KURTULUŞ CEPHESİ - Eylül-Ekim 1997
Mevcut Durum Üzerine
Bundan birkaç ay önce ülkemizde gelişen siyasal olayları ele aldığımız “Mevcut Durum ve Refahyol Hükümeti” başlıklı yazımızda şunları yazmıştık:
“Ülkemizde gelişen son olaylar, özellikle 28 Şubat günü yapılan MGK toplantısıyla birlikte görülmeye başlayan gelişmeler, Refahyol hükümetinin ‘bugün ya da yarın’ düşürülmesine yönelik propaganda ve girişimlerle sürüp gitmektedir. Son olarak Genelkurmay Başkanlığı’ nın, önce savcılar ve yargıçlara, daha sonra gazetecilere yönelik olarak düzenlediği ‘şeriatçılık brifingi’, Refahyol hükümetinin düşürülmesine yönelik faaliyetlere yeni bir boyut getirmiştir.
Çok açık bir biçimde Genelkurmay Başkanlığı’nın ‘şeriatçılık brifingi’nde ortaya konulduğu gibi, ‘gerekirse silah kullanma’ kamuoyunun gündemine sokulmuştur. Bugüne kadar 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde ‘cumhuriyeti ve anayasal düzeni koruma harekâtı’ düzenliyorum diye oligarşi adına askeri darbe yapan ordu, bu kez yeni bir ‘harekât’ hazırlığına yöneldiğini ilan etmektedir.
28 Şubat tarihinde yapılan MGK toplantısında alınan kararlar ve bu kararlara karşı Refah Partisi’nin karşı duruşu, neredeyse ‘darbe’ sözcüğünü günlük bir ifade haline getirmişti. 10-11 Haziran günü Genelkurmay Başkanlığı’ nın düzenlediği ‘şeriatçılık brifingi’, ordunun ‘hükümete el koyması’ yönündeki beklentileri daha da hızlandırmıştır. Hemen hemen tüm gazetelerin manşetlerine yansıyan, ordunun, ‘durumdan vazife çıkardığı’ şeklindedir. Bunun anlamı, Genelkurmay’ın her an Refah Partisi’ne yönelik olarak bir askeri harekâta girişebileceğidir. Ancak bunun doğrudan yönetime ordunun ‘el koyması’ ile değil, ‘sivil bir hükümet’le birlikte gerçekleştirilmesi ‘gereği’, bugün için ön planda tutulmaktadır. Bu nedenle de, Refahyol hükümetinin TBMM’de ‘düşürülmesi’ gündemdeki ‘birinci’ sırasını korumaktadır.
Gelişen olaylar içinde diğer bir önemli olgu ise, oligarşinin resmi zor güçlerinin (ordu) PKK’ye yönelik olarak Kuzey Irak’da başlattığı askeri harekât olmuştur. Neredeyse birkaç yılda bir tekrarlanan, yani ‘rutin’ bir iş haline gelen Kuzey Irak harekâtlarının bu sonuncusu, ülkede gelişen olaylarla birlikte ele alındığında çok daha farklı sonuçlara doğru geliştiği gözlemlenebilmektedir.
Olayları yakından izleyenlerin bildikleri gibi, bu gelişmeler birdenbire ortaya çıkmamıştır. Öyle ki, ne Refah Partisi’nin şeriatçılığı yeni bir gelişmedir, ne de Refahyol hükümeti yeni kurulmuştur. Refahyol hükümetinin kuruluşunun üzerinden 11 ay geçtiği düşünülecek olursa, bu gelişmelerin tesadüf olmadığı ya da salt Genelkurmay’ın ‘şeriatçılık’ konusunda ‘duyarlılığı’ndan kaynaklanmadığı görülecektir.
28 Şubat’dan itibaren Genelkurmay ile Refah Partisi arasında başlayan ‘gerginlik’, Sincan’da ‘tankların gezintisi’ ile tırmandırılmış ve Mayıs sonunda yapılan olağanüstü YAŞ (Yüksek Askeri Şura) toplantısında ‘şeriatçı subaylar’ın ordudan çıkartılması ile yeni bir evreye girmiştir. 28 Şubat’tan itibaren gelişen olaylara baktığımızda, Genelkurmay’ın kamuoyuna yönelik propagandasındaki artışa paralel olarak, ‘laiklik’ konusunun giderek birinci plana çıktığı ve buna bağlı olarak ‘laiklerin’ kitlesel eylemlerinin başladığı görülmektedir. Özellikle CHP’yle sürdürülen ‘laik muhalefet’ hareketi, neredeyse Genelkurmay ile eşgüdümlü olarak hareket etmektedir. ÖD Partisi’nde toplaşan kimi eski ‘solcu’ küçük-burjuva aydınların, CHP temelinde geliştirilen ‘laik muhalefet’in yeni bir unsuru olarak devreye girmeleri de aynı günlere rastlamıştır. Özellikle Çiller’in ‘Sultanahmet mitingi’nden sonra aynı meydanda ÖD Partisi’nin miting düzenlemesi ve ‘Ne Refahyol, Ne Hazırol’ söylemini güncelleştirmesi, aynı zamanda ÖD Partisi’nin işlevini de ortaya koymaktadır.
Bugün kendisine ilerici, demokrat, yurtsever diyen hemen herkes, bu gelişmelerin nasıl evrileceğini büyük bir merak ve beklentiyle izlemektedirler. Ancak hiç kimse, bu gelişmelerin evrimi ve sonuçları hakkında açık ve kabul edilebilir birşeyler ortaya koyabilecek durumda bulunmadıkları için, herşey bir ‘beklenti’nin pasifizmi içinde izlenmektedir. Zaman zaman yapılan CHP ya da ÖD Partisi mitingleri, yahut Z. Livaneli konseri kitlelerin hareketlenmesi olarak sunulmuşsa da, bunların oluşumu gözönüne alındığında, herşeyin açık bir ‘pasiflik’ içinde beklendiği olgusu belirginleşmektedir.
Aynı türden pasif bir beklenti ve olayları izleme anlayışı ülkemiz solundaki hemen tüm örgütlerde egemen unsur durumundadır. Ancak bu bekleyiş ve izleme tutumu, örgütten örgüte değişen niteliklere sahipse de, genel olarak oligarşiye karşı bir güç olarak görülen ‘şeriatçı’ kesimlere karşı izlenen ‘müttefik’ kavrayışına paralel gelişmektedir. Özellikle ‘müslüman halkımız’a yönelik açıklamalar, bildiriler yayınlayan ve ‘inananlar’ın ‘dini inançları hor görülüyor, karalanıyor veya istismar ediliyor’ diyerek propaganda yapan kimi sol örgütlenmeler, bu gelişmeler karşısında sessiz kalmayı ya da gerçeklikle ilgisi olmayan yanları öne çıkartmakla yetinmeyi bir politika haline getirmişlerdir. Kendi içinde ‘politika’ yaptığını ya da mevcut durumu değerlendirdiğini ileri süren kimi örgütlenmeler de, yaptıkları tahlillerde, gelişen olaylar içindeki tekil olguları ele almakla yetinmektedirler. Genellikle ajitasyona yönelik olarak yapılan bu ele alış tarzı, ÖD Partisi’nde somutlaştığı gibi, ‘hem Refahyol’a, hem de devlete’ karşı olmak şeklinde kendisini dışa vurmaktadır. Oysa ki, böyle bir tutum, olayların nereye doğru evrileceğini bilmeyen kitleler açısından, sadece mevcut statünün devam etmesi gerektiği şeklinde bir anlayış ortaya çıkarmaktadır.
Solda görülen diğer bir tutum ise, gelişen olayların, özellikle Genelkurmay’ın şeriatçılığa yönelik hareketiyle ortaya çıkan olayların, ülkemizdeki ‘devrim durumunu’ geliştirdiği şeklinde olmaktadır. Bir başka deyişle, egemen sınıfların kendi içlerinde çatışmaya girmeleri, yani egemen sınıflar arasındaki çelişkinin keskinleşmesi, ‘yeni politikalar’ için uygun bir zemin hazırladığı düşünülmektedir. Çünkü gelişen bu ‘çatışma’ durumu, devlet otoritesini zaafa uğratacaktır. İlk bakışta çok mantıklı gelen bu yaklaşım, ülkemizdeki mevcut durumun diğer yanlarını, özellikle de kitlelerin depolitizasyonu ve pasifikasyonunu görmezlikten geldiği için, sadece ajitatif bir söylemden öteye geçememektedir.
Tüm bu gelişmeler içersinde belirleyici olan, mevcut durumun doğru bir tahlilini yapmak ve bu durum tahlili çerçevesinde sınıf ilişkilerini ve çelişkilerini doğru olarak belirlemektir. Bu yapılabilindiği oranda, gelişen olaylar karşısında tavırsız kalmamak, beklenmedik gelişmeler karşısında tereddüte düşmemek ve daha da önemlisi kitleleri bilinçlendirmek olanaklı olacaktır.” [1*]
Gelişen olaylar Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal ortamdan soyutlanamayacağı gibi, ülkemizin yapısından da soyutlanamaz. Bizim için önemli olan, olayların gösterge niteliğini ve hangi dinamiklerin ürünü olduğunu kavramaktır. Bu konuda seçmeci, dar görüşlere kapılamayız. Marksist doktrin, dar görüşlülüğü ve olayları yüzeysel olarak ele almayı reddeder. Olguların iç çelişmelerini ve ülke çapında gelişen hareketin genel gelişim çizgisini (dinamiğini) kavrayamamak, bizi küçük-burjuvazinin dünya görüşlerine hapseder.
Marksizm-Leninizm, gelişen olayları etkileyen çelişmeleri yakalayan ve genel gelişme dinamiğine bağlı olarak ön plana çıkaran unsuru, çözücü eylemi öne çıkaran bir eylem kılavuzudur. Buna uygun düşen ve içinde bulunulan durumu sergileyen tahliller, her şeyden önce, içinde bulunulan durumun tarihi köklerini “içinde bulunulan an”ın pratiği ile olan bağlarını açığa çıkaracak biçimde olmalıdır. Durum tahlilleri, toplumdaki sınıflararası ilişki ve çelişkilerin, genele (sisteme) bağlı bir biçimde değişimini (içinde bulunulan pratiği de kapsayacak biçimde) kısa bir tarihi dilimde inceler. Tahliller analitik bir metodla, gelişen olguları (unsurları) tespit eder, bu unsurlar arasındaki ilişkiyi kurar ve gelişim çizgisini tayin eder. Ne var ki, sadece olguları yakalayıp aralarındaki ilişkileri tespit etmek yetmez. Bu kadarı ile yetinmek yüzeyseldir ve antimarksistir. Esas olan, olaylar içinde gelişen unsurların (olguların) iç çelişkilerini yakalamak ve bu çelişkilerin ortaya çıkardığı o döneme ilişkin öne çıkan çelişmeyi ve hareketin yönünü tayin etmektir. Pratiğe yönelmeyen ve salt dışsal gözlemciliği taşıyan durum tahlilleri, gözlemciliğin (amprizmin) pasifizmini taşır ve devrimci hareketi yönlendiremez. Durum tahlilleri özünde sınıfsal tahlillerdir ve toplumu kavrayışın ürünleridir. Olayların gelişimi, ülkenin (özel olarak Türkiye’nin) emperyalist sistemin belirleyiciliğinde sınıfların alacağı tavra göre biçimlenir. Ülkedeki ekonomik, sosyal ve siyasal yapı nasıl sınıfların hareketini yönlendirirse, sınıfların tavrı da ülkenin yapısını aynı şekilde etkiler. Devrimci proletarya için önemli olan, ülkenin içinde bulunduğu durumu doğru tespit ederek ona uygun düşen (devrimci hareketi yönlendiren ve bu hareket içindeki sınıfsal öncülüğü koruyan) sınıfsal taktik tavrını belirlemektir. Nasıl ki durum tahlilleri sınıflar arası ilişki ve çelişkilerin kavranmasını ifade ederse, her tavır da sınıfsal bir karakter taşır. Proletarya adına hareket ettiğini söylemek ve proletaryaya “sahip” çıkmak (uvriyerizm) proletarya öncülüğünü getirmez. Esas olan, mevcut durumu, gelişmenin temel hareketini kavradıktan sonra ona uygun düşen proleter tavrı geliştirmektir.
Olayların görüntüsünde kalan vulgar tahlillere dayanarak alınacak tavır, olguların iç dinamiğini kavrayamadığından olayların gerisinde kalmaya mahkumdur. Olayların ardından gelecek aktivist tavır ise, gerçek bir aktivizmi (doğru ve çözücü olan) değil, sahte, “sol”a açık ve özde sağ bir görüşü ifade eder. Sonuç, söz konusu olan politik pasifizme varıştır.
Yanlış tahlil ve tavırların (istenildiği kadar olgulara dayandırılsın ve sınıfsal olduğu iddia edilsin) bizi Marksizm-Leninizmden uzaklaştıracağı, proletaryanın öncülüğünden saptıracağı ve bizi diğer sınıfların (özellikle küçük- burjuvazinin) seviyesine indireceği bilinmelidir.
Devrimimize proletarya dışındaki diğer emekçi sınıfların da katılacağı düşünülürse, proletaryanın öncülüğünün titizlikle korunması da o derece önem kazanır. Proletaryanın öncülüğü de (bu konudaki stratejik çözümleme yapıldıktan sonra) taktik meselelerde ortaya çıkar ve somutlaşır.
Taktik meseleler pratiğe ışık tutucu somut çözümlemeler olması nedeniyle devrimci pratiğin turnusoludur. Taktik sorunların pratiğin yönlenmesinde ortaya çıkması, devrimciler arasındaki teorik ve pratik tartışmaların, farklı görüşlerin çarpıştığı bir alan olmasına neden olur. Devrim adına hareket eden her fraksiyon veya her ideolojik-politik görüş, olayların öne çıkardığı taktik sorunlarda kıyasıya çarpışır. Olayların nasıl gelişeceği ve götürücü dinamiğin ne olduğu önceden kesin olarak bilinemeyeceğinden (elbette bu “bilinemezlik”, pratiğin nasıl şekilleneceğini pratik ortaya çıkmadan bilinemeyeceği anlamında bir bilinemezliktir, yoksa olayların ne yönde gelişeceği bilimsel olarak bilinebilir) taktik sorunlar oportünizme ve revizyonizme açıktır. Ve revizyonistler taktik meselelerde ahkam kesmekten pek hoşlanırlar. Pratiğin canlı pınarında ise revizyonist görüşler açığa çıkar. Ne var ki, Marksist-Leninistler için bu durumlardaki görev, devrimci savaşın rotasını düzenlemek olduğu kadar, revizyonizmin yüzünü açığa çıkarmaktır da. Bu görev son derece önemlidir. Zira revizyonizmin egemen olduğu bir görüşle geliştirilecek taktik tavır, stratejik bir önem taşıyabilir ve devrimci hareketin kesin yenilgisine neden olabilir. Biz, her taktik meselede, karşı-devrime karşı başarılı olacağımızı iddia edemeyiz. Böylesi bir görüş idealizme saplanmak olur. Ancak, bazen öyle taktik meseleler vardır ki, stratejik öneme sahiptir ve stratejiyi belirler. Böylesine stratejik öneme haiz taktik meselelerde ise revizyonizme kesin darbeler indirmek ve insiyatifi kaptırmamak gerekmektedir. Taktik meselelerde devrimci pratiğin ve özellikle proletaryanın görevi, gerek tahlilleriyle ve gerekse politikayı belirleyen tavrıyla diğer sınıfların seviyesine inmek değil, aksine diğer sınıfları proletaryanın yanına yükseltmek olmalıdır. Revizyonist görüşler ve taktikler bizi, diğer sınıfların seviyesine indirir, proletaryanın ittifaklarını parçalar. Oysa doğru taktik tavırlar ve şiarlar, ittifakların temelini teşkil eder.
İşte bu bakış açısıyla ülkemizdeki son gelişmeler değerlendirilmek zorundadır.
1997 yılına girilmesiyle birlikte TÜSİAD’ın “demokratikleşme paketi” ile başlayan ve 28 Şubat MGK toplantısıyla gelişen ve nihayet ANAP, DSP ve DTP’nin üçlü koalisyon hükümetinin kurulmasıyla sonuçlanan sürecin doğru bir tahlili, aynı zamanda yeni koalisyon hükümetiyle birlikte başlayan dönemin doğru bir kavranışını da sağlayacaktır. Ve bu kavranabilindiği oranda, doğru taktik tavır ortaya konulabilecektir.
Bugün ülkemizde gelişen olayları doğru biçimde kavrayabilmek için, oligarşinin 1980 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte gerçekleştirmek istedikleri ve gerçekleştirebildikleri net olarak ortaya konulmalıdır.
Oligarşinin 12 Eylül askeri darbesi, kesinkes ülkemizde yükselen devrimci mücadeleyi durdurmak temelinde gerçekleştirilmiştir. 12 Eylül sonrasında devrimci örgütlere ve kitleye yönelik pasifikasyon ve baskı politikaları, bu gerçeği tartışmasız bir biçimde ortaya koyar. Ancak oligarşirin 12 Eylül askeri darbesinin devrimci mücadeleyi durdurmaya yönelik amacını, gerçekleştirdiği tek hedef olarak tanımlamak eksik bir kavrayış durumundadır. Oligarşi, bir yandan devrimci mücadeleyi durdurmak yönünde resmi zor güçlerini devreye sokarken, yani yönetimini askerileştirirken, diğer yandan bu askerileştirilmiş yönetim aracılığıyla, kendi yönetimini görece uzun dönemde “istikrar” içinde sürdürmeyi amaçlamıştır. Bu durum THKP-C/HDÖ tarafından “Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi ve Devrimci Taktiğimiz” broşüründe şöyle ortaya konulmuştur:
“Tekelci burjuvazinin en önemli kuruluşu olarak TÜSİAD, sınıf üyelerinin doğrudan ve yüz yüze oldukları bir oluşumdur. TÜSİAD, çözüm ya da çıkış yolu için, öncelikle kendi bünyesinde ortak bir program hazırlamaya yöneldi. Bu hazırlık, tam anlamıyla tekelci burjuvazi içindeki çelişkilerin, bir süre için çatışmadan uzak tutulmasını sağlayacak bir protokol oluşturmaya yönelikti. Bu protokol, karşılıklı olarak tekelci burjuvaların birbirlerinin ‘nüfuz alanlarına saygı’ temelinde, kendi dışlarındaki sınıf ve tabakalara karşı bir ekonomik, toplumsal ve siyasal plana dayalı olacaktı. Bu planın temel hedefi, hükümet değişiklikleriyle değişmeyecek tek bir politikanın devlete egemen kılınmasıydı. Bu öz olarak, oligarşinin tekelci burjuvazi tarafından oluşturulması ve tüm devlet aygıtına oligarşinin mutlak biçimde egemen olması demekti. Böylece I. Erim Hükümeti ile 1971’de yapılmak istenen, ama THKP-C’nin silahlı eylemleri sonucu başarılamayan amaçlar yeniden gündeme getiriliyordu. (12 Mart’ta başlayan sürecin 12 Eylül ile birlikte tamamlanması esprisi.)
İşbirlikçi-tekelci burjuvazinin oligarşiyi tek başına oluşturacağı bir süreçte uygulanacak ‘tek politika’, herşeyden önce halkın devrimci mücadelesine karşı bir politika olacaktı. Bu genel ve sürekli bir pasifikasyon ve depolitizasyon politikasının “devlet politikası” haline getirilmesi demektir. Şüphesiz egemen sınıfların baskı aygıtı olarak devlet, her zaman ve her yerde, devrimci mücadeleyi engellemeye ve yok etmeye yarayan bir araçtır. Ancak buradaki genel amaç, 1980 Türkiye’sinde, hükümet değişiklikleriyle değişen uygulama farklılıklarının ortadan kaldırılmasıdır. Küçük-burjuvazinin ülke tarihinden gelen etkinliği, ordu içinde 12 Mart’ta kırılmış olmasına karşın, aynı şey bürokrasi içinde söz konusu olamamıştı. Bu da oligarşinin devlete mutlak biçimde egemen olmasını engelliyordu ve 1971’de bozulmuş olan ‘nispi denge’nin son kalıntıları da temizlenmeliydi. Böylece, temel politika, ‘geleneksel’ bürokrasinin tasfiyesi ve ‘teknokratlar’ yönetiminin kurulması olarak tamamlanıyordu. İşbirlikçi-tekelci burjuvazinin ‘tek politika’sının üçüncü düzeyi ise, sanayiyi, yani kendilerini temel alan bir ekonomi-politikanın ‘devlet politikası’ haline getirilmesine ilişkindi.” [2*]
Ancak aynı süreçte, oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar, oligarşi karşısında kendi çıkarlarını daha iyi koruyabilmek ve devlete egemen kılınmak istenen “tek politika”da kendi çıkarlarının da açık bir biçimde yer almasını sağlamak amacıyla değişik girişimlerde bulunmaya başlamışlardı:
“Gelinen noktada oligarşi dışındaki gruplar daha değişik ilişkilerle yeni yollar aramaya koyuldular. Bunun ilk görünümü T. Sunalp başkanlığında MDP’ nin kurulması oldu. ‘12 Mart holdingleri’nin partisi olarak MDP, 12 Mart döneminin bir generali ile kurulması hiç de rastlantı değildi. Bu noktada öylesine bir uyum oluşmuştur ki, 1973 Cumhurbaşkanlığı seçiminde F. Gürler’in seçilmesi için Demirel’i ‘zorlayan’ asker grubunun başında T. Sunalp bulunuyordu ve bilindiği gibi Demirel bunu kabul etmemişti. (Şüphesiz Demirel’in böyle bir uzlaşmaz tavır içine girmesinin nedeni, ardında tekelci-burjuvazinin bulunmasıydı.)
Oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların oluşturduğu diğer bir koalisyon ise BTP olarak ortaya çıktı. AP’nin devamı olarak kurulan BTP, AP’nin eski sınıfsal temelinden oldukça uzaktı. Büyük ölçüde Anadolu sanayi ve ticaret burjuvazisine dayanıyordu. Ama elindeki siyasal kadrolar aracılığıyla önemli bir oy potansiyeline sahipti. Bu durum MDP’nin yok olması demek olduğu kadar, tekelci burjuvazi için de yeni tavizler demekti. Sonuçta BTP kapatıldı.
Sömürücü sınıflar içindeki bu oluşumlar yanında, kamuoyuna yansımayan bir başka oluşum bulunuyordu. T. Özal’ın başını çektiği belli bir ‘teknokratlar’ grubu parti kurma hazırlığı yapıyordu. Bu girişim, oligarşinin tam desteğinde yürütülüyordu. Öyle ki 1980 yılında olduğu gibi TÜSİAD devreye girmiş ve doğrudan görüşmelerle yeni bir sömürücü sınıflar birliği oluşturmaya yönelmişti. Tekelci-burjuvazinin bu yeni girişimi, temel olarak, kendi dışındaki sömürücü sınıfları fraksiyonlar ve bireyler düzeyinde birleştirmeye dayanıyordu. Daha ucuza mal olacak bir taviz politikası uygulanarak, karşı gücü bölmek en önemli hedefti. Son tahlilde tekelci burjuvazinin kendi ekonomik gücünü kullanarak (‘rüşvet’ yoluyla, daha tam deyişle adam satın alarak) bazı fraksiyonları ya da bireyleri kendi etrafında toplama demekti. Tarihsel olarak, burjuvazinin aristokrasiye karşı uyguladığı bir politika olarak İngiltere’ de oldukça başarılı olmuştu. Olası bir başarının olanaklarından yararlandırma (devlet kredileri, teşvikler, ihaleler vb. olanaklar) ile tekelci-burjuvazinin sahip olduğu bankalardan kredi sağlama önceliği ve şirketlerin ihalelerinin verilmesi olarak sunulan bu rüşvet oldukça etkili oldu. Artan enflasyon ve yüksek kredi faizleriyle iflas eşiğine gelmiş sanayi ve ticaret burjuvazisinin büyük bir kısmı, bu yolla T. Özal’a bağlandı. Ve yine ihracat teşvikleri ve devlet ihalelerinden yararlanma önceliği vaadiyle büyük toprak sahipleri, büyük sürü sahipleri ve Anadolu tüccarları ittifaka sokuldu. (Zaten BTP’nin kapatılmasıyla bu kesimler politik planda etkili olamayacaklarını görmüşlerdi.) Geriye kalan küçük sanayiciler ve büyük esnaf çevreleri, büyük ölçüde tekelci-burjuvaziye bağlı olduklarından, yeni iş olanakları vaadiyle kazanıldı.
Böylece MDP ve BTP (sonra DYP) yönünde gücünü kullanan bazı gruplar dışındaki tüm sömürücü sınıflar ve politik olarak etkin kesimler ANAP etrafında birleştirildiler. Bu birlik, 1965 yılındaki AP’yi oluşturan egemen sınıfların ittifakından pek farklı değildi, ama 1969’da dağılan bu ittifaktan daha fazla üstünlüğe sahipti. Bu da tekelci burjuvazinin ekonomik gücünün olağanüstü artmış olmasıydı. (Ama gene de sömürücü sınıfların politik koalisyonu olduğu unutulmamalıdır.) T. Özal’ın ‘dört eğilimi birleştirdik’ sözleri, işte bu ittifakı ifade eder.
Bu ittifak, temelde, tekelci-burjuvazinin ekonomik rüşvetlerine, ‘adam satın almasına’ dayandığı için, geçmiş dönemin tavizlere dayalı olarak kurulmuş ittifaklarından çok daha kalıcı niteliktedir. Ama ülkedeki sürekli ekonomik bunalım, tekelci- burjuvazinin rüşvetlerinin sürekliliğini engelleyeceği için (ve de engellediği oranda), her an eski taviz politikasına dönülmesi mümkündür. Bu dönüş bir süre daha ittifakı ayakta tutsa da, kalıcılığını sağlayamayacaktır. (Bugün ANAP Hükümetinin oluşturduğu fonlar ve devlet kredilerinin dağılımı, rüşvet politikasının giderek etkisizleştiğini göstermektedir. Öyle ki, bu politika seçimlerde, halk kitlelerine dağıtılan ‘yiyecek paketleri’, Fak-Fuk-Fon’un paraları olarak ‘tabana’ yönelmiştir. Bu da iç ittifakın bozulmaya yöneldiğini göstermektedir).” [3*]
1980 dünya ekonomik buhranı koşullarında, 12 Eylül askeri cuntasının varlığıyla oluşturulmuş olan sömürücü sınıflar arasındaki “consensus” 1990’larda bozulmuştur. Sanayi teşviklerinin dağılımı, ihracata uygulanan vergi iadesinin kullanımı, ilkin orta sermaye kesimleri arasında farklılaşma yaratmış ve giderek bir kısım orta sermaye kesimleri işbirlikçi-tekelci burjuvaziden uzaklaşmaya başlamıştır. Emperyalist tekellerin çıkarlarına uygun olarak gümrük tarifelerinde yapılan indirimler sonucu emperyalist metaların ülkeye yoğun girişi ve bunların ticaretiyle uğraşan yeni bir kesimin ortaya çıkartılması, Anadolu tüccarını zor duruma sokmuştur. Bu da, Anadolu tüccar kesiminin emperyalist tekellere ve dolayısıyla işbirlikçi-tekelci burjuvaziye tavır almasını getirmiştir. Emperyalist metaların ülkeye yoğun bir biçimde girişi ve bunun ticaretinin ayrı bir kesimin elinde olmasıyla zor duruma düşen Anadolu esnafları, ister istemez geleneksel metaların satıcısı olmakla sınırlı kalmışlardır. Bu da, Anadolu esnafı ile geleneksel meta üreticisi küçük ve orta sermaye kesimlerini daha fazla birlikte hareket etmeye yöneltmiştir. Bu yönelimin siyasal yansısı ise, geleneksel olarak DYP’de toplanan kesimlerin RP’ye yönelmeleri olmuştur. RP’nin seçimlerde elde ettiği başarıların temelinde bu siyasal dönüşüm yatmaktadır.
Ancak 1980-90 arasında uygulanan ekonomi-politikalar, tüm toplumsal ilişkilerde olduğu gibi, sömürücü sınıflar arasında da bir dizi ayrışma ve parçalanma ortaya çıkarmıştır. T. Özal’ın “keyfi yönetimi” olarak yorumlanan ekonomik uygulamalar, kimi zaman yeni bir zengin kesimi ortaya çıkarırken, kimi zaman eski sömürücü kesimlerin kendi içlerinde farklılaşmasını sağlamıştır. Tümüyle küçük ve orta sermayenin emperyalist üretim ilişkilerine tabi kılınması, kılınamayanların tasfiyesi ve yerlerine yenilerinin konulması olarak tanımlanabilecek ekonomik uygulamalar sonucunda, küçük ve orta sermaye kesimleri bölünmüştür. Bu bölünmüşlük, siyasal planda, birbirinden farklı partilerin ortaya çıkması ve milletvekili transferleriyle kendisini ortaya koymuştur. Bu ortamda Refah Partisi, küçük ve orta sermaye kesimleri içindeki bölünmüşlüğü, belli bir ortak çıkar etrafında birleştirme işlevini üstlenmiştir. Bunu yerine getirebildiği oranda siyasal olarak gelişeceğini varsayan RP, hükümet kuruluşunda görüldüğü gibi, hükümet olabilmek için her türlü tavizi vermiştir. Refah Partisi’nin bugünkü oy gücünü koruyabilmesinin tek yolu, çıkarlarını ortaklaştırmaya çalıştığı küçük ve orta sermaye kesimlerine yeni olanaklar sağlamaktan geçmektedir. Bu da, ancak hükümet olmakla olanaklıdır. Devlet olanaklarını artan oranda küçük ve orta sermayeye yöneltmek isteyen RP, mevcut koşulların kendilerine getirdiği engelleri düşünmeksizin hükümet kurmuşlardır.
Refahyol hükümetinin kuruluşu, oligarşi içindeki çıkar çelişkilerinin keskinleşmesine bağlı olarak, oligarşinin bütünsel bir tavrı ile karşılaşmadan gerçekleştirilmiştir. Ancak daha sonra Refahyol’un uygulamaya başladığı ekonomi-politikalar ve devlet kurumlarındaki “kadrolaşma” girişimleri, oligarşinin tavır koymasına yol açmaya başladı. Sabancıların karşı çıkışlarına rağmen, oligarşi içindeki diğer kesimler 1997 başındaki TÜSİAD’ın “demokratikleşme paketi” ile bu tavırlarını açık biçimde ortaya koymaya başladılar. Görünüşte “demokrasi” savunusu altında ortaya konulan tavır, temelde oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların, özellikle de tekelleşememiş sanayi burjuvazisinin Refahyol hükümeti aracılığıyla kendisine yeni olanaklar sağlaması ve gücünü artırmaya yönelmesine yönelik olmuştur. Sabancıların tam olarak benimsemediği bu tavır, “demokratikleşme paketi” ile ülkemizdeki küçük-burjuvazinin oligarşiye yedeklenmesi sağlanabilindiği oranda, oligarşinin gücünü göstermesine bağlı olarak geliştirilecekti. Özellikle küçük-burjuva aydınların, bir yandan “demokrasi” söylemiyle, diğer yandan “şeriatçılık” tehlikesiyle oligarşiye yedeklenmesi yönündeki faaliyetler, 1997 yılının ilk altı ayındaki gelişmelerin temelini oluşturmuştur.
Ancak oligarşi dışındaki sömürücü sınıf ve tabakalar (ki kimisi DYP içinde, kimisi MHP ve BBP içinde, kimisi Refah Partisi’nde temsil edilmektedir) yeni hükümetin aldığı kararlardan ve faaliyetlerden yeni beklentiler içine girdikleri için, oligarşi içindeki bu gelişmeler karşısında umursamaz bir tutum takınmışlardır. Özellikle TOBB ile MÜSİAD bünyesinde toplanan (ve de ayrışmış olan) küçük ve orta sermaye kesimleri, Refahyol hükümetinin sağlayacağı yeni olanakların ve tatlı kârların rüyası içinde günlerini geçirmeye başlamışlardır.
Oligarşi, bir yandan küçük-burjuvaziyi “demokrasi” ve “laiklik” söylemiyle kendisine yedeklerken, diğer yandan oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların Refah Partisi çevresinde oluşan “birlik”ini dağıtmak için girişimleri hızlandırmıştır. Bunun ilk sonucu Y. Erez’in hükümetten ayrılması ve böylece DYP aracılığıyla Refah Partisi etrafında oluşturulmuş olan oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların “birlik”inden TOBB’un koparılması olmuştur.
Bu durumda oligarşi, gerek küçük-burjuvazinin ve küçük-burjuva aydınlarının desteğini almış olması, gerekse oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasında bölünmeyi sağlaması karşısında DİSK, Türk-İş, TİSK ve TOBB arasında ortak bir “eylem platformu” oluşturmuştur. Genelkurmay brifingleriyle desteklenen bu “platform”, gerçekleştireceği “eylem”den çok, gerçekleşeni ifade ettiği bağlamda, tekelleşememiş sanayi burjuvazisi içinde kopmalara yol açmıştır. Bu kopan kesimler, oligarşinin olası yeni bir askeri darbesi koşullarında tüm olanaklarını kaybetme korkusuna kapılmışlardır. Bunun siyasal yansıması ise, DYP’nin parçalanması olmuştur.
Sonuçta, basit bir hükümet değişikliği fırsat bilinerek, Refahyol hükümeti “müstefi” durumuna düşürülmüştür.
Yeni kurulan ANAP, DSP ve DTP, oligarşinin yeni taviz politikalarının ve bunabağlı uygulamalarının hükümeti durumundadır. Oligarşi, bu hükümet aracılığıyla, 1980 sonrasında sağladığı egemenliğini yeniden kurmak istemektedir. Ancak mevcut siyasal ilişkiler ve oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasındaki olağanüstü parçalanmalar, bunu tam olarak gerçekleştirmesini olanaksız kılmaktadır. Bugün için, hükümet içinde ANAP aracılığıyla devlet bürokrasisi içinde yeni düzenlemelere giderek, geçmiş dönemdeki gibi olmasa da, “teknokratlar”a dayalı devlet işleyişini kurmak istemektedir. Ama yaşanılan süreçte ortaya çıkan gelişmeler gözönüne alınarak biçimde bazı değişikliklere gidilmek istenmektedir. Küçük-burjuvazinin yedeklendiği gözönüne alınarak yapılan yeni düzenleme, daha esnek bir oluşumu ifade etmektedir.
Bugün oligarşi içinde de tam bir bütünlük mevcut değildir. Bugüne kadar gerçekleştirilenler, küçük-burjuvazinin kitlesel desteği alınarak, oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların belirli bir süre etkisizleştirilmesinden ibarettir. Dolayısıyla önümüzdeki süreç, oligarşinin gerek kendi içinde, gerekse oligarşi ile oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasındaki (özellikle de tekelleşememiş sanayi burjuvazisiyle) çatışma tarafından belirlenecektir.
Bu süreçte, hiç şüphesiz oligarşi için küçük-burjuvazinin kitlesel gücü birinci dereceden önemlidir. Bu güç, oligarşi tarafından değişik biçimlerde kullanılmak durumundadır. Son günlerde “1 dakika karanlık” eyleminin yeniden gündeme getirilmesi, oligarşinin bu gücü kolaylıkla kullanabileceğini göstermektedir. Bunda, kendisini “farklı sol” olarak sunan ve temelinde küçük-burjuvazinin mevcut düzene karşı memnuniyetsizlik ve tepkilerini oligarşiye yedeklemenin aracı olan küçük-burjuva örgütlenmelerin (özellikle ÖD Partisi) önemli bir işlev sahibi oldugu kesindir. Bu yönleriyle ele alındığında, yaşanılan sürecin kaba hatalarıyla “12 Mart muhtırası” dönemiyle benzerlikleri ortaya çıkmaktadır. Bu benzerlikler, özellikle oligarşinin uygulamalarıyla ve uygulamada kullandığı güçler gözönüne alınarak, yeni hükümet, yeni bir “Erim hükümeti” olarak tanımlanabilmektedir. Ne varki, tarih bir tekerrür, basit tekrarlardan ibaret değildir. Tarih, aşağıdan yukarıya doğru yükselen, kökleri maddi üretime uzanan sınıf mücadelelerinin politik olaylar dizisidir. Tüm bu süreçte ortaya çıkan benzerlikler, sadece ülkemizdeki yönetimin oligarşik niteliğinin aynı olmasından kaynaklanmaktadır.
Bugün, ülkemizdeki siyasal gelişmelerin en temel özelliği, oligarşinin kendi dışındaki sömürücü sınıflarla olan çıkar çatışmasında küçük-burjuvaziyi “demokrasi” ve “laiklik” görünümü altında yedekleyerek bir güç olarak kullanmasıdır. Oligarşi, kendilerini “sol” olarak gösteren, özünde küçük-burjuvazinin devrimci mücadele karşısında duyduğu korkuyu ifade eden örgütlenmeleri kendi amaçları doğrultusunda kullanmak durumundadır. Bu da, ülkemizde gelişen kitle hareketinin oligarşinin amaçları doğrultusunda kanalize edilmesinden başka bir şey değildir. 12 Eylül’ün üzerinden geçen 17 yıl boyunca şu ya da bu oranda biriken kitlesel tepkiler, bu süreçte pasifize edilmek durumundadır. Oligarşi, bu tepkileri, bir yandan kendi dışındaki diğer sömürücü sınıfları disipline etmek amacıyla kullanırken, diğer yandan bunların devrimci mücadeleye kanalize olmasını engellemek istemektedir. Kürt ulusal hareketinin giderek “uzlaşma”ya yönelmesiyle birlikte, bu durum, ülkemizdeki tüm siyasal gelişmelerin odak noktasını oluşturmaktadır.
İşte bu durum, devrimci mücadelenin karşı karşıya olduğu taktik sorunları net biçimde ortaya koymaktadır. Bugün devrimcilerin karşısındaki temel görev, oligarşi ile küçük-burjuvazi arasında kurulmuş olan ittifakı bozmak ve oligarşinin yeni politikalarını teşhir etmektir.
Ancak bunlar yapılırken, dikkat edilmesi gereken nokta, küçük-burjuvazinin 12 Eylül döneminde karşı karşıya kaldığı baskı ve şiddet uygulamaları nedeniyle devrimci mücadeleden duyduğu korku karşısında alınacak tavırdır. Bu tavır, kesinkes bu kesimlerin korkularını “yatıştırıcı” politikalara yönelmemek zorundadır. Böyle bir politika, devrimci mücadele saflarında yeni bir “meşruiyet” arayışları yaratarak, revizyonizmin ve oportünizmin güçlenmesine yol açar. Bugün solda görülen “kitlelere şirin gözükme” tutumları, bu nedenle, devrimci mücadelenin geleceğini etkilecek niteliktedir ve kesinkes bunlara karşı tavır alınmasını gerektirir.
Bunlar, kaçınılmaz olarak, devrimci kadroların doğru bir biçimde eğitilmesini, doğru devrimci çizginin kavranılmasını gerektirir. Bunlar yapılabilindiği oranda, oligarşinin gerçek yüzünün teşhir edilmesi ve küçük-burjuvaziyle olan görüntüsel ittifakının bozulması yönündeki silahlı propaganda etkili olacaktır. Silahlı propagandayı temel alan devrimci örgüt, bu çok yönlü mücadeleyi başarabildiği oranda, kitlelerin mevcut düzene karşı 12 Eylül’den günümüze karşı biriken tepkilerini devrim mücadelesine kanalize etmesi olanaklı olacaktır.
Dipnotlar
[1*] Kurtuluş Cephesi, Sayı: 37, s: 13-14, Mayıs-Haziran 1997
[2*] THKP-C/HDÖ: Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi ve Devrimci Taktiğimiz, s: 99
[3*] THKP-C/HDÖ: Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi ve Devrimci Taktiğimiz, s: 101