KURTULUŞ CEPHESİ - Ocak-Şubat 1997
Yurt-dışında
Devrimci Mücadele Üzerine
Kurtuluş Cephesi'nin Temmuz-Ağustos 1996 tarihli 32. sayısında yayınlanan "Göçmen İşçiler ve Yurt-Dışında Devrimci Mücadele" yazısında Avrupa'da yaşayan üç milyon civarındaki göçmen işçilerin oluşturmuş olduğu toplumsal ilişkiler alanı içersindeki devrimci faaliyetlerin ortaya çıkarmış olduğu tablo ve bunun içindeki sorunları ele aldık. Ve değerlendirmemizin son kısmında, mevcut tabloyu ve sorunları şöyle belirtmiştik:
"Hemen her devrimcinin az ya da çok bildiği bir gerçek, devrimci mücadelede sürekli ve kalıcı olmanın gerekli olduğudur. Bu süreklilik ve kalıcılık, aynı zamanda devrimcinin, mevcut düzenle her türlü bağını koparmaya yönelmesi olarak ilerleyen bir süreç durumundadır. Lenin'in deyişiyle, 'az çok birşeyler vaad eden bir işçinin fabrikada 8-10 saat çalışmasına izin verilmemesi', devrimci faaliyetin yaşamın her anını kapsayan bir boyuta ulaştırılması açısından bir zorunluluk olduğu açıktır. Devrimci mücadele için, bireyin, daha fazla zamanını ve giderek tüm zamanını verecek duruma getirilmesi ve gelmesi, devrimci birey için bir hedef durumundadır. Ancak yurt-dışında bireylerin, gerek aile ilişkileri, gerekse toplumsal ilişkileri, mümkün olan en az zamanın devrimci mücadeleye ayrılmasını getirmektedir. Kimi durumda bu "azlık", "geçimini temin etmek" için çalışmak olarak, kimi durumda "dil" ya da "meslek" öğrenmek için "okula gitmek" gibi nedenlerle haklı ve mazur gösterilmeye çalışılmaktadır. Sonuç, devrimci faaliyetlere fazla bir zamanın kalmamasıdır!
Böyle bir sonuç, doğal ve kaçınılmaz olarak, bireyleri devrimci ilişkilerin dışında kalmaya, politik ilişkilerden kopmaya yöneltmektedir. Bu da, ilkin politik bir dil ve terminolojinin yitirilmesine ve giderek de politik kavrayışın ortadan kalkmasına (en azından çarpılmasına) neden olmaktadır. Sınırlı sayıdaki insan ilişkileri ile hafta sonlarında bir araya gelmek ve bu ilişkilerin kendi günlük sorunlarından arta kalan zamanlarında politik konuşmalar yapmak, bu durumdaki bireylerin alışılagelen yaşam biçimleri olmaktadır. Ama buradaki en olumsuz yan, bu tür ilişkilerin genel bir niteliğe sahip olması ve dolayısıyla bu tür ilişkiler içinde bulunan bireylerin bundan rahatsızlık duymamalarıdır. Ayda yılda bir yapılan bir "gece"ye gitmek, birkaç ayda bir politik bir toplantıya katılmak, dergi almak ve ülkedeki önemli siyasal olayları hafta sonlarındaki 'misafirlikler'de konuşmak, bireyler için yeterli görünmektedir. Kendisine devrimciyim diyen her kişinin benzer bir ilişki içinde bulunması ve yaşaması nedeniyle, bundan rahatsızlık duyulmamaktadır. Bu, hiç kimsenin rahatsızlık duymadığı anlamına gelmemektedir elbette. Ancak bu rahatsızlığı duyanlar, kaçınılmaz bir biçimde bu ilişkilerden dışlanmaktadır. Bu ilişkilerden dışlanmış bir birey için yapabileceği fazlaca birşey de yoktur. Bu dışlama, bireyi kendi başına kalmaya ve yaşamaya itelemektedir. Bu durumdaki birey, gerek kendisinin günlük yaşamına ilişkin sorunlarının çözümüne yardımcı olmak durumundaki ilişkileri yitirmekte, gerekse ayda bir de olsa politik sohbetten, konuşmadan uzak kalmak durumundadır. Adına ilerici, demokrat ya da devrimci denilebilecek toplumsal ve siyasal ilişkilerin oluşmadığı ve oluşturulamadığı bir yerde, bireylerin böylesine bir dışlanmışlık içinde uzun süre direnebilmeleri de olanaksız olmaktadır. Ve sonuç, yeniden aynı ilişkilerin içine girmektir. Böyle olunca ve böyle olduğundan, yurt-dışındaki bireyler şunu düşünmek zorunda kalmaktadırlar: Madem tekrar aynı ilişkilerin içine girmek zorunda kalacağım, neden bugün dışında yaşamanın getirdiği zorluklara katlanayım!
Diyebiliriz ki, yurt-dışındaki 'göçmen işçiler'in yaratmış olduğu toplumsal ilişkiler, devrimci unsurlar için, yurt-dışını, 'otomobil mezarlığı' gibi bir 'mezarlığa' dönüştürmüştür. Bu 'mezarlık'taki bireylerin ayağa kalkma zamanı gelmiş ve geçmiştir. Artık yapılması gereken, buralara gitmek zorunda kalacak olan bireyleri, devrimci ilişkiler yaratmaya ve bu ilişkiler içinde faaliyet yürütmeye yöneltmektir. 'Üçüncü kuşak' vb. teorileri yaparak yitirilmiş onca yıldan sonra, tüm devrimci örgütler ve bireyler, mevcut toplumsal ilişkilerin niteliğini bilerek ve kavrayarak, salt devrimci kadrolar için değil, devrimci bir faaliyet ve ilişki içinde olmak isteyen herkes için, adına ilerici, demokrat ya da devrimci demeye layık bir toplumsal ilişki yaratmak ve varetmek için çalışmaları şarttır. Bu yapılamadığı sürece, yurt-dışı, ne devrimci mücadelenin gerektirdiği bir arka-cephe olabilecektir, ne de devrimcilerin teker teker yitirilmesini engelleyebilecektir. Bireylerin kendi nitelikleriyle bu süreçten çıkabileceklerini varsaymanın, onların yitirilmesine göz yummak anlamına geleceği de unutulmamalıdır."
Bu ilişkiler ve sorunlar içersinde yer alan bireylerin ortak durumları bu şekilde özetlenirken, bu sorunları biçimlendiren iki ana ilişki (birincisi, göçmen işçilik; ikincisi siyasi mülteciliktir) bir bütün olarak ele alınmıştır. Bu ana ilişkiden ikincisi, yani siyasi mültecilik, devrimci mücadelenin yurt-dışında sürdürülüşünü belirleyen yan olduğu; birincisinin bu belirlemenin alanı ve zemini olduğu açıktır. Bu yazımızda, bu ikinci yanın süreç olarak nasıl ortaya çıktığını ve nasıl belirleyen konumunda olduğunu, kendi gelişimi ve evrimiyle birlikte ele alacağız.
Türkiyedeki devrimcileri yurt-dışı kavramıyla ve ilişkileriyle ilk karşılaştıkları yıl 1968-69 yılları olmuştur.
Filistinli devrimcilerin 1968-69 yıllarında birbiri ardına gerçekleştirdikleri silahlı eylemler, ülkede yükselen devrimci hareketin en önemli ilgi odaklarından birisi olmuştur. Enternasyonalist dayanışma olarak başlayan bu ilgi, giderek Filistinli öğrencilerle yakın ilişki kurulmasını ve bu ilişki aracılığıyla Filistin hareketine ilişkin somut bilgilerin belirginleşmesini getirmiştir.
Türkiye devrim mücadelesinin bu ilk yurt-dışı ilgisi ve ilişkisi, 1970'lerde içlerinde Deniz Gezmiş'inde bulunduğu bir grup devrimcinin Filistin kamplarına gitmesiyle somutlaşmıştır. Gerilla savaşına ilişkin askeri bilgiye ulaşmak amacıyla gidilen Filistin kampları, belli askeri bilgi ve eğitime sahip kılınmasını sağlamışsa da, asıl olarak bireyler için moral açıdan büyük bir etki yaratmıştır. O güne kadar adlarının bile bilinmediği bir dizi silahın tanınması, bunların kullanımına ilişkin az ya da çok bilgi sahibi olunması, bu kamplara giden devrimcilerin kendilerine olan öz güvenini yükseltmiştir.
1970'lerde somut bir ilişki haline gelen Filistin ilişkisi, ülkemiz devriminin ilk yurt-dışı ilişkisi olarak, aynı zamanda yurt-dışı ilişkilerinin amacını da belirlemiştir. Bu tarihten itibaren, günümüze kadar yurt-dışı, bir yandan askeri eğitimler için bir alan olurken, diğer yandan devrimci mücadelenin bir lojistik arka cephesi olarak ele alınması, 1970'lerdeki ilişkiler tarafından belirlenmiştir.
1974'lerden sonra gelişen devrimci mücadele, artan oranda kitlenin politize olmasını ve giderek faşist milis saldırıların yoğunlaşmasına paralel olarak silahlanmasını getirdiğinde, yurt-dışı ilişkilerinin askeri yanı, neredeyse yok denilecek boyutlara inmiştir. Yürütülen mücadelenin mahalle düzeyinde bir anti-faşist hareket olarak gelişmesi, çoğunlukla küçük ve hafif silahların yaygınlaşmasını getirmiştir. Bu da, yerel birimlerde kullanılmasının öğrenilmesinin olanaklı olması demektir. Böylece, daha farklı ve değişik silahların bulunması ve kullanılmasının öğrenilmesi, bu süreç içinde, sadece bazı devrimci örgütlerin faaliyeti olarak kalmıştır. Filistin kamplarının bu ikincil kalışı, gerilla savaşı kavrayışının ikincil kalışıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Legal kitle hareketlerine dayalı örgütlenmelerin, tüm sorunları anti- faşist mücadelenin sınırlarına hapsetmeleri, kaçınılmaz olarak gerilla savaşının örgütlenmesine yönelik girişimleri de sınırlandırmıştır.
Filistin kamplarının yeniden keşfi, 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle olmuştur.
12 Eylül askeri darbesi koşullarında, ülke içinde her türlü barınma ve saklanma koşullarının yetersizliği, tek tek bireylerin "ülke dışına" çıkmasını getirmiştir. Genellikle bu çıkışlar, Filistin kamplarına yönelik olmuştur. Ancak bu kez, gerilla savaşını başlatma ya da sürdürme durumunda olanlar değil, ülkedeki baskı koşullarından kaçanlar söz konusudur. Böylece "Filistin", bir askeri eğitim alanı değil, baskı koşullarından kaçanların bir süre soluklandığı, kendilerine daha kalıcı yerler ve ilişkiler bulmak için hazırlık yaptıkları bir yer haline gelmiştir. Bu andan itibaren, herşey, kalıcı yer ve ilişki konusu olarak, gelecek tüm süreci biçimlendirmiştir.
Yurt-dışında çalışan göçmen işçiler, işte bu anda, kalıcı yer ve ilişkinin alanını ve yönünü belirlemiştir. Libya'dan Avrupa ülkelerine kadar göçmen işçilerin çalıştıkları her yer, 12 Eylül koşullarından kaçan devrimci unsurların yeni mekanları olarak ortaya çıkmıştır. Ancak en yoğun göçmen işçinin bulunduğu Avrupa ve özellikle Almanya ilk planda yeni mekan olarak belirginleşmiştir.
Tam olarak ne yapacaklarını bilmeyen, ancak devrimci mücadele için birşeyler yapmak isteyen ve yapılacağını uman bu devrimci unsurlar Avrupa ülkelerinde toplaşmaya başlamalarıyla birlikte, yeni bir süreç, "siyasi mültecilik" süreci önlerine açılmıştır. O güne kadar ülkemizin devrimci mücadele tarihinde sadece TKP için mevcut olan böyle bir süreç, 1965 sonrasındaki devrimci mücadelenin deneyimleri ve belirlemeleri içersinde yer almadığından, hemen herkes bu süreci kendiliğindenci bir tarzda, yaşayarak öğrenmeye başlamışlardır.
Oysa ki, siyasi mültecilik ve bunun yaratmış olduğu sorunlar ve ilişkiler, neredeyse proletaryanın tarih sahnesine çıkışı kadar eskiye dayanır. Dünya devrimci pratiğinden dersler çıkarmaktan çok, kendine özgü ve sadece oportünist anlayışla ele alınan bir mücadele süreci içinde şekillenmiş bireylerin, böylesine bir tarihe sahip konuyu bile görememeleri ya da görmezlikten gelmeleri, belki de ülkemiz devrim tarihinin bir başka orijinalitesi olmuştur.
İçine girilen siyasi mültecilik sürecinin kendiliğindenciliği, aynı zamanda bu dönemdeki yurt-dışındaki devrimci faaliyetlerin özünü oluşturmuştur. 1984'lere kadar değişik örgütler arasında yapılan görüşmeler, ittifaklar, her örgütün kendi içindeki tartışmaları, belirlemeleri, aldığı kararlar, bir bütün olarak, bu sürece nasıl hazırlıksız girildiğinin birer olgusu durumundadır. Aylar ve yıllar "burada ne yapacağız?" sorusunun sorulduğu bitip tükenmez tartışmalarla geçmiştir. 12 Eylül askeri darbesinin oluşturduğu bir ortam içinde, askeri yönetime karşı bir dizi gösteri, toplantı vb. yapılarak zaman geçirilmiştir. Yapılan her tartışma, yeni bir planın yapılmasını, yeni kararların alınmasını getirmiş; ancak hiçbiri pratiğe geçirilememiştir. Böylece, zaman kavramı, giderek anlamını yitirmeye başlamıştır.
Aynı süreçe ilişkin olarak Engels'in değerlendirmesine bir bakalım:
"Her başarısız devrimden ya da karşı-devrimden sonra, yurtdışına kaçan mülteciler arasında ateşli bir faaliyettir gelişir. Birbirlerini arabayı çamura saplamış olmakla, ihanetle ve öteki ölümcül günahlarla suçlayan çeşitli tonlarda parti grupları kurarlar. Bunlar anavatanla etkin ilişkileri sürdürürler, örgütlenirler, tertiplere girişirler, bildiriler ve gazeteler basarlar, yirmidört saat içersinde herşeyin yeniden başlayacağına, zaferin kesin olduğuna yemin ederler, ve bu umutlara kapılarak hükümet koltuklarını paylaşırlar. Anlamak istemedikleri kaçınılmaz tarihsel koşullara değil de, bireylerin raslansal hatalarına bağladıkları hayal kırıklıkları doğal olarak birbirini izler, karşılıklı yatkınmalar üstüste yığılır ve genel çekişmelere yol açar. 1712'nin kralcı mültecilerinden bugünlere kadar bütün mülteci derneklerinin tarihi budur; ve mülteciler arasında sağduyu sahibi ve aklıbaşında olanlar, fırsat bulur bulmaz, bu verimsiz hırgürü bırakırlar ve daha yararlı şeylere yönelirler.
Komünü izleyen Fransız mültecileri de bu kaçınılmaz yazgıdan kaçamamışlardır." [1*]
İşte Engels'in açık biçimde belirttiği bu yazgı, ülkemiz mültecileri için de kaçınılmaz olarak ortaya çıkmıştır. Mülteciler arasında başlayan tartışmalar, birbirlerini ihanetle suçlamaya varan iddialar ortamında, kendiliğindenci tarzda yaşanılan mültecilik sorunları daha da içinden çıkılmaz hale getirmiştir.
Oysa ki, "Başka zamanlarda olduğu gibi, her devrimde de kaçınılmaz olarak birçok hata yapılır, ve nihayet, insanlar olayları eleştirel bir biçimde yeniden gözden geçirebilecek kadar yatışınca, kaçınılmaz olarak şu sonuca varırlar: yapılmadan kalması çok daha iyi olacak birçok şey yaptık, ve yapılsa çok daha iyi olacak birçok şeyi yapmadık, ve işte işlerin sarpa sarması bundandır. Ama Komünü kusursuz ve yanılmaz ilan etmek ve her ev yakıldığında ya da bir tutsak kurşuna dizildiğinde bunun, hakedilen bir ceza, tam da yerinde bir olduğunu ilan etmek ne büyük bir eleştirel tutum yoksunluğudur. Bu, Mayıs ayındaki hafta boyunca kurşuna dizilen insanların, ne eksik ne fazla, kesenkes kurşuna dizilmesi gereken kimseler olduğunu, ateşe verilen evlerin, ne eksik ne fazla kesenkes ateşe verilmesi gereken evler olduğunu iddia etmekle aynı şey değil midir? Bu, birinci Fransız Devrimi konusunda şunu söylemekle aynı şey değil midir: Her boynu vurulan hakettiğini buldu, ilkin Robespierre'in boyunlarını vurdurdukları, ardından da Robespierre'in kendisi? Özünde çok iyi huylu kimselerin acımasızca gaddar görünme hevesine kapılmaları işte böyle çocukluklara neden olur." [2*]
Artık tarih kendi yolunda ilerlemeye başlamıştır. Siyasi mültecilik koşullarına deneyimlerden dersler çıkartarak değil, kendiliğindenci tarzda girenlerin, tarihin kendi akışına ayak uydurmaktan başka bir seçenekleri kalmamıştır.
1980'lerin ortalarına gelindiğinde, siyasi mültecilik yaşamının dönüm noktası ortaya çıkmıştır: Yurt-dışında yaşamın sürdürülmesi.
Artık günlük olarak yaşamın sürdürülmesi çabaları ön plana geçerken, devrimci mücadeleye ilişkin tartışmalar azalmaya ve giderek unutulmaya başlamıştır. Bunun yerini, düne ilişkin konuşmalar, nostaljik yaklaşımlar almıştır. O güne kadar yapılmış tartışmalardaki resmiyet ve ciddiyet, bu yeni ortamda "yapay" ve "zorlama" olarak değerlendirilmeye başlanılmış ve alınan kararlar birer espri, şaka konusu haline getirilmiştir. Herhangi bir tartışma toplantısında, ister örgüt içi olsun, isterse örgütler arası olsun, herhangi bir bireyin "keskinliği" ile aynı bireyin günlük yaşamı arasındaki çelişki, giderek insani ilişkilerin yozlaşmasına ve bu ilişkilerin her türlü ciddiyetten uzak olarak alınmasına neden olmuştur.
Böyle bir ortamda, az da olsa devrimci mücadele için birşeyler yapmak isteyenler ya da birşeylerin yapılabileceğini düşünenler, gerek kendi yaşamlarına ilişkin sorunlarla, gerekse karşı karşıya kaldıkları olaylarla giderek umutsuzluğa kapılmışlar ve onlar da aynı sürecin içine girmişlerdir.
1990'lara gelindiğinde, hemen hemen tüm örgütlerde önemli bir erime ortaya çıkmıştır. Eski kadrolar, hemen hemen tümüyle kendi yaşamlarına çekilmiş duruma gelmişlerdir. Artık devrimci faaliyetler, yurt-dışındaki göçmen işçiler arasından çıkmış unsurlar tarafından yürütülür hale gelmiştir. Ülkeden "gelmiş" ve yeni dönemin siyasi mültecileri olan unsurlar, hemen hemen tümüyle kendileri için oluşturdukları yaşamın içine çekilmişlerdir. Daha sonraki yıllarda yeniden devrimci faaliyetler içersinde görülmeye başlayanlar ise, geldikleri günden yeni faaliyet dönemine kadar kendi günlük yaşamları içersinde şu ya da bu biçimde ayakta kalabilmiş unsurlar durumundadır. Tüm diğer siyasi mülteciler gibi, onlarda, kendi geçimlerini temin edecek az ya da çok bir olanağa, barınacak bir eve sahip olarak, tek başlarına yılları geçirmişlerdir.
1980'lerin siyasi mültecilerinin 1980 ortalarından itibaren başlayan dönüşüm sürecinde, kendi örgütsel yapısıyla şu ya da bu düzeyde ilişkisini sürdüren, ama bu ilişkiler içersinde ideolojik ve politik olarak birşeyleri ortaya koyabilen kimi unsurlar ise, az ya da çok sıklıkla yapılan ideolojik-politik tartışmalar içinde yer alarak, kendilerini "unutturmamışlar" dır. Ancak ortaya koydukları şeyler, tümüyle içinde yaşadıkları sürecin kendi üzerlerinde yarattığı değişimle belirlenmiştir. Doğru dürüst yeni bir kitabın bile okunmadığı bir ortamda, sadece Avrupa'nın gösterdiği yüzüyle ideolojik-politik görüşler ortaya koyabilmişlerdir. İlk bakışta "yeni" gibi görülen bu görüşlerin, Marksizm-Leninizmle hiçbir ortak noktaya sahip olmadığı ve böyle bir gereğin de duyulmadığı zaman içersinde açığa çıkmıştır. Bu sürecin en tipik ismi Taner Akçam olmuştur.
Siyasi mülteciler içersinde kendi geçimlerini sağlamada ortaya çıkan farklılıklar, aynı zamanda kişilerin süreçteki yerlerini ve rollerini de belirlemiştir. Ülkeden elde edilmiş kimi olanaklar, dil gibi, eğitim gibi olanaklar, ya da devrimci örgütler içinde belli bir yere ve sana sahip olmak, kimilerinin bulundukları ülkenin siyasi mülteciler için sağlamış olduğu bazı olanakları "iyi" değerlendirmelerini getirmiştir. (Bu olanakların bireysel olarak kullanılmış olması, 1990 sonrasında yaşanan ekonomik ilticacılıkla birlikte önemli ölçüde yitirilmiştir.) Ancak çoğunluk, kendi geçimlerini sağlayabilmek için iş aramak zorunda kalmıştır. Ama yapabilecekleri pek fazla da iş yoktur. Ülkeden çıktıkları koşullarda belirli bir işe sahip olmamış olmaları ya da varolan diplomalarının dil farklılığı yüzünden işe yaramaz oluşu, çoğunluğun geçici ve marjinal işlerde çalışmak zorunda kalmalarını getirmiştir. Böylece bir yandan mevcut düzene karşı oluşlarının ifadesi olan devrimciliğin vermiş olduğu gurur ile yaşamlarını sürdürmek zorunda oldukları siyasi mültecilik kimliği kendi benliklerinde yeni bir çatışma ortaya çıkarmıştır.
Bu çatışmanın tekil düzeyde, birey bazında nasıl ortaya çıktığı, ne zaman başladığı ve nasıl sonlandırıldığı bilinmemekle birlikte, geçen zaman, çoğunluğunu yurtdışında çalışan göçmen işçilerle aynı düzeye getirmiştir. Artık tüm sorunlar birbiriyle keşişmekte ve ilişkiler aynı olmaktadır. Kendine göre "anılarını" yazan birinin ifadesiyle, süreç sonunda, "yurt-dışında yaşayan TC vatandaşı" haline gelinmiştir.
Şüphesiz bu süreç, yurt-dışında bilinmeyen bir süreç değildir. Üstelik üzerinde çok tartışılmış ve tartışılmaya devam eden ve neredeyse en küçük ayrıntısına kadar bilinen bir süreçtir. Biz burada, bu yaşanılan sürecin genel bir değerlendirmesini yapmak, neden ve nasıl ortaya çıktığını irdelemek durumunda değiliz. Bu sürecin ortaya koyduğu kimi gerçekler, bugün yurt-dışındaki devrimci faaliyetleri belirleyen özelliklere sahip olduğu için, bu sürecin genel görünümünü ele aldık. Bu görünümün ortaya koyduğu en önemli gerçek, yaşanılan sürecin devrimciler açısından bilinerek yaşanılmış bir süreç olmadığıdır. Ancak, artık ülkemiz devrim mücadelesinin de, pek çok ülke devrim mücadelelerinin onlarca yıl önce tanıştıkları, yaşadıkları ve dersler çıkardıkları siyasi mültecicilik konusunda deneyimi vardır. Bu nedenle, düne yönelik değerlendirmelerden çok, bu sürecin sona erdirilmesi ve yeni yetişen devrimci kuşağın bundan dersler almasına yönelmek gerekmektedir.
Öncelikle kavranılması gereken, siyasi mülteci olan bireylerin kendi yaşamlarını sürdürmek için çalışmaya yönelmeleri, onların siyasi kimliklerinin aşınmasını sağlayan temel unsur olmadığıdır. Belirleyici olan, doğrudan devrimci mücadelenin somut pratiği içinde olunmamasıdır. Ancak bu somut pratik eksikliği, birebir biçimde sonuç üretmemiştir. Bu eksikliğin sonuca yansıyışı dolaylı bir biçimde gerçekleşmiştir. Bu dolayımlı gerçekleşme, aynı zamanda, sürecin denetlenmesini de engellemiştir.
Dolayımlı gerçekleşmenin en görünen yanı, devrimci mücadelenin uzun süreli durağanlığıdır. 1990'lara kadar ülkedeki devrimci mücadelenin durağan kalması, genel olarak yurt- dışındaki bireyler için, hem bir yakınma konusu, hem de günlük yaşama yönelmek için bir gerekçe olmuştur. Oysa ki, yurt-dışında bulunan bir devrimci birey için, stratejik düzeyde, yani uzun vadede yapılması gereken pekçok devrimci görev mevcuttur. Bu görevlerin pekçoğu, ülkedeki devrimci mücadelenin iniş ve çıkışlarına göre değil, her dönemde yerine getirilmesi gereken ve her dönemde gerek duyulan görevler durumundadır. Bu görevler yapılmadan dururken, ülkedeki devrimci mücadelenin durağanlığı hep ön planda tutulmuştur. Böylece "gün gelince", yani devrimci mücadele yükseldiği zaman yeniden devrimcilik yapacağını söyleyen bireyler ortaya çıkmıştır. Oysa ki, salt bu sözün içeriği bile kişinin devrimci bir niteliğe sahip olmadığını gösterir. Devrimcilik, devrim olduğu zaman yapılan bir iş değil, devrimin olması için yapılan bir faaliyet, bir mücadeledir. Böylesine yalın bir gerçeğin bile anlamını yitirebilmesi, devrimci mücadelenin somut pratiğinden kopuşun dolaylı gerçekliğidir.
Ancak gelişen süreç içersinde, tüm bireyler kendi yaşam süreçlerinin içersine girerek yitirilmemişlerdir. Bunlar içersinde, devrimciliğin ve devrimci mücadelenin, her yerde ve her zaman geçerli kavramlar olduğunu bilerek hareket edenler de vardır. Ama bunların çoğunluğunun bulduğu çıkış noktası, kendi ülkelerindeki devrimci mücadeleden uzaklaşarak, yaşadıkları ülkenin ilerici ya da sol faaliyetleri içersine yönelmek şeklinde olmuştur. Neredeyse ülke devrimi bir yana bırakılarak, yaşadıkları ülkenin ilerici ya da sol faaliyetleri içersinde olmak ve giderek yaşadıkları ülkenin "devrim"i üzerine çıkarsamalar yapmak, bu çıkış noktasındaki bireylerin ortak özelliği olmuştur. Bu durum, kimi zaman "enternasyonalist dayanışma" ya da "enternasyonalist" olma gibi söylemle haklı gösterilmeye çalışılmıştır. Bulundukları ülkedeki sınırlı bir ilerici ya da sol hareketle siyasi mültecilik koşullarında sağlanan tanışıklık, onların kimi toplantılarına katılımla sınırlı bir ilişki olarak sürdürülmesi, bu durumdaki kişilerin kendi yaşamlarını sürdürmek için çalışmaları vb. için bir örtü görevi görmüştür. Elbette ki, bu yönelim kendiliğinden olmamıştır. Bireyin devrimci kimliği karşısında duyduğu gurur ile pekçok bireyin bu kimliği kolayca terkedişleri arasındaki çelişki, onları ne olduğunu tam olarak bilmedikleri bir yöne yöneltmiştir.
Tüm bu olguların gösterdiği gerçek, devrimci mücadelenin somut pratiğinden uzak kalışın getirdiği belirsizliklerin alt edilemediğidir.
Sorunun en can alıcı yanı burada düğümlenmektedir.
En açık biçimiyle ifade edersek, bizim gibi geri-bıraktırılmış ülkelerde devrimci mücadele, ne yalın bir örgütlenme faaliyetidir, ne de salt bir silahlı savaştır. Bu mücadelede, her iki faaliyet iç içe geçmiştir. Teorik olarak evrim ve devrim aşamalarının iç içe geçmesi olarak ifade edilen bu olgu, evrim ve devrim aşamalarına ilişkin görev ve faaliyetlerin, tek bir süreç içinde birlikte yerine getirilmesi demektir. Bir başka deyişle, bizim gibi ülkelerde, evrim aşamasının ve devrim aşamasının görevleri birlikte yürütülmek durumundadır ve dolayısıyla bu iki aşamanın çalışma tarzı iç içe geçmiştir. Dolayısıyla, böyle bir çalışma tarzı içinde bulunmuş ve faaliyet yürütmüş unsurların, bu faaliyetten uzakta ne yapacaklarını, nasıl yapacaklarını kolayca çıkartamamaları kaçınılmaz olmaktadır. Onlar, evrim ve devrim aşamalarının iç içe geçtiği bir ülkedeki devrimci faaliyetin unsurlarıydılar; ancak şu an varoldukları ülkeler ise, evrim ve devrim aşamalarının kesin çizgilerle birbirinden ayrıldığı ülkeler durumundadır. Doğal olarak, bugün bulundukları ülkelerde, herşey evrim aşamasının faaliyetleri olarak vardır ve buna göre biçimlenmiş toplumsal ilişkiler egemendir. Böyle bir ortamda, ülkemizin koşullarındaymış gibi devrimci bir faaliyet beklenilmiş ve yapılmaya çalışılmıştır. Ve elbette bu mümkün olmamıştır. Böyle bir ortamda ister istemez tek çıkış noktası "ülkeye geri dönmek" olarak belirginleşmektedir. Bunun ise, ancak belli bir örgütsel yapı ile olanaklı olacağı açıktır.
Bunların geçersiz kaldığı yerde, kalan tek şey "örgüt yönetmek"tir. Sadece kendisini böyle bir faaliyet içersinde bulunduranlar ya da bulananlar için, yurt-dışındaki yaşam ve zaman belli bir anlama sahip olabilmektedir. Ama bu da, hem sınırlı sayıda kişiyi kapsayacak niteliktedir, hem de siyasi mülteciliğin handikaplarına sıkışmayı getirecektir. 1980 sonrasında yurtdışında pek çok örgütlenmede görülen görev çokluğu ve buna bağlı bürokratik mekanizmalar, hep bu olgunun ürünleri olmuştur.
Sorunun özcesi, evrim ve devrim aşamalarının iç içe geçtiği koşullarda yürütülen bir devrimci mücadelenin, evrim aşaması ile devrim aşamasının kesin çizgilerle ayrıldığı ülkelerin siyasal ve toplumsal yapısı içinde bulunanlarca nasıl yürütülebileceği, daha tam deyişle, o mücadeleye nasıl katkıda bulunabilecekleridir.
Yürütülen mücadelenin uzun bir savaş olduğu, dolayısıyla böyle bir savaşta hemen hergün belirli ilerlemeler kaydedilemeyeceği, bu nedenle kişilerin sürekli bir hareket içinde tutulamayacağı gerçeği de hesaba katılacak olursa, yurt-dışında bulunan devrimcinin nasıl sorunlarla karşı karşıya olduğu kolayca anlaşılabilir. O, kendi yaşamının tek düzeliği karşısında ve bu tek düze yaşamın getirdiği günlük sorunların sıkıcılığı içinde, devrim mücadelesinin gelişiminden başka bir umut göremeyecektir. Devrim mücadelesinin gelişimidir ki, yeni olanaklar, yeni görevler getirebilecektir onun için. O yüzden, günlük olarak devrimci çoşkusunu, moralini yüksek tutabilmek için birşeylere gereksinmesi vardır. Ama içinde yaşadığı ülkelerin siyasal ve toplumsal yapısı da, yaşadığı ilişkilerin düzeyi de buna fazlaca olanak vermeyecektir. O, belki hergün, adına devrimci denilebilecek bir ilişki, bir faaliyet içinde olmak istemektedir. Ancak kendisinin yapabileceklerinin sınırlı olduğunu kabul etmiştir. Böylece yeniden ülkedeki devrimci mücadelenin yükselişine bağlı düşüncesine geri dönecektir. Ve her yeni geri dönüş, ondan yeni birşeyler koparıp alacaktır.
Böyle bir ortamda hemen birşeyler yapılmasını istemek ve beklemek de kaçınılmaz olmaktadır. Engels'in sözleriyle, böyle bir beklenti ve umut, salt bir mültecilik kuruntusu değildir. Bu, devrimci pratik içinden gelenlerin, devrimci pratik içindeymişcesine birşeylerin yapılamayacağı koşullarda, kafalarınına "eylem adamları" olmayı koymuş olanlar için zorunlu bir dogmadır. Böyle bir ortamda kaçınılmaz olarak ortaya çıkan "yaşam belirtilerine hala sahip bütün mültecilerin durumlarını açıklığa kavuşturmalarının zamanının geldiği" şeklinde bir düşünce olmaktadır. Sabırsızlık, kaçınılmaz bir teorik düşünce haline gelmektedir. Ve süreç, tüm siyasi mültecilerin tarihte başına geldiği gibi, dağılmaya doğru ilerlemiştir.
Sorunun çözümü ise, hepsinden çok daha kolaydır.
Öncelikle, kavranılması gereken, yurt-dışında da devrimciliğin tekil olarak olamayacağı, örgütlü olarak yapılmak zorunda olduğudur. İçinde yaşadıkları toplumsal ilişkiler içersinde tekil olarak varoluşları, devrimci mücadelenin örgütlü olarak yürütülen bir mücadele olduğuna ilişkin bilinçlerinin körelmesini getirmektedir. Ve üstelik yurt-dışında yaşayan birey olarak, devrim için yapacaklarının bir kısmının tekil olarak yapılır olma özelliği, bu bilinci daha da köreltebilmektedir. Bu nedenle, bu bilinç, yani örgütlü olma bilinci, birey tarafından sürekli yeniden üretilmek zorunda olunan bir bilinç durumundadır.
Gerek tekil olarak, gerek birden çok kişiyle yerine getirilecek ya da getirilmesi gereken görevlerin, örgütlü bir faaliyetin görevleri olduğu ve ancak örgütlü bir faaliyetle bağlantılı olarak yürütülmesi gerektiği gözönüne alınması gerekmektedir. Bu görevler, devrimci mücadelenin stratejik nitelikteki görevlerinin bir parçasıdır ve öyle de olması gereklidir. İşte bu görevlerin yerine getirilmesi faaliyetidir ki, bireyin bulunduğu yere bağlı olmaksızın kendisine devrimci demekle onur duyacağı bir durumda olmasını sağlar. Bunun dışındaki her şey, geçici olacaktır ve bireyi daha da gerilere savurmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Stratejik nitelikteki bu görevler, "arka cephe" adı verilen, ancak zaman içersinde salt bir parasal kaynak olmaktan öte bir anlamı olmayan, içi boşaltılmış bir faaliyetin görevleri değildir. Bu stratejik nitelikteki görevler, bir örgütsel faaliyetin savaş koşulları içersinde gereksinme duyacağı, ama bu koşullar içersinde kolayca yerine getiremeyeceği görevlerdir.
İşte bu görevleri üstlenen ve yerine getiren bireyler, yurt-dışındaki yaşamın sorunlarını aşabilmek durumunda olacaklardır. Ve sadece bu görev içinde olanlar, her zaman devrim için birşeyleri yaptıklarını ve yapabileceklerini bileceklerdir.
Örgütsel boyuttaki bu stratejik görevler yanında, yurt-dışındaki göçmen işçiler arasında yürütülen faaliyetler de, bu alandaki devrimcilerin yerine getirmeleri gereken diğer görevleri belirlemek durumundadır. Bu ve diğer görevler ve faaliyetler bir bütün olarak ele alındığında, günlük olarak zamanın çoğunun devrimci faaliyet için geçeceğini açıkca gösterecektir. Bütün sorun, geçen zamanın ve mevcut koşulların, bireyleri, böyle bir faaliyeti sürdürmekten alıkoyacak kadar günlük yaşamın içine çekmiş olmasındadır. Bu açıdan ele alındığında, siyasi mülteciliğin getirdiği tüm sorunların aşılabilmesi için gerekli koşullar, yine aynı sorunlar tarafından engellendiği görülecektir.
Bugün yurt-dışında 1980'den sonraki kendiliğindenci bir tarzda yaşanmış siyasi mülteciiliğin getirmiş olduğu sorunlar varlığını sürdürmektedir. Bu sorunların başında, bireylerin örgütsel faaliyetlere karşı duydukları güvensizlik gelmektedir. 1980 sonrasında bilinçsizce ve duygusal olarak sürdürülen faaliyetlerdeki olumsuzluklar ve giderek bu faaliyetlerin yokoluşu, kaçınılmaz olarak bireylerin örgütsel faaliyetlere karşı güvensizliklerini doğurmuş ve beslemiştir. Bunun sonucu olarak, birey olarak kendi başına ve kendi kendine "birşeyler" yapmaya yönelinmiştir. Bu bireysel çabalar, 1990'lara kadar kimi zaman ideolojik-politik konularda araştırma yapmak olmuş; 1990'lardan sonra bulabildikleri ilişkilerle kültürel faaliyetler olmuştur. Tümü, örgütsüz yürütüldüğünden, bireyin kişisel duyguları üzerindeki olumlu etkisiyle sınırlı kalmış ve bu sınırlılıkla belirlenmiş zaman süresiyle sınırlanmıştır. Ve giderek yurt-dışındaki politik faaliyetlerin ve ilişkilerin daralmasına paralel olarak, bu bireysel çabalar da iyice azalmıştır. Artık günlük değil, aylık ya da yıllık olarak yapılabilen faaliyetlerle sınırlı bir yaşam, her yerde egemen olmuştur. Derneklerin birbiri ardına kapanışı bu gelişmenin sonucu olmuştur.
Bireyler için, artık devrimci bir faaliyet yürütüp yürütmemek önemini yitirmiş ve kendilerini birey olarak korumak ön plana geçmiştir. 1984 sonrasında giderek yaygınlaşan bu kavrayış, mevcut siyasi mültecilik ilişkilerindeki bozulma ve yozlaşmayla daha da pekişmiştir. Sınırlı insan ilişkileri ile kendi yaşam alanındaki kitapları, yayınlarıyla kendini korumaya almış birey, 1980 sonrasındaki siyasi mülteciliğin geride bıraktığı en az olumsuzluk barındıran insanı olarak bugüne taşınmıştır. Onlar, mevcut ilişkilerin bitip tükenmez ve çözüldüğü sanılan her seferinde yeniden ortaya çıkan sorunlarıyla uğraşmaktan bezmişlerdir. Bu bezginlik, onları, bilinçlerinin tam tersi bir sürece, yani örgütsüz bir yaşama sürüklemiştir. Örgütlü olduğunu iddia edenlerin hiç birşey yapmadıklarını görerek ve düşünerek, bu yaşamı benimsemişlerdir.
Tüm bunların gösterdiği gerçek, yine aynı olmaktadır: Örgütsüz faaliyet içinde devrimci birey olunamaz ve örgütsel faaliyet, tüm düşünülenlerin tersine, yurt-dışında stratejik niteliktedir.
Ancak herşeye karşın, yani yaşanılan tüm sorunlara karşın ve bunların bir biçim altında da olsa çözülememiş olmasının somutluğunda, siyasi mülteciliğin getirmiş olduğu sonuçlar yurt-dışındaki devrimci faaliyetler üzerinde etkisini sürdürmeye devam etmektedir. Göçmen işçiliğin yaratmış olduğu ekonomik ve toplumsal ilişki alanı üzerinde yükselen bu etki, şu ya da bu biçimiyle yurt-dışında siyasi mülteci durumunda kalan yeni bireyler içinde de varlığını sürdürebilmektedir. Eskilerin yenileri kendilerine benzetmeleri ve benzemeleri için her türlü "yardımı" esirgememeleri, bu etkinin dışa vurumudur. Her koşulda, siyasi mülteciliğin kendisi, tarihsel deneyimlerin ışığında doğru bir biçimde ele alınıp, değerlendirilemediği sürece, aynı süreçler, bireysel ya da grupsal olarak yeniden ve yeniden yaşanılacağı da kesindir.
Dipnotlar
1* F. Engels: Blankici Komün Mültecilerin Programı, Seçme Yapıtlar, C: 2, s: 453-454
2* F. Engels: Blankici Komün Mültecilerin Programı, Seçme Yapıtlar, C: 2, s: 460