux [sermaye sahipleri] üstlenmiştir. Ürünlerin fiyatında, o, tüm öndeliği geri almalı ve ayrıca       kendi ücretinin yanısıra, “parasını toprak almakta kullansaydı o para ne değerde olacak idiyse, o miktara” eşit bir kâr elde etmelidir; “çünkü, kuşkusuz, kâr aynı olsaydı, herhangi bir sıkıntıya girmeden, aynı sermayeyle elde edebileceği toprak geliriyle, yaşamayı yeğlerdi.” (agy, s. 38-39).       Classe stipendiée industrieuse [“ücretli ustalar sınıfı”] ise kendi içinde, “entrepreneurs capitalistes et simples ouvriers” [“kapitalist girişimciler ve sıradan işçiler”] vb. gibi alt bölümlere ayrılırlar (s. 39). Bu girişimciler ile entrepreneurs fermiers [çiftçi girişimciler] aynı konumdadırlar. Onlar da benzer biçimde, bütün öndeliklerini, yukarıda gösterildiği gibi, bir kârla birlikte yerine geri koymalıdırlar.       “Bütün bunlar, her şeyden önce, toprağın ürünlerinin fiyatından düşülmelidir; fazla, çiftçinin, tarlasını işletmeye açmasına izin veren toprak sahibine ödeme yapmasına yarar. Bu çiftlik kirasının fiyatıdır, toprak sahibinin geliridir, net üründür, çünkü her tür ön-ödemeyi ve ön-ödeme yapan kişinin kârını yerine koyacak olan miktara kadar, toprağın ürününün tümü bir gelir olarak görülemez, ama yalnızca tarım giderlerinin dönüşü olarak görülür; tarımcı bunları geri alamazsa., kendi kaynaklarını kullanmayı ve başkasının toprağını ekmek için çaba harcamayı doğal ki düşünmez.” (agy, s. 40).       Son olarak:       “Her ne kadar sermayeler, bir ölçüde, çalışan sınıfların kârından yapılan tasarrufla oluışursa da bu kârlar her zaman topraktan geldiğine göre –bunların hepsinin ya gelirden ya da gelir üretmeye hizmet eden harcamalardan ödenmesi ölçüsünde– apaçık belli olan şudur: gelir gibi sermayeler de topraktan gelir; ya da bu sermayeler, gelir sahiplerinin ya da geliri onlarla paylaşanların, toprağın ürettiği değerlerin bir bölüğünü biriktirmelerinden, her yıl kendi gereksinimleri için kul lanmaksızın bir yana ayırmalarından başka [sayfa 51] bir şey değildir.” (agy, s. 66).       Evet, oldukça doğru, artı-değeri yalnızca toprak rantı oluşturuyorsa, birikim ancak toprak rantından oluşur. Kapitalistlerin ranttan ayrı olarak biriktirdiği, kendi ücretlerinden ayırdıklarıdır (tüketimleri için ayrılan gelirleridir – çünkü kâr böyle tanımlanıyor).
      Ücretler gibi kâr da, frais de culture [ekim giderleri] arasında sayıldığı ve toprak sahibinin gelirini yalnızca fazla oluşturduğundan, –kendisine verilen onurlu konuma karşın– mülk sahibi gerçekte, rikardocuların da yaptığı gibi, frais de culture [ekim giderleri] arasında sayılmaktan (ve böylece de üretimin bir öğesi olmaktan) dışlanmaktadır.
      Fizyokratların yükselişi, bir yandan muhalefet ettikleri kolbertizmle, öte yandan ve özellikle John Law sisteminin iflasıyla bağlantısız değildir.

[4. Maddi Töz ile Değerin Birbirine Karıştırılması (Paoletti)]


      ||234| Değerin maddi töz ile karıştırılması ya da daha doğrusu ona eşitlenmesi, ve bu görüşle fizyokratların tüm bakış açısı arasındaki bağlantı, (Meditazioni sulla Economia politica’sının [Ekonomi Politik Üzerine Düşünceler] (1771) bazı bölümlerinde fizyokratlara hücum eden Verri’yi hedef alan bir kitaptan) Ferdinando Paoletti’nin I veri mezzi di render felici le società’sından [Mutlu Toplumlara Ulaşmanın Gerçek Araçları] aşağıdaki alıntıda açıkça gün ışığına çıkmaktadır (Toscanalı Paoletti, agy, c. XX, [Yayıncı] Custodi, Parte Moderna.)       “Maddenin çoğalması” produzioni della terra’da [toprağın ürünlerinde] olduğu gibi “sanayide hiçbir zaman, asla olmadı; olanaklı da değildir. Sanayi maddeye yalnızca biçim verir, onu yalnızca dönüştürür; sonuç olarak sanayi bir şey yaratmaz. Ama buna itiraz edilebilir, sanayinin maddeye biçim verdiği, dolayısıyla üretken olduğu, bunun madde üretimi değilse bile, gene de bir biçim üretimi olduğu ileri sürülebilir. Pekala, buna karşı çıkmayacağım. Ama bu bir zenginlik yaratmak değildir; tam tersine, bir harcamadan başka bir şey değildir. ... Ekonomi politik, zenginliği oluşturan maddeleri ve ürünleri, yalnızca tarımda görülen maddi ve gerçek üretimin çoğalttığını varsayar ve araştırma konusu yapar. ... Sanayi, hammaddeleri, işlemek üzere tarımdan satın alır; daha önce söylediğim gibi, sanayi emeği bu hammaddelere yalnızca biçim verir, ama onlara hiçbir şey eklemez, ve onları çoğaltmaz” (s. 196-197), “Aşçıya, sizin yemeğinizi hazırlayacağı bir ölçü bezelye verin; onları iyi pişirerek, güzel bir servis yaparak sofraya koyacaktır, ama ona verildiği miktarda; öte yandan aynı miktarı, toprağa atmak üzere bahçıvana verin; zamanı gelince, kendisine verimiş miktarı size en az dört [sayfa 52] katıyla geri verecektir. Bu gerçek ve tek üretimdir” (s. 197). “Nesneler, insanların gereksinimi nedeniyle değer kazanır. Bu nedenle metaların değeri ya da değerlerinin artışı, sanayi emeğinin sonucu değildir, ama emekçilerin giderlerinin sonucudur” (s. 198). “Herhangi bir yeni imalat türü yoktur ki, piyasaya çıkar çıkmaz ülke içinde ve dışında hemen yayılmasın; ve bakınız, ... hammaddenin değeri ve emekçilerin geçiminin gideriyle belirlenen fiyatı, öteki sanayicilerin ve tüccarların rekabeti kısa sürede doğru düzeyine getirir.” (s. 204-205).

[5. Adam Smith’te Fizyokrat Öğretinin Öğeleri]


      Tarım, doğa güçlerini çok geniş ölçüde kullanan ilk çalışma alanıdır. Doğa güçlerinin industrie manufacturière’de [imalat sanayisinde] kullanılışı, sınai gelişmenin ancak ileri aşamasında göze çarpar olmuştur. Aşağıdaki alıntı, bununla bağlantılı olarak Adam Smith’in nasıl, geniş-ölçekli üretimin tarih öncesini yansıttığını ve hu nedenle fizyokrat görüşten yana tutum takındığını ve Ricardo’nun, modern sanayi açısından onu nasıl yanıtladığını göstermektedir.
      ||235| Adam Smith [An Inauiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations] [Ulusların Zenginliğinin Doğası ve Nedenleri Üzerine Bir Araştırma] kitap II, bölüm V’te toprak rantıyla ilgili olarak şöyle der:       “İnsanın eseri sayılabilecek her şeyi karşıladıktan ve çıkardıktan sonra geri kalan, doğanın eseridir. [Bu parça -ç.] toplam ürünün seyrek olarak dörtte-birinden az; çoğu zaman üçte-birinden fazladır. İmalatta kullanılan hiçbir üretken emek bu kadar büyük yeniden-üretim yapamaz. İmalat sanayisinde doğa hiçbir şey yapmaz; her şeyi insan yapar; yeniden-üretimin, her zaman, bu üretimi gerçekleştiren öğelerin gücüyle orantılı olması gerekir.” [Adam Smith, An Inguiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations ... Editör J. R. McCulloch, c. II, Edinburg, 1828, s. 147]       Bu konuda Ricardo [On the Principles of Political Economy and Taxation] [Ekonomi Politiğin İlkeleri ve Vergilendirme Üzerine] adlı yapıtında, 2. baskı, 1819, s. 61-62’deki notta şu yorumu yapar:       “Doğa, imalattaki insan için hiçbir şey yapmaz mı? Suyun ve rüzgarın makinelerimizi çalıştıran, gemilerin hareketine yardım eden gücü hiçbir şey mi? Isının metalleri yumuşatıp eritmesi, boyacılıkta ve mayalandırmada havanın etkisi bir yana dursun, en güçlü motorları çalıştırmayı sağlayan hava basıncı ve buharın gücü – bunlar doğanın armağanı değil mi? Doğanın insana yardım etmediğinin ve yardımını cömertçe ve karşılıksız bağışlamadığının söylenebileceği tek bir imalat yoktur.” [sayfa 53]       Fizyokratların kârı, ranttan yalnızca bir indirim olarak gördüklerini de [adı belirsiz bir yazar vurguluyor]:       Örneğin “diyorlar ki3 dantelin fiyatının bir parçası işçinin tükettiğini yerine geri koyar, bir parçası da bir insanın (yani toprak sahibinin) cebinden bir başkasının cebine aktarılır” (An Inquiry into Those Principles, respecting the Nature of Demand and the Necessity of Consumption, lately Advocated by Mr. Malthus, vb. [Sonradan Bay Malthus’un Savunduğu Talepin ve Tüketim Gerekliliğinin Doğasına İlişkin İlkeler Üzerine Araştırma], Londra 1821, s. 96).       Adam Smith’in ve onun ardıllarının, sermaye birikiminin, kapitalistin kişisel tutumluluğunun, tasarrufunun ve özdengeçerliğinin sonucu olduğu görüşleri, fizyokratların (faiz dahil olmak üzere) kârın, kapitalistlerin tüketimi için basit bir gelir olduğu biçimindeki görüşlerinden de kaynaklanmıştır. Fizyokratlar yalnızca toprak rantını gerçek ekonomik, bir biçimde meşru, birikim kaynağı saydıkları için, bunu ileri sürebilirlerdi.
      “O” der Turgot, yani çiftçi, “emeği, emek ücretinin üstünde [bir fazla -ç.] üreten tek kişidir” (Turgot, agy, s. 11).
      Burada, tüm kâr, böylece salaire du travail [emeğin ücreti] çerçevesinde düşünülüyor.       ||236| “Tarımcı, bu geri verilenin” (kendi ücretinin) “üstünde, mülk sahibinin gelirini yaratır; zanaatçı ise kendisi ya da başkaları için hiçbir gelir yaratmaz.” (agy, s. 16.) “Toprağın ürettiği şeylerin her tür ön-ödemeyi ve bu ön-ödemeleri yapan kişinin kârını kapsayan kısmına kadar olan miktarı gelir sayılamaz; yalnızca ekim giderlerinin geri dönüşü sayılır.” (agy, s. 40.)       Adolphe Blanqui, Histoire de l’économie politique, [Ekonomi Politiğin Tarihi], Brüksel 1839, s. 139’da şöyle der:       [Fizyokratlar] “toprağı ekip-biçen emek yalnızca, tüm çalışma süresince emekçiyi geçindirecek nesneleri üretmekle kalmaz, ama esasen varolan zenginlik kitlesine eklenebilecek bir fazla değer de” (artı-değer) “üretir [düşüncesindeydiler]; bu fazlaya net ürün dediler.” (Böylece artı-değeri, göründüğü haliyle yani kullanım-değerleri olarak algılarlar.) “Net ürün zorunlu olarak, toprağın sahibine ait olmuştur; onun elinde, dilediği gibi kullanabileceği bir gelir oluşturmuştur. Peki öyleyse, öteki sanayicilerin net ürünü neydi? İmalatçılar, tüccarlar, işçiler, hepsi, tüm malların egemen yaratıcısı ve dağıtıcısı tarımın çalışanı, ücretlisi ya da aylıklısıydılar. Bu anılan kişilerin emeğinin ürünleri, Ekonomistlerin[17] sisteminde, çalışma sırasında tükettiklerinin eşdeğerini temsil ediyordu; öyle ki, işçiler ya da ustalar tüketmeyi hak ettiklerini, bir kenara koymadılarsa, yani tasarruf etmedilerse, işlerini tamamladıkları zaman, toplam [sayfa 54] zenginlik, eskisinin tam tamına aynısıydı. Demek ki, İm durumda, l.opnıgı ityloyon emek, zenginlik üreten tek emekti; öteki sanayilerdeki emek kısır olarak görülüyordu, çünkü o emeğin sonunda genel sermayede bir artış olmuyordu.”       (Öyleyse, fizyokratlar, artı-değer üretimini, kapitalist üretimin n/u olarak görüyorlardı. Açıklamaları gereken, bu olguydu. Ancak, merkantil sistemin profit d’expropriation’u [mülksüzleştirmeye davalı kârı] elimine edildikten sonra da bu sorun olarak kaldı.       “Para elde etmek için” diyor Mercier de la Rivière, “onu satın almak gerekir; ve bunu satın aldıktan sonra da, öncesine göre daha zengin değildir; yalnızca meta olarak verdiği değeri para olarak geri almıştır.” (Mercier de la Rivière, L’Ordre naturel et essentiel des sociétés politiques [Siyasal Toplumların Doğal ve Özsel Düzeni], c. II, s. 338).       Bu, ||237| satın alma ve satma için olduğu kadar, metanın tüm başkalaşımı için ya da farklı metaların kendi değerlerinde değişimi için, yani eşdeğerlerin değişimi için de doğrudur. Peki öyleyse artı-değer nereden geliyor? Yani sermaye nereden geliyor? Fizyokratlar için sorun buydu. Onların yanlışı, tarımı ve hayvancılığı imalattan ayıran bitkilerin ve hayvanların doğal üremelerinin sonucu olan maddi töz artışını, değişim değeri artışıyla karıştırmalarıydı. Teorilerinin temelinde kullanım-değeri vardı. Ve tüm metaların, skolastiklerin dediği gibi, bir tümele indirgenmiş kullanım-değeri, ancak doğada verili olduğu biçimiyle artabilen, olduğu haliyle doğanın maddi tözüydü.)
      Kendisi de bir fizyokrat olan, Adam Smith çevirmeni Germain (Sarnier, onların tasarruf teorisini, vb., doğru yorumluyor. İlkin – merkantilistlerin her tür üretim için ileri sürdükleri gibi– imalatın, ancak metaları değerinin üstünde satarak, profit of expropriation [mülksüzleştirmeye dayalı kâr] yoluyla artı-değer üretebileceğini söylüyor; böylece, a new distribution of values created, but no new addition to the created values [yaratılmış değerler yeniden bölüştürülüyor, ama yaratılmış değerlere yeni bir ekleme yapılmıyor].       “Zanaatçıların ve imalatçıların, yeni hiçbir zenginlik kaynağı açmayan emeği, ancak avantajlı bir değişim yoluyla kârlı olabilir ve yalnızca göreli bir değere, değişimden kazançlı çıkma fırsatının artık kalmadığı bir ortamda, bir daha yinelenemeyecek olan bir değere sahiptir.” (Onun çevirisi: Recherches sur la Nature et les causes de la richesse des nations, c. V., Paris 1802, s. 266[18].)       Ya da yaptıkları tasarruf, harcadıklarının üstünde biriktirdikleri values [değerler], kendi consommation’larından [tüketimlerinden] kısılmış olmalıdır. [sayfa 55]       “Zanaatçıların ve imalatçıların emeği, gerçi toplumun genel zenginliğine yalnızca ücretliler ile kapitalistlerin tasarruflarını ekleyebilir, bu yolla gene de toplumu zenginleştirici bir eğilim taşıyabilir” (agy, s. 266).       Ve daha ayrıntılı olarak:       “Tarım işçileri, devleti, kendi emeklerinin ürünüyle zenginleştirirler: İmalat ve ticaret işçileri, tersine, kendi tüketimlerinden tasarruf etmenin dışında başka bir biçimde devleti zenginleştiremezler. Ekonomistlerin bu savı, ortaya koydukları farklılığın sonucudur ve oldukça tutarlı görünüyor. Gerçekten de zanaatçıların ve imalatçıların emeği, malzemenin değerine, kendi emeklerinin değerinden, yani ülkede şu ya da bu emek için geçerli ||238| oran üzerinden, bu çalışmanın sağlaması gereken ücret ve kârın değerinden başka bir şey katamaz. Çünkü, az ya da çok olsun, bu ücretler, emeğin ödülüdür; işçinin bunu tüketmeye hakkı vardır ve tükettiği varsayılır; yalnızca bu ücretleri tüketerek, emeğinin ürününün tadını çıkarabilir ve onun ödülü de gerçekte işte bu keyiften başka bir şey değildir. Aynı biçimde, kâr da büyük ya da küçük olsun, kapitalistin gündelik ve sürekli tüketimi sayılır; kapitalistin bunu, sermayesinin kendisine verdiği gelire doğal olarak, oranladığı düşünülür. Şu halde işçi, kendi emeği için verilen geçerli ücret oranıyla uyumlu olarak sağladığı rahatın bir kısmını kısmadıkça; kapitalist, sermayesinin kendisine getirdiği gelirin bir kısmını tasarruf etmedikçe, her ikisi de işin tamamlanışı oranında, bu çalışmadan ortaya çıkan tüm değeri tüketeceklerdir. Tüketmeyi hakettikleri ve israfla suçlanmaksızın tüketebilecekleri şeyin bir bölümünü tasarruf etmedikleri takdirde, çalışma bittikten sonra, toplumun toplam zenginliğinin miktarı eskisi kadar olacaktır; tasarruf halinde ise, toplumun toplam zenginliğinin miktarı bu tasarrufların bütününün değeri kadar artmış olacaktır. Bu durumda, imalat ve ticaretteki elemanların, toplumda varolan toplam zenginliğe ancak kendilerini bazı şeylerden yoksun bırakarak katkıda bulunabileceklerini söylemek doğru olur” (agy, s. 263-264).       Garnier, Adam Smith’in tasarruf yoluyla birikim teorisinin fizyokrat temele dayandığını söylerken de haklıdır. (Adam Smith’i fizyokratlar ciddi biçimde bozmuşlardır; o bunu en çarpıcı biçimde fizyokratlara yönelttiği eleştirilerde gösterir.) Garnier şöyle diyor:       “Son olarak, eğer Ekonomistler, imalatın ve ticaretin ancak yoksunluğa katlanarak ulusal zenginliğe katkı yapabileceği görüşünde direndilerse, Smith de benzer biçimde, sanayi tasarruf ederek sermayeyi çoğaltmadıkça, bir ülkedeki sermayenin asla büyümeyeceğini ve sanayinin boşuna bir çaba olacağını söylemiştir.” (kitap II, bölüm 3). “Bu çerçevede, Smith, Ekonomistlerle tümden görüş birliği içindedir.” vb., vb., (agy, s. 270). [sayfa 56]

[6. Geniş-Ölçekli Kapitalist Tarımın Partizanları Olarak
Fizyokratlar]

;
      ||239| Fizyokrat teorinin yayılmasının hatta ortaya çıkışının ilk ağızdaki tarihsel koşullan arasında, daha önce anılan yapıtında, Adolphe Blanqui şunları gösteriyor.       “Sistemin” (Law’unki) “kavurucu atmosferinde ortaya çıkan değerlerinden geriye, yıkım, umutsuzluk ve iflastan başka bir şey kalmadı. Yalnızca toprak mülkiyeti fırtınadan etkilenmedi.” (Bay Proudhon, Philosophie de la Misere’inde [Sefaletin Felsefesi] toprağı işte hu nedenle, hemen krediden sonraya koyar.) “Hatta, el değiştirerek ve belki de feodalizmden bu yana ilk kez, yaygın biçimde daha küçük parçalara bölünerek, konumunu daha da iyileştirdi.” (agy, s. 138). Özellikle, “sistemin etkisi altında ortaya çıkan sayısız sahip değiştirme, mülkiyeti parçalara ayırma sürecini başlattı. ... Toprak mülkiyeti ilk kez, feodal sistemin onu uzun zaman içinde tuttuğu uyuşukluktan sıyrıldı. Bu tarım için gerçek bir uyanış oldu. ... O” (toprak) “mülkiyetin hapsedildiği rejimden çıkarak dolaşım sürecine girdi.” (agy, s. 137-138).       Quesnay ve yandaşları gibi, Turgot da, tarımda kapitalist üretimden yanaydı. Turgot diyor ki:       “Topraklan çiftlik olarak kiraya vermek ya da kiraya vermek ... bu sonuncu yöntem” (modern çiftlik sistemine dayalı geniş-ölçekli tarım) “hepsinin içinde en yararlı olanıdır; ama zaten zengin olan bir ülkenin varlığını öngörür.” (Turgot, agy, s. 21.)       Ve Quesnay, Maximes générales du gouvernement économique d’un royaume agricole’ünde [Bir Tarım Krallığının Ekonomik Yönetiminin Genel İlkeleri]:       “Tahıl ekiminde kullanılan toprak parçalan, olabildiği ölçüde, varlıklı çiftçiler” (yani kapitalistler) “tarafından yönetilecek büyük çiftlikler halinde birleştirilmelidir; yapıların bakım ve onanm giderleri daha düşük olduğu için maliyetler ona göre çok daha az olacak, net ürün de küçük işletmelere oranla büyük tarım işletmelerinde daha fazla olacaktır.”       Aynı paragrafta Quesnay, tarımsal emeğin artan üretkenliğinin, her şeyden önce toprak sahibine yani artı-değerin sahibine giden “revenue net”i [“net gelir”i] çoğalttığını ve artı-değerdeki göreli artışın topraktan değil, emek üretkenliğini artırmak için yapılan toplumsal ve başka tür arrangements’dan [düzenlemelerden] ileri geldiğini itiraf ediyor. ||240| Çünkü aynı bölümde şöyle diyor:       “Hayvanların, makinelerin, su gücünün vb. yardımıyla emekte yapılabilecek avantajlı” (yani profit duproduit net [net ürün açısından avantajlı]) “her tasarruf, nüfusun yararına olacaktır” vb..       Bunun yanısıra Mercier de la Riviere de (agy, c. II, s. 407) [sayfa 56] imalattaki artı-değerin, en azından, imalatta çalışan işçilerle bir bağlantısı olduğunu sezinliyor. (Turgot, daha önce belirtildiği gibi, bunu tüm üretime genişletmişti.) Alıntılanan parçada şöyle haykırıyor:      “Sanayinin sahte ürünlerinin kör hayranları hevesinizi biraz bastırın. Sanayinin mucizelerini göklere çıkarmadan önce gözlerinizi açın ve 20 sou’yu bin écu’lük4 değere çevirme zanaatını bilen üreticiler arasında ne kadarının yoksulluk içinde ya da en azından yoksunluk içinde yaşadığını görün. Değerdeki bu muazzam artıştan kim yararlanıyor peki? Ne dersiniz! Gönenç onu elleriyle ortaya çıkaranlara haram. Bu çelişki kulağınıza küpe olsun!”

[7. Fizyokratların Siyasal Görüşlerindeki Çelişkiler.
Fizyokratlar ve Fransız Devrimi]


      Bir bütün olarak ele alındığında Ekonomistlerin sisteminin çelişkileri. Başkalarının yanısıra Quesnay, mutlak monarşiden yanaydı.       “Tek bir otorite olmalı. ... Bir yönetimde birbirine karşıt güçler sistemi yıkıcıdır. Bu sistem, olsa olsa büyükler arasındaki uyuşmazlığı ve küçük insanların ezilmesini ifade eder.” (Maximes générales, vb. [s. 81].)       Mercier de la Rivière:       “İnsan sırf bir toplumda yaşamaya yargılanmakla, bir despotizm altında yaşamaya yargılanmış olur” ([L’Ordre naturel et essentiel des societespolitigues], c. I, s. 281).       Ve bütün bunları taçlandırmak üzere “Halkın Dostu”[19], Marquis de Mirabeau [Mirabeau markisi] – Mirabeau le pere [baba Mirabeau]! İşte, laissez faire, laissez aller’siyle kolbertizmi ve burjuva toplumun etkinliklerine hükümet müdahalesinin tüm biçimlerini deviren ekol. Nasıl Epiküros kendi tanrılarını bu dünyanın gözeneklerine yerleştirdiyse, bu ekol de devletin, ancak bu toplumun gözeneklerinde yaşamasına izin verdi! Toprak mülkiyetinin göklere çıkarılışı, pratikte, vergilerin, özellikle toprak rantından alınması istemine dönüştü; [bunun işaret ettiği şey], rikardocuların radikal kesiminin savunduğu gibi, sonunda toprağa devlet tarafından elkonmasıydı. Roederer’in ve başkalarının protestolarına karşın, Fransız Devrimi bu vergileme teorisini kabul etti.
      Turgot’nun kendisi, Fransız Devrimine götüren süreci başlatan radikal burjuva bir bakan. Fizyokratlar, tüm sahte feodal [sayfa 58] görünümlerine karşılık, aslında Ansiklopedistlerle elele çalışıyorlardı. |240||
      ||241| Turgot, Fransız Devriminin alacağı önlemleri önceden kestirmenin yollarını arıyordu; Şubat 1776 kararnamesiyle corporations’ı [loncaları] kaldırdı. (Bu kararname ilan edildikten üç ay sonra yürürlükten kaldırıldı.) Aynı biçimde, yol çalışmalarında corvée des paysans’a [köylülerin angaryalarına] son verdi. Toprak rantına tek bir vergi uygulamaya çalıştı.[20]
      ||241| Fizyokratların, respecting the analysis of capital [sermaye enzümlemeleriyle ilgili] büyük hizmetlerine daha sonra yeniden geri döneceğiz.[21]
      Şimdilik yalnızca şu nokta: (Onlara göre) artı-değer, özel tür bir emeğin, tarımsal emeğin üretkenliğine bağlıdır. Ve genellikle, bu özel üretkenlik doğanın kendi eseridir.
      Merkantil sistemde artı-değer yalnızca görelidir — birinin kazandığını öteki yitirir: profit upon alienation [devirden doğan kâr] ya da oscillation of wealth between different parties [zenginliğin farklı gruplar arasında salınması]. Öyle ki, bir ülke içinde, toplam Hermaye düşünülürse, burada, gerçekte artı-değer yaratma sözkonusu değildir. Artı-değer ancak bir ulusun başka uluslar ile ilişkininde ortaya çıkabilir. Ve bir ulusun başka ulusa karşı gerçekleştirdiği fazla, para biçimini alır (ticaret dengesi); çünkü para, değişim-değerinin dolaysız ve bağımsız biçimidir. Buna karşıt olarak – merkantil sistem, gerçekte mutlak artı-değer biçimini yadsıdığı için– fizyokratlar mutlak artı-değeri, produit net’i [net ürünü] açıklamanın yollarını ararlar. Ve net ürün onların kafasında kullanım-değeri olarak yer ettiği için [onlara göre] tarım onun tek yaratıcısıdır.

[8. Prusyalı Gerici Schmalz’ın Fizyokrat Öğretiyi Sıradanlaştırması]


      Fizyokrat teorinin en saf temsilcilerinden biri –Turgot’dan ne kadar da uzak!– kokularını izleyerek demagogları[22] bulan Prusya Krallık Danışma Meclisi üyesi Schmalz’dır. Sözgelimi:       “Eğer doğa, ona” (bailleur des bienfonds [gayrı menkulleri veren], toprak sahibi) “yasal faizin iki katı bir faiz de ödüyorsa, onu bundan kim ve hangi akla sığar nedenle yoksun bırakmaya cüret edebilir?” (Economie politique, Henri Jouffroy çevirisi vb. c. I, Paris 1826, s. 90).[23]       Fizyokratlar asgari ücreti öyle tanımlıyorlar ki, consommation (ya da dépense) des ouvriers est égale au salaire qu’ils reçoivent [işçilerin tüketimleri (ya da harcamaları) aldıkları ücrete eşittir] [sayfa 59] oluyor. Ya da bay Schmalz’ın genel olarak söylediği gibi:       “Bir işteki ortalama ücret, bu işte çalışan insanın çalışması sırasında tükettiğinin ortalamasına eşittir” (agy, s. 120).       (Toprağın rantı, bir ve tek ulusal gelir öğesidir; ||242| kullanılan sermayenin faizi ve her türlü işin ücreti de bu toprak rantının ürününün elden ele geçerek dolaşmasını sağlar.” (agy, s. 309-310.)       “Toprak rantının yıldan yıla yeniden-üretimi için toprağın niteliği, özelliği, gücü, bütün bunlar ulusal zenginliği oluşturur.” (agy, s. 310.) “Hangi nesne olursa olsun, eğer tüm nesnelerdeki değerin temellerine, ilk öğelerine kadar gidersek, kabul etmemiz gerekir ki, bu değer, doğanın basit ürünlerinden başka bir şey değildir; bir başka deyişle, emek bu nesnelere yeni bir değer vermiş ve fiyatlarını artırmış olsa da, bu yeni değer ya da bu fiyat, gene de yalnızca emeğin onlara verdiği yeni biçim nedeniyle ortadan kaldırılan, tüketilen ya da emekçi tarafından şu ya da bu biçimde kullanılan tüm doğal ürünlerin toplam değerlerinden oluşmuştur.” (agy, s. 313.)       “Bu tür emek” (tam tarımsal emek) “yeni cisimler üretimine katkıda bulunan tek emek olduğu için, belli bir noktaya kadar, üretken sayılabilecek tek emek odur. İşleme ya da sanayi işine gelince ... bunlar, doğanın üretmiş olduğu cisimlere yalnızca yeni bir biçim verir.” (agy, s. 15-16).

[9. Fizyokratların Tarım Sorunundaki Boşinantna Yönelen
İlk Eleştiri (Verri)]


      Fizyokratların boşinanlarına karşı.
      Verri (Pietro): Meditazioni sulla Economia politica. (Birinci baskı 1771), c. XV. (Yayınlayan) Custodi, Parte moderna.       “Evrenin tüm olguları, ister insan eliyle üretilsin, ister fiziğin evrensel yasaları sonucu olsun, gerçekte yeni yaratımlar değildir, yalnızca maddenin bir biçim değiştirmesidir. Yeniden-üretim kavramını çözümlerken insan aklının bulduğu öğeler, yalnızca, birleştirmek ve ayırmaktır; toprak hava ve suyun tarlalarda, tahıla dönüşmesiyle ya da insanın eliyle bir böceğin salgısının ipeğe dönüştürülmesiyle ya da bazı metal parçalarının bir saat mekanizmasını oluşturacak biçimde düzenlenmesiyle değerin ve zenginliğin yeniden-üretilmesinde de durum aynıdır” (s. 21-22). Dahası: Fizyokratlar “imalatçı işçiler sınıfını kısır diye adlandırıyorlar; çünkü onların görüşüne göre, imal edilen ürünlerin değeri, hammadde, artı, imalat zamanı içinde imalatçı işçilerin tükettiği geçim nesneleridir, (agy, s. 25.)       ||243| Öte yandan Verri, artigiani’nin [zanaatkarların] giderek zenginleşmesine karşılık contadini’nin [tarımcıların] sürekli yoksulluğuna dikkati çeker ve şöyle sürdürür: [sayfa 60]       “Bu da kanıtlıyor ki, zanaatçı, alda ettiği fiyatta, yalnızca tüketiminin giderlerini geriye yerine koymakla kalmıyor, ama onun üstünde belli bir miktar daha sağlıyor; ve bu fazla, yıllık üretim boyunca yaratılmış yeni değer miktarıdır” (agy, s. 26). “Dolayısıyla yeni yaratılan değer, hammaddelerin ve bu maddelerin işlenmesi sırasında gerekli tüketim giderlerinin başlangıçtaki değerinin üstünde üretilen tarımsal ya da sınai ürünlerin fiyatının bu parçasıdır. Tarımda tohum ve tarımcının tüketimi, imalatta hammadde ve sanayi işçisinin tüketimi gibi, çıkarılmalıdır; ve her yıl, yeni yaratılan değerin miktarı, kalan toplama tam olarak eşittir,” (agy, s. 26-27.) [sayfa 61]






Dipnotlar

      1 Hükümetin ülkenin ekonomik yaşamına müdahale etmemesi gerektiğini ifade eden slogan. Daha yaygın olarak laissez faire, laissez passer [bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler] kullanılmaktadır. -Ed.
      2 Kendilerine ücret ya da aylık ödenenler -Ed.
      3 Elyazmasında “örneğin Fizyokratlar diyorlar ki.” -Ed.
      4 Sou: Onsekizinci yüzyılda, bir Fransız lirasının (livre) yirmide-biri, şimdi 5 santim karşılığı; ecu: aynı dönemdeki Fransız gümüş parası; günümüzdeki 5 Fransız frangı değerinde, -ç.

Açıklayıcı Notlar

      [14] Kastedilen, “genel olarak sermaye”nin ikinci bölümüdür; sonunda bu bölüm, Kapital’in ikinci cildi haline gelmiştir. Kapital Üçüncü Cilt, bölüm X (“Sabit ve Döner Sermaye Teorileri. Fizyokratlar ve Adam Smith”), sabit ve döner sermaye konusunda fizyokratların taşıdığı görüşlerin çözümlemesini içerir. Ve “Toplam Toplumsal Sermayenin Dolaşımı ve Yeniden-Üretimi” kesiminde, bölüm XIX’da fizyokratlarla ilgili özel bir paragraf vardır (“Konunun Daha Önceki Sunumu”). -38
      [15] Marks, II. not defterinin 58-60. sayfalarını kastediyor (“Paranın Sermayeye Dönüşümü” kesimi, “Dönüşüm Sürecinin İki Parçası” paragrafı). -38
      [16] Marks elyazmalarının III. not defteri, sayfa 105-106’yı kastediyor; orada fizyokratları da söz arasında anıyor (“Mutlak Artı-Değer” kesimi, “Artı-Emeğin Karakteri” paragrafı). -41
      [17] 18. yüzyılın ikinci ve 19. yüzyılın ilk yansında Fransa’da fizyokratlara Ekonomistler deniyordu. -54
      [18] Adam Smith’in An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations [Ulusların Zenginliğinin Doğası ve Nedenleri Hakkında Bir Araştırma] başlıklı yapıtının Germain Garnier tarafından yapılan Fransızca çevirisinin V. cildi (1802) Garnier’nin koyduğu “çevirmenin notları”nı da içerir. -55
      [19] Baba Mirabeau yaşamı boyunca “l’ami des hommes” (“halkın dostu”) diye anılırdı; bu unvan, onun kitaplarından birinin başlığından esinlenmişti. -58
      [20] Elyazmalarında bu paragraf (aynı sayfada, sayfa 241’de) üç paragraf aşağıdadır. Kendisinden önceki ve sonraki parçalardan yatay çizgilerle ayrılmıştır — çünkü, önceki ya da sonraki paragraflarla doğrudan bir bağlantısı yoktur. Bu nedenle, bu baskıda, elyazmalarının 240. sayfasının sonuna kondu; çünkü içeriği bakımından oraya ait. -59
      [21] Bkz: Konuya ilişkin 14 numaralı açıklayıcı not. X. not defterinde, Artı-Değer Teorilerinde, “Quesnay’nin Ekonomik Tablosu” başlığı altında uzun bir ara-açıklama bölümü vardır (Bkz: bu kitapta s. 293-326); orada fizyokratlara geri döner. -59
      [22] 19. yüzyılın ilk zamanlarında liberal-demokrat görüş taşıyanlara, Alman resmî makamlarınca demagog denirdi. 1819’da, bütün Alman devletlerinde “demagogların entrikalarını soruşturmak üzere Mainz’da özel bir kurul kurulmuştu. -59
      [23] Schmalz’ın kitabı ilkin 1818’de Berlin’de Staatwirthschafttslehre in Briefen an einen deutschen Erbprinzen, Erster und zweiter Theil başlığıyla yayınlandı. -59


Sayfa başına gidiş