KURTULUŞ CEPHESİ - Mayıs-Haziran 1996
Son Gelişmeler Üzerine
24 Aralık 1995 genel seçimlerinden günümüze kadar geçen sürede iki temel olgu, tüm süreçte öne çıkmıştır.
Bu olgulardan birincisi, kitlelerin ekonomik-demokratik mücadelesinde önemli bir yükselişin ortaya çıkmasıdır.
İkinci olgu ise, aynı süreçte hükümetlerin etkisiz kalması ve tüm devlet işleyişinin bürokrasi tarafından yerine getirilmesidir.
1995 yılının son aylarına doğru işçilerin ekonomik hak ve istemler için yürüttükleri mücadelenin politik ilişkiler alanını belirleyecek boyutlara ulaşmış ve Ocak 1996'dan itibaren öğrenci eylemleri gündemin birinci maddesi haline gelmiştir. Her iki hareketin ortak özelliği ekonomik hak ve istemler temelinde gelişmiş olmasına karşın, öğrenci hareketinin hızla radikalleşme özellikleriyle birincisinden farklılaşması söz konusu olmuştur. 1 Mayıs günü meydana gelen olaylar bu iki hareketin radikalleşme açısından ne denli birbirinden farklı olduğunu da açıkca ortaya çıkarmıştır.
Öte yandan, aylarca yeni hükümetin kurulamamış olmasına ve Mart ayında DYP-ANAP hükümetinin kurulmuş olmasına karşın, tüm devlet faaliyetlerinin bürokrasi tarafından yürütülmesi ve yürütülmeye devam etmesi, gelişen olaylar karşısında hükümetlerin tümüyle devredışı kalmasını getirmiştir. Öyle ki, 1 Mayıs olayları üzerine tüm basın-yayın kuruluşları İstanbul Valisi'nin nerede olduğu konusunu işlemişlerdir. Yine ANAP-DYP koalisyon hükümetinin bürokratların atanması konusunda günlerce sürdürdükleri pazarlıklar, süreçte bürokrasinin ne denli önemli bir işleve sahip olacağını da açık biçimde ortaya çıkarmıştır.
Mevcut durumda öne çıkan bu iki olgu, aynı zamanda ülkemizdeki siyasal gelişmelerin de yönünü ve oluşumunu belirlemek durumundadır.
Bugün siyasal ilişkiler alanında mevcut düzen partileri açısından en temel sorun, hükümette kimin yer alacağı ve kimin bakan olacağı değildir. Tüm düzen partileri açısından temel sorun, bakanlıkların hangi parti tarafından denetleneceği ve bürokrasinin kimlerden oluşacağı olmaktadır. Bu yönüyle herhangi bir partinin hükümette yer alması özel bir konu olmamaktadır. En belirgin biçimiyle MHP, parlamentoda temsil edilmemesine rağmen, tüm devlet işleyişi üzerine politikalar belirleyebilmektedir. Her fırsatta M. Yılmaz'ın, T. Çiller'in Türkeşle görüşmeleri bu durumun sonucu olmaktadır.
Aynı şekilde ANAP-DYP koalisyon hükümeti içinde başgösteren "krizler"de adı geçen isimlerden Mehmet Ağar ve Ünal Erkan, doğrudan bürokrasiden gelmiş kişilerdir. Özellikle hükümetin kitle hareketleri ve Kürt sorunu karşısındaki politikalarının belirlenmesinde özel bir görev üstlenen bu iki isim, gerçekte DYP bakanı olarak değil, devlet görevlisi olarak görev yapmaktadırlar. Ünal Erkan ile Ayvaz Gökdemir'in istifa olayları ile M. Yılmaz'ın bürokratların kendi başlarına hareket ettikleri ve hükümetlerin üzerinde yer aldıkları şeklindeki yakınmaları bağlantılıdır.
Bilindiği gibi, M. Yılmaz, hükümet bütçesinin görüşülmesi sırasında yaptığı konuşmada, Kardak olayları sırasında bürokratların politikaları belirlediklerini ve yürüttüklerini söyleyerek, Dışişleri bürokrasisine yönelik açıklamalarda bulunmuştur. Bu açıklamalar, hükümet ile bürokrasi arasındaki ilişkilerde nasıl bir çatışma ortaya çıktığını göstermektedir.
Bu olayların gösterdiği tek gerçek ise, oligarşinin devlete tümüyle egemen olmasıdır. 12 Eylül koşullarında "hükümetlerle değişmeyecek devlet politikaları" oluşturmaya ağırlık veren oligarşi, bu politikaların sürdürücüsü olarak "teknokratlar"a dayalı bir devlet işleyişini hedeflemiştir. 1991 genel seçimlerine kadar T. Özal aracılığıyla "kazasız belasız" sürdürülen bu işleyiş, aynı zamanda Özal hükümetlerinde yer alan bakanların işlevsiz oluşlarının da nedeni olmuştur. Aynı süreçte M. Yılmaz ve bazı bakanların istifaları sonrasında "Özal'ın devlet anlayışı ile kendi anlayışlarının farklı olduğu" nun açıklanması, devlet işleyişinde bürokrasinin yerini göstermiştir.
12 Eylül döneminde "hükümet değişiklikleriyle değişmeyecek tek bir politikanın devlete egemen kılınması" oligarşinin en temel hedefi olduğu Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi ve Devrimci Taktiğimiz yazısında şöyle ortaya konulmuştur:
"İşbirlikçi-tekelci burjuvazinin oligarşiyi tek başına oluşturacağı bir süreçte uygulanacak 'tek politika', herşeyden önce halkın devrimci mücadelesine karşı bir politika olacaktı. Bu genel ve sürekli bir pasifikasyon ve depolitizasyon politikasının 'devlet politikası' haline getirilmesi demektir. Şüphesiz egemen sınıfların baskı aygıtı olarak devlet, her zaman ve her yerde, devrimci mücadeleyi engellemeye ve yok etmeye yarayan bir araçtır. Ancak buradaki genel amaç, 1980 Türkiye'sinde, hükümet değişiklikleriyle değişen uygulama farklılıklarının ortadan kaldırılmasıdır. Küçük-burjuvazinin ülke tarihinden gelen etkinliği, ordu içinde 12 Mart'ta kırılmış olmasına karşın, aynı şey bürokrasi içinde söz konusu olamamıştı. Bu da oligarşinin devlete mutlak biçimde egemen olmasını engelliyordu ve 1971'de bozulmuş olan 'nispi denge'nin son kalıntıları da temizlenmeliydi. Böylece, temel politika, 'geleneksel' bürokrasinin tasfiyesi ve 'teknokratlar' yönetiminin kurulması olarak tanımlanıyordu. İşbirlikçi-tekelci burjuvazinin 'tek politika'sının üçüncü düzeyi ise, sanayiyi, yani kendilerini temel alan bir ekonomi-politikanın 'devlet politikası' haline getirilmesine ilişkindi...
Özetlersek, ülkemizde 12 Eylül sonrasında ortaya çıkan en önemli gelişmelerin başında, tekelci burjuvazinin aracısız olarak faaliyet göstermesi gelmektedir.
İkinci olarak, tekelci burjuvazinin ekonomik gücünün, her alanda adam satın almaya', yani rüşvete dayalı bir politika için kullanılmasıdır. Bu, özellikle ekonomik ve siyasal düzeyde, tekelci burjuvazi için engel oluşturan güçlerin ya da fraksiyonların sözcüsü ya da yetkili kişilerinin parayla satın alınması ve böylece bu güçlerin dağıtılması demektir. (Bir çeşit 'böl ve yönet' politikası.)
Üçüncü gelişme, tekelci sanayi ve ticaret burjuvazisinin oligarşi içinde önemli bir tasfiye hareketinin tamamlanması ve bütün olarak devlet üzerinde militarizm ve bürokrasi mutlak bir egemenlik kurmasıdır.
Dördüncü gelişme ise, emperyalistler arası entegrasyonun (bütünleşme) işbirlikçi-tekelci burjuvaziye yansımasıdır. Bu da ABD emperyalizminin ülke üstündeki hegemonyasını tartışılmaz hale getirmiştir. Emperyalistler arası çelişkinin 80'lerdeki bu durumu ve entegrasyonun yeni kombinezonları, işbirlikçitekelci burjuvazi içinde görülen yalın karşıtlıkları (örneğin Koç-Sabancı çelişkisi ile ABD-AET çelişkisi arasında kurulan kaba benzetmede olduğu gibi) ortadan kaldırmıştır.
12 Eylül sonrasında meydana gelen egemen sınıflar arasındaki ilişkilerdeki değişim, oligarşik yönetimdeki bazı değişikliklerle birleşmiştir. Daha önce sözünü ettiğimiz teknokratlara dayalı devlet görevlileri sistemi (uzmanlaşma) büyük ölçüde yerleştirilmiştir. Bu, küçük-burjuvazinin bürokrasi içindeki etkinliğinin sonu demektir. Her düzeyde profesyonel görevlilerin işbaşına getirildiği ve devlet işlerinin bunlarca yönetildiği (müsteşarlıklar, danışmanlıklar) bir sistem uygulanmaktadır. Ama asıl önemli gelişme, oligarşik devlet aygıtının iç savaş koşullarına göre biçimlendirilmeye çalışılmasıdır. 12 Mart döneminde ordu içinde devrimci-milliyetçilerin tasfiyesi ile yapılan düzenlemeler, 12 Eylül sonrasında diğer devlet kurumlarında da gerçekleştirilmiştir. 'Güvenlik soruşturması' bu düzenlemenin (ve de tasfiyenin) aracı olarak kullanılmıştır. Bu alandaki düzenlemenin en önemlisi, polis ve jandarma örgütlenmesine ilişkin olanıdır. Bu düzenlemenin en önemli yanı, özellikle kırsal alanlarda faaliyet gösterecek, yüksek atış gücüyle donatılmış hareketli birliklerin oluşturulmasıdır. Bu güçlerin oluşturulmasının temel felsefesi, silahlı devrimci hareketi oluşum halindeyken bulup yok etmektir. Kendi deyişleriyle, temel ilke, 'anarşistlerin teşkilat ve yönetici kadrosunu bulup bertaraf etmek ya da tesirsiz hale getirmek' ve 'vurucu tedhiş unsurlarının yok edilmesi'dir. Sözcüğün tam anlamıyla, bu birliklerin amacı, kadro pasifikasyonudur. Ancak bu pasifikasyon, kesin biçimde imha hareketi olarak düşünülmektedir. Yine de bu güçlerin başka amaçla kullanılmaması söz konusu değildir. En yaygın deyişle 'kontra-gerilla' güçleri olarak, karşı-ayaklanma taktikleri'ni yürüten bir güç oluşturulmaktadır. Bu güç gerektiğinde, CIA'nın 'ayaklanma'yı bastırma yöntemlerine uygun olarak halk kitlelerine karşı da kullanılacaktır. Böylece 80 öncesindeki faşist milis örgütlenmenin yerine, doğrudan polis teşkilatı bünyesinde oluşturulmuş bu özel müfrezeler kullanılacaktır. Bu müfreze üyeleri 'en acımasız' yöntemleri kullanabilecek, 'gözünü kırpmadan' insan öldürebilecek profesyonel katiller olarak yetiştirilmektedir. Bu müfreze üyelerinin MHP'li faşist milislerle olan benzerlikleri açıkça görülebilir, ama onlardan farkları profesyonelleştirilmiş katiller olmaları ve 'resmi devlet gücü' olarak biçimlendirilmeleridir. Bunlar gerçek birer faşisttirler, ama 'başbuğ' ları değişmiştir; artık söz konusu olan Türkeş değil, doğrudan işbirlikçi-tekelci burjuvazi ve ABD emperyalizmidir."
Bu durumun kitleler üzerinde yarattığı sonuç ise, mevcut düzen partilerine karşı kayıtsızlık olmaktadır. Refah Partisi, böyle bir kayıtsızlık ortamında kendisini diğer düzen partilerinden ayrı göstererek belli bir gelişme sağlayabilmiştir. Bugün kitlelerin büyük bir kesimi, hükümetlerden birşey beklememektedir. Ancak bu durum, geçmiş yıllardaki gibi mevcut düzenden hiçbirşey beklememek şeklinde olmamaktadır. Çünkü böyle bir gelişmenin nedenlerini tam olarak anlayabilmiş değillerdir. Ortada hiçbir hükümet ya da bakan yokken bile, tüm faaliyetler sürebilmekte, gelişen olaylar karşısında devlet uygulamaları her zamanki gibi süregitmektedir. Bu durum borsadaki gelişmelerle birlikte kitlelerin karşısına sürekli çıkartılmakta ve Demirel'in sözleriyle "devlet işlemektedir".
Bu olgulara ilişkin en somut örneklerden birisi de Arif Yüksel olayıdır.
Arif Yüksel, T. Özal döneminde birinci dereceden hakim statüsünde Adalet Bakanlığı müsteşarlığına getirilmiştir. Adalet Bakanlığı müsteşarı olarak cezaevlerinden mahkemelere kadar her alandaki uygulamaların birinci dereceden sorumlusu olmuştur. Cezaevlerindeki devrimci tutsaklara yönelik saldırıların başlangıcı olan 1987 Ağustos Kararnamesi, tümüyle Arif Yüksel tarafından hazırlanmış ve uygulanmıştır.
1991 Ekim seçimlerinden sonra kurulan DYP-SHP hükümeti Arif Yüksel'i görevden almak için aylarca uğraşmış, "bypas" yasaları çıkartılmıştır. Ancak yine de görevden alınamamıştır. Sonunda Cumhurbaşkanlığı danışmanlığı için görevinden kendisinin istifa etmesiyle birlikte sorun "çözülmüştür".
Ancak Arif Yüksel, 1995 yılının sonlarına doğru, yani Baykallı CHP'nin koalisyonda yer aldığı aylarda T. Çiller tarafından Başbakanlık Başmüsteşarlığına getirilmiştir. Bugün bu görevini sürdürmektedir.
Görüldüğü gibi, Arif Yüksel, 12 Eylül askeri yönetiminden başlamak üzere, günümüze kadar tüm hükümetlerle birlikte çalışmış ve her durumda uygulamaların hazırlayıcısı ve uygulayıcısı olarak görev yapmıştır.
Böyle bir olgu, kaçınılmaz olarak herhangi bir devlet uygulamasında "sorumlu"nun kim olduğunu belirsizleştirmektedir. Bir başka deyişle, "siyasal sorumluluk" ortada kalmakta, ancak uygulama süregitmektedir. İşte kitlelerin bugün için kavrayamadıkları gerçek budur. Devletin egemen sınıfların baskı aygıtı olması gerçeği, bu olgularla daha net hale gelmekle birlikte, bu gerçeklerin kitlelere anlatılamamış olması nedeniyle, aynı oranda politik sonuçlar yaratmamaktadır.
Oligarşinin devlete egemen olmasının ifadesi olan bu olgular, mevcut düzen partilerinin teşhirine dayalı devrimci propagandanın etkisiz kalmasının da nedenidir.
Aynı olgunun gelişen kitle hareketleri açısından da önemli sonuçları bulunmaktadır. Gazi olaylarında görüldüğü gibi, hükümetin kimlerden oluştuğu ve hangi politikaları izlemek istediği hiçbir biçimde önemli olmamaktadır. Devlet politikaları, Deniz Baykal'ın sözleriyle "devleti kuşatan gizli güçler" tarafından belirlenmekte ve yürütülmektedir. Aynı durum bu yılki 1 Mayıs mitinginde de ortaya çıkmıştır. Başlangıçta devletin zor güçleriyle mitingin sıradanlaştırılması ve yeni katılımların engellenmesi hedeflenmiştir. Ancak olayların gelişimi karşısında nasıl bir sonuç ortaya çıkacağı kestirilemediğinden, uygulamadan vazgeçilmiştir.
Günümüzün en önemli sorunu, devletin bu işleyişinin kitleler tarafından kavranamaması ve tavır alınamamasıdır. Devlet aygıtı, tüm zor güçleri ile kitleleri karşısına çıkartılmakta, ancak bunun "sorumlusu" ortalıkta görünmemektedir. Böylece kitlelerin uygulamalar karşısında tepkilerini yöneltebilecekleri somut hedefler ortaya çıkmamaktadır. Öğrencilerin Taksim eylemlerinde ve 1 Mayıs olaylarında görüldüğü gibi, kitlelerin tepkileri kendiliğinden gelişmekte ve hiçbir devrimci perspektife bağlı olmaksızın dışavurulmaktadır.
Oligarşinin devlet üzerindeki egemenliğinin yansısı olan uygulamalar karşısında gelişen kitle hareketlerinin karşı karşıya olduğu sorun da burada yatmaktadır.
Kitle hareketlerinde görülen büyük öfke, hedefi belirsizleştiği oranda, kitle katılımının düşmesine neden olma eğilimindedir. Öğrenci olaylarında görüldüğü gibi, hedeflerin belirsizliği, geniş kitlelerin tepkilerine neden olmakta ve giderek reformistlerin etkili olmasını getirmektedir.
Bir yandan devlete ilişkin gerçeklerin kitlelere gösterilmesi yönünde faaliyet yürütülürken, diğer yandan kitlelerin tepkilerinin kanalize edilmesi, daha tam deyişle örgütlü hale getirilmesi gündemin baş maddesi olmaktadır. Kitle hareketlerinin, ülkedeki siyasal gelişmelere paralel olarak, artan oranda oligarşinin zoruyla karşı karşıya olacakları kesin bir gerçektir. Böyle bir gelişme, ilk anda kitlelerin tepkisini çok daha açık ve kesin hale getirse bile, orta ve uzun vadede kitle hareketlerinde gerileme ortaya çıkaracaktır. Bu nedenle, devrimci örgütlerin kitle hareketlerini, devlet aygıtının işleyişine paralel bir biçimde düzenlemeleri ve kitleyi bilinçlendirmeleri her zamankinden çok daha acil bir görev durumundadır.
Milli krizin sürekli mevcudiyeti ve zaman zaman devrimcilerin iradi müdahelesi olmaksızın derinleşmesi koşullarında oligarşik yönetimin siyasal ilişkiler alanında ortaya çıkan belirsizlikler, kısmi olarak ortaya çıkan tepkilerin hedefsiz hale gelmesine neden olmaktadır. Kitlelerin içinde yaşadıkları koşullara karşı duydukları memnuniyetsizlikler, geçmiş dönemlerle kıyaslanmayacak kadar fazladır. Ancak uygulanan ekonomik-politikalarla ve her türlü propaganda araçlarıyla sürdürülen ideolojik saptırmalarla, ekonomik ve sosyal yaşam koşulları ile siyasal iktidar arasındaki ilişki belirsizleştirilmiştir. Solda egemen olan pragmatizm ve buna paralel her türlü plan ve programın dışlanması, ister istemez belirsizliği artırıcı özellikler taşımaktadır. Her durumda kitlelerin polislerle çatışması ve çatıştırılması, sol örgütlenmeler içersinde genel bir çizgi haline gelmiştir. Bu çatışmaların kitlelerin tepkilerini artıracağı ve giderek silahlı bir çatışma içine yönelecekleri şeklinde kavrayışlar gözlenmektedir. Gazi olaylarından sonra sol yayınlarda görülen "ayaklanma" söylemi, mevzi durumlardaki çatışmaların genelleşebileceği düşüncesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Molotofların, "halk patlayıcıları"nın güncelleştirilmesi bu kavrayışın ürünleri olmaktadır.
Marksizm-Leninizmle az çok tanışıklığı olan herkesin kolayca kavrayabileceği gibi, devrimin stratejik sorunları böylesi bir gelişmede gözden kaçırılmaktadır. Herhangi bir zamanda ve durumda, herhangi bir mahallede meydana gelebilecek silahlı bir kitle hareketi, hiçbir biçimde silahlı bir ayaklanma olarak değerlendirilemez ve yorumlanamaz. Tersi bir kavrayış, kitlelerin oligarşinin zor güçleriyle katledilmesinden öteye geçemeyecektir.
Bu durum iki nedenden dolayı kesinkes yanlıştır.
Birincisi, salt silahlı ayaklanma düzeyinden ele alındığında, kendiliğinden gelişen bir kitle hareketinin mevzi düzeyde silahlı bir çatışmaya dönüşmesi iktidara yönelik bir sonuç üretmeyeceğidir. Marksizm-Leninizmin silahlı ayaklanmaya ilişkin belirlemeleri açıktır.
"Başarmak için ayaklanma bir komploya değil, bir partiye değil, ama öncü sınıfa dayanmalıdır. İşte birinci nokta. Ayaklanma halkın devrimci atılımına dayanmalıdır. İşte ikinci nokta. Ayaklanma, yükselen devrim tarihinin, halk öncüsünün etkinliğinin en güçlü olduğu, düşman saflarında ve devrimin güçsüz, kararsız, çelişki dolu dostlarının saflarında duraksamaların en güçlü oldukları bir dönüm noktasında patlak vermelidir; işte üçüncü nokta." [*]
Marksizm-Leninizmin ayaklanmaya ilişkin belirlemeleri ve deneyimleri oldukca geniştir. Bunlar net olarak bilinmesine karşın, soldaki kimi örgütlenmelerin "ayaklanma" dan söz etmeleri, aynı zamanda kendiliğindenciliğin ne boyutlarda olduğunu da göstermektedir.
Ayaklanma kavrayışı ve çizgisi, ülkemizin koşulları nedeniyle yanlıştır. Marksist-Leninist literatürde "sovyetik ayaklanma" olarak geçen ve revizyonistler tarafından savunulan çizgi, emperyalizme bağımlı, çarpık kapitalizmin varolduğu ülkelerde ne denli geçersiz olduğunu dünya devrimci pratiği defalarca tanıtlamıştır. Marksizm-Leninizmin ayaklanmaya ilişkin olarak ortaya koyduğu nesnel ve öznel koşullar, bizim gibi ülkelerde olgunlaşmadığından, bu çizgiyi savunanlar, bir süre sonra sağa savrulmakta ve kitleleri pasifize etmektedirler. (Şüphesiz bu koşulları önemsemeden, dikkate almadan böyle bir çizgi savunulabilir. Genellikle kitle hareketlerinin geliştiği dönemlerde, kitleler ile oligarşinin zor güçleri arasında meydana gelen çatışmaların ortaya çıkması böyle bir düşünceyi yaygınlaştırmaktadır. Marksizmin ayaklanmaya ilişkin belirlemelerinin önemsenmemesi, olayların kendiliğinden gelişmesine bel bağlamayı getirmektedir. Meydana gelen çatışmalar ortamında kitlelerin kendiliğinden büyük birimler halinde ayaklanma içine girmeleri beklentisiyle desteklenen bu eğilim, her koşulda kitle çatışmalarını destekler ve teşvik eder. Ancak dünya devrimci pratiğinin de açıkca gösterdiği gibi, bu gelişmeler oligarşinin zor güçleri tarafından durdurulmaktadır. Genellikle sömürge tipi faşizm koşullarında sonuç, her zaman kitle katliamı olmaktadır. Yine de "biz yaparız, olur" şeklinde anlayışlar söz konusu olmaktadır. Bunların devrimci teoriyle uzaktan yakından ilişkisi yoktur. Böyle bir kavrayışın Marksizm-Leninizm açısından eleştirisi ise, kendiliğindencilik olarak yıllar önce yapılmıştır. Elbette herhangi bir örgüt, ayaklanmaya ilişkin koşullar mevcut değilken, mevzi düzeyde kitleleri silahlı ayaklanma ortamına sokabilirler. Marksist-Leninistlerin bu konudaki her türlü uyarı ve eleştirisi bir yana bırakılabilir. Böyle bir ortamda, kitlelerin kendi deneyimleri ile bu tür politikaların ne sonuçlar verdiğini görmelerinden öte birşey yapmak da olanaksızdır.)
Tüm bu gelişmeler karşısında doğru devrimci çizgi etrafında örgütlenmek ve hareket etmek belirleyici olmaktadır. Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi, ülkemizdeki gelişmeler karşısında iktidar yolunu açık biçimde tanımlamış tek devrimci strateji durumundadır. Bu stratejinin, kitle örgütlenmesi ile silahlı gücün, silahlı güç ile kitle örgütlenmesinin birlikte büyümesi tespitini bir yana bırakanlar, meydana gelecek kitle katliamlarının da sorumlusu olacaklardır.
Tüm bu gerçekler yıllar boyu açık ve net biçimde yazılmış, söylenmiş olmasına karşın hiç de gereken değere sahip değillerdir günümüzde. 1980 yıllarında başlayan depolitizasyon ortamı, aynı zamanda insanların her türlü teorik değerlendirme ve bilgiden uzak kalmalarını da getirmiştir. Teorik belirlemeler, neredeyse işe yaramaz, aylak toplamalar olarak değerlendirilmektedir. Özellikle SSCB'nin dağıtılmışlığı koşullarında Marksist teorinin "gözden düşürülmesi", kitle hareketlerinin kendiliğinden gelişmesine paralel bir seyir izlemiştir. 12 Eylül koşullarında devrimci örgütlerin önemli darbeler yemeleri ve uzun süre eylemsiz kalmaları, her koşulda eylemi birincil hale getirmiştir. 1980 öncesinin teorik belirlemelerinin ifadesi olan eylemler, örgütlerin varlıklarını tanıtlamaları anlamını taşıdığı bir ortamda, teori ile pratik arasında meydana gelen kopuş çok fazla dikkat çekmemiştir. 1990'ların ilk yıllarına kadar, hemen tüm sol örgütlenmeler, 1980 öncesindeki teorik belirlemelerinin ışığında hareket etmişlerdir. Ancak 1993 yılından itibaren bu teorik belirlemelerin kimi boşlukları giderilemediğinden, yavaş yavaş teorisiz bir pratik yayılmaya başlamıştır. PKK' nin her düzeyde teorik belirlemeleri bir yana itişi, bu gelişmede belirleyici bir etkiye sahip olmuştur.
Son dört yılın Kurtuluş Cephesi sayılarına bakılacak olursa, sürekli olarak teori ile pratik arasındaki kopuşun ele alındığı görülecektir. Bu öylesine açık bir durum yaratmıştır ki, örneğin DS'yi, hemen her durumda savundukları varsayılan Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan politikaların savunucusu haline getirebilmiştir. Yıllar önce yazılmış, çizilmiş kendi belirlemelerine göre ifade edilen "partileşme süreci", pratik bir açıklama haline dönüştürülebilmiştir. Bunun sonucu ise, kurulduğu ilan edilen partinin niteliğinin belirsiz bırakılması, parti adına uygun bir programa sahip olmaması vb. olmuştur. "Biz yaptık, oldu" anlayışı ile, tüm bunlara yönelik eleştiriler gözardı edilmiş ve kendi çizgileri için bile belli düzenlemeler yapılmamıştır. PKK pratiğinde yaşanılanlar, neredeyse aynı biçimiyle yeniden gündeme getirilmiştir. "Bizim elli bin gerillamız var, sizin neyiniz var" türünden bir söylemin hemen her düzeyde ve ilişkide egemen olması, yeni yetişen devrimci kuşağın yönelimini ve kavrayışını da belirlemiştir. İllegal silahlı örgütlenmelerin oligarşinin zor güçleri tarafından sürekli imha operasyonlarıyla yüz yüze bırakılmaları, kaçınılmaz bir biçimde legalizmi körüklemiştir. Legal ilişkiler alanında kurulan kitle ilişkileri ile sağlanan potansiyel, giderek kendi ilişkilerini dayatmış ve DS'de görüldüğü gibi, kendi varlık koşullarını ifade eden silahlı yapı ikincil hale gelmiştir. Örgütlerin "radikal" ve "silahlı" olduklarını gösterecek türden birkaç sansasyonel eylemin (ya da "medyatik eylem") belli periyodlarla gerçekleştirilmesi ve bu amaçla birkaç "eylem timi"nin el altında bulundurulması, yeni bir örgütlenme tarzı olarak solda yaygınlık kazanmıştır. Gazi olaylarıyla birlikte ortaya çıkan gecekondu mahallelerindeki kitle ilişkileri, özellikle de gençlik kesimi, her koşulda eylemli tutularak, sürekli bir hareket ve faaliyet ortamı mevcutmuş görüntüsü yayılmaktadır. Böyle bir ortamda, ne olduğu kesinkes belli olmayan, belli bir stratejik yönelime, stratejik kumandaya sahip olmayan kırsal örgütlenmeler de, örgütlerin "büyük"lüğünün göstergesi olarak kullanılmaktadır. DS'nin bir dönem, ülkenin her "dağında" kendilerinin varolduğunu göstermeye yönelik girişimlerinin sonuçları bilinmekle birlikte, böyle bir sonucun dünya devrimci pratiğinde kesinkes öngörüldüğü görmezlikten gelinmiştir.
Teorinin pratiğe ışık tutucu, pratiğin yönünü belirleyici özellikleri, neredeyse küçümsenir olmuş ve her teorik belirleme önsel olarak reddedilir hale gelmiştir. Yapılan eleştirilere karşı gösterilen duyarsızlıklar, teorisiz pratiğin en kesin ifadesi durumundadır.
Bugün yetişen yeni devrimci kuşak, dünya ve ülke devrimci pratiğinin deneyimlerinden, derslerinden ve teorilerinden uzak tutulmaktadır. Şüphesiz bu uzak tutuş, kendi örgütsel pratiklerinin sorgulanmasını engelleme amacı taşımaktadır. Ama hangi nedenle olursa olsun, böyle bir durumun, sonal olarak kendi gelişimlerine de engel olacağı açıktır. Örgütler içinde ortaya çıkan "darbecilik", sonal olarak bu durumun ürünüdür. Yönetime gelen her kişi, örgütün belirlenmiş bir çizgisi olmadığından ya da bu çizgisini terk etmiş olduğundan, kendine göre bir rota izlemektedir. Bu da, kaçınılmaz bir biçimde, yönetim içi çatışmalara neden olmaktadır. Her yönetim değişikliğinde değişen politikalara sahip örgütler, neredeyse ülkemiz solunun bir özelliği haline gelmektedir.
Bu belirsizlik ortamında, şehir merkezli mücadele anlayışlarının giderek etkin olmaya başlaması ve kırsal örgütlenmelerin stratejik olmaktan çok, taktik düzeyde "güç gösterisi" nin aracı olarak kullanılması, yakın gelecekte önemli sonuçlar ortaya çıkarabilecektir. "Ayaklanma" sözcüklerine yapılan vurgularda ki artışlar, giderek şehirlerde belli bir ayaklanma düzenleme eğilimlerini güçlendirmektedir. Özellikle İstanbul'da meydana gelebilecek silahlı bir kitle direnişinin, neredeyse istenir hale gelmesi, gelişen kitle hareketlerinin en önemli sorunu durumundadır.
Böyle bir eğilim karşısında, genel olarak şehir merkezli bir ayaklanma anlayışının ne denli yanlış olduğunu ifade etmek yetersiz kalmaktadır. Çünkü böyle bir değerlendirmenin etkili olabilmesi için gerekli teorik bilgi birikimi mevcut değildir ve teori her zamankinden daha fazla gözden düşürülmüştür. Yapılacak en genel bir değerlendirmede bile, şehir merkezli bir ayaklanmanın büyük kitle katliamına neden olabileceği PKK tarafından 1991'lerde açık biçimde görülmüş olmasına rağmen, solda "serhıldan"ların etkisi süregitmektedir.
Pratik olarak, PKK hareketinin, şehirlerde gerçekleştirilecek yerel ayaklanmaları destekleyecek ya da bu ayaklanmanın tümüyle katliamla sonuçlanmasını engelleyecek koşulları olmasına rağmen, "serhıldan"ları silahlı bir ayaklanmaya doğru yöneltememesi, salt PKK' nin "yönetimsel" eksikliğinin ürünü olmamıştır. Uzun süreli bir savaş kavrayışına uygun bir kitlenin bulunmaması, daha tam deyişle, kitlelerin kısa sürede zafer (ya da bir sonuç) beklentisi içinde olması, bu yöndeki gelişmeyi engellemiştir. Oligarşinin silahlı bir kitle ayaklanması karşısında göstereceği tepkinin boyutları ile bu tepkiye karşı kullanılabilecek silahlı gücün bileşimi arasındaki çelişki de düşünülecek olursa, böyle bir çizginin neden başarılı olamayacağı açıkca anlaşılabilir.
Gerek ülkemizin devrimci pratiği, gerekse dünya devrimci pratiği bu konuda pekçok deneyime sahip olmasına rağmen ve şehir merkezli bir ayaklanmanın nesnel ve öznel koşullarının öylesine kolayca ortaya çıkamayacağı bilinebilir olmasına rağmen, yine de kitle hareketlerini bu yöne sevk etmek durumu ortaya çıkabilecektir. Bu durumun yaratacağı sorunlara ilişkin yapılacak değerlendirmeler ya da eleştiriler ise, teorinin devre dışı bırakılmışlığı koşullarında, hayali senoryalarla geçersiz kılınabileceği de görülmektedir.
Kimileri böyle bir ortamda Çin devrimini örnek göstererek, Katon, Güz Hasadı vb. ayaklanmalar sonrasında kitlelerin düzenli olarak dağlara çıkması anlatılarak, gelişmenin "farklı" olabileceği "imajı" verebileceklerdir. Hatta kimileri, İstanbul'da meydana gelecek bir yerel ayaklanmaya paralel olarak, ayaklanmacıların "uzun yürüyüş"le Halk Savaşı başlatabileceğinin hayalini bile kurabilecektir. Bir başka kesim ise, "dağlarda"ki gerillalarının böyle bir ayaklanmaya katılanların "kurtarıcı gücü" olarak gösterebilecek ve buna bağlı hayaller yaratabilecektir. Oysa, Che Guevara'nın net biçimde ifade ettiği gibi, "bir gerilla hareketi, bozgundan çıkmış, darmadağın, destekten yoksun bir halk topluluğunu birleştirip toparlayacak bir kurtarıcı güç olamaz". Keza 1971 Bolivya ayaklanmasının gösterdiği gibi, ayaklanmacıların kırsal alanlara ulaşmaları bile olanaksızdır. Tüm bu gerçeklere rağmen, yine de yeni devrimci kuşak, "çarpışarak dağlara çıkma" hayali içinde tutulabilecektir.
Bu hayaller yıkılmadığı sürece, doğru devrimci çizginin belirleyiciliği sınırlı kalacaktır. Ancak her durumda Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nin öngördüğü Öncü Savaşı en açık biçimde ortaya konulmak ve anlatılmak durumundadır. Öncü Savaşının ne olduğu, neden gerekli olduğu, hangi tür örgütlenmeyi gerektirdiği ve yürütülen gerilla savaşının niteliği, mevcut durumdaki teorik düzeydeki düşüklüğü gözönüne alarak ortaya konulması gerekmektedir. Öncü Savaşının sürdürülmesine ilişkin pekçok taktik ve stratejik sorunun, Öncü Savaşının neden gerekli olduğu ve nasıl bir savaş olduğu konusunu örtmesi, pratikte en sık karşılaşılan sorun durumundadır. Pratikte öncü savaşçı kadronun, Öncü Savaşının taktik ve stratejik sorunlarını çözme yönündeki faaliyeti, ister istemez bu sorunları birincil kılmaktadır. Ancak bunun doğrudan savaşın yürütülmesine ilişkin olduğu, oysa ki kitlelerin bilinçlendirilip örgütlendirilmesinin savaşın neden gerekli olduğu ve nasıl bir savaş olduğunun anlatılmasıyla bağlantılı olduğu unutulmamalıdır.
İşte ülkedeki son gelişmelerin ortaya çıkardığı sorunlar ve görevler bunlardır. Bu görevler içersinde belirleyici olan, Öncü Savaşının sürdürülmesi ve Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi bütünselliği içersinde Öncü Savaşının ne olduğunun yeni devrimci kuşağa anlatılması ve kavratılmasıdır. Bu görevler yerine getirildiği sürece, oligarşinin her türlü zor uygulamasının pasifikasyonla sonuçlanması engellenebilecek ve kitle mücadelesinin şehirlerde sıkışarak çözülmesinin önüne geçilebilecektir. Her durumda, doğru devrimci çizgide Öncü Savaşını sürdüren örgüt, kitlelerin karşı karşıya kaldıkları ve kalacakları sorunlarda çözücü olarak, bir çıkış noktası olarak varolmak durumundadır. Bu koşullarda, devrimci örgüt, sözcüğün tam anlamıyla, halkın dev rimci öncüsü olarak tarihsel görevini yerine getirecektir.
Dipnot
(*) Lenin: Marksizm ve Ayaklanma, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, s: 152