Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi
Halkın Devrimci Öncüleri
REVİZYONİZMİN REVİZYONU



"Revizyonizmin Revizyonu", Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi/Halkın Devrimci Öncüleri Genel Komitesi tarafından 1989 yılında yayınlanmıştır.
Eriş Yayınları tarafından ilk baskısı 1992 yılında yapılmıştır. Bu metin, Eriş Yayınlarının ikinci baskısından (1995) alınmıştır.

Eriş Yayınları tarafından düzenlenmiştir.
kurcep@gmx.net
Özgün biçimiyle Acrobat Reader formatında: Revizyonizmin Revizyonu (1.118 KB)




DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
SOSYALİZMİN İNŞASINDA REVİZYONİZMİN EKONOMİK PERESTROYKASI


      Bugün, özellikle SSCB ekonomisinin, teorik olarak sosyalist üretim ilişkilerinin ulaşması gereken düzeye ulaşmamış bulunduğu, hemen hemen açık bir olgu durumundadır. Bir bütün olarak sosyalist ekonominin inşası sorunu olarak genelleştirebileceğimiz bir sorun, bugün kendisini her yönden açığa vurmaktadır. Ancak buna rağmen, revizyonizmin revizyoncuları, sorunu bir bütün olarak ele almak yerine, eski revizyonist anlayışların getirdiği sorunları çözmekle yetinmek durumundadır. Dolayısıyla içinden çıkılmaz bir "ikilemler"le yüzyüze kalmaktadır ve hiçbir biçimde de bunlardan çıkış noktası bulamamıştır. [*1] Mevcut koşullar altında, 1956 yılından bu yana biriken, çözülmesi gereken ve revizyonist anlayışla bir kez daha çözümsüzlüğe itilen sosyalizmin ekonomik sorunlarını ele almadan önce, bu "ikilemler" konusuna kısaca değinmekte yarar vardır.
      Tarihin değişik evrelerinde, insanlığın önüne değişik sorunlar çıkmıştır. Kimi zaman bu sorunların çözümü için maddi koşullar ortaya çıkmış bulunurken, kimi zaman bu koşullar ya ortaya çıkmamıştır, ya da çözüm için yeterince gelişmemiştir. İşte "ikilem" sorunu da bu noktada ortaya çıkmaktadır.

      Ancak bu insanların, hiçbir biçimde kendi önlerine çözemeyecekleri sorunları koymazlar anlamında değildir. Kimi zaman, somuttan kopuk tezler ileri sürülebilinmektedir. Bir sorunun çözümü için gerekli maddi koşullar ortaya çıkmamışken ya da yeterince gelişmemişken, teorik olarak diğer sorunların yanına ve hatta önüne konulabilinmektedir. Bu durumda ortaya ikilem çıkmakta ve çözümde "ehveni şer" mantığıyla üretilebilinmektedir.
      Sosyalizmin inşasının çeşitli evrelerinde, çeşitli nesnel zorunlulukların kendi içinde belli bir "ikilem" yarattığı da bilinmektedir. Bu konuda Ekim Devrimi'nden sonra yaşanan ekonomik sorunlarda ortaya çıkan "ikilemler" ile bunların Lenin tarafından çözümlenmesi oldukça eğiticidir.
      Lenin 1920'lerde verili bir ekonomik alanda sosyalist proletaryanın nasıl bir ekonomi-politika izlemesi gerektiğini ortaya attığında, görüntüsel olarak tam bir "çıkmaz", yani "ikilemler" bulunmaktaydı. Ülkede "meta değişimi" varlığını sürdürmekte, yaygın bir küçük-meta üretimi bulunmakta ve bunların ürünü olarak, kaçınılmaz bir biçimde kapitalizm varlığını sürdürmekteydi. Bu koşullar altında yapılması gereken tek "doğru" politika, "tahıl ve hammadde karşılığında, küçük köylüye, büyük çapta sosyalist sanayinin ürettiği mallardan bütün istediklerini" vermek olarak gözüküyordu. [70] Ama sosyalist sanayi, henüz böyle bir talebi karşılayacak bir gelişme durumunda değildi. Böylece tek doğru politika hiç bir işe yaramıyordu. Bu durumda ya kapitalizmin gelişmesine göz yumulacak ve sonuçta bunların proletarya iktidarını devirecek güce ulaşmalarına olanak tanınacaktı; ya da devlet gücüyle tüm kapitalist ilişkiler yasaklanacaktı ve sonuçta proletarya kendi ölüm fermanını imzalamış olacaktı. Bir başka ifadeyle, doğru sosyalist politikayı uygulamak için gerekli maddi temeller yeterince gelişmemişken ortaya çıkan ikilem, ya kapitalizmin yasaklanması, ya da kapitalizmin serbest bırakılması olarak belirginleşiyordu.
      İşte Lenin, bu ikilemin dar sınırları içinde bir "ehveni şer" tercih durumuyla karşı karşıya kalmaktan çıkış yolunu bulmuştur:       Lenin, aynı türden ikilemlerle daha önceleri de karşılaşmış ve her seferinde şaşmaz bir doğrulukla bunları aşmanın yollarını bulmuştur. Bu bağlamda Marksizmi geliştirmiştir.
      Bilindiği gibi, Ekim Devrimi öncesinde, partinin en önemli sorunu geri bir ekonomiye sahip ve demokratik devrimin her açıdan tamamlanmadığı bir ülke olan Rusya'da proletaryanın politikasını belirlemekti. Bu soruna menşeviklerin ve II. Enternasyonal döneklerinin verdiği cevap, iktidarın burjuvuzinin elinde kalmasını sağlamak ve bu yolla demokratik devrimin her yönden tamamlanması ve ileri bir sanayinin ortaya çıkmasıyla, sosyalizmi inşa etmek için gerekli maddi koşulların olgunlaştırılmasıydı. Aynı soruya Troçki'nin yanıtı ise, proletaryanın iktidarı tek başına ele geçirerek doğrudan sosyalist ekonominin inşasına girişmesi ve bu amaçla devlet gücünün kullunılması gerektiği şeklindeydi.
      Lenin, menşeviklerin ve Troçki'nin içine sıkıştıkları "ikilem" karşısında çıkış noktasını bulmuştu. Lenin'in çözümü ise, iktidarı ele geçirmenin olanaklı olduğu bir evrede, proletaryanın bundan kaçınamayacağı ve kaçınmasının bir cinayet olacağı tesbitine dayanıyordu. Dolayısıyla Lenin'e göre proletarya iktidarı ele geçirmeliydi, ama böyle bir iktidar yalın sosyalist hedeflere ulaşmak için kullanılmak durumunda olamazdı. Bu iktidar koşullarında, demokratik devrimin her yönden tamamlanması için gerekli önlemler alınırken, diğer yandan sosyalizmin inşasına ilişkin uygulamalar yapılmak durumundadır. Böylece, toprağın millileştirilmesine gidilerek burjuva demokratik bir önlem alınırken, sanayide sosyalist büyük ölçekli üretim için gerekli önlemler alınmıştır.
      Revizyonizmin "ikilemler" karşısındaki çaresizliği, aynı zamanda ikilemler yaratıcısı olmasından da kaynaklanmaktadır. Çokluk 1956'ya kadar uygulanan ekonomi-politika ile 1956'daki 20. Kongre'de alınan kararlar yeni bir "ikilem" yaratmıştır. Bu ikilem, revizyonizmin "Stalinizm" adını verdiği uygulamalar ile sürekli bunalımlar üreten kendi uygulamaları arasında sıkışıp kalma şeklinde ortaya çıkmıştır. Son tahlilde revizyonizmin her eleştirisinin Stalin uygulamalarını "savunmak" şekline dönüşmesinin nedeni de budur. Ancak revizyonizmin yıllar boyu bu ikilemle karşı karşıya kaldığını da söylemek doğru değildir. Zaman içinde revizyonist uygulamalar kendi iç sürecinin yarattığı ikilemlerle karşılaşmış ve bunların getirdiği açmazları yaşamıştır.
      Ekonomi-politika alanında revizyonizmin kendi uygulamalarının yarattığı iç ikilemler ile eski dönemin ekonomi-politikalarıyla zıtlığının getirdiği ikilem karşısında, revizyonizmin revizyoncularının bulduğu "çözüm", üçüncü bir seçenek olarak emperyalist-kapitalist ekonomi-politakaların uygulanmasıdır. Böylece "Stalinizm" adını verdikleri uygulamaların sosyalist niteliği ile revizyonizmin uygulamalarının buna karşıt konumu durumunda, kapitalist yol "üçüncü yol" olmuştur, ama bu dünya çapındaki iki sistemin mevcudiyetinin dışlanmasından başka bir şey olmadığı gibi, diyalektik çelişki yasasının da öznel olarak yadsınması demektir. Kapitalizm ile sosyalizm arasında orta bir yolun bulunmama gerçeği, geçmiş dönemlerde revizyonizmi oldukça zor durumlara soktuğu da bilinmektedir. Özellikle bunalım anlarında net biçimde ortaya çıkan bu çelişki ("kutupsal zıtlık") üzerinden atlamak, artık olanaksız hale gelmiştir.
      Revizyonizmin kendi içinde ve kendi kendine yarattığı ikilemlere bir örnek de "savaş-barış" ikilemidir.
      Revizyonizme göre, II. yeniden paylaşım savaşından itibaren, dünya, "bir nükleer savaşla yok olma tehdidi altında" bulunmaktadır. Böyle bir tehlike karşısında, ya nükleer savaşları önlemek için emperyalist ülkelerle anlaşmaya varılacaktır ve gerekirse bu amaçla çeşitli tavizler verilecektir; ya da bir nükleer savaşla dünyanın yok edilmesine "göz yumulacak"tır. Onlar için sorun böylesine açık bir ikilem durumundadır ve bunun başka bir alternatifi de bulunmamaktadır !
      Oysa bir nükleer savaş tehlikesi, emperyalizmin topyekün olarak sosyalist ülkeleri yok etmek istediği koşullarda ortaya çıkmaktadır. Böyle bir tehlike, nükleer silahların emperyalizm tarafından "sınırlı" bir alanda, yani sosyalist ülkeler üzerinde kullanılması tehlikesi olarak vardır. Bu durum karşısında, sosyalist ülkelerin ellerindeki nükleer silahları kullanıp kullanmayacağı, sadece kendisinin yok edilmesini önlemek için değil, dünyanın geri kalan kısımlarında emperyalizmin en acımasız bir diktasının kurulmasını önlemek için de söz konusudur. Ve emperyalizmin yitirdiği pazarları yeniden ele geçirmek için değil, yeni pazarlar yitirmesinde sosyalist ülkelerin devrimci mücadelelere katkılarını sona erdirmek için böyle bir nükleer silah kullanımına yönelebileceği, yani böyle bir olasılık vardır. Bunu önlemenin tek yolu, emperyalizmle uzlaşma değil, böyle bir savaş başlatılması durumunda, kesin bir kararlılık gösterileceğinin ilan edilmesiyle olanaklıdır. Bu bağlamda, emperyalistler kendi sonlarını kabul etmeksizin böyle bir savaşa başlayamayacaklardır.
      Revizyonizm, bu gerçekler yerine, kendi kavrayışı içinde yeni bir ikilem yaratmayı tercih etmek durumundadır. Onlara göre, nükleer savaş tehlikesiyle insanlığın yok olma olasılığı, "ya emperyalizmin pazar yitirmesine belli bir sınırlama getiririz; ya da dünyanın yok edilmesini kabul ederiz" şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu ise, açık bir biçimde Amerikan emperyalizminin "nükleer şantajına" boyun eğmekten başka bir çözümü içermemektedir.
      Aynı konuda emperyalizm için herhangi bir "ikilem" bulunmamaktadır. Onlar, "taktik nükleer silahlar", "kısa menzilli ve orta menzilli nükleer silahlar", "nükleer mayınlar" vb. silahlar üreterek, kendilerinin "global" bir nükleer savaştan uzak kalmalarını sağlamaktadırlar. Ama bunlar, aynı zamanda kendilerinin stratejik amaçlarına ulaşmalarını sağlan araçlar durumundadır. Emperyalizm, devrimlerin eşitsiz gelişmesini tespit ederek, pazarlarını parça parça yitirmeyi engellemeyi amaçlayan bir nükleer silah stratejisi geliştirmiştir. "Sınırlı nükleer savaş"ı da içeren bu strateji, "taktik nükleer silahların" pazarların korunması amacıyla kullanılmasına dayanmaktadır. Bu da yeni Hiroşima ve Nagazakilerin tekrarlanacağı tehdididir. Böylece, emperyalizm belli bir ülkedeki devrimcilerin ve devrimci halkın topyekün yok edilmesini gündemde tutmaktadır. Ancak böylesine yerel kullanımın SSCB tarafından genel bir nükleer savaş başlangıcı olarak kabul edilmesi, uzun süredir bunun gerçekleşmesini engellemiştir.
      Revizyonizmin revizyoncuları, işte tam bu noktada "yeni" düzenlemelere gitmek istemişlerdir. Onlara göre, geçmiş dönemdeki bu SSCB politikası, yerel savaşların nükleer savaşa dönüşmesine neden olabilecek bir politikadır. Onlar bundan kurtulmak istemektedirler. Asıl olarak 1962 Küba krizi sırasında etkin olmuş olan bu politikadan kurtulmak için, açık bir tutum yerine, bir yandan emperyalizmle anlaşma yaparken, diğer yandan yerel savaşların (devrimci savaşlar) desteklenmeyeceği mesajları verilmek suretiyle, silahlı devrimci mücadelelerin başlatılmamasını sağlamak, başlamış olanlarının da "cüretini" durdurmak istemektedirler.
      İşte revizyonizmin sürekli "ikilem" yaratması ve bu ikilemleri çözememesi, ekonomik alanda, kendini sürekli birbirini dışlayan etmenlerden birisini tercih etmek sorunu olarak ortaya çıkarmaktadır. Oysa tüm sorunlara yakından bakıldığında, kendi çözümünü kendi içinde taşıdığı görülebilinmektedir.
      Bugün SSCB'de görülen en önemli ekonomik sorun, mevcut sanayi kuruluşlarının teknolojik gelişmeye uygun olmaması ve bu gelişmeye uyum sağlayacak bir esnekliğe sahip olmamasıdır. SSCB'de ortaya çıkan bu sorun, diğer sosyalist ülkeleri de etkileyen bir dizi sorun yaratmaktadır.
      Bu sorun, öncelikle, teknolojik olarak geri ekonomik kuruluşların eski tarzda üretimlerini büyük oranda sürdürmeleri ve bu ürünlerin olağanüstü sayıda üretilmiş olması sorunu yaratmıştır. Geri teknolojiye dayalı ürünlerin varlığı, maliyetlerin dünya çapındaki maliyetlere göre çok daha fazla olmasını getirmekte, böylece daha çok kaynak tüketmek durumu yaratmaktadır. İkinci olarak, üretim malları üretimindeki eski teknoloji ürünleri, tüketim malları üretiminin de eski teknoloji kullanmasını zorunlu kılmaktadır. Üçüncü olarak, diğer sosyalist ülkeler, bu ürünleri satın alarak, bir yandan SSCB üretim sürecindeki sorunları kendi iç yapılarına transfer etmektedirler; diğer yandan da, bu ürünlere daha yüksek bir toplumsal maliyetle sahip olmak durumunda kalmaktadırlar. "Sosyalist ekonomik işbirliği"nin ve "sosyalist standartlaşma"nın revizyonist uygulamasının bu geriletici durumu, kaçınılmaz olarak proletarya iktidarlarını başka "alternatifler" aramaya itmektedir. Bu alternatif de, emperyalist ülkelerle ticareti geliştirmekten başka birşey değildir. Ama aynı zamanda bu ticarette, bir yandan emperyalizme değer transferi yaratırken, diğer yandan ülkedeki tüm üretim bütünselliğini bozmak durumundadır. (Bu durumun getirdiği döviz sorunu ve dış ticaret açığına daha önce değindiğimiz için, bir kez daha yinelemek istemiyoruz.)
      İkinci olarak, teknolojik gelişmeye uyumlu bir yapıya sahip olmayan sanayi kuruluşları, toplumsal gereksinmelerin nicelik ve niteliğindeki değişmelere uygun bir üretim artışına ve ürün çeşitliliğine yönelememektedir.
      Bu durum, bir yandan sosyalist toplumdaki insanın yeni gereksinmelerinin karşılanmasını engellediği gibi, diğer yandan ellerindeki gelirleri tüketmelerini de engellemektedir. Böylece bireylerin elinde büyük bir tüketilememiş gelir fazlası bulunmaktadır. [*2] Bu büyük toplumsal birikim, yatırımlar için kaynak olarak kullanılamamaktadır. Bunun sonucu olarak, kentlerde, temel tüketim maddelerinin tüketiminde büyük bir artış ortaya çıkmakta; kırlarda, tarımsal üretimin artmamasını getirmektedir. Böylece, gıda talebinde nüfus artışının ötesinde bir artış ortaya çıkarken, gıda üretiminde nüfus artışını bile karşılamaktan uzak bir durum ortaya çıkmaktadır.
      Üçüncü olarak, gerek ikincinin bir sonucu olarak, gerekse ekonomik dengelerin bozulmasının bir sonucu olarak, temel sanayi kollarından başlayarak, tüm sanayinin ileri teknolojiye geçmesi ve gelecekteki teknolojik gelişmelere uyum gösterebilecek esneklikte düzenlenmesi için gerekli kaynaklar bulunmamaktadır. Böylece revizyonizm yeni bir ikilemle karşı karşıya kalmaktadır: Ya toplumda ortaya çıkan gelir fazlasını zor yoluyla ekonomiye kaynak olarak aktaracaklardır; ya da ekonomi dışı kaynaklara başvuracaklardır. Bunlardan ilkinin yapılamayacağı koşullarda, ikincisi kaçınılmaz olmaktadır. Ama bu ikincisi, sosyalist nitelikteki bir ekonomi dışı kaynaklar durumundadır, dolayısıyla nükleer silah üretimi ile uzay çalışmalarında kullanılan kaynaklardır. Diğer sosyalist ekonomi dışı kaynaklar ise, emperyalist finans kuruluşlarıdır. Böylece, tüm kaynaklar emperyalizmle ilintili olarak var olabilmektedir.
      Dördüncü olarak, sanayinin yeniden yapılanmasına uygun emek-gücü niteliği bulunmamaktadır ve bunun sürekli sağlayıcısı olan bir eğitim sistemi yoktur. Revizyonizmin kendi sözcükleriyle söylersek, "gerçekte el emeği, 'bilimsel teknik devrim öncesi' emek, az kalifye olan emek, üretimden uzaklaşıyor. Giderek daha çok zihinsel bir karakter kazanan emeğin, bilimsel-teknik emeğin, yaratıcı, doğa ve üretim süreçlerini dönüştürücü, zorunlu toplumsal değerler yaratan emeğin rolü artıyor." [72] Ama gerek SSCB'de, gerek diğer sosyalist ülkelerde bu tür emek sınırlı durumdadır ve bunu yaratacak bir eğitim sistemi bulunmamaktadır.
      Beşinci olarak, teknolojik gerilik ve kuruluşlar arasında uyumsuzluk emeğin verimliliğini sürekli olarak düşürmekte, ürünlerin toplumsal maliyetini sürekli artırmaktadır.
      Revizyonizmin revizyonistlerinin bu temel soruna ve buna bağlı olarak ortaya çıkan sorunlara bulduğu çözümler, tam anlamıyla "geçici" niteliktedir ve daha büyük çelişkiler yaratma potansiyelindedir.
      Revizyonizmin bu konudaki ekonomi-politikası, herşeyden önce merkezi planlamanın gücünü giderek azaltmak ve "tek tek sanayi kuruluşlarının insiyatifini, özerkliğini" artırmak temelinde oluşturulmuştur. Bu politika, diğer proletarya iktidarlarının, sosyalist ülkeler arası merkezi ekonomik kuruluşlarından "özerkleşme" leri, "sosyalist standartlar"dan ayrılmaları ve kendi finans kaynaklarını kendilerinin bulmaları şeklinde temel "çözümler" içermektedir. Özelde ise, "grupların ve işletmelerin özerklik sınırlarını kesinlikle genişletmek, en yüksek nihai sonuçların alınmasında bunların sorumluluklarını artırmak" [73] yoluyla, her bir sanayi kuruluşunun teknolojik dönüşümlerini kendisinin sağlaması hedeflenmektedir. [*3]
      Böylece revizyonizm, merkezi planlama çerçevesinde, sanayinin bir bütün olarak yönetilerek dönüştürülmesini terk etmekte, kısmi uygulamalarla, parçadan bütüne gitmeyi tasarlamaktadır. Bu ise, kesinkes sosyalist planlama ilkelerine terstir, anti-Leninist niteliktedir.       Lenin, aynı yerde, "Rus merkezinden tüm ülkedeki belli bir daldaki bütün işletmelerin araçsız yönetme hakkını geri almak (...) bölgesel anarko-sendikalizm olur, yoksa komünizm değil" [75] derken, revizyonist anlayışın ne anlama geldiğini de ortaya koymuş bulunmaktadır. [*4]
      Tüm bunlara rağmen ve bunlar bilinirken, revizyonist anlayışla ve onun ürünü yöntemlerde ısrar edilmemek zorundadır. Ancak bu ayrı birşeydir, revizyonizmin uygulaması ayrı birşeydir. Revizyonizm kendi mantığı çerçevesinde ve kendi yöntemlerini kullanırken bile, kendi içinde şu üç ana sorunu çözmek zorundadır:
      Birinci sorun, işletmeler arası dengesiz gelişmedir. İkinci ana sorun, teknolojik gelişmenin üretime uygulanmasıyla ortaya çıkacak işsizlik sorunudur; ve nihayet, üçüncü olarak, belirli bir süre kaçınılmaz olan üretim düşüşleri sorunudur. Bu yeni ve ek sorunların her biri, önemli toplumsal sorunlar olarak ortaya çıkarlar.
      Revizyonizmin bu sorunlara çözümü, asıl olarak "küçük-ölçekli üretim" üzerinde yükselmektedir.       Revizyonizmin "küçük-ölçekli işletmeleri teşvik" yoluyla sözünü ettikleri "avantajlar"dan yararlanmayı tasarlamaktadır. Böylece teknolojik yenileşme yaygınlaşacak, yeni tüketim gereksinmeleri "hızla" karşılanabilecek, teknolojik gelişmeye uygun emek niteliği yaratılacak, temel sanayi kollarındaki "özerkliğin" getireceği boşluklar doldurulacak, sanayi ürünleri üretimindeki dengesizlik çözümlenecek, ürün fazlası ortaya çıkmayacaktır. Hatta revizyonistlere göre, "küçük-ölçekli üretim"in teşvik edilmesiyle, "özellikle küçük kasabalarda" işgücünün verimli bir tarzda kullanımı sağlanarak, önemli bir istihdam olanağı da ortaya çıkacaktır !
      Görünüşte, her yönden düşünülmüş ve tasarlanılmış bir ekonomik belirlemeyle karşı karşıya olunduğu hissi veren bu plan, sadece görüntüsel olgulara dayanmaktadır. Bu nedenledir ki, pratikte, yani uygulamada, sözü edilen "avantajlar"ın hiçbir işe yaramadığı ortaya çıkacaktır. Revizyonizmin bu revizyonu, kısa bir süre için işe yarasa bile, orta ve uzun vadede tüm sorunları bir üst boyuta çıkartarak yeniden üretecektir.
      Herşeyden önce sanayinin tarihinin tanıtladığı bir gibi, küçük ölçekli üretim, her zaman ve her yerde, büyük-ölçekli üretime göre, üretimi ilerletici özelliklere sahip değildir. Bir başka deyişle, küçük-ölçekli üretim, büyük-ölçekli üretim karşısında her zaman büyük dezavantajlara sahiptir. Revizyonizmin savladığının tersine, ne teknolojik yenileşmeye uyum sağlayabilme özelliğine sahiptir, ne de talep değişikliklerine uyum sağlama esnekliğine. Oysa "büyük sanayi, mevcut üretim sürecindi hiçbir zaman son ve değişmez bir biçim olarak görmez ve ele almaz. Bunun içindir ki, büyük sanayinin teknik temeli devrimcidir ... Büyük sanayi niteliği gereği ... emekte değişmeyi, görevde akılcılığı, işçide genel bir hareketliliği zorunlu kılar." [77]
      Hiç kuşkusuz revizyonistler de, Marks'ın ortaya koyduğu gerçekleri bilmektedirler. Ancak onlar, dünyada yeni gelişmelerin ortaya çıktığını, SSCB ve ABD'deki gelişmelerin küçük-ölçekli üretim yönünde bazı avantajlar yarattığını ileri sürerek, Marks'ın belirlemelerini "yetersiz" ilan etmektedirler. Gerçekten Marks'ın yıllar önce büyük-ölçekli üretim için ortaya koydukları "yetersiz" midir? Daha tam deyişle, günümüzdeki gelişmeler küçük-ölçekli üretimin görece avantajlı konuma ulaşmasını mı sağlamıştır?
      Elbette ki hayır. Revizyonizm bilimsel ve teknolojik devrimin ürünü olan bazı olguları, üretimin niteliğini değiştiren olgular olarak ele almak durumundadır.
      Bilimsel ve teknolojik gelişmeler sonucu, "ürün ve üretim süreçlerinin faktör içeriklere göre parçalara ayırlması" olanaklı olmuştur. Bu da, her bir parçanın tek bir ürünmüşcesine ya da tek bir üretim süreciymişcesine ele alınmasını ve farklı üretim birimlerinde gerçekleştirilmesini sağlamaktadır. "Üretimin çok-uluslaşması"nı getiren de bu olgudur. Bu olgu büyük çaplı üretimin eskisi kadar önemli olmadığı, küçük-ölçekli üretimin önem kazandığı şeklinde yorumlanamaz.
      "Ürün ve üretim sürecinin faktör içeriklere göre parçalara ayrılması", küçük-ölçekli üretimin değil, büyük-ölçekli üretimin, yani büyük sanayinin gerçekliğidir. Böylece insanların belirli sanayi merkezlerinde toplanmasının, "işe gitmesi"nin maddi koşulları eskisi kadar büyük bir yere sahip bulunmamaktadır. Bir başka deyişle, bu ilerleme, "işin insana gitmesi"nin gelişiminin bir ürünüdür. Ancak artık insanların çalışmak için belirli sanayi merkezlerinde toplaşmaları gerekmemektedir. Bu bağlamda, kent ile kır arasındaki çelişkinin olduğu kadar, sanayi ile tarım üretimi arasındaki ayrımların da ortadan kaldırılabilinmesi için maddi koşullar olgunlaşmıştır. Bunun sosyalist toplum açısından anlamı ise, insanların büyük kentlerdeki sanayi merkezlerinde toplanmalarının sona erdirilebilir olduğu ve sanayi üretimi ile tarımsal üretimin mekansal olarak birbirine yakınlaştırılabilineceğidir.
      Bu gelişme büyük sanayinin, ülkenin ve dünyanın her yerindeki üretim birimlerini daha geniş ölçüde kendisine bağlaması ve küçük-ölçekli kuruluşları daha çok kendisi için üretim yapmaya yöneltebilmesini olanaklı kılmaktadır. Böylece küçük-ölçekli üretimin görece bağımsızlık konumu hızla sona ermekte, büyük sanayinin basit bir uzantısından başka bir şey olmamaktadır. Bugün dünyanın çeşitli yerlerinde yapılan üretimlerin bu nitelikleri açıktır. [*5]
      Sosyalizmin inşasının maddi koşullarının 1950'lerden sonra olağanüstü olgunlaşmasını görmezlikten gelen revizyonizmin bu yeni revizyonunun en önemli sonucu, tarımdaki kollektivizasyonun ve büyük-çaplı üretimin dağılmasıyla ortaya çıkacaktır. Yıllar boyu küçük-üreticilerin zor yoluyla değil, büyük-çaplı üretimin üstünlüklerinin pratikte gösterilmesiyle sosyalist ekonomiye entegre edilmesini savunan bir partinin, şimdi "küçük-ölçekli üretimin avantajlarını" keşfetmesi, sadece sanayi ile sınırlı kalmayacak ve hatta başlıca sonuçlarını tarımsal üretimde verecektir. 1929-30 yıllarındaki uygulamaların gösterdiği gibi, 1956 ve 1965 uygulamalarının da kanıtladığı gibi, sonuç, sadece küçük-üreticilerin kollektif çiftliklerini hızla terketmesi olacaktır. [*6]
      Oysa ki, tüm bu bilimsel ve teknolojik gelişmeler, gerçekte sosyalist bir ekonominin gelişim dinamikleri olarak tanımlanan ve dolayısıyla sorunları kolayca çözen bir ortam yaratmaktadır. Sosyalist ekonominin inşası, herşeyden önce, üretimi sürekli olarak artırırken, proletaryanın üretim sürecinde geçen zamanını sürekli azaltmak amacını güder. Bu da işgününün zaman içinde ve sistemli olarak kısaltılması demektir. Böylece proletarya, her yönden kendisini geliştirme, üretim dışı alanlarda yeteneklerini kullanma ve geliştirme olanaklarına sahip olur. [*7]
      İşgününün üretici güçlerin gelişmesiyle kısaltılması amacı, aynı zamanda, proletaryanın daha büyük oranda tarımsal üretime katılabilmesini de olanaklı kılar. Hatta "ürün ve üretim süreçlerinin faktör içeriklere göre parçalara ayrılması"nın getirdiği yeni koşullarda, bu olanağı, evrensel boyutlara ulaştırması olanaklıdır. Bu da tarımsal üretim artışı için gerekli emeğin, bireyin çok yönlülüğü çerçevesinde sağlanması demektir.
      İşgününün kısalması, sosyalist toplumsal yaşam tarzının daha geniş ölçekte ve hızla gerçekleştirilmesini sağlar. Özellikle "hizmetler sektörü"nün olağanüstü gelişmesini zorunlu kılarak, toplumun her kesiminin üretim birimleri dışında birbirleriyle ilişki içinde bulunmasını gerçekleştirir ve bu alandaki çalışmayı sosyalist-toplumsal elbirliği haline getirir.
      Aynı şekilde, işgününün kısalması, proletaryanın siyasal sorunlarla daha yoğun ve daha çok ilgilenmesi için gerekli zamanı sağlar. Devlet aygıtına daha yoğun katılabilme koşullarında, sosyalist devleti kurmada etkin bir güç haline gelirler ve böylece kendi kendilerini yönetme yönünde büyük ilerlemeler gerçekleşir. Böylece sosyalist demokrasi gerçek bir zemin üzerinde kurulup işlerken, ideolojik-politik konularda entellektüel üretim, sadece bireyleşmiş bireylerin faaliyetleriyle sınırlı olmaktan çıkar.
      Bu ve benzeri bir dizi gelişmenin temel dinamiği üretici güçlerin her yönden geliştirilmesinde bulunmaktadır. Günümüz diliyle söylersek, bilimsel ve teknolojik devrimin üretime uygulanması, yukarda ortaya koyduğumuz sorunları olduğu kadar, revizyonist ya da hatalı uygulamaların ortaya çıkaracağı sorunları da önemli ölçüde çözecektir. Böylece temel görev, bir bütün olarak sosyalist sanayi üretimini, merkezi planlar çerçevesinde, teknolojik gelişmenin getirdiği yeniliklerle bağlantılı olarak dünüştürmek olarak ortaya çıkmaktadır.       Proletaryanın iktidarda bulunduğu ülkelerdeki ikinci temel sorun, tarımsal üretimin geliştirilememesi ve kırsal yapının değiştirilememesidir. (Bu sorun Doğu-Avrupa ülkeleri için olduğu kadar, SSCB için de önemli temel sorunlardan birisidir.)
      Genel olarak ele alındığında, bu sorun, tarımsal kollektivizasyonun istenilen nitelikte olmamasından ve büyük-çaplı tarımsal üretimin yeterli ölçüde artırılamamasından kaynaklanmaktadır. Yani sorunun temelinde, tarımda küçük-üreticiliğin etkin olması yatmaktadır. SSCB'de bu olgu, revizyonizmin dilinde "tarımın yüksek bir mesleki uzmanlık ve yenileşme ruhuyla, aktif olarak kendisini çalışmaya hazırlamış insan" [79] unsurunun gerekliliği ile bu insanın bulunmayışı arasındaki çelişki olara ifade edilmektedir.
      Bu soruna revizyonizmin bulduğu "çözüm" ise, "pazar sosyalizmi" ya da "ticaret özgürlüğü"ne dayanmaktadır. Lenin'in "Ayni Vergi Üzerine" yazısına dayanılarak savunulan bir "çözüm"ü Gorbaçov şöyle anlatmaktadır:       Daha önce de gördüğümüz gibi, revizyonizmin revizyonuyla ortaya çıkan bu uygulama, kesinkes Lenin'in "ayni vergi" planıyla ilintili değildir. Lenin'in planının sadece biçimi alınmıştır ve iki temel noktada ondan farklılaşır.
      Birincisi, bunun sadece küçük-üreticiler bağlamında değil, aynı zamanda kolhoz ve sovhozlar açısından da ele alınmasıdır. İkincisi ise, tarımsal üreticilerin talep edeceği tüm sanayi ürünlerini, bugün SSCB sosyalist sanayisi sağlayacak durumdadır. Dolayısıyla ortada Lenin'in planından farklı bir plan bulunmaktadır. Bu farklılığı "günümüz sorunları" ve "günümüzün koşulları" diyerek sıradanlaştırmak, sapmanın sonuçlarının görülmesini de engelleyecektir.
      Revizyonizmin tarımsal revizyonu, herşeyden önce, küçük-üreticilik ile kolhoz ve sovhozlara, uzun vadeli olarak ve merkezi beş yılık plan güvencesi altında "ticari özgürlük" vermektedir. Böylece tarımsal üreticilerin "proletarya diktatörlüğünde", kaçınılmaz olarak, belirli bir süre sonra ellerinde biriken servete el konulmasından korunmuş olmaktadırlar. Böylece de, onların elde ettikleri "kişisel ek gelir"lerini tarım üretimini artırmak için bir çeşit "sermaye" olarak kullanmaları, devletçe güvenceye alınmaktadır. Bunun anlamı ise, küçük-üreticilerin üretimi artırmak amacıyla toprağa yapacakları ve kendi gelirlerinin fazlasıyla sağlayacakları finansmana dayalı yatırımlarının "merkezi plan" dışına çıkartılmasıdır ve bu da bir çeşit, küçük köylüye, toprağı uzun süre kullanma ve gelecekte bir başkasına devretme hakkının tanınması demektir. Bu toprağın alım-satımının özgün bir durumu olacağı gibi, "miras hakkı"nın da özgün bir durumunu yaratmaktadır. Ancak bunların sadece uygulamanın bir sonucu olarak ortaya çıkacağı sanılmamalıdır. Bunlar, revizyonizmin revizyonuyla tam olarak tasarlanmış durumdadır. [*8]
      Küçük-üreticilere, kolhozlara ve sovhozlara, "uzun süreli toprak kiralama hakkı"nın tanınması, böylece revizyonist anlayışla tarımsal üretimin artırılmasının yolu olarak benimsenmektedir. Oysa bu hakkın tanınması, yani mülkiyet ilişkilerinin belli oranda değiştirilmesiyle üretim artışının sağlanamayacağı deneyimlerle sabittir. Ama revizyonizm, her zaman bir "Stalinizm" kuruntusu taşıdığı için, böyle bir deneyimi kabul etmemektedir. Çünkü o, "Stalinist uygulama"nın yarattığı ve zora dayanan yöntemlerin kullanıldığı bir deneyimdir !
      1917-40 yılları arasında tarımın kollektifleştirilmesi deneyimi, açık biçimde, küçük üretimin büyük-üretim karşısında geriletilmesinin kendiliğinden olamayacağını göstermiştir. Büyük-ölçekli tarımsal üretimin üstünlüklerinin küçük-üreticilere gösterilmesi yoluyla, sosyalist ekonomiye entegrasyonu belirli ölçüde sağlanabilmektedir. Sorunun nihai çözümünün gerçekleştirilememesi, kaçınılmaz olarak, nüfus artışına paralel bir biçimde küçük-üreticiliğin artmasını ve yaygınlaşmasını getirmektedir. Küçük-köylü zihniyetinin de yaygınlaşmasına yol açan bu olgu, proletarya ideolojisinin, bu alanlarda maddi bir güç haline gelmesini de engellemektedir. Çayanov'un "tarımsal üretimin birleştirilerek büyütmeye doğal bir sınır koyduğu" savının gerçekliği de burada yatmaktadır. Bir başka deyişle, Çayanov'un iddia ettiği "doğal sınır", bizzat tarımsal üretimden değil, tarımsal üretimdeki küçük-köylülükten ve küçük-ölçekli üretimden gelen bir sınırdır. Eğer tarımsal üretimde bu unsurların varlığı ortadan kaldırılabilinirse, kaçınılmaz olarak ortada bir sınır bulunmayacaktır.
      Deneyimler göstermiştir ki, küçük-ölçekli üretimin tam olarak sosyalist ekonomiyle bütünleşememelerinin en önemli engeli, bu üretim içinde bulunanların "toprak istemi"nde somutlaşan mülkiyet sorunudur. Üretim aracı olarak toprağın toplumsal mülkiyeti (devlet mülkiyeti olarak), bu üretim tarzının, toplumsal üretimle bütünleşmesini engellemektedir. Bu gerçek karşısında, mülkiyet ilişkilerinin, sadece bu düzeyde ve sadece bu unsurlar için, biçimsel olarak değiştirilmesi, sosyalist ekonomiyle bütünleşmelerini yaratacağı düşüncesi de doğru değildir. Kişisel emeğe dayanan bir üretim tarzının, özel mülkiyet koşullarında, egemen üretim ilişkilerine "eklemlenmesi" olanaklı olmakla birlikte, toplumsal mülkiyete dayanan üretim ilişkilerine eklemlenmesi olanaklı değildir. Bu nedenle sorunun çözümü burada bulunmamaktadır.
      Çözümün ana halkası, tarımsal üretimin, her ürün düzeyinde büyük-çaplı üretim haline dönüştürülmesi temelinde kırsal yapının değiştirilmesinde bulunmaktadır. Bu düzeyde büyük çaplı tarımsal üretim birimlerinin yaratılmaması, yalın bir biçimde, küçük-köylülerin kooperatif düzeyinden kolhoz düzeyine ve oradan tarım komünleri düzeyine geçiş süreci olarak sınırlandırılmaması gerekmektedir. Özellikle sovhozlar bu konuda önem kazanmaktadır. Ancak sovhozların ilk andan itibaren oluşturulmuş biçimiyle yetinilmemesi gerekmektedir. Küçük-köylülerin kollektif bir tarımsal üretim içinde birleştirilmelerine benzer bir planlama sovhozlar içinde yapılması gerekmektedir. Bu nedenledir ki, küçük-üreticilerin ve diğer tarımsal ücretlilerin gelir düzeylerinin yükseltilmesi şeklinde bir düzenlemeyle, ne kırsal yapı değiştirilebilir, ne de büyük-ölçekli üretim geliştirilebilir.
      Sosyalizmin inşasında tarım sorununun bu temel sorunu dışında, bugün, sosyalist ülkelerde bir başka sorun bulunmaktadır. Bu da, bu ülkelerdeki küçük-köylülerin toprak istemidir ve bu topraktan elde ettikleri geliri tüketmek istemeleridir. Yani tarımdan elde edilen gelirlerin üretim artışı amacıyla ek yatırımlarda kullanılmasının yasal bir mülkiyet güvencesine kavuşturulması istenmektedir. Bu istem, mevcut durumun yarattığı sorunların küçük-köylülük tarafından geleneksel anlayışla çözümlenmesi istemi olarak ortaya çıkmaktadır. Yani yalın bir "mülkiyet hırsı"nın ürünü değildir. Bu nedenle kapitalist ilişkiler içindeki küçük-köylülükten ayrılmaktadır. Elindeki geliri tüketemeyen küçük-köylü, bunları uzun süre tassarruf edebileceği toprak ve eklentilerine yatırma eğilimindedir. Onun bu geleneksel eğilimi, ancak onların ellerine geçen geliri artırmak dışında (gerektiğinde artırma koşullarında), onların kendi gereksinmelerini karşılamak amacıyla kullanmalarını sağlamakla, mülkiyet dışı alana yöneltilmesi olanaklıdır.
      SSCB'de eskiden küçük-köylüler, gelirlerini sanayi ürünleri satın alma yoluyla belli ölçüde tüketmeleri ve bu yolla üretimi artırmaları, bugün, artık "hangi sanayi ürünleri" sorusunun yanıtlanmasını gerektirecek kadar önemli bir gelişme göstermiştir. Lenin'in "Ayni Vergi" yazısında belirttiği düzeyde, küçük-köylü sanayi ürünlerine yönelik bütün talepleri, asıl olarak tarımsal girdiler (traktör, harman makinası, kimyasal girdiler vb.) olarak belirginleşmekteydi. Bugün ise, tüm bu talepler, sosyalist sanayi tarafından ve tarım makineleri istasyonları tarafından büyük ölçüde sağlanmaktadır. Üstelik, bu girdiler, ucuz olduğu kadar, dayanıklı ürünler durumundadır. Hemen hemen tüm küçük-köylü, kooperatifler ve kolhozlar aracılığıyla bu sanayi ürünlerini almaktadırlar. Ama buna rağmen ellerinde önemli miktarda bir gelir fazlası bulunmaya devam etmekte ve bunları tüketememektedir. Onların, ne zaman ve nasıl tüketeceklerini bilmedikleri bir gelir fazlasını artırmak için üretimi artırmalarını beklemek de olanaksızdır. Mülkiyet hakkının ve miras hakkının genişletilmesi, işte bu bağlamda, bir itici güç olarak ele alınmaktadır.
      Bugün proletaryanın iktidarda bulunduğu ülkelerin çoğunda, aynı tür gelir fazlası kentlerdeki nüfus için de vardır. Ancak kırsal alandaki gelir fazlası, kentlerdeki süreçten daha farklı olarak ortaya çıkmıştır. Küçük-köylü, çoğu durumda, elde ettiği gelirin bir kısmıyla gıda ürünleri satın almak durumunda değildir. Bu nedenle elindeki gelirin artış hızı, kentlere göre çok daha fazladır. Bu koşullarda, mülkiyet ilişkilerinde belli bir değişiklik yapılarak, tarımsal üretimin artırılması olanaksızdır. Çünkü sorun, mülkiyet sorunu değil, bizzat küçük-köylü üretimi sorunudur.       Marks'ın bu belirlemesi de, mülkiyet sorunuyla, tarım sorunun sosyalist bir tarzda çözümlenmesinin olanaksız olduğunu tanıtlamaktadır.
      Yapılması gereken, kırsal yapının bütünsel olarak geliştirilmesiyle yeni gereksinmelerin ortaya çıkmasının sağlanması ve bunların karşılanmasına paralel olarak küçük-köylülerin üretimi artırmaya yöneltilmesidir. Bu uygulama, büyük çaplı tarımsal üretimin hemen her ürün düzeyinde geliştirilmesiyle ve egemen kılınmasıyla desteklenmesi gerekmektedir. Bu gelişmeyle, büyük çaplı üretimin üstünlüklerini tanıtlamak da olanaklı olabilecektir. Şüphesiz böyle bir gelişme sağlanabilmesi için, Gorbaçov'un sözünü ettiği gibi, "tarımda yüksek bir mesleki uzmanlık ve yenileme ruhuyla" donanmış yeni bir üretici kitleye gereksinme bulunmaktadır. Bu üretici kesim, tarım proletaryasından başkası değildir.
      Burada iki sapmadan uzak durulması gerekmektedir. Birinci sapma, kırsal nüfusun elindeki "artığı" almak için kapitalist tüketim normlarını kullanarak "yapay" tüketim yaratmak; ikincisi ise, "fiyat makası" politikasını uygulamaktır. Bu iki yolda, sosyalist ekonominin inşasında geriletici sonuçlar doğuracağı gibi, sosyal huzursuzluğu da artırmaktadır. (Bu konuda 1970 sonrası Macaristan ve Polonya açık örnek durumundadır.)
      r=0 width=26 height=14 align=left>Macaristan'da kapitalist tüketimi artırıcı yöntemlerin etkisiyle ya da doğrudan bu yöntemlerin ülke içinde kullanılmasıyla, kentlerdeki fazla gelirler eritilmek istenmiştir. Emperyalizmin son otuz yılda hemen hemen her yönden geliştirdiği "pazar açma" yöntemlerinin birisi olan "biçim ya da marka değişikliği yoluyla tüketim artırma", Macaristan'da dışsal olarak kullanılmıştır. Öyle ki, neredeyse emperyalist ülkelerde ticarete konu olabilen her türlü kişisel tüketim malları, ülkeye ithal edilerek satışa sunulmuştur. Macaristan bu ilişkilir ile "sosyalist blokun serbest pazarı" olarak tanımlanır olmuştur. Temelinde her cinsten "kişisel" tüketim malları ticareti yatmaktadır. İlk yıllarda bu uygulama "fiyat makası" yoluyla belli bir olumluluk yaratmışsa da, gerek ithalatın artan büyümesi, gerekse elde edilen "kâr"ların üretken alanlarda kullanılamaması sonucu dış ticaret açığı büyümüştür. Bu açığı kapatmak amacıyla yapılan her düzenleme, açığı büyütmekten başka bir sonuç vermemiştir.
      "Kişisel" tüketim mallarının "iç pazar"da geniş ölçüde bulunması, ücretlerin büyük bir kısmının bu ürünlerin alımında tüketilmesini getirmiştir. Çoğu durumda, kitlelerin yapay olarak yönlendirildikleri tüketim mallarının karşılanması için, ücretlerin mevcut düzeyi yetersiz kalmaya başlamıştır. Bu da ücretlerin, üretim artışına bağlı olmaksızın yükseltilmesi talebini ortaya çıkarmış ve bu talep etrafında önemli bir toplumsal hareketlilik başlamıştır. Bu ilişkilerin, uzun dönemde sosyalist ilkelerle bağdaşmayacağını düşünen kesimlerde geldikleri düzeyi koruma amacıyla "bağımsızlık" isteminde bulunmaya yönelmişlerdir. (Macar milliyetçiliğinin mevcut gelişimi bu istemle ilintilidir.) Revizyonist bir partinin bu koşullar altında yapabileceği tek şey, "gerçeği kabul etmek" ve gelinen düzeyi esas alarak kendini buna uydurmak, yani "değiştirmek"tir. (Macaristan Sosyalist İşçi Partisi'nin kendisini feshetmesinin nedeni de burada yatmaktadır.)
      Polonya'da ise, genel olarak "fiyat makası" politikasından esinlenilerek, sanayi ürünlerin yüksek fiyattan satarken, tarım ürünlerinin düşük fiyattan satın alınmasına gidilmiştir. Bunun bir sonucu olarak kırsal nüfusun gelir düzeyi hızla düşmüş ve kentlere önemli bir göç başlamıştır. Göç yoluyla ortaya çıkan kitle hareketliliği ülke çapında etkin olmaya başlamıştır. Kentlere yeni göç eden kesimlerin, anayasal hakları olan "çalışma hakkı"nı kullanmaları, hemen hepsinin fabrikalarda işçi olarak çalışmalarını getirmiştir. Böylece gelişen kitle hareketliliğinin "öncü"lüğünü "işçiler" yapmaya başlamışlardır. Ancak bunun kaynağı ve temel gücü, her zaman köylüler olmuştur. 1977 yılında kabul edilen emeklilik yasasıyla küçük-köylünün prim ödemeleri artırılmış ve emeklilik maaşı düşürülmüştür. Bunun üzerine ilk büyük köylü hareketi Lublin bölgesinde, süt boykotu ile başlamıştır. 1980 başında küçük-köylülük, çıkartılmış olan yasanın "miras ve özel mülkiyet haklarını kısıtlayan maddelerinin iptal edilmesi" istemini ileri sürerek, hareketi bir adım ileriye götürmüşlerdir. Ve Polonya tarihinin ilk büyük genel grevi, 16 Haziran 1980'de Lublin'de başlamıştır. Bundan tam bir ay sonra Gdansk'daki Lenin Tersanesi'nin işgali ile eylemler doruk noktasına ulaşmıştır. (Gdansk Tersanesi, bilindiği gibi, "Dayanışma" Sendikasının (!) merkezi durumundadır.)
      Bu iki olay, revizyonizmin kendi içinde taşıdığı bunalımları ortaya koyması bakımından da önemlidir.
      Proletarya iktidarının tarımsal üretimi artırmak amacı yanında, üretimden tüketime kadar uzanan işlemlerde olağanüstü düzeyde ortaya çıkan "ürün kaybı" sorunu da bulunmaktadır. Hasat, taşıma, depolama ve işleme evrelerinde meydana gelen kayıplar SBKP raporlarına göre %20 ile %40 arasında değişmektedir. Bu, SSCB'nin yıllık 185 milyon ton olan tahıl üretiminin 40 milyon tonunun bu evrelerde kaybolması anlamına gelmektedir. (Bu miktar Polonya'nın yıllık tahıl üretiminin yaklaşık iki mislidir.) Revizyonizm, bu sorunun çözümünün "çalışmayı özendirmeyi daha etkin ve yetkin kılmak, örgütlü ve disiplin ruhunu güçlendirmek, savsaklamayı önlemek"le çözümleneceğini söylemekle birlikte, bunu yapabilecek durumda değildir. Çünkü bunlar, ancak sosyalist bilince sahip proletarya tarafından verilebilir niteliklerdir. Bir bütün olarak "yeni sosyalist insan"ın çözümleyebileceği sorunlar dizisinden olan bu sorunu revizyonizmin çözme yeteneğine sahip olamaması, bu gücün ortaya çıkmasını sağlayamamasında aramak gerekir.
      Bugün proletaryanın iktadarda bulunduğu ülkelerde ekonomiye ilişkin üçüncü temel sorun, revizyonist planlama ve bunun terk edilme gerekliliğidir.
      Revizyonist planlamanın en önemli özelliği, sosyalizmin inşasında, bireylerin ve topluluğun yeni gereksinmelerinin ortaya çıkmasının kaçınılmazlığını ve bu bağlamda, bu gereksinmelerin karşılanmasının zorunluluğunu kabul etmemek ya da kapitalist normlara göre değerlendirmektir. Revizyonistler, "tüketim toplumu" olarak tanımlanan emperyalist-kapitalist ülkelerdeki ekonomik ve sosyal ilişkiyi, sosyalizmin inşasındaki gelişmelerle ortaya çıkan yeni gereksinmelerle karıştırmaktadırlar. Bu karıştırma, kimi zaman kapitalist normların tümüyle yadsınması şeklinde merkezi bir plan ortaya çıkarırken, kimi zaman (ki çoğu durumda ilk yönelimin başarısızlığı görüldüğünde ortaya çıkmaktadır) kapitalist normları kullanarak merkezi plan oluşturmaktadırlar.
      Sosyalizmin inşa sürecinde bireylerin ve toplumun yeni gereksinmelerinin ortaya çıkması, kapitalist kâr amacıyla "üretilmiş" tüketim ürünlerine gereksinme yaratılmasıyla karıştırılamayacağı gibi, proletarya enternasyonalizminin getirdiği fedakârlıklarla ertelenmesi, dolayısıyla bir çeşit baskı altına alınması söz konusu olan gereksinmeler de değildir. Bu konuda konut sorunu bir örnek olarak ele alınabilir.
      Sosyalist ekonominin merkezi planlara göre inşa edilmesi ve bunun kitleler tarafından tam olarak bilinmesi koşullarında, konut sorununun ilk ve yakın amaçları ile zaman içinde elde edilecek amaçlar arasında belli bir bütünlük oluşturarak çözümlenmesi söz konusu olacaktır. Ancak her durumda "konut sorunu, ancak, toplum en aşırı noktasına günümüz kapitalist toplumu tarafından getirilmiş olan kent ve kır arasındaki karşıtlığın ortadan kaldırılmasına doğru bir başlangıç için yeterince değiştirilebildiği zaman çözümlenebilir" [82] bir sorun olduğu unutulamaz. Nüfusun, ülke çapında mümkün olduğu kadar eşit ve dengeli dağılımı, sanayi ve tarım üretimi arasındaki yakın ilişki nedeniyle kaçınılmaz hale gelmiş ve ulaşım araçlarının gelişimi ile yeni gelişme olanaklarına kavuşmuştur. Bu koşullarda, konut sorunu, kendisini, proletarya iktidarının ilk yıllarında ortaya koyduğu gibi, acil ve hızlı bir çözümünü gerektirmemektedir. Çözümün tam olarak sosyalist amaçlara göre üretilmesi ve bu amaçlara doğru ilerlemenin bir parçası olması gerekmektedir. Bunun somutluğu ise, konutların, sadece barınma gereksinmesi açısından ele alınmasının yetersiz olduğu ve proletaryanın kent ya da kırda, ülkenin her yerinde, aynı koşullara sahip bir konut bulması konusunun ortaya çıktığıdır. Bu aynı zamanda işçilerin kendi konutlarına sahip olmaları türünden bir çözümün getirdiği "bağımlılık" ilişkisinin de ortadan kaldırılmasını içermektedir. Böylece, kent ve kırda, ülkenin her yerinde, tüm konutların üretici güçlerin gelmiş olduğu seviyeye bağlı olarak ve bunun olağan evrimi çerçevesinde planlanması ve üretilmesi gerekmektedir. Otomotiv sanayinde meydana gelen gelişmeler, kitle ulaşım araçlarındaki büyük atılımlar, her düzeyde proletaryanın kendi konutuna bağlı kalmasını gereksiz hale getirmektedir. Daha bugünden kapitalizm koşullarında bu gereksizlik ortaya çıkmıştır. Ancak sosyalist toplumda, ilerleme, sadece genel nitelikte olmayıp, aynı zamanda özel nitelikte de ilerlemedir. Bunun somutluğu ise, konutların iç donanımının kent ya da kırda olmasına bakılmaksızın birbirine yakın bir düzeyde olması gerektiğidir. bu iç donanım, bir yandan ev-işini en aza indirirken, diğer yandan kamu-işi haline getirilen ev-işinin uyumluluğu sağlanacaktır.
      İşte revizyonizmin üzerinde fazlaca durmadığı ya da önemsemediği noktalar, konut sorunu örneğinde görüldüğü gibi, gelişmenin ortaya çıkardığı sorunlarla ilintilidir. Ama revizyonizmin revizyoncuları için sorunlar belli bir biçim altında vardır. Dolayısıyla sorunların çözümünde sürekli yanılgılar üretmek durumundadırlar.




BEŞİNCİ BÖLÜM
SOSYALİST TOPLUMSAL YAŞAM VE REVİZYONİZMİN REVİZYONU


      Sosyalist toplumun bir bütün olarak inşasının, siyasal iktidarın proletarya tarafından -parçalanarak- ele geçirilmesi temelinde egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın yukardan aşağıya eylemiyle gerçekleştirilmesi hiçbir tartışmaya yer vermeyecek kadar açıktır. Ancak SSCB'de 70 yıllık gelişmelerin gelmiş olduğu düzey ve Doğu-Avrupa ülkelerindeki 40 yıllık iktidar koşulları, bu belirlemenin revizyonizm tarafından geçersiz ilan edilmesinin gerekçesi olarak kullanılmaktadır. Böylece, temel bir Marksist-Leninist tez daha tartışma konusu haline gelmektedir. Revizyonizm için bunun anlamı, "yenileşme"dir, "dogmatizmden kurtulma"dır vs. Ama ne tarafdan bakılırsa bakılsın, genel Marksist-Leninist ilkelerden ve tezlerden bir kopuşun olduğu açıktır.
      "Sosyalizme geçişin bir biçimi olarak proletarya diktatörlüğü" kavrayışı, çoğu durumda, geçişin bütünsel, yani ekonomik- sosyal-siyasal ve kültürel olduğunun unutulmasını getirmiştir. Lenin ve Stalin'in sık sık vurguladıkları gibi, toplumun bir bütün olarak değiştirilmesi (devrimci tarzda) eylemi, kaçınılmaz olarak, gerçekleşmesi olanaksız olanların yapılmasını değil, gerçekleştirilmesi olanaklı olanların gerçekleşmesinin koşullarının yaratılmasını birincil sorun haline getirir.
      Bir bütün olarak sosyalist bir toplumsal örgütlenmenin oluşturulması, iki ana düzeyde değişiklikler gerektirmiştir ve hâlâ da gerektirmektedir. Bunlardan birincisi, proletarya diktatörlüğüdür; ikincisi, ekonominin sosyalist ilkelere göre inşa edilmesidir.
      Ekim Devrimi'nden bugüne kadar, bu iki düzeyde önemli gelişmeler ortaya çıkmıştır. Ancak bu gelişmelerin kendisini bütünsel olarak toplumun sosyalist örgütlenmesi halinde ortaya koyamadığı da görülmüştür. Ekonomik ve siyasal düzeyde kesin ve açık bir üstünlük kurmuş olan sosyalizm, aynı üstünlüğünü toplumun diğer alanlarında, özellikle de sosyal alanda gerçekleştirememesinin nedeni de burada yatmaktadır. Bugün dünya çapında, emperyalist kapitalizmin sosyal alan düzeyinde hegemonyasından söz etmek pek yanlış olmayacaktı. Ama bu sosyalizmin, böyle bir hegemonyayı yıkmak ve kendi hegemonyasını kurmak için gerekli maddi ve manevi önkoşullara sahip olmadığı ve bunun dinamiklerinin bulunmadığı demek değildir. Tersine sosyalizm, bu önkoşullara sahiptir ve pek çok düzeyde bunları görmek olanaklıdır. Ancak bütünsel, düzenli ve sistematik bir ilişki olarak var olamamıştır.
      Sosyal yaşam alanında emperyalist-kapitalizmin yaratmış olduğu gelişmeler (ki son yıllarda ortaya çıkan hegemonya bunla ilintilidir), tümüyle III. bunalım döneminin ilişki ve çelişkilerine göre ve nedeniyle olmuştur. Emperyalizmin pazarlarının üçte birini yitirmesi durumunda karşılaştığı "talep yetersizliği" (aşırı-üretim sorunu), kaçınılmaz olarak, iç ve dış pazarların dikey olarak geliştirilmesini gerektirmiştir. Böylece emperyalist ülkelerdeki iç pazarların genişlemesi temelinde yeni ilişkiler ortaya çıkmıştır. Bu yeni ilişkiler, sadece tekelci-kapitalizmin kârını azamileştirmesi tarafından belirlenmemiştir; bu ilişkiler, aynı zamanda, emperyalist ekonomiye karşı kitlelerin tepkileri tarafından da belirlenmiştir.
      Kapitalizmin kaçınılmaz olarak sosyalizme dönüşeceği gerçeği, artık her açıdan olgunlaşmış koşullara sahiptir. Bu olgunluk, kendisini en açık biçimde en gelişmiş emperyalist ülke düzeyinde ortaya koyar. Bu, I. bunalım döneminde İngiltere iken; II. ve III. bunalım döneminde ABD'dir. Bu açıdan, bugün için en gelişmiş emperyalist-kapitalist ülke olarak ABD'yi ele almak ve burada ortaya çıkan sosyalist toplum dinamiklerini irdelemek, aynı zamanda, sosyalist ülkelerin çeşitli sorunlarının çözümü açısından da önem taşımaktadır. ("Kapitalizmden öğrenmek"in Marksist anlamıda budur.)
      Bu değerlendirmenin önemini belirtmek ve belli açılımlar sağlamak için 1920-25 arasında SBKP ve Komintern düzeyinde ortaya çıkan "Bolşevizmin Amerikanlaştırılması" tartışmalarını anımsatmakta yarar vardır.
      1924 yılında, hemen hemen tüm Bolşevik parti yöneticileri tarafından benimsenen "Bolşevizm ve Amerikanizm" birlikteliği, Stalin'de olduğu gibi, kadroların niteliği ve sorunları çözmede kullanacakları yöntem uygulaması olarak belirginleşmektedir. Buharin'in eğitim alanında "Amerikanizm"in gerekliliğini vurgulaması, aynı yıllarda Sovyet eğitim sisteminin nasıl olması gerektiği konusundaki tartışmalarla ilintilidir. Böylece "Amerikanizm", kendisini "yeni sosyalist insan" düzeyinde, Marksizm-Leninizmle birlikte tanımlanmış bir nitelik olarak ortaya koymaktadır.
      "Amerikanizm"in ABD'de gerçekleştirilecek bir sosyalist devrimle kazanılması sorunu, yani "Amerikanın Bolşevikleştirilmesi" sorunu, sosyalizmin dünya ölçeğinde kurulması açısından öneminin kabul edilmesi oldukça önemlidir. Geciken Avrupa devrimi ve dünya devrimi, kaçınılmaz olarak "tek ülkede sosyalizm" sorununu ortaya çıkarmıştır. Bu sorunun, aynı zamanda evrensel ölçekte bir sosyalizmin inşasının bir parçası olarak ele alınmasını gerektirmektedir. Bu da, "Amerikanizm" konusunun öne çıkmasını gerektirdiği gibi, tezlerin "tarihin arşivinde farelerin kemirici eleştirisine terkedilmesi"ni de getirmiştir.
      III. bunalım döneminde Amerikan emperyalizminin mutlak hegemonyasının oluşması ve buna bağlı olarak toplumun yeniden biçimlenmesi, bu konuyu oldukça ikincil konular arasına itmiştir. Ama Vietnam savaşıyla birlikte başlayan ve giderek yaygınlaşan "yeni kuşak" ve onların "yeni ilişkileri" bir kez daha bu konunun gündeme gelmesine yol açmıştır. Genel olarak "Amerikan tipi yaşam", dünya çapında basın-yayın araçları ve sinema-tv aracılığıyla sunulmuştur. Genellikle burjuva ideologlarının ortaya koydukları ilkelere bağlı olarak belirlenen bu yaşam tarzı, ilk andan itibaren, işçi aristokrasisinin Amerikan biçimlenişinden başka bir şey değildi. Ancak Vietnam savaşı sürecinde bu yaşam tarzı tümüyle çökmüştür. Böylece ortaya önemli bir sosyal ilişki boşluğu çıkmıştır. Bu alan, 1970'den itibaren, büyük ölçüde anti-militarist kitle hareketi tarafından doldurulmaya başlanılmıştır. Böylece de, bireylerin toplum ve üretimle olan ilişkilerinden başlayarak cinsler arası ilişkiler, aile ilişkileri tam anlamıyla bir değişim sürecine girmiştir. Ekonominin askerileştirilmesinin ürünü olarak birikim hızı daha da artan tekelci sermayenin, artan oranda tüketim malları üretimi alanlarına yatırım yapmaları ve tekeller oluşturmaları, yeni ilişkilerin yayılmasında önemli etkiler sağlamıştır. 1950 sonlarından başlayarak fiilen 1975'lere kadar süren bir "kargaşa" dönemi tüm Amerikan toplumunu etkilemiştir. Bu etkileme, anti-militarist hareketlerin yarattığı "yaşam tarzı" ile, yani sürekli protesto faaliyetinde bulunan bir kitle hareketi koşullarında, giderek toplumsal ilişkileri dönüştürmeye başlamıştır. Bu noktada Amerikan pragmatizmi, "yok edemiyorsan, sen onlara katıl" kavrayışı içinde, ortaya çıkan hareketi özümsemeye yönelmiştir. Böylece kapitalizmin ekonomik ve siyasal ilişkileri alanında yeni bir toplumsal ilişki ortaya çıkmaya başlamıştır.
      Proletaryanın tarih sahnesine çıktığı andan itibaren, kendisiyle birlikte üretim sürecinde ortaya çıkan ilişkiler yeni bir "toplumsal ilişkiler" alanı ortaya çıkarmıştır. Burjuva ilişkilerinin dışında ve sadece işçilerin yaşadıkları yerlerde ortaya çıkan bu toplumsal ilişkiler, işçi sınıfının gelişmesine ve emperyalist koşullarda aristokratlaşmasına paralel olarak tüm toplum kesimlerine yayılmıştır. Bu yayılmayla, işçi aristokrasisi ile küçük-burjuvazinin ilişkilerinin birleşmesiyle önemli ölçüde bozulmuş ve proleter karakterini önemli ölçüde yitirmiş ya da silikleşmiştir.
      İşte 1950 sonlarında ortaya çıkan ve 1975'lerde en üst boyutuna çıkan yeni toplumsal ilişkiler, bu temel üzerinde gelişmiştir ve bu proleter karekterinin silikleşmesi oranında, düzenle uyumlandırılmıştır. Bu noktada Amerikan "pratikliği", bir kez daha devreye girmiş ve tüm sosyal-siyasal yapıyı tehdit etme potansiyeline sahip hareketi dağıtmış ve düzenle entegrasyonunu sağlamıştır. Böylece kendisine yeni bir "meşruyet" sağlayan yeni ilişkiler, "yeni Amerikan yaşam tarzı" olarak, ikinci kez dünya çapında yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu yaygınlaştırma kendisini en etkin bir biçimde Batı-Avrupa kapitalist ülkelerinde ortaya çıkarmıştır. İngiltere ve Fransa'nın uzun süre direnen geleneksel yapısı ve bunu destekleyen siyasal durumu bir yana bırakılacak olursa, bu etki kendisini 1980 sonrasında büyük ölçüde açığa vurmuştur. Bu yaşam tarzı, otomotiv sanayindeki gelişmeyle birleşerek geniş bir toplumsal "hareketlilik" ortaya çıkarmıştır. Bunun sonucu olarak tekelci burjuvazinin bilimsel ve teknolojik gelişmeyle ortaya çıkan yeni tip personel temini de olanaklı olmuştur. (Teknokratlar-"yuppiler" esprisi) [*1]
      1974 "petrol şoku" ile ABD'de önemli bir gerileme ortaya çıkmakla birlikte, "yeni toplumsal ilişkiler" sistemle bütünleşmesini sürdürecek koşullara sahip olmuştur. Bu bütünleşme, bir yandan toplumdaki hareketliliği belli oranda sınırlarken, diğer yandan insanların belli bir yere ve konuta bağlanması ortadan kalkmıştır. Ailenin burjuva anlamda dağılması (çözülme) kısmen gerçekleşmiştir. Bu gelişme, aynı zamanda eğitim sistemi üzerinde etkide bulunmuştur.
      Böyle bir toplumsal ilişki genişlemesi, bir süre sonra, siyasal planda yeni dengeler oluşturmuştur. Bu hareketin ilerletici öğelerinin bu son kullanımıyla, ABD'de yasama organı, yürütme karşısında kısmi güç kazanmıştır.
      Simgesel olarak 1956'larda "rock'n roll"la başlayan, 1965' lerde "hippy" hareketi ile kitleselleşen ve 1970'lerde anti-militarist bir demokratik kitle hareketine dönüşen bu "yeni toplumsal ilişki" süreci, küçük-burjuva anlamda ve düzeyde, "birey-devlet" ilişkisini en geniş ölçüde tartışma konusu yapmıştır. Devletin özüne ve sınıfsal niteliğine bakılmaksızın, devlet karşısında bireyin haklarının yüceltilmesine yönelik bu tartışmalar, "soyut devlet", "soyut birey" ve "soyut demokrasi" anlayışının yeni bir güçlenmesini getirmiştir. Öte yandan da, belli bir yere, konuta ve işe sürekli bağlılığı dışlayan bu sosyal hareketlilik, tekelci-burjuvazinin, özellikle tüketim malları üretiminde sürekli teknolojik araçlar kullanmasını da zorunlu kılmıştır. Böylece temel sanayi kollarında sürekli çalışan ve tarihsel olarak proletaryayı oluşturan nüfus düşerken, tüketim sektörü ile hizmetler sektöründe çalışan nüfus sürekli olarak artmıştır. Sürekli olarak azalan proletarya niceliği, aynı zamanda sendikal örgütlenmenin giderek güçsüzleşmesini getirmiştir. Bu da sendikalı işçi sayısındaki azalmaya paralel olarak, sendikaların toplumsal ilişkiler alanındaki etkileri azalmıştır. Böylece yeni ilişkilerin getirmiş olduğu yeni toplumsal örgütlenmelerin sendikal bir açılımı ortaya çıkamamıştır. Bir başka deyişle, işçi sendikaları yeni ilişkilerin yarattığı toplumsal örgütlenmelerin dışında kalmıştır. [*2] Diğer emperyalist ülkelerin bir kısmında Komünist Partiler bulunmasına rağmen, aynı durum onlar içinde ortaya çıkmıştır. (Tabi bunda bu partilerin revizyonist nitelikleri de belirleyici durumdadır)
      Hizmetler sektöründe meydana gelen büyük genişlemelere paralel olarak "gönüllü sosyal hizmetler", bir yandan siyasal ilişkilerin dışında gelişirken, diğer yandan ekonomik faaliyet dışında kalmışlardır. Bu durum, gerek tekelci-burjuvazinin, gerekse kilisenin etkisine açık bir konum yaratmıştır. (Ekonomik kaynaklara sahip olmama esprisi).
      ABD'de toplam hane halkı sayısının %58'i evli olup, aile oluşturmayan hane sayısı %23.7'dir. Çalışan nüfusun %62.4'ü, yani 61 milyon kişi hizmetler sektöründe çalışmaktadır. Bunların beşte biri, gıda pazarları, genel mağazalar, giyim mağazaları, lokanta, büfe, motel, otel, sinema vb. yerlerde çalışmaktadırlar.
      Amerikan toplumsal ve siyasal yapısı, 1965-75 arasında büyük bir ekonomik ve sosyal sorunlarla yüzyüzeyken, 1980 sonrasında bunları içselleştirerek önemli ölçüde çözmüştür. Özellikle "gönüllü sosyal kuruluşlar"a belirli bir yasallık tanınarak, bunların çeşitli sorunların çatışma doğurmasını önleyici mekanizmalar haline getirilmesi sağlanmıştır. [*3]
      Emperyalist-kapitalist ülkelerde, üretici güçlerin gelişiminin engellenmesinin ürünü olan sosyal hareketlilik ve bu hareketliliğin ortaya çıkardığı toplumsal ilişkilerin "sistem içi" entegrasyonu (evcilleştirilmesi) 1980 ortalarından itibaren büyük ölçüde tamamlanmıştır. "Amerikan tipi yaşam tarzı"nın bu yeni çehresi, sosyalist üretim ilişkileriyle belli bir uyum sağlayabilme özelliğine sahip olmasıyla, hemen hemen tüm gelişmiş ülkelerde içselleştirilebilinme özelliğine sahiptir.
      Sosyalizmin inşasında, özellikle ekonomik alanda büyük ilerlemeler sağlamış olan SSCB'de yükselen reel ücretler, bir yandan kitlelerin satın alma gücünü artırırken; diğer yandan ellerinde biriken "gelir fazlası"nı artırmaktadır. Hemen hemen ulusal gelirin üçte birini oluşturan bir düzeye yükselmiştir. Öte yandan, işçilerin üretim sürecinde geçen zamanları sürekli azalmış, "boş zamanlar" sürekli olarak artmıştır. Yıllık 253 güne düşen çalışma süresi, kaçınılmaz olarak "boş zamanlar"ın önemini artırmıştır. Ayrıca SSCB'nin ekonomik yapısı ve potansiyelleri, daha bu günden Batı-Avrupa işçilerinin kapitalizm koşullarında ileri sürdükleri "35 saat" çalışma süresini gerçekleştirebilecek niteliktedir. Yani "boş zamanlar" sorunu, kısa sürede daha büyük bir önem kazanma eğilimindedir.
      Bu durum, gerek mevcut gelişmesiyle, gerekse potansiyel gelişme dinamikleriyle, bireylerin tüm günlük yaşantısını değiştirecektir. Üretimde geçen zamanın azalmasıyla artan diğer zamanların kullanımı, kaçınılmaz olarak yeni biçimler ortaya çıkaracağı gibi, yeni gereksinmeler ve buna bağlı yeni talepler ortaya çıkaracaktır. Bu gereksinmelerin, yeni toplumsal ilişki biçimleri altında karşılanması, üretimde artışlar gerektirdiği gibi, kitlelerin elindeki "fazla gelir"i, bu üretim için kaynak olarak kullanma olanağını da yaratacaktır. Ama bu gereksinmeler, mevcut ürünlerin önemli ölçüde genişlemesini, yani değişik tüketim malları üretimini zorunlu kılacaktır. Bu ise, "hizmetler sektörü"nde önemli bir gelişmeye denk düşer. Bu alanlardaki faaliyetler, ekonomik ve siyasal faaliyetler gibi kararlı unsurları daha az gerektirir. Bunların "değişken" özelliği, kaçınılmaz olarak sanayi üretimindeki merkezileşme, planlama ve çalışma disiplini ile belli oranda karşıtlıklar ortaya çıkabilecektir. Böylece, bir yanda yoğun bir merkezileşme, planlama ve çalışma disiplinine bağlı sanayi üretimi ve yönetimi bulunurken; diğer yanda bunlarla belli bir karşıtlık içinde bulunan toplumsal ve kültürel ilişkiler alanı ortaya çıkmaktadır. Birincisinde (ki buna siyasal yönetim de dahil edilebilir) toplumsal ve kollektif faaliyet söz konusuyken, ikincisinde bireyler ve bireysel aileler söz konusu olmaktadır.
      Bu "karşıt" durum, gerçekte temel ile üst-yapı ilişkilerinde, birincinin belirlediği ilişkiler olarak kendisini biçimlendirememesinin ürünüdür. Yani gerçek bir karşıtlık bulunmamaktadır. Sanayinin getirmiş bulunduğu merkezileşme, planlama ve çalışma disiplini ile şekillenmiş bir toplumsal ilişkiler alanından söz etmek daha doğru olmaktadır. Ama revizyonizm, bu düzeyde, sosyal ve kültürel alandaki gelişmeleri kendisine çıkış noktası olarak aldığı için, temel ve siyasal alanları buna bağlı olarak ve bunun paralelinde düzenlemeyi tasarlamaktadır. Bu ise, onların, "Stalinizm" diyerek suçladıkları ve olumsuzladıkları bir dönemin sosyal ve kültürel alanda merkezileşme, planlama ve disiplin uygulamalarının başarısızlığı (!) olarak bir temele yerleştirmek istemelerini getirmiştir. Onlara göre, bilimsel ve teknolojik devrim, "yeni bir emek türü" yaratarak "yeni bir işçi sınıfı" doğurmakta ve bu da mevcut sosyal ve kültürel gelişmelere uygun ekonomik ve siyasal düzenlemeleri olanaklı kılmaktadır.
      Oysa bilimsel ve teknolojik devrimin getirdiği yeni emek türü, her şeyden önce işçilerin kendi içlerinde kalifye düzeyine göre ayrılmasını sona erdirmek durumundadır. Öte yandan ise, işçi sınıfının sosyalist eğitiminin daha da yükseltilmesini gerektirmektedir. Ama bunlarla bağlantılı olarak, bilimsel ve teknolojik devrim, üretim sürecinde daha geniş ölçekte bir merkezileşmeyi, merkezi yönetimi zorunlu kılarken, planlamayı ve çalışma disiplinini daha üst boyutlarda yeniden üretmektir.
      Buna bilimsel çalışmaların kendi iç işleyişi yeterince kanıt vermektedir. Örneğin, pratik uygulamasıyla birlikte bilimsel bir faaliyet olan uzay çalışmaları, hemen her düzeyde onlarca yılı kapsayan bir planlamaya dayanmaksızın gerçekleşmemektedir. Bu planlama, genel olarak uzay çalışmalarının nasıl sürdürüleceğine ilişkin planlamadan çok, bu çalışmaların her bir faaliyetinin düzenlenmesi düzeyinde iç planlamada ortaya çıkmaktadır. Her hangi bir gezegene ulaşması 10-15 yıl (kimi zaman daha da fazla) zamanı gerektiren bir uzay aracının fırlatılması, gerek hazırlıklar açısından, gerekse atıldıktan sonra geçecek zaman açısından uzun yılları kapsayan bir iç planlamayı zorunlu kılmaktadır. Ve bu zaman süresince, bu projede çalışan tüm personelin, tüm faaliyeti saniye saniye izlemeleri, denetlemeleri, düzenlemeleri vb. gerekmektedir. Bu ise, çalışma disiplininin en üst boyutta üretimi demektir. Ayrıca dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan uzay çalışma istasyonları, dinleme istasyonları, uydu sistemleri, elde edilen bilgilerin izlenmesi, kontrolü ve yönetilmesini merkezileştirilmesini zorunlu kılmaktadır. Aynı durum için genetik mühendisliğini, mikro cerrahiyi, bilgisayar tasarım ve üretimini, nükleer santralleri örnek olarak verebiliriz. Tüm bunlar, insanların gittikçe ayrıntılaşan çalışma konuları ortaya çıktıkça ve çıktığı ölçüde, bu parçaların bütünle ilişkisine ilişkin bilgiye sahip olmayı daha çok gerektirmektedir. Bu da eğitim sisteminin artan oranda poli-teknik eğitim olmasını getirmektedir.
      Bu nedenledir ki, ekonomik düzeyde sanayinin temel nitelikleri ve bununla biçimlenen proletaryanın sınıf nitelikleri değişmemekte, tersine daha da güçlenmektedir. Doğal olarak böyle bir güçlenmiş sınıf niteliklerine sahip proletaryanın yarattığı ve geliştirdiği toplumsal ilişkiler farklı olacaktır. İnsanlık tarihinde tüm bireylerin, topluluk olarak birlikte ve toplumsal bir alışkanlıkla üretme olanakları ile birey olarak yaşayabilme olanakları son derece gelişmiş durumdadır. Bireyin çıkarları (özel çıkar) ile toplumun çıkarı (genel -evrensel- çıkar) arasındaki çelişkinin gerçek aşılması için koşullar artan oranda olgunlaşmaktadır. Özel çıkar ile toplumsal çıkar, bireyin çıkarı ile genel çıkar arasındaki yeni bir biçimleniş, ancak ekonomik temeldeki özelliklerin diğer alanlarda kendisini biçimlendirmesiyle olanaklı olduğu açık biçimde ortaya çıkmıştır. Üretim sürecinde elde ettiği disiplin, alışkanlık ve buna göre biçimlenmiş bilinç sahibi olarak, kendi bireysel faaliyeti ile toplumun genel faaliyeti arasında zorunlu ilişkiyi yaşama geçiren bir proletaryanın gerçek bir komünist toplum yaratabileceği, bugün açık biçimde ortaya çıkmıştır. Proletaryanın bu bilinci ve alışkanlığıdır ki, onların kendi tarihlerini kendileri tarafından bilinçli olarak yapmalarını olanaklı kılar.
      Böyle bir tarihsel evrim içinde proletaryanın iktidarda bulunduğu ülkelerde pekçok gelişmenin olması kaçınılmazdır. Bu gelişmelerin gerçekleşmediği koşullarda bir dizi sorunun ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu sorunlar kendisini sosyal ilişkiler alanında en etkin biçimde ortaya koymaktadır ve kendi önünü açmanın kural-dışı yollarını yaratmaktadır. Bu sorunlar, sosyal hizmetlerin yeni biçimleri alanında, eğitim alanında, aile alanında, gençlik alanında ortaya çıkmaktadır.
      Bunlar içinde en önemli sorun, eğitim sorunu olarak belirginleşmektedir. Gerek bilimsel ve teknolojik gelişmenin gerektirdiği bilgiye sahip olan bir proletaryanın oluşması açısından, gerekse sosyal ilişkilerin yeniden biçimlenmesi için, eğitim, birincil bir konu durumundadır.
      Bugün SSCB'de, ilk ve orta öğretimden yüksek öğretime geçiş oranı %14 civarındadır. Bu oran ABD'de %30 düzeyinde bulunmaktadır. SSCB'de bir öğretmene düşen öğrenci sayısı 15 düzeyinde bulunmaktadır. ABD'de bu sayı 30 civarındadır. Bu da SSCB'de eğitimin niteliğinin yüksek olması ve daha da yükseltilebilinmesi için gerekli koşulların varlığını ortaya koymaktadır. Ancak SSCB eğitim sistemi bundan yararlanabilecek özelliklere sahip bulunmamaktadır. Bir başka deyişle, SSCB'de (ve diğer proletarya iktidarlarında uygulanan) eğitim sistemi, gerek sosyalist bir ekonominin gelişmesinin, gerekse bilimsel ve teknolojik gelişmenin gerisinde kalmıştır. Bu gerilik, geri bir kapitalist ülkede iktidarın ele geçirilmesi koşullarında, ilk amaç olarak toplumun genel eğitim düzeyinin hızla yükseltilmesi temelinde oluşturulmuş bir eğitim sisteminin, zaman içinde geliştirilmesi ve değiştirilmesi gereken yanlarının yapılmamasıyla ortaya çıkmıştır. 1945 öncesinde uygulanan eğitim sisteminin yeni bileşimi, revizyonizmin elinde küçük "reformlar" yoluyla çarpık bir sistem haline dönüşmüştür. Dolayısıyla kendi içinde gelişme dinamiklerine sahip bir sistem, bu dinamiklerini kullanamayacak hale gelmiştir. Bu ise, eğitim sisteminin, bugün, topyekün değiştirilmesi gibi, büyük bir sorun yaratarak, değişmenin en güç konusunu yaratmıştır.
      Bugün özellikle SSCB'deki eğitim sistemi, okulun yaşamdan daha da soyutlanmasını getirmiştir. Krupskaya, Lunaçarski gibi eski Bolşeviklerin üzerinde çalıştıkları ve dönemin gerekleri nedeniyle geniş ölçüde uygulanamayan "birlikte sosyalist üretim okulları" sistemi kuramsal olarak geliştirilmediği gibi pratik olarak hiçbir değere sahip olamamaktadır. "Çocuk merkezli eğitim"in en yetkin biçimi olarak tasarlanmış olan "birlikte sosyalist üretim okulları" her yönden geliştirilip uygulanması, bugün değiştirilecek eğitim sisteminin yeni yönelimini ortaya çıkarmaktadır. Mevcut SSCB eğitim sistemi "öğretmen merkezli" olup, sınırlandırılmış bir poli-teknik eğitim hedefleriyle sürdürülmeye çalışılmaktadır. Kitlelerin, toplumsal-kollektif mülkiyet karşısındaki konumları (ilgisizlikleri), eğitim sistemiyle bu mülkiyetin içleştirilmesi ve kendiliğindenmişcesine benimsenmesinin sağlanamamasının ürünüdür. Yaşamda karşılarına çıkacak olan tüm ilişki ve kurumların gerekliliğini (ama sosyalist açıdan gerekliliğini) öğrenmesi gereken bir öğrencinin, yaşamdan soyutlanmış bir eğitim içinde bulunması, kaçınılmaz olarak ekonomik-sosyal-siyasal konulara "ilgisiz bir toplum"un oluşmasını getirecektir. Sosyalist eğitim sisteminin pekçok öğesi, gerek Ekim Devrimi'nden sonra, gerekse günümüzdeki devrimci mücadeleler içinde büyük ölçüde ortaya çıkmıştır. Sorun, bu verilerin toplanması, düzenlenmesi ve sistematik hale getirilmesidir. Bu da, iktidara geçmiş proletaryanın, kendi dar ulusal deneyimleriyle sosyalist eğitim sistemini tek başına oluşturamayacağının da açık kanıtıdır. Bu sorun bile, tek tek proletarya iktidarlarının, kendi sorunlarını enternasyonalist bir temel olmadığı sürece, kendi başlarına çözemiyeceklerini gösterir.       Proletaryanın iktidarda olduğu ülkelere ilişkin diğer önemli bir toplumsal sorun da, aile-kadın ve gençlik sorunu olarak ortaya çıkmaktadır.
      Daha önce gördüğümüz gibi, kapitalizm hemen her yönden eski geleneksel aile yapısını dağıtmaktadır. Ailenin kaçınılmaz çözülüşü SSCB'de yeni yeni belirginleşmektedir. SSCB'deki aile yapıları ile ABD ve diğer emperyalist ülkelerdeki yapıların belli bir farklılaşması ortaya çıkmıştır.


S.S.C.B.ABDF.Almanya
Tek kişiden oluşan aile oranı% 11,5% 23,7% 31,3
2 kişiden oluşan aile oranı% 26,3% 31,6% 28,7
3 kişiden oluşan aile oranı% 25,5% 17,8% 17,6
4 kişiden oluşan aile oranı% 20,3% 15,8% 14,4
5 kişiden oluşan aile oranı% 8,4% 7,0% 8,0
6 kişiden oluşan aile oranı% 3,6% 2,6----
7+ kişiden oluşan aile oranı% 4,4% 1,5----
Ortalama hane halkı sayısı3,52,72,4


      Bu verilerden SSCB'deki aile yapısının önemli bir dönüşüm geçirmek üzere olduğu görülmektedir. Ancak emperyalist ülkelerde kapitalizmin yarattığı aile dağılmasına kıyasla, oldukça geri durumda bulunulduğu da açıktır. Bu durum, proletarya iktidarlarında, kapitalizmin ekonomik ilişkileriyle sağladığı dağıtma eyleminin, düzenli bir gelişmeyle süreç olarak gerçekleştirilmesi şeklinde yorumlanabilir. Daha dengeli, önemli toplumsal sorunlar yaratmaksızın ve süreç içinde ailenin kaçınılmaz çözülmesinin sağlanması, sonuç açısından,kapitalizmin tarihsel eğiliminin sonuçlarıyla aynı olmak durumundadır. Proletarya iktidarlarında böyle düzenli bir "çözülme" sağlanması, aynı zamanda çözülme koşullarında yeni ilişkilerin yaratılması için gerekli zaman ve olanakların yaratılmasını da sağlayacaktır. Öte yandan kapitalizm koşullarında ailenin dağılmasının 1960 sonrasındaki olağanüstü gelişimi, yalın biçimde kapitalizmin "olumsuzluğu" olarak kavranılması, kesinkes küçük-burjuva bir anlayışın ürünüdür. İnsanlığın tarihsel evriminin aile yapılarını önemli ölçüde değiştirmesi ve giderek "dar aile" tiplerinin ortaya çıkmasını sağlaması, bir ilerleme öğesi olarak ele alınması gerekmektedir. Bu aynı zamanda, ailenin ekonomik bir birim olmaktan çıkması demektir.
      SSCB'deki aile çözülmesinin, giderek yeni sosyal ilişkilerin temeli haline gelmesi yeni sorunlar yaratan açık olgu durumundadır. Ancak ailenin bu çözülmesi aynı zamanda önemli bir konut sorunu da doğurmak durumundadır. Yani, insanlar yeni ilişkiler geliştirdikleri için, bunlara denk düşen maddi koşullarda ortaya çıkması zorunludur ve çıkmadığı koşullarda sorunlar ortaya çıkar. Ailenin sosyalist iktidar koşullarında düzenli ve dengeli çözülmesi süreci, aynı zamanda çözülen aile bireylerinin barınma koşullarının da yaratılmasını gerektirir. Bunlar arasındaki uyum, sosyalist merkezi planlamanın en önemli unsurlarından birisini teşkil eder.
      Öte yandan ailenin çözülmesiyle ortaya çıkan durum, kendisi için gerekli ve yeni sosyal ilişkiler yaratabilmesi için, uygun mekanlar ve araçlar bulmak zorundadır. Bu açıdan konut sorunu, bir yandan bireylerin barınma sorunu olmakla birlikte, diğer yandan bireylerin yeni toplumsal ilişkilerini sürdürmeleri ve yeniden üretmeleri için gerekli mekanların sağlanması olarak da vardır.
      Bu sorunun diğer boyutu ise, kadının durumuna ilişkindir. Dünya çapında ortaya çıkan bir olgu da, kadınların artan nüfusu ve artan yaşam süreleriyle, kamu işlerinde daha çok yer almalarıdır. Bu olgu, sosyalist bir toplumda, kadının bilinçli ve istemsel olarak ev-işinden ayrılması ve kamu içinde çalışmaya yöneltilmesi şeklinde belirginleşir. Bu da geleneksel aile yapısının dağılmasını öngerektirdiği gibi, dağılmasını ortaya çıkarır. Dolayısıyla kadının toplum içindeki yerinin sürekli değişmesi ve gelişmesi, kendini yeniden üreten ilişkileri ve bunun maddi olanaklarınını gerektirmektedir. Burada sorun, yalın bir biçimde kadınların ekonomik yönetim ile siyasal yönetime daha fazla katılmaları ve söz sahibi kılınmaları değildir. Kaçınılmaz gelişmeler, kadınların, artan oranda üretim sürecinde ve toplumsal ilişkilerde, birey olarak yer almasıyla bağlantılı olarak ekonomik ve siyasal yönetimde daha çok sayıda yer almalarını getirecektir. Bunun bazı yasal düzenlemelerle sınırlandırılması kapitalizm koşullarında ortaya çıkmıştır. Emperyalist ülkelerde "sınırlandırılmış" ve bu bağlamda "yasal" güvenceye alınmış kadın katılımı, gerçek bir katılım olarak ortaya çıkmamaktadır. Proletarya iktidarlarında ise böyle bir "düzenlemeye" gereksinme bulunmaz. Proletarya iktidarlarında kadınların kamu yönetimine katılımını sağlayan her türlü yasal güvence bulunduğundan, sorun, bunun toplumsal ilişkiler alanında yeniden üretiminin sağlanması ve bunun için gerekli maddi koşulların oluşturulması sorunudur.
      Kadının toplumsal alandaki etkinliğinin artması, kaçınılmaz olarak, konut sorununu genişletmektedir. Özellikle konutların iç yapıları ve donanımı artan oranda ön plana geçmek durumundadır. Bir yandan ev işi doğrudan kamu işi haline getirilirken ve bu bağlamda geniş ölçekli faaliyetler ortaya çıkartılırken; diğer yandan, ev işinin günlük yaşam içinde en az süreyi alan bir duruma getirilmesi da gereklidir. Konutların boyutları ile iç donanımın belirlenmesi, bu gelişmelere bağlı olarak biçimlenecektir.

      Ancak revizyonistler için sorun "ailenin güçlendirilmesi" sorunudur. [90] Bu bağlamda, bugün revizyonistler "ailenin bir bunalımda" olduğunu ve bu bunalımdan kurtarmak için çeşitli tedbirlerin alınmasını öngörmektedirler. Bu bağlamda aileyi korumak için "gençliğin evlilik yaşantısına hazırlanması" gerektiğini düşünmektedirler. [91] "Emekçi aileleri geniş ölçüde yüceltmek, güzel aile geleneklerine özendirmek, gençleri, yaşlı kuşakların deneyimlerine dayanarak eğitmek" [92] revizyonizmin temel politikası olmaktadır.       Bu bağlamda gençlik sorunu da kendi içinde çözümü ortaya çıkarmak durumundadır. Burada proletarya iktidarının yapacağı tüm iş, bu gelişmeler için gerekli düzenlemeleri yapmak, gerekli maddi olanakların üretilmesini planlamak, gerekli mekanların kullanılmasını sağlamakla sınırlı olacaktır.
      Ancak tüm bunların belirli ölçüde gerçekleştirilmesi, toplumsal alandaki değişik sorunların ortadan kalkacağı demek değildir. Bu konuda özellikle Demokratik Almanya deneyimi oldukça önemli ipuçları ortaya çıkarmıştır. Demokratik Almanya'daki sosyal yaşam ilişkilerini bir parti yöneticisi şöyle anlatmaktadır:       Görüldüğü gibi Demokratik Almanya'da toplumsal yaşama ilişkin kollektif faaliyetler, teorik tespitlere oldukça yakın bir biçimde ortaya çıkartılmaya çalışılmıştır. Ancak buna rağmen 1989 sonlarına doğru Federal Almanya'ya yüzbini aşkın yurttaşın gitmesi, herşeyin bunlarla sınırlı olmadığını göstermektedir. "Perestroyka"ya karşı üç yıl sürdürdükleri itirazlarda, Demokratik Almanya'nın SSCB, Polanya ve Macaristan gibi sorunları olmadığını sık sık dile getirmelerine rağmen, 1989 sonlarında partinin tüm üst yönetimi değiştirilmiştir. [*4] Bunlar herşeyin dıştan görüldüğü gibi olmadığını, kendi içinde çeşitli sorunlar içerdiğini göstermesi yanında, revizyonist biçimde "reform" için belli bir karşı dinamiğin de bulunduğunu göstermektedir.
      Bugün emperyalist Almanya'ya geçen nüfusun ekonomik ve sınıfsal bileşimini tam olarak bilmediğimiz için, kesin bir yargıya varmak durumunda bulunmuyoruz. Ancak bunların genel istemlerinin "bireysel özgürlük" ve "tüketim ve çalışma çeşitliliği" olduğu açıktır. İşte proletarya iktidarlarında "yeni tip işçi" sorunu da bu noktada devreye girmektedir. Yukarda gördüğümüz gibi Demokratik Almanya'da "çalışma saatleri dışında" kalan zamanlarda gönüllü toplumsal faaliyetlerin çok yoğun olduğu açıktır. Bunun üretim sürecinde ve bu sürecin kendi iç işleyişiyle, dıştan bir zorlayıcı güç olmaksızın ortaya çıkan, yani "açlık korkusuna dayalı" [96] olmayan, ama teknik bakımdan üst düzeyde gelişmiş üretim biçimlerinin koşulları içerisinde oluşturulmuş ortak çalışmaya dayalı bir disipline sahip olmayan bireyler için ne denli sorun olacağı, "özgürlüğün" kısıtlanması anlamı taşıyacağı anlaşılabilir birşeydir. Diyebiliriz ki, bugün hemen hemen tüm proletarya iktidarlarında sorunların temelinde "insan" sorunu yatmaktadır ve çözümlerde bu "insan"ın niteliğine ilişkin belirlemelere göre ortaya atılmaktadır.
      Bu konunun önemi ve niteliğini Lenin şöyle ifade etmiştir:       Demokratik Almanya'da 1989 sonlarında yaşanan göçler, kaçışlar ve hareketlilik, bu ülkenin toplumsal yaşamının örgütlenmesinin olağanüstü görkemi ile meydana gelen olaylar arasındaki zıtlık, sosyalizmin inşasının değişik evrelerindeki sorunların çözümlenmesinin, o evrenin aşılabilinmesi için kesin bir gereklilik olduğunu göstermektedir. Bunu da ancak devrimci bir tarzda yapmak olanaklıdır.
      Burada iki düzey açığa çıkmaktadır:
      Birinci düzey, üretim süreci dışındaki toplumsal ilişkilerin düzenlenmesinde toplumsal insiyatif, parti öncülüğü ve proleter devlet güvencesi arasında doğru bir ilişkinin kurulma gerekliliğidir. bu ilişki, belirli bir dönemin koşullarına uygun olarak doğru kurulmuş olsa bile, bir başka dönemde yetersiz kalabilmektedir. bu nedenle sürekli gelişen ve ilerleyen bir süreç olarak (devrimin sürekli kılınması) toplumsal ilişkilerin ele alınması gerekmektedir. Diğer taraftan ise, "gönüllü" çalışmanın çalışma saatleri dışındaki zamanın açık ve net bir tanımlamaya sahip hizmetlerin yerine getirilmesinde kullanılmasını getirecek "zorunlu görev" olarak gösterilmemesi ve gösterilmeyecek tarzda örgütlenmesi gereklidir. Toplumsal insiyatif ile partinin ortaya koyduğu amaç ve görevlerin birbirleriyle çatışması, doğrudan bu tür faaliyetlerin siyasal bir örgütlenme düzeyinde kurumsallaştırılmasıyla ortaya çıkabildiği hesaba katılması gerekmektedir. Bu durum, proletarya partisi olmayan yurttaşlar için özellikle önem taşıyan bir sorun oluşturmaktadır. Parti üyeleri açısından, bu tür "gönüllü faaliyetler", bir parti üyesinin görevi olarak değil, parti üyesi olabilmenin koşulu olarak ele alınması gerekmektedir.
      Bu "kurumsallaştırmama", kesinkes revizyonist dildeki "desentralizasyon"la aynı şey değildir. "Kurumsallaştırmama", doğrudan toplumsal yaşamın sosyalist örgütlenmesi açısından, gelişmenin ortaya çıkardığı toplumsal dinamizmin, partinin ideolojik-politik öncülüğü altında ve proleter devletin maddi ve yasal güvenceleriyle güçlendirilmesi ve yönlendirilmesinin bir yoludur. Parti, bu tür toplumsal faaliyetlerin gönüllü olarak gerçekleşmesini sağlamak amacıyla, bu faaliyetlerin niteliğini ve yönelimini kendi üyelerinin niteliğiyle belirlerken, proleter devlet, bu nitelik ve yönelime bağlı olarak maddi ve yasal güvenceleri toplumsal insiyatife vermesi esastır. Böylece sosyalizmin inşasına ilişkin "gönüllü faaliyetler" her yönden desteklenirken, farklı yönelime sahip olanlar dışlanmamış olacaklardır. Şüphesiz böyle bir yolun izlenebilinmesi için, ekonomik gelişmenin, bireylerin hareketliliğini sağlayacak ve bunun getireceği gereksinmeleri karşılayabilecek bir düzeye ulaşmış olması şarttır.
      Demokratik Almanya'da nüfusun ülke çapında belli bir dağılımı sağlanmış ve bu yolla, kırdan kente göç düzenli ve sistemli bir ilişki haline getirilmeye çalışılmıştır. Kırsal nüfusun, kapitalist mülksüzleşme veya kentlerin çekim odakları olması sonucu, kapitalist toplumlarda ortaya çıkan düzensiz ve hızlı bir göçle azalması ve kentlerde önemli bir konut ve beslenme sorununun ortaya çıkması, bu yolla engellenilmiş olmaktadır. Bu bağlamda, ülke içi serbest yerleşim sınırlandırılmış olmaktadır. Bireylerin ülke içi hareketliliklerinin bu tarz sınırlandırılması, pek çok sosyalist ülkede ortaya çıkmıştır. Küçük-köylülerin ve orta köylülerin mülksüzleştirilmesine dayanmaksızın sosyalizmin inşasına girildiği ülkelerde, bu uygulamalar kaçınılmaz olmaktadır. Ancak zaman içinde bu sınırlandırmalara başvurmaksızın, toplumsal hareketliliğin "göç"e dönüşmeksizin sağlanması olanakları ortaya çıkmıştır. Kırsal alanlardan kentlere ya da kentler arası günlük hareketlerin (bunun hangi nedenden olduğu önemli değildir) otomotiv sanayi ve kitle ulaşım araçlarının iç düzenlenmesiyle sağlanabilme koşulları mevcuttur. Planlı bir ekonominin bunları maddi koşullar ortaya çıkar çıkmaz belirleyebilmesi ve buna göre plan hedeflerini düzenlemesi olanaklı şeylerdir. Ama bugün sosyalist ülkelerde bunların hiçbiri gerçekleşmemiştir. Böylece merkezi planlama, toplumsal gelişmenin engeli durumuna geldiği gibi, üretici güçlerinde gelişmesinin engeli haline gelmiştir. Bunun net ifadesi ise, kendini geliştirebilen ve yenileyebilen kapitalizm (!) ile kendini geliştiremeyen ve yenileyemeyen "sosyalizm" görüntüsünün propagandaya egemen olmasıdır.
      Son on yılda ABD'de başlayan ve Batı-Avrupa'nın emperyalist ülkelerinde yaygınlık kazanan "yeni yaşam tarzı"na dayalı emperyalist propaganda, proletarya partileri üzerinde büyük bir baskı yaratmıştır. "Emperyalist kültür" olarak popüler dilde devriklenen yeni emperyalist ideolojik saldırı, klâsik Marksist-Leninist propaganda kalıpları içinde etkisizleştirilememektedir. Okulsal eğitim olarak uygulanan bir Marksist-Leninist eğitimin hiçbir etkinliği olamayacağı da bu dönemde görülmüştür. Bu saldırı karşısında "çaresiz" kalınmasının temel nedeni, revizyonizmin, emperyalizmi her yönden ve tarihsel evrimi içinde teşhir edebilme durumunda olmamasıdır. Geçmiş dönemde bu teşhir, bir çeşit kendiliğinden bir tarzda, yani emperyalizmin halk kurtuluş savaşlarına müdahalesinin gerçekliği karşısında kendi kendini teşhir etmesiyle ortaya çıkmış olması, uzun süre revizyonizmin bu konudaki yetersizliğini gizlemeyi olanaklı kılmıştır.
      Emperyalizmin her yönden ve özellikle 1980 sonrasındaki "yeni yaşam tarzı" propagandasının etkisizleştirilmesinin yolu, bunun tam ve gerçekçi bir biçimde açıklanması zorunlu olmaktadır. Ama revizyonizmin böyle bir açıklama eylemini gerçekleştirebilecek doğru bir emperyalizm tahlili bulunmamaktadır.
      Son dönemde emperyalizmin yeni ideolojik saldırıları ("yeni sağ ideolojisi" olarak), sistem içinde sosyal-demokratları olduğu kadar revizyonist komünist partilerini de etkisiz kılmıştır. Özellikle Batı-Avrupa'nın emperyalist ülkelerinde geniş bir kitle temeline sahip olan, dolayısıyla dünya çapında etkinlik kurabilecek olan KP'leri "Avrupa Komünizmi" ya da modern revizyonist perspektifleri nedeniyle tam bir açmaza düşmüşlerdir. Mevcut düzen içinde, düzenin kendi iç mantığı ile sorunlarını çözmeye yönelmiş bir KP'nin adından başka bir komünist niteliğe sahip olmaması burada önemli olmamaktadır. Çünkü emperyalist propagandanın hedeflerinden birisi de bu partileri tümüyle etkisizleştirmektir. Özellikle 1980 dünya kapitalist ekonomik buhranı döneminde bu partilerin herhangi bir "alternatif" gösterememeleri, emperyalist propagandanın en temel konusu olmuştur. Gerçek ve tek alternatifin proletarya devrimi olduğu ve böyle bir devrimin, bu tür ekonomik sorunları ortadan kaldıracağı şeklindeki genel propaganda, mevcut sosyalist ülkelerin içinde bulundukları ekonomik sorunlar darboğazı karşısında etkisizleşmiştir. (Zaten bu revizyonist-pasifist partilerin "devrim" diye bir sorunları bulunmamaktadır.)
      Kimi zaman "yeni sağ" olarak tanımlanan emperyalist ideolojik saldırı, öylesine güçlü etkiler yaratmıştır ki, ev-işinin kapitalist tekellerin faaliyetleri içinde büyük sanayi üretimine konu olması karşısında Batı-Avrupa'nın emperyalist ülkeleri bile uzun süre direnememişlerdir. Örnek olarak hazır yiyecek konusunda Fransa'nın uzun yıllar süren karşı direnişi gösterilebilir. Ama 80'lerin ortalarında tüm toplumsal yapının artan oranda "Amerikanlaşması" karşısında "Fransız milliyetçiliği" direnemez hale gelmiştir. Aynı durum Federal Almanya'da da ortaya çıkmıştır. Bu da, bu ülkelerde "aşırı milliyetçiler"in güçlenmesini getirmiştir. [*5]
      "Yeni" bir yaşam tarzı olarak dünya çapında etkinlik kuran emperyalist propaganda olguları karşısında, proletaryanın toplumsal yaşam tarzının çıkartılamaması, ideolojik düzeyde en önemli konu olmaktadır. Kapitalist toplumsal ilişkilerin bir üst düzeyde aşılması olarak sosyalist toplumsal yaşam tarzı, uzun süreden beri çeşitli nitelikleriyle belirginleşmiş bulunmaktadır. Özellikle devrimci mücadelenin sürdürüldüğü ülkelerde, bu yaşam tarzının önemli öğeleri belirgin olarak gözlenmektedir. Bu ülkelerde ancak iktidarın ele geçirilmesinden sonra sistemli hale getirilebilecek olgular ve nitelikler, mevcut proletarya iktidarlarındaki potansiyellerle birleşerek evrensel bir sosyalist yaşam tarzını ortaya çıkarma olanağına sahiptir. Bu nedenle sorun, doğru bir emperyalizm tahliliyle birlikte, bu proleter yaşam tarzının sistemleştirilmesi ve genelleştirilmesidir.
      Demokratik Almanya deneyiminin gösterdiği diğer olgu da, ideolojik mücadelenin yeni araçlarının etkin olarak kullanılmasının ne denli önemli olduğudur. Bu araçlar, asıl olarak kitle iletişim araçlarıdır ve özel olarak da televizyon yayınları olarak somutlaşmaktadır. Proletarya iktidarları, her türlü ulusal sınırları aşabilen teknolojiyle, bu araçları kullanma konusunda yetersiz kalmışlardır. Gerekli teknoloji bulunmasına rağmen, ideolojik mücadelenin gelmiş olduğu boyutlara uygun olarak kullanılması mümkün olmamıştır.
      Böylece emperyalizmin ideoloji yayma araçları dünya çapında tekel kurmuştur. Bu tekel dünya çapında bilgi alış-verişinde belirleyici konumdadır. Bu sayede burjuvazi tarihsel olarak Ekim Devrimi'yle yıkılan entellektüel üretim ve yönetim tekelini, bir başka boyutta yeniden ele geçirmiştir. Geçmiş dönemlerde yazılı basım araçlarının özel mülkiyetinin burjuvazinin elinde olmasıyla sağlanan tekel, bugün, bu alanda tam olarak dağıtılmıştır. Ancak teknolojik gelişme, dünya çapında kitlelere ulaşmanın yeni araçlarını ortaya çıkarması, bir basımevine (matbaa) göre muazzam bir kaynağı gerektirmektedir.
      Proletarya iktidarları 1930'larda radyo yayınlarının başlamasıyla birlikte emperyalist burjuvaziye bu alanda tekel kurma olanağı tanımamış ve radyoyu çok iyi bir biçimde kullanarak, emperyalist propagandaya karşı yeni mevziler elde edilmesini sağlamıştır. Ancak yeni araçlar, özellikle televizyon yayınları karşısında, bu yeni ideoloji yayma araçlarının emperyalist kullanımının etkisizleştirilebilinmesi için, emperyalist sistem içindeki ülkelerin devrimci güçlerinin yeni yollar bulmaları ya olanaksızdır, ya da bu alanda demokratik bazı hakların elde edilmesiyle kısmi olarak olanaklıdır. Ama proletarya iktidarları, gerek kendi toplumsal yapıları açısından, gerekse dünya çapındaki emperyalist tekeli kırmak açısından bu olanakları kullanabilecek durumdadırlar. Ama revizyonist anlayış bunu olanaklı kılmamaktadır. Çünkü bunun gerçekleşebilmesi için, bu araçların proleter enternasyonalist bir kavrayışla ve yönelimle, insanlığın evrensel özelliklerini işleyen bir kullanmayla ilintilidir. Bunlarda revizyonizmin sahip olmadığı şeylerdir.
      Revizyonizmin sosyalist yaşam tarzı konusundaki tüm yanılgıları, revizyonizmin revizyonuyla daha da netleşmiştir. "Yeni sosyalist işçi" yaratılması, onların dilinde "işçi sınıfının değişmesi" olarak farklı bir boyut kazanmıştır. SBKP-MK Toplumsal Bilimler Akademisi'nin teorisyenleri 88 tezlerinde şöyle yazmaktadırlar:       Bu değerlendirmenin kısmi bazı olgulara dayandığından söz etmek olanaklı olmakla birlikte, asıl olarak, 1956 sonrasındaki Kruşçev revizyonist tezlerinin yeni bir düzenlenmesinin ürünüdür. Eski dönemin "halkın devleti" anlayışının "glastnost" ortamında dile getirilişinden başka bir şey değildir. Geçmişte revizyonizm, "halk" diyerek proletarya iktidarlarında sınıf mücadelesinin sona erdiğini ilan ederken, bu söylemi işçi kavramının "emekçi halk" kavramı düzeyinde genişlemesinden söz ederek ileri sürüyordu. Şimdi ise, küçük-üreticiler dışında kalan herkesin "işçi sınıfı" içine alınması söz konusudur. Böylece olguların çarptırılması ile ulaşılmış bir tanımlama ortaya çıkmaktadır. Bu durum, aynı zamanda, "partisizler kitlesine oynamak ya da bu kitleyle flört etmek"tir ve Lenin'in ortaya koyduğu gibi, bu da, "Marksizmden temelden uzaklaşmak"tır. [99]
      1956 sonrasında ortaya çıkan revizyonistler gibi, revizyonizmin revizyonistleri de, kendi tezleriyle, proletarya diktatörlüğü ve sosyalizmin inşasına ilişkin Marksist-Leninist evrensel tezlerin önemli ölçüde geçersiz olduğunu ilan edebilmek durumuna gelmişlerdir. Proletarya diktatörlüğü altında sosyalizmin inşasının, asıl olarak proletaryanın evrensel çıkara göre gerçekleştirilmesi, SSCB'de "diğer dost sınıflar"ın niceliksel olarak nüfus içinde çoğunluk oluşturmaları revizyonizmin çözüm üretemeyeceği boyutta sorunlar doğurmuştur. Proletarya kavramı üzerinde ister "halk" şeklinde bir genişlemeyle, ister yeni tezlerin ifade ettiği gibi "kavramın kendisinin genişlememsiyle" olsun, yapılacak her değişiklik, Marksist-Leninist evrensel tezlerin değiştirilmesini getirecektir. Marksist-Leninist belirlemelere göre yeni bir toplumun (sosyalist) inşasının revizyonistlerce gerçekleştirilememesi, onları, kaçınılmaz olarak, mevcut durumu esas almaya itmiştir. "Çok partilililik", "çoğulculuk" hep bu esasın ürünleri durumundadır.
      Revizyonizmin revizyonu, kendi dillerinde "Stalinizm" olarak yorumladıkları Marksist-Leninist anlayışın, sosyalizmde insanın "rolünü" bir "vidaya" indirgediğini, dolayısıyla bu insanların topluma "yabancılaşması"na neden olduğunu ileri sürerken de, aynı kavrayış içindedirler. Onlar, proletarya iktidarları altında ve yetmiş yıllık geçmişe rağmen, "toplumsal mülkiyetin egemen biçimi olan devlet mülkiyeti"nin "sahipsiz bir mülkiyet olarak önemli ölçüde değerden düşmesi" [100] tespitinden hareket ederek, Stalin tarafından "dogmalaştırılmış" Marksist-Leninist tezlerin terk edilmesinin zorunlu olduğunu söylemektedirler. Sosyalist yaşam tarzını geliştirme ve düzenleme yeteneğine sahip olamayan revizyonizm, bunun getirdiği sorunları, bir yandan Marksist-Leninist evrensel tezlerin baskısından kurtularak kurtulmak isterken, diğer yandan kapitalist bazı normları kullanarak çözmek istemektedir. Onlara göre, "büyük sermaye, bazen kendi ayrıcalıklarının bir kısmından bile vazgeçerek, üretimin yönetimine ve kâra katılımı öngören çeşitli sistemler yardımıyla, ücretli emeğe özgü olan yabancılaşma olgusunun üstesinden gelmeye yöneliyor." [101] ) Öyleyse kendileri de, bu düzeyde çözümler üreterek, "kişisel mülkiyeti yeniden tesis etmek" adı altında "sosyalist ülke yurttaşının" devlet mülkiyeti altındaki üretim araçlarına "sahiplenmelerini" sağlamaya yönelebilirler! [102]
      Bu "sahiplenme" eylemi, bir yandan küçük-köylülerin, desteklenmesi ve yasal güvencelere kavuşturulmasıyla, diğer yandan "yerel özerkliklerin sınırlarını genişleterek" her üretim birimini "bağımsız birim" haline dönüştürerek, bu birimlerde çalışanların üretimden daha çok pay almalarını sağlayarak gerçekleştirilmek istenmektedir. Böylece sosyalist kavrayışın en temel belirlemelerinden olan "genel toplumsal üretimin ve refahın artırılmasına paralel olarak tek tek bireylerin refahlarını yükseltmek"ten vazgeçilmektedir.
      Revizyonizmin revizyoncuları, emperyalizm koşullarında tekelci-burjuvazinin uyguladığını iddia ettiği yöntemlerden yola çıkarak "refahı tabana yayma"ya karar vermiştir. Kolhoz ve sovhoz üyelerinin "özerklik" adı altında, merkezi planlamanın belirlemiş olduğu kotaların üzerindeki her üretim fazlasını "özgürce" kullanma ve elde edilen geliri, birim düzeyinde bölüşerek "yabancılaşma"nın ortadan kalkacağını varsaymaktadırlar. Onlar toplumsal mülkiyeti "parçasal toplumsal mülkiyet" [103] haline dönüştürmek istemektedirler ve bunu haklı çıkarabilmek içinde, dünya çapında sürecin "desentralizasyon"a doğru geliştiğini ileri sürmektedirler:       Böyle bir süreç varsa ve söylendiği gibi gelişiyorsa, üstelik bu olgu "farklı sosyal temeller"i önemsiz kılabilecek duruma getiriyorsa, yani böylesine genel ve "global" ise, emperyalist-kapitalizmin kullandığı yöntemleri, sosyalizm adına kullanmanın hiçbir "teorik ve ahlâki" engeli olamaz ve de böyle bir engel ileri sürülemez! Ama böyle bir iddiada bulunmak, Marksizm-Leninizmin tarihsel kazanımlarını yok saymak ve onu değerden, "itibardan" düşürmek demek olduğu revizyonistleri, hiç ama hiç ilgilendirmemektedir.
      Bilindiği gibi "yabancılaşma" kavramı Hegel tarafından işlenmiş ve belli bir süre Marks-Engels tarafından da kullanılmış bir kavramdır. Marks, "yabancılaşma" olgusunun kapitalizmin bir ürünü ve olgusu olduğunu söyleyerek, bunun aşılmasının yolunun sosyalizmden geçtiğini açık biçimde ortaya koymuştur. Öyle ki, bu olguyu ortaya çıkaran bizatihi kapitalist üretim ilişkileridir, dolayısıyla kapitalizm bunu ortadan kaldıramayacağı gibi, yavaşlatılmasını da sağlayamaz, çünkü o, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan bir üretim tarzıdır.       Marks tarafından tam olarak geliştirilmemiş ve bir süre sonra terk edilmiş bir konuyu, kesin belirlemelere sahipmişcesine ele alan revizyonizm, bu yaklaşımıyla, Marks'ın "yabancılaşma" kavramının aşılmasına yönelen "insanın üretken ve yaratıcı faaliyeti" konusundaki belirlemelerini, "elde olmayan sebeplerle" bir yana bırakmak durumundadır. Marks'ın kapitalizm koşullarında aşılamayacağını belirtiği "yabancılaşma"nın emperyalist aşamada kapitalistlerce "üstesinden gelmeye" yönelindiğinden sözeden revizyonistler, böylece tüm Marksist yöntemi ve felsefeyi altüst etmektedirler.
      Yine aynı konuyla ilintili olarak "insanlar, gerçek komünizmde, bencil erekler izlemekten vazgeçeceklerinden, kişisel mülkiyet isteği ve onunla birlikte bireyler arasındaki karşıtlık da yok olacağı" belirlemesi, revizyonizmin dilinde "belirsiz bir geleceğin sorunu" olmaktadır. Dolayısıyla "kişisel mülkiyeti" yeniden tesis etme yönündeki faaliyetleri hiçbir teorik ve bilimsel engelle karşılaşmaksızın yürütülecektir!
      Revizyonizm, böylece sosyalist yaşam tarzının örgütlenmesi konusundaki tutumu, bu hedefin evrensel yanlarını dışlamak ve emperyalist ülkelerle yapılacak bir anlaşmayla sağlanmış garantiler altında belli oranda gerçekleştirmek şeklindedir. Bunu yaparken "kapitalizmden öğrenmek" adı altında emperyalist aşamanın özellikleri bir yana itilmektedir. Oysa emperyalist ülkeler, "bazen kendi ayrıcalıklarının bir kısmından" vazgeçmeksizin, emperyalist sömürü yoluyla elde ettiği kârların bir kısmıyla ülkesinde "işçi aristokrasisi" yaratmakta ve bunların bir kısmının zaman içinde yönetime sınırlı oranda katılımı olanaklı hale gelmektedir. Revizyonizm bu olguyu görmezlikten gelerek, "ayrıcalıkların" bazıları olarak gördüğü Komünist Partisi'nin öncü rolünün anayasal güvencesinden "vazgeçmek"ten başka yapacağı birşey kalmadığını anlayamamıştır. Böylece emperyalizmin dünya çapında "yeni yaşam tarzı" olarak sunduğu ilişkileri bir çeşit "özümseme", "Amerikan yaşam tarzı"nın propagandif öğelerinin "içselleştirilmesi" ortaya çıkmaktadır. Bu da "yeni sosyalist işçi"nin oluşmasına bağlı olarak ortaya çıkan "yeni sosyalist yaşam tarzı"nın örgütlenmesi ve geliştirilmesinin kesinkes dışlanmasını getirmektedir.
      Revizyonizm, mevcut durumda "yeni sosyalist işçi"nin tam olarak yaratılamadığını kavramadıkça, kendi "işçi" kavrayışının kendiliğindenci bir anlayışın yansıması olduğunu görmedikçe, "Bolşevizmin Amerikanlaştırılması" tezlerini derinliğine irdelemedikçe, kapitalizm koşullarında olduğu kadar proletarya iktidarlarında da, devrimci mücadele sürecinde de ortaya çıkmış olan sosyalist yaşam tarzının temel öğelerini evrensel boyutta ele almadıkça, sosyalist bir toplumun inşasının içsel sorunlarını çözme yeteneğini gösteremeyecektir. Böyle bir tutum ise, revizyonizmin revizyonizm olarak ortadan kalkmasından başka bir şey değildir.       Hiç şüphe yok ki, sosyalist toplumsal yapının düzenli ve sistemli işleyişi kadar, kuruluşu da şu iki temele bağlıdır: Devrimci proletaryanın komünizme bağlılığı ve sosyalist ekonominin sağlamlığı. Her durumda doğru devrimci düşüncelerin, kitlelerce benimsendiğinde maddi bir güç olacağı gerçeği göz önünde tutulması gereklidir.




Gelecek Bölüm




Dördüncü Bölümün Dipnotları

(*1) Aynı türden ikilemler dünya Marksist-Leninist hereketi açısından da ortaya çıkabilmektedir. Bu da "revizyonist SSCB yönetiminin mevcut günlük sorunlarını çözmek için mi politika üretmelidir; yoksa sosyalizmin inşasının gerçek sorunları için mi politika üretmelidir" şeklinde genel bir görünüme sahiptir.
(*2) Bu gelir fazlası,bugün, SSCB'de ulusal gelirin %40'ını oluşturmaktadır.
(*3) Revizyonizmin teknolojik gelişmeyi kısmi uygulamalarla üretime uydurma anlayışı, önemli bir işsizlik sorunu da yaratacaktır. Genel toplumsal istihdam sorunu, "yeni kaynaklar"ın askeri alanda yapılacak değişmelerle sağlanması, kaçınılmaz olarak, silahlı kuvvetlerde belli bir indirimi ortaya çıkaracağı için, işsizliğin daha da büyümesi söz konusu olabilecektir.
(*4) Buradaki "anarko-sendikalizm" belirlemesi oldukça önemlidir. Merkezi planlamanın ve merkezi yönetimin zayıflaması sonucu, anarşist faaliyetlerin ortaya çıkması hemen hemen kesin gibidir. 1989 sonlarında SSCB'de meydana gelen kimi olaylar bunu açıkça gösterir niteliktedir.
(*5) Tarihsel olarak bu olgunun kökeni, fordizm ve taylorizmde bulunduğu söylenebilir. Ancak günümüzdeki gelişmenin asıl dinamiği yeni-sömürgecilikten kaynaklanmıştır. 1960 sonrasında geri-bıraktırılmış ülkelerde ortaya çıkan "montaj sanayi" bu olgunun temeli olmaktadır.
(*6) Son olarak 1989 Kasım ayında Yüksek Sovyet "kooperatifler" üzerine bazı yeni kararlar almıştır. Yüksek Sovyet, son zamanlarda giderek artan biçimde kâr amacına dayalı alım-satım işlerine ağırlık veren kooperatif sayısının büyüdüğünü tespit etmiştir. "Küçük-ölçekli işletme" teşviki bağlamında ortaya çıkan yeni işletmeler, "özel girişimci" kategorisinde bulunan kooperatiflerin yalın bir biçimde ticaretle uğraştıklarnı ve hatta spekülatif kazançlar sağladıkları görülmüştür. Yüksek Sovyet, "üretime dönük faaliyet göstermeyen ve sadece kamu sektörünün ürünlerinin alım-satımıyla kâr sağlayan işletmelerin" üç ay içinde kapatılmasına karar vermiştir. Revizyonizmin nasıl kısa sürede tıkandığı burada görülebilir.
(*7) Bunun devletin sönmediği koşullarda, proletarya devletinin silahlı güçlerinin güçlendirilmesinin yeni bir yolunu da açtığını belirtmek gerekir. Üretim zamanının kısalması, proletaryanın askeri görevlerle daha çok ilgilenmelerini olanaklı kılacaktır. Proleter savaş anlayışı da ancak böyle olanaklı olabilir.
(*8) 1989 sonlarında A. Sakhorov'un sürekli olarak Yüksek Sovyet'in mülkiyet sis-temindeki değişiklikleri bir an önce yapmasından söz etmesinin nedeni de, re-vizyonizmin buna karşı olmamasından kaynaklanmaktadır. Aradaki tek sorun "zamanlama" ve "nasıl biçimleneceği" sorunudur.
[69] Marks: Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz, s: 26
[70] Lenin: Ayni Vergi Üzerine, İşçi Sınıfı ve Köylülük, s: 438
[71] Lenin: Ayni Vergi Üzerine, İşçi Sınıfı ve Köylülük, s: 439
[72] SBKP-MK Toplumsal Bilimler Akademisi'nin 1988 Tezleri
[73] Gorbaçov: SBKP-MK'nın 27. Kongre Raporu
[74] Lenin: Anarşizm ve Anarko-Sendikalizm, s: 359-2 Haziran 1918
[75] Lenin: Anarşizm ve Anarko-Sendikalizm, s: 359
[76] Gorbaçov: SBKP-MK'nın 27. Kongre Raporu
[77] Marks: Kapital, C: I, s: 497
[78] THKP/HDÖ: Sosyalist Devrim Programı, Devrim Programları, s: 75-77
[79] Gorbaçov: SBKP MK'nin 27. Konre Raporu
[80] Gorbaçov: SBKP MK'nin 27. Konre Raporu
[81] Marks: Kapital, C: I, s: 851
[82] Engels: Konut Sorunu, Seçme Yapıtlar, C: II, s: 397
[83] THKP/HDÖ: Sosyalist Devrim Programı-Devrim Programları, s: 74-75

Beşinci Bölümün Dipnotları

(*1) Yeni yaşam tarzının kendisi, bir süre sonra "üretilmiş"tir. Genellikle küçük-burjuva aydınları tarafından üretilmiş olarak, Amerikan proletaryasının gerçek yaşam ögelerinden sürekli olarak uzaklaşmayı getirmiştir. Bir başka deyişle, bu "yeni yaşam tarzı", Amerikan proletaryasının gerçek yaşam tarzına denk düşmemektedir. Bu nedenle de, bu kesimlerde geniş bir alan bulamamıştır.
(*2) Bu örgütlenmeler, çevre koruması, kadının aile içi baskıya karşı korunması, çocukların ebeveynlerin kötü davranışlarına karşı korunması gibi, sosyal görevler alanını içeren "gönüllü" örgütlenmelerdir.
(*3) "Kamu hizmeti" yaptığını kanıtlayan ve belirli bir katılımcıya sahip olan her örgüt-lenme, tek tek, yasal güvencelere sahip olmasına ilişkin yasalar çıkartılmıştır. Böylece "gönüllü sosyal kuruluşlar" çalışmalarını bu hükümlere göre yapma yönünde itilmekteler ve buna bağlı olarak faaliyetleri için devletten mali destek alabilmektedirler.
(*4) Demokratik Almanya'nın görece farklılıkları oldukça açık bir gerçektir. Perestroykayı destekleyen Şili Komünist Partisi'nin 15. Kongresi'nde alınan şu karar bir örnek olarak verilebilir: "15. Kongre'ye sunulan MK Raporu, yenilenme sürecine sürekli katkıda bulun-manın her devrimcinin ödevi olduğunu belirtir. Bu süreç çeşitli ülkelerde özgül niteliklere sahiptir. Onların tümünün ekonomik durağanlık ile başı dertte değil ve her biri farklı sorunlarla karşı karşıya. Örneğin ADC sosyalizmin günümüzün sorunlarına yanıt verme, iyi yaşam standardı sağlama, yüksek teknolojiye sahip olma ve çeşitli etkinlik alanlarında başarılar elde etme yeteneğini sergiler." Mayıs 1989 [95*]
(*5) Şüphesiz "aşırı milliyetçilik" olayı, salt bu açıdan değerlendirilemez. Geleneksel sağ partiler düzeyinde ortaya çıkan parçalanmalar, çok-uluslu şirketler ile ulusal pazar için üretim yapan kapitalistler arasındaki çelişkinin bir ürünüdür. Kapitalizmin tarihsel eğiliminin ulusal sınırları parçalama ve dünya pazarı yaratma özelliği, kendi içinde karşı bir hareket doğurmadan var olan bir eğilim değildir. Ayrıca temel sanayi kollarındaki çok-uluslu şirketlerin, zaman içinde yoğunlaşan sermayelerini, kâr oranlarını düşürmemek için kendi üretim alanlarında kullanmamaları, dolayısıyla başka alanlara, özellikle de tüketim malları üretimi alanlarında yatırımlara yönelmeleri, bu alanda faaliyet gösteren kapitalistlerle aralarındaki çelişkiyi keskinleştirmiştir. "Aşırı milliyetçilik" de bu kesimin ideolojik silahı durumundadır.
[84] Buharin: Proletarya Devrimi ve Kültür-1924
[85] Zinovyev: 1924 Konuşmaları
[86] Troçki: Avrupa ve Amerika-1924
[87] Stalin: Leninizmin İlkeleri, s: 113-115
[88] THKP/HDÖ Sosyalist Devrim Programı, Devrim Programları, s: 71-72
[89] THKP/HDÖ Sosyalist Devrim Programı, Devrim Programları, s: 73
[90] Gorbaçov: SBKP-MK'nin 27. Kongre Raporu
[91] Gorbaçov: SBKP-MK'nin 27. Kongre Raporu
[92] Gorbaçov: SBKP-MK'nin 27. Kongre Raporu
[93] THKP/HDÖ Sosyalist Devrim Programı, Devrim Programları, s: 73-74
[94] W. Kirchhoff-ADC Ulusal Cephe Konsey Başkan Yrd., Dünyaya Bakış, Aralık 1988
[95] Dünyaya Bakış, Kasım 1989
[96] Lenin: Bir Adım İleri, İki Adım Geri, s: 239
[97] Lenin: Devlet ve İhtilâl, s: 134-135
[98] SBKP-MK Toplumsal Bilimler Akademisi'nin 88 Tezleri
[99] Lenin: Collected Works, C: 32, s: 257
[100] SBKP-MK Toplumsal Bilimler Akademisi'nin 88 Tezleri
[101] SBKP-MK Toplumsal Bilimler Akademisi'nin 88 Tezleri
[102] SBKP-MK Toplumsal Bilimler Akademisi'nin 88 Tezleri
[103] SBKP-MK Toplumsal Bilimler Akademisi'nin 88 Tezleri
[104] SBKP-MK Toplumsal Bilimler Akademisi'nin 88 Tezleri
[105] A. Cornu: 1844 El Yazmaları, s: 313-14
[106] THKP/HDÖ: Sosyalist Devrim Programı, Devrim Programları, s: 69-70



Gelecek Bölüm