Der: William J. Pomeroy
Marksizm ve Gerilla Savaşı
            V. AFRİKA





[Türkçesi: William J. Pomeroy, Marksizm ve Gerilla Savaşı, Belge Yayınları, Eylül 1992, Birinci Baskı]

Eriş Yayınları tarafından düzenlenmiştir.
kurcep@gmx.net
Özgün biçimiyle Acrobat Reader formatında: Marksim ve Gerilla Savaşı (275 KB)

1.

Cezayir:

Silahlı Mücadelenin Özellikleri

2.

Beşir Hacı Ali,

Cezayir Kurtuluş Mücadelesinden Alınacak Dersler

3.

Amilcar Cabral,

Ulusal Kurtuluş ve Toplumsal Yapı

4.

Güney Afrika:

Devrimci Yol

5.

Kwame Nkrumah,

Afrika'nın Kurtuluşu İçin Siyasal-Askeri Strateji













      V. AFRİKA


      Afrika'da anti-emperyalist mücadelenin sürekli bir stratejiye ve bütünlüğe kavuşabilmesi için bir çok teklif ortaya atılmışsa da, Afrika ülkelerinin ve bu ülkelerdeki şartların farklılığı gerçeği dolayısiyle bu bütünlük, bir türlü gerçekleşememiştir. Afrika Birliği Örgütü (OAU) 1963 yılında geniş ölçüde Ganalı Kwame Nkrumah'ın girişimiyle kurulmuş ve bu örgüt kanalıyla bütün kıtada tam bağımsızlığın elde edilmesi uğrunda çaba gösterilmeğe başlanmıştır. Silahlı Afrika kurtuluş hareketlerine fiili yardımda bulunmak üzere OAU'ya bağlı bir Kurtuluş Komitesi kurulmuştur. Ancak, birçok OAU ülkesindeki gerici yönetim ve bazı ülkelerdeki ilerici eğilimli yönetimleri emperyalist oyunu olan askeri darbelerin yok etmesi olayı bu yardımı engellemeğe başladı.
      Çeşitli Afrika ülkelerinin gelişim düzeylerindeki büyük farklara rağmen -Afrika'da bir dereceye kadar sanayileşmiş Güney Afrika gibi ülkeler de, ekvator bölgesindeki kapitalizm-öncesi toplumu ülkeler de vardır- Kıta ya da bölge düzeyinde anti-emperyalist birliği sağlayacak kuvvetli sebepler vardır. Bunlardan biri Afrika kurtuluşunun karşısına çıkan emperyalist birliğidir. Portekiz, Amerikan emperyalizminin NATO kanalıyla sağladığı yardım olmaksızın sömürgelerindeki gerilla hareketlerine karşı koyamaz. Aynı şekilde, Portekiz, Rodezya ve Güney Afrika arasındaki askeri ittifak Britanya ve Amerikan emperyalizminin desteklemesiyle 1967'den beri eylemlerini sürdürmektedir. Afrika'daki gerilla ve diğer kurtuluş güçleri, emperyalist hamlelerine karşı koyabilmek için, aralarındaki gelişme ve önderlik farklarına bakmaksızın kıta çapında bir takım çabalar yürütmek zorundadırlar. (sayfa 303)
      Bu konudaki güçlüklerden biri öncü parti ya da devrime önderlik edecek siyasi örgütün hangi kuruluş olacağı sorunudur. Tarihin sürüp getirdiği şartlar, Afrika ülkelerinin çoğunda işçi sınıfı partisinin doğuşuna imkan vermemiştir. Bilindiği gibi, proletaryayı, işçi-köylü ittifakları ya da ileri küçük burjuva guruplarının ortaya çıkışını belirleyen tarihi şartlardır. Bunlar olmayınca sömürgeciliğe ve yeni-sömürgeciliğe karşı mücadelenin başına diğer partilerin, merkez devrimci gurupların geçmesi zorunlu olmaktadır. Bu çeşit hareketlerin çoğu, şu ya da bu dereceye kadar, Marksist-Leninist kavramlardan etkilenmiş ve ulusal kalkınma amaçları için sosyalist amaçların ne kadar gerekli olduğunu kavramıştır.
      Bazı bölgelerde birlik ve bütünlük oldukça gelişmiş durumdadır. 1961 yılında, Portekiz sömürgeleri olan Angola, Guinea Bissau ve Mozambik'teki gerilla kurtuluş hareketleri birliği olan CONCP (Conference des Organizations Nationalistes des Colonies Portugaises) kuruldu. 1967 yılında, ANC (African National Congresse of South Africa) ve ZAPU (Zimbabwe African People's Union of Rhodesia) ittifakı ile Rodezya'da ve Güney Afrika'da gerilla savaşına başlandı. Başka bir düzeyde, Cezayir'in, kendi kurtuluşundan sonra, Afrika'daki diğer kurtuluş hareketleri için eğitim üsleri ve çeşitli yardımlar sağlayarak elinden geleni yapmakta olduğunu görüyoruz. Tanzania, Zambiya, iki Kongo, Gine ve Gana (Şubat 1966'daki karşı-devrimci darbeden önce), eğitim ve manevra üsleri ya da gerilla kuvvetlerinin geçebilmeleri için kapılarını ardına kadar açmaktadır. Her hareket kendine özgü olduğundan ve sorunlarına kendine göre bir yaklaşım tarzı bulması gerektiğinden, kıta çapında bir bütünlük ve işbirliğinin, bu sınırların ötesine çıkıp çıkamayacağı hâlâ tartışma konusudur .
      Kwame Nkrumah'ın Devrimci Savaş Elkitabı'nda, (sayfa 304) Afrika kıtası, askeri yönden, kurtarılmış bölgeler, çatışmalı bölgeler ve emperyalistlerin elindeki bölgeler olmak üzere üç bölüme ayrılmıştır. Bu kitapta silahlı kurtuluş kavramının sadece gerilla savaşını değil düzenli ordu savaşını da kapsayacak kadar geniş tutulduğunu görüyoruz. Gerçekte, Afrika ülkelerinden kurtulmuş olanlar bu işi farklı askeri usullerle gerçekleştirmişlerdir. 1963'te Zanzibar'da başarılan devrim, bir ayaklanmaydı. Tunus ve Fas'ta kitle mücadelesi ve silahlı eyleminin büyük şehirlerde başarıya ulaşması kurtuluş için yeterli olmuş, buralarda, Cezayir'deki gibi sürüncemeli bir savaş gerekmemiştir. Sudan'da, 1965 yılında Abud yönetimini deviren hareket, özü itibariyle, şiddete başvurmamış ve bu hareketten önce Komünist Partisi silahlı mücadeleye girişmenin iyi ve kötü taraflarını ciddi bir biçimde tartıştıktan sonra hareketin temel niteliği ortaya çıkmıştır. Kenya'da Mau Mau baskısına rağmen, gerilla ayaklanması, rüzgarları, ancak Britanya'nın açık sömürge yönetimini gevşetmesi yönünde esmeğe başlamasını sağlayacak kadar etkili olmuştur.
      Tek başına, dünyadan kopuk ve kötü donatımlı bir Mau Mau hareketiyle, (1950'1erde Kenya'da görülen) bugün, Güney Afrika'da savaşan, uluslararası yardıma ve eğitimli halk ordularına sahip hareket arasında dağlar kadar fark vardır. Afrika kıtasında özellikle Sahra-altı bölgelerdeki hareketler, Asya ve Latin Amerika'daki silahlı kurtuluş savaşlarından geniş ölçüde yararlanmaktadır. Başarıya ulaşmış her hareketten (Vietnam, Küba, Cezayir) dersler ve öğütler almakta, sosyalist ülkelerden ise (Sovyetler Birliği, Çin) daha dolaysız yardım sağlamaktadırlar. Diğer hareketlerin Afrika'ya daha az yardımı dokunmaktadır. Aşağıda sunduğumuz parçalar, başka ülkelerin deneyleri etkisiyle, Afrika'da kurtuluş mücadelesi veren ulusların adımlarını, ne kadar hesaplı ve dikkatli attıklarını göstermektedir. (sayfa 305)





      1.
      CEZAYİR:
      SİLAHLI MÜCADELENİN ÖZELLİKLERİ
     
      Cezayir halkının silahlı mücadelesinin, Çin, Vietnam, Endonezya, Fas ve Tunus'taki ulusal kurtuluş savaşlarıyla bir çok ortak yanları, benzerlikleri var: köylü kitlelerinin topraksız olduğu bir tarım ülkesinde yürütülen bir ulusal kurtuluş savaşı olması; ülkede çok sayıda işsizin bulunması; küçük tüccar ve zanaatkarların bulunuşu gibi. Bunların yanısıra Cezayir'deki hareketin kendine özgü bir takım nitelikleri de yok değil. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz.
      1. Sayısı oldukça fazla bir Cezayir proletaryası var. Siyasi yönü oldukça gelişmiştir. Mücadele tecrübesi ve çatısı altında Cezayir'in her katından insanı barındıran 20 yıllık bir Komünist Partisi mevcut.
      2. Avrupalı kökenden gelen insan sayısı diğer sömürgelerdekinden daha çok ve bunların büyük kısmı işçi.
      3. Ulusal kuvvetlerin birliği gerçekleşmiştir. Tek bir ulusal kurtuluş ordusu var. Kurtuluş Mücahitleri bu orduya katılmış durumda.
      4. Fransız sömürge kuvvetlerinin içinde çok sayıda parasız asker var: 600.000 kişiden 200.000'i askere alınmış Fransız yurttaşları olup düzenli savaş birliklerinde görevlidir. Bu durum, mesela Endonezya'daki duruma hiç benzemiyor. (sayfa 306)
      5. Silahlı mücadelenin bu özellikleri yanısıra Cezayir'in coğrafi durumunun da bir takım özellikleri vardır.
      Bütün bu toplumsal, ekonomik, siyasi ve coğrafi nitelik, Cezayir halk silahlı kuvvetlerinin strateji ve taktiklerinin biçimlenmesinde rol oynamıştır.
      Askeri strateji, hedef alınan siyasi amaçlara göre belli olur, yani ikinci plandadır. Cezayir Komünist Partisi çeşitli vesilelerle siyasi amaçlarını açıklamıştı: Cezayir ulusal bağımsızlığını istemektedir, fakat, ateşkes ve görüşme konusunda Cezayir ulusunun gerçekleri göz önüne alınmadan bir şey yapılamaz. Cezayirli vatanseverlerin silahlı mücadeledeki hedefleri, sömürgeci birlikleri yoketmek ya da kısa dönem içinde bir Dien Bien Phu başarısını tekrarlamak değildir. Le Monde gazetesinin Buenos Aires'teki muhabiri şöyle soruyordu: "Gerilla savaşçıları askeri bir zafer peşinde midir, yeni bir kış saldırısından hiç korkmuyorlar mı?".
      Ferhad Abbas bu soruya hakkettiği cevabı veriyordu: "Gerilla savaşçıları Fransız Ordularına karşı askeri bir zafer kazanmayı asla düşünmüyorlar. Büyük bir milletin küçük bir halkı kolayca ezip yokedebileceğini biz de biliyoruz. Bununla beraber, gerilla kuvvetlerimiz yenilmez olduklarını ve siyasi hedeflerine ulaşıncaya kadar varlıklarını sürdüreceklerini de görüyorsunuz herhalde. Gerektiği takdirde daha pek çok kış saldırısına karşı koyabilecek güçleri vardır."
      Cezayirli vatanseverlerin bütün istediği, göz boyamak için zafer üstüne zafer kazanır görünmek değil, fakat, düşman kuvvetlerine devamlı sıkıntı vermek ve darbe indirmek, sömürge yönetimini, ajanları ve aşırı-sömürgeci kişileri canlarından bezdirmektir. Palestro, Aflon, Tebessa (sayfa 307) gibi başarıların devamlı tekrarından murat sömürgecilere hayatı yaşanmaz hale getirmekten ibarettir. Bir zamanlar, İspanyol gerillaları Napolyon Ordusunun büyük bir savaşa girip yenilmeden İspanyayı terketmeleri sonucunu yaratmışlardı. Amacımıza ulaşmak için elimizde, bir dereceye kadar örgütlü bir ordu, subay, silah, cephane ve askerlik bilgisi olmalıdır. Ancak burada, Cezayir halkının da. kurtuluş savaşı veren diğer halklar gibi çarpıştığını ve özgürlük uğruna savaşan insanların elindeki maddi kaynakların, sömürgeci elindeki kaynaklardan, yüz misli daha büyük bir savaşma gücü sağladığını da belirtmeliyiz. Siyasi öz, "psikolojik yön" daima, devrimci savaşların, haklı savaşların lehinde unsurlardır. Cezayir'in nerdeyse bir adaya benzeyen coğrafi durumu, ta başından beri, silah ve cephane ikmali konusunda büyük güçlükler yaratmıştır. Fakat burada da halkın girişkenliği bu güçlükleri yenmiştir: halk, düşmanın silahlarını kaçırmış, oturup kendisi silah yapmış, soğuk çeliği işlemeğe kalkmış vb. işlere girişmiştir.
      Askeri taktiklerimiz de, siyasi taktiklerimiz de ülkemizin içinde bulunduğu durumla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Siyasi bakımdan, komünistler, daima bütün ulusal kuvvetlerin anti-emperyalist birliğini salık vermişlerdir: Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi kurulmasını önermişlerdir. Silahlı kuvvetlerin birleşip bir bütün haline gelmesi tek başına büyük bir anti-emperyalist zaferdir. Sendikaların birleşmesi ve siyasi birlik de aynı şekilde büyük zaferler sayılmalıdır. Ulusal kuvvetlerin birleşmesi, aşırı-sömürgeci unsurlarla, Avrupa kökenli olmakla birlikte, hatta eski ülkelerini sevmekle birlikte bir kısmı ikinci bir yurdu benimsemeğe bile hazır Avrupalı işçilerinin çoğunluğu arasındaki bağları koparma olanağı da sağlıyordu. Bu çoğunluk Cezayir'in davasını haklı görmekteydi.
      Silahlı mücadele Cezayir siyasi sahnesinin başlıca (sayfa 308) aktörü olmakla birlikte, kitle eylemlerinden kopmuş değildi. 5 Temmuzdaki genel grev, 1 Mayıs sokak gösterileri, üniversite öğrencilerinin, okulluların, tüccar ve esnafın boykotları, tütün ve alkollü içkileri boykot gibi olaylar hep halk kitlelerinin kendi buluşları olarak ortaya çıkmış ve ulusal amacımıza katkıda bulunmuş eylemlerdir. Bunların sayısı arttıkça düşmanımız zayıfladı. Bunlar, halkın, günlük yaşantısı içinde keşfettiği ve tamamen kendi girişimiyle gerçekleştirdiği çeşitli eylem biçimleridir.
      Ulusal Kurtuluş Ordusunun ve kırlık bölgelerdeki silahlı gurupların siyasi rolleri vardı.
      Mücahiddin (savaşçılar), genellikle, kitlelerden hiç bir zaman kopmamış köylülerdi. Bunlar, sadece düşmanı canından bezdirmek, pusuya düşürüp yakalamak, hiç acımadan yoketmek, silahlarını almak gibi işlerle yetinmiyorlardı. Aynı zamanda, ulusal amaca yürekten bağlı, vatansever bilinci olan halkla beraber savaşı en geniş ve en yüksek biçimine eriştirmek isteyen yiğitlerdi.
      Propaganda yapıyorlar, halka, Ulusal Kurtuluş Ordusunun amaçlarını, savaşın niteliğini, yurdu kimin kurtaracağını ve köylülere kimin toprak dağıtacağını bir bir anlatıyorlardı. Aynı zamanda, halkı kendi kendini yönetmeye hazırlayan, köylerde ve köylük bölgelerde mahalli yönetim örgütleri haline gelecek devrimci örgütleri kurmakla uğraşıyorlardı. Bu işte de, halkın kendi girişiminin büyük yardımı dokunuyordu.
      Bir yandan da köylünün dostu olan Mücahid, ona günlük sorunlarında yardımcı oluyor, işinde, hasadında ve tarladaki diğer işlerinde elindeki imkanların ve askeri gereklerin elverdiği ölçüde ona omuz vermekten kaçınmıyordu. Mücahid, köylü kitlelerini karşısına aldığı ve onlardan koptuğu zaman işinin bitik olduğunu pekala biliyordu. Şunu da pekala biliyordu ki, işbirlikçilere ve ulusal amaca zarar veren diğer sorumlu kişilere eylemlerinin (sayfa 309) ciddiyetine uygun ceza vermekten kaçınmanın da hiç bir yararı yoktur. Gerilla savaşçıları ve partili savaşçılar, her zaman, kara liste hazırlamaktan, (İspanyol gerillacılarının yaptığı gibi) kulak kesmeğe, (Fransa'nın kurtuluşunda görüldüğü gibi) işbirlikçi kadınların saçlarını kesmeğe kadar ve Cezayir savaşında tövbekar olmayan işbirlikçilerinin burunlarının ikiye bölünmeleri gibi çeşitli ve özgün cezalar verme zorunda kalmışlar, bu da, ne yazık ki, halkın kendileri hakkındaki iyi duygularını bir parça zedelemiştir.
      Mücahiddin,
Fransız sömürgeci kuvvetleri içinde hem yedeklerin hem de muvazzafların (işi askerlik olanların) bulunduğunu, bunların Cezayir'e zorla gönderildiklerini, Fransa'dan ayrılmalarının, Fransız halkı için tamamen gereksiz olan böyle adaletsiz bir savaşa karşı (bazan şiddetli) gösterilere yol açtığını biliyorlardı.
      Her devrimci mücadelenin tarihinde halka, zalimlerin ve sömürücülerin elindeki orduyu kendi tarafına çekme görevi verilmiştir...
      Şehirlerde de, Ulusal Kurtuluş Ordusunun taktiği düşmanı canından bezdirmekti: ordu, polis, yöneticiler ve işbirlikçilere göz açtırılmıyordu. "Temsilci bakan" Lacoste'un bizi inandırmak istediğinin aksine, silahlı mücadele köyden şehire kaymış değildi. Köylük bölgelerde büyüyüp şehire taşıyordu hareket; gerçek buydu.
      Lenin 1905 Moskova ayaklanmasıyla ilgili olarak, şehirlerdeki "gerilla savaşının" zamanla nasıl barikatları aşıp bütün şehire yayılmış silahlı bir mücadele biçimini aldığını açıklamaktadır: "Bu gibi eylemlerin taktiği, son derece küçük, on kişilik, üç hatta iki kişilik hareketli birliklerle yürütülmesidir". (sayfa 310)
      Demek ki, Cezayir şehirlerinde de vatanseverler, Fas ve Tunus'ta görülen silahlı mücadeleyi yürütüyorlardı. Kendiliklerinden şehir şartlarına uygun gerilla savaşını benimsediler: ordu, polis, sömürge yönetimi ve işbirlikçiler bu kahraman eylemlerin karşısında elleri bağlı ve çaresiz bocalamaktan başka bir şey yapamıyor. Her gün, gene de, devlere karşı savaştığımız için onlarca yiğidimiz can vermektedir. Görevimiz, bu mücadele biçimini geliştirmek, gururla devam ettirmek ve sonuçlarına katlanmak, siyasi olarak yüceltmek ve eksiklerini gidermektir.
      Kitlelerin giriştiği şiddet hareketlerinden söz ederken Lenin, guruplarının "sürüleri denetleyemediğinden" yakınmaktadır. Başka bir deyişle, silahlı gurupların eylemi, kitlenin siyasi-askeri eylemi olmalıdır. Cezayir şehrinin Kazbah semtinde, Bone'da ve Tebessa pazar yerinde. eskiden böyle silahlı çatışmalar oldu ve silahlı guruplar yüzlerce, binlerce insanı mücadelenin içine çekti. Silahlı gurupların, bölge ya da şehir halkı tarafından korunması, ortalığı yaygaraya vermemesi, sömürgecilere koşup şikayet eden haberci kişilerin çıkmayışı kitlelerin, gelişen ve yükselen silahlı mücadeleye katılmasının ilk biçimleri saymak gerekir.
      Halk kitlelerinin küçük zalim ve sömürücü azınlığına karşı giriştiği bu "şiddet hareketlerinin" de "örgütlenmesi ve denetlenmesi" gerekmektedir. Ülkemizde bu gerekliliği arttıran husus, nüfusumuzun büyük kısmının köylü ve küçük burjuva (tüccar ve zanaatkar) oluşu ve bunların silahlı mücadeleye geniş katkılarda bulunmalarıdır. "Küçük üretici" niteliğini taşıdıkları için. zaman zaman, sapık özellikte hareketlere girişecek bir ideoloji sahibidirler ve bu ulusal mücadelenin doğru niteliğine aykırı düşer. Mesela, Diar es Saada'daki otobüs saldırısı, şoven, ırkçı, fanatik bir mücadele izlenimi bırakmış ve sadece Cezayir toplumsal sınıflarına ve etnik guruplarına (meseleyi (sayfa 311) büyütmediler bereket) zarar vermekle kalmamış uluslararası kamuoyu gözünde de bizi güç bir duruma düşürmüştür.
      İyi karakter sahibi bir insan, çok defa örgütlenmemiş, denetim altına girmemiş, kanlı sömürgecilikten ve onun korkunç vahşetinden yıldığı halde gene de onlara karşı uluorta şiddet hareketlerine girişmeyi bir türlü kabul etmeğe yanaşmayan bazı unsurların tutumunu anlayabilir. Sorumluluklarını kavramış bir siyasi kişi kitlelerin ani coşkunluğuna kendisini kaptırmamayı bilmelidir. Marksistler, kendine saygısı olan bir partinin, kitlenin peşine takılmaktan çok, kitlenin başına korkmadan geçip onu yönetmekle görevli olduğunu söylerler. Aşırı-sömürgecilerin, Tunus ve Fas'ta yaptıkları gibi, kendi marifetleri olan bir sürü şiddet hareketini Ulusal Kurtuluş Ordusunun üstüne atmak ve Birleşmiş Milletlerde Cezayir sorununun görüşüldüğü zaman benzer dönemleri kollayarak, halk savaşçılarını küçük düşürmek için can attıkları günlerde, kitlenin duygularına kapılmama konusu büsbütün önemli hale gelmektedir. Mesela, Darboussa Bone manastırına saldırı olayı bizim üstümüze yıkıldı. Ayrıca, geçmişte bol bol yaptıkları gibi, siyasi ve askeri vatansever örgütlere kışkırtıcı ajanlarını (agents provocateurs) sokmakta, mücadeleyi dağıtmak ve gözden düşürmek için çalışmaktadırlar. Bu yüzden gözlerimizi dört açmalıyız. Bu gibi olaylardan sakınmanın en iyi yolu, mücadelenin siyasi düzeyini yükseltmek, mücadeleye gün geçtikçe artan bir sayıyla katılan kitlelere siyasi eğitim vermektir; aynı zamanda, Ulusal Kurtuluş Ordusu kadrolarını, dok işçileri, madenciler, taşıt işçileri, tarım işçileri vb. gibi proleter unsurlar arasından alınacak taze kuvvetle devamlı olarak beslemek gerekir. Proletarya, zararlı ideolojilere ilke olarak karşıdır, yabancıdır.
      Cezayir proletaryasına sıkı sıkıya bağlı olan Cezayir (sayfa 312) Komünist Partisi bu konuda büyük rol oynamaktadır. Komünistler fiilen mücadeleye katılmakta, ona kendi deneylerini ve ulusal hareketin öz çıkarları ve kararlı niteliği konusundaki görüşlerini aşılamaktadır.

     
      [Komünist Cezayir Gazetesi, Realites Aigeriennes et Marxisme'in (Sayı 1), Kasım-Aralık 1956 tarihli sayısındaki başyazı. Gazetenin başlığını taşıyan, Cezayir şehrindeki El Hürriya yayınevince basılan kitabın (s. 11-20) içinde yeniden yayınlanmıştır, 1962.]





      2.
      CEZAYİR KURTULUŞ MÜCADELESİNDEN
      ALINACAK DERSLER
     
      Beşir Hacı Ali
     
      Silahlı Mücadele nasıl başladı? Bu mücadeleyi alevlendiren birikimi sağlayan iç ve dış etmenler nelerdi?
      İç etmenlerin başında, ulusal kurtuluş hareketinin, Vietnam, Tunus. Fas vb. ülke halklarıyla dayanışma amacıyla girişilen işçi ve köylü grevlerinin, kitlelere siyasi bilinç verme ve örgütleme girişimlerinin hemen arkasından patlak veren bir ayaklanma şeklinde ortaya çıkmasını sayabiliriz. Bu tip olaylar ülkemizde daha önce görülmemişti. Bu mücadeledeki önemli rollerden birini Komünist Partisi oynamıştır.
      İç etmenlerin ikincisi, halkımız ve Fransız emperyalizmi arasındaki çelişmenin keskinleşmesidir. Cezayir (sayfa 313) halkı, sömürge boyunduruğunu kırabilmek için "hukuki" yöntemlerin bir işe yaramadığını artık anlamış ve yeni yöntemlere ihtiyacı olduğunu kavramıştır. Bunun sonucunda, karşı tarafın öç almasına fırsat vermek istemeyen vatanseverlerin meydana getirdiği bir çeşit gerilla birlikleri olan maquis'nin ve bir de, Demokratik Özgürlükler'in Zaferi Hareketi'nin (o günlerin önde gelen milliyetçi partisi) en devrimci kanadındaki vatanseverlerin ısrarı üzerine kurulmuş yarı-askeri gizli örgütün varlığını görüyoruz. Bütün baskılara rağmen, ülkenin birçok kesimlerinde bu örgütün hâlâ şubeleri var. Ayrıca, özellikle köylerde, 1942 Kasımında Müttefiklerin Kuzey Afrika'ya yaptığı çıkarmadan arda kalan büyük miktarda silah ve donatım malzemesi bizi bekliyor.
      Demokratik Özgürlük Hareketinin geçirdiği siyasi bunalım sonucu ikiye bölünmesi, gerek kitleler, gerekse önderler arasındaki siyasi bilinçlenmeyi hızlandırıp geliştirdi. Bu partiyi bırakıp ayrılan devrimciler, artık daha yüksek düzeyde bir mücadele, yani silahlı mücadele kurulmasını ve parti birliğinin ancak bu şekilde yeniden sağlanabileceğini öne sürdüler.
      Bu öznel ve nesnel iç etmenlere iki dış etmen ekleyebiliriz: birincisi, Cezayirli vatanseverlerin, Fransa'nın da pekala yenilgiye uğratılabileceğini görmeleri: Dien Bien Phu'daki Fransız yenilgisi; ikincisi ise sosyalist kampın büyümesi ve bunun en uzak köylerde yaşayanlar da dahil, halk kitleleri üzerinde, Fransız emperyalizminin ancak ve ancak silahlı bir mücadele ile sökülüp atılabileceği konusunda büyük bir etki yaratmış olması.
     
      Sınıfların ve Toplumsal Tabakaların Rolü
     
      10 milyonluk Cezayir nüfusunun yüzde 80'ine yakın kısmı köylüdür. En iyi toprakların sömürgecilerin elinde (sayfa 314) bulunması, 600.000 köylünün topraksız kalmasına, 450.000 köylünün ise el kadar topraklar üstünde boğaz tokluğuna çalışmasına yol açıyordu.
      Silahlı ayaklanmanın arifesinde, köylerde 1 milyon insan geçim araçlarından yoksun bulunmaktaydı. Şehirlerde ise, 500.000 işsiz vardı. Fransız rekabetinin baskısına göğüs geremeyen 120.000 küçük esnaf ve zanaatkar vardı. Orta burjuvazi 11.000 aileden ibaretti, 7.000 kadar işletmeye sahipti ve hiç bir işletmede 15'ten fazla işçi çalıştırmıyordu. Avrupalı burjuvazinin elindeki işletme sayısı ise 30.000'i buluyordu. Yerli büyük burjuvazi ise zayıftı ve sayıca kalabalık değildi. İşçi sınıfı ise, çoğu niteliksiz ya da düşük nitelikli 300.000 devamlı ya da mevsimlik işçiden teşekkül ediyordu. İşçi sınıfı, yerli burjuvaya karşı mücadeleden değil, Avrupalı burjuvaziyle çatışmaktan doğmuştu. İşçilerin çoğunun bir ayağı köydeydi. Sınıf farklarının henüz açıkça belirmediği, proletarya daha "kendi başına" bir sınıf haline gelemezdi.
      Demek ki, devrimdeki baş rolü yerli büyük burjuvazi değil, küçük ve orta burjuvazi oynamaktaydı. Özellikle küçük burjuvazinin rolü büyüktü. Sendikalarda, Komünist Partisinde ve Demokratik Özgürlük Hareketi içinde örgütlenmiş olan işçi sınıfı da önemli bir rol oynamakla birlikte, devrimin önderi değildi. Ancak, kurtuluş mücadelesi geliştikçe işçi sınıfının siyasi rolü de sürekli bir büyüme kaydetti.
      Devrimin başlıca ordusu köylülerden meydana geliyordu. Cezayir'deki savaş, bir ulusal kurtuluş savaşı, bir toprak savaşıydı. Halkın büyük kısmı, kadını erkeğiyle, bu savaşa katılmıştır. Bütün sınıflar, toplumsal tabakalar şu ya da bu derecede savaşa katılmış, fakat asıl yük yurdumuzun en yoksul kişileri olan köylülerin omuzlarına yüklenmiştir. Mücadelenin öncü kuvveti olan Ulusal Kurtuluş Cephesi çevresinde ya da içinde, toprak ağaları (sayfa 315) dışındaki bütün ulusal güçler birleşmiş, el ele vermiş durumdaydı. Silahlı kuvvetler ittifakı ise UKC önderliğinde, ki Ulusal Kurtuluş Ordusu kanalıyla yürütülüyordu. İşçi sendikalarını birliği, Genel İşçi Federasyonu aracılığıyla gerçekleşmişti. UKC'ne karşı halkın sağlam desteği her fırsatta, öze1likle, 20 Ağustos 1955 kitle eyleminde ve 5 Temmuz 1956 genel grevinde ortaya konulmuştur.
     
      Kurtuluş Hareketinin Eksikleri ve Hataları
     
      Büyük halk kitlelerinin katıldığı hiç bir hareket hatalardan tam anlamıyla arınmış değildir. Çığır açıcı katkıları hiç bir zaman unutulmayacak olan UKC için de geçerlidir bu söz. Şurasını da belirtmeliyiz ki, bu hatalar, hiç bir zaman, başarıyı gölgeleyecek derecede büyük olmamıştır. Ayrıca, hatalar zamanında farkedilmiş ve mücadele içinde derhal düzeltilmeleri yoluna gidilmiştir. Hareketin zayıf tarafları ve hataları, Komünist Partisinin, biri 1958 Kasımında, diğeri 1959 yılının ikinci yarısında, Geçici Hükümete gönderdiği iki mektupta belirtilmiştir. (Bu mektuplar kurtuluştan sonra yayınlanmıştır.)
      Konuya yakından baktığımız zaman, hareketin içine düştüğü hataların daha çok nesnel şartların kötülüğünden ileri geldiğini, yani UKC'nin, savaş boyunca üstesinden gelmeğe çalıştığı çok büyük güçlüklerin, bu hataları doğurduğunu görürüz. Bu arada hataların bazı öznel sebepleri de olmadı değil. Mesela, "Her şey, savaş için, her şey silahlı mücadele için" ilkesi kimi zaman çok dar bir anlayışla uygulandı (Tabii bu ilke özü itibariyle doğru bir ilkeydi.) Uzun zaman, her şeyin silahlı mücadelenin emrinde olması gerektiği anlayışının, aslında, siyasi görevlerin bir kenara atılmasını zorunlu kılmadığı gerçeği, yeteri kadar anlaşılamadı. Tam aksine, silahlı mücadele siyasi görevle sıkı sıkıya ilişkilidir. Gerçekte, silahlı (sayfa 316) mücadele, devrimin çıkarlarına uygun siyasi amaçların emrinde olmalıdır.
      Buna bir örnek verelim: birbirini izleyen çeşitli olaylar, 1957 yılındaki Cezayir Şehri Savaşının yanlış planlandığını göstermektedir. Bir kez, hareketin merkezdeki siyasi önderliği karargah olarak şehrin içini seçmişti. Sonra, kuvvetler dengesi vatanseverlerin lehinde değildi. Çünkü, şehir halkının yarıdan çoğu, büyük bir kısmı ulusal harekete diş bileyen, Avrupa kökenli insanlardı. Fransız birlikleri şehirde cirit atıyordu. Cezayir şehri, o güne kadar, ülkenin içlerinde çalışan gerilla kuvvetleri için bir gereç deposu olarak kullanılmıştı. İşçilerin ve öğrencilerin, Kurtuluş Ordusu saflarını tazelemek için gönüllü yazıldıkları yer burasıydı.
      Başkentteki bu savaş, köylük bölgelerde Kurtuluş Ordusunun peşine düşen Fransız Ordusunun dikkatini şehre çekmek ve böylece Kurtuluş Ordusuna nefes aldırmak amacıyla başlamıştı. Cezayir Şehri Savaşı, yedi sekiz ay kadar sürdü. Halk, ağır silahlarla donatılmış sömürgeci kuvvetlere karşı yiğitçe çarpıştı. İşçiler ve esnaf sekiz günlük bir greve girdiler.
      Şehirdeki kuvvetler dengesi sömürgecilerin lehinde olduğu için vatanseverler yenilgiye uğradı. Bu savaş, 7.000 gencimizin başını yedi. Şehirdeki örgütümüz darmadağın edildi ve başsız bırakıldı. UKC'nin önder kuruluşlarının elinde ne malzeme, ne de insangücü kaldı. Dolayısıyle saf dışı bırakıldılar. UKC önderliği yurdu terketmek zorunda kaldı. Bu olayın siyasi sonuçları büyük olmuştur. 1956'da Summam Kongresinde kabul edilen stratejik merkezcilik bir süre için rafa kaldırıldı. UKC olsun, Kurtuluş Ordusu olsun artık merkezi bir önderliğe sahip değillerdi. Bu dakikadan sonra, UKC'ne ve Kurtuluş Ordusuna bağlı guruplar birbirinden bağımsız hareket etmeğe başladılar. Bu da ülkenin kesimlere ayrılmasına yol (sayfa 317) açtı. Ortaya çıkan yeni sorunlar, artık ilkelere dayanılarak değil, belli klan, gurup ve bölgelerin çıkarları açısından hareketle çözüme bağlanıyordu.
      İşte, klanlar ve guruplar arasındaki bu mücadele, merkezi bir önderliğin 1957 yılında ortadan kalkmasıyla başlayan bu başıbozuk durum, Cezayir'de Kurtuluştan sonraki durumun da kötüleşmesine yol açmış, UKC içinde ve dışında sınıf çatışmasının gelişmesini son derece güçleştirmiştir...
      Temel yanlışlık, kuvvetlerin işbirliği konusunda gerçekçi bir değerlendirme yapılamaması, düşmanın belli bir kesimdeki kuvveti konusunda yeterli bilgi edinememe, başkentteki genel durumu kavrayamama ve belli bir anda askeri eylemin dışında kalan şeyleri görmekteki başarısızlık noktalarında toplanmaktadır. Bunun yanında bir başka hata: sabırsızlığımız. "Bir Cezayir Dien Bien Phu'su" şeklinde bazı önderlerin ağzından düşmeyen slogan da sabırsızlığımızın sonucudur. Cezayir'deki şartlar altında böyle bir şey imkansızdı... Sübjektivizm ve sabırsızlık küçük burjuva düşüncesinin tipik ürünleridir. Siyasi görevlerin ihmal edilmesiyle birleştirildiği zaman bu hatalar mahvımıza yol açacak sonuçlar doğurabilirdi. Bereket zamanında düzeltildiler.
      Siyasi eğitimin küçük görülmesi sonucu hem şehirlerde, hem de gerilla birliklerinde öğretmen sıkıntısı çekilmiş, bunun sonucu olarak da kitlelerin silahsız mücadelesine yeteri kadar değer verilmemiştir. Biz kendi adımıza çeşitli mücadele yollarına başvurma konusu ve kitlelerin belli ekonomik isteklerle ortaya çıkması ihtiyacı üzerine, her zaman parmak basıyorduk. Mesela, işçi sendikaları kurmağa çalışıyor, kocalarının hapisten çıkarılmasını isteyen kadınları destekliyor, daha yüksek ücret isteyen tarım işçilerinin elinden tutuyor, OAS öğrencilerine karşı çıkan Cezayirli öğrencilerin yanında yer alıyorduk. (sayfa 318)
      Bütün bu eylemler bir taraftan kitleleri daha büyük çatışmalar için hazırlarken diğer taraftan emperyalist polisin dikkatini dağıttığı için silahlı mücadeleyi elle tutulur bir biçimde desteklemiş oluyordu.
      Geçici Hükümet, burjuvazinin uzlaşmağa hazır kanadını temsil ediyordu. Fakat daha o zamanlar kitle hareketinden ve bunun toplumsal özünden korkuyordu. İşte bu sebeple, 1960 Aralığında, Hükümet Cezayir ve diğer şehirlerdeki bütün gösterileri yasakladı. Biz bu kararı açıkça eleştirdik. Kitlelerin bir yerde izin alamadıkları takdirde başka bir yerde gösterilerini yapmalarını, kitle hareketinin hiç bir zaman durmaması gerektiğini öne sürüyorduk. Bugün herkesin bildiği bir şey varsa o da, 1960 Aralığında büyük şehirlerde yer alan kitle eylemlerinin bir dönüm noktası olduğudur. Bunlar, kitlelerin toplumsal bilincinin gelişmesine yardım etmiş ve silahlı mücadeleye kuvvetli destek sağlamıştır...
     
      Komünist Partisinin Eksikleri ve Hataları
     
      Silahlı mücadelenin başlaması bütün ulusal partileri hayrete düşürdü. Komünist Partisi de, tıpkı öteki partiler gibi, ilkin, bu mücadelenin taşıdığı önemi ve gelişme gücünü küçümsedi. Fakat silah kullanılmasına hiç bir zaman karşı çıkmamıştır. Bu mücadelenin sebeplerini doğru değerlendirmiş, kısıtlı söz hakkının sınırları içinde (dağılmadan önce) halkın umutlarını desteklediğini elinden geldiği kadar yaymağa, duyurmağa çalışmıştır.
      Komünist Partisi, şiddete ve silahlı mücadeleye karşı çıkmamakla birlikte, 13 Ocak 1955'de yayınladığı bir uyarı, sömürgecilerin işini kolaylaştıracak belli kişisel eylem biçimlerinden kaçınılmasını söylüyordu. Bu uyarı yanlıştı, çünkü, bu tip eylemlerden kaçınmanın yolu hiç tereddüt etmeden silahlı mücadeleye katılmaktı. (sayfa 319)
      Komünist Partisinin başlangıçta silahlı mücadeleyi küçümsemesi ve bu konuda tereddüt göstermesi ne gibi sebeplerden ileri geliyordu?
      Daha 1946 yılında düzeltmeğe teşebbüs ettiğimiz bu hata, ulusal etmeni ve köylüyü küçümsemekten ve Avrupa kökenli işçinin rolünü gözde büyütmekten ileri geliyordu. Bu yüzden, de parti, silahlı mücadele sorununu zamanında ve ciddi bir biçimde ele alamadı. Ulusal Kurtuluş mücadelelerinin Vietnam, Tunus ve Fas'taki başarılarından sonra, ancak 1953 yılında parti bu konuyu teorik olarak incelemeğe başladı. Silahlı eylemlerin başlangıçta küçümsenmesinin sebeplerinden biri de şu noktada aranmalıdır: Parti uzun zaman Fransa'da proleter devriminin gerçekleşeceğine inandı durdu. Cezayir'de zaferin sağlanması bu şekilde Fransa'da proletaryanın zafer kazanmasına bağlanıyordu.
      Durumu doğru değerlendiremememizin hemen akla gelen sebeplerinden biri de -ki bu eksiklik bütün ulusal partilerde vardı- devrimci bir durumun gelişmesi konusunda yaptığımız değerlendirmelerin yüzeyde kalışıdır. Komünist Partisinin inandığı, Kasım 1954'te şartların bir ulusal kurtuluş savaşı vermemiz için elverişli bir olgunluğa erişmemiş olmasıydı. Çünkü Lenin'in koyduğu şartlar henüz gerçekleşmemişti. Ne var ki, Lenin'in koyduğu bu şartların kapitalist ülkelerle ilgili olduğunu ve askeri eylemlerle genel ayaklanmanın farkını unutuyorduk.
      Şu da var ki, her yeni mücadele biçimi gibi silahlı mücadele de, ulusal parti ve örgütlerin alışılmış eylem çeşitlerinden başkaydı. Lenin bu konuda şunları söylemişti: "Bir savaştaki her askeri eylem, bir dereceye kadar savaşçıların saflarını dağıtır. Fakat bu savaştan kaçmalı (sayfa 320) anlamına gelmez. Bunun anlamı, savaş etmeyi öğrenmek gerekir, şeklinde yorumlanmalıdır."
     
      Alınacak Bazı Dersler
     
      Silahlı bir mücadelenin başarıya ulaşmasını sağlayacak bir ortamı yaratmak için şunların yapılmas1 gerektiğine inanıyoruz:
      - Tek bir merkezi önderliğe sahip olmak, çatışmalar sırasında bunu bir dereceye kadar dağıtmak;
      - Silahlı mücadeleyle siyasi kitle mücadelesini sımsıkı birleştirmek;
      - Savaşı şehirlerdeki mücadeleyle desteklemek, fakat şehirdeki, silahlı mücadelenin geri üsleri olarak korumağa çalışmak;
      - Kitleler içinde, düşman ordusu içinde, haksız savaşa girmiş düşman ülkesi halkı arasında ve dünya kamuoyunda devamlı siyasi çalışmalar yapmak;
      - Halkın ulusal isteklerinden fedakarlık etmeden, toplumun her kesiminin özel isteklerini hesaba katarak ve bunları ana hedefe bağlayarak, savaşı sona erdirmek için devamlı ve somut teklifler yapmak;
      - Düşmanla müttefikleri arasındaki çelişmelerden yararlanmak ve halkın yurt dışındaki tabii müttefikleriyle arasındaki bağı kuvvetlendirmek.
      Cezayir savaşından çıkarılabilecek derslerin bazıları bunlardır. Tabiatiyle, burada bir çeşit reçete verdiğimizi öne sürmüyoruz. Silahlı mücadeleye girişmenin örgütlenmesi ve yöntemleri, somut şartlara, her ülkenin ekonomik, toplumsal ve ulusal özelliklerine bağlı olarak değişir. (sayfa 321) Ancak, Cezayir deneyinden çıkan bu derslerin, emperyalizme karşı diğer savaşlar için de faydalı olacağı söylenebilir. (sayfa 322)
     
     
      ["Some Lessons of the Liberation Struggle in Algeria", World Marxist Review, Ocak, 1965, s. 41, 43-46. ]
      Beşir Hacı Ali Cezayir Komünist Partisinin genel sekreteridir.





      3.
      ULUSAL KURTULUŞ VE TOPLUMSAL YAPI
     
      Amilcar Cabral
     
      Aşağıdaki yazılar, Partido Africano de Independencia da Guine e Cabo Verde (PAIGC) genel sekreterinin 3-14 Ocak, 1966 tarihlerinde Küba'nın Havana şehrinde toplanan Birinci Asya, Afrika ve Lâtin Amerika Halkları Konferansında yaptığı konuşmadan alınmış parçalardır. Adı geçen parti, Batı Afrikadaki Portekiz sömürgesi Guine'deki ulusal kurtuluş savaşını yönetmektedir. Yerimiz elvermediği için konuşmanın tamamını alamadık. Bu parçaları, silâhlı kurtuluş mücadelesine başlamadan önce bir ülkedeki özel şartların dikkatle çözümlenmesi ilkesine örnek olmak üzere seçtik. Guine'deki şartlar, Afrikanm diğer kesimlerinde de olduğu gibi, kapitalizm-öncesi toplum düzeninin egemen olduğu yerlerde görülen cinsten şartlardır.

     

      Başka ülkelerin durumu bizimkinden farklı olabilir; ancak, deneyimizin bize öğrettikleri, günlük mücadelemizin genel çerçevesi içinde, düşmanın yarattığı sorunları dikkate alarak, kendimize karşı yürüttüğümüz mücadelenin, (sayfa 322) halklarımız açısından, her geçen gün biraz daha kötüye gittiği şeklinde özetlenebilir. Kendi aramızda yürüttüğümüz mücadele, ülkemizin iki kesimindeki ekonomik, toplumsal, kültürel (yani tarihî) iç çelişmelerin ifadesinden başka bir şey değildir. Bu gerçeği temelinden kavramamış herhangi bir ulusal ya da toplumsal devrimin, ilerde başarısızlığa düşme tehlikesinin bulunduğunu düşünüyoruz.
      Afrika halkı, o sade dilleriyle "Baharda su ne kadar sıcak olursa olsun, pirinci pişiremez." dedikleri zaman, sadece fiziğin değil, siyasî bilimin de önemli bir ilkesini belirtmiş oluyorlar. Hareket halindeki bir olaya yön vermeğe kalkmanın, dış şartlarından çok iç şartlarına bağlı olduğunu biliyoruz. Siyasette de -başkalarının şartlan ne kadar güzel ve çekici olursa olsun,- bizim gerçeğimiz, somut bir anlayış, kendi çabalarımız ve kendi fedakârlığımız olmadıkça bir başka gerçeğe dönüştürülemez, yeni bir yöne sokulamaz niteliktedir. Düşmanlarımızın dış benzerliğine ve özdeşliğine aldanmamalı, ulusal kurtuluş ve toplumsal devrimin ihraç malı olmadıklarını akıldan çıkarmamalıyız. Bunlar, -bu her geçen gün daha iyi kanıtlanıyor-, yerel ve ulusal şartların ürünüdür, dış etmenlerden kısmen etkilense bile (lehte ya da aleyhte) aslında her halkın tarihî şartlan tarafından tayin olunmaktadır; bu gerçeği yaratan çeşitli unsurlar arasındaki iç çelişmelerin doğru çözümü ve bir zaferle sona erdirilip yerine oturması halinde sona erer. Tarihin en güçlü emperyalistlerinin ve anti-sosyalist ülkesinin birkaç yüz kilometre yakınında Küba devriminin başarıya ulaşabilmiş olmasını biz, gerek gösterdiği gelişim, gerekse özü bakımından, öne sürdüğümüz ilkenin uygulamayla doğrulanması ve son kanıtı olarak görüyoruz.
      Ne biz ne diğer ulusal kurtuluş hareketleri (özellikle Afrika'dakileri kastediyoruz) (sayfa 323) mücadelenin bu önemli sorununu kavramış değiliz, kanısındayım.
      Ulusal kurtuluş savaşlarının değiştirmeyi öngördüğü tarihî gerçekleri ihmal etmesi şeklinde ortaya çıkan, ideolojiden büsbütün yoksunluğu göstermese bile ideolojik yetersizliği gösteren bu durum, emperyalizme karşı savaşımızda en büyük eksikliklerimizden birini, belki de en büyük eksikliğimizi teşkil ediyor. Ancak, bu eksikliği gidermemiz için düşünce ve eylem plânında yeteri kadar deney birikimi sağlanmış olduğunu da belirtmek istiyorum. Ulusal kurtuluş savaşlarının bugünkü ve yarınki durumunu kuvvetlendirmek için bu konuda bir tartışma açılması son derecede faydalı olacaktır. Siyasî ve malî destek ya da silâh yardımı kadar faydalıdır ve bunlardan daha az önemli olmayan, daha az somut olmayan bir yardım sağlar kanısındayım.
      Bu amaçla, burada, toplumsal yapıyla ilgili olarak ulusal kurtuluş savaşının hedefi ne olmalıdır? konusundaki fikirlerimizi söyleyeceğiz. Bu fikrimiz, kendi deneyimizden ve bu deneyin eleştirilmesinden çıkmaktadır. Bunda teorik bir nitelik görenlere diyeceğimiz şu: her uygulama teori doğuracak niteliktedir. Dört başı mamur teorilere rağmen devrim çocuğunu düşürüyor, daha olmadan harap oluyorsa bunun suçu teoride değildir. Çünkü devrimci bir teori olmadan devrimin zafere ulaşmasının mümkün olmadığı da bir gerçektir.
     

      Cabral, konuşmasının bu bölümüne gelince, herkesin kabul ettiği görüşleri dile getirmiş, tarihin başlıca itici gücünün sınıf mücadelesi olduğunu, fakat bu görüşün kendi ülkesine uygulanmasında bazı güçlükler bulunduğunu belirtmiş ve sonra şu soruyu sormuştur: "Tarih, sınıf olayının ortaya çıktığı, yani sınıf mücadelesinin başladığı andan itibaren mi başlar?". Sözlerine devamla, "Eğer bu böyleyse -ki, biz bunu reddediyoruz- Afrika, Asya ve Lâtin Amerika'daki insan
(sayfa 324) topluluklarının birçoğu, emperyalizmin boyunduruğuna kendilerini kaptırıncaya kadar tarihsiz ya da tarih dışı bir hayat yaşamışlar demektir. Demek, ülkelerimizde yaşayan halkların çoğu, Guine'nin, 'Balanta' halkı, Angol'a'daki 'Kuniamalar' ve Mozambikteki 'Makodlar' sömürgeciliğin boyunduruğuna girip, ufak tefek etkilere maruz kalıncaya kadar tarihsiz yaşadılar." Cabral, kendi ülkesinde ve benzer ülkelerde olanlara bakarak, şartların değiştirilmesini sağlamak için, tarihin itici gücü olarak "üretim güçleri düzeyini" görmenin daha doğru olacağı sonucuna varıyor. Ona göre, üstünlüğünü dışardan kabul ettiren emperyalizm, kendi halkının üretim güçlerindeki gelişmeyi durdurmuş ve böylece tarihî akışı kesintiye uğratmıştır. Emperyalizm, bir "sahte-burjuvazi" (yalancı burjuvazi) yaratmak için yerli unsurları kullanmış ve sonra bu sınıfı kendi yönetimini kolaylaştırmak ve halkın direnmesine engel olmak amaçlarıyla kullanmıştır. Ulusal kurtuluş hareketinin müttefikleri seçilirken bu önemli noktayı gözden kaçırmamak gerekir. Cabral, daha sonra, tam anlamıyla "sömürgecilik" ve "yeni-sömürgecilik" arasında bir ayrım yapmıştır: Yeni-sömürgecilikte sınıflar ve sınıf mücadelesi gelişmiştir.
     

      Başka bir deyişle, bir halkın ulusal kurtuluşu, o halkın tarihî kişiliğinin bir isteğidir, boyunduruğu altına düştüğü emperyalizmi ortadan kaldırmak suretiyle tarihe yeniden dönüşüdür... Bir halkın tarih sürecine yeniden katılmasının yolu özgürlükten geçer. Demek ki, ulusal üretim güçleri yabancı egemenliğinden tamamen kurtulduğu zaman ulusal kurtuluş da var olacaktır, düşüncesindeyiz. Üretim güçlerindeki gelişimi tersine çevirmesinde, ulusal kurtuluş olayının özü itibariyle bir devrime karşılık olduğunu düşünüyoruz. Bir devrimi yaratan nesnel ve öznel şartlan bilmek durumundayız, bunun gerçekleşmesi için en uygun mücadele biçimi ya da biçimlerini anlamalıyız.
      Sömürgecilik ile Yeni-sömürgecilik, özlerinde aynı olmakla birlikte ve emperyalizme karşı ana mücadele biçiminin (sayfa 325) yeni-sömürgecilik açısından yürütülmesi zorunluluğuna karşılık, her iki durumun gerektirdiği savaş tarzlarını birbirinden ayırmamız gerekiyor. Gerçekte, ilkel toplumun yatay niteliği, toplumsal farklılaşmasının belli belirsiz oluşu, ulusal bir siyasî sisteminin bulunmayışı, sömürgelerde, ulusal kurtuluş hareketin başarıya ulaşması için zorunlu, birlik ve mücadele geniş cephesinin kurulmasına imkân vermektedir. Bu imkânın varlığı gene de toplumsal yapıyı kılı kırk yararcasına incelememizi, ondaki gelişme eğilimlerini ve bunlara en uygun gelecek ve gerçek bir ulusal kurtuluşu sağlayacak mücadele biçimlerini arayıp bulmamızı gerektirmektedir. Bu konudaki temel ilke, -hepimizin kendi ülkemizi en iyi bildiğimiz gerçeğini kabul ettiğimizi bir daha belirtelim-, yönettiği mücadelenin amacının ve gerçek anlamının bilincine varmış safları sıkı bir öncü kuvvetin kurulmasıdır. Sömürge ortamının, kendiliğinden bilince ermiş bir işçi sınıfının ya da köy proleteryasının yani, öncü sınıfların varlığını gerektirmemesi, yani ulusal kurtuluş hareketinde kitlelerin önünden gidecek ve uyanmalarını sağlayacak tabiî öncülerin bulunmayışı, sözünü ettiğimiz öncü kuvvetin kurulmasını büsbütün gerekli hâle getiriyor. İşçi sınıfının yeni yeni doğmakta oluşu ve ulusal kurtuluş savaşının dayanağı olan köylülerin ekonomik, toplumsal ve kültürel yönden gerilikleri, her iki sınıfın da gerçek ulusal bağımsızlık ile sözde siyasî bağımsızlık arasındaki farkı kavramalarına imkân vermiyor. Genellikle etkin bir azınlık olan devrimci öncüler, hareketin başından itibaren bu farkı kavrayabilecek ve bunu, verdiği mücadeleyle halk kitlelerine öğretebilecek tek kuvvettir. Ulusal kurtuluş hareketine temel siyasî niteliğini verecek ve bir dereceye kadar mücadele biçimini tayin edecek olan kuvvetin de bu öncüler olacağı açıktır.
      Yeni-sömürge ortamında, yerli toplumun belirgin (sayfa 326) özelliği, oldukça katlı bir toplumsal yapıya, düşey bir toplumsal yapıya sahip olmasıdır. Yerli unsurlardan kurulu bir siyasî otorite yani, ulusal bir Devlet vardır. Bu devlet, toplumun kalbindeki çelişmeleri daha keskin hale getirmekle kalmamakta, bu ortamda, sömürge ortamındaki ulusal cephe kurma kolaylığını da güçleştirmekte, hatta ortadan kaldırmaktadır. Bir yandan, maddî etkiler (ulusal siyasî sistem başta olmak üzere, ekonomik girişimin ve özellikle ticaretin yerli unsurların elinde bulunuşu), diğer yandan, psikolojik etkiler (kendi vatandaşlarını denetim altında tuttukları, yönettikleri konusunda bazılarında yer etmiş olan gurur, çeşitli din ve kabile önderleri ile bazı kitlelerin karşılıklı bağılığı) ulusal kuvvetlerin önemli bir kısmının dağılmasına yol açıyor. Bunlara karşı, yeni-sömürgeci devletin ulusal kurtuluş güçlerine karşı baskı tedbirleri almağa girişmesi, sınıf çatışmalarının zamanla şiddetlenmesi, yabancı uşaklarının ve egemenlik belirtilerinin sürekli varlığı (ayrıcalıklarını, silâhlı kuvvetlerini ve ırk ayrımını koruyan yabancıların bulunuşu), köylünün gittikçe artan yoksulluğu, dış etmenlerin bir dereceye kadar bilinen etkileri, ulusçuluk alevini ateşlemeğe yardımcı olmakta, geniş halk kesimlerinin bilinçlenmesine yol açmakta ve tamamen yeni-sömürgeciliğin oyunlarına ve baskılarına yönelmiş bir bilinçle yeniden toparlanan halk çoğunluğunun ulusal kurtuluş ideali çevresinde kenetlenmesini sağlamaktadır. Bunların yanısıra, egemen yerli sınıfın zamanla burjuvalaşması, şehir işçilerinden ve köy proleteryasından meydana gelen emekçi sınıflarının gelişmesi, her iki sınıfın da dolaylı olarak emperyalizm tarafından da sömürülmekte oluşları ulusal kurtuluşun evrimi için yeni dayanaklar, yeni umutlar getiriyor. Belli bir yere kadar da olsa, siyasî bilinç sahibi olan emekçiler (hiç değilse, kendi yoksulluklarının bilincinde olan bu insanlar), yeni-sömürgeci bir ortamda geliştirilecek olan (sayfa 327) kurtuluş hareketinin öncüsü durumuna geçmeğe hazırdır. Fakat sömürülen diğer tabakalarla birleşmediği, geniş anlamıyla köylüleri (tarım işçileri, ortakçılar, küçük çiftçiler, küçük arazi sahipleri gibi) yanına almadığı takdirde, mücadelenin çerçevesi içinde (mücadele kurtuluşun sağlanmasıyla sona ermeyecektir) görevini tam anlamıyla yerine getiremeyecektir. Emekçiler ulusal burjuvazinin de elinden tutmağa çalışmalı, onları da kurtuluş savaşının saflarına çekmelidir. Bu ittifakın gerçekleştirilmesi, ulusal güçlerin, güçlü ve iyi kurulmuş bir siyasî örgütün çerçevesine (ya da eylemine) yerleştirilmelerine bağlıdır.
      Sömürge ve yeni-sömürge ortamlarında yürütülecek mücadelelerin önemli farklarından biri de yönlerinde ortaya çıkar. Sömürge ortamında savaşan, ulus sınıfıdır, karşısında sömüren ülkenin burjuva sınıfı vardır. Bu savaşın, hiç değilse yüzeyde, ulusal bir çözüme (ulusal devrime) bağlanması mümkündür. Sonunda ulusça kurtuluş sağlanmakta ve ülkeye en uygun gelecek ekonomik yapı seçilmektedir. Yeni-sömürgeciliğe bağlı ortamda ise, emekçiler ve müttefikleri hem emperyalizmin burjuvazisine hem de yerli egemen sınıflara karşı savaşmak zorundadır. Durumun ulusal bir çözümü yoktur. Emperyalizmin yurda yerleştirdiği kapitalist yapının yıkılması gerekir ki, bu da sosyalist bir devrimin zorunluluğu demektir.
      Bu fark, iki ortam arasında, hem üretim güçlerinin gelişme düzeyleri, hem de sınıf mücadelesinin bu düzeyle ilgili sertliği arasındaki eşitsizlikten ileri geliyor...
      Olaylar, emperyalizmin başlıca egemenlik aracının-şiddet olduğunu gösteriyor. Kurtuluş Savaşı Bir Devrimdir ilkesini kabul edecek olursak, devrimin, direklere ulusal bayrağın çekilmesiyle ve ulusal marşın çalınmasıyla sona ermeyeceğini de kabul etmeliyiz. Ulusal güçler adına hareket eden kurtuluş ordusu, emperyalizmin ajanlarına (sayfa 328) karşı şiddete başvurmadıkça ulusal kurtuluş da yok demektir. Şiddetin ancak şiddetle ortadan kaldırabileceğini bilmiyorsak hiç bir şey bilmiyoruz demektir. Emperyalizmin ne olduğunu bilenler, onun ulusal güçlere karşı devamlı şiddete başvurduğunu da pekâlâ bilirler. Emperyalizmin boyunduruğundan kurtulup da (ister sömürgecilik ister yeni sömürgecilik şeklinde olsun) kurban vermemiş bir tek ülke yoktur. Önemli olan, ulusal kurtuluş kuvvetlerinin ne gibi şiddet yöntemlerine başvuracağını tayin etmek, emperyalist şiddet yöntemlerinin öcünü almakla yetinmeyip sonuca yani gerçek ulusal kurtuluşa ulaşmaktır.
      Bazı halkların hayatında yer alan dünkü ve bugünkü deneyler, dünyadaki -özellikle Vietnam, Kongo ve Rodezyadaki- ulusal kurtuluş mücadelelerinin, bağımsızlığını barışçı yoldan kazanmış ülkelerde görülen çelişmelerin ve nihayet devamlı şiddetin çizdiği zikzakların gösterdiği gibi, emperyalizmle uzlaşmak mümkün değildir, emperyalist baskısı altındaki ülkelerin kurtuluş yolu sadece ve sadece silahlı mücadeledir.
      Halkın umutlarını boşa çıkarmamak için ulusal kurtuluşun tek ve etkin yolu silâhlı mücadeledir görüşünü öne sürmekle kimseyi şaşırtmadığımız kanısındayız. Halkının kurtuluş çabasına gerçekten katılmış herkes, kurtuluş savaşlarının tarihinde bu dersin yazılı olduğunu da görecektir.
      Bu yolun etkili olmasının sebeplerinden biri de, ülkenin kurtuluştan sonra kararlı bir yönetime kavuşmasının da buna bağlı olmasıdır. Unutmayalım ki, siyasî bilincimizde, sömürgeci ya da yeni-sömürgeci ortamların kalıntıları kurtuluşla birdenbire ortadan kalkmayacaktır. Emperyalist egemenliği olayının bilincine varmış ve emperyalizmin kalıntısı devlet yönetimini çekip çevirmede tek yetenekli sınıf yerli küçük burjuvazidir. Bu tabaka (sayfa 329) ya da sınıfın ekonomik yapısında yer etmiş tabiî kalıntıları ve şüpheli niteliklerini aklımızdan çıkarmazsak, ulusal kurtuluş hareketlerimizin zayıf olduğu noktalardan birini daha yakalamış oluruz.
      Emperyalizmin bir "yalancı burjuvazi" yaratmadığı sömürge ortamlarında, kitlelerin henüz yeteri kadar bilinçlenmemiş olduğu yerlerde, ulusal kurtuluş savaşı patlak vermeden önce, yerli küçük burjuvazinin eline ülkeyi emperyalist egemenliğinden kurtaracak hareketin önderliğini yapmak gibi bir tarihi fırsat geçmektedir. Çünkü gerek nesnel gerekse öznel şartlar (kitlelerden daha yüksek bir hayat düzeyine sahip olmaları, emperyalizmin ajanlarıyla daha sık temasta bulunmaları, dolayısıyla hor görülmenin itilip kakılmanın acısını daha çok çekmiş olmaları, eğitim düzeylerinin ve siyasî bilgilerinin yüksek oluşu gibi nedenlerle) küçük burjuvazinin, yabancı egemenliğinden kurtulmanın mutlaka gerekli olduğunu daha önce kavrayıp daha erken bilinçlenmesine imkân vermiştir. Sömürge ortamında, küçük burjuvazinin üzerine aldığı sorumluluğa devrimci niteliğini yakıştırabiliriz. Oysa diğer egemen sınıflar, toplumsal ayrıcalıklarını savunabilme hayali peşinde sömürgecilerin yanından bir türlü ayrılamazlar.
      Yeni-sömürge ortamında ise, "yalancı bir yerli burjuvazi" vardır ve bunun yokedilmesi gerekir. Burada da küçük burjuvaziye, yabancı boyunduruğundan kurtulma mücadelesinde önde gitme sorumluluğu düşer. Ancak bu durumda, toplumsal yapının niteliği önderliğin bölüşül-meşine imkân vermektedir. Bir dereceye kadar da olsa önderlik yükü, küçük burjuvazi, emekçi sınıflar ve vatansever duygulara nasılsa kapılmış "yalancı burjuvazi" kesimleriyle paylaşılacaktır. Küçük burjuvazinin mücadele önderliğine katılmasının sebeplerinden biri işçi sınıfının ekonomik ve kültürel yönden zayıflığı, diğeri ise "yalancı burjuvazinin" (sayfa 330) ulusçu kesimlerinin ideolojik yönden sınırlı ve karışık bir durumda bulunmasıdır. Bu durumda, küçük burjuvaziye yüklenen sorumluluk büyüktür ve devrimci bilincinin yüksek bir düzeyde olmasını, halk kitlelerinin, mücadelenin her aşamasında yenileşen umutlarını doğru değerlendirmeyi ve halkla arasındaki farkların zamanla tamamen ortadan kalkarak bir özdeşliğin kurulmasını zorunlu kılar.
      Bir hizmet sınıfı olan, yani üretim süreciyle doğrudan ilgisi bulunmayan küçük burjuvazi bu niteliğini bilecek ve iktidara, geçerek ekonominin temellerini denetleyemeyeceğini anlayacak kadar büyük bir bilince sahip olmalıdır. Tarihte bu sınıf hiç bir zaman iktidara geçememiştir. Devrim süreci içinde oynadığı rol ne kadar büyük olursa olsun bu sınıf iktidar yüzü göremez. Çünkü siyasî iktidar egemen sınıfın ekonomik gücüne dayanır. Sömürge ve yeni-sömürge ortamlarında ise bu güç iki varlığın elindedir: emperyalistlerin ve ulusal emekçi sınıflarının.
      Ulusal kurtuluşla eline geçen iktidarı tutabilmek için küçük burjuvazinin tek bir şansı vardır: onu burjuva olmağa iten tabiî eğilimlerini bir kenara atmak. Bürokratik burjuvaziye dönüşüp aracı nitelikleri kazansa da, ulusal "yalancı burjuvazi" haline girmeğe kalksa da devrimi yadsımış olacak ve yeniden emperyalistlerle işbirliğine girecektir. Ülke yeniden yeni-sömürge ortamı haline gelecek ve ulusal kurtuluş amaçlarına ihanet edilmiş olacaktır. İşte bu yüzden küçük burjuvazinin kala kala bir tek seçim hakkı kalıyor: burjuvazi haline gelme eğilimlerinden kurtulup, yani kendi sınıf mantığını bir yana itip, emekçi sınıflarla özdeş hale girmek ve böylece devrimin normal gelişmesine karşı çıkmamak. Demek oluyor ki, ulusal kurtuluş hareketinde kendine düşen görevi hakkıyla yerine getirebilmesi için küçük burjuvazinin bir sınıf (sayfa 331) olarak intihar etmesi gerekmektedir. Yeniden, devrimci işçiler olarak canlanabilir ve halk kitlelerinin köklü umutlarını temsil edebilir.
      Bu iki yol -devrime ihanet ve sınıf olarak intihar etmek-, ulusal kurtuluş mücadelesinin genel çerçevesi içinde küçük burjuvazinin düştüğü bir çeşit açmaz (dilemma) olarak nitelenebilir. Devrimin lehine olumlu bir çözüm getirmek isteği Fidel Castro'nun doğru bir deyimle devrimci bilincin gelişmesi olarak nitelediği değeri kazanmasına bağlıdır. Eğer bu bilinç varsa, ulusal kurtuluş mücadelesinin önderliği de mücadelenin temel ilke ve sebeplerine sadakat gösterebilecek demektir. Ulusal kurtuluş, mücadelesi her ne kadar siyasî bir sorun ise de, gelişmesi için işte böyle bir takım ahlâkî niteliklere de bağlı olduğunu görüyoruz. (sayfa 332)
     
     
      [Cabral'ın Konferansta dağıtılmış ve elimizde buluttan teksir edilmiş konuşmasından. Fransızcadan çevrilmiştir.]





      4.
      GÜNEY AFRİKA: DEVRİMCİ YOL
     
      Güney Afrikada işler iyiye gidiyor. Tarihimizin büyük bunalımlarından birine doğru hızla ilerliyoruz. Irkçı hükümet, burgusunu gitgide sıkıştırıyor ve ırk ayrımını ve baskıyı halkın canına tak diyecek ölçüye çıkarmış bulunuyor. Halk da silâha sarılıyor. Hükümet kanunî ve barışçı yolları tıkadıkça, ezilen kitlelerin direnmesi de ister istemez kanunsuz ve barışçı olmayan yollara dökülüyor. Önderlik ve kurtuluş konularında gözlerini, kanundışı Afrika Ulusal Kongre Partisine ve Komünist Partisine dikmiş durumdalar. Şu ya da bu çeşit şiddet patlamaları günden güne yaygınlaşıyor. Bazan, bu hareketlerin, Umkonto We Sizwe (Ulusun Mızrağı) eylemlerinde olduğu gibi, bütün yurdu kapladıkları görülüyor. Belli amaçlara yöneliyor ve etkin oluyorlar. Ne var ki, çoğu zaman görülen, açlık, hapis ve polis dayağı nedenleriyle umutsuzluğun doruğuna erişen bazı halk kesimlerinin, can havliyle giriştikleri, plânsız ve birdenbire oluşan direnme ve misilleme eylemlerine başvurmalarıdır. Mahalli yüzeyde görülen bu coşkunlukların, "Poqo" gibi beyazlardan körü körüne intikam alma peşinde koşan birtakım örgütlenmelere yol açtıkları oluyor.
      Tüm-Afrika Kongre Partisi dağılınca önderleri sürgüne gitti ve bir sorumsuzluk içine düştüler. Bu partinin sürgündeki önderlerinden P. Leballo ünlü Maseru konuşmasında Poqo hareketinin kendi örgütlerinin bir parçası olduğunu söyledi. Bu iddianın sebebi, dağılmış olan partisine yeniden saygı kazandırmak. Oysa bu partinin Güney Afrikada (sayfa 333) bile bir örgüt olarak ağırlığı hiç kalmadı. Bu yargıya varmak için uzun incelemelere de gerek yok. Poqo hareketine yol açmış olabilir. Halkın kendiliğinden ayaklanıp şiddet hareketlerine girişmesini ve Afrikalı vatanseverler arasında beyazlara karşı ırkçı, şoven duyguları kamçılamış da olabilir. İşin aslı şu: Poqo kim kışkırtmışsa kışkırtmış, kim başlatmışsa başlatmış fakat sonradan ne adı geçen parti ne de başka bir örgüt, yönetimi ve denetimi altına alamamıştır. Çünkü Poqo, ona katılanların hepsinin benimsediği bir ideolojisi ya da uzun dönemli siyaseti olmayan öyle bir harekettir. Paarl'da ve Bashee Nehrinde Poqo'ya atfedilen ayaklanmalarla ne T.A.K. Partisinin ne de başka bir ulusal örgütün uzak yakın bir ilgisi olmuştur. Çünkü bu ayaklanmaların, Poqo ilk kıvılcımı çakmış olsa bile, esas itibariyle, artık dayanacak hali kalmamış insanların yarı-kendiliğinden tepkileri olarak ortaya çıktığı biliniyor.
      Tarih süreci açısından baktığımız zaman Güney Af-rikadaki yönetimin sürekli ve hızlı bir tempoyla bir yalnızlığa doğru kaydığını görmekteyiz. Silâh, sermaye ve diğer maddi-manevî destekler gün geçtikçe azalıyor, dışarıyla bağlar bir bir kopuyor.
      Daha önemlisi, Günay Afrika içinde bile, -kocaman görünüşlü ve gittikçe büyüdüğü sanılan baskı ve boyunduruk makinasmın, yani devletin- bütün bu görünüşteki özelliklerine rağmen-, kuvvetler dengesi durmadan halka, kurtuluş kuvvetlerine doğru kaymakta, zalim azınlığın elinden kaçmaktadır.
      Ne kadar ağır silâhlarla donatılmış olursa olsun, bir azınlık, iyi örgütlenmiş,
amacında kararlı ve açık bir çoğunluğa egemen olamaz. Hükümetin her yeni baskısı, kitlelerin yeni bir devrimci karşı koyusu ve yeni bir direnme hareketiyle cevaplanır. Bu cevaplar çok kere plânsız, umutsuz ve başarısızdır. Kitleler ağır kayıplara uğrayabilirler. (sayfa 334) Fakat bir yandan da kurtuluş kuvvetleri belirmeğe başlar. İradeleri çeliklesin Etkili ve yıkılmaz örgütler kurulur. Amaç ve yönleri daha büyük bir açıklığa, aydınlığa kavuşur.
      Cape'de ve diğer yerlerde görülen şiddetli çatışmalar, ülkemizdeki devrimci uyanışın belirtileridir. Poqo eylemlerinin dayanılmaz baskıya karşı yapıldığını biliyoruz. Bu eylemleri yapanların yiğitliğinden ve vatanseverliğinden kimsenin kuşkusu yok. Karakolları hallaç pamuğu gibi attılar. Ne var ki, bu eylemlerin birçoğu olumsuz, hatta zararlı sonuçlar doğurdu. Ya kötü plânlanmıştılar ya da plândan büsbütün yoksundular; kitlenin bir anda parlaması şeklinde hareketlerdi. Sorumlu ve akıllı devrimcilerin değil, umutsuz kişilerin eylemleriydi. Siyasî geriliğin belirtileriydiler; beyazlar arasında, önüne gelenden öç almağa kalkan, zalim hareketlerdi. Böyle bir tutumla, Afrika halkının ileri unsurlarının, yani, Afrika Ulusal Kongre Partisinin, işçi sendikalarının ve Komünist Partisinin tutumları arasında hiç bir benzerlik yoktur. Bütün bunlara rağmen, bu öç alma hareketlerinin de olumlu bir yanı yok değil. Amaçlarına ulaşamamasına, ağır kayıplara, gerilemelere ve geçici yenilgilere rağmen olumlu bir yanları var.
      Çünkü halk uğradığı yenilgilerden ders alıyor, direnmenin faydasız olduğunu değil, planlanması, bir amaca ve belli ilkelere bağlanması gerektiğini anlıyor. Güney Afrika kurtuluş hareketi önderleri Poqo tipi patlamalara karşı bu yüzden fazla olumsuz ve eleştirici bir tavır takınmıyorlar. Biliyorlar ki, tamamen barışçı yollarla da hiç bir iş yapılamaz. Aslında, son Moshi Afrika-Asya Konferansında (Tanganikada toplanan) Afrika Ulusal Kongre Partisinin bir sözcüsü savaşan bir örgütü, Umkonto We Sizwe'yi desteklediklerini açıkça ifade etti.
      Gerek bu sözler, gerekse bizzat Umkonto'nun gittikçe (sayfa 335) artan eylemleri, Güney Afrika halkının ve önderlerinin başarısız Poqo ayaklanmalarından gerekli dersleri aldıklarını ve tecrübeli ve sorumlu önderlere ne gibi görevler düştüğünü anladıklarını gösteriyor. Dışardan, gençlik, işçiler, köylüler ve ezilen diğer halk kitleleri arasındaki devrimci ruhu karartmağa ve yüreklere korku düşürmeğe çalışan kalmadı. Aksine bu ruhu, serüvencilikten kurtarıp, plânlı ve etkili eylemlere sokmak isteyen insanlar var.. Böyle dinamik ve militan bir siyaset izlenecek olursa, faydasız şiddet hareketlerinden de kurtulmuş olacağız. Bu tip hareketleri bazan hükümet kışkırtıyor, bunu da bilelim. Bilelim de gereksiz yere kanımızı akıtmayalım, öç almaya girişmeyelim ve sonunda gerilemeyelim.
      Ezilen halkın hızla öğrendiği konulardan, önemli derslerden biri de, ne kadar küçük bir bölgeyi kaplarsa kaplasın, ortaya çıkan her sıkıntılı durumu ırkçı hükümetin yarattığıdır. O halde bir sıkıntıyı ortadan kaldırmanın yolu. bu ırkçı hükümeti yenmektir, beyaz azınlığın yönetimine son vermektir. Her gösterinin, her isteğin kanlı bir saldırıyla bastırılması, yedisinden yetmişine, köylüsünden kentlisine kadar bütün halkın, her ilerlemenin karşısındaki en büyük engelin bugünkü devlet olduğunu daha açık biçimde kavramasına ve bu zulüm devleti ortadan kalkmadıkça, yerine halk çoğunluğunun iradesine göre çalışan yeni bir devlet kurulmadıkça mutlu ve yaşanılır bir geleceğin var olmayacağını anlamasına yol açıyor.
      Peki, bunun anlamı, her türlü küçük ve yerel sıkıntı, baskı karşısında elimizi kolumuzu bağlayıp oturalım ve sadece genel terimlerle, özgürlükten bahsedip, önümüzdeki acil sorunları unutalım, şeklinde özetlenebilecek bir anlam mıdır? Elbette ki, hayır! Böyle bir anlayış yanlış olur. Böyle sözler, halktan kopuk, onun günlük dert ve ihtiyaçlarından habersiz lafazan politikacıların ağzına yakışır. (sayfa 336) Gerçek kurtuluş önderleri, kitleye yakın, kitlenin bir parçası olan kişilerdir. Halkın her günkü dertleriyle, ücret artışlarıyla, gezi yasaklarıyla, kapalı mahallelerle, zorunlu göçlerle Bantu Yöneticileriyle ve Bantustanlarla (Güney Afrikadaki yerli halka ırk ayrımı tedbirleri ve bunları yürüten yöneticiler.) uğraşmaktan bir dakika geri durmaz. Bu dertlerin mahalle çapında ya da yurt çapında olması bir şeyi değiştirmez.
      Belli bir mahallede çıkan bir olayın, her zaman, yurt çapına yayılacağı düşünülemez. Devlet, askeriyle ve polisiyle, grev ve gösterilerimizi kuvvet ve şiddet yöntemlerine başvurarak bastırmağa kalktıkça, halkımızın gittikçe daha büyük bir kısmı örgütlenmeğe, kendini savunmak için hazırlanmağa ve karşı tarafa hakettiği darbeyi indirmeğe çalışacaktır. Demek oluyor ki, belli konularda çıkan çatışmalar dönüp dolaşıp devleti ele geçirme mücadelesine dönüşüyor. Bu konular, devletin yeni "Bantu" kanunlarına karşı çıkmak, işçilerin canı tende tutabilecek kadar olsun bir ücret alabilmeleri, köylülerin toprak sahibi olma mücadeleleri gibi önemli mücadele konulan. Şimdilik isteğimiz "Herkesin bir oyu olmalı.." sloganında toplanıyor. Tabiî bunun barışçı yollarla elde edileceği yok.
      Şunu da hiç aklımızdan çıkarmıyoruz: Her eylem mutlaka polis ya da ordunun vahşi tepkisiyle karşılaşacaktır. Bu tepkiler, biz yeni yöntemler benimseyinceye kadar, körü körüne ayaklanmalardan ve önüne gelene saldırmaktan başka bir sonuç doğurmaz. Beyazlara ve mallarına karşı Poqo tipi saldırılara girişilir o kadar. Güney Afrikalı vatanseverler bu yolu uygun bulmuyor. Bilinçsiz ayaklanmalar ve önüne geleni kılıçtan geçirmeler olsa olsa devletin kan davasını körükler. Bu da hareketimiz (sayfa 337) için bir gerileme, yurt içinde ve yurt dışında küçük düşme gibi sonuçlar doğurur. Her halde halkımızın yenilgisine yol açar. Özgürlük uğruna savaşanlar ne bu yollara itibar etmeli, ne de korkakça bir kıyıya sinip etliye sütlüye karışmama yoluna sapmalıdır. Bu yollar halkımıza ve Güney Afrika özgürlüğüne felâketten başka birşey getirmez.
      Devrimciler bu yöntemlere karşı çıkmalıdır. Bu yöntemler şiddete başvurduğu için değil, terörden kurtulmak için yeni teröre yol açtıkları için bu yöntemlerle savaşmalıdırlar. Bir ülkenin halkı bu yöntemlerle ayağa kaldırılamaz. Bu yöntemlerin, bugünkü baskı devletini devirmekten çok bütün yurdu kana bulamağa yarayacağını anlamalıyız.
      Hükümet terörüne karşı mücadelenin yolu bilinçsiz ayaklanma değil bilinçli kitle öz-savunması ve direnmesidir. Denetim kartlarını yakarak ve grev yaparak direnen kimselere ve disiplin içinde örgütlenmiş, kendi evinin, yakınlarının savunmasına girişmiş genç özgürlük savaşçılarına polisin şiddeti hiç bir şey yapamaz.
      Bugün ülkenin birçok yerinde, hükümetin siyaseti yüzünden, halk eylem için yanıp tutuşan bir pasif direnme tutumu içine girmiştir. Mahalli önderler halkın gerisinde kalmamalıdır. Aksi halde gene bilinçsiz yakıp yıkmalar ve kan davası ortalığı kaplayacaktır. Mahalli eylem, daima, ulusal önderliğin tespit ettiği politika ve genel yönle tam bir uygunluk içinde bulunmalıdır. Umutsuzluğa, Serüvenciliğe kapılmak yok; Sıkı, kararlı ve devrimci eylem var! Ezilen halkın ve Önderlerinin önümüzdeki güç günlerde sloganları bu olmak, Komünist Partisinin siyaseti de bu şekilde özetlenebilir...

      Güney Afrikadaki olaylar bir bunalıma doğru gidiyor. Bu bunalım gerici, ırkçı ve Barbar güçlerle kurtuluşçu (sayfa 338) güçler arasındaki çatışmayla bir tepe noktasına ulaşacaktır.
      Mücadele daha şiddetli bir hal aldıkça, daha yiğit ve daha kararlı kişiler halkın önderliğini alacak ve bunu mücadele ve zafer yolunda yürütecektir. Halk örgütlenecek ve her cephede savaşacaktır. Gezi yasaklarına, ırkçılığa, son derece düşük ücretlere, kitle halinde mecburî göçlere ve polis devletinin terörüne karşı silâha sarılacaktır. Yiğitçe girişilen mahalli ayaklanmalar birleşip bir halk ayaklanması ırmağı halini alacak ve baaskap (Efendi) azınlığını süpürüp özgür Güney Afrikada kendi öz yönetimini kuracaktır.
      Irkçı Hükümet ülkemizin özgürlük İçin çırpman uyanık halkını susturmak için köklü bir çare bulamayacak ve ancak bir parça daha kan dökülmesine ve ızdırap çekilmesine yol açacaktır. Bu yolda ısrar ettiği takdirde bu günkü sabotajlar ve şiddet hareketleri yurt çapında bir iç savaşa dönüşecek ve köylerde, önce bir takım gerilla eylemleri ile başlayacak olan bu savaş, yurdun dört bucağındaki ezik halk kitlelerinin hep beraber silâha sarılın asıyla doruğuna erişmiş olacaktır.
      Bütün bunların sebebi komünistler ve yerli siyah çoğunluk değildir. Bunlar, başta ULUSÇU PARTİ (Irkçı Parti) olmak üzere BİRLEŞMİŞ PARTİ ve büyük kapitalistler gibi egemen sınıf temsilcilerinin zoruyla benimsemek zorunda kaldığımız yöntemlerdir. Bu egemen sınıflar büyük kârlar, toprak hırsızlığı ve beyaz ayrıcalıkları peşinde, bütün ülkeyi büyük bir toplanma kampına çeviren devamlı terör pahasına birçok masumun (Beyaz ve Siyah) canı pahasına egemenliklerini sürdürmek istiyorlar.
      Irkçı yönetimden ve beyaz egemenliğinden kurtulmanın,
yoksulluğu ve devamlı kan dökülmesini önlemenin bir tek yolu var: Devrimci Yol. Halkımız teröre ve (sayfa 339) korkutmaya hiç bir zaman boyun eğmeyecek, birleşecek, Örgütlenecek ve savaşa hazır olacaktır. Özgürlüğü kazanmaya azimli, artık esir gibi yaşamanın ve köpeklerden daha kötü işlem görmenin mümkün olmadığım anlamış vatanseverleri ne ölüm ne de katlanılacak fedakârlıklar yollarından çevirebilir. (sayfa 340)
     
     
      [Güney Afrika Komünist Partisi Merkez Komitesinin Bildirisi The African. Communist, Londra, Nisan-Haziran 1963, s. 3-18.]





      5.
      AFRİKANIN KURTULUŞU İÇİN SİYASAL - ASKERİ STRATEJİ
     
      Kwame Nkrumah
     
      Afrika eninde sonunda kurtulacaktır. Bu kurtuluşun bir an önce gerçekleşmesini istiyorsak, hemen şu anda ve burada birleşik bir kıta yüksek komutanlığı kurmalı ve devrimci savaşı bu komutanlığın eline bırakmalıyız.
      Bunu yapmadığımız takdirde, emperyalizm ve yeni-sömürgecilik bizleri birer ikişer süpürecektir. Orta yolu tutmak mümkün değil artık. Ne kadar ilerici olurlarsa olsunlar reformların günü geçti. Reformlar, ne düşmanı dışarıda tutabilmiş, ne yeni-sömürgeciliğin yerli ajanlarını susturabilmiş, ne kuklaları ortadan kaldırabilmiş, ne de sömürgecilik zamanından kalma kapitalist yapıyı ve mantığı değiştirebilmiştir. Anayasacılık, parlamentarizm, bürokratik unvan, memurların kuvvetli olması, subayların batı geleneğine göre "siyasetten uzak" kalmaları gibi çeşitli Örtüler altımda bir takım kanserli reformlar her yere her partiye yayılmıştır. Bazı yerlerde örtü kolay aralanıyor ve altından yolsuzluklar, akraba kayırmalar sırıtıveriyor. Ordunun siyasetin dışında tutulmasının gerçek anlamı ise gerektiği zaman, burjuva-kapitalist statükoyu korumak için darbe yapabilmesidir.
      Siyasî eylemin en yüksek biçimi olan halk silâhlı mücadelesi, yeni sömürge ortamında, devrimci bir ayraç rolü oynamaktadır. (sayfa 341)
      Kurtuluşa barışçı eylem yoluyla varmanın mümkün olmadığı anlaşılmıştır. Bunun delilleri iki gurupta toplanabilir:
     
      (a) Afrika devletlerinin çoğunda bağımsızlığın kazanılmasına karşılık yeni-sömürgeciliğin de alabildiğine ilerlemiş olması,
      (b) Mücadelemizin bütün kıtayı sarmış olması.
     
      Eskiden, kurtuluşun ulusal aşamasından barışçı yolların başarıya götürdüğü olmadı değil. Güney Sahra bölgesinde bağımsızlık zincirleme tepki biçiminde kazanıldı ve mısır patlar gibi yeni yeni bağımsız ülkeler belirdi. O zamanlar da genel kuraldan çok fazla ayrılan istisnalar değildi bunlar. Meselâ, barışçı yolun halka tıkanmış olduğu Kenya'da, halk da eylemini Mau Mau biçiminde yoğunlaştırdı. Cezayirin kurtuluşu için yedi yıl savaşması gerekti. Başka yerlerde de, Gana'da ve Guine'de olduğu gibi, bağımsızlık hareketi barışçı sınırları çok geçmiştir.
      Afrikadaki kurtuluş hareketlerinin hemen hepsinde siyasî eylemin elle tutulur bir hale gelmesi, belli bir keskinlik kazanması söz konusu. Bunun sebebi de sözde bağımsızlık sağlandıktan sonra, emperyalizmin tırmanmasına kolaylık sağlayacak yeni bir toplum düzeninin kurulması. Emperyalizmin tırmanması şu yollardan oluyor:
      1. Bağımsızlığın, yeni-sömürgecilik ve kukla yönetimler yüzünden çöküntüye uğraması.
      2. Kurtuluş kuvvetleri üzerine doğrudan doğruya emperyalist orduların sürülmesi (Kenyada olduğu gibi).
      3. Çok taraflı ya da iki taraflı emperyalist desteğinin artması. Bu desteklemeden yararlananlar şunlardır:
     
      a. Geride kalan sömürücü kuvvetler (Portekiz, İspanya)
      b. Faşist-ırkçı rejimler (Rodezya, Güney Afrika) (sayfa 342)
      c. Bunların ülkeye sızmalarını kolaylaştıracak kukla yönetimler.
     
      1960'dan bu^yana geçen üç yıldan daha kısa bir zaman zarfında, bütün sömürge ortamlarında ve yeni-sömürge ortamlarının çoğunda silâhlı mücadelenin gerekli olduğu ortaya çıktı.
      1961'den sonra, bütün Portekiz sömürgelerindeki silâhlı siyasî eylemlerin tek bir cephe halinde birleşmesiyle yeni bir aşamaya gelindi. Bu örgüt (CONCP) iki milyon kilometrekarelik bir alanda yaşayan 12.400.000 kişinin askerî-siyasî mücadelesini birleştirmektedir.
      Demek ki, anti-emperyalist mücadelenin barış içinde yürütülmesi artık tarihe karışıyor. Çünkü:
      1. Eskiden bağımsızlığı sağlayan siyasî eylemler kısa zamanda yolundan sapmış, gerici "elit"in tekelini ve ayrıcalıklarını sağlayan, halk kitlelerine ise, barışçı ve anayasal haklarını bile vermeyen bir duruma gelmiştir.
      2. Yeni-sömürgecilik, halkı, "güvenilir" sınırların da ötesinde bir soygun çemberi içine almıştır. Halkın hapsedilmiş hoşnutsuzluğu da, haliyle, şiddet biçiminde ortaya çıkıyor. Kitleler siyasî eylem haklarını yeniden ele geçirip azamî derecede kullanıyorlar.
      3. Emperyalistler tırmanıyor: (a) askerî durumlarını pekiştirmek için (yeni-sömürge ortamlarında hükümet darbeleri), (b) kaybettikleri üstünlükleri yeniden elde etmek için (ilerici ülkelerde hükümet darbeleri).
      4. Emperyalizm, devrimci muhalefet gurupları içine durmadan ajanlarını, "özel polislerini" ve diğer yardakçılarını sokarak, bu gurupları daha yeteri derecede örgütlemeden silâhlı mücadeleye atılmağa doğru kışkırtıyor.
      5. Sömürge zamanından kalma sahte demokratik kurumlar, kapitalizmi kurmak için değil, sosyalist bir gelişme çizgisine uygun kullanıldığı ve bunun için de yeniden (sayfa 343) ele alındığı zaman, emperyalizm şiddetli saldırılara girişiyor.
      6. Şiddet, "yeni-sömürgeciliğin sisini" dağıtıyor, gizli düşmanın maskesini düşürüyor, yeni sömürgecilerin uyguladıkları kendini örtüp gizlenme yöntemlerinin foyası meydana çıkıyor.
      İlk devrimci birlikler kurulur kurulmaz kukla yönetim çatırdamağa başlamaktadır. Bir zincirleme tepkidir başlıyor. Kuklalar verdikleri sözü tutmağa yöneliyorlar. Bugüne kadar muhalefetin dişlerinden kurtulmalarını görünüşte olsun bir takım özgürlükleri vermelerine borçluydular. Şimdi ise yaşamak için baskı yapmağa hatta öldürmeye ihtiyaçları var. Savaşta ilk kandamlası dökülür dökülmez kukla yönetim bir daha kurtulmamak üzere suçluluk hükmünü boynuna giymiş oluyor. Gerilla noktaları yağ lekeleri gibi yayılıyor. Sadece yeni sömürgeciliğin iç çelişmeleri olgunlaştığı için değil, Afrika halklarının, mücadeleyi ortaya çıkaracak, oyunu bozacak kadar bilinçlenmiş olmalarından doğuyor bütün bunlar.
     
      Devrimci Eylemde
Bütünlük İhtiyacı
     
      Uluslararası kuvvet dengesi, özellikle güçlü sosyalist devletlerin ağırlığı sayesinde kıtamızda egemen emperyalizmin barışçı yollarla da yenilebileceği ve barışçı yollarla sosyalizme geçilebileceği görüşleri ortaya atıldı. Bu görüşler, Afrikada ve dünyada devrimci eylemin bir bütünlüğe eriştiğini varsaymaktadır. Bu varsayım doğru değildir. Bu varsayım doğru olsaydı mesele yoktu: emperyalizm, kuvvetlerini, halk kurtuluş savaşının en sağlam bölgelerine yığamazdı, dağıtmak zorunda kalırdı. Gerçekte ise durum tamamen değişiktir:
     
      1. Emperyalistler, sosyalist devletlere ve devrimci kurtuluş hareketlerine karşı geniş çapta, silâhlı ya da (sayfa 344) psikolojik (propaganda) bir saldırıya girişmiş durumdalar.
      2. Emperyalistler saldırgan emellerini gerçekleştirmek için askerî ve ekonomik kuvvetlerini bir uluslararası birlik haline getirmiş bulunuyorlar.
      3. Emperyalistler son yıllarda Afrika kıtasında birçok kukla yönetimin kurulmasına yardım etmişlerdir.
     
      Asya, Lâtin Amerika ve Afrika halklarının deneyleri, emperyalizmin sosyalizmi barışçı yollarla kurmak isteyenlerin karşısına bile şiddet yöntemleriyle çıktığım göstermektedir. Gana'da tam sosyalizme doğru gidilmeğe başlanacağı sırada darbeyle karşılaştık.
      Halk ayaklanmalarının bütün kıtayı sarmış olduğu bir gerçektir. Şimdi yapılacak iş bunları bir bütünlüğe kavuşturmaktır.
      Bu yapılmadığı takdirde düşman kuvvetlerini daha zayıf hedeflere yığma olanağına kavuşacaktır. Ülkelerimiz fek başlarına kalacaktır ki, bu da savaşta en büyük tehlikelerden biridir.
      Bugüne kadar bazı konularda düşmanı geride bıraktık.(1) Üretim araçlarımızı arttırarak;(2) Halkımızın örgütlenmesini ilerleterek; (3) Afrika halkının kurtuluşun-daki nitelikleri yaygınlaştırarak; (4) Yeni sömürgeciliğin ve kuklalarının maskelerini düşürerek.
      Bugüne kadar, enerji biriktirmekte ve irademizi kuvvetlendirmekte başarıya ulaştık. Fakat henüz iç ve dış düşmanı yenemedik. Zaferi kazanmak için, Afrikadaki devrimci eylemin niteliğini değiştirebilecek büyük bir si-yasî-askerî örgüte ihtiyacımız var.
     
      Siyasî
- Askeri Örgüt
     
      Bunun kurulabilmesi için aşağıdaki tedbirlerin alınması gerekir (sayfa 345)
     
      1. Siyasetleri bütünlemek ve eylemi yönetmek için Bütün Afrika Devrimci Halk Partisinin (AAPRP) kurulması.
      2. Bütün Afrika Devrimci Halk Ordusunun AAPRA kurulması ve tek tek kurtuluş hareketlerinin bu ordu sayesinde bütünlenmesi. Silâhlı mücadeleyi sonuna kadar bu ordu yürütecektir.
     
      AAPRP ve Bütün Afrika Siyasî Bütünleme Komitesi (AACPC): Bütün kurtulmuş topraklan ve mücadele partilerini tek bir ideoloji altında toplayacak, kıtada birliği sağlamağa yönelmiş ve aynı zamanda Bütün Afrika halk savaşma yardım edecek bir partinin kurulması. Bu partinin kurulmasını gerçekleştirmek üzere de, Bütün Afrika Siyasî Bütünleme Komitesi kurulacaktır. Bu komite iktidarda olan ve mücadele eden partilerin merkez komiteleri düzeyinde kurulacak ve aralarındaki ortak bilinci sağlayacaktır.
      AAPRA'nın siyasî silâhı olan AACPC aşağıdaki görevleri yerine getirecektir:
     
      1. Kurtarılmış topraklan yöneten partilerin sosyalizmi kurmalarında işbirliği etmelerini sağlamak ve iç düşmana karşı savaşmakta birbirlerini desteklemelerini gerçekleştirmek.
      2. Sömürgeciliğe ve yeni-sömürgeciliğe karşı, Afrika birliğinin kurulması ve sosyalizmin yerleşmesi için gerekli kuramsal bilgilerle donanmış kadroların eğitimini yürütmek. Bunu gerçekleştirmek için kurtarılmış bölgelerde AACPC tarafından okullar ve siyasî yetiştirme kampları açılabilir.
      3. Sömürgelerde ve ırk ayrımı olan yerlerdeki devrimci hareketlere, yeni-sömürgeciliğin etkisindeki bölgelerde bütün ilerici hareketlere yardım ve bunları birbiriyle uyumlu eylemlere ve bir bütünlüğe kavuşturmak için çaba göstermek. (sayfa 346)
      4. Afrika halklarıyla, emperyalizme karşı çıkan Asya ve Lâtin Amerika halkları arasında organik bağlar kurmak (Afrika, Asya ve Lâtin Amerika Halkları Dayanışma örgütünün kurulması, OSPAAL).
      5. Dünya sosyalist ülkeleriyle devamlı ilişkiler kurmak.
      6. Kapitalist-emperyalist devletlerdeki işçi hareketleriyle eski bağları korumak ve yeni bağlar kurmak.
     
      Görüldüğü gibi. AACPC birleşmiş mücadelenin örgütü olacak, kitlelerle ve hareketin çeşitli merkezleriyle devamlı temas sağlayacak merkezi ve disiplinli bir kuruluş olarak görevlerini yerine getirecektir. Böyle bir bütünleme, Afrika topraklarındaki öncü devrimci eylemleri bütünleyecek ve bu eylemlerin etkisini arttıracaktır.
      AAPRA üyeleri, sömürgeciliğe ve yeni-sömürgeciliğe karşı savaşan Afrika sosyalist partilerinin silâhlı temsilcileridir.' Bunlar, Afrika kurtuluş savaşının ürünleridir...
      AAPRA komutanlığı, Afrikadaki çeşitli devrimci hareketlerin komutanlığını yapmış kişilerden kurulacaktır. Bu komutanlık, kıtadaki devrimci hareketin siyasî önderliğini yapan AACPC'nin yönetimi altında olacaktır. Böylece silâhlı kuvvetler daima askeri önderliğin denetimi altında tutulmuş olur. (sayfa 347)
     
     
      [Kwame Nkrumah, Handbook of Revolutionary VVarfare: Guide to the Armed Phase of thie African Revolution, Panaf, Londra, 1968, s. 51-58.]











Sayfa başına gidiş