KURTULUŞ CEPHESİ -Mart-Nisan 1995
Kitle Pasifikasyonunda Bir Adım:
Gazi Mahallesi Katliamı
12 Mart Pazar akşamı İstanbul Gaziosmanpaşa' da Gazi Mahallesi'ndeki kahvehanelerin taranmasıyla başlayan olaylarda 34 kişinin yaşamını yitirmesi, ülkemizin son yıllarının en önemli olayı olarak ortaya çıkmıştır.
Olay sonrasında çeşitli kesimlerin tutumları, olayı değerlendirişleri ise, tümüyle olayın yayılmasını engellemeye ve hedef saptırmaya dayandırıldığı açık biçimde görülmüştür. Öyle ki, olayların neredeyse dakika dakika gelişimi ele alınarak bir dizi senaryolar üretilmiştir. Bu senaryoların içine, başta Yunanistan olmak üzere pek çok ülke, gizli istihbarat elemanları sokulmuş ve olayların gerçekliği bulandırılmaya çalışılmıştır.
Tabi bu çabalara, bir de Alevi kitlesi üzerinden kendilerine birşeyler sağlamaya çabalayan Alevicilik oyuncularının acemi politikacılıkları eklenmiştir. Bu çevrelerden kimileri (İzzettin Doğan gibi) olaylarda yaşamlarını yitirenlerin üstüne basarak, devlete "sünni-alevi çatışmasının yayılmasını istemiyorsanız, bize Diyanet İşleri bütçesinin üçte biri olan dört trilyon lirayı verin" diyebilecek kadar ileri gitmiştir. Ama bundan da önemlisi, Alevi kitlesini devrimci kitleden ve devrimci örgütlerden ayırmaya yönelinmesi ve bu ayırmayı devletle pazarlıkta bir koz olarak kullanma çabalarıdır.
Ancak Alevicilik yapan bu kesimlerin bu tutumlarındaki acemilik kimsenin dikkatinden kaçmayacak kadar belirgin olmuştur. Politikayı, özellikle düzen içi politikaları hiç bilmeden bu yapılanlar, tümüyle elindeki güçleri karşı tarafa vermekten başka bir anlamı da yoktur. Alevicilik yapan kesimlerin, Alevilik temelinde kitleleri bölmesi ve devrimci örgütlerden uzak tutmaya yönelmesinin arkasında yatan devletle pazarlıkta bir koz sahibi olma isteminde görüleceği gibi, Nasrettin Hoca örneği, "kendi bindikleri dalı kesmek"ten başka bir sonucu olmamaktadır. Çünkü devlet, Alevi kitlesinin, salt dinsel temelde ayrışmasının bizzat bir tarafıdır ve bunun devletle yapılacak pazarlıkta hiçbir gücü yoktur. Tam tersine, bu koz, bizzat devletin Alevicilk yapan kesimlere karşı kullandığı kozdur: Eğer devrimcilerle birlikte olursanız, sizleri katlederiz.
İşte böyle bir ilişkiler içinde, 34 insanın yaşamını yitirdiği bir kitle hareketi, ülkemizde günlerce ele alınmış ve konuşulmuştur. Ancak bir yanda devlet (ve her zaman olduğu gibi yanında "medya"sıyla), öte yanda Alevicilik yapma peşindekiler olmak üzere, iki yanlı çabalarla, olayların üzeri kapatılmaya çalışılmaktadır.
Herşeyden önce, olayların başlangıcında Gazi Mahallesi'ndeki kahvelerin taranması bulunmaktadır.
Bugüne kadar açık bir biçimde kimler tarafından yapıldığı ortaya çıkartılmamış olmasına rağmen (ya da "medya"nın çok sevdiği ifadeyle "hiçbir örgüt üstlenmemesine" rağmen) olayın şeriatçı güçler tarafından yapıldığı açıktır. 1993 Sivas Katliamı'nı "Yaşasın Şanlı Sivas Kıyamımız" diyerek karşılayan ve "iki, üç daha fazla Sivas" diye slogan atan bu kesimlerin bu tür silahlı eylemlerle kendini geliştirmek ve etkinliğini artırmak istediği açıktır. Gerek yapılış tarzı, gerekse yöneldiği hedefler açısından, ülkemizdeki ilerici, demokrat ve devrimci kesimlerin hiç yabancı olmadıkları bir eylem olduğu ve bunu 1980 öncesinde faşist milislerce yapılan eylemlerle aynı olduğu ortadadır. İşte, ilk dikkat edilmesi gereken nokta, bu benzerlik ile faşist milis hareketin oligarşi ile olan ilişkisini dikkate almadan belirlemeler yapmamaktır.
Bilineceği gibi, faşist milis hareket, uzun yıllar, oligarşinin devrimci mücadeleye karşı kullandığı bir güçtür. MHP'nin örgütlediği ve yönettiği bu faşist milis güç, bir yandan kitleleri faşist propaganda ile kendine çekmeye çalışırken, öte yandan giriştiği kitle katliamları ile kitlelerin pasifize edilmesinde etkin bir unsur olmuştur. Öte yandan, faşist milis saldırılar, devrimci mücadeleyi kendi rotasından saptırıcı amaçlara da sahip olmuş ve 12 Eylül öncesinde oldukça da etkili olmuştur.
12 Eylül sonrasında faşist hareketin kendi içinde ortaya çıkan dağıtılmışlığı, son dönemde toparlanmayla giderildiği ve Türkeş'in MHP'sinin yeniden tüm faşist milisleri denetime aldığı bilinmektedir. BBP etrafında toplanan ve içlerinde Maraş katliamının elebaşlarından Ökkeş Kenger'in bulunduğu kesim ise, bu gelişme karşısında dinsel söylemi öne çıkararak kendilerini yok olmaktan kurtarmaya çalışmaktadırlar.
Ama tüm bunların içinde gözle görülmeyen en önemli gelişme, şeriatçı kesimde başlayan silahlı örgütlenmelerin eski faşistlerin bir bölümünü kendine çekmiş olmasıdır. (Ancak aynı kesimler, 12 Eylül döneminin getirdiği bir olgu olarak, bazı eski sol unsurları da kendi saflarına çekmişlerdir. Bu kesimlerin yayınlarında görülen sol söylemin uygulayıcıları da bu eski sol unsurlardır.)
İşte bu şeriatçı kesimler, bir yandan "laik devlet"le çatışmayı hedeflerken, diğer yandan şeriatçı kitlenin anti-komünist tutumlarını da özel olarak dikkate almaktadırlar. "Laik devlet"e yönelik "dinsiz" demagojisini etkin bir biçimde kullanan şeriatçı kesimlerin, "dinsiz"liğin en tipik ifadesi olan komünistleri hedef almamaları zaten düşünülemez. Zaten devlete yönelik tüm propagandalarında kullandıkları "dinsizlik" teması, hitap ettiği kitleye yıllarca oligarşi tarafından yapılmış anti-komünizm propagandasıyla çakışmaktadır. Ama bu arada unutulmaması gereken diğer bir unsur da, aynı kesimler açısından Alevilerin de "dinsiz" olduklarıdır. Bu öylesine bir anti-komünist propaganda biçimi yaratmıştır ki, Aleviler "Kızılbaş"tır, komünistler de "kızıl" dır, öyle ise ikisi de "düşman" dır şeklinde bir mantığın üzerine yükselmektedir. Bunun sonucu olarak da, gerek Maraş katliamı, gerek Çorum katliamı, gerek Sivas katliamı, "Alevilik"le mi, yoksa "solculukla" mı ilgili olduğu şeklinde yapay bir tartışma ortaya çıkabilmiştir. Bu da günümüzde, hem devlet tarafından, hem de Alevicilik yapan kesimler tarafından demagojik bir biçimde kullanılan konu haline gelmiştir.
THKP-C/HDÖ Avrupa Temsilciliği Komitesi'nin 7 Nolu açıklamasında belirtildiği gibi, söz konusu olan, kitlenin dinsel durumu değil, sınıfsal konumudur. Ancak ülkemizde açık biçimde görüldüğü gibi, tüm toplumsal düzenin egemen sınıfları, her yerde ve her zaman sınıf mücadelesinin engellenmesini kendileri için temel bir amaç olarak ele alırlar. Çünkü kendileri egemen bir sınıftırlar ve kendilerine yönelik bir sınıf hareketinin kendilerinin sonu olacağını çok iyi bilmektedirler. Bu amaçla, kitlelerin belli bir sınıf bilincine ulaşmalarını engellemek için her türlü ikincil özellikleri öne çıkarırlar ve buna bağlı olarak bölünmelerini sağlamaya çalışırlar. İşçi sınıfını, emekçi kitleleri, sınıf bilincine ulaşmaktan uzak tutmak ve birleşik bir sınıf hareketi oluşturmalarını engellemek için egemen sınıfların ilk başvurdukları farklılık mesleki farklılıklardır.
İşçilerin değişik mesleklerde çalışmalarını kullanarak, onları öncelikle kendi meslek alanlarına hapsetmek ve kendi mesleklerine ilişkin sorunların dışındaki sorunlarla uğraşmaktan alıkoymaya çabalarlar. Bunun sonucu olarak, iş kolları esasına göre sendikacılık teşvik edilmiş ve yasalarla korumaya alınmıştır. Örneğin ülkemizde "dayanışma grevi" olarak, bir meslek kolundaki sendikaların, bir başka meslek kolundaki grevi desteklemeleri yasal olarak olanaksızlaştırılmıştır. Ancak egemen sınıfların bu yöndeki tutumları karşısında, iş kolları esasına göre örgütlenmiş sendikaların federasyonlaşmaya gitmeleri ile işçi sınıfı ileri bir adım atmış ve bölme çabalarını kısmen sınırlandırabilmiştir.
Yine egemen sınıfların işçileri bölme yönündeki çabalarının ikinci unsuru ulus olmaktadır. Ulusal esasa göre işçilerin bölünmesi, gerek tek bir devlet sınırları içinde, gerek uluslararası ölçekte, işçi sınıfının birleşik hareketini engellemeyi amaçlamaktadır. İşçi sınıfının siyasal bilincinin sosyalist siyasal bilinç olmasında temel bir unsur olan enternasyonalizm, bu yolla engellenmek istenmiştir. Bu amaçla, egemen sınıflar (ve çağımızda emperyalizm) hemen her zaman ulusal farklılığı öne çıkartan uygulamalar yapmışlar ve hemen her zaman uluslar arasında düşmanlık duygularını var etmeye çabalamışlardır. Bu çabalarında, ulusların tarihten gelen karşılıklı ilişkilerindeki tüm olaylar özel olarak gündeme getirilmekte ve kullanılmaktadır. Oysa işçi sınıfı hareketi, insanlığın gerçek ve kalıcı kurtuluşu hareketi olarak, aynı zamanda insanlığı geçmiş dönemlerin tüm pisliğinden, vahşetinden kurtaracak tek harekettir.
Egemen sınıfların kitleleri bölmek için kullandığı üçüncü unsur ise, dinsel farklılıklardır. Bu farklılıklar, bir yandan temel dinsel farklılıklar olarak belirginleşebileceği gibi (hıristiyanlık, müslümanlık, yahudilik, budistlik gibi), tek tek dinler içindeki farklılıklar olarak da belirginleşir. (Katoliklik/protestanlık, alevilik/sünnilik vb.)
İşte tüm bu farklılıklar, toplumsal alanda aynı şekilde faaliyette bulunan, aynı üretim ilişkisinde aynı konumda bulunan ve aynı çıkarlara sahip ezilen ve sömürülen kitlelerin birleşik bir hareket ortaya koymalarını engellemek amacıyla sürekli gündemde tutulmaktadır. Tüm bu temel farklılıklar yanında, ırkçılıkta ifadesini bulan ırk ayrımcılığını, cinsler arasında farklılığa dayanan cinsel ayrımcılığı, bölgesel gelişme farklılığına dayanan bölgeciliği, dilsel farklılığa dayanan dilsel ayrımcılığı da hesaba katacak olursak, egemen sınıfların böl ve yönet politikaları için ne denli geniş bir malzemeye sahip olduklarını görürüz.
İşte tüm bu farklılıklar ve bu farklılığın varedilmesi karşısında, gerek ulusal ölçeklerde, gerekse uluslararası ölçekte birleşik, örgütlü ve devrimci bir hareket yaratmaya yetenekli tek sınıf olarak proletarya bulunmaktadır. Bu nedenle, egemen sınıfların tek amacı, her yerde ve her zaman, temel amacı proletaryayı bölmek ve proletaryanın devrimci mücadelesini engellemek olmaktadır.
Son Gazi Mahallesi olaylarının ortaya çıkardığı gibi, oligarşi, Alevi kitlesinin işçi ve yoksul köylü olmasından kaynaklanan devrimci kitle haline gelmesi durumunu her türlü yolu kullanarak engellemek istemektedir. İşte tüm devrimcilerin ve kitlelerin dikkatli olmaları gereken nokta burada ortaya çıkmaktadır.
Oligarşi, dinsel olarak Alevi olan, ama sınıfsal olarak işçi ve yoksul köylü olan, ancak bunlardan öte politize olmaya en elverişli bir kitleyi pasifize etmeyi amaçlamaktadır. Genel söylemle ifade edersek, oligarşinin amacı kitle pasifikasyonudur. 12 Eylül ile gerçekleştirilen pasifikasyon, son yıllarda yükselen kitle tepkisi ve hareketleriyle önemli ölçüde etkisizleşmek durumundadır. Bu nedenle, oligarşi kitle pasifikasyonunu, daha önceki yıllara göre daha fazla gündemde tutmaktadır. Bunun ilk adımı olarak, bir yandan kadro pasifikasyonuna yönelirken, yani devrimci örgütlere yönelik operasyonlara ağırlık verilirken, diğer yandan kitle pasifikasyonu için siyasal zor daha fazla kitleye yönelik olarak kullanılmak durumundadır. Ve her zaman olduğu gibi, kitle pasifikasyonunda temel hedef politize olmuş ya da olma potansiyeline sahip kesimlerdir. Bunun için oligarşinin kullanabileceği araçlar, bizzat kendi resmi güçleri ile uygulayacağı zor ve faşist milisler aracılığıyla uygulayacağı zordur. Buna ek olarak şeriatçı örgütlenmelerin ortaya çıkması ve devletin bunları kullanabilecek düzeye getirmesi de gündemdedir.
Gazi Mahallesinde olayların kahvehanelerin taranması ile başlaması bu nedenle rastlantı değildir. Aynı şekilde, kahvehanelerin taranması üzerine harekete geçen kitlenin üzerine, hemen aynı gece polis panzerlerinin gönderilmesi ve bu panzerlerden açılan ateş sonucu yeni ölümlerin ortaya çıkması, oligarşinin kitle pasifikasyonunun parçası durumundadır.
Yine aynı şekilde, 13 Mart günü İstanbul' un hemen her yerinden gelen büyük bir kitlenin Gazi Mahallesinde toplanmasından sonra polisin önce jopla saldırıya geçmesi ve ardından kitleye ateş açması, pasifikasyon yöntemlerinin en tipik yöntemi durumundaır. (CIA' nin ünlü "karşı-ayaklanma taktikleri" bunları içermektedir ve gerek ülkemizde, gerek Latin-Amerika'da en geniş ölçükte kullanılmış ve kullanılmak durumundadır.)
Tüm bu gerçekler bir yana bırakılarak, polisin kendi iç örgütlenmesinde faşist milislere ağırlık vermesini ve bu faşist polislerin kitlelere ateş açtığını öne çıkarmak tipik bir küçük-burjuva politikasıdır. Genel olarak kendisini "solcu" sayan küçük-burjuvaların öne çıkart-tıkları bu yan, sadece devletin içsel bir dönüşümle değişebileceği, dolayısıyla asıl sorunun düzen sınırları içinde demokratikleşme olduğunu düşünmelerinden kaynaklanmaktadır.
Herkes bilmek durumundadır ki, her iş, o işe uygun personelle yapılır. Ve oligarşi de, polisi faşist milislerden ve şeriatçılardan oluşturmasının nedeni de budur. Karşı-devrimci bir iş, ancak karşı-devrimci personelle yapılacaktır. Bunun üzerinde uzun uzadıya durmak hiçbir anlama gelmemektedir. İşte 1978'deki Ecevit hükümetinin uygulamaları. Hükümet olmadan önce polisteki faşist kadrolaşmadan söz eden Ecevit, birkaç emniyet müdürünü değiştirmekten öte birşey yapamadığı gibi, "polis teşkilatını yıpratmayalım" diye demeçler vermiştir. Küçük-burjuvaların trajik sonları işte böyle hazırlanmaktadır.
Gazi Mahallesi olayları sonrasında, gerek kamuoyundaki tartışmalar, gerekse soldaki tartışmaların ortaya koyduğu en önemli diğer bir gerçek ise, pek çok şeyin ülkemizde unutulduğu ve önemini kaybettiğidir. Oysa salt son otuz yılın tarihine kabaca bir göz atılacak olursa, benzer olayların yüzlercesiyle yaşandığı görülecektir. Böylesine yoğun bir olaylar yaşamış bir ülkede, gerek kitlelerin, gerekse devrimci unsurların hiçbirşey olmamışcasına davranabilmeleri de üzerinde durulması gereken husustur.
Yukarda da ortaya koyduğumuz gibi, oligarşinin amacı, kitle pasifikasyonudur. Kitlelerin giderek politize olmaya başladıkları bir dönemde böylesine bir gelişmenin olması kaçınılmazdır. İfade ettiğimiz gibi, bu pasifikasyon yöntemi, gerek ülkemizde, gerek Latin-Amerika'da uzun yıllardır kullanılmış ve kullanılmaktadır. Doğal olarak devrimciler ve devrimci kitle bunlardan gereken dersleri çıkarmışlardır ve buna uygun taktikler belirlemişlerdir. Ama son olaylar göstermiştir ki, ülkemizde bunların hepsi unutulmuş ya da unutturulmuştur. Bunda pasifistlerin, oportünistlerin ve revizyonistlerin özel bir rolü olduğu açıktır. Onlar tüm dönemlerde, "provakasyona gelmeyelim" edebiyatı ile kitle hareketlerini pasifize etmekten öte bir çaba göstermemişleridir. Oysa devrimci görev, kitlelerin hareketini pasifize etmek değil, doğru biçimde yönlendirmek ve örgütlemektir. Bu da, ancak oligarşinin pasifikasyonunun doğru biçimde kavranılması ve oligarşinin siyasal zoruna karşı devrimci zorun örgütlenmesi ile olanaklıdır. Bu açıdan, oportünist ve revizyonistlerin yapabilecekleri tek şey, kitle hareketlerini "provakasyona gelmeyelim" diyerek pasifize etmektir. Ama devrimci unsurlar da, bunlara karşı etkin olabilmek için, doğru kavrayışa sahip olmaları gereklidir. İşte yıllar önce solda yapılan tartışmalar çerçevesinde Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I'de ortaya konulan gerçekler:
"III. bunalım döneminde ... güçlü merkezi devletin ordusu, polisi ve her çeşit propaganda ve pasifikasyon araçlarıyla ülkenin her yerinde hazır ve nazır olması kitleler üzerinde büyük bir psikolojik baskı, düzene karşı tepkiyi pasifize eden güçlü bir etki yaratmıştır. Debray'ın sözleriyle: 'Yeni-sömürgecinin ideali, kullanmamak için kuvvetini göstermektir. Fakat aslında bu da bir çeşit kullanmaktır'".
Açıktır ki, günümüzde geri-bıraktırılmış ülkelerin iç kesimlerinde bile savunmasız kitle hareketlerini düzenin koyduğu sınırların ötesine götürmeye çalışmak, kitleleri katliama sürüklemekten başka sonuç vermez. Halk kitlelerinin düzene karşı mücadelesinin içine girerek hareketi daha ileri hedeflere yöneltmek, kitleleri bu mücadele içinde büyük birimler (Sovyet) halinde örgütlemek ve hareket belli bir seviyeye ulaştıktan sonra da bölgeyi kurtarmayı hayal etmek, kitle örgütleyicileri yakalanmasalar bile, Sovyet daha kurulmadan dağıtılmasa bile, hiçbir sonuca ulaşamaz. Kurtarılmış bölgenin kurulması için gücü kırılması gereken zayıf mahalli otorite değil, genel anlamda emperyalist dünya sistemi olduğundan, sonunda devrimciler düşmanın gücü karşısında çaresiz kalır, kitleleri kaçınılmaz olarak düşmanın eline, onun insafına teslim ederler. Günümüzde bu tür yanlış çalışma ve örgütlenme tarzı 'silahlı savunma' olarak bilinmektedir...
Geri-bıraktırılmış ülkelerde halk kitlelerine ulaşacak, onları merkezi örgütün psikolojik baskısından kurtaracak, kitle eylemlerini düzenin koyduğu sınırları aşmaya itecek ve en önemlisi, bu eylemleri koruyabilecek silahlı gücü yaratabilecek tek yol Öncü Savaşıdır. Kitlelerin ekonomik-demokratik-siyasi istekleri doğrultusunda eylemler koyan öncü, bu eylemlere dayanan propaganda ile kitle içinde genişler. Kitle örgütlenmesi silahlı güç ile beraber, silahlı güç kitle örgütlenmesi ile beraber büyür."
Mahir Çayan yoldaş tarafından Kesintisiz Devrim II-III'de (1972) şöyle ifade edilmiştir:
"Silahlı propaganda, temel mücadele biçimidir. Bu ekonomik ve demokratik kitle hareketlerine seyirci kalınması demek değildir. Örgüt, gücü oranında, ekonomik ve demokratik hak ve istemler etrafında kitleleri örgütlemeye çalışır. Oligarşiye karşı her çeşit tepkiyi yönlendirmeyle uğraşır. Ancak başlangıçta asla her yere koşmaz, gücünü aşan silahla güven altına alınamayan kitle hareketlerinin içine girmez. Gücüyle orantılı olarak silahlı propagandanın dışındaki, bilinçlendirme, siyasi eğitim, propaganda ve örgütlendirme işleri ile uğraşır."
Devrimcilerin Gazi Mahallesi olaylarından alacakları en önemli ders budur.
Bununla birlikte, diğer önemli nokta da, Alevicilik yapanlar tarafından özel olarak geliştirilen Alevi kitlesini devrimcilerden uzaklaştırma politikalarıdır. Bu politika, yukarda ortaya koyduğumuz gibi, oligarşinin kitle pasifikasyon yöntemleriyle desteklenmektedir. Daha tam deyişle, Alevicilik yapanlar, oligarşinin kitle pasifikasyonuna Aleviliği öne çıkartan propagandalarla açık destek vermektedirler. Tüm devrimciler, ilericiler, her yerde bu gerici propagandaya karşı mücadele etmek durumundadırlar. Son olayların protesto eylemlerinde görüldüğü gibi, bu propaganda oldukça etkili olabilmekte ve onbinlerce insan, salt Alevi oldukları için, Alevicilerin yönetimi altına girebilmektedirler. Bununla etkin bir biçimde mücadele edebilmek için, bir yandan bu propagandanın gerici yanını ve oligarşi ile olan bağlarını sergilerken, öte yandan kimi sol örgütlenmelerin ya da unsurların yaptıkları Aleviciliği destekleyen tutumlarının sona erdirilmesi gerekmektedir. Kimi sol örgütlenmelerin Alevi kesimlerinde etkin olabilmek amacıyla Aleviliği işleyen söylemleri, bu bağlamda kesinkes terk edilmesi gerekmektedir. Ve unutulmamalıdır ki, komünistler, her zaman dinler karşısında aynı tutumu takınmışlardır ve proletarya iktidarında tüm dinsel faaliyetlerin devlet faaliyetlerinin dışına çıkartılarak, cemaatlerin özel işi haline getirilir. Marks'ın Paris Komünü üzerine şu sözlerini unutmamalıdır:
"Eski hükümetin maddi iktidar aletleri olan sürekli ordu ile polis bir kez kaldırıldıktan sonra, Komün manevi baskı aletini, 'rahiplerin iktidarı'nı kırma işine girişti; varlıklı kurumlar oldukları ölçüde, tüm kiliselerin dağıtılması ve kamulaştırılması buyrultusunu çıkardı. Rahipler, öncelleri olan havariler gibi, müminlerin sadakaları ile yaşamak üzere, özel yaşamın dünya işlerinden dingin el çekmişliğine gönderildiler. Öğretim kurumlarının tümü parasız olarak halka açıldı, ve aynı zamanda kilise ile devletin her türlü karışmasından da kurtarıldı..." [*]
Dipnotlar
(*) Marks: Fransa'da İç Savaş, Seçme Yapıtlar, C: II, s: 264