KURTULUŞ CEPHESİ - Temmuz-Ağustos 1996
Göçmen İşçiler ve
Yurt-Dışında Devrimci Mücadele
1960'ların başlarından Batı-Avrupa'nın emperyalist-kapitalist ülkelerine yönelik "emek göçü", zaman içinde 3 milyona ulaşan bir Türkiyeli nüfusun ülke dışında yaşamasını getirmiştir. İlk emek-gücünün yöneldiği ülkenin Almanya olmasından dolayı, bu olgu, hemen her zaman "Alamancılık" adı verilen bir oluşum ortaya çıkarmıştır. Batı-Avrupa'nın emperyalist-kapitalist ülkelerine yönelen bu emek göçü, ilk yıllarda, gidenlerin sınıfsal konumlarıyla bütünleşmiş bir yaşam amacını da beraberinde oluşturmuştur. Kısaca, "bir süre çalışarak, bir miktar para biriktirip ülkede iş kurmak" şeklinde tanımlanabilecek bu amaç, aradan geçen tüm zamana karşın, hiçbir biçimde değişmeden kalmıştır. İlk on yılda yalnız başına gelmiş Türkiyeli göçmen işçiler, 1970'lerden itibaren aile haline gelmeleri ve "üçüncü kuşak" adı verilen çocuklarının doğumuna rağmen, her koşulda "para biriktirip geri dönme" amacını terk etmemişlerdir. "Birinci kuşak"tan "ikinci kuşağa" devredilerek günümüze kadar varlığını sürdüren bu "geri dönüş-para" ilişkisiyle belirlenen amaç, Batı-Avrupa'da Türkiyelilerin kendine özgü yaşam tarzını da ortaya çıkarmıştır. Bu öylesine bir yaşam tarzı ortaya çıkarmıştır ki, kendi içinde ekonomik, sosyal ve kültürel alanları kapsayan ilişkilere sahiptir. 1970'lerde devrimci mücadelenin ülke içinde yükselmesine paralel olarak ortaya çıkan politik ilişkiler, bu yaşam tarzına şu ya da bu oranda eklemlenerek, kendine özgü yaşam tarzını kısmen bütünleştirmiştir. İlk yıllarda, ülkedeki devrimci mücadelenin doğal bir uzantısı durumunda olan yurt-dışındaki devrimci politik ilişkiler, 12 Eylül koşullarında kendine özgü yanlarını öne çıkartmaya başlamış ve göçmen işçiliğin oluşturmuş olduğu yaşam tarzına uygun bir biçim kazanmıştır. Hemen tüm devrimci örgütlerin yurt-dışında az ya da çok ilişkilere sahip olduğu gözönüne alındığında, bu değişimin örgütlere şu ya da bu oranda yansıyacağı da açıktır. Öyle ki, kimi zaman bazı örgütlerin tüm yönetim yapısı ve ilişkileri yurt- dışında biçimlenmiş ya da yurt-dışı tarafından belirlenmişir. Kimi örgütler içindeki sorunlar yurt-dışında ortaya çıkmış ve yurt-dışında kendine göre halledilmiştir. Bunun ötesinde, kimi örgütlenmelerde, salt yurt-dışında oluşmuş ve ülkeye "ihraç" edilmişlerdir. Tüm bunların doğal sonucu ise, örgütlenmelerin politik çizgilerinde ve pratik eylemlerinde yurt-dışı ilişkilerinin belirleyici konuma gelmeleri olmuştur.
Genel olarak, devrimci mücadelenin bir "arka cephesi" olarak tanımlanan, bu bağlamda bir çeşit lojistik alan olarak kabul edilen yurt-dışı örgütsel ilişkilerin 1980 sonrasındaki etkilerinin artışı, hemen herkes tarafından açıkca kabul edilecek bir gerçek olmuştur.
Özellikle ülkedeki illegal mücadelenin gereksinmeleri (lojistik olarak), yurt-dışı örgütsel ilişkilerin önemini artırmakla birlikte, aynı zamanda bu ilişkilerin ülkedaki örgütsel faaliyeti belirleyecek bir "araca" sahip olmalarını getirmiştir. Doğrudan örgütsel faaliyeti yürüten kadroların denetimine ve yönetimine olanak sağlayan bu "araç", "arka cephe"nin cephe açısından ne denli önemli olduğunun bilinmesiyle birlikte daha da önemli hale gelmiştir. 1980'li yıllarda ülke dışına çıkmış ya da kaçmış kimi eski devrimci unsurların bu "aracı" ele geçirmeleri, bir çok örgüt içinde büyük ayrılmalar ve bölünmelere neden olmuştur. "Ülkeye dönüş" adı verilen kimi kararların yarattığı bölünmelerden, neden ve nasıl kurulduğu bilinmeyen "ittifak" ilişkilerine kadar bir çok alanda etkisini gösteren bu gelişmeler, bir dizi "yurtdışı sorumlusu" nunun "ülkeden gelenler" tarafından tasfiyesine ya da karşı-tasfiyesine sahne olmuştur. Son yıllara doğru örgütlerin merkezi yönetimlerinin yurt-dışına kayması ya da yurt-dışındaki unsurların yönetimleri oluşturmalarıyla bu türden çatışmalar şimdilik gündemden çıkmışsa da, ortaya çıkardığı sonuçlar daha uzun yıllar etkisini gösterecek niteliktedir.
Bu sonuçların en önemlilerinden birisi, hiç şüphesiz, illegal örgütsel pratiğe sahip olmayan ya da bu pratikte çok az yer almış unsurların yönetimindeki örgütlerin ortaya çıkmasıdır. Yurt-dışının yaşam tarzı tarafından belirlenmiş ve bu yaşam tarzının birer unsuru durumunda bulunan bireylerin yönetimindeki örgütlerin giderek birbirlerine benzemelerini de beraberinde getirmiştir. Son dönemlerde yeniden başlayan "birlik" girişimleri ve oluşumlarının hemen her durumda yurt-dışı kaynaklı olması, bu benzeşmenin somut bir görünümü olmaktadır.
Bu gelişmenin temelinde oligarşinin illegal örgütlerin yönetimlerine yönelik imha operasyonları yatmakla birlikte, örgüt yönetimlerinin uzun süredir yurt-dışında yaşayan bireyler tarafından oluşturulmasının nedeni değildir. Bu dönüşümün nedeni, ne tek tek örgütlerin "beceriksizliği", ne de "yeteneksizliği" olarak açıklanamaz. Örgütsel faaliyetin "arka cephesi"nin giderek "cephe" yi belirlemesinin getirdiği dönüşüm, asıl olarak yurt-dışındaki göçmen işçilerin kendine özgü oluşturdukları yaşam tarzı tarafından belirlenmiştir. Bu yaşam tarzı içinde bulunan bireylerin, kendi öznel istemleri ne olursa olsun, kendiliğinden oluşmuş bilinçleri dönüşümün ana etmeni olmuştur. Örgütlerin kısa vadedeki gereksinmelerini acilen karşılama zorunlulukları, kaçınılmaz bir biçimde bu yaşam tarzının sorgulanmasını ve bunun oluşturduğu bilincin değiştirilmesine yönelik faaliyetlerini bir yana bırakmalarını getirmiştir. Böylece kendine özgü biçimlenmiş bir yaşam tarzının düşünce kalıpları, giderek belirleyici konuma gelmiştir. Bu durumun açık bir biçimde görüldüğü koşullarda ise, pek çok örgütün yapabileceği birşey kalmadığı da açıktır. Çünkü bu durumla karşı karşıya kalan örgütler, ya ülkedeki örgütsel faaliyetin acil gereksinmelerini karşılayamayacaklar ve dolayısıyla bir süre için önemli sorunlarla karşı karşıya kalacaklardı, ya da bu durumu görmezlikten gelerek, kısa vadeli acil gereksinmeleri sağlamak için "yurt-dışının olanaklarını" sorgulamadan kullanmaya devam edeceklerdi. Kaçınılmaz olarak, politik planda yaygınlaşan pragmatizm bu alanda da kendisini göstermiş ve ikinci yol tercih edilmiştir.
Bu dönüşümün, diğer bir sonucu ise, örgütlerin politik-stratejik çizgilerinde meydana getirdiği dönüşümler olmaktadır. Oldukca geniş bir alanı kapsayan bu dönüşüm, bir çok örgütün birbirine benzemesi şeklinde ortaya çıkan gelişmeler üzerindeki etkisi ve yeri başlı başına ele alınıp irdelenmesi gereken bir konu durumundadır. Bu nedenle, bu yazımızda bu konu üzerinde durmayacağız. Ancak şu kadarını belirtelim ki, devrimci örgütler, bu olguyu önemsememekte, hatta kendisini DHKP-C olarak örgütleyen DS olayında olduğu gibi, bir "nitelik"mişcesine sunmaktadırlar. Bu sunuş tarzı, daha ilerde ayrıntılı olarak ele alacağımız gibi, politik planda eklektizmin önünü açmaktadır. İlk bakışta herşeyin "iyisini" almaya yönelik yanıltıcı görünümü ile eklektizmin, "çıkarcı" mantığı ile örgütlerin politik çizgilerini daha büyük belirsizliğe doğru yönelteceği kesindir.
Sol örgütler açısından ortaya koyduğumuz bu gelişme ve dönüşümlerin temelinde yurt-dışında yaşamak durumunda kalan "göçmen işçiler"in oluşturduğu yaşam tarzı yatmaktadır. Devrimci örgütlerin, her durumda yurt-dışında karşı karşıya kaldıkları sorunlar, olaylar, olgular, tek tek ele alındığında bu yaşam tarzıyla nasıl iç içe olduğu açık biçimde görülmektedir. Örgütlerin değişik zamanlarda yaptıkları açıklamalara bakıldığında bu gerçeğin kendileri tarafından da bilindiği görülmektedir. Ancak bunlar, o gün için ortaya çıkmış tekil olayların çözümlenmesi içisindan ele alındığından, süreci değiştirici hiçbir role sahip olmamıştır. Olması da olanaklı değildir. Çünkü sorunların temelinde yatan yurt-dışındaki "göçmen işçiler"in oluşturdukları kendine özgü ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkilerdir ve bu ilişkiler dönüştürülemediği sürece, sorunlar varlığını sürdürecektir. Sol örgütlerin bu gerçeklerin içinde faaliyet yürütmek zorunda kalmalarının nedeni de aynıdır. Yurt-dışındaki örgütsel sorunların ve örgütsel yapılar üzerindeki olumsuz etkilerinin ortadan kaldırılması için bu ilişkilere karşı durulması zorunludur. Ancak bu karşı duruş, kısa vadede sonuçlar ortaya çıkartmayacağı için, örgütlerin kısa vadede bir dizi sorunla yüz yüze kalmalarını kaçınılmaz kılacaktır. İşte ülkedeki örgütsel faaliyetin kısa vadeli acil gereksinmelerinin karşılanması zorunluluğu ile yurt-dışındaki ilişkilerin artan etkinliği, kendi içinde de aynı sorunu yaratarak kalıcılaşmaktadır.
Yurt-dışındaki "göçmen işçiler" hakkında az çok bilgisi olan herkesin bildiği gibi, "para" ve "para biriktirme" temel olgu durumundadır. Emperyalist-kapitalist bir ülkede, para ilişkileri, herşeyin, her türlü insani ilişkinin bile eş değeri durumundadır. Bu ilişkiler içersinde yaşayan her birey, kaçınılmaz olarak bu ilişkiye tabi olmak durumundadır. Bu ilişkiye tabi olmamak, doğrudan emperyalist-kapitalist sistemin karşısında olmak anlamına geldiğinden, komünist olmak ve komünist gibi yaşamak tek seçenek durumundadır. Ancak "göçmen işçiler" açısından sorun, sadece kapitalist sistemin ilişkilerine tabi olmak ya da ona karşı mücadele etmekle sınırlı değildir. Onlar, ülkelerinden çıkışlarında belirledikleri "para biriktirip ülkeye dönme" amacıyla da belirlenmişlerdir. Doğal olarak, kapitalist ilişkiler içersindeki para ilişkileri, onlar için bir "avantaj" olarak karşılarına çıkmaktadır. Yapılan her işin, hizmetin ve hatta yardımın bile para ile ölçüldüğü, alınıp-satıldığı bir toplumsal ilişki içindeki "göçmen işçiler", bundan "para biriktirmek" için yararlanırken, aynı zamanda bu ilişkiler içersinde kendileri için hiçbir hizmet ya da yardım talebinde de bulunmamaktadırlar. Aksi halde, bu yoldan elde ettikleri parayı, aynı biçimde harcamak zorunda kalacaklardır. Böylece sadece "para biriktiren", ama "para harcamayan", yani tüketmeyen bir topluluk ortaya çıkmıştır. Kendi günlük gereksinmeleri için, daha tam deyişle, kapitalist üretim sürecinde tükettiği emek-gücünü yeniden üretebilmek için gerekli gereksinmeleri için bile "para" harcamaktan kaçınan, dolayısıyla en sağlıksız koşullarda yaşayan nüfus, para karşısındaki konumu açısından proleter olma özelliklerine sahip değildir. Diğer yandan, çalıştığı ülkenin parasının kendi parasından yüksek değere sahip olması, kendilerine ülkelerinde bir üstünlük sağlamaktadır. Bu durum, burjuva sosyologlarının "sosyal statü farkı" olarak tanımladıkları sınıf farklarının getirdiği ezilmişliğe, horlanmışlığa karşı bireysel bir üstünlük olarak ortaya çıkmaktadır. Böylece, kendi ülkesinde, kendi sınıfsal konumundan farklı bir yaşamı, kısa süreli de olsa, sürdürebilen ya da sürdürebildiğini gören bir nüfus ortaya çıkmıştır. Bir başka deyişle, "Alamanya çöpçüleri", ülkelerinde farklı bir toplumsal yaşam görüntüsü içinde bulunabilmektedirler.
Bu olgular, yurt-dışındaki ilişkilerin dış yapısını oluşturmaktadır. Ancak devrimci faaliyetler açısından belirleyici olan, bu dış yapının içersinde yer alan ve yurt-dışındaki nüfusun günlük yaşamlarını belirleyen ve günlük yaşamları tarafından yeniden üretilen ilişkiler olmaktadır.
Yurt-dışındaki Türkiyelilerin günlük yaşamları, tümüyle ülkeye yönelik ve ülke somutunda ortaya çıkan ilişkilerinin yaratılmasına yönelik olmaktadır. Yani günlük ilişkiler, "para biriktirme"ye yönelik ilişkiler olarak var olmaktatır. Temelinde "tüketmeme"nin yattığı "para biriktirme" eylemi, aynı zamanda, para kazanmanın ya da sağlamanın her yolunun kullanıldığı, kullanılmak istendiği ya da hayalinin kurulduğu bir ilişki ve bilinç ortaya çıkarmaktadır. Bu ilişki ve bilincin en temel özelliği, "para biriktirme" amacının hiçbir zamanla sınırlandırılmamış olmasıdır. Bu zamanla sınırlandırılmamış yaşam tarzı, bir yandan belirsiz bir tarihte "geri dönüş" söylemini var ederken, diğer yandan çalışma süresinin sınırsızlığı olarak belirginleşmektedir. Türkiyelilerin günlük çalışma süresiyle ilgilenmemeleri, daha çok saat ücretiyle ilgilenmeleri, zaman kavramını dışlamalarının bir ifadesidir.
Zaman kavramının dışlanmışlığı, "para biriktirme"nin sınırsızlığıyla tamamlanmaktadır. "Geri dönüş" için gerekli koşul olarak kabul edilen "bir miktar para", her durumda zaman kavramının dışlanmasını getiren bir belirsizlik içindedir. Böylece zaman kavramıyla doğrudan bağlantısı olmayan ve zaman kavramını para ilişkilerinin dışında kullanmayan bir toplumsal ilişki, egemen ilişki durumunda bulunmaktadır. Fabrikalarda çalışan işçilerin içinde bulundukları "vardiya"lar, zaman kavramını önemli ölçüdü dışlasa da, belirli saatlerde çalışıyor olmaları bunu belirli oranda etkisizleştirmektedir. Ancak fabrikalarda çalışmak durumunda olanların azınlıkta oluşu toplumsal ilişkide belirleyici olmasını engellemektedir. Belirleyici olan, günlük çalışma süresinin sınırsızmışcasına kullanıldığı işlerdir. Bu nedenle, yurt-dışındaki toplumsal ilişkileri belirleyen hizmetler sektöründeki çalışmalar olmaktadır. Bunlar arasında "temizlik işleri" birinci sırıda yer alırken, inşaat işleri, meyva-sebze toplama işleri ikinci ve üçüncü sırada gelmektedir. Göçmen işçilerin kendilerine özgü yiyecek ve içeceklerinin ticaretine yönelik olarak açılan bakkallar ve yiyecek satış yerleri (imbis), 1990 sonrasındaki gelişmeyle toplumsal ilişkiler alanında etkili olmaya başlaması da diğer bir olgudur. Ekonomik söylemde "küçük işyerleri" olarak tanımlanan, ancak yurt-dışı ilişkileri içersinde farklı bir statü ve farklı bir "para kazanma aracı" olarak kabul edilen bakkallık, belirli bir meslek kolu oluşturmak durumunda değildir. Genellikle emek-gücünü satarak biriktirilmiş paranın, kısa vadede daha da artırılmasının bir aracı olarak görülen bakkallık bir meslek olmaktan çok, doğrudan alım-satım konusu olan bir meta durumundadır. Hemen her Türkiyelinin fırsat bulduğunda yapmak istediği bir iş olarak bakkallık, ticari bir meta haline dönüşmüş olması nedeniyle, aynı zamanda yurt-dışındaki toplumsal ilişkilerin bilinçlerindeki çarpıklığın da bir dışa vurumudur. (Bilindiği gibi, bakkallık, yiyecek vb. metaların satıldığı bir işyeri durumundadır. Yurt-dışında ise, bakkallık, kendisi alınıp satılan bir metadır. Genel kavrayış, birkaç yıllığına bir bakkal satın alarak, birikmiş olan paranın "faiz"den daha fazla getiri sağlamasını temin etmektir. Bu nedenle, bakkal dükkanı alınmakta ve bir süre işletilip satılmaktadır. Dolayısıyla, tüm yapılan, iyi çalışan bir bakkal dükkanını "ucuza" almak ve bir süre işletip "pahalıya" satmaktır. İşletildiği sürede satıştan elde edilen gelir de, kendileri için "ek bir kazanç" olarak kabul edilmektedir. Öyle ki, günde sekiz saat temizlik işine giden bir kadının -vergi dışı olarak- aldığı ücret ile on-oniki saat bakkal dükkanında durması sırasında kazanılan kâr eşleştirilmektedir. Aynı durum, İmbis adı verilen küçük yemek dükkanlarında daha da büyük bir farklılık yaratmaktadır. Bu yemekhanelerde oniki-onüç saatlik bir çalışma süresi doğal kabul edilmektedir.)
Ekonomik ilişkiler alanındaki bu çarpıklıklar bireylerin bilincinde zamana bağlı olmayan bir yaşam kavrayışı oluşturmaktadır. Türkiyeliler için tek zaman, yaşadıkları ülkenin izin günleriyle belirlenmektedir. Dolayısıyla, bir günün 24 saat olmasından çok, yılda bir yapılan izine bağlı bir zaman kullanılmaktadır. Bu nedenle, yurt-dışında geçen zamanın ölçüsü olmadığından, toplumsal ilişkilerde de zaman ölçüsü olmamaktadır. Bunun tipik görünümü ise, birbirine çok yakın mesafede oturan akrabaların birbirlerini üç-beş yılda bir görmeleri ve aramaları olmaktadır. Ancak bu gerçek zaman ölçütlerinin dışında yaşanması genel bir durum olduğundan, hiç kimse bundan doğrudan şikayet etmemektedir. Ayrıca her gidiş-gelişin, ya da "misafirliğin" belirli bir "parasal" karşılığı olduğu için, uzun yıllar birbirini aramama, karşılıklı olarak bir "birikim" sağlamaktadır.
İşte bu ilişkiler içersinde, bir yıl, bir gün kadar kısa bir zaman kesiti olarak algılanmaktadır. Bu zaman kavramındaki çarpıklık, kaçınılmaz olarak devrimci ilişkiler alanında da varlığını sürdürmektedir. Yılda bir ya da iki kez yapılan "gece", yahut bir yürüyüş (son yıllarda sadece 1 Mayıs) ve gelen dergiler tüm devrimci faaliyet olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda, yurt-dışında "on yıldır devrimcilik yapan" ya da "on yıldır örgüt üyesi olan" bireyin tüm faaliyet süresinde yaptıkları, ülke somutundaki birkaç ayla, hatta haftayla tanımlanabilecek bir sürede yapılanlara ancak denk gelmektedir. Aynı şekilde, herhangi bir biçimde (tabi yurt-dışında yapılanlarla sınırlı) devrimci bir faaliyet içinde birkaç yıl (bazen üç-beş yıl) bulunmayan, ancak yine de "devrimci" ya da "şu örgütten" bireylerin varlığının doğal karşılanmasının nedeni de, zaman kavramındaki çarpıklık olmaktadır.
Bu gerçeklerin, devrimci örgütler açısından sonuçları ise, yurt-dışı ilişkilerinin, en küçük ve basit bir işi bile yıllarca yapamamaları ve yapmamalarından hiçbir sorumluluk taşımamalarıdır. Sonuç olarak, tüm faaliyetler birkaç kişinin faaliyeti olarak kalmaktadır. Genellikle ülkeden yeni gelmiş unsurlar olarak ortaya çıkan bu birkaç kişinin faaliyeti, adına örgütsel ya da devrimci denilebilecek tek faaliyet olarak ortaya çıkmaktadır. (Tabi bunlar da zaman içersinde kendi bireysel sınırlarına dayanmakta ve giderek içinde hareket ettikleri ilişkilere tabi olmaktadırlar.) Yurt-dışında yaşamlarını sürdürenler arasından çıkan devrimci unsurlar ise, bir yandan içinde yaşadıkları toplumsal ilişkilerin yaratmış olduğu kavram ve bilinç çarpıklıklarını yenmek; diğer yandan bu toplumsal ilişkilerin dayattığı zorlamaları alt etmek durumunda kalmaktadırlar. Yenmek zorunda oldukları toplumsal ilişkiler, aile ilişkilerinden bireysel ilişkilere kadar her alanda karşılarına çıkan "para" ilişkilerinin sonuçları olmaktadır. Yenmek zorunda oldukları kavram ve bilinç çarpıklıkları ise, varolan toplumsal ilişkilerde sürekli üretilen çarpıklıklar durumundadır. Bunun dışında, adına ilerici, demokrat ya da devrimci denilebilecek bir toplumsal ilişki alanı olmadığından, süreç kaçınılmaz bir biçimde "yenilgi" ile sonuçlanmaktadır.
Kendi varoluş koşulları tarafından biçimlendirilmiş ve ülkelerindeki eski sınıfsal konumlarıyla belirlenmiş "göçmen işçiler"in bir çeşit "getto" yaşam tarzının tek tek olguları ele alındığında, burada ortaya koyduğumuz manzaranın çok daha büyük çelişkiler taşıdığını görmek olanaklıdır. Devrimci faaliyetin (hatta sıradan bir politik faaliyetin bile) tümüyle bireylerin "para biriktirme" amacıyla "çalışmaları"na ve bu çalışmanın "süresine" tabi kılındığı bir toplumsal ilişki alanında örgütlenen bir "arka cephe" ilişkisinin, ülkedeki devrimci mücadeleye kısa vadede bazı olanaklar sağlasa bile, süreç olarak ve süreklilik olarak verebilceği pek fazla birşey olmadığı da açıktır. Devrimci mücadelenin geliştiği ve yaygınlaştığı koşullarda, tüm lojistik gereksinmeleri yurt-dışı temelinde planlayan ya da tasarlayan bir örgütsel faaliyetin, bu koşulları değiştirmediği sürece, pek çok kayıplara neden olacağı açıktır. Bu durum, aklı başında her örgüt yöneticisi tarafından görüldüğü de kesin gibidir. Genel düşünce, ülkedeki devrimci mücadelenin gelişmesiyle pekçok olanağın ülkede sağlanabilceği şeklindedir. Hatta ülkede gelişen mücadelenin yurt-dışındaki bu çarpık ilişkileri de değiştireceği varsayılmaktadır. Açık bir kendiliğindencilik olan bu yaklaşım, kaçınılmaz olarak, yurt-dışında mevcut olan çarpıklıklara karşı mücadele etmekten uzak durmak durumundadır. "O güne kadar" bu ilişkilerin "birşeyler" yapması yeterli görülmektedir. Oysa ülkedeki gelişmeler ile yurt-dışındaki günlük yaşam birbirinden farklı niteliktedir. "O gün geldiğinde" bu gerçekler açık biçim almaktadır. Bu yanılsamanın üretildiği yer de, yine yurt-dışıdır. "O günleri" beklediklerini söyleyenler ile "o günlere varmak için" oturup bekleyen aynı insandır. Böylece yıllar üzerine birşeyler inşa edilecek bir temel kurulmadan geçirilmektedir.
Yurt-dışında ortaya çıkan "zamana bağlı olamayan yaşam tarzı"nın ortaya çıkardığı bir diğer sonuç da, yaşanılan sürecin tahlil edilememesi ve bu süreçten belli dersler ortaya konulamamasıdır. Doğal olarak, her yeni gelen birey, eskilerin yaşadığı süreci yeniden ve kendi başına yaşamak durumunda kalmaktadır. Bu da, yurt-dışındaki toplumsal ilişkilerde görülen "gurbetçi dayanışması"ndaki çarpıklıkları ortaya koymaktadır. Eskilerin yenilere yol gösterebilecek, kendilerinin içine düştükleri zorluklara karşı çıkış yolları gösterebilecek nesnel bilgiye sahip olmamaları, kaçınılmaz olarak yenilerin eskilere benzemeleri ya da benzetilmeleri şeklinde bir sonuç ortaya çıkarmaktadır.
Bu olgunun yurt-dışındaki devrimci ilişkilerdeki yansısı, herkesin kendi başının çaresine bakması şeklinde ortaya çıkmaktadır. 1980 sonrasında yurt-dışına çıkmış olan eski devrimci unsurların, zaman içersinde, yurtdışındaki "göçmen işçi" yaşam tarzına eklemlenmesi ve buna paralel olarak erimesi, tanımlanması oldukça güç olan farklı bir "devrimci" tipinin ortaya çıkmasını getirmiştir. Günlük yaşamın içine sıkışmış ve çıkış noktası bulamayan bu "devrimci" tipi, yukarda ortaya koyduğumuz gibi, örgütlerin faaliyetlerinde durağanlığın, tutuculuğun, sekterliğin temsilcileri durumundadır. Oblomovculuk, bu "devrimci" tipin karakteri durumundadır. Doğal olarak, devrimci görevler, günlük yaşamın tek düzeliği içinde bir yana itilebilmektedir.
Burada diğer önemli bir olgu da, eskilerin yenileri kendilerine benzetmeleri ve benzemeleri için her türlü "yardımı" esirgememeleridir. Pratikte devrimci mücadele için birşeylerin "hemen" yapılması yönündeki isteklerin engellenmesi olarak ortaya çıkan bu olgu, bu yönde faaliyet yürütmek isteyen bireylerin önüne yapay engeller çıkartılmasıyla birlikte ortaya çıkmaktadır. Dil sorunundan, parasal soruna kadar her türlü sorun, devrimci mücadelede etkin olmak isteyen bireylerin önüne engel olarak çıkartılmaktadır. Günlük yaşamın dar sınırları içinde yaşamanın getirmiş olduğu Oblomovculuk, bu engellerin maddi temellerini gizlemekte ve bireylerin politik bilinçlerinin "az gelişmişliği"yle açıklanmaya çalışılmaktadır. Böylece sorunlar, yurt-dışındaki toplumsal ilişkilerin dönüştürülmesiyle çözümlenebilir sorunlar olmasına rağmen, bireylerin "tutarsızlığı"na dayandırılarak bireylerin niteliklerinin yükseltilmesiyle çözümlenebilecek sorunlar olarak algılanmaktadır.
Bütün bunlar, Marksizm-Leninizmin en temel belirlemesi olan, "insanın bilincini maddi varlık koşulları belirler" belirlemesinin bu tür olguların ortaya çıkmasının doğal bir açıklaması olarak kavranılmasını da getirmiştir. Oysa ki, devrimci olmak ile belli bir sınıftan olmak arasında bire bir ilişki yoktur. Devrimci olmak, yani Marksist-Leninist olmak, mutlak olarak proleter olmakla özdeş değildir. Sınıfsal kökeni ne olursa olsun, tek tek bireyler dünyanın materyalist kavranışına sahip olabilir ve bunun bilinci ile dünyayı değiştirme eylemine katılabilir. Burada önemli olanın devrimci bilinç olduğu dışlandığı oranda, maddi varlık koşulları karşısında boyun eğici olunması haklı ve mazur gösterilebilmektedir.
Elbetti maddi varlık koşulları insanların bilinçlerini belirlemek durumundadır ve kendi maddi varlık koşullarını esas alan bir bilinç ortaya çıkacaktır. Ama devrimci bilinç, bu maddi varlık koşullarının bilincine sahip olarak, bu maddi varlık koşullarını değiştirmeye yönelik bir bilinçtir. Söz konusu olan birey, kendisini "devrimci" olarak tanımlayan birey olduğu düşünülecek olursa, yurt-dışındaki toplumsal yaşam ilişkilerinin içine girmesi ve bu ilişkilerin yarattığı değerleri benimsemesi, bilincin geriye dönüşü anlamına geleceği açıktır. Ve doğal olarak, toplumsal yaşamın dış koşullarında meydana gelen değişim, zaman içersinde bireylerin düşüncelerini, alışkanlıklarını, geleneklerini ve dünya görüşlerini de değiştirecektir. Burada söz konusu olan, toplumsal ilişkilerin sorgulanmaksızın ve varlığı esas alınarak benimsenmesi ve sürdürülmesidir. Kendisini "devrimci" olarak tanımlayan bir birey için ölümcül bir dönüşüm anlamına gelen bu yönelim, yurt-dışındaki devrimci örgütsel faaliyetlerin en olumsuz yanını oluşturmaktadır.
Yurt-dışında "göçmen işçilik"ten kaynaklanan toplumsal ilişkilerin, geçici bir süre için bile olsa, benimsenmesi ve bu ilişkilerin zorunlu kıldığı hareket ve yaşam tarzının kabul edilmesi, soldaki durağanlığın sürmesini getirmektedir. Bu toplumsal ilişkilerin bizatihi kendisinin "geçici bir süre" yurt-dışında yaşamak durumunda olduklarını kabul eden bireylerin kalıcılaşmasıyla ortaya çıktığını kavramamak, böyle bir geri dönüşün, devrimci niteliğin yitirilmesinin nedeni olmaktadır.
Benzer durum yurt-dışında bulunan bireylerin devrimcileşmesinde de ortaya çıkmaktadır. Tüm geri ve çarpık toplumsal ilişkilere rağmen devrimci olmaya yönelen bireyler, aynı toplumsal ilişkileri dönüştürmedikleri ya da terk etmedikleri sürece, bir süre sonra geriye dönmekte ve içinden çıktıkları toplumsal ilişkilere tabi olmaktadırlar. Neredeyse tüm devrimci bireyler, yurt-dışında benzer kavrayışlarla benzer bir süreç yaşamaktadırlar. Bu nedenle, herhangi bir bireyin yaşam süreci, bir başka bireyin yaşayacağı sürecin aynısı olmaktadır. Sonuç, belirli sürelerle sınırlandırılmış devrimcilerin birbiri ardına gelmeleri ve gitmeleri olmaktadır. Yurt-dışındaki devrimci ilişkilerin sürekli aynı düzeyde ve aynı sayıda (yer yer azalarak) süregitmesi bu şekilde ortaya çıkmaktadır.
Hemen her devrimcinin az ya da çok bildiği bir gerçek, devrimci mücadelede sürekli ve kalıcı olmanın gerekli olduğudur. Bu süreklilik ve kalıcılık, aynı zamanda devrimcinin, mevcut düzenle her türlü bağını koparmaya yönelmesi olarak ilerleyen bir süreç durumundadır. Lenin'in deyişiyle, "az çok birşeyler vaad eden bir işçinin fabrikada 8<-i>10 saat çalışmasına izin verilmemesi", devrimci faaliyetin yaşamın her anını kapsayan bir boyuta ulaştırılması açısından bir zorunluluk olduğu açıktır. Devrimci mücadele için, bireyin, daha fazla zamanını ve giderek tüm zamanını verecek duruma getirilmesi ve gelmesi, devrimci birey için bir hedef durumundadır. Ancak yurt-dışında bireylerin, gerek aile ilişkileri, gerekse toplumsal ilişkileri, mümkün olan en az zamanın devrimci mücadeleye ayrılmasını getirmektedir. Kimi durumda bu "azlık", "geçimini temin etmek" için çalışmak olarak, kimi durumda "dil" ya da "meslek" öğrenmek için "okula gitmek" gibi nedenlerle haklı ve mazur gösterilmeye çalışılmaktadır. Sonuç, devrimci faaliyetlere fazla bir zamanın kalmamasıdır!
Böyle bir sonuç, doğal ve kaçınılmaz olarak, bireyleri devrimci ilişkilerin dışında kalmaya, politik ilişkilerden kopmaya yöneltmektedir. Bu da, ilkin politik bir dil ve terminolojinin yitirilmesine ve giderek de politik kavrayışın ortadan kalkmasına (en azından çarpılmasına) neden olmaktadır. Sınırlı sayıdaki insan ilişkileri ile hafta sonlarında bir araya gelmek ve bu ilişkilerin kendi günlük sorunlarından arta kalan zamanlarında politik konuşmalar yapmak, bu durumdaki bireylerin alışılagelen yaşam biçimleri olmaktadır. Ama buradaki en olumsuz yan, bu tür ilişkilerin genel bir niteliğe sahip olması ve dolayısıyla bu tür ilişkiler içinde bulunan bireylerin bundan rahatsızlık duymamalarıdır. Ayda yılda bir yapılan bir "gece"ye gitmek, birkaç ayda bir politik bir toplantıya katılmak, dergi almak ve ülkedeki önemli siyasal olayları hafta sonlarındaki "misafirlikler"de konuşmak, bireyler için yeterli görünmektedir. Kendisine devrimciyim diyen her kişinin benzer bir ilişki içinde bulunması ve yaşaması nedeniyle, hiç kimse bundan rahatsızlık duymamaktadır. Bu, hiç kimsenin rahatsızlık duymadığı anlamına gelmemektedir elbette. Ancak bu rahatsızlığı duyanlar, kaçınılmaz bir biçimde bu ilişkilerden dışlanmaktadır. Bu ilişkilerden dışlanmış bir birey için yapabileceği fazlaca birşey de yoktur. Bu dışlama, bireyi kendi başına kalmaya ve yaşamaya itelemektedir. Bu durumdaki birey, gerek kendisinin günlük yaşamına ilişkin sorunlarının çözümüne yardımcı olmak durumundaki ilişkileri yitirmekte, gerekse ayda bir de olsa politik sohbetten, konuşmadan uzak kalmak durumundadır. Adına ilerici, demokrat ya da devrimci denilebilecek toplumsal ve siyasal ilişkilerin oluşmadığı ve oluşturulamadığı bir yerde, bireylerin böylesine bir dışlanmışlık içinde uzun süre direnebilmeleri de olanaksız olmaktadır. Ve sonuç, yeniden aynı ilişkilerin içine girmektir. Böyle olunca ve böyle olduğundan, yurt-dışındaki bireyler şunu düşünmek zorunda kalmaktadırlar: Madem tekrar aynı ilişkilerin içine girmek zorunda kalacağım, neden bugün dışında yaşamanın getirdiği zorluklara katlanayım!
Diyebiliriz ki, yurt-dışındaki "göçmen işçiler"in yaratmış olduğu toplumsal ilişkiler, devrimci unsurlar için, yurt-dışını, "otomobil mezarlığı" gibi bir "mezarlığa" dönüştürmüştür. Bu "mezarlık"taki bireylerin ayağa kalkma zamanı gelmiş ve geçmiştir. Artık yapılması gereken, buralara gitmek zorunda kalacak olan bireyleri, devrimci ilişkiler yaratmaya ve bu ilişkiler içinde faaliyet yürütmeye yöneltmektir. "Üçüncü kuşak" vb. teorileri yaparak yitirilmiş onca yıldan sonra, tüm devrimci örgütler ve bireyler, mevcut toplumsal ilişkilerin niteliğini bilerek ve kavrayarak, salt devrimci kadrolar için değil, devrimci bir faaliyet ve ilişki içinde olmak isteyen herkes için, adına ilerici, demokrat ya da devrimci demeye layık bir toplumsal ilişki yaratmak ve varetmek için çalışmaları şarttır. Bu yapılamadığı sürece, yurt-dışı, ne devrimci mücadelenin gerektirdiği bir arka-cephe olabilecektir, ne de devrimcilerin teker teker yitirilmesini engelleyebilecektir. Bireylerin kendi nitelikleriyle bu süreçten çıkabileceklerini varsaymanın, onların yitirilmesine göz yummak anlamına geleceği de unutulmamalıdır.