Eylül sonlarında 22 milletvekilliği için 4 Aralık günü ara seçim kararının alınmasıyla birlikte patlayan Engin Civan olayının tozu dumanı arasında pekçok olgu kamuoyunun gözünden uzak tutulmaya başlandı. Bir yandan Çiller'in Türkeş'le yaptığı bir dizi görüşme ve Türkeş'le birlikte yaptıkları geziler yeni bir hükümet tartışmalarını başlatırken, diğer yandan ”özelleştirme/demokratikleşme” tartışmaları içinde koalisyon hükümetinin sonu tartışmaları kamuoyuna yansımaya başladı. Bu tartışmalarla birlikte, Dersim'de başlatılan geniş kapsamlı bir askeri harekât içinde onlarca köyün boşaltılması ve yakılması haberleri gelmeye başladı. Bülent Ecevit'in ”yeniden yükselişi” propagandası ortamında, Ecevit'in ara seçimlere katılmayacağını açıklaması ve ”boş oy kullanacağı”nı bildirmesi ile MHP kongresinde Türkeş'in ”Nazım Hikmet'ten şiir okuması”, yepyeni gelişmelerin bir ifadesiymişcesine kamuoyuna sunulmaya çalışıldı.
Yolsuzluklar zincirinin giderek tüm Özal ailesini ve 1980 sonrasının gözde holdinglerini kapsayarak uzaması, DYP-SHP koalisyonunun sonunun geldiğini gösteren beyanlar, faşistlerin toplumun her kesiminde artan etkinlikleri, ”yolsuzluklara karşı özelleştirme” sloganları, Ecevit'in ”boykot” çağrıları ve nihayet Refah Partisi'nin popülitisini kaybetmesi, son iki ayın temel görüngüleri olmuştur.PKK'nın öğretmenlere yönelik eylemleri ve Dersim operasyonu, bu olguların çerçevesi içinde ve bunların belirlediği bir gündemle kamuoyuna sunulurken, hemen herkes 4 Aralık'ta yapılacak seçimlerin sonuçlarını önemsemez bir hava içine sokulmuştur. Öyle ki, 22 milletvekilliğinin büyük çoğunluğunun DEP milletvekillerinin tutuklanmasıyla boşalmış olması bile pek fazla önemsenen bir durum yaratmamıştır. HADEP'in belli belirsiz yaptığı açıklamalar da bu havanın ne denli yaygın olduğunu göstermektedir.
Tüm özel televizyon kanallarının elbirliği ile ülkenin gündemini belirleme yönündeki yayınları, böyle bir ortamda politikaya olan ilgiyi artırmışsa da, yayınların öne çıkardığı konular, neredeyse halk kitlelerini sıradan bir izleyici durumuna getirmiştir. Körfez Savaşı'nda Amerikan CNN televizyonunun yerine getirdiği işlev, neredeyse ülkemizde de görülmeye başlanmıştır. Televizyonun karşısına geçenler, hemen her gelişmeyi anında ve ”canlı” olarak izlerken, olayların nasıl çarpıtıldığını düşünecek zamana bile sahip olamamaktadır.
Işte ara seçimlere doğru giderken, ülkemizin genel manzarası böyledir.Bu manzarının ortaya çıkmasını sağlayan ”medya”, belki de mevcut durumun en çarpıcı yanını oluşturmaktadır.
Neredeyse Özal dönemiyle bir hesaplaşmaya doğru giden Engin Civan olayının televizyon kanallarındaki sunuluşu, oligarşinin elinde tuttuğu propaganda olanaklarının ne denli güçlü olduğunu açık bir biçimde ortaya koymuştur. Olayda ”baş kişi” rolü verilen faşist katillerden Alaattin Çakıcı adının geçtiği her satırda görülen övgüler bu propagandanın nelere ”kadir” olduğunu da göstermektedir. Aynı şekilde Ecevit'in ve Türkeş'in eşzamanlı olarak gündeme sokulması da, bu propaganda aygıtlarının bir ürünü olmuştur.
Oligarşinin özel televizyon kanalları aracılığıyla yoğunlaştırdığı propagandanın tozu dumanı arasında mevcut durumun neleri kapsadığı bile belirlenemez hale gelmiştir. Oysa gelişmeler, ülkemizde, faşist hareketin güçlendirilmesi yönünde olduğunu su götürmez bir gerçek olarak ortaya koymuştur.
Günümüzdeki en temel gelişme, faşist MHP'nın oligarşi tarafından özel olarak desteklenmesinin ulaştığı boyuttur.
Işte THKP-C/HDÖ Genel Komitesi'nin bir yıl önce yaptığı durum değerlendirmesinde ortaya konan bu gerçekler, aradan geçen zaman içinde gelişmiş ve bugünkü durumunu almıştır.
Oligarşi, açık bir biçimde MHP'yi desteklerken, MHP'de, 1980 öncesinin CHP'sinin tüm programını ve söylemini öne çıkartmaktadır. Hedef kitle, doğrudan doğruya ilerici, demokrat sol kesimler olmaktadır. Bu kesimlerin faşist MHP'ye yönelmeleri elbette beklenemez. Zaten amaç da bu değildir. Amaç, bu kitlenin MHP'nin etkinliğini artırmasına paralel olarak Ecevit'e yönelmelerini sağlamaktır. Böylece oligarşi, yıllar boyu denetime alamadığı bu kitleyi, Ecevit'in milliyetçi söylemiyle denetlemeyi amaçlamaktadır. ”Herşey Türkiye için”, ”Başka Türkiye yok” türünden popülist ve demagojik sloganların, kendisine ”solcu” diyen pekçok aydının ağzından düşmemesi de bunu göstermektedir.
Bu gelişmenin bir yanı, oligarşinin içinde bulunduğu durum ise, diğer yanı da, Kürt ulusal hareketinin içinde bulunduğu durumdur. Işte bu boyutu ile, mevcut durumun dinamikleri belirginleşmektedir.
Kürt ulusal hareketinin küçük-burjuva milliyetçiliğinin etki alanına girmesi ve dini ilişkileri ve söylemi öne çıkarması, oligarşinin karşı hareketini belirlemeye başlamıştır. Türkeş ve Ecevit'in öne çıkartılması bu bağlamda olmaktadır. PKK'nın Kürt şeriatçıları ile girdiği ilişkiler, Ecevit'in söylemindeki ”laiklik” ile karşılanırken, Kürt milliyetçiliği Türkeş'in söylemindeki milliyetçilikle karşılanmaktadır.
Ama MHP'nin öne çıkartılması, sadece milliyetçilik söylemi ile sınırlı değildir. MHP' nin 12 Eylül öncesindeki kitle katliamları, Kürt halkının, özellikle büyük kentlerdeki kitlenin, pasifize edilmesinde kullanılacak bir zemin oluşturmaktadır. Bir başka deyişle, büyük kentlere göç etmiş Kürtler, faşist hareketin kitleselleştirilmesiyle sindirilmeye çalışılmaktadır.
Özellikle Istanbul'da giderek belirginleşen faşist örgütlenmenin semt ve mahalle düzeyindeki artan etkinliği, daha bugünden kitleler üzerinde pasifize edici sonuçlar vermeye başlamıştır. Pekçok kişi, yıllarca yaşadıkları sokaklarında faşistlerin saldırı tehditlerini hisseder olmuştur. Daha dün Fethiye'de, Bigadiç'te görülen olaylar, büyük kentlerde potansiyel olarak ortaya çıkma eğilimindedir. Istanbul ve Ankara belediyelerinin RP'li MHP' lilerce ele geçirilmesi, bu gelişmeyi hızlandırmıştır.
Oligarşinin diğer bir sorunu da, yılbaşından itibaren derinleşen ekonomik krizdir. Bu krizin en temel sorunlarından birisinin sermayenin değer yitimi olarak ortaya çıkması, oligarşinin ”yeni sermayeye” karşı geniş kapsamlı bir faaliyetini ortaya çıkarmıştır.
1980 ekonomik krizi koşullarında bankerleri kullanarak ”yeni sermaye”yi etkisizleştiren ve sermayenin değer yitimini bunlara ödettiren oligarşi, bu kez, doğrudan siyasal araçlarla bunu yapmaktadır. Engin Civan olayı, bu açıdan oligarşi için büyük bir fırsat olmuştur. Oligarşi, içinde bulunduğu ekonomik krizin getirdiği sermayenin değersizleşmesi karşısında, Özal dönemi holdinglerinin sermayelerinin ”yok edilmesini” hedeflemiştir. Civan olayının, giderek ENKA, Doğuş Holding gibi, Özal dönemi holdinglerine yöneltilmesinin nedeni de budur.
Oligarşinin bu faaliyetinin diğer halkası da, özelleştirmedir. Yıllar boyu kendisi için ucuz girdi kaynağı olarak kullandığı KIT'lerin satılmasında gösterdiği acelecilik, doğrudan sermayenin değersizleşmesiyle bağlantılı hale getirilmiştir. Daha düne kadar sadece kâr eden KIT'lerle uğraşan oligarşi, bunların yabancı sermayeye satılmasıyla sağlanacak dövizlere talip iken, bugün bu kaynaklardan beslenen ”yeni sermaye”nin yok edilmesini esas almıştır. Bu bağlamda, Mümtaz Soysal'ın hükümete alınmasına sesini çıkarmamıştır. Çünkü Soysal, özelleştirme karşısında oligarşinin daha rahat hareket etmesine olanak sağlayacak bir ”muhalif” durumundadır. Böyle bir muhalefet aracılığıyla, kendisi için önemli olan KIT'lerin satılmasını engelleyeceği gibi, ”yeni sermaye”nin kaynaklarını da kurutabilecektir. M. Soysal'a biçilen rol de, ”özelleştirme”de ”verimli/verimsiz KIT” ayrımını ortaya koymasıdır.Ama oligarşinin kendi çıkarlarını düz bir hat izleyerek koruyamayacağı da ortadadır. Özal döneminde devlet ihaleleri ve kredileri ile sermaye sahibi olanların tasfiyesi gerçekleştirilirken, DYP içindeki tekelleşememiş burjuvazinin istemleri de yükselmektedir. Çiller'in DYP'nin başına getirilmesiyle, bir süre sessiz kalan bu kesimler, son aylarda yeniden hareketlenmişlerdir. Oligarşi, bu kesimlere aktaracak fazlalığa sahip değildir ve bu ekonomik kriz ortamında da bu olanaksızdır. Işte MHP bu noktada da işlev görecektir. Genellikle küçük sermaye kesimlerine dayanan MHP aracılığıyla oligarşinin vermek zorunda kalacağı tavizler, DYP içindeki tekelleşememiş burjuvaziye vereceği tavizlerden daha az olacağı açıktır. Öte yandan, gerek Kürt ulusal hareketine karşı, gerekse düzene karşı tepkilerin pasifize edilmesinde MHP'nin üstleneceği rol hesaba katıldığında, bu tavizler oligarşi için çok daha az masraflı olacaktır.
Mevcut durumdaki gelişmelerden bir diğeri de, oligarşinin kitleler üzerinde sürdürdüğü tenkil politikasına ilişkindir. Bugün oligarşi, sadece bir askeri darbe koşullarında sürdürebileceği düzeyde ”yasal” sınırları bir yana bırakmıştır. En son olarak Dersim'deki operasyonda görüldüğü gibi, ülkede hiçbir yasal sınırlama yokmuşcasına hareket edilmektedir. Askeri birlikler tam bir hareket serbestliği içinde istediklerini yapmaktadırlar. Dersim'deki binlerce köylülün televizyonlara yansıyan tepkileri, olağan bir habermiş gibi karşılanmaktadır. Öyle ki, herhangi bir büyük kentte gecekondu yıkımı ile Dersim köylerinin yakılıp, yıkılması arasında bir fark yokmuş gibi hareket edilmektedir. Her türlü yasallığın bir yana bırakılarak yürütülen operasyonlar, sözcüğün tam anlamıyla insansızlaştırmaya yöneliktir. [1*] Böyle bir ortamda, ister istemez, ara seçimler gündemde önemli bir yer işgal etmemektedir. Bir bakıma sonucu bugünden belli olan bir seçim söz konusudur. HADEP'in ara seçimler konusunda belirgin bir tavra sahip olmamasının arkasında yatan da budur. Ancak 27 Mart Yerel Seçimleri'nde olduğu gibi, HADEP'in nasıl bir yol izleyeceği, belki de son günlere kadar belli olmayacaktır. Yapılan açıklamalar, DEP milletvekillerinin tutuklanmasının Avrupa'da yarattığı ”olumlu hava” özellikle dikkat çekicidir. Söylenmek istenen, ara seçimlere girilerek, bir miktar milletvekili çıkartılmasının bu ”hava”yı bozacağı şeklindedir. Avrupa Parlamentosu'nun Türkiye'ye ilişkin aldığı kararda, DEP milletvekilerinin serbest bırakılması ve milletvekilliklerinin geri verilmesinden söz edilmesi, HADEP'in ara seçimlerdeki tavrını belirleyecek gibi görünmektedir.
Hemen hemen benzer bir durum sol dergilerde de egemendir. Genel tavrın, seçimlerin ”boykot” edilmesi şeklinde olacağını söylemek pek yanlış olmayacaktır. Bu açıdan, 4 Aralık ara seçimleri üzerine ”politikalar üretmek” günümüzde fazlaca ”lüks” olacaktır.
Diyebiliriz ki, günümüzdeki gelişmelerin temel ekseni, kitlelere yönelik faşist-milliyetçi propagandalar ve buna paralel faşist örgütlenmelerdir. Faşist milislerin, 1980 öncesiyle kıyaslanmayacak ölçüde devlet aygıtı ile iç içe geçmeleri, bu propaganda ve örgütlenmeye karşı mücadelenin en önemli unsuru olmaktadır. Bugün MHP'nin, özel timlerden futbol seyircilerine, pop müzik alanından [2*] ”mafya”ya kadar her alandaki faaliyeti, olası bir III. MC ile bütünleşmesi gündemdedir.
Gelişmeler ne yönde olursa olsun, devrimci mücadelenin gerekleri ve hedefleri aynı olmayı sürdürecektir. Olası bir yeni MC, olsa olsa kitlelerin politize olmasına neden olmaktan öte bir değere sahip olmayacaktır.
"Mevcutdurumda,temelsorun,sınıfsalmücadeleileKürtulusalmücadelesiarasındaartanfarklılaşmadır.Buikimücadelearasındaortakhedeflerinöneçıkartılması;Kürtulusalhareketininanti-emperyalistveanti-oligarşikbirtemeleoturtulması;ülkebütünündekikitlelerinekonomikmücadelesininpolitikmücadeleylebirleştirilmesivedemokratikhalkdevrimihedefinekanalizeedilmesivebuamaçlarlasunidengeninülkebütünündebozulmasıtemeldevrimcigörevlerdir.
Bu bağlamda,kitlelerindepolitizasyonuileideolojisizleştirilmesineyönelikolarakyoğunbirideolojikmücadeleyürütülmelidir.Bumücadeleninhedefi,heralandaveheryerdeproletaryanınöncülüğünüsağlamakolmalıdır.Proletaryanınöncülüğüolmaksızınkalıcıvesüreklibirçözümünolamayacağıkitlelereanlatılmalıdır.Bugörev,Marksist-Leninistilkelerinyaşamageçirilmesiylebağlantılıdır.
Taktiktavır,ekonomik,sosyal,politik,ulusaltümsorunlarınbirpotadaortayakonulmasıvebağlantılarınıngösterilmesivesorumlusununoligarşiolduğununkitlelereanlatılmasıdır.”[3*]
Dipnot
[1*] Son Dersim operasyonu, 1940'lardan bu yana Dersim'e yönelik en kapsamlı askeri harekat olmaktadır. Aylar öncesinden açık bir biçimde ilan edilen bu harekat, Güreş'in ”alan tutuyoruz” ifadeleriyle somutlaşmıştır. Ne yazık ki Dersim'de açık faaliyet yürüten örgütler, ne Güreş'in ifadelerini doğru değerlendirilebilmiş, ne de böyle bir harekâta karşı önlemler almışlardır. Yıllarca sürdürülen ”gerilla” faaliyetlerinin böyle bir harekâtla yüz yüze kalacağını bilmek için kahin olmak gerekmez. Zaten bu bölgede açık faaliyet yürüten örgütler, yıllardır böyle bir harekâtın olacağını (kimi durumlarda olduğunu) yazıp, söylemişlerdir. Ama kendi güçlerini güvenlikli bir alana çekme planları dışında hiçbirşey yapılmadığı da görülmüştür. Dersim köylülerinin bugün karşı karşıya olduğu durum, kendilerinin sadece bir ”seyirci” konumunda kalmalarının ifadesidir. Ama sorunun temelinde yanlış gerilla savaşı anlayışı yattığı da bir gerçektir. Adına "Psilahlı savunma” denilen yanlış çalışma tarzı, Latin-Amerika'da defalarca tanıtlandığı gibi, kitleleri katliama sürüklemekten başka bir sonuç vermez. Ancak bu anlayışla hareket edilmesine rağmen, bu anlayışın bile gereklerinin yerine getirilmediği, son olaylarla bir kez daha görülmüştür. Bu konudaki görüşlerimizi Kurtuluş Cephesi'nin 10. sayısında yer alan ”Öncü Savaşında Yanlış Çalışma Tarzları” yazısında ortaya koymuştuk. Daha geniş bilgi için bu yazıya bakılabilir. [2*] Pop müzik alanındaki faşist etkinliğin temelinde kaset şirketlerinin eski faşistlerin elinde olması ya da bu şirketlerin ”mafya” aracılığıyla kontrol altında tutulması yatmaktadır. Bir başka deyişle, IMÇ, faşist örgütlenmenin önemli merkezlerinden birisidir. [3*] THKP-C/HDÖ Genel Komitesi'nin mevcut durum değerlendirmesi, Kurtuluş Cephesi, Sayı: 16, Kasım-Aralık 1993